Portakal Gaste 2. Sayı

Page 1

Gitar? Mikrobiyoloji? Müzik? Tıp? AAAL? Mikrobiyoloji öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Koray Ergünay’la söyleşi ve daha fazlası sayfa 7-11’de… Bu sene Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü kime verildi? Sayfa 4’te… Hacettepe’de anatomi sınavı skandalı! Sayfa 14’te… “İçimizden biri” sayfa 18’de.. Şiir köşesi sayfa 13’te… Sinema ve tiyatrolar sayfa 15-16-17’de… Bulmacalar sayfa 20-21’de… Sizden gelenler sayfa 23’te…

Tıp okuyom ben ya!

Ücretsiz Tıpçı Gazetesi SAYI: 2

Kasım 2010

GÜLÜMSEYEN ATATÜRK İlkokuldayken sınıfımızda, tahtanın hemen üstünde bir Atatürk resmi vardı; İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabe’nin arasında. Belki inanmayacaksınız ama sınıfta nereye oturursam oturayım, Atatürk gözlerini dikip bana bakardı gülümseyerek. Resmi yapan böyle görünmesini sağlamak için çok uğraşmıştı belki, ya da sadece benim gözlerimin bir yanılsamasıydı bu. Ama ilkokul sıralarında hep onun güvenini hissederdim üzerimde. Besbelliydi, Atatürk bana, küçücük bir ilkokul çocuğuna bakıyordu ve gülümsüyordu işte. Askerdi, savaşlar yönetmişti, en kötü zamanlarda insanlara pes etmemeleri için güven vermişti (o zaman da bana gülümsediği gibi gülümsemiş olmalıydı insanlara, çünkü inanılmaz derecede güven vericiydi gülümsemesi), yepyeni bir ülkeyi yönetmişti… Sonra 10 Kasım 1938’de ölmüştü… Ama şimdi buradaydı işte, tam karşımdaydı ve gülümsüyordu bana. O zamanlar en çok gülümsediği için seviyordum onu galiba. Hala daha çok severim Atatürk’ün gülümseyen resimlerini. “Gülümseyen Atatürk” hala bana güven verir. Yirmi bir yaşıma geldiğim halde onu gülümserken görünce “çocuk yüreğim” su yüzüne çıkıverir birden, güzel bir şeyler yapmak için heveslenirim. 10 Kasım’lar ise hep soğuktur, kasvetlidir, hep üzücüdür. Atatürk 10 Kasım’larda gülümsemez; bitkin yatar hasta yatağında. Ağaçlar daha çok yaprak döker o gün, gökyüzü bile ağlamaya hazırdır sanki. Birileri onun ölümünü anlatır, o ölünce herkesin nasıl üzülüp gözyaşı döktüğünü, günlerce yas tuttuğunu söyler. Sonra siren sesleri duyulur uzaklardan, insanın içini acıtır. İstiklal Marşı okunur hep bir ağızdan, ama herkesin sesi sessizdir garip bir şekilde. Herkes içinde duyar onun öldüğünü; o yüzden herkes mutsuzdur, herkes ümitsizdir. Hâlbuki Atatürk gülümsemelidir her zaman. Hatta 10 Kasım’larda bile. 10 Kasım’larda bile onun öldüğünü değil; capcanlı, hayat dolu güldüğünü hatırlamalıdır insanlar. Yaptığı işlerle, kurduğu şeylerle yaşamasını bir yana bırakın; bize resimlerden, fotoğraflardan bakıp gülümsemelidir Atatürk, yaşadığını hissettirmelidir. “Hadi bir şeyler yapın! Benim yaptıklarım yeterli değil. Onların yıkılmasına izin vermeyin, daha ileriye götürün onları!”, dediğini anlatabilmek için. Atatürk en çok 10 Kasım’larda gülümsemelidir bence. En çok 10 Kasım’larda yaşamalıdır, yaşatılmalıdır. 10 Kasım 1938 saat 09:05 Radyodan gelen bir ses: “…Türk vatanı büyük yapıcısını, Türk Milleti Ulu Şef’ini, insanlık büyük evladını kaybetti…” orta sayfada…

1


01.11.2010

PORTAKAL GAZETESİ GENEL YAYIN KURULU MÜDÜRLÜĞÜNE MODENT ODASI Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem III Türkçe grubunda 20606060 nolu öğrenciyim. Gazeteniz içeriğinde bulunan ödüllü sorunun doğru cevabı ‘ğ’ şıkkı olan ‘e veya f’ seçeneğidir. Mikrop komitesine çalışmaya daha yeni başladım ama teknik yetersizlikten dolayı epey zorlanıyorum. Fosforlu kalem eksikliği nedeniyle günde ancak 180-190 sayfa çalışabiliyorum. Daha önceleri fosforlu kalem sahibiyken bu rakam 250-270 civarı seyrediyordu. Anlayacağınız üzere çok zor durumdayım. Babamla bu aralar aramız limoni, zaten bursumun biri de kesildi. Her gün amfiden birine yemek ısmarlatarak hayatımı idame ettiriyorum. İş için birkaç yere başvurdum ama dönmediler daha. Ödülden de öte eğer gazetenizde yeni elemana falan ihtiyaç varsa elimden her iş gelir, bilginize. Bir de ben turuncuyu çok severim, o yüzden ayrıca teşekkür ederim. Son olarak bir ricam olacaktı: Bu komite biraz uzun malum. Bir yerine iki tane hediye etseniz, çünkü sınavı çıkarttıramayabilir bir tanesi. Bu arada ben gazetedeki tüm soruları, bulmacaları çözdüm. Onlara da ödül verecekseniz cevaplarını göndereyim. Lafı çok uzattım, siz değerli Portakal ekibinden özür diliyorum. Son bir maruzatım daha olacaktı: On bir adet fotoğraf istemişsiniz ama o çok pahalı oluyor, o paraya beş tane fosforlu kalem alırım ben. O yüzden bir tek fotoğraf gönderebiliyorum. Satırlarıma gereğini bilgilerinize arz ederek son verirken kalbiniz kadar temiz bu sayfayı bana ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Ekin Zeynep ALTUN İkametgah ilmuhaberi, nüfus cüzdanı fotokopisi, annemin kızlık soyadı ve transkript belgem ektedir. Referans: Dönem I’de 2.komitede ve dönem II’de 5.komitede aldığım notlardır.

Adres: Kurtuluş parkı (havuzun yanındaki banklardan biri) Tel: (0312) 267 39 02 (Hemen bankın yanındaki telefon kulübesinin) Hesap No:5400 65532417127 (İstemediniz ama vereyim dedim. Her bankadan var ama iş bankasınınkini yazdım lazım olursa diğerlerini de verebilirim.)

Yırttım abicim yırttım 

Yukarıdaki dilekçeyi okurken gözyaşlarımıza engel olamadık, sel sularına karışıp gittiler. Bu duruma tepkisiz kalamazdık! Hemen bir toplantı yapıp karar aldık ve Ekin’i ekibimize dahil etmeye karar verdik. Daha da önemlisi bir yerine üç tane fosforlu kalem hediye etmeyi uygun gördük. Yandaki fotoğraf, ekibe katılması şerefine yaptığımız kutlamadan küçük bir alıntı.

2


Uzun zamandır, hatta bu okula ilk geldiğim günden beri soru işaretleri var kafamda. Bir sürüler ve gittikçe artıyor sayıları. Mesela ilk zamanlar “Doğru yerde miyim?” diye sorardım sık sık. Acaba gerçekten “bu” mu olmalıyım? İyi bir doktor olmak istediğimi biliyorum. Zaten buraya gelen herkesin (ya da daha gerçekçi bir ifadeyle çoğu kişinin) isteği de bu olmalı. Zaman zaman iyi bir doktor olmak için ne yapmalıyım diye düşünüyorum ve o soru işaretlerinden bir sürüsü diziliyor karşıma. Harıl harıl ders çalışıp bana verdikleri en ufak bilgi kırıntılarını bile zihnimde bir yerlere yerleştirmeye mi çalışmalıyım? (ki ilk sınıfta yaptım bunu, çok faydasını görmedim; o yüzden gelecek nesillere pek tavsiye etmem) Ya da gerçekten gerekli olduğunu düşündüğüm şeyleri çalışıp kalanını hocanın insafına ve şansıma bırakıp aldığım notlara razı mı olmalıyım? (bu da biraz riskli olabilir) Kırtasiyenin birinden alınan notlar, bilmem gerekenleri öğrenmem için yeterli midir? Değilse, kitaplardan çalışmak mı daha anlamlıdır? Bir kitaplar denizinin içinde, bilmem gereken şeyleri bulmak yapabileceğim bir şey mi? Derslere girmek gerçekten daha iyi öğrenmeyi sağlar mı? ( Burada bazı hocaların, “bize” ders anlatmak için hazırladıkları slaytları bize vermeyişlerine değinmeden de geçemeyeceğim.) Yoksa tıp fakültesinde ilk üç yılda amaç sadece sınıfı geçmeye yetecek kadar not almaktır, asıl doktorluk hastanede öğrenilir diye mi düşünmeliyim? Hem, iyi doktor ya da tıp öğrencisi olmak alınan notla ölçülebilir mi? Yıllardır aynı sorunun aynı anlaşılmazlıkla sorulduğu, ama kırtasiyeden alınan çıkmış sorularda da o anlaşılmaz şekliyle yer alması nedeniyle (bozuk anlatımına rağmen) herkesin hiç tereddüt etmeden o çıkmış sorularda yazan cevabı işaretlediği sınavlar( bkz. dönem2’de bir biyokimya sorusu), derste bahsi bile geçmediği halde sorulan konular( bkz. dönem 3 ilk komite), “Sadece belirgin şeyleri öğrenmenizi istiyorum.” diyen hocaların sorduğu kıyıda köşede kalmış ayrıntılar (bkz. dönem2’deki pek çok anatomi sorusu), zaman zaman sadece çıkmış sorulardan oluşan sınavlar (aslında pek çoğumuz bundan memnun olabiliriz) pek de yabancı olmadığımız şeyler. Peki böyle sınavlar gerçekten bilgimi, çalışmamı ölçebilir mi? Ayrıca nerde yanlış yaptığımı ya da nerde eksik olduğumu göremiyorsam, buna göre eksikliklerimi tamamlayamıyorsam sınavlar saçma sapan, gereksiz angaryalardan başka nedir? Düşünsenize, sınavdan doksan almış olsanız bile sekiz yanlışınız vardır ve bu da komitenin %8ini öğrenmediğiniz anlamına gelir. Ancak neyi öğrenmediğinizi öğrenmeye hakkınız yoktur. Türkiye’nin en iyi tıp fakültesinde okuyoruz ve iyi birer doktor olmamız bekleniyor, haklı olarak. “Doğru yerde miyim?” diye sormuyorum artık; çünkü daha iyi bir yerde olamayacağımı biliyorum. Bu yüzden acaba gerçekten “bu” mu olmalıyım diye soruyorum kendime. İyi bir doktor olabilmek için elimden geldiğince doldurmaya çalışıyorum “bu”nun içini. Ama kendimi değiştirmekle değiştiremeyeceğim şeyler var. Bu yüzden Türkiye’nin en iyi tıp fakültesinin biraz kendini değiştirmesi gerek belki, bizler iyi birer doktor olabilelim diye… Ne dersiniz?

PORTAKAL Ayda bir meyve verir. KASIM 2010

Editör Ekim Helhel Editör Yardımcıları Halit Bacı Ömer Faruk Turan Haber Ekibi Halit Bacı Elif Özge Çınar Tolgahan Kaya Komik Haber Ekibi Herkes Söyleşi Ekibi Halit Bacı Elif Özge Çınar Ekim Helhel Kübra Kılınç Ömer Faruk Turan Bulmaca Hazırlayanlar Elif Özge Çınar Kübra Kılınç Çizerlerimiz Abdullah Onur Kılıç Ülker Shamkhalova Fotoğrafçımız Mertcan Erzincan Taze Portakalımız Ekin Zeynep Altun Dominic’ler Nazım Coşkun Arkadaşlar; her türlü öneri, istek ve şikayetinizi, paylaşılmasını istediğiniz yazılarınızı, şiirlerinizi, fotoğraflarınızı portakalgaste@hotmail.com adresine bekliyoruz,,

Ekim HELHEL

Tıp sanatı nerede seviliyorsa, orada insan sevgisi de vardır. ---Hipokrat--3


2010 NOBEL TIP ÖDÜLÜ SAHİBİNİ BULDU 2010 Nobel Tıp Ödülü’nün sahibi 4 Ekim tarihinde Nobel Ödülü’nün resmi sitesinde yayınlandı. Sonuca göre, seksen beş yaşındaki İngiliz biliminsanı Robert Edwards, İngiliz jinekolog cerrah Patrick Steptoe ile beraber geliştirdiği tüp bebek yöntemi (in vitro fertilization) ile Nobel Ödülü’nü almaya hak kazandı. Cambridge Üniversitesi’nden emekli olan Profesör Edwards, kendisine ödül getiren IVF yöntemini 1950’lerin ilk yıllarında geliştirmişti. Dört Milyon Tüp Bebek Dünyaya Geldi 25 Haziran 1978’te Louise Brown adını alan bebek ise yöntemin ilk başarılı deneyi oldu. Dünya’nın ilk tüp bebeği, kısırlık tedavisi arayan milyonlarca çift için umut ışığı oldu. Brown şimdi otuz iki yaşında ve üç sene önce doğal yöntemle sağlıklı bir çocuğu oldu. Ödül komitesinden Christer Hoog da, Louise Brown gibi tüp bebeklerin, hayatta ve sağlıklı olmasının, bu yöntemin başarısını açıkça gösterdiğini belirtiyor. O günden bugüne dört milyona yakın bebek, tüp bebek (IVF) yöntemi ile dünyaya geldi. European Society of Human Reproduction and Embryology topluluğuna göre, dünya çapında yılda yaklaşık üç yüz bin başarılı tüp bebek uygulaması yapılıyor. Bugün, kısır bir çiftin IVF ile çocuk sahibi olma ihtimali beşte bir. Ki bu oran, sağlıklı bireylerde doğal yollarla hamile kalma oranı ile aynı. Öte yandan, 2006 yılında altmış yedi yaşında İspanyol bir kadının IVF yöntemi ile ikiz çocuk sahibi olması gibi ilgi çekici başarı örnekleri var. Tüp Bebek Yöntemi ve Engeller Edwards ve Steptoe tarafından geliştirilen bu yöntem, o günden bugüne kadar “yaşayan etik bir sorun” olarak adlandırılıyor. Gerek Vatikan gerekse diğer dini liderler, bu yöntemin durdurulması için çok sayıda bildiriyayınladı. Vatikan, sebep olarak, yöntemin karı-koca ilişkisini yanlış bir yöne götüreceğini belirtti. İlk zamanlarında, tıp çevreleri de bu yönteme sıcak bakmadı. Nitekim, The British Medical Research Council, 1971’de bu iki araştırmacıya sağladıkları fonu kestiler. Ancak, Edwards ve Steptoe kendi buldukları bağışlar ile çalışmalarına devam etti. Ve 1980’de ilk kliniklerini açtılar.

