Tıp ohuyom ben ya!
Sayı 6 | Şubat 2012
Portakal
Sayı: 6 ŞUBAT 2012
Halit BACI Ömer Faruk TURAN Ekim HELHEL Elif Özge ÇINAR Emre Cem ESEN Huriye YÜRÜK İbrahim AĞAÇKIRAN Melike TEKŞUT Ozan YAR Serdar ŞEN Serkan TAKTUK Tolgahan KAYA Bilişim Uzmanı
Nazım coşkun Çizerlerimiz
Abdullah Onur KILIÇ Ülker SHAMKHALOVA İletişim
iletişim@portakalgaste.com İnternet sitesi: www.portakalgaste.com Facebook sayfa: www.facebook.com/ portakalgaste Facebook grup: www.facebook.com/groups/ hutfportakalgaste Twitter: www.twitter.com/ portakalgaste
Tıp sanatı nerede seviliyorsa, orada insan sevgisi de vardır. Hipokrat
Anlamlandıramadıklarım Üzerine Ömer Faruk Turan
4
seneyi devirdiğim üniversitemde anlamlandıramadığım çok şey var hala. Bir üniversiteye hele de Hacettepe’ye yakıştıramadığım şeyler. Hep kendi içimizde düşündüğümüz ama dile getirmediğimiz sorunlarımızdan birkaç satır bulacaksınız bu yazımda. Hepimiz mevcut sağlık sisteminden gayet rahatsızız. Profesöründen dönem 1 öğrencisine kadar herkesin büyük kaygıları var. Yetişmekte olan genç hekimler geleceklerine umutla bakamıyor. Peki, bunun nedeni ne? Sistemin temel taşı ve asıl uygulayıcısı olan hekimlerin göz ardı edilerek, çoğunlukla talepleri önemsenmeyerek bir sağlık politikası yürütülmesi. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi olarak sorunlarımızın yukarıdaki örnekten çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. - Dönem 2’de devasa bir kas komitesi yapılır. (Aynı yıl Gazi Üniversitesi de Hacettepe’nin bırakmış olduğu sisteme geçer. Yani iki köklü üniversite aynı yıl birbirlerinin sistemlerini değiş tokuş yapar. Yorum yapmaya gerek yok!) - Sonrasında(bir yıl sonra) Hacettepe bu sistemi beğenmeyip ikiye böler bu komiteyi. - Komitelerin yerleri değişir. - Yönetmelik değişir ve sonucunda komitelere oran sistemi gelir, her komite haddini bilir! Baraj kalkar. Geçme notu yükselir ve 60 olur. Finalden 50 alma zorunluluğu gelir vs. Bu saydıklarım aklıma gelenler daha. Ki deneme yanılmadan öte değildir çoğu. Ve öyle yenilir yutulur şeyler de değildir hani. Bir bilimsel çalışma sonucu ortaya konulmuş; değişiklikten önceki ve sonraki durumların kıyas edildiği bir yapılanmayı hak mı etmiyoruz yoksa? Bu olsa olsa ülkenin en parlak beyinlerinin hayatta kalma mücadelesi olur. Madem öyle bari birisi de çıksa da “İyi güzel de siz ne düşünüyorsunuz?”, “Acaba faydalı olur mu?” ,“Sevgili dönem 4 arkadaşlar geçtiğimiz yıl sizde sistem böyleydi ama şimdiki dönem 3’lere şu tarz bir sistemi getirmeyi düşünüyoruz sizce faydalı olur mu?” vs. dese M salonuna gitsek, oturup tartışsak bizim için hangisi iyi. Ezberci değil de öğretici bir sistemi benimsesek. Yaşadığımız sıkıntıları gördüğümüz aksaklıkları dile getirsek. Çok mu zordur ki bu… Her şey tepeden inme, dediğim dedik olmak zorunda mı? Muhakkak bizim iyiliğimiz isteniyor ve daha nitelikli hekim yetişmesi amaçlanıyor onun için bu çaba ve değişiklikler. Ama yukarıda bahsettiğim gibi ana unsur hep atlanıyor. Bu üniversite biz öğrenciler olduğu için var. Bu hastane bu derslikler hepsi bizim için. Yani ana unsur biz öğrencileriz. Sistem, bizim taleplerimiz de göz önünde bulundurularak şekillenmeli sanki. *** Artık komite sorularımız internete veriliyor. Çok güzel bir gelişme. Ama… Ne zaman verilecek? Ya komiteden aylar
sonra veriliyor ya da iki gün sonra verilse bile cevapları verilmiyor. Ben art niyetliyim galiba sizin aklınıza itiraz süresinin dolmasının beklendiği gibi şeyler gelmedi. *** Komite sonuçlarının hala yaklaşık bir hafta sonra açıklanması gibi kült olmuş bize kabul ettirilmeye çalışılan ama bir türlü anlamlandıramadığımız bir sorunumuz var. Neymiş sınav sonrası sorular hocalara gidiyor değerlendiriliyor vs. Hocalarımız olması gerektiği gibi özenli ve hatasız soru gönderse sorular kısa sürede cevaplarıyla internet ortamına verilse bizler de bu sayede eksiklerimizi yanlışlarımızı görüp öğrensek. Hatalı olduğunu düşündüğümüz soru varsa itirazda bulunuruz zaten. Suistimal korkusu var diye özgürlüğümüzden olmayalım. *** Komitelerin hafta ortasında yapılması öğrencilerin yükünü çok fazla artırıyor. Zaten çok yoğun bir prekomital dönem geçiriyoruz. Komiteler Cuma günü olsa da bari hafta sonu dinlenebilsek. *** Geçtiğimiz yıl dönem ortalarında koordinatörümüzün yanına gidip “Hocam alt dönemlerde artık komite soruları veriliyor, bizde neden verilmiyor?” dendiğinde hoca birdenbire olmayacağını hem dönem ortası olduğunu hem de alt dönemde nasıl olacak bir bakalım görelim sonuçlarını önümüzdeki yıldan başlarız gibi cevaplar vermişti. Dönem 1 2 3 bile birbirinden kopuk daha. Nasıl mesafe kat edilsin. Bazı hocalarımızın kişisel görüşleriyle yol alınan bir tıp eğitimi, ne kadar bilimsel değil mi… Bu yıl Dönem 3’lerde 3. Komite sonrası hocalarımızla komite sorularını tartışırken bulduk kendimizi. Ne mükemmel bir gelişme. Ama hocalarımıza tartışmada sorular konusunda yaptığımız itirazlar arasında sürekli “Bakın bu bir ilk, son olmasın!” “Kıymetimizi bilin!” “Böyle giderse devam etmez bu!” vs gibi karşılıklar aldık. İtiraz etmeyip kafa sallayıp anlamadan kabullenmeyle geçmemiz gerekiyormuş Kİ bir daha böyle bir tartışma yapılmadı. *** Yani sözün özü yaşanabilecek her türlü güzel gelişmenin önü illa ki tıkanacaktır. Kalıplar yıkılamayacaktır. Ta ki bu düşünce yapısı değişinceye kadar. Yapılan değişiklikler taviz olarak görülmektedir. Öylesine sahiplenmiş ki bazı hocalarımız üniversitemizi “Hocam biz de varız!” deyince anlamlandıramıyorlar. *** Son olarak, Tıp Eğitimi Öğrenci Kurulu (TEÖK) diye bir oluşum var. Yukarıda saydığım ve daha nicelerine ilişkin çözüm arayışları var hedeflerinde. Ve ciddi çalışmaları, araştırmaları da var bu konuda. Yolumuz açık olsun. *** Yeni rektör… Yeni dekan… Yeniden yeşeren umutlar…
3
Sonu Kötü Biten Öğrenci Düşünceleri Serdar ŞEN
• Amaaan, yaparız yaa... Daha kaç gün var di mi? • Merak etme yaa kolay soruyorlar zaten. Hem 50 de alamıcan mı allasen! • Hepi topu 4 ders. Anatomi, fizyoloji, histoloji, biyofizik. Ne kadar zor olabilir ki? • Abi öncüllü sorularda daima hepsi doğru oluyor bak. Direkt işaretle! • Pratikte geçen senenin aynını soracaklar bence. Çıkmış sorulara baksam yeter. • Komiteye daha 2 hafta var yaa! Yetiştirememek için çaba harcamak gerek resmen. • 2 dk. bi Facebook’a bakayım bari… • Bi parti yapıp stres atmak lazım… • How I Met’in yeni bölümünü izleyeyim de öyle oturayım derse… • Biyokimyada ara basamaklar çok önemli değil dedi hoca. Geçeyim bari… • Çıkışta PES atalım… • Biyofizik soruları zaten kolay oluyor. Son akşam baksam yeter… • Çoğu çıkmış soru oluyor zaten. • Hoca derste bunu sorcam dedi başka bir şeye bakma. • Zaten zorlamıyorlarmış. • Özet okusam yeter değil mi? • Bugün dinleneyim de yarın başlarım. • Ben derse gelmiştim zaten, öğrendim yani. • Bu komite bitsin, öbürüne kesin düzenli çalışacağım. • Saat 9 buçuk olsun başlıcam. • Bizim sözlü hocalarımız benignmiş. • Bugün çok çalışamadım ama olsun şimdi yatayım sabah erken kalkıp çalışırım. • İlk üç sene çok da önemli değil sonuçta çok da kasmana gerek yok nasılsa unutacaksın. İki sene TUS çalışırız olur biter. • - Hoca bu slaytı atladı abi, gerek yok salla.
4
- Oğlum Tomris hoca anlattı bu dersi, anlattıklarına değil atladıklarına çalış asıl.
Ekim HELHEL, Elif Özge ÇINAR
Prof.Dr. İskender SAYEK
Bir Hacettepe Efsanesi
Hacettepeliliğiniz nasıl başladı? 1964 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi’ne girdim. Burası o dönemde Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir sağlık bilimleri fakültesiydi. 1967 yılında Hacettepe ayrı bir üniversite oldu. Ben ikinci mezunlardanım. Bizden bir üst sınıftakiler bize hep “siz ikinci sınıfsınız” derdi, ezmeye çalışırdı ama bizim hiç öyle bir durumumuz yok. Onlardan çok daha birinci sınıf özelliklerimiz vardır J
İskender Sayek bir Hacettepe efsanesidir. Hacettepe’de tıp okuyup da onun adını bir kez olsun duymayan yoktur herhalde. Ama İskender Sayek sadece bizim gördüğümüz gibi “hoca” değildir; doktor, araştırmacı, öğretmen, çiftçi şapkaları vardır İskender Sayek’in. Ve hepsi de ona çok yakışmaktadır. İskender Sayek 1944 İskenderun doğumlu. Ama adı memleketinden değil, dedesinden geliyor. Her yaz Füsun Sayek Sağlık Kültür Etkinlikleri’nin yapıldığı İskender Sayek evi de dede Sayek’e ait zaten. İskender Hoca Talas Amerikan Okulu ve Tarsus Amerikan Koleji’nde okuduktan sonra 1964’te Hacettepe’ye girmiş. O zamandan beri de bir daha kopmamış Hacettepe’den. 31 Mart 2011’de emekli olmuş ( daha doğrusu yaş haddinden zorla emekli edilmiş) olsa da hala Hacettepe’de, hala Hacettepeli. Hala öğretmeye, öğrencilerine bir şeyler vermeye hevesli. Ve umarız daha uzun yıllar öyle kalacak. Çünkü İskender Hoca’nın bize verecekleri, verebilecekleri kolay kolay bitecek gibi değil. Çünkü İskender Sayek bir Hacettepe efsanesi…
‘64 dönemi çok güzel bir dönemdi: yeni bir okul, çok heyecanlı öğretim üyeleri, az öğrenci sayısı. Yüz kişi girerdi tıp fakültesine. Bir aile gibi eğitim aldık. Hocalarımız da çok genç, çok motiveydi; çoğu Amerika’dan yeni dönmüştü. Birinci sınıfta çok güzel bir uygulama yapılırdı o zaman. Şimdi sizin okuduğunuz yerler Hacettepe Mahallesi’ydi ve her öğrenciyi buradaki ailelerden birine verirlerdi. Yani Hacettepe Mahallesi’nde hepimizin bir ailesi vardı. O aileyi biz takip ederdik. Yine birinci sınıftan başlayan bir başka uygulama küçük gruplar halinde dergi kulüpleri yapılmasıydı. Sadece isteyenler ya da HÜTBAT aracılığıyla falan değil herkes katılırdı bu kulüplere. Okulun son dönemlerinde yavaş yavaş öğrenci hareketleri başlamıştı. Bizler kendimizi o işlerden çok soyutlayamasak da tıp fakültesi öğrencileri olarak daha az etkilenir durumdaydık. 1976’dan sonra tıp fakülteleri de iyice işin içine girdi; boykotlar, silahlar, ölen insanlar... Çok kötü bir dönemdi o dönem.
O zamandan bu zamana Hacettepe’de neler değişti? Hacettepe o dönemde yeni yapılmış bir fakülteydi. Diğer fakültelere göre çok modern bir alt yapıya sahipti. Özellikle hastanesi diğer kurumlarla karşılaştırıldığında çok etkileyiciydi. O zamanlar bilgisayar, internet yoktu tabi.
Ders notlarını nasıl hallediyordunuz peki? Arkadaşlar arasında değiş tokuş şeklinde mi? Fakültenin kuruluş yıllarında her komiteden önce o komitenin ders notları verilirdi klasörlerle. Bende hepsi hala duruyor hatta.
5
Prof.Dr. İskender SAYEK
Yabancı hocalarımız da vardı. Biyokimya hocası İngiltere’den, nöroanatomi hocası Amerika’dandı. Yabancı hocalar dersleri İngilizce anlatırdı. Sınıfta İngilizce bilenler çok fazla değildi o zaman. Onun için biz İngilizce bilenler ders notlarını tutar, o gün teksirini çıkartır, ertesi gün herkesin eline dağıtırdık. Bize anlatabileceğiniz okul anılarınız var mı? Bir sürü anım var tabi. Mesela şimdiki Park Restoran bizim zamanımızda çayhaneydi. Çay içtiğimiz, arkadaşlarla oturup sohbet ettiğimiz yer orasıydı. Orada farklı ve çok güzel bir havuz, havuzun ortasında da bir heykel vardı. Çok güzel bir heykel, bir İtalyan heykeltıraşın. Daha sonra parçaladılar onu. Bir kısmını Tandoğan Meydanı’na koydular. Sonra oradan da söktüler ve yerine bir Kütahya çinisi ibrik koydular. Hacettepe’de o dönemde şimdiki gibi yaygın bir kampüs yoktu.
En zorlandığınız komite hangisiydi? Dönem 3’tedir herhalde. Öyle belli bir komite hatırlamıyorum. Ama biyokimyanın ağırlıklı olduğu komiteler çok zordu. Çok iyi bir hocamız vardı: Dr. Pınar Özand. Çok zekiydi. Dersten önce fotoğraflardan bütün öğrencilerin ismini öğrenmiş olurdu ve ilk dersten itibaren herkese ismiyle hitap ederdi. Arkadaşımız gibiydi. Biz sokağın sadece bu tarafındaydık. Sokağın diğer tarafı Hacettepe Mahallesi’ydi. Orada da evler ve bizim gittiğimiz kahveler vardı. Dersten kaçanlar hemen o kahvelere, tavla oynamaya giderlerdi. Bizim öğrenciliğimizde yurt sayısı da çok azdı. Ben bir evde birkaç arkadaşımla beraber kalıyordum. Ama gece 11-12’ye kadar kütüphanede veya multidisiplin laboratuvarlarında çalışırdık sekiz on arkadaş. Multidisiplin laboratuvarlarında herkesin bir masası, bir mikroskobu, kitaplarını ve mikroskobu koyabileceği bir dolabı vardı. Orada çok güzel hayvan deneyleri yapardık. Çok farklı sonuçlar çıkardı o deneylerde. Çünkü hayvanın idrarında bir şey bakılacaksa hayvanın idrarı yerine kendimizinkini verirdik mesela J Eğitim çok sıkı tutulurdu o zaman. Öğrenci sayısı da az olduğu için çok sıkı takip edilirdi. Her hafta pazartesi günü ilk saat önceki haftayla ilgili sınav olurduk.
Tıp fakültesine isteyerek gelmişsinizdir herhalde. İsteyerek geldim, evet. Buraya gelmeden önce İstanbul’da bir sene diş hekimliği okudum. Sonra tekrar sınava girip Hacettepe’ye geldim. Diş hekimliğini bırakmanızın nedeni neydi? Ben lise sondayken ya da diş hekimliğine gittiğim dönemde Amerika’dan İskenderun’a dönüp hekimlik yapmaya başlamış bir akrabamız vardı. Tıp tercihimde onun biraz etkisi vardır. Bir de yaz aylarında Arsuz’a giderdik. O zaman Arsuz köydü. Köyde yaralanmaları babam tedavi ederdi hekim olmadığı halde. Giderken yanımızda bir sürü ilaç götürürdük. Daha tentürdiyot yok, mersol yeni çıkmış. Bütün yaralara mersol basardı babam. Ben de çocukluğumda babama yardım ederdim. Bu da beni tıbba yönlendirdi diye düşünüyorum. Lisede okurken tıp düşünmemiştim. O zamanlar idari bilimler, işletme revaçtaydı. ODTÜ açılmıştı, bizim sınıfın önemli bir kısmı oraya gitti. Tarsus’taki sınıftan tıbbiyeye giden üç kişiydik. Buraya gelen var mı? Bülent Gürsel, KBB’de öğretim üyesi. Bir de şimdi Dokuz Eylül’de olan Mehmet Ergin. Ama bir alt sınıftan daha çok kişi geldi. Tabi ben bir sene diş hekimliğinde okuduğum için onlarla aynı dönemde okudum. Zaten doğum yılınıza bakınca tıp fakültesine yirmi yaşında başlamış gözüküyorsunuz. Evet. Talas Amerikan Ortaokulu’na gitmeden önce bir sene İskenderun’da ortaokula gittim. Talas’a gidince de bir sene hazırlık okudum tabi. Onun için sınıftaki diğer arkadaşlarımdan ortalama iki yıl büyüktüm, ağabeyleriydim yani hepsinin. Daha matür bir öğrenciydim o yüzden J
6
Uzmanlığınızı yurt dışında yapmışsınız. Neden? Hocalarımızdan çok etkilenirdik o zamanlar. Hemen hepsi Amerika’da ihtisas yapıp gelmişti. Biz de Amerika’ya gitmenin şart olduğunu düşündüğümüz için herhalde, gitmeye karar vermiştik. Bir de Füsun’la evlenme kararı aldığımızda birlikte oraya gitmeye de karar vermiştik. Onun da etkisi var galiba.