METASTATİK KANSER HÜCRELERİ, KAN DOLAŞIMINA VALİZLERİNİ ALMADAN ÇIKMIYOR! New South Wales Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, kanser hücrelerinin metastaz karakterine dair ilgi çekici bir ayrıntı keşfetti. Çalışma sonuçlarına göre, kanser hücreleri, metastaz yaparken, kan dolaşımına tek başına girmeyebiliyor. Metastatik kanser hücreleri, bazı durumlarda, beraberlerinde sağlıklı stromal hücreleri de götürebiliyor. Bu sayede, kanser hücreleri, vardıkları yerde bu sağlıklı hücreleri kullanarak çok daha hızlı bir şekilde gelişim gösterebiliyor. American Journal of Pathology dergisinde yayınlanan çalışmaya göre, birincil tümördeki sağlıklı pankreatik stellate hücreler, kan dolaşımına sızabiliyor ve uzak bölgelere göç edebiliyor. Ve göç ettiği yerde, metastatik kanser hücrelerinin tohumlarını atıp büyüyebileceği bir ortam hazırlıyorlar. Bu yeni gelişme ile, kanser tedavisi sırasında, kanser hücrelerinin dışında düşünülmesi gereken başka hücrelerin de olduğu ortaya çıktı. Bu bilgiler ışığında özellikle metastatik kanser tedavisinde yeni stratejilerin geliştirilmesi gerekebilir. Haberler: Halit Bacı Kaynak: biyorss.com

Mehmet Akif Ersoy Sokak No:15 Alo Paket: 310 77 00 Visa, Ticket, Sodexo

4


FİZİK MUAYENE İnspeksiyon (gözlem), palpasyon (vücut yüzeyi üzerine parmakların ya da ellerin gezdirilmesi ve bastırılması), perküsyon (parmaklarla yapıların üzerine hafifçe vurulması) oskültasyon (vücudun içinden gelen sesleri dinleme), fizik muayenenin en temel teknikleridir. Fizik muayeneyle ilgili kavram ve yöntemler Hipokrat döneminden bu yana gelişmeye devam etse de son iki yüz yıldır hiç akıl süzgecinden geçirilip sistematik bir şekilde uygulanmışlar mıdır? Bu yöntemler aklınıza gelebilecek en hassas ve en kusursuz gereçleri, yani insan duyularını kullanırlar ve şüphesiz bu duyular görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getirirler.

Fizik muayene, hastanın tıbbi geçmişiyle ilgili bilgi alındıktan sonra yapılır ve böylelikle hekim, ne tür sağlık sorunlarının ortaya çıkabileceği konusunda detaylı bilgi sahibi olur. Bununla beraber, hekim ilk tıbbi veriler süresince, titizlikle ve sistematik bir şekilde eksiksiz bir fizik muayene yapmalıdır. Muayene, hastanın genel görünüşünün gözlemlenmesiyle başlar. Hasta yaşını göstermekte midir? Anemik ya da sarılıklı mıdır? Beslenme bozukluğu var mıdır? Bir sonraki aşama vücut ısısı, tansiyon, nabız ve soluk sayısı gibi hayati belirtilerin ölçülüp kaydedildiği aşamadır. Ardından hekim, baş ve boyun, göğüs ve memeleri, akciğerleri, kardiyovasküler sistemi, sırt, karın ve rektumu, üreme organlarını, uzuvları ve son olarak da hastanın bilinç ve farkındalık durumuna ilişkin derinlemesine değerlendirmeyle birlikte sinir sistemini yarıntılı olarak muayene eder. Muayenedeki genel yöntemler, sırasıyla inspeksiyon, palpasyon, perküsyon ve oskültasyondan oluşur. Bu yöntemlerin her birine kısaca değinelim. İnspeksiyon, hastanın normal durumu hakkında bilgi sahibi olmayı ve anomalileri tanımlama ve kaydetme beceri gerektirir. Bu muayene, ‘Göz ve ağızdaki dokular pembe mi yoksa soluk mu? Göz bebekleri yuvarlak, normal ya da eşit büyüklükte mi? Işık yöneltildiğinde daralıyorlar mı? Karın düz mü yoksa şişkin mi? Parmaklar şişmiş, eklemler yüzünden çarpıklaşmış mı? Kırmızılıkla birlikte yana doğru yönelme görülüyor mu?’ gibi sorular sorulur. Palpasyon ya da başka bir değişle vücut yüzeyi üzerine parmakların ya da ellerin gezdirilmesi ve bastırılması şeklindeki muayene, hekimin hastayla ilk fiziksel teması olduğundan büyük hassasiyet ve özen gerektirir. Bu muayenede, ‘Memede bir yumru var mı? Varsa boyutları neler? Bu yumru sert, yumuşak ya da göğüs duvarına yapışık mı? Koltuk altına doğru başka yumrularda var mı? Karın yumuşak mı? Karaciğer ya da dalak hissediliyor mu?’ gibi sorular sorulur. Soluk alma sırasındaki hareketleri gözlemleyerek ve hekimin normal ve anormal yapıları hissetme yeteneğini geliştiren diğer yöntemleri kullanarak organların yerini bulmanın çok çeşitli yolları vardır. Her şeyden önce organ yapılarının önemini kavramak gerekir, çünkü bu yapıların şekli bize onların işlevleri hakkında bilgiler verir.

Hekim, parmaklarıyla yapıların üzerine hafifçe vurarak onların büyüklüğünü, şeklini, verdiği histen ve çıkardığı seslerden uyum içinde çalışıp çalışmadıklarını anlayabilir. Bu tanımladığımız perküsyon muayene sanatıdır ve genellikle, kalbin, sıvıların, havayla dolu uğuldayan akciğerlerin bir arada olduğu göğüs bölgesine uygulanır. Karnın üst kısmında, büyümüş karaciğer ve dalağın varlığı hissedilebilir, gaz dolu bağırsağın ya da karın boşluğundaki sıvıların yol açtığı şişkinlik kolaylıkla görülebilir. Oskültasyon ya da başka bir değişle vücudun içinden gelen sesleri dinleme, ilk defa, sadece kulağını hastanın göğsüne koyarak onu dinleyen Hipokrat tarafından tanımlanmış ve ünlü Fransız hekim Theophile Hyacinth Laennec’in steteskopu icat etmesine kadar fizik muayenede kullanılan yardımcı bir teknik olmuştur. Laennec’in bu aleti tasarlarken, uzun bir tahta çubuk ve çekiçle oyun oynayan çocuklardan esinlendiği söylenir. Çocuklardan biri elindeki tahta sopanın ucuna kulağını dayamış, öbürü ise tahtanın öteki ucuna çivi ile vuruyordu. Vuruş sesleri tahtanın içinden ilerliyordu. Laennec, öncelikle bir kâğıdı rulo yapıp kulağına dayayarak hastanın göğsünü dinlemeye başladı ve kalp atışını net olarak duydu. Bunun ardından içi boş tahta silindirli steteskopu geliştirdi. Kulaklıklardan gelen kauçuk bir boru ile diyaframa bağlanan modern iki kulaklıklı steteskop, zaman içinde değişime uğradı ve Avusturyalı hekim Joesf Skoda’ya dikkate değer başarılar kazandırdı. Usta hekim, özellikle kalp, akciğer ve bağırsaklardaki –içlerinden kan, hava ve bağırsak sıvıları geçerken çıkan karakteristik sesler sayesindenormal işlevleri ya da bir dizi yapısal anomaliyi kesin bir şekilde tespit edebilmekteydi. Fizik muayene, dokunma ve hissetmeyi, başka bir değişle hastayla yakın teması gerektirir. Bununla birlikte öykü alma sırasında hekim ile hasta arasında kurulan güven bağını daha da sağlamlaştırmak için bir fırsat yaratır. Bu nedenle büyük bir hassasiyet ve incelikle yapılmalıdır. Muayene, tedavi süresince hayati öneme sahip hekim-hasta ilişkisini güçlendirir, fakat tıpkı hastanın öyküsü gibi bu muayene de zaman alır ve beceri ister; bu iki olgu bugünün paha biçilemezleridir. Bunun yanı sıra, bilgisayarlı tomografiler, manyetik görüntüleme sistemleri ve laboratuar testleri gibi teknolojik gelişmeler, birçok hastalığın teşhisini kolaylaştırmaktadır. Çok değil, on yıl önceye kadar tıp öğrencileri ile genç hekimlere, ‘hastalarınızı tanımak için zaman ayırın, hasta öyküleri alırken ve fizik muayenenizi yaparken titiz olun,’ dememiş miydik? Şimdi bunların modası mı geçti? Bazı sağlık kurumları, öykü almaya ve fizik muayeneye ayrılan zamanı sınırlandırarak daha az hekimle çalışmayı tercih ediyorlar. Fizik muayene, en çok ekonomik nedenlerden olsa gerek, inzivaya çekilmiştir günümüzde. Sağlık hizmetlerinde bu yaklaşım yayılırsa, fizik muayene nesli tükenen bir canlı gibi kaybolacaktır. Bu yöndeki eğilim bugün olduğu gibi gelecekte de yanılgılara ve ızdıraplı durumlara yol açacak ve kaybımız her zamankinden daha büyük olacaktır. Hazırlayan: Tolgahan Kaya Kaynak: Tıbbi Mucizeler-Dr. Eugene W. Straus&Alex Straus Çeviri: Nurcihan Durmuş Domingo Yayıncılık

Gazetemize desteklerinden dolayı Öztürk Ticaret’e teşekkür ederiz… 5


STREPTOMİSİN VE TÜBERKÜLOZUN KONTROL ALTINA ALINMASI Fosil kalıntılarının bize verdiği bilgiye göre, tüberküloz, diğer adıyla verem insanlık tarihi kadar eski bir hastalıktır. Bir zamanlar tüberküloz, AIDS gibi korkulan bir hastalıktı. Bu hastalığa yakalanan hekimler hemen işten ayrılmak zorunda kaldıklarından geçim kaynaklarından oluyorlardı. Tüberkülozun kontrol altına alınması, 20. Yüzyılın ortalarında olmuştur; fakat yüzyılın sonlarına kadar antibiyotiklere dirençli tüberküloz hastalığı oldukça büyük bir sorun haline gelmişti. Selman Abraham Waksman, Rusya’nın Kiev kenti yakınlarında 1888 yılında dünyaya gelmişti. 1911 yılında devlet bursuyla Rutgers Üniversitesi’ne girmiş ve 1916 yılına kadar ziraat alanında hem lisans hem de yüksek lisans diplomasını almıştı. 1918 yılında Amerikan vatandaşlığına kabul edilmiş ve biyokimya dalında doktorasını tamamladığı Kaliforniya Üniversitesi’ne araştırma görevlisi olarak atanmıştır. Bu tarihten 20 yıl sonra toprak mikrobiyolojisi alanında dünyanın önde gelen isimleri arasına girmiştir. Penisilinin keşfinden sonra, mikroplara karşı antibiyotik üretmek amacıyla sistemli ve planlanmış bir çalışmanın öncülüğünü yapmıştır. 1943 yılında tüberküloz tedavisinde ilk ajan olan