Dönem 3 finalinden yüz aldığınıza dair bir efsane var hocam, doğru mu? Yok, o tevatür. Ben öyle bir şey hatırlamıyorum en azından. Ama anatomim hakikaten çok iyiydi. Onun da nedeni muhtemelen nöroanatomi hocasının Amerikalı olmasıydı. Ben o hocanın derslerinde not tutar, akşam kütüphaneye gidip bir nöroanatomi kitabından o notlardaki eksiklikleri tamamlar, teksir olarak çıkartıp herkese dağıtırdım. Nöroanatomiyi gerçekten severdim. Onda da diş hekimliğinde okumamın faydası oldu diye düşünüyorum. Çünkü diş hekimliğinde baş boyun anatomisini öğrenmiştim zaten. Ben çok üstün başarılı bir öğrenci değildim üniversitede. İyi bir öğrenciydim ama bizim sınıfta Mr. Üstünbaşarı diye bilinen kişi Emin Kansu’dur. O zaman sınıf birincisi, okul birincisi olayı yoktu, üstünbaşarı diye bir not vardı. Emin komitelerin çoğundan üstünbaşarı alırdı. Bir şey daha anlatayım. Multidisiplin laboratuarlarında kendi aramızda futbol maçı yapardık. Bizim laboratuvarın takımının adı İnekspor’du. Çalışkan olduğunuz için mi? Yok. İneğin i’si İskender, n’si Necati Dedeoğlu, k’si Kutsi Onur, e’si de Emin Kansu. Necati şimdi Antalya’da öğretim üyesi. Kutsi de Amerika’da, Dallas’ta. Multidisiplin laboratuvarlarında masalar dörtlü dörtlüydü. Emin
Biraz eşinizden, Füsun Hoca’dan bahsetmek ister misiniz? Füsun’un hocalıkla ilgisi yok. Kimse de bilmezdi böyle olduğunu, o yüzden herkes Füsun’u profesör doktor Füsun Sayek diye çağırırdı. O da her zaman düzeltirdi, “ben profesör değilim, ben doktor Füsun Sayek’im” diye. Füsun çok sosyal, demokrat, sevecen, ayrımcılığı sevmeyen, savaşa karşı olan, insan hakları ve hekim haklarının önemini bilen ve savunan, tıp eğitimine çok önem veren biriydi. Çok iyi bir anneydi. Kızlarım şimdi bana söylüyorlar bunu. Çok iyi bir eşti, çok iyi bir hekimdi. İyi hekimliğin tüm özelliklerini göstererek yaşayan bir insandı. Benim bugün tıp eğitimine bu kadar yakın olmamı sağlayan en önemli faktörlerden birisiydi. Çünkü fakülteye dışarıdan bakar, çok iyi değerlendirme yapardı. TTB’de çok uzun seneler çalıştığı için tüm Türkiye’den pek çok hekimle birlikte oldu. Ve oradaki deneyimlerini benimle paylaştı. Ben de o deneyimlerle kendi bilgimi ve deneyimlerimi birleştirerek tıp eğitimine daha çok gönül verdim. Hocam internette gördük, size Alexander diyorlarmış. Evet. Talas, Tarsus’ta hepimizin bir takma ismi vardı. Ve bu isimler çoğu kez ya hayvan ismi, ya bilmem ne ismi olurdu. O zaman Rus başbakanı Alexei Kosygin diye birisi vardı. Onun isminden ortaokulda, Talas’ta arkadaşlar bana Aleksi demeye başladılar.
Alexander’den değil Aleksi isimli o Rus politikacıdan gelir. Hiçbirisi beni İskender diye çağırmazdı o zaman. Hala birlikte olduğumuzda bana Aleksi derler. Amerika’dayken de bana Alex derlerdi; İskender’i söylemek zordu onlar için.
Prof.Dr. İskender SAYEK
Kansu, ben, sonradan eşim olacak olan Füsun ve Necati Dedeoğlu aynı masadaydık. Bu dörtlü hep beraberdik yani.
Mecburi hizmet var mıydı sizin zamanınızda? Yoktu. Mecburi hizmetin gelmesi 1980’den sonradır. Bir ara kalktı biliyorsunuz, sonra tekrar getirdiler. Mecburi hizmetle ilgili düşüncelerimin çok olumlu olduğunu söyleyemem. Hekimliği zorla yaptıramazsınız, gönüllü yapılması gereken bir meslektir hekimlik. Ama gönüllü olunca da kimsenin gitmeyeceği yerler var. Oraya gitmeyi sağlayacak önlemleri almanız gerek. Hekimin niye gitmediğini belirleyip o faktörleri ortadan kaldırırsanız her yere gidileceğini düşünüyorum. Hekim olmuş, belli özverilerde bulunacağını baştan kabul etmiş bir kişinin aykırı düşüneceğini sanmıyorum. Ama bir hekimin insanca yaşayabileceği şartların, alt yapının olması lazım. Bu, maddi yönünden çok daha önemli. Ayrıca sağlık hizmeti sunumunda hekimin tek başına yeterli olmayacağını da bilmek lazım. Mecburi hizmette garip bir durum var; ameliyathane yok ama cerrah gönderiliyor ya da anestezist yok ama kalp cerrahı yollanıyor. Tabi sağlık politikalarının da uygun olması lazım hekimin yararlı olabilmesi için.
Zaten söylenişleri de yakın. Zaten Alexander İskender’in İngilizcesi. Ama benim lakabım 7
Prof.Dr. İskender SAYEK
Tam gün yasası hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben üniversitede tam gün çalışmanın zorunlu olduğunu, üniversitede çalışırken başka bir yerde daha çalışmanın uygun olmadığını düşünüyorum. Tabi neden muayenehane açıldığını da değerlendirmek gerek. Öğretim üyesinin insanca yaşayabileceği, çocuğunu iyi bir okulda okutabileceği, sosyal konumu nedeniyle toplumda kendi saygınlığını koruyabileceği bir özlük hakkının sağlanması lazım. Öğretim üyesi “Ben nasıl bu ayın sonunu getireceğim.” diye düşünmemeli. Üzülerek söylüyorum ki bugün gündeme getirilen yasa bunu göz ardı ediyor. Bugün konuştuğumuz tam gün yasası bizim yıllardır konuştuğumuz tam gün yasası değil. Özlük haklarına yansımayan, emekliliğe yansımayan bir yasa. Performansa dayalı ücretlendirme, hizmete dayalı bir ödeme sistemi söz konusu. Yani ne kadar çok hasta görürseniz, ne kadar çok hizmet yaparsanız o kadar çok para alıyorsunuz. Ama burası hizmet sunulması için yapılan bir yer değil. Üniversitelerin ilk görevi eğitimdir. Hizmetin bir eğitim aracı olarak kullanılması gerek. Bu sistemde hizmeti ön plana çıkarıyorsunuz, eğitim ikinci plana düşüyor. Onun için bu yasa olumlu sonuçlar doğuracak bir yasa değil. Gerçek bir tam gün
yasası üniversiteye katkı sunar diye düşünüyorum. Araştırmalarınızdan, çalışmalarınızdan da biraz bahsedebilir misiniz? Araştırma benim çok önemsediğim bir konu. Tıp fakültesi ve üniversitenin önemli işlevlerinden biri. İlk araştırmamı ne zaman yaptım, öğrenmek ister misiniz? Dönem II öğrencisiyim. Bahsettiğim Pınar Özand hocanın yanında yaz stajı yapıyoruz Emin Kansu ile birlikte. Tabi daha dönem 2’deyiz, bir şey anladığımız yok ama biyokimya laboratuvarında çalışıyoruz. Pınar hoca o zaman psödokolinesterazla ilgili çalışmalar yapıyor. Hacettepe Mahallesi’ne gidip insanlardan kan alıp psödokolinesteraz düzeylerini ölçüyor. Bizi de