‘streptomisin’ adlı antibiyotiği izole etmiştir. Bu buluşuyla, 1952 Fizyoloji ve Tıp alanında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür. ‘Hayata karşı’ anlamına gelen ve insanlara zararlı bakterileri yok eden bir kimyasal olan antibiyotik terimini türetmesiyle de ün kazanmıştır. Streptomisin, Streptomyces adlı bir toprak bakterisinden elde edilen ve hem gram-pozitif hem de gram-negatif bakterilere ve diğer antibiyotiklere direnç gösteren bakteri türlerine de etki gösteren bir antibiyotiktir. Streptomisin bugün hala tüberküloz tedavisinde kullanılan başlıca antibiyotiktir. Dirençli tüberküloz basili tedavi sırasında ortaya çıktığından, kullanılan antibiyotikler genellikle izoniazid, etambutol ya da aminosalisitik asit ile kombine edilerek verilmektedir. 1950’li yıllarada izoniazid sayesinde verem dispanserleri kapanmaya başlamıştır. Bu ilaç etkili olmasının yanında, mikroorganizmaları öldürmeden, onları sadece bir tabakayla kaplamakla da hastalığı durdurabilmektedir. Birçok ilaca direnç gösteren tüberküloz tedavisinde hastaların ilaçlarını düzenli aldıklarını takip etmek ve hastalığın bulaşmaması için gözlem şarttır. Streptomisin, protein sentezini engelleyerek duyarlı mikroorganizmalar içindeki hücre zarını tahrip eder. Milyonlarca yaşam, Waksman’ın ve çalışma arkadaşlarının yaratıcı araştırmaları sayesinde kurtulmuştur. Hazırlayan: Tolgahan Kaya Kaynak: Tıbbi Mucizeler-Dr. Eugene W. Straus&Alex Straus Çeviri: Nurcihan Durmuş Domingo Yayıncılık

6


Bir Doktor, Bir Müzisyen, Bir Eğitimci, Vee Karşınızda Koray Ergünay Koray Ergünay Nisan 1973 Ankara doğumlu. Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olduğunu hepimiz biliyoruz zaten. Ama bir de farklı bir yönü var Koray hocanın: Ortaokuldan beri bas gitar çalıyor. Hatta oldukça da iyi bu konuda. İki solo albümü (www.korayergunay.com adresinden temin edilebilir) ve birlikte çaldığı dört grup var. Buna rağmen “müzisyen kimliği”nin “bilim adamı kimliği”nden önde olmasına izin vermemiş hiç. Her ikisi de onun ayrı yüzleri, her ikisi de Koray Ergünay. Bu durum normal bir insandan en az iki kat daha yoğun bir hayat yaşamasına neden olsa da o halinden gayet memnun. Çünkü her iki Koray da inanılmaz derecede keyif alıyor yaptığı işten. Zaten yaptığımız röportaj sırasında anladığım kadarıyla şöyle düşünüyor Koray hoca(ve müzisyen Koray da aynı şeyi düşünüyor belli ki ): Yaptığınız iş size gerçekten heyecan veriyorsa hiç düşünmeyin, evet, doğru yerdesiniz. İlk olarak biraz kendinizi tanıtır mısınız? Hacettepe Türkçe tıp ‘97 mezunuyum. Daha öncesine gidersek Atatürk Anadolu Lisesi mezunuyum aynı zamanda. Burda çok vardır Atatürk Anadolu’lu, hem genç kuşaklardan hem eskilerden. Mesela farmakolojiden rahmetli Oğuz Güç vardı. Ama Atatürk Anadolu Lisesi’ndeki müzik geleneği artık eskisi gibi devam etmiyor. Hoca gibi AAAL mezunu olan arkadaşımız Özge: Müzik çok devam etmiyor ama aşure günü var mesela  Evet, doğru.  Hayatımı değiştiren hocalardan biriyle lisede tanıştım. (Özge’ye )Siz tabi onu görmediniz, bizden üç dört yıl sonra ayrıldı. Müzik hocasıydı, Güneş Apaydın. Lisede müzikle ciddi olarak ilgileniyordum. Hatta hala devam ediyorum yarı profesyonel olarak, belki öğrenmişsinizdir. Ona daha sonra geleceğiz hocam  Peki  Müzik hep vardı ama lisede Güneş hoca sayesinde ilerledi. O bize birkaç yıl rol modeli, sonra arkadaş-abi, daha sonra da tam arkadaş oldu. Hala görüşürüz. Hatta arada “siz benim başıma çok bela açtınız ama çok da şey öğrendim sizden” der. Yani sadece onun varlığı bile AAAL’yi anlamlı kılıyor, ki okul da keyifliydi hakikaten. Ama o his devam ediyor. Burada bir üniversite öğrencimiz vardı AAAL’den. Ondan da o hissi almıştım. Evet, iyi, okul hala düzgün diye düşünmüştüm. Oradan da Hacettepe tıpa geldim. Şimdi isteyerek mi girdiniz diye soracaksınız. Evet, tam da onu soracaktık İsteyerek ve inat üzerine girdim. Benim ailem tam ters olarak “oğlum deli misin, tıbba mı gireceksin, ne yapacaksın” diyordu. Normalde bende öyle pek inatçılık yoktur ama böyle bir tepki gelince durdum, niye istemiyorsunuz ki, o da çok güzel falan dedim. Şimdi temel bilimci olduğum için insan “onca internlük yapmış, dördüncü ve beşinci sınıfı okumuş boşuna” diye düşünebilir. Doğruyu söylemek gerekirse dördüncü sınıfla beraber tıp fakültesi çoğunlukla işkence gibi geldi bana. Tamam, çok önemli şeyler gördüm, hayat boyu beni götürecek deneyimler kazandım ama hiç bir zaman “bu benim hayatım olsun, aradığım buydu” diye düşünmedim.

Buradan ne kadar çabuk, ne kadar az hasarlı ayrılırsam iyidir dedim. Hatta “primum non nocere” yi biz “önce zarar görme” diye kendimize uyarlamıştık Benim hiçbir zaman klinik gibi bir düşüncem olmadı, tıp fakültesine girerken bile. İnsan vücudu nasıl çalışıyor, insan nasıl düşünüyor, nasıl yaşıyor, bunların (tabi o zamanlar kelimeyi bilmiyordum, fizyolojik diyemiyordum) karşılıkları ne, niye öyle oluyor diye merak ederdim hep. Biraz da metafizik sorularıma cevap aramak amacıyla geldim aslında. Metafizik sorularımın cevaplarını da klinikte görerek klinik faslını orada kapatmaya karar verdim. Yıl kaybım da olmadı. Bitti işte bir şekilde  Mikrobiyolojiye de isteyerek mi geldiniz hocam? Tabi, isteyerek geldim. Bir iki ekol var tıpta öğrenciler açısından. Tıbba girdim, bir an önce iğne yapayım, kan alayım, dalak çıksın falan İşin pratik, el becerisi de gerektiren kısmı insanları cezbediyor. Benim de öyleydi. Beyin açılıyor, içine girip bir şey yapıyorsun, kapatıyorsun, sonra adam yaşamaya devam ediyor. Bağırsağın bir parçasını çıkarıyorsun, kalanı bağlayıp her şeyi kapatıyorsun. Bu gerçekten ilginç ama teorik sorular ya da ihtimaller benim daha çok heyecanlanmama neden oldu. Hastaya splenektomi yapıp, kapatıp sonra onu sevinçli mutlu bir şekilde eve göndermekten de memnuniyet duyardım eminim; bu kendi başına bir mucize zaten. Onu da tattım. Hatta bir keresinde çok başarılı bir şekilde arteriel kan gazı almıştım, kendim bile şaşırmıştım Hiç acımadı demişti hasta. Ama beni bazı noktalardaki bilgi eksikliği ya da teorik fizik, kuantum fiziği okuduğunuzda, şöyle bir şey olabilir mi dediğinizde işin teorik kısmının getirdiği soru işaretleri, bilinmez alanlar daha çok çekiyordu. Güzel güzel konuşuyorsun, TUS’ta ne yazdın diyeceksiniz. Patoloji, mikrobiyoloji, biyokimya yazdım. İlk üç tercihim patolojiydi, puan sıralaması yapıldığı için. Kalanlar da mikrobiyoloji ve biyokimyaydı. Hayvanlarla deney yapmak, hayvanları öldürüp sisteme asmak pek benim yapabileceğim bir şey değil, bu yüzden hiç farmakoloji yazmadım. Düşünüyorum da mesela patolojinin bu kadar klinik ve yoğun bir rutini olduğunu bilsem belki tercihlerde mikrobiyolojiye daha ağırlık verirdim. Siz benim gibi yapmayın, bir bölümü yazacağınız zaman üniversite bazında bile belirleyin; oraya gidip o insanlar nasıl yaşıyorlar, ortam nedir, insanlar mutlu mu ona bakın.

7


Asistan odası olmayan genel cerrahi bölümleri gördüm örneğin. Mantık şu, “asistan uyumaz ki odası olmasına gerek yok.” Ben bu dediğimi yapmadan mikrobiyoloji yazmıştım ama şanslıydım, burayı kazandım. Bir tercihle arada kalmıştım hangisi olsa diye, ama kazandı belgesinde burası yazdığında çok mutlu olmuştum. Tamam, demiştim, iyi ki burayı yazmışım. TUS kararı, branş kararı gerçekten önemli ve hassas. Sen hep başarılı bir çocuktun, hep A1 alıyordun, neden kadın doğum, göz yazmıyorsun da biyokimya yazıyorsun, kendini niye harcıyorsun gibi tepkiler olabiliyor çevrede. Üniversite sınavında da öyle olur ya, puanım boşa gitmesin diye. Hımm, öyle mi, o zaman hayatta başarılar diliyorum Tabi insanın on yedi on sekiz yaşında mesleğine karar vermesi çok doğru değil zaten. Benim size tavsiyem basit keyifler, heyecanlar yaratabiliyorsanız o meslek ya da branşla ilgili güzel. Kendimden örnek vereyim. Belirli bir virüs Türkiye’de var mı? Gelen sivrisinek örneklerinde o virüs çıkacak mı? Sonuçlar çıkana kadar merakımı cezp edecek. Aynı şeyi cerrahi için, klinik için hissediyorsanız hiç düşünmeyin. Seçimlerinizde müziğin etkisi oldu mu peki? Evet, oldu. En başta, müzik kendimi tanımamda çok yardımcı oldu. Müzik çok kişisel bir şey, bilimin tam aksine. Bilim daha anonim; senin yapmanla benim yapmam arasında bir fark yok. Bir doğru yol var, önemli olan ortak doğruyu bulmak. Sanat ise bunun tam tersi, tamamen kişisel. İnsanların yaptığı farklılıkları görerek farklılıklara değer verme yönünü geliştirme, hayatına bir disiplin getirme gibi katkıları da var. Bu arada nasıl, malzeme çıkıyor mu İki üç saat röportaj olur, üç sayfa yazı ancak çıkar, öyle değil, değil mi? Kaydı yazacak arkadaş (Kübra) burada değil, rahat olun hocam  Nasıl bir öğrenciydiniz? İlk sınıftayken notlarım genelde iyiydi, B2’yle bitirdim. İkinci yılın son zamanlarında biraz düşüş yaşadım. Hayatımdaki tek F4’ümü de o zamanlar aldım. İkili ilişkiler önem kazanır ya okulun ilk yıllarında, biraz ona bağlıydı. Onun dışında iyiydim ortalama olarak da. İlk yirminin içindeydim herhalde. Ama benim için not hiç önemli olmadı. Siz de görüyorsunuz, çalışmayla notun bir ilişkisi yok. Bilmekle notun da ilişkisi yok. Yüksek not almanın kestirme yolları var ama bunlar merak ettiğiniz bir şeyi okumanıza engel olmamalı. Ben her şeyi orijinal kitaplardan okurdum, çeviriler kötü olurdu çünkü. Hoca notu diye bir şey olurdu, onu çözene kadar orijinal kitabı anlamak daha kolaydı zaten. Hatta o yüzden bazı derslerden baraj altı kalmıştım. Çünkü notlarda ezberlenmesi gereken şeyler oluyordu. Nereden bileyim gidip oradan soracaklarını, bence çok gereksizdi Klinikte de iyi bir öğrenci sayılırdım. Öyle olduğu için bir sorun yaşamadım öğrencilik yıllarımda. Peki topluluklara falan katılır mıydınız hocam? Topluluk derken? Mesela çocuk ruh sağlığı topluluğu. Büyük ihtimalle benim çok güçlü bir hobim olduğu için hiç öyle bir ihtiyaç hissetmedim. Lisede müzik yarışmalarında ödüller almıştık, zaten beş yıldır çalıyordum. Yani enstrümanda bir iddiam vardı üniversiteye girerken, ve üniversitede onu belli bir aşamaya getirme amacım vardı. Toplulukların bahanesi ortak bir şey üzerinden sosyalleşmek. Ama zaten müziğin ayrı bir çevresi vardı. Hala var, profesyonel müzisyen çok arkadaşım var. Müzik topluluğu yoktu o zamanlar. Ankara Tıp’ın aktif bir müzik topluluğu vardı, onun toplantılarına giderdik. Şimdi de alternatif müzik topluluğunun akademik danışmanıyım. İnsanlar hep tıp fakültesi öğrencisi çalışsın, iyi bir doktor olsun diye düşünür. Öyle gitmiyor ama hocam. Bir yerden sonra insan bıkıyor. Emin ol gitmiyor. Mutsuzluk tıp öğrencisinin, tıp mezununun en önemli sıkıntılarından biri. Çünkü derslerin yoğunluğundan, hayatın yoğunluğundan başını kaldıramıyor. Bu yoğunluk altında tıp öğrencisi değil sosyal yeteneklerini kazanmak, kendi meraklarını bile öğrenecek ya da kendini keşfedecek imkanları zor buluyor gibi geliyor bana. Hocam, şenliklerde çalma gibi bir durumunuz oldu mu? Evet, hem de çok çaldım öğrenciyken. Hatta Hacettepe’nin ilk şenliğinde çaldım, 95 yılıydı galiba. Beytepe, yıldız amfinin önünde. Sayısını hatırlamıyorum ama altı yedi kere çalmışımdır şenliklerde. Ama şu an daha zor. Yarı profesyonelliğin