o çalışmaya dahil etti. Daha sonra da o çalışmayı yayınladı. Bu benim ilk yayınımdır, benim de ismimi yazdı çünkü. Çok anım var Pınar hocayla ilgili. Hatta onun etkisiyle biyokimyacı olacaktım. Ama sonra hoca buradan ayrıldı, ben de vazgeçtim. Yine öğrenciliğimde bir yayınım daha çıkmıştı. Halk sağlığı stajı sırasında herkes bir çalışma yapmak zorundaydı. Şimdi de yapılıyor ama daha farklı. Staj sırasında bir köye giderdik ve orda bir çalışma yapardık. O zamanlar toksisiteyi hissedip hissetmemenin genetik bir bozukluğa bağlı olduğu düşünülüyordu. Ben de insanlara değişik oranlarda siyanür koklatarak bir yayın yapmıştım intörnken. Araştırma açısından en çok ilgilendiğim konu kist hidatik. Bu konuda oldukça fazla çalışma yaptım. Bir dönem Avrupa’da Cerrahi Enfeksiyonları Derneği başkanlığı yaptım. Oradaki üyeliğim sırasında da cerrahi enfeksiyonlarla ilgili birçok deneysel çalışma yaptık. Karın içi enfeksiyonlar, damar yanıtları gibi çalışmaları yürüttük. Ama son yıllarda yaptığım araştırmalar daha çok tıp eğitimiyle ilgili. Tıp eğitimi sırasında araştırma eğitiminin önemli olduğunu düşünüyorum. Onun için iyi hekimlik uygulamaları içine kanıta dayalı tıp uygulamaları diye bir başlık da koyduk. Bu size literatür taramayı, bilgiye nasıl erişeceğinizi, bilgiyi nasıl kullanacağınızı öğretmeyi sağlamak amacıyla, araştırmaya ön ayak olması adına planlanmış bir şey. Aslında devamında araştırma metodolojilerini de öğretmek lazım bence. Mezuniyet sonrası tıp eğitimi içerisinde
8
İyi hekimlik uygulamaları, serbest çalışma saatleri gibi şeyler sizin dekanlığınız döneminde başlamış sanırım. Evet. İyi hekimlik programını, mesleksel beceri eğitimlerini, beyaz gömlek giyme törenini benim dekanlığım sırasında başlattık. Beyaz gömlek giyme töreninin hikayesi ilginçtir. Ben 1999 sonunda dekan oldum. Okul açılmıştı tabi o sene. Bir akşam Füsun’la sohbet ediyoruz. “Öğrencilere bir şey yapmak istiyorum, ne yapabilirim” derken “neden beyaz gömlek giyme töreni yapmıyorsun” dedi. “Çok güzel bir fikir” dedim ve bunu açılışta yapmaya karar verdik. Bu arada beyaz gömlek giyme törenini biz bulduk diye düşünüyoruz. Okulun açılacağı gün beyaz gömleğin anlamını anlatacağım bir konuşma yapayım istedim yeni gelen öğrencilere. Onunla ilgili internette araştırma yaparken baktım ki Amerika’da tıp fakültelerinde beyaz gömlek giyme töreni zaten varmış. Bir kısmı okul açılışında, bir kısmı kliniğe geçişte, bir kısmı da mezuniyette yapıyormuş bunu. Çok hoşuma gitmiş böyle bir geleneği Türkiye’de başlatmış olmak. Bu işi başlattığımız ilk yıllarda öğrencilerin o gömleği giydikleri zamanki heyecanlarını, motivasyonlarını hala hatırlarım. Hekimlik adına beyaz gömleğin temiz tutulması ilkesinin ilk günden hekim adaylarının kafasına yerleşmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Hacettepe hekimlik andı da o dönemde
başlattığımız bir gelenek. Bu, Hipokrat andının bir giriş andı olarak uyarlanmasıyla oluşturuldu. Bence bu da hekimliğin değişik yönlerini tıp fakültesine yeni gelen birinin hissetmesini sağladı. Ben hep öğrenciye üniversiteye girdiğinin hissettirilmesi gerektiğini düşünürüm. Beyaz gömlek giyme töreni ve Hacettepe hekimlik andı bunu sağlıyor bence. İyi hekimlik uygulamaları nasıl başladı hocam? Hacettepe’de tıp eğitiminde değişimin noktalarından birisi olarak planlandı iyi hekimlik uygulamaları. “İyi hekimlik yapabilmek için iyi hekimin özelliklerini yansıtacak şeyleri öğrencilere nasıl verebiliriz?”in hedefiydi. İletişim becerileri dersleri, etikle ilgili konuların ilk üç sınıfta entegre biçimde verilmesi ve öğrencilerin amfiden dışarı çıkmasının sağlanması projesiydi. Sonra tıpta insan bilimleri dediğimiz kavramın da birlikte yürütüldüğü bir proje haline getirildi. Bu da hekimliğin sadece tıpla ilgili olmadığını hissettirmek için yaptığımız bir eklemeydi programa. Mesleksel beceriler var mesela. Onların o kadar erken dönemde verilmesinde amaç yine sizlerin tıp fakültesine geldiğinizi hissetmenizi sağlamaktı. Sizlerin orada maket üzerinde de olsa kan almanız, damara girmeniz, dikiş atmanız çok önemli. İlk dikişi hasta üzerinde atmak yerine beceri eğitiminde atıp dönem 4’e en azından biraz hazırlıklı olmalısınız. Hümanistik tıp eğitimi diye bir
kavram var; yani hastaya zarar vermeden, acı çektirmeden öğrenme. Maketler üzerinde yaptığınız mesleki beceri eğitimleri bunu da çok güzel sağlıyor.
Prof.Dr. İskender SAYEK
böyle bir programın yapılması gerek.
Okul dışında boş vaktiniz oluyor mu? Oluyor tabi. İki torunum var, biraz onlarla vakit geçiriyorum. Şimdi buradan çıkınca gidip onları göreceğim. Bir de son üç yıldır ulusal tıp eğitimi akreditasyonuyla çalışıyorum. Onunla ilgili de çok yoğun bir program var. Kendime ayıracağım vakit çok fazla olmuyor ama belli oranda bunu yapabildiğimi düşünüyorum. Mesela yazın tatil iznimi hep alırım. Fotoğrafçılıkla ilgilenirdim, o da biraz eskide kaldı şimdi. Ama tekrar fotoğraf çekmeye döneceğim herhalde.
Başka hobiniz var mı? Toprakla doğrudan uğraşmayı çok seviyorum. Mesela yazın narenciye bahçelerinde işçilerle beraber çalışıyorum kan ter içinde kalana kadar. Bir de her yaz bir hafta süren Füsun Sayek Sağlık Kültür Etkinlikleri diye bir şey yapıyorum Arsuz’da, İskender Sayek Evi’nde. Bu da bir hobi haline dönüştü sayılır.
Son olarak, genel cerrahiyi bize tavsiye eder misiniz? Ben genel cerrahiye çok severek girdim ve hiç pişman olmadım. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte genel cerrahide çok önemli değişimler yaşandı, yaşanıyor. Ama eğer majör cerrahi yapılacaksa bence genel cerrahi en iyisi. Genel cerrahide benim en çok hoşuma giden şey hastayı bütüncül bir yaklaşımla değerlendirmesi. Cerrahiyi seviyorsanız öneririm. Ya da cerrahinin üstüne başka bir şey yapmayı düşünüyorsanız; plastik cerrahi, göğüs cerrahisi ya da kalp damar cerrahisi gibi şeyler yapacaksanız önce genel cerrahi yapmak iyi olur bence.
Çok teşekkür ederiz hocam bu keyifli sohbet için.