8


getirdiği zorluklar var. Bir işten para kazanıyorsanız o işin organizasyonu çok iyi olur fakat para kazanmayıp amatör olarak ama profesyonel beklentilerle iş yapıyorsanız sıkıntılı. Benim sorunum o. Tamamen amatör olsam çok daha rahat. Ama şu anda belirli bir seviyenin üzerindeki ekiplerle çalabilirim ancak. Yirmi beş senedir gitar çalıyorum, teknik ve ifade açısından da iddialıyım. Solo albümlerim var, korayergunay.com var tanıtım için kullandığım. Artık kendi aletimi sırtımda taşıyıp sahneye kurup ayarlamak, üzerine para almadan beş kişiye çalmak bana ağır geliyor. Onun için yıllar önce bar programlarını da bıraktım. Ya o müzikle, çaldığım şeyle direkt bağlantısı olan bir insan grubu olacak ya da en azından rahatlık olacak. Festivallerde, şenliklerde o kadar çok çaldım ki. Oraya arabayı yanaştır, aletleri kur, çal, insanlar zaten içip eğlenmeye gelmişler, ses düzeni kötü olsun vs. Artık gideceğime evde otururum diyorum. Peki nasıl oluyor, onlar size davet mi gönderiyor? Yok. Tanıyanlar oluyor müzik camiasından, gel çal diyorlar. Ya da çaldığım grubu duyuyorlar, oradan çağırıyorlar. Genelde ben organize etmiyorum, teklifler bir şekilde bize iletiliyor, biz de çalıyoruz. Onun dışında Ankara Caz Festivali’nde üç kere çaldım, İstanbul Caz Festivali’nde bir kere çaldım, Eskişehir’de üç ya da dört kez çaldım. Böyle uzayıp gidiyor. Facebook sayfam var, müzik programlarını genelde oradan duyuruyorum. Bir hayran sayfam var ama pek takip etmiyorum.Web sitesinin (www.korayergunay.com) hala açık ve çalışıyor olması da büyük bir başarı. Web sitesi işini bir arkadaşıma borçluyum zaten. Yaşadığım çok yoğun bir hayat. Beni yakından tanıyanlar bunu bilir. Bazen “ben hakikaten böyle mi yaşıyorum” diye bakıyorum. Ama aktiviteler birbiriyle çok alakasız olduğu için diğerini yaparken dinleniyorsun aslında. Disiplini oturttuğun zaman da her şey iyi gidiyor. Hala günde yarım saat bir saat bas gitar tekniği çalışmaya zaman ayırıyorum. İşe de çok erken geliyorum, sekiz civarında laboratuvardayım. Sizlerin, sağ olun, eğitim aktiviteleriniz bizim günümüzü bayağı bölüyor. Çalışma yapacaksanız onları bölüyor, okuma yapacaksanız zaman kalmıyor. Onun için genelde sabahları erken geliyorum.

En çok zorlandığınız ders, komite ya da yıl hangisiydi? Güzel bir soru. Hiçbir ders Mikrobiyoloji Yok, mikrobiyoloji keyifliydi. Renkli renkli, ilginç şeyler. Virüsleri zaten baştan beri seviyordum. Şemsettin hoca vardı, onun dersleri çok eğlenceli geçerdi. Duyuyoruz hep Şemsettin hocanın dersini de dinlemiş olsaydınız diye. Doğru. Mikrobiyoloji onun dışında da eğlenceli geliyordu bana. Dediğim gibi, yaşamın o uç noktaları konusunda hayal gücünü besleyen bir tarafı vardı. Lisede de bazı şeyler okuduğumu hatırlıyorum. Onun için mikrobiyoloji bana hiç zor gelmedi. Gayet keyifli. Tamam, ezberi fazlaydı ama anatomiden sonra mikrobiyolojinin ezberi fazla gelmiyor. İnternken çok zorlandığım zamanlar oldu. Çünkü sorumlulukla yaptığım işin anlamı arasında bir çelişki vardı ve o tür şeyler beni çok zorlar. Anlamlı bir iş için çok çalışmanın zararı yok ama TUS diye bir şey var, üzerinize servis yükü yıkılmış, insanlar orda hasta yatıyor ve karşılarında duran kişi sizsiniz. “Bana ne, benim TUS’umu siz mi veriyorsunuz? Para da vermiyorlar bana.” diyemiyorsunuz. O insan orda hasta yatıyor. Sen, onun karşısında sıkıntılarını çözecek adam olarak varsın. Bilmiyorum, herkes öyle mi hissediyor, ben o sorumluluk duygusunu hissediyordum üzerimde. Umursamasan daha rahat edebiliyorsun ama ben umursuyordum. Ee önce zarar görme, sonra zarar verme durumu bir şekilde. Bunu da yapabildiğimi zannediyorum. Bir de genel cerrahide internlük yapmıştım, orda çok fazla şey gördüm. Çok büyük bir tecrübeydi. Şimdi geri dönüp bakıyorum da iyi ki yapmışım. Ama yaparken “Hafta sonu gelmişiz, burada bekliyoruz. Yarım saatte bir açlık kan şekeri alınacak, benim burada ne işim var” diye düşündüğüm çok oldu. Pediatrideki aşırı disiplinin de beni zorladığını söyleyebilirim. Tamam, klinikte disiplin önemli ama kafanızdaki şey ile yapılan uygulama arasında çok ciddi bir felsefi uyumsuzluk gördüğünüzde şaşırırsınız. Dediğim gibi bu iş önemli ama o önemin yansıması böyle olmamalı diye düşündüğüm oluyordu. Hala da öyle düşünüyorum.

9


Mikrobiyoloji stajında neler bekliyor bizi? Hiçbir şey, çünkü mikrobiyoloji stajı yok Olması için bir şeyler yapıyoruz. Olsa memnun olur muyuz, siz ya da biz bilmiyorum. Hayatınızda mikrobiyoloji hocalarıyla karşılaşmanız -5. sınıfta sosyal pediatride buraya birkaç saat geldiğiniz zamanı saymazsak- bu komitenin sonunda bitiyor. Yani bizden hayat boyu kurtuluyorsunuz. Ve benim en çok üzüldüğüm nokta, bazı konularda gerçekten eksikler kalıyor. Onun için bir şekilde enfeksiyon ya da hastane enfeksiyonlarının engellenmesi ile ilgili bir stajınız olmalı diye düşünüyoruz. Ayrıca böylece yaptığımız işleri size daha iyi yansıtabiliriz, mikrobiyoloji veya diğer temel bilim dallarıyla ilgili merak uyandırabiliriz diye düşünüyorum. Tanımadığı, nasıl olacağını bilmediği için aslında araştırma yapmak isteyen insanlar kliniğe kayıyor. Tabi ki tıp fakültesinin asıl amacı klinisyen yetiştirmek, araştırmacı daha az sayıda çıkacak, ama bizim burada ne çalıştığımızı bilseler belki ilerde bir ya da iki kişi daha istekle mikrobiyolojiye gelir diye düşünüyorum. Mikrobiyolojiyi seçtikten sonra ne tür eğitimler aldınız? İlk yılın sonunda bir değişim bursuyla bir yıl İsrail, Kudüs’te çalıştım. Temel moleküler mikrobiyolojiyi, moleküler teknikleri burada öğrenip orda da pekiştirdim diyebilirim. Uzmanlık bittikten sonra doktora yaptım mikrobiyolojide. Onun dışında küçük çaplı eğitimler oldu. İspanya’da özel bir eğitim aldım. Almanya’da bulundum. Ama bunlar kayıtlı eğitimler değil, daha çok bu işi yapan adamların yanına gidip o işi yapmayı öğrenmek şeklinde. Zaten bizim burada yaptığımız özel bir çalışma, Türkiye’de buna benzer çalışmaları yapan birkaç laboratuar var. Bazı şeyleri burada ilk biz kurduk birkaç yıl içerisinde. Örnek verir misiniz? Mesela Batı Nil enfeksiyonlarını duymuşsunuzdur. Türkiye’de Batı Nil ile ilgili yapılmış en fazla yayın sahibi ekip bizim ekip: Buradaki hocalarınız, ben ve Ankara Üniversitesi’ndeki Aykut hocanız. Batı Nil olası enfeksiyonlarını geçen yıl yayınladık, Hacettepe kökenli. Gene Akdeniz bölgesinde görülen, vektörle bulaşan başka bir virüsün başka bir enfeksiyonunu, ilk Türkiye olgusunu biz saptadık ve prevelans verilerini ortaya koyduk. (Özge)Ben bir de seçmeli derse geliyordum da ordan biliyorum. Sanırım haftada bir, yeni çıkan şeyleri takip ederek sunumlar hazırlıyordunuz. Öyle bir şey var mı? Vardı ama onlar çok rutin yapılmıyor şu anda. Bölümün kendi makale ve seminer saatleri devam ediyor. Her hafta asistanlar makale anlatır, onun üzerine yorum yaparız. Asistanların tez konusuna göre, hocaların çalıştıkları konuya göre yenilikler konuşulur. Bu yıl da Türkiye’deki gelişmelerle ilgili bir seminerle uğraşıyoruz. Temel bilimle uğraştığınız zaman işin keyfi şu oluyor: Dergilerde yazmayan, kitaplarda yazmayan ya da tamamen yanlış olan bilgileri siz elde edebiliyorsunuz. Bilginin bittiği gri bölgede o bilgileri bulup, onları bir araya getirip olayı anlamaya çalışıyorsunuz. Belki benim alanımda kitaplarda yazılan şeylerin çoğu çok da doğru değil. Birisi çalışmış, yazmış, herkes kitapta yazıyorsa doğrudur demiş ve öyle kalmış. Tıp bilgileri zamanla değişiyor ama değişmeyen ve değişmediği kabul edilerek araştırılmayan şeyler de var. Mesela Kırım Kongonun Türkiye’de varlığını gösteren yayın bundan yaklaşık otuz yıl öncesine ait. Batı Nil de var aynı çalışmada. Yani insanlar karşılaşmış onunla. Hani araştırsan belki

çıkacağını öngörmek bile söz konusu olabilir. Onun için, dediğim gibi bunlar benim kişisel olarak keyif aldığım, ne olup bittiğini anlama keyfini sağlayan şeyler. Zaten o sayede işin büyük zorluklarıyla baş edebiliyoruz. Buraya gelmeden önce biraz araştırma yaptık sizinle ilgili. Sanki müzisyen kimliğiniz doktor kimliğinizden daha ön planda gibi. Gerçekte de böyle mi? Yok, aslında değil. İnternette google’a girerseniz onlar çıktığı için öyle. Ama pubmede girerseniz de “aa bu adamın doktor kimliği öndeymiş” dersiniz. Biz google’a, facebook’a falan giriyoruz.=) Facebook hesabımın olma amacı zaten müziği, nerde çalıyorum, ne yapıyorum onları duyurmak. Sadece bilimsel profilinizi gösteren web siteleri de var. Hani onları da açmakta fayda var ama dediğim gibi pubmede adımı yazarsanız orda da daha çok “Aa bu adam herhalde bu işle uğraşıyor. Diğeriyle aynı adam olamaz, isim benzerliğidir” diye düşünürsünüz. Ben hiç birinin ağırlığını hissetmiyorum. Çoğunlukla, zaman olarak bakarsan araştırma ile ilgili şeylere daha fazla zaman ayırabiliyorum. Ama bu mecbur kaldığım için değil aslında. Yani bıraksan günde on saat gitar çalarım gibi bir durumum yok. Gerektiği kadar ona da ayırıyorum. Hepsi benim farklı yüzlerim. Sonuçta ben, Koray olarak benim. O tarafta da bir işim var, bu tarafta da ilgilendiğim bir şeyler var. Hepsi keyif veriyor, hepsi bir bütün. Hatta galiba bilim kısmı şu son iki yıldır daha fazla. Çok büyük ihtimalle her gün sekiz saat buradayım. Burdaki işim her zaman daha fazla zaman alıyor. Ama dediğim gibi hala günde yarım saat ya da bir saat egzersiz yapmak için enstrümanı elime alıyorum. Bas gitardan başka enstrüman çalıyor musunuz?

Amatörce davul, gitar, klavye. Bestelerde piyano klavye de kullanmak zorundasın, bas gitarla beste yapmak kolay değil. Sahnede çalarım diyebileceğim, yani en azından iki üç hafta çalışsam çalarım diyebileceğim gitar ve davuldur. Ki ben davulla başladım müziğe. İki konsere de davulcu olarak çıkmıştım.

10


Müziğe ne zaman başladınız? Ortaokulda başladım. Orta birde. Nasıl oldu başlamanız? Evde gitar var diye başladım Anadolu lisesinde.(not: eskiden Anadolu liselerinin ortaokul bölümü de vardı) O zamanlar seçmeli dersler ilginçti. Fransızca, Almanca, resim, müzik, ev ekonomisi vardı. Ev ekonomisini genelde kızlar seçiyordu. Herkes kek, yemek falan yapıp yiyormuş. Kızlar, kek, yemek, hepsi doğal ihtiyaçlar, tamam, harika. Fakat o yıl erkekler onu seçemiyor diye bir şey çıktı. O zaman da evde gitar var diye müzik seçtim. Abim gitar çalıyordu, onun da çok büyük etkisi vardır gitara yönelmemde. Fark etmiyorsam bile bir özenme vardı ona. Ama abim sonra bıraktı müziği. Ben müzikle uğraşmak için çok şey yaptım. Bir ara bu işleri bırakıp Amerika’ya gidecektim hatta. Bir müzik okulundan kabul almıştım. Ama sonra gitmekten vazgeçtim. Şu an gayet memnunum öyle yaptığım için. Pişman olmadınız mı? Hayır, hiç. Dışarıdan farklı görünüyor ama ordaki gerçek hayatı biliyorum, onun getireceği şeyleri biliyorum. Burada yaptığım işler keyifli geliyor bana. Gerçekten. Başta söyledim ya, kişisel merak unsuru, onun tatmin edilmesi çok önemli. Burada yaptığım işlerin parasal, akademik getirisi değil de doğrudan sonucu beni çekiyor. Onun için bunu sonunda profesör olmak için, akademik kariyer için, genç başarılı bilim adamı olmak için yapmıyorum. Gerçekten merak ettiğim için yapıyorum. Sonunda para gelmese de, hiçbir şey olmasa da önemli değil. Dediğim gibi bazı şeyleri ilk bilen kişi olmanın, ilk defa duyuruyor olmanın keyfi. Yani bundan beş sene önce belki daha az oranda “hayır” derdim ama şimdi çok yoğun olarak “iyi ki de gitmemişim, çok doğru bir kararmış.” diyebiliyorum. Hani, başka bir hayat çekici gelir ama sahip olduğun hayatı bırakmadan önce gidip alternatifi görmekte, ne beklediğini şöyle bir düşünmekte fayda var. Öyle olunca gitmediğime çok memnunum. Koray Hocamıza bu keyifli röportajdan dolayı çok teşekkür ederiz 

11


ATATÜRK’ün Ölümü 9 Kasım 1938’de, gece yarısına kadar Atatürk’ü tedavi eden hekimler üç rapor yayınlamışlardı. Bu raporlarda Atatürk’ün sağlık durumunun kötüye gittiği açıklanmakta, kara haberle karşılaşma korkusu, milletçe üzüntü ve endişeyi artırmakta idi. İstanbul’da saat ona doğru resmi dairelerinin bayraklarının yarıya indirilmesi, felaketin ilk habercisi oldu. Radyo derhal yayını tatil etti. Kara haber bir anda yıldırım sürati ile memlekete yayıldı. Milletimiz en duygulu yerinden, kalbinden, bir anda vurulmuş oldu. Radyo, hükümetin resmi bildirisini yayınlayarak, Atatürk’ün hayata gözlerini kapadığını duyurmuştur. Hükümet bildirisinde : “Bu acı hadise ile Türk vatanı büyük yapıcısını, Türk Milleti Ulu Şef’ini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu, tarife sığmayan kaybından dolayı en derin taziyelerimizi sunarız. Kederimizin tesellisini ancak ve ancak onun büyük eserine bağlılıkta ve aziz vatanımızın hizmetinde sunarız. Şurasını da her şeyden evvel beyan etmeliyiz ki, ölmez olan onun büyük eseri, Cumhuriyet Türkiyesi’dir.” diyerek acı haberi Türk ve dünya kamuoyuna açıklamıştır. Yüreği kan ağlayan Türk Milleti’nin kederi kadar, ağırbaşlı davranışı da, kararlılığı da bu olay karşısında büyük olmuş, millet birlik ve beraberlik içinde, acıların en acısı olan günde bir tek kalp gibi atarak varlığını ispatlamıştır. 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat sekizde Kılıç Ali, Dolmabahçe’deki sahneyi şöyle dile getirmektedir: “ Bu sırada Doktor Kamil Bey , başucunda bir eliyle karyolaya dayanmış, gözlerinden dökülen nohut tanesi iriliğindeki yaşları ak bıyıklarını ıslatıyor; bir taraftan ağlarken diğer taraftan da ıslattığı bir pamuk vasıtasıyla Atatürk’ün ağzına su vermeye uğraşıyordu. Bu suretle Atatürk’ün ağzını ıslatarak onu biraz ferahlatacaklarını ümit ediyorlardı. Karyolanın ayak ucunda ise teessürden sapsarı kesilmiş bir halde, Atatürk’ün ayak parmaklarının hassasiyetini tetkikle uğraşan Süreyya Hidayet Paşa ve Doktor Abravaya bulunuyorlardı. Manzara cidden acıklı ve feci bir hal almıştı. Hayatlarına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya azmetmiş olduğumuz büyük Atatürk, gözümüzün önünde güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde tazimkarane bir vaziyet almış duruyor ve kimseni elinden bir şey yapmak gelmiyordu. Aman yarabbi, adeta dehşet içindeydik.” Cenaze töreni: 10 Kasım 1938’de yayınlanan resmi hükümet tebliği Atatürk’ün hayata veda ettiğini bütün acı ve burukluğuyla ilan ediyordu.

Atatürk’ün tarih ve insanlık içindeki değerini belirleyen, ününe layık bir cenaze töreni, Hükümet tarafından ilan edilmiştir. Ancak aziz insanın naaşının tahnit edilmesi, zaman kazanmak bakımından zorunluydu. Bu işi büyük bir beceri ile Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu ve arkadaşları birlikte yapmışlardır. İlan edilen cenaze törene göre, tören İstanbul ve Ankara’da yapılacak, 16 Kasım-18 Kasım günleri, İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün ilk defa temsilcilerini kabul ettiği salonda, büyük ölünün tabutu katafalka konularak, vatandaşların, Atatürk’e son saygı görevini yerine getirmesine olanak verilecektir. 19 Kasım 1938’de on iki general tarafından kaldırılarak top arabasına konulan tabut Dolmabahçe’den Sarayburnu’na merasimle getirilecek ve tabut Sarayburnu’ndan Yavuz zırhlı kruvazörü İzmit önüne demirleyecek, cenaze İzmit’te top arabasına konulacak ve İzmit’te hazırlanan trenle Ankara’ya nakledilecektir. Ankara’da ise asıl büyük cenaze töreni yapılacaktır. Büyük Atatürk’ü kaybetmenin acısı, ülkede ve yurt dışında pek derin hissedilmiş; yankılar, büyük insanın, insan sevgisinin gerçek muhatabı olduğunu göstermiştir.

Orhan Seyfi Orhon: “Atatürk öldü! Şu hıçkıran göğüsler,şu yaşlı gözler, şu yarı inik bayraklar hep onun içindir. Çünkü bu göğüsleri gururla kabartmış, bu gözleri sevinçle yaşartmış ve bu bayrakları zaferle dalgalandırmıştı. Bu milletin öz atasıydı, gönlümüzde babasını kaybetmiş çocukların acısı var! Atatürk öldü! Bu ölümle yalnız büyük bir millet , şanlı bir millet, oğlunu kaybetmedi; tarih en yiğit kahramanını, insaniyet en yüce dehasını kaybetti.” Haber: Elif Özge Çınar Kaynak: Türk İnkılap Tarihi, Prof. Dr. Hamza Eroğlu M.E.B. Yayınları

10 Kasım Atamızı kaybettiğimiz gün değildir! Ölümsüzleşip fikirlerine daha sıkı bağlandığımız gündür. 10 Kasımlar yas tutma günü değildir, O’nun fikirlerine ve devrimlerine bağlılığımızı yeniden haykırmanın günüdür.

12


… İnsanlar vardı. Senin, benim gibi tıpkı. Nefes aldılar, düşündüler, yaşadılar bizim gibi. Ve merak ettiler hayatı, aramaya başladılar. Çocuklar gördüler, yüzlerinde kocaman gülümsemelerle. Düşündüler, belki hayat budur diye: Belki, yüzünde kocaman bir gülümseme taşıyabilmektir. Yürekler gördüler, sevda arayan. Düşündüler: Belki bekleyebilmektir hayat, sevebilmek için sevdiğini. Sevdalar gördüler, birbirine sımsıkı sarılmış gençlerin gözlerinde. Düşündüler: Belki bir delikanlı gibi sevebilmektir hayat, Ve bakabilmektir sevdiğinin yüzüne böyle. İnsanlar gördüler, savaşan. Ve bilmeyen çoğunlukla neyin uğruna savaştıklarını. Yine de düşündüler: Hayat belki, kendinden bir şeyleri böyle feda edebilmektir. Bir şeylerin uğruna , ne olduğunu bilmesen de. Güneşi gördüler, Dünyanın her yerinde doğan, aynı sıcaklıkla. Ve düşündüler, Belki olduğun gibi olabilmektir hayat Her zaman, her yerde. Çınarlar gördüler, asırlık Düşündüler. Hayat, durduğun yerden sessizce izleyebilmektir belki dünyayı; Ölüm nedir bilmeden. Kelebekler gördüler, Bir günlük ömürlerinde, çiçekten çiçeğe konup duran. Belki budur diye düşündüler hayat; Kısacık ömründe gönlünce uçabilmektir. Ve yaşlılar gördüler, ölümü bekleyen. Düşündüler; Belki hayat, ölümü bekleyebilmektir. İnsanlar vardı. Senin, benim gibi tıpkı. Nefes alan, düşünen, yaşayan, Merak eden hayatı, arayan, Hayatı ararken yaşamayı unutan insanlar vardı. Hiç çocuk olmadı onlar, yüzlerinde gülümsemelerle. Yürekleri sevmedi hiç, hiç beklemediler sevdiklerini. Kimseye sarılmadılar sımsıkı, kimsenin yüzüne sevdayla bakmadılar. Hiç savaşmadılar bir şeylerin uğruna. Her gün sımsıcak uyanmadılar, güneş gibi. Ve hiç dünya olarak görmediler dünyayı. Hayatlarının bir gününde bile doya doya uçmadılar. Ölümü bile bekleyemediler hatta. Hatta belki hiç yaşamadılar. İnsanlar vardı, Senin, benim gibi tıpkı… Ekim HELHEL

… Şşşt … Ağlama sakın! Ölüm hiç dokunmamış güzelliğine, korkma. Hala kamaştırıyorsun sana bakan gözleri, Kapalıyken de seninkiler ve bir daha hiç açılmayacakken. Yalnız, beyaz tenin solmuş biraz daha. Ama üzülme, Yakışmış sana ölümün beyazlığı, melek gibi olmuşsun. Asma öyle suratını, kırışmasın güzel yüzün. Hem, ne beklemiştin ki sen ölümden? Ne diye öyle hevesle koşmuştun kucağına? Annenin kucağı gibi sıcak olacak diye mi düşündün? Başını omzuna yaslayıp da derdini mi paylaşacaktın ölümle? Her şey daha mı kolay olacaktı yaşamdan? Cennete mi kavuşacaktın? Seni üzenleri üzmüş mü olacaktın kendi ölümünle, Onları mı cezalandıracaktın? Kabul mü etmiş olacaktın, hayata yenildiğini? Ne diye koştun ölüme, bu kadar erken hem de… Ama yok pişman olma! Faydası yok pişmanlığın, ölümün dönüşü yok! Ne diye şaşırdın bu kadar? Sen ne sanmıştın ki ölümü? Bir oyun mu, canın sıkılınca bırakabileceğin? Hayatla girdiğin bir iddia mı, “Öldüm işte, şimdi ver bakalım ödülümü” diyebileceğin? Yeni bir hayat mı var sanmıştın, Her şeye en baştan başlayabileceğin? Ölümün yüzünü, seninki kadar güzel mi sanmıştın? Sahi, ne diye koştun ölüme? Sen ölümü ne sanmıştın? Ekim HELHEL … Sensizliğin baharındayım henüz, O karanlık gecelerin koynunda. Yürek sancısının o iç burukluğunun alıp götürdüğü bir rıhtımdayım, Demirimi sana atalı çok olmuş oysa. Diyorum bazen alıp başımı gitsem, Bu fırtınası hiç dinmeyen hırçın limandan. Ama yapamıyorum… Kaptanı sen olan bir gemi, Senin limanından nasıl demir alsın? Senden nasıl uzaklaşsın? Ama biliyorum dinecek bu fırtına, Kuşlar gelip güvertemde cıvıldarken, Kaptan köşkünde olacaksın, Dümenin başında. Birlikte açılacağız o uçsuz bucaksız sevda denizinde. Kim bilir… Buralar baharda bile çok soğuk. Sen kışı getirme bana. Bekliyorum çabuk dön… Ömer Faruk TURAN

13


Tıp Fakültesi Dönem III Öğrencisi Alihan, Lady Gaga'ya Dava Açtı!!! Alihan, Lady Gaga'nın Alejandro şarkısında "Alihandır o, alihandır o" sözlerini kullandığını iddia ediyor. Alihan "İsmimi kullanmış ama hiç haberim yok. Geçen gün Arkadaş Cafe'de batak oynarken farkettim. İnsan bir izin alır, bir şey alır. Yaptığı çok ayıp. Hakkımı arayacağım, bu işin peşini bırakmayacağım. Maddi ve manevi tazminat davası açtım." açıklaması yaptı.