Fotoğraflar için Mertcan ERZİNCAN’a teşekkür ederiz. 9
Dr. Füsun Sayek (11 Ağustos 1947 Bor, Niğde- 16 Ekim 2006)
Elif Özge ÇINAR Dr. Füsun Sayek, 1970 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 1971–1976 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde University of New York at Buffalo, E.J. Meyer Memorial Hastanesi’nde Anesteziyoloji Uzmanlık Eğitimi alıp 1977–1982 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Uzmanlık Eğitimini tamamladı. 1986’da British Council Bursu ile Londra’da “körlüğün önlenmesi” konusunda Moorfields Hastanesi’nde 6 aylık bir eğitim alarak Toplum Göz Sağlığı Sertifikası aldı. Edindiği birikim ve tecrübeyi topluma aktarabilmek için en iyi yollardan birinin Sağlık Bakanlığı’nda görev yapmak olduğunu düşünen Dr. Sayek 1987 ve 1996 yılları arasında Sağlık Bakanlığı’nda Danışmanlık görevinin ardından kısa sürede Tedavi Hizmetleri Genel Müdür Yardımcılığı’na yükseldi. Sağlık Bakanlığı çalışmaları sırasında “trahom” konusunda Güneydoğu’da çok önemli bir çalışma yürüttü. Talasemi, diabet gibi kronik hastalıkları ile ilgili ülke düzeyinde programlar yapılması konusunda çalışmalar yaptı. Kan Bankacılığının yeniden düzenlenmesi alanında katkılar sundu. Dünya Bankası 1. Sağlık Projesinde eğitim sorumlusu olarak görev yaptı. Sağlık Bakanlığında 1996’ya kadar çalıştı ve emekliye ayrıldı. 1984’te Ankara Tabip Odası Yönetim Kuruluna aday oldu ve seçildi. 1984– 1986, Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyeliği, 1990–1994, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Üyeliği ve İkinci Başkanlığı ve ardından 1996–2006 yılları arasında, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığını üstlendi. Bu dönemde insan hakları, hasta hakları, hekim hakları ve kadın haklarının savunucusu oldu. Türk Tabipleri Birliğinde tıp eğitiminin önemini ön plana çıkaran çalışmaların başlamasını ve gelişmesini sağladı. Mezuniyet Öncesi Tıp Eğitim Raporunun hazırlanması konusunda verdiği destek bugün kurumsallaşan bir sürece dönüştü. Tıp eğitimi konusunda Türk Tabipleri Birliği’nde birçok raporun hazırlanmasında önemli katkılar sundu. Uzmanlık eğitimi ile ilgili Avrupa Tıp Uzmanları Birliği ile ilişkilerin güçlendirilmesi konusunda çalışmaları sürdürdü. Sürekli tıp eğitimi kredilendirme sisteminin Türkiye’de Avrupa’da birçok ülkeden önce başlamasını ve sürdürülmesini sağladı. Savaşa hep karşı oldu; bireysel silahlanmaya, mayınlara karşı duruşunu her ortamda sergiledi. Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesinde önemli katkılar sunarak tütünün sağlığa etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yaptı. Pratisyen hekimliğin bir “uzmanlık” alanı olması için çaba sarf etti. Türk Tabipleri Birliğinin birinci basamak hekimler için yayınladığı Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi’nin yayına girmesinde önemli bir rol üstlendi ve uzun yıllar editörlüğünü yaptı. 1999’da Cambridge İngiltere’de Liderlik kursunu tamamladı. Üretkenliğini uluslararası kapsama da taşıyan Sayın Sayek,
Dr. Füsun SAYEK (1947-2006)
Dünya Bankası 1. Sağlık Projesi Eğitim sorumlusu, Avrupa Birliği Türkiye Sağlık Uzmanı Komitesi Raportörü, Avrupa Birliği Biomed Projesi Danışmanı, Ulusal Körlükleri Önleme Komitesi Başkanı, Avrupa Konseyi Sağlık Komitesi Başkanı, Avrupa Konseyi Sağlık Komitesi Ülke Temsilcisi, Uluslararası Körlükleri Önleme Komitesi Ülke Temsilcisi, Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesi Sağlık Araştırmaları Danışmanı olarak görev yaptı. İstanbul Tabip Odası’nca 14 Mart 2006’da Hizmet Ödülü ile ödüllendirildi. Prof.Dr. İskender Sayek ile evli ve 2 kızı olan Dr. Füsun Sayek, 2005 yılında yakalandığı meme kanserinden 16 Ekim 2006 tarihinde hayatını yitirdi. Kaynak: www.fusunsayek.org.
10
Türk Tabipler Birliği Başkanı Füsun Sayek, Şubat 2005’te Başbakan Erdoğan ile “İğneyi doktora değil hemşireye yaptırırım, doktor damarı bulamaz icabında felç de edebilir.” sözleri nedeniyle polemiğe girmişti. Sayek “Canım Başbakan’a iğne yapmak istiyor” diyerek Erdoğan’a yanıt vermişti.
Cenaze töreninde yapılan konuşmadan: Bir güzel annenin Müberra Hanım’ın, bir güzel babanın Dr. Ali Tekeşin’in ilk çocukları Dr. Füsun Sayek… Kendi ifadesiyle; doktor olmak dışında seçeneği yoktu… Herkesin sandığının aksine; babası doktor olduğu için değil… Topluma yararlı olma isteği, toplumsal sorumluluk duygusuydu onu doktor olmaya yönlendiren. Hatta iki sevgili kardeşi Serap ve Oktay’ı da… 1963’te Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. Tıp fakültesindeki eğitimin ağırlığı yaşamın güzelliklerini görmekten ve göstermekten uzaklaştırmadı onu… Saçından ya da beyaz önlüğünün yakasından kır çiçeklerini eksik etmedi hiç. Aynı yıl kendi deyimiyle “kral”ını buldu. 1971’de evlendi. … Mücadeleci yönünü, 2004 yılında yaptığı bir konuşmada en iyi kendisi anlatıyor: “ en ağır sınavdan en saf olan geçer, öder geçer” diyor şair. Bizler de tüm saflık ve iyi niyetimizle, her gün hastalarımız karşısında, her gün aksak bir sağlık sistemi içinde sınavdan geçiyor ve bedel ödüyoruz. Anlatmama gerek yok; bu bedel erken ölümler, tükenmişlik ve meslek hastalıklarıyla sonuçlanıyor. İkinci işler, üçüncü işler peşinde koşturuluyor, her gün reçeteyle, ilaç reçeteleme engelleriyle, vergi konularıyla onurumuz kırılıyor, yaralanıyoruz. Safız, iyi niyetliyiz. Kamu yönetimi temel yasaları, sözleşmeli personel, performansa dayalı döner sermaye uygulaması ….. daha neler neler, üzerimize yığılıyor.
Dr. Füsun SAYEK
BAŞBAKAN’A İĞNE YAPMAK İSTİYORUM
2007 yılından itibaren her yıl gerçekleştirilen Füsun Sayek Sağlık ve Kültür Etkinliklerinde 2006 yılında kaybettiğimiz Füsun Sayek anılıyor ve yaşatılıyor. Etkinliklerde her yıl sağlık taramaları, konserler, sergiler, toplum söyleşileri, çocuklara yönelik sanat atölyeleri, dokümanter film gösterileri ve spor müsabakaları yer almaktadır. Etkinlikler Füsun Sayek'in eşi Prof.Dr. İskender Sayek öncülüğünde organize edilmektedir.
hayatın ağırlığıyla ütülendik temiz ve uslu ne zaman kımıldasak onlar yolumuzu kesti, aydınlandık Bu olumsuz ortamı değiştirebilmenin temel belirleyicileri olduğumuzu daha çok fark ettik. Kolay değildi, başardık ve bugün her şeye rağmen, tüm engellemelere rağmen çözüme yakınız. …
11
Çuçugamuşi Cumhuriyeti Sağlık Bakanı
Recep KARAdağlı ile Röportaj
Merhaba Recep Bey bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Erol abinizin ricası olmasaydı burada olmanız biraz zordu. Sizin iyi tanıdıklarınız vardı galiba yoksa randevu vermem herkese. Benden bir şey istemeye gelmediniz değil mi? Yok yok rahat olun. Önce biraz kendinizi tanıtır mısınız? 60’ta Erzurum’da doğdum. Allah’tan Karabük’e zorunlu hizmete gönderdiler de Erzurum dışında bir yer gördüm. 2 yıl pratisyen hekimlik yaptım. Sonra 13 yıllık süreçte asistanlık, uzmanlık, yard.doç.luk, ve doçentlik yapıp prof oldum. Galiba bir ara da askerliği aradan çıkardım. Peki neden tıp? Doktor olup çok para kazanacağımı sanmıştım. Liseden kalma ne hayallerim vardı benim. Erzurum’u satın almak istiyordum, evler, arabalar, yatlar katlar hatta darphane kurmayı bile düşünüyordum. Banknota koyacağım fotoğrafım bile hazırdı. Ah ahh… Neden siyasete atıldınız? Baktım doktorlukla bunlar olmayacak, Tayyeap de gel hacı parti yapıyoruz dedi dayanamadım valla. Meğer yanlış anlamışım! 12
Sağlık bakanı olma sürecinizi sizden dinleyebilir miyiz? Aslında ben maliye bakanı olmak istiyordum ama beni sağlık bakanı yaptılar, ben de şaşırdım. Performansımı artırıp maliye bakanlığına terfi etmeye çalışıyorum. Hatta doktor maaşlarını asgari ücrete indirirsem maliye bakanı yapacaklarına söz verdiler. Sözü geçmişken performansı biraz açıklar mısınız? Ya zaten bu yaptığımız değişiklikler doktorlara çok da koymaz. Onlar zaten eşek gibi çalışmaya alışmış. Bir de biz binsek tepelerine ne olacak. Yapmaya çalıştığımız şey altın semer vurmak sadece. Afsdajşfagfjka!! Anlamadınız sanırım. Tam olarak şu an uygulanan sağlıktaki performans yasasından bahsediyorum. Merak etmeyin iki seneniz kaldı siz de anlarsınız. Ne alıp veremediğiniz var doktorlarla? Koca bakan oldum hala benden çok kazanan doktorlar var, zoruma gidiyor hacı.