Tıp Fakültesi Öğrencisi 32 Yaşındaki Murat Kuncer, Sonunda Dördüncü Sınıfa Geçti Murat Kuncer, sınıfı geçişini kutlamak üzere üniversite bünyesindeki M salonunda bin kişinin katılımıyla düzenlenen törende bir konuşma yaptı. Yaptığı konuşmada, üçüncü sınıfın ilk komitesinde hocalardan birinin derste söylediği sözlerden çok etkilenerek, günün yirmi üç saatini iyi insan olmak için harcamayı, bu uğurda uykusuz bile kalmayı, kalan bir saatte de ders çalışmayı hayat felsefesi haline getirdiğini; bu durumun da üçüncü sınıf konularını ancak on iki yılda bitirebilmesine neden olduğunu belirtti. Murat Kuncer’in dâhiliye stajından kaç yılda geçeceği merakla bekleniyor.

Tıp Öğrencilerine Yeni İş İmkanı! Babası Kayserili olan girişimci tıp öğrencisi Mülayim K., ders çalışırken dökülen saçlarını biriktirdi ve biriken saç tellerinden peruk yapılması için kuaför Ankaralı Yaşar’a başvurdu. Ankaralı Yaşar olayı ilk başta şaşkınlıkla karşıladığını ama eve gidip sağlam kafayla düşününce çok mantıklı bulduğunu belirtti. Mülayim olay sonrası yaptığı açıklamada: “Günde 200-300 tel birikiyor. Bir peruk için 220 tel gerekiyormuş ama dert etmiyorum; daha ingilizce hazırlık okuyorum, yolum çok uzun. İntern abi ablalarla konuştum. ‘Bir yandan hastane, bir yandan TUS, her hafta bir tane peruğu rahat çıkarırsın’ diyorlar. TUS’u kazanana kadar hedefim üç haneli sayılara ulaşmak. Tabi bu kadar özgüveni babamın ve dedemin kel olmasına ve soy ismimize borçluyum. Şu an kendime rakip olarak kimseyi görmüyorum.” dedi. Acaba Mülayim'in soy ismi ne? Doğru cevabı bilen herkese, evet yanlış duymadınız, feysbuk sayfamızdan doğru cevabı ulaştıran herkese çekilişsiz kurasız sürpriz hediyeler! Kaçırmayın derim ;)

Tıp Fakültesi Dönem III Öğrencisi M.S.S. (20) Bacillus Antracis Preparatı Çaldı! Olay 22 Ekim tarihinde saat 14.38’de mikrobiyoloji laboratuvarında gerçekleşti.Bir başkasıyla mikroskobunu paylaşmak istemediğini, hemen sadece kendisine ait olacak bir mikroskop verilmezse elindeki preparatla kendisini kontamine edeceğini söylediği iddia edilen M.S.S., arkadaşları tarafından masadaki yoğun alkol kullanılarak üç saniyede etkisiz hale getirildi. Şarbon etkeni olan bacillus antracis preparatının o hengamede bulunamadığı, preparatın kötü ellere geçmesi durumunda biyolojik silah olarak kullanılabileceği, bu yüzden gerekli önlemlerin acilen alınması gerektiği yetkili makamlara bildirildi. Mor amfide gözaltına alınan M.S.S.'nin mikroskop anahtarına el konuldu ve mikrobiyoloji laboratuvarına girişi süresiz olarak engellendi. M.S.S. daha sonra yaptığı açıklamada pişman olmadığını, hakkını sonuna kadar arayacağını ve olayı AİHM’e taşıyacağını belirtti. Olay sonrası çok gergin oldukları gözlenen mikrobiyoloji hocalarının kendi aralarında “Anatomide otuz kişiye bir kadavra veriyorlar, gıkları çıkmıyor. Biz iki kişiye bir mikroskop verince olay çıkartıyorlar.” şeklinde konuşmaları, anatomi ve mikrobiyoloji anabilim dalları arasındaki çekişmeyi gözler önüne seriyor.

Hacettepe’de Anatomi Sınavı Skandalı! (yok artık dedirtecek haber) Dönem II'lerin ilk komitesinde bir öğrencinin tüm anatomi sorularını doğru yanıtlaması üzerine Anatomi Anabilim Dalı karıştı. İki öğretim üyesinin sinir krizi geçirdiği görülürken, bir öğretim üyesi de kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırıldı. AD Başkanı ise "Olacak iş değil! Ben hayatım boyunca Hacettepe’de anatomiyi tam yapan öğrenci görmedim. O öğrenci kesin kopya çekmiştir, araştırıyoruz. Büyük ihtimalle bütün sınavı iptal edeceğiz." şeklinde açıklama yaptı.

Türkiye’deki yabancılar en çok burunlarını rahat silememekten şikayetçi !!! Türkiye’de bulunan yabancı uyruklular üzerinde yapılan araştırmada ilginç bir sonuçla karşılaşıldı. Türkiye’deki yabancılar ülkelerindeki gibi sesli, rahat rahat burun silememekten şikayetçi. Yapılan araştırma ayrıca, insanların sadece Türkiye’de burun silerken strese girdiğini ortaya çıkardı… Fıstıkçı Şahap konuyu açıklığa kavuşturmak için Erasmus öğrencisi Almanyalı Hans ile konuştu; ”Erasmus programıyla Türkiye’ye geldiğimden beri rahat rahat burnumu silemedim. Okulda katıldığım ilk derste burnum akmıştı ve gayet normal bir şekilde sesli olarak silmiştim üç dört defa… ama her defasında sınıftakilerin güldüğünü ”heayvan, aaiyi, yuoh mhakoyom” gibi anlamını bilmediğim sesleri tekrarladıklarını duydum. O gün bu gündür burnumu rahat silemiyorum, siz Türkler bu stresle nasıl yaşıyorsunuz? Önümüz de kış, zor günler bizleri bekliyor. Geçen ay Almanya’da ailemi ziyaret ettim ve orada burnumu silmekten aldığım tadı hiçbir şeyden almadım belki domuz eti…ama yok yok…” Yabancılar, insanların burunlarını silmesinin gayet normal olduğu bilincinin aşılanması için ”Bir batılı gibi sümküreceğiz” adında bir sosyal sorumluluk projesinin başlatılmasını talep ediyor.

Portakal gaste hep renkli çıksın hayal ederdim; çıkar dedim, çıkacak! 14


5 Kasımda Sinemada •New York’ta Beş Minare-Aksiyon, casusluk, polisiye, dram, politik •Pak Panter-Aksiyon, komedi •Vay Arkadaş-Aksiyon, komedi •Ayran-Dram 12 Kasımda Sinemada •Testere 7 (Saw 7)-3 boyutlu, gerilim, gizem, korku, suç, psikolojik •Yukaridaki Tehlike(Skyline)-Bilimkurgu, gerilim •Ölüm Zinciri (Chain Letter)-Gerilim, korku •Unstoppable-Aksiyon, dram, gerilim Bu Hafta 17 Kasımda Sinemada 1. Başlangıç (Inception)-Aksiyon,bilimkurgu,gizem,gerilim-9,1 •Harry Potter ve Ölüm Yadigârları Bölüm 1 2. Sosyal Ağ (The Social Network)-Dram, tarih-8,5 Aile, aksiyon, dram, fantastik, gizem 3. Avatar-3 boyutlu, aksiyon, bilimkurgu, fantastik-8,3 4. Sihirbaz (L’illusionniste)-Animasyon-7,8 19 Kasımda Sinemada 5. Red-Aksiyon, komedi-7,3 •Dürüst Oyun (Fair Game)-Biyografi, dram, gerilim 6. Paranormal Activity 2-Gerilim, korku, psikolojik-6,8 •Prensesin Uykusu-Dram, komedi-Bir Çağan Irmak Filmi 7. Son Savaşçı (Centurion)-Aksiyon,dram,gerilim,savaş,tarih-6,4 26 Kasımda Sinemada 8. Mahpeyker: Kösem Sultan-Belgesel, dram, tarih-6,3 •Biri Beni Isırdı (Vampires Suck)-Fantastik, gençlik, komedi 9. Kubilay-Dram, savaş, tarih-6,2 •London Boulevard-Romantik, suç 10. Aşkın İkinci Yarısı-Dram, romantik-6,2 •Yine mi Sen (You Again)-Dram, komedi, romantik 11. O Kul-Hayal Bile Etme-Dram-6,1 •The Fighter-Biyografi, dram, suç 12. Nene Hatun: Aziziye-Belgesel, biyografi, savaş, tarih-6,1 •Amphibious 3D-3 boyutlu, korku 13. Son Ayin (The Last Exorcism)-Gerilim, korku-5,8 •Git Başımdan (Due Date)-Komedi 14. Ye Dua Et Sev (Eat Pray Love)-Dram, komedi, romantik-4,7 15. Aşka Fırsat Ver (L’age De Raison)-Komedi, romantik-4,3 3 Aralıkta Sinemada •Av Mevsimi-Dram, polisiye, macera •Memlekette Demokrasi Var-Dram, komedi, politik

LİVA HAMAMÖNÜ Mehmet Akif Ersoy Sokak No:3 (Hacettepe Hastanesi Yanı) Hamamönü / ANKARA 0312. 312 71 17 / 444 81 00

15


Fosforlu Cevriye "İyilikleri kaldıracak kadar güçlü değilim. Benim için bir iyiliğe karşılık vermek çok daha zor kötülüklere göğüs germekten. Kötülüklere alışkın olduğumdan belki. Biri sana kötülük yaparsa sen de ona kötülük yapabilirsin, bu kadar basittir.Ama bana iyilik yapan birine verebileceğim bir şey yok. Yalnız ben, yalnız bedenim..." Bu sözler dökülüyor hayalimdeki Cevriye'nin ağzından. Ama biraz fazla hayalperestim sanırım. Cevriye benim kadar karamsar değil muhtemelen. Hatta aşık olana ve sevdiğinden ayrılana kadar hep neşeli, hep hayat dolu. Ya da öyle görünüyor, öyle görünmek zorunda. Cevriye'nin yaşı yok. On sekizine varmamış da olabilir, yirmi beşini geçkin de. Cevriye'nin memleketi yok. Gökten düşmüş Cevriye, bir yıldızdan. En azından böyle olsun istiyor. Her şeye rağmen öyle çok seviyor ki yaşamayı, yıldızların en parlak olanını seçmiş kendisi için. Çünkü ona göre herkesin bir yıldızı vardır ve ne zaman ölürsen o zaman kayar yıldızın da gökyüzünden.En parlak yıldızın kaymasına daha çok zaman olmalı, daha uzun uzun yaşamalı Cevriye. Cevriye'nin kimsesi yok. Bir tek Allah'ı var sevecek. Ama onun da kendi dualarını kabul etmeyeceğini düşünüp parayla dua okutuyor hocaya. Cevriye "kötü kadın" çünkü, vücudunu satıyor yaşamak için. Günün birinde yaşsız, yersiz yurtsuz, kimsesiz Cevriye biriyle tanışıyor. Ona "siz" diyen, en kötü zamanında yardım edip de karşılık olarak bedenini istemeyen biriyle, belki de hayaında ilk kez... Ve aşık oluyor Cevriye, haklı olarak. Sahi, siz hiç adını bile bilmediğiniz, ne iş yaptığıyla ilgili en ufak bir fikrinizin olmadığı, hatta evli olup olmadığını bile soramadığınız birine canınızı bile verebilecek kadar aşık oldunuz mu? Ama siz Cevriye'ninki gibi bir hayat yaşamadınız. Bu yüzden bilemezsiniz Cevriye'nin onu nasıl sığınacak bir liman gibi gördüğünü, ona nasıl gözlerine inanamayarak, hayranlıkla, şaşkınlıkla baktığını. Siz onun gibi sevemezsiniz. Hatta inanılmaz saçma görünecektir size Cevriye'nin böyle aşık olması. Ama siz Cevriye değilsiniz, anlayamazsınız. Fosforlu Cevriye bir tiyatro sahnesinde bekliyor sizi. İzin verirseniz biraz kendini anlatmak istiyor. Dediğim gibi, benim kadar hüzünlü bir şekilde yapmıyor bunu; gülüyor, güldürüyor, şarkılar söylüyor, eğlendiriyor. Zaman zaman da ağlatıyor ama.