Hala eradike edilemedi mi onlar? 5 sene önce vardı ama… Bakmadım hiç ondan sonra. O kadar yüklendik, hepsinin köküne kibrit suyu… Hacettepe’nin de sizinle bir sürtüşmesi olmuştu. Bir de sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz? Ya durup durup para istiyorlar vermiyorum arkadaş. Batınca benim olacak Hacettepe, binecem üstüne, vuracam kırbacı vuracam kırbacı! Gençler Tayyeap Bey 5 dakikadan fazla konuşma demişti, süreyi de aştık bak. Size benden bir nasihat; bu devirde, hele de ben buradayken tıp fakültesi okuyanın aklından şüphe ederim. Yolunuz yakın; akıllı olun, adam olun ne olursanız olun ama doktor olmayın. Ama çok bozdunuz Recep Bey, acayip bozdunuz, öyle böyle değil yani bayağı bozdunuz, inanılmaz bozdunuz, önünü alamadık yani öyle bozdunuz ki, bir yerde duracak diye bekledik ama gene bozdunuz! Bu postayı koyduktan sonra kapıyı çarpıp çıkan portakal ekibinden bir daha haber alınamadı.
VUZUHSUZ HAYATLAR İbrahim AĞAÇKIRAN (twitter.com/#!/ibrahimagckiran)
Y
azıya nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü epey bir zamandır içimde yaşadığım fırtınaların, bu yazıya nasıl döküleceğini kestiremiyorum. Yaşadıklarım hem acizlik hem çaresizlik ve de karamsarlıktan başka bir şey değil. Ben zamanında milyonlarca kişinin hayallerini süsleyen, insanların uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp kazanmak istediği Hacettepe Tıp Fakültesi’ni kazandım. Nasıl mı oldu? Türkiye Cumhuriyeti’nde bu gerçekten kolay değildi. Daha küçücüktüm 12 yaşında, ilkokulu bitirip ortaokula başladığım zaman hafta sonları için dershaneye yazıldım. Öncelikle fen lisesi, sonrada güzel bir bölüm kazanmak istiyorsan bu şart dediler. Arkadaşlarım hafta sonu çocukluklarının tadını çıkarırken, ben dershanenin yolunu tuttum hep. Onlar çocukluk gelişimlerini doğal yolla sağlarken, ben kitaplarla soru bankalarıyla tamamladım. 3 sene tabiri caizse nefes almadan bu böyle sürdü gitti. Ve dedikleri gibi olmuştu fen lisesini kazanmıştım. Artık hayatımın değişeceğini düşünürken mükemmel bir kaosun içine düştüğümü fark ettim.4 yıl sonra gireceğim ÖSS’ye ilk seneden başlamıştım ve tabi yine hafta sonlarımın baş belası dershane eşliğinde. Lise hayatım boyunca periyot olarak ders çalışmadığım vakit çok nadirdir. Ek olarak senin kafan çalışıyor, TÜBİTAK olimpiyatları denen bir şey var, ona çalış dediler. Zaten ne geldiyse hep bu cümleden geldi başıma ‘senin kafan çalışıyor’. Kafamı o zamanlar o kadar gereksiz bilgiyle doldurmuşum ki şimdi daha iyi anlıyorum. Lise çağlarımda ortaokul yıllarımdan farksız gitti. Zaman olmuş milyonların başının belası ÖSS geçip gitmiş ve ben çocukluğumdan beri hayalini kurduğum Hacettepe Tıp Fakültesi’ni kazanmıştım. Tıp fakültesi okuduğumu okulun açıldığı ilk hafta banka kuyruğunda harç yatırırken, arkamdaki arkadaşın ‘neden bu kadar çok yatırdın ki, hangi bölümde okuyorsun?’ sorusuyla daha da iyi anladım. Başlarda işin doğal olarak heyecanını yaşarken okuduğum bölümün müthiş derecede yoğun olduğunu, hayatımdan hayat çaldığını zamanla fark ettim. Benim istediğim ya da kurguladığım yaşam kesinlikle bu değildi. Giderek başka hayatları kendi hayatımla kıyaslar hale geldim. Acaba benden başka kaç öğrenci komite başlangıcında haftalık 40 saat görünen program alıyordu. Ya da kim 2-3 ayda ancak öğrenilebilecek bilgileri 2-3 haftada öğrenmeye zorlanıyordu. Hocasının önünde benim kadar eğilen iki büklüm olan, ailesinden yemediği azarı hocasından yiyip de çıtını çıkaramayan benden başka kim vardı? Kendisine bir şeyler katmak için ya da ödev niyetiyle anamnez almak için bir başkasına yalvaran kim? TUS denen sınavı kazanmak için bir torba parayı dershaneye veren, hayatının azıcık kalmış olan boşluğunu dershaneyle dolduran kim? Yine ben yine ben yine ben. Bunları şikayetçi olduğum için mi yazıyorum, hayır. Bunu seçen bendim ne olursa katlanacaktım, katlanırım
da. Fakat beni şüpheye düşüren nokta, gösterdiğim bu kadar emeğin karşılığını ya alamayacak olursam… Herkesin ağzında garanti bir işin var daha ne istiyorsun cümlesi. O söyleyenlere sesleniyorum daha da mı olmasın? Neymiş efendim KPSS, KPDS, ALES gibi dertlerim yokmuş. Doğrudur haklısınız ben de bu ülkede bu tür sınavları savunmuyorum. Fakat TUS’u kazanamasan da atanıyorsun diyorsunuz ya, işte orda durun. Ben TUS’u kazanamadığım an hiçbir meslekte olmayan bir uygulamayla karşı karşıyayım. Okul biter bitmez mecburi hizmet. Sizler girdiğiniz sınavlarda yeterli bir puan alamadığınız taktirde bir sonraki sınav için evinizde oturup istediğiniz gibi hazırlanırken, ben köyümün birinde zor şartlar altında gece gündüz demeden hastalarımı iyileştirmek için koşuşturuyor olacağım. Ne olacak benim bir sonraki sınavım? Yalan… Doktor deyince akan sular dururdu zamanında. Altın bilezikti, hiçbir millet hiçbir zaman doktorsuz olamazdı, insanları sağlığına kavuşturuyordun bunun manevi kısmı paha biçilemezdi. Gördüğü hürmet, hastasını iyileştirdiği 70 yaşındaki amcanın genç bir doktorun eline eğilecek kadardı. Ne değişti, nasıl bu hale geldiyse bilmiyorum ama bir anda bu ülkede herkes doktor karşıtı oluverdi. Yok efendim doktor gereğinden fazla para alırmış, hastaneye gidiyorsan başka doktora da görün gereksiz ameliyat yaparmış, doktorlar da artık hiç insaf kalmamış milletin suyunu çıkarıyorlarmış. Hepsi bir havalardaymış hastaneye gidiyorsun yüzlerini göremiyormuşsun, diye gider sıralarsam. Herkesi suçlamıyorum, cidden bu konularda yetersiz bilgisi olup kulaktan dolma bilgileri fikir edinmiş insanlar var. Fakat bir o kadar da gerçekten bu işi bilen, bu işin içinde olduğu halde medyada, sokakta topluma yanlış izlenim veren, insanları yanlış yönlendiren kişi ve kurumlar var. İşte bunlar doktorun karizmasını, itibarını yerle bir edenler… Hiç unutmam bir iki sene önce devlet yöneticimiz ‘Türkiye’de profesör başına 3.5 öğrenci düşüyor, Almanya’da bu sayı 23. Bunun aksine doktor sayımız çok az, gerekli düzenlemeleri yapacağız’ demişti. Profesör konusunda dediğini gerçekten de yaptı. Çıkardığı tam gün yasasıyla Almanya’nın sayısını geçtik sanırım. Halka hastanede hocaların yüzünü göremiyorsunuz, artık bundan sonra gidip profesöre muayene olacaksınız dendi; bırakın hastanın profesöre muayene olmasını, ben artık eğitim aldığım insanları, hocalarımı hastanemde göremez oldum. Yapılan düzenlemeyle halka fayda sağlanacaktı ama olmadı, onu geçtim eğitim de sekteye uğradı. Doktor sayısını artıracağız söylemine mi ne oldu? Onu da söyleyeyim. Bu söylemin üstünden 4 TUS geçti ve her sınavda alınan asistan alımı azaltıldı. Her serviste ortalama birkaç uzman doktor ve altından sırasıyla gelen baş asistan kıdemli asistan çömez asistan olması gerekirken; koskoca servis bir ya da 13
iki tane asistanın koşuşturduğu çalışma ortamı haline geldi, gün aşırı nöbet tutan bir ya da iki asistanın… Performans değişikliğine gidildi. Nedenleri hasta geldiği gün hastanede muayene olmalı, doktora görünmeli denildi. Kötü mü, değil. Hastalar iyi olsun, dertlerine deva olunsun diye doktorlar var. Fakat doktorun da insanlar içinden bir insan olduğunu unutup üstüne bir de asistan kadrolarını azaltarak yaptınız bunu. Ne mi oldu? Doktor günde 60-70 hastayı muayene etmek zorunda kaldı. Bu nedenleri söyleyince de siz yemin ettiniz, hastalarınız için elinizden gelen her şeyi vicdanınız rahat olacak şekilde yapacaksınız, dediniz kendiniz bile inanmadan… Gazete dergi haberleri doktorların başına gelen trajik olaylarla doluyken onları koruyacağınıza, sağlıklı bir ülkenin her şeyi olur mantığıyla hareket edeceğinize,
bir tekme de siz vurdunuz. Sağlığın parayla alınamayacağını, Allah göstermesin ama bir gün herkesin doktora, onun yazacağı ilaçların umuduna kalacağını unuttunuz. Bunları doktor fedakardır, hastasını iyi etmeden uyuyamaz diyerek yaptınız. Haklısınız da, siz bu kadar adaletsizliği vicdanınızla muhasebesini yaptınız rahatsınız ya; doktorun hastalarına verdiği şifalarla vicdanı sizden daha rahat, kendini kimseye kanıtlamasına gerek yok bilesiniz… Bu yazının sadece benim düşüncelerim, benim iç sesim olduğunu düşünmüyorum. Benzer hayatların, benzer hisler içinde olan meslektaşlarımın haykırmak isteyip de haykıramadığı cümleleri kaleme aldığımdan eminim. Yazının başında da söylediğim gibi bunlar ve daha bir sürü nedenden dolayı karamsarım, karamsarız; çaresizim, çaresiziz…
ANKET katılımcı sayısı 160 kişidir.