Bir Delinin Hatıra Defteri Evet, sonunda giriş salonunda bekliyorduk. Aylarca bilet bulmak için uğraştığımız oyunu sonunda izleyebilecektik. Ama oyunun başlamasına çok az bir süre kalmıştı ve hala içeri alınmıyorduk; hafif bir sinirlilik hali bürümüştü içimizi. Sonunda buyruk verildi, girdik stüdyo sahnenin o mistik gizeminden içeri. Ve daha önce stüdyo sahne hakkında fikri olmayan bizler için ilk şok! Çember oluşturacak şekilde dizilmiş 3 sıra halinde sandalyeler, ortada da vinç. Evet, yanlış okumadınız, bir vinç. Vincin üzerinde de maket mi gerçek mi tartışmaları yaptığımız bir bacak salınıyor. Düzenekteki duman makinesi ortamda bir sis bulutu oluşturmaya başlayınca tamam diyorsun. Ve yavaşça yukarı kalkıyor o sallanan bacak, doğruluyor maket mi gerçek mi tartışması yaptığımız siluet. İşte karşınızda Erdal Beşikçioğlu! Tamam diyoruz içimizden, içeriye neden geç alındığımız anlaşıldı. Başlıyor bize anlatmaya usta oyuncu, bir tiyatro oyunu nasıl olmalı, bir tiyatro oyuncusu nasıl olur diye. Bir saniye gözünü kırpmadan izliyorsun. Fırsat vermiyor ki; bazen vincin üzerinde akrobasi hareketleri yaparcasına dolaşıyor, bazen vinci de bırakıp üst kısımdaki demir parmaklıklarda koşuyor, bazen de vinci döndürürken tam önünüzde durup gözlerinizin içine bakarak okuyor hatıra defterinden. Farkında olmadan usulca koparıyor sizi yaşadığınız hayattan. Sanki köpeğiyle konuşan o değil de sizsiniz. Sanki o değil adım adım yaklaşıp aklı yerinden alınan. Usulca aralıyorsunuz hayal dünyasının kapılarını ve artık orada yaşamaya başlıyorsunuz oyun boyunca. Ve oyun bittiğinde Erdal Beşikçioğlu aşağıya, yanınıza gelip her yerinden su gibi terler boşanarak kalan son dermanı ile önünüzde saygıyla eğildiğinde tekrar anlıyorsunuz: Tiyatro harika bir şey 

Barba'nın meyhanesinde, Sümbül Dudu'nun evinde, sevdiğinin odasında, mahkemede, karakolda, hapiste, sokakta geçen hayatını görün de ondan sonra yargılayın Cevriye'yi. Ve diğerlerini de. Çünkü her biri "hiçbir insan tamamen kötü değildir" dedirtecek hayatlar yaşıyor. Çünkü ne kadar kötü görünseler de onlar çoğumuzdan daha masum, daha namuslu, daha insan... Ekim HELHEL

Ömer Faruk TURAN

Oyunda kullanılan vinçten bir görüntü

Tiyatro, bir memleketin kültür seviyesinin aynasıdır. M. Kemal Atatürk

16


Geç Kalanlar Hep geç kaldık... Bir yerlere, bir şeylere, birilerine... 'Gitme' demek için...'Seni seviyorum' demek için...Bir şeyleri paylaşmak, paylaşmak istediğimizi söylemek için geç kaldık. Yaşamak için... Mutlu olmak için... Doğru söylemek için... Sonra hep pişman olduk geç kaldık diye. Ama pişman olmak için bile geç kaldık çoğu zaman. Halbuki hayat o kadar uzun değildi. Geç kalmayı göze alabileceğimiz kadar bizim değildi hayat. O yüzden her şey yaşanmalıydı, yaşanması gereken zamanda. Hayatı erteleyecek vaktimiz yoktu. Ve hakkımız da yoktu buna. Çünkü sırf hayatı erteledik diye sevgilimizin elini bir kez daha tutacak şansımız olmayabilirdi. Onunla son bir kez dans edemeyebilirdik. Oturup birbirimizi gerçekten anlayabilmek için konuşamayabilirdik. Ve geç kalırsak eğer, onun mutluluğu için, gereken zamanda gidemeyebilirdik. Geç Kalanlar'da isimler yok, insanlar var. İçimizden herhangi biri olabilirler. Çünkü hepimiz sürekli geç kalıyoruz bir şeyler için, hayatın geç kalmayı kaldıramayabileceğini bildiğimiz halde. Ve tiyatro sahnesini terkederken düşünüyoruz, hayat gerçekten çok kısa ve geç kalmaya hakkımız yok. Kendimiz için olmasa da en azından sevdiklerimiz için... Ekim HELHEL Erkek ve Kadın Yer: Altındağ Tiyatrosu Yazan: Semih Sergen Konu: Cevat ve Nurten’in evlilik ilişkisi zamana yenik düşerek eskimeye başlamıştır. Onlarla aynı evi paylaşan Nurten’in kardeşi İpek ve Cevat arasında bir yakınlaşma vardır. Bu yakınlaşma onları sürekli bir çatışma içinde bırakır. Ve tabi bu iç çatışma daha çok İpek tarafından sürdürülmektedir. Fedakar bir abla ve eş olan Nurten, İpek iki yaşında iken kaybettikleri annelerinin yerine kendisini koymuş ve İpek’e annelik etmiştir. Bir gece yaşanan büyük çatışmadan sonra, İpek ani bir şekilde okuldan bir arkadaşıyla evlenmeye karar verir. Sevgili seyircilerimiz, gelin hep birlikte izleyelim…

Trafik Cezası Yer: Şinasi Sahnesi Yazan: Paolo Levi Konu: Artık kapana girdin bir kere, tıpkı yeni doğan çocuk gibisin. Çivilendin buraya. Neden ve niçin olduğunu bilmeden, tıpkı bir iğneyle belinden tahtaya raptedilen kelebek gibi. Burada bir tek kapı, yalnız giriş kapısı vardır dostum ve yaşamak bizatihi bir suçtur. Yaban Yer: İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi Yazan: Y. Kadri Karaosmanoğlu Konu: Bu eser benliğimin çok derinliklerinden kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir diyorum zira bu ne bütün manasıyla bir roman, ne bütün manasıyla bir sanat ve edebiyat işidir. Hele politika denilen gündelik davalarla hiç bir alakası yoktur. “Yaban, çölde bir feryattır.” Kerbela Yer: Büyük Tiyatro Yazan: Ali Berktay Konu: “Kerbela”, İslamiyetlin kuruluşunda var olan demokratik öğelerin yok edilmesine, Hilafetin saltanatlaşıp Doğu’nun klasik devlet yapılanmasına (nemrutlaşmasına) ve şeriatın bu saltanatdevlet anlayışının resmi doktrini haline gelmesine, din kisvesi arkasında, inançların yerini çıkarların almasına duyulan tepkinin ve direnişin öyküsüdür. Hüzzam Yer: Oda Tiyatrosu Yazan: Güner Sümer Konu: Toplumsal değişmeyle zaman, bir buldozer gibi gelip geçecek.

Krem Karamel Yer: Oda Tiyatrosu Yazan: Zeynep Kaçar Konu: Gerçek durumla sanal olan durumun iç içe geçtiği bir anlatımla her şeyin sahte olduğu bir dünyada, bir kadın gerçeklere karşı tek başına… Kadını içinde bulunduğu durumdan kurtaracak bir çıkış yolu var mı?

Se Bu Cafe-Restaurant “Sevdiklerinizle Buluşun” Hacettepe öğrencilerine %15 indirim uygulanmaktadır. Lütfen Hacettepe öğrenci kimliklerinizi hesabınızı öderken gösteriniz. 17


Sadece hocalarımızı değil, içimizden arkadaşlarımızı da tanıyalım dedik. Bu röportaj için gazetemizi okuyucu olarak ilk eline alan kişiyi seçtik: Dönem III Türkçe öğrencisi Mustafa Bala. İlk olarak biraz kendinden bahseder misin? 1989 Konya doğumluyum. Tıp fakültesine nasıl geldin? Doktor olmak hayalin miydi? Kendimi bildim bileli doktor olmak istiyordum. ÖSS’ye ikinci girişimde tıp fakültesini kazandım. Kazandın, buradasın. Pişman mısın? Pişmanlıklarım var. Çünkü birçok bölüme göre çok daha zor şartlar altında okuyoruz. Sosyal faaliyetler için ayırabileceğimiz zaman kısıtlı. Çok iyi puanlarla gelmiş olmamıza rağmen burs imkanları da çok kısıtlı. Bir de şöyle bir durum var. İngilizce bilmemiz neredeyse bir zorunluluk. Ama tıp derslerinden onu canlı tutmaya bile zamanımız yok. Pişmanlığın sadece bunlarla mı ilgili? Yoksa ben bu bölümü, dersleri sevmedim diyor musun? Derslerle ilgili yanları da var. Aslında hangi bölüme gidersem gideyim zorluk çekeceğimi biliyordum. Ama dersleri de çok sevemedim doğrusu. Zaten lisedeyken de biyolojiyi pek sevmezdim. En çok sevdiğim dersler matematik, fizikti. Yine de çok pişman sayılmam buraya geldiğime. Yine olsa yine yazar mısın? Emin değilim. Yani yazarım ama sadece tıp yazar mıyım bilmiyorum. Ankara’ya geldiğinde sende nasıl bir izlenim oluşturdu? İlk kez mi geliyordun? Ankara’ya ilk kez tercihleri yapmadan önce, üniversiteleri gezmek için gelmiştik babamla. Ankara’yı o zaman hiç sevmemiştim. Çok büyük hayal kırıklığına uğramıştım. İstanbul’u çok severim mesela, hatta ben İstanbul istiyordum. Ama dayım da Hacettepe mezunu. O çok ısrar etti Hacettepe’yi yazmam için. Pişman da değilim, çünkü Hacettepe’nin farkı var. Burada nerede kalıyorsun? Kiminle yaşıyorsun? İlk sene yurttaydım. Ablam da buradaydı. O da Hacettepe’nin matematik bölümünde okuyordu. Sonra ikinci senenin başında eve çıkmaya karar verdik ablamla. Bu sene kardeşim de burayı kazandı. Şimdi üç kardeş evde kalıyoruz. Memnun musunuz binadan, komşuluk ilişkilerinden? Komşularla pek alakamız yok. Mesela geçen sene kardiyo komitesi kurban bayramına denk gelmişti. Burada kalmıştım, memlekete gidememiştim. Komşulardan biri bile gelip bir ihtiyacın var mı diye sormadı. Onun dışında birkaç sorunlu komşumuz var. Bir tanesi bizim tam üst katımızda oturan doktor. Kadın gece gündüz sürekli mobilyaların yerlerini değiştiriyor. Bekar bir kadın, yalnız başına yaşıyor. Bazen gecenin üçünde televizyonun ya da müziğin sesini çok açtığı oluyor. Sonra yönetici karşımızda oturuyor. Bir gelini var, çok çirkef  Kadın çocuklarına bağırıyor, sövüyor falan. Bir de alt komşumuz var, yalnız başına yaşayan yetmiş yaşlarında bir kadın. Bizim apartmanda herkes çöplerini karşı kaldırımın tam köşesinde bir yere atar, konteynır yok. Bahsettiğim kadın aşağı inmiyor, çöplerini balkondan sallıyor. Kaldırımla balkonun arasında mesafe de az değil hani. Ama kadın yıllardır ata ata kas yapmış herhalde, tam yerine atıyor, maşallah. Hacettepe’nin ortamını nasıl buldun? Amfi çok kalabalık, kimse birbirini tanımıyor. Aslında bu röportajı yapma amacımız da amfideki arkadaşlarımızı tanımak. Çok yerinde düşünmüşsünüz. Her ne kadar tanıtmak için çok doğru bir insan seçmemiş olsanız da Amfinin ortamı çok soğuk. İnsanlar birbirlerine ön yargılı gibiler. Zaten MODENT’e girmeseydim Hacettepe’ye hiç adapte olamazdım. Amfiden çok yakın olduğum, birlikte bir şeyler yaptığım arkadaşlarımın sayısı beşi geçmez. Arkadaş çevrem daha çok topluluktan. O yüzden amfiye hala pek alışamadım. Benim yapımın da bunda etkisi var: İnsanlarla çabuk kaynaşabilen ya da insanlarla kaynaşmak için çaba içerisine girecek yapıda birisi değilim.

Seni tanımayan insanlar “çok sinirli bakıyor, biz ondan korkuyoruz, sert görünüyor” falan diyorlar. Dış görünüşe aldanmamak lazım Beni tanıyan bir insan asla asabi, sert mizaçlı biri olduğumu söylemez. Aslında çabuk sinirlenirim ama tepki gösterme konusunda sabırlıyımdır. Zaten hastalara da kötü bakıyorsun Mustafa Doğru, geçen sene zor hastadan da aynı tepkiyi almıştım, bakışlarımı beğenmemişti Bana “senin bakışların hep mi böyle” demişti. Ben de “yok, size özel” dedim.

18


Neyse artık, bu röportajdan sonra amfideki insanlar senin böyle bir insan olmadığını öğrenmiş olurlar Korkutuyorsun insanları Mustafa. Değiştir bakışlarını, daha sevgiyle bak Gözlerim biraz küçük, onun etkisi vardır belki Derslere düzenli katılıyor musun? İlk komite biraz aksadı ama bu sene elimden geldiğince katılmaya çalışıyorum.. İlerisi için düşündüğün bir bölüm var mı? İç hastalıklarında onkoloji istiyorum. Buraya gelirken de aklımda o vardı. Biraz içgüdüsel olarak sanırım Stajlara geçtiğimizde fikrim değişir belki. Konyalısın, bize Konya’dan bahseder misin biraz? Konya’da, en azından şehir merkezinde gezilecek çok yer yok. Mevlana Müzesi var, mutlaka görülmesi gereken bir yer. Fırsat olursa Şeb-i Arus haftasında Mevlevi gösterileri izlenebilir. Camiler, medreseler var. Meram Bağları’nda seyir tepesi var mesela, şehrin tamamını görebilirsiniz ordan. Bir de bence Konya’ya giderseniz fırın kebabı yemeden dönmeyin. Etli ekmek her y erde bulunuyor artık ama fırın kebabını her yerde yiyemezsiniz Okul, dersler dışında ilgilendiğin şeyler var mı? İki senedir Müzik ve Oyun Deneme Topluluğu’ndayım. İlk sene THM korosuna ve halk oyunlarına katıldım. İkinci sene topluluğun yönetim kuruluna da girdim. Müzikle ilgilenmeyi seviyorum. Halk müziğini de sanat müziğini de severim. Buraya geldiğimden beri halk oyunları da ilgimi çekmeye başladı. Aslında bir enstrüman çalmayı da çok istedim. Lisedeyken iki kere bağlama kursuna da gittim ama devamı gelmedi. Şimdi daha çok korolarda korist ya da solist olarak bulunuyorum. Sporla uğraşmayı da severim. Bizim ailede adettir, çocuklar okula başlamadan önce bir spora başlatılır. Hatta ata sporu diye genelde güreş olur bu Ben de altı yaşında güreşe başladım, beş yıl kadar devam ettim. Bir sene taekwandoya gittim. Sonra boksa başladım, üç dört yıl gittim. Zaten sonra da üniversiteyi kazandım, ondan beri de sporla uğraşmadım. İlkokuldayken bir de okulun hentbol takımına girmiştim ama çok sürmedi. Halk müziğinde hangi sanatçı, halk oyununda hangi yöre daha çok ilgini çekiyor? Halk oyunlarında genelde Ege ve Trakya yöreleri ilgimi çekiyor. Zeybek ve Roman oynamayı seviyorum. Karadeniz ezgilerini çok severim ben, Kazım Koyuncu’nun hayranıyımdır. Defalarca dinlerim şarkılarını. Karadeniz dışında özel olarak sevdiğim yöre yoktur. Hoşuma giden türkü olursa dinlerim.

Türküden başka ne dinlersin? Pek tür ayrımı yapmam aslında. Hangi şarkı hoşuma giderse onu dinlerim. Aslında buraya gelmeden önce halk müziğinden çok slow popla ilgiliydim. Madem sesin güzel, gazete olmasaydı sana söylettirirdik biraz. Olmazsa küçük bir kasete kaydedelim. Onu da gazetenin yanında ek olarak verirsiniz Gazetemizi ilk alan kişi sen oldun. Okuyucu gözünden gazeteyi nasıl buldun? Biraz da bundan bahseder misin? Gayet başarılı bir çalışma olmuş, emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Okurken vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Hem eğlendiren hem de öğretici güzel bir gazete olmuş Portakal ve sanki ben de katkıda bulunmuşum gibi sahiplendim, o derece Ayrıca ben kendi adıma emeğinden ve zamanından feragat edip karşılık beklemeden bu gazetenin çıkarılmasına katkıda bulunmuş olan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Herkesin farklı alemlerde olduğu gazetemizin genel halini yansıtmada çok başarılı bir an yakalamış epruu’ ya teşekkürler  1: Apaçi dansı harika bir şey yaa  2: İşçiyiz haklıyız direneceğiz… 3: Mini mini bir kuş donmuştu… 4: Hacı çalıyormuş gibi yapsam çakmazlar di mi ? 5: Başarabilirim. Nasıldı, dilini yana çek yavaş yavaş üfle olmuyor mu ne rezil olduk be. 6: Benim burada ne işim var arkadaş onca delinin arasında bari fotoda iyi çıksam, iki numaralı bakış ideal.

19


KARE KARALA! Bu oyunda amaç gizli resmi ortaya çıkarmak. Şeklin dışındaki sayılar, satır ve sütunda karalanacak blokların uzunluklarını gösteriyor. Bloklar arasında en az bir kare boşluk bulunmalıdır. Derece:orta-zor

1

2

3

2

4

3 1

2 2 2

1 3 4

1 5

2 7

3 6

1 3 5

1 4 4

1 5 3

2 6 3

2 6 2 3

4 8 1 5

3 11 1

12 1

14 3

18

5 2 2 1

3 2 1

1 3

2

1

2

1

6 6 6 7

6 5 6 7 10 16-2 12-5 3-1-1-11-2 2-3-11 4-2-3 5-4

2-3-1 1-4-1-1 6-2-2 10-1-2 7-2-3 5-2 5-3 3 1

2 1 3 2 3 1 3 3 2 2 1 2 2 3 3 3 3 5 1 5 3 2 2 2 6 8 10 12 13 7 6 7 6 6 6 6 7 7 7 7 12 11 9 7

1 2 5 3 6 2 5 2 2 6 3 9 3 11 2 4 2 3 5 2 4 5 2 4 5 4 6 6 8 8 20 19 17 15 11 7

20 Önceki sayının çözümü


Mantık Bilmecesi Beş kişi aynı hafta içerisinde farklı şirketlerin haftanın çeşitli günlerinde, değişik yerlere düzenlediği turlara katıldılar. İpuçlarından faydalanarak kimin, hangi gün, nereye, hangi şirket aracılığıyla gittiğini bulabilir misiniz?

Montreal

Paris

Mısır

Fas

Japonya

Pazar

C.tesi

Perşembe

Salı

P.tesi

Locke

Ben

Sawyer

Kate

jack

1-) Sawyer THY şirketi ile anlaşmamıştı ve THY ile seyahat eden perşembe günü yola çıkmıştı. 2-) Kate yola hafta içi çıkmıştı ve Pegasus şirketiyle gitmiyordu. 3-) Turkuaz şirketiyle yola çıkan ile Jack arasında iki gün vardı ve Jack daha önce yola çıkmıştı. 4-) Oceanic şirketi Paris’e tur düzenliyordu ve hafta içiydi. 5-) Hafta sonu yola çıkan Ben, Sawyer’dan daha sonraki bir gün yola çıktı ve Ben, Pegasus şirketi ile yola çıkmadı. 6-) Oceanic şirketi hafta başında tur düzenlemiyordu ve Kate, Montreal’e gidiyordu. 7-) Hafta içinde Japonya’ya giden kişi dönüşte pazar günü Mısır’a gidenle hava alanında karşılaştı.

Oceanic Pegasus

THY Turkuaz Atlasjet Japonya Fas Mısır Paris Montreal P.tesi Salı Perşembe C.tesi Pazar

ŞİRKET

DOKTOR Behlül Muhittin Ulvi Semiramis Fatmagül

KİŞİ

AMELİYAT Beyin Kalp Ortopedi Doğum Mesane

GÜN

SAAT 13:00 19:00 15:00 18:00 16:00

YER

AMELİYATHANE 1 4 5 2 3

21


22


Türkü söylemek nerede ve nasıl olursa olsun insanların duygularını karşısındakilere aktarabilmesi açısından en etkili yollardan birisidir. Elbette tek başına söylemek sözcüğüyle sınırlandırmamak gerek türküyü. Söyleyenin tüm renkleri ve kokusuyla türküyü benliğinde hissetmesi, yani onu söylemenin de ötesinde yaşaması, aynı duyguları dinleyenle de paylaşması türküleri onurlu ve güzel hale getirmektedir. Konunun müzikal yeterlilik ve donanım anlamındaki düzeyinin yüksek olması da sözünü ettiğimiz söyleyen dinleyen arasındaki paylaşımın doyumsuz hale gelmesini sağlamaktadır.

Geleneksel Anadolu kültürünü oluşturan türkülerimiz her ne kadar sahipsiz gibi görünse de, olur olmaz biçimde hoyratça kullanılsa da kendisini oluşturan halkın yüksek himayesindedir. Bu kültürün kaybolmaması için herkesin elini taşın altına koyması gerekmektedir. Çünkü bu kültür bizim hüznümüzü, sevincimizi, hastalığımızı, mutluluğumuzu, neşemizi anlatmaktadır. Türk’e ait olan anlamına gelen türküleri korumak da biz Türk gençliğine düşmektedir. Hacettepe Üniversitesi Türk Halk Müziği Topluluğu, bu kültüre sahip çıkma amacıyla kurulmuştur ve misyonunu hakkıyla yerine getirmektedir. Hacettepe Üniversitesi Türk Halk Müziği Topluluğu çok değerli sanatçı Mehmet Ali Gürsoy’un genel yönetmenliğinde, Selçuk Murat Kızılateş’in koro şefliğinde, Yavuz Bayrak’ın ses ve nefes eğitmenliğinde, Hasan Özçırpan, Mustafa Eke, Orhan Yavuz ve Önder Tahan’ın çalgı eğitmenliğinde on beş yıldır faaliyetini sürdürmektedir. Yukarıda adı geçen kadro TRT ve Kültür Bakanlığı’nın çok değerli sanatçılarından oluşmaktadır. Topluluk, her sene biri solo biri koro ağırlıklı olmak üzere iki konser vermektedir. Ayrıca üniversitemizi üniversiteler arası Türk Halk Müziği koro yarışmalarında başarıyla temsil etmektedir. Topluluğun çalışmaları cumartesi günleri 13.30-16.30 saatleri arasında Sıhhiye yerleşkesinde yapılmaktadır. Her bölümden kendi kültürüne sahip çıkan öğrencilerle sıcak bir ortamda çalışmalar sürdürülmektedir. Birer doktor adayı olarak türkülerimiz bizler için de çok önemlidir. Çünkü insanlar hastalıklarını, ölümlerini ve bu durumdaki psikolojilerini türkülere yansıtmaktadırlar. Bu yüzden türküleri iyi irdelemeli ve türkülerimize sahip çıkmalıyız. Hacettepe Üniversitesi Türk Halk Müziği Topluluğu’na katılarak bu güzel misyonu üstlenmek isteyenler çalışmalarımıza katılabilirler.

SİZDEN GELENLER Komite ve Kalp Rüyamdaki Aktörler

Ey hematopoetik, ömür çaldın ömürden. Kalbim artık nekrotik, endokardım kömürden.

Dün dedim öğreneyim, menstruel periyodu. Bir baktım yerlerdeyim, şu gözlerim eriyodu.

Alçak katil virüsçük ve vicdansız bakteri. Uzadıkça uzadı şu kalbin refrakteri.

Evet usta, ağladım, ezberlerken pelvisi. Yüreğimi dağladım, sen dinlerken Elvis'i.

Bir gün kalbim kazılsın, çıkacaktır bir isim. Mezarıma yazılsın; "Yedin beni Tomris'im"

Sonra gittim uyudum, rüya gördüm ben usta. Orada çok mutluydum, şampiyondum her TUS'ta.

Dr. Dominic

Kalbim tam bitti derken, çıkageldi kardiyo. Üst sınıflar gülerken, ne alırsan kâr diyo.

Okurken -saat yedi- alt genital tractusu, İçimden bir ses dedi; "rüya görme, bırak TUS'u"

Adı myokard ama duygusal bir kastır o. Kalbimi umursama, bir de sen vur gastro.

Aleyhimde birleşti tüm çevresel faktörler. Rüya değil bir leşti rüyamdaki aktörler.

Daha dur gidemezsin, var bunun bir finali. Kalbin yok bilemezsin, anlamazsın Cin Ali.

Nazım COŞKUN

Nazım COŞKUN

23


ARIYORUM

Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı? Bir ferman yayınlamıştı; 'Bu günden sonra, divanda, dergahta, bargahta, mecliste, meydanda Türkçe'den başka dil konuşulmaya' diye, Hatırlayanınız var mı? Dolanın yurdun dört bir yanını, Çarşıyı, pazarı, köyü, şehiri, Fermana uyanınız var mı?

Nutkum tutuldu, şaşırdım, merak ettim, Dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere, Gördüklerine, duyduklarına üzüleniniz var mı?

İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks, Köşklerimizi villa, eşiğimizi antre, Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı? Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik, Vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya, Desteğe, bilemediniz koltuk çıkmaya sponsorluk diyeniniz var mı?

Mesireyi, kır gezisini picnic, Bilgisayarı computer, hava yastığını air bag, Eh pek olasıcalar, oluru, pekalayı okey diye konuşanınız var mı? Çarpıcı, önemli haberler flash haber, Yaşa, varol sevinçleri oley oley, Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?

Tanıtımın demo, sunucunun spiker, Gösteri adamının showmen, radyo sunucusunun diskjokey, Vırvırık dağının tepesindeki köyde, Cafe shop levhasının altında, Hanım ağanın first lady olduğuna şaşıranınız var mı? Acının da acısı kahve içeniniz var mı? Dükkanın store, bakkalın market, torbasının poşet, Mağazanın süper, hiper, gros market, Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?

İlan tahtasının bilboard, sayı tabelasının skorboard, Bilgi alışının brifing, bildirgenin deklarasyon, Merakın, uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı? Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı, Beldelerin girişinde welcome, Çıkışında goodbye okuyanınız var mı? Korumanın, muhafızın body guard, Sanat ve meslek pirlerinin duayen, İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?

Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken, Dilimizin çalındığını, talan edildiğini, Özün el diline özendiğine içiniz yananınız var mı? Masallarımızı, tekerlemelerimizi, atasözlerimizi unuttuk, Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik, Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı? Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum, Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı? Bir ferman yayınlamıştı... Hayal meyal hatırlayıp da, sahip çıkanınız var mı?

Yusuf YANÇ

Sekinin, alanın platform, merkezin center, Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final, Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı? İş hanımızı plaza, bedestenimizi galeria, Sergi yerlerimizi center room, show room, Büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı? Yol üstü lokantamızın fast food, Yemek çeşitlerimizin menü, Hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?

Ha-zır-lar-ken MODENT’in odasına, Erol Abi’nin mekanına, Urfalım’ın prizine, Ömer Faruk’un bilgisayarına, İmam’ın faresine, ODTÜ’den Yusuf’a, amfi bilgisayarındaki virüslere ve manevi desteğinden dolayı epruu(E.C.)’ya ve bize destek olan herkese teşekkür ederiz…

_SoN_ 24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.