Aşağıdakilerden hangisi Hacettepe'li bir tıpçının dönem 2'de olayları, gidişatı kavradığı halde dönem 3'te okula hâlâ devam etmesini en güzel şekilde açıklar? Sürü psikolojisi Retrograd amnezi Mazoşistik aktivite Hipnoz Stockholm Sendromu Anensefali
47 29% 10 6% 38 24% 4 3% 23 14% 31 19%
Kütüphaneyi hangi amaçla kullanırsınız? (Birden fazla şık işaretleyebilirsiniz) Uyumak için 41 Gece kalacak yer bulamadığım için 21 Önündeki çimlere oturmak için 39 Kahve içmek için 58 Sohbet etmek için 56 İnternete girmek için 48 Kız/Erkek tavlamak için 33 Ders çalışmak için 111 Kapının önünde sigara içmek 14 Arkadaşa bakıp çıkmak için 55 Yer tutmak için 50
14
26% 14% 25% 37% 36% 31% 21% 72% 9% 35% 32%
Tıpı seçme amacınız nedir? (Birden fazla şık işaretleyebilirsiniz) Aile baskısı 33 21% Puanım boşa gitmesin diye 77 50% Doktor olmak için 90 58% Kız çokmuş dediler geldik 14 9% Komşu teyzenin tansiyonuna bakabilmek için 13 8% Acıdan zevk aldığım için 24 15% Para kazanacağımı zannettiğim için 65 42% Zoru sevdiğim için 33 21% Hala bilmiyorum 46 30%
Hangi hocayı hangi meyve/sebzeye benzetirsiniz? • Tomris Erbaş - Naga Jolokia (Tanıyan bilir ne kadar acı olduğunu) • Tomris Erbaş - ananas • Tomris Erbaş - pırasa • Tomris Erbaş - kaktüs ya da dikenli kuşkonmaz • Tomris Erbaş - limon • Tomris Erbaş - vişne • Tomris Erbaş - karalahana • Tomris Erbaş - ananas (hem saçları ananasın tepesi gibi hem de hepimize çarşıdan "ananas aldırdığı için", anladın sen onu) • Alper Bektaş İskit kıvırcık marul • Ali Bülent Cengiz - patates • Alparslan Özyazıcı - hurma • Ali Oto - patates • Atilla Bozkurt - patlıcan • Ayşen Erdem - çilek gibi kadın çok şeker! • Miyase Bayraktar - kuru vişne • Serap Arslan - armut
• Serap Arslan - acur • İlkan Tatar - Lahana • Engin Yılmaz - portakal • Engin Yılmaz - enginar • Engin Yılmaz - ananas • O kadar iştah açıcı olduklarını düşünmüyorum. • Nuray Ulusu - domates • Nuray Ulusu - portakal • Dilek Ertoy Baytar - kayısı • Selçuk Dağdelen sarı kantaron • Kunter Yüce-patlıcan • Nuray Ulusu - patlıcan • İbrahim Güllü - Can erik • Selçuk Dağdelen – enginar (Soydukça içinde yeni bir şeyler çıkıyor ama tadı hiç güzel olmuyor) • Selçuk Dağdelen - Ispanak • Nur Çakar - mandalina (Derste tatlı sınavda ekşi) • Kamer Kılınç - fasulye • Kamer Kılınç - patates
• Meltem Tuncer - kara Lahana • Leyla Açan - kabak (5 dk sonra kabak tadı veriyor) • Hamdi Öğüş - brokoli • Rahime Şimşek - ayva • Nuran Yener - pırasa • Volkan Kaynaroglu - ananas • Sinan Beksaç - pırasa • Cumhur Özkuyumcu - kavun • Bülent Tırnaksız - armut • Bülent Tırnaksız- karpuz • Zafer Öner - yer elması • Aydan Usman - muşmula • Aydan Usman - Limon • Yeşim Çetinkaya - Armut • Lütfi Çöplü - muşmula • Meyveye benzetecek kadar okula gelip hocaları tanısam keşke! • Tüm histocular - İçi geçmiş karpuz (Dışardan bakarsın mükemmel ama…) • Nimete kötü denmez günah
15
En iyi hangi hocanın dersinde uyursunuz? • Hamdi Çelik • Kamer Kılınç • Leyla Açan • Miyase Bayraktar • Süheyla Özkutlu • Nuray Ulusu • Dicle Balkancı • Özay Gököz • Alparslan Özyazıcı • Hayat Erdem Yurter • Alper hoca hariç tüm farmacılar
• Aytekin Akyol. (Vücudumuzdaki hücre sayısı ile gökyüzündeki yıldız sayısı arasında dersin ilk 20 dk bağlantı kurdurmaya çalışıp sonra farenin genleriyle oynanan bir deneyi soru diye sorduğu için) • Gökhan Gedikoğlu • Meral Çalgüneri • Ethem Gelir • Sibel Ergüven • Serap Dökmeci • Derse gitmeden yatağımda uyurum
• Hatırlamıyorum • Hocalarda ayrımı sevmem, uykum geldi mi hepsinde uyurum • Uyumam, uyku problemlerim var. Geceleri de uyuyamıyorum. Sahi, çare sunacak biri var mı buralarda? • 8.40 derslerine giren tüm hocaların • Hangisinde uyumazsınız daha mantıklı sanki? • Tomris'te bile uyudum, her derste uyuyabilirim
En son okula ne zaman, niçin geldin? • Lanet nöroloji komitesi için! • Bugün, hocaların asistanlara toplantıda iltifatlarını(!) izlemek için. • Bugün, kütüphaneye ders çalışmak için • 1 hafta önce lab dersi için • Dün, sınav var dediler geldik • Zebehe kadar dens dens dens • Bugün, komite için • Komite sonrası da dahil olmak üzere kesintisiz her gün ders dinlemek için (Portakal: Ne demek istediğini biz de anlamadık! Asgdjsahdh!?!) • Bugün, sabah 9’daki vizit için, Cerrahi C grubundayım da ben. • Labdan laba sınavdan sınava • Kütüpe gelmek de okul sayılır mı? (Portakal: Evet hepimizin içinden aynı cevaplar geçiyor.) • Bugün, sınava girmeye gitmiştim. Ama sınav bana girdi! • Yok yazılmamak için bugün geldim • Bugün Osman hocaya naylon çorap vermek için geldim 16
• 2 hafta önce uyumak için • Dönemin başında gittim, tanışmak için. • Cuma günü, arkadaşlarla sohbet edeyim azıcık diye • Her gün derste uyumak için • Ders çalışmak için tabi ki ineğim ben • 2 gün önce gittim arkadaşın usb'sini vermek için • Can sıkıntısı • Her gün anlamsızca sabah sırf uyanmak için • En son ilk komite yaklaşırken sınav var dediler gittim o da yalan çıktı • Her gün hoca derste komite sorusu verir mi acaba diye • Geçen hafta arkadaşa bakıp çıkmak için • Dün, boş vaktim olduğu için • Öztürk’e uğrayacaktım, gelmişken bi bakayım amfi yerinde duruyor mu diye • Geçen derse gitmiştim ama yoldan çıkardılar kendimi batak masasında buldum • 2 gün önce, evim okulun dibinde bi uğrayayım dedim
• ATM’den para çekmek için geçen hafta gelmiştim • Bugün, sevgilimle buluşmak için • Bugün, genel cerrahide ders işlenir umuduyla • Hatırlamıyorum • Her gün, yemek için • Kayıt olduktan sonrasını hatırlamamayı tercih ediyorum • Her gün giderim hemen hemen mutlaka iş çıkar • Geçenlerde bilgisayar labını kullanmak için • Salı günü röprezantların ikram ettiği kuru pastaları yemek için • Derse girmeyeni eşekler kovalasın, diyerek komitenin başından beri derslere giriyorum • Yurtta canım sıkıldığı için her gün okula geliyorum • Bugün, dahiliyede yiyorsa gelme • Bugün, genel cerrahi stajını dikiş atmadan bitirmeyim, ameliyata gideyim de dikiş atayım diye • Halı saha maçı için • Sosyal çevreden çok uzaklaşmayayım diye
Sizce TEBAD’ın açılımı nedir? • Tıp Eğitimini Batırma Adlı Dernek
• Tıp Eğitimi Ve Bilişimi Anabilim Dalı
• Tıp Eğitimini Bağlayıp Attım Dereye
• Türkiye’nin En Berbat Anabilim Dalı
• Tıbbı En Büyük Acıya Dönüştürmek
• Tıp Eğitimini Bilmeyen Anabilim Dalı
• Tut ki Emelin Bağrına Ateş Düşmüş
• Tıbbın En Boş Anabilim Dalı
• Tamamen Eziyet Bıktırıcı Anlamsız Düzen
• "Teşekkür Ederim, Ben Almayayım." Demek
• Terk Eyledim Ben Anadolu Diyarını
• Terk Edilmiş Bilimsel Acayip Dal
• Tıp Eğitimi Ve Bilişimine Adanmış Denekler
• Türkiye Embesil Bağımlılar Ve Azgınlar Derneği
• Türkiye Emekli Bağkur Arkadaşlık Derneği
• Tıp Eğitimi Batsın Artık Derneği
• Tıpta Eziyet Birliği Anabilim Dalı
• Türkiye’deki En Bezdirici Anabilim Dalı
• Tıpta Exorcist Bakış Açısının Denenmesi
• Tüm Eksantrikler Bir Arada Değil mi?
• Tartışmasız En Bilinçsiz Anabilim Dalı
• Tıpta Ebenizi Becermek Amacımız Değildir
• Tıp Eğitimi Boş işler Anabilim Dalı • Tıpta Eden Bulur Anabilim Dalı
• Tanımlanamayan Ecnebi Böcükler Arası Dayanışma
• Tıpın En Bağnaz Adamları Dünyası
• Tıp Edep Bozdurur Ahlak Değişir
• Tıpçıya Eziyeti Borç bilen Anabilim Dalı
• Tattırdılar En Büyük Acıları Dıpçıya
• Tıp Eğitimini Berbatlaştırmaya Adanmış Doktorlar
• Tıp Eğitiminden Birşeycik Anlamayanlar Derneği • Türkiye Ezikler Birliği Araştırma Derneği • Trene Efektif Bakış Açısıyla Dalma
• Türkiye Elazığlılar Bölme ve Ayrıştırma Derneği • Tüm Eşekleri Bulma ve Anırtma Derneği • Tu Esta Bueno Atras Donde • Tıpta Eğitilmiş Birtakım Akılsızlar Derneği • Too Bad'in Yanlış Yazılmış Hali
• Melih Hocanın Kıllı Elleri
• Tıbbın Ebesini Belledik Anası Duruyor (Çorumca Oldu Ama)
• Tıp Ekşisi Ve Bilumum Acılı Dürümleri
• Türkiye EBediyen Ateistlerle Dolsun
• Tıpçılara Eziyet Bitmeyecek Anabilim Dalı
• Tanzanya Eğitim Bilimleri Araştırma Derneği
• Tek Eğlencem Biraz Alkol Dü
• Turuncu Eğitim Binasına Adanan Düşler
• Türkiye Eğitimci Bilim Adamları Derneği
• Türkiye'nin En Bölücü Anarşist Derneği • Tehditkar Eleştiri Bildirimi Anabilim Dalı
• Tarzı En Belli Asker Düğünü
• Tıp Eğitimi Bilişimi Anabilim Dalı (Sıktım yanlış olabilir) (Portakal: Senin yanlışına can kurban bir de belirtmiş)
•
İnsanın kendini en özgür hissettiği zaman komite çıkışlarıdır. Eğer hiç komiteye girmemişse ne kadar özgür olduğunun farkına hiç varamayacaktır.
•
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini birincilikle bitiren S.A.’dan şok itiraf “Hala damar damar üstüne binmeyi öğrenemedim!”
•
Bülent hocanın duaları sayesinde koteri icat edenler cennete yükseldi…
17
Basketbol Takımı Serkan TAKTUK, Huriye YÜRÜK
1
.Lige yükselme hedefiyle yola çıkan Hacettepe Üniversitesi Spor Kulübü erkek basketbol takımı bu yolculuğuna 2008-2009 sezonunda basketbolun 3. ligine karşılık gelen Erkekler Bölgesel Basketbol Ligi’nde (EBBL) mücadele ederek başladı. EBBL’de mücadele ettiği ilk sezonu tek mağlubiyetle şampiyon olarak tamamlayıp Türkiye Basketbol 2. Ligi’ne (TB2L) yükselen Hacettepe Üniversitesi, ilk sezonunda yer aldığı A grubunu 22 maçta 20 galibiyet ile lider tamamlayarak play-off’a kaldı. Play-off turlarında önce Optimum TED Ankara Kolejliler’i sonrasında da Gelişim Koleji’ni geçen Hacettepe Üniversitesi Dörtlü Finaller’i Trabzonspor Basketbol ile Olin Gençlik’in ardında 3.sırada tamamlayarak BEKO Basketbol Ligi’ne yükselme şansını son maçta kıl payı kaçırdı. 2010-2011 sezonuna Alp Bayramoğlu yönetiminde Beko Basketbol Ligi parolasıyla başlayan Hacettepe Üniversitesi B grubunda yer aldığı normal sezonu 2. olarak tamamlayıp play-off mücadelesi yapmaya hak kazandı. Pertevniyal ve Vestelspor’u geçerek
Oyuncular
tekrar Dörtlü Finaller’e katılmaya hak kazanan takımımız İstanbul ve Eskişehir’de oynanan maçlar sonucunda Genç Banvitliler ile birlikte BEKO Basketbol Ligi’ne yükselmeye hak kazandı. Herkesin övgüyle söz ettiği basketbolu ve taraftarlığın ne demek olduğunu bilen saygın taraftar grubuyla Beko Basketbol Ligi’nde yoluna devam eden takımımız sezonun ilk yarısında bu ligde kalıcı olduğunu ve tüm takımları yenebilecek güç ve azmi taşıdığını gösterdi. Pek çok kulübün kendi sahasında ulaşamadığı taraftar sayısına deplasmanlarda bile ulaşmayı başaran takımımız bu desteği şüphesiz arkasında hissetmektedir. Çoğunluğunu Hacettepe Üniversitesi öğrenci ve personelinin oluşturduğu taraftar grubundan tüm basketbol camiası övgüyle söz etmektedir. Takıma olan desteğin gün geçtikçe artacağı ve takımın adından çokça söz ettireceğini öngörmek hiç de zor olmasa gerek.
Mevki
Boy
Kilo
4
Özgür Adıgüzel
Oyun Kurucu
1.96
90
5
Derya Yannier
Oyun Kurucu
1.91
85
7
Murat Kaya
Oyun Kurucu
1.94
98
9
Önder Külçebaş
Pivot
2.07
104
10
Serkan İnan
Forvet
1.98
94
11
Sherron Collins
Oyun Kurucu
1.80
99
12
Hüseyin Beşok
Pivot
2.12
105
21
Ricardo Marsh
Forvet
2.07
100
22
Matthew Bryan-Amaning
Pivot
2.05
109
24
Melvin Sanders
Oyun Kurucu
1.96
94
33
Ulaş Peker
Oyun Kurucu
1.91
85
44
Ali Işık
Pivot
2.05
109
18
Alp BAYRAMOĞLU
Alp BAYRAMOĞLU Hocam bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Alp Bayramoğlu kimdir? 1969 Zonguldak doğumluyum. Genel olarak iyi bir insanım. Düzgün, efendi, sakin, çok sinirlenmeyen (basketbol dışında), öğrencilerle arası iyi olan, öğrenci lehine düşünen, öğrenciye pozitif bakan, öğrenciye değer veren. (Öğrencilerle konuşuyoruz ya o yüzden, prim yapalım diye söylüyorum) Genel anlamda yıllardır basketbol işiyle uğraşan, tıp ile basketbolu bir arada götüren, düzgün bir aile yaşantısı olan, akşam evine giden, hafta sonları yine basketbolla ilgilenen işte öyle bir insan, öyle bir öğretim üyesi Alp Bayramoğlu. Sizin için basketbol ve tıbbı bir arada yürütmek çok zor olmuyor mu? Oluyor, oldu da. Sabah erken gelip akşam eve geç gitmek. Bütün kalan zamanını basketbola ayırıyorsun, pazar da dâhil. Biraz diğer işlerden kısıyorsun. Aile de alıştı artık buna, o yüzden bir yaşam biçimi haline geldi. Zor hakikaten ama isteyerek yapıyorsun zaten ve alıştığın için de sorun olmuyor. Bir yerden sonra bu senin günlük tempon oluyor ki o da iyi bir şey aslında. Peki, tıbbı neden seçtiniz? Aslında tıp olsun diye çok bir isteğim yoktu. Saplantı şeklinde değildi bende; ama ailemde çok fazla tıpçı olduğu için –abim de tıp fakültesindeydi- ben başka bir şey bilmiyordum o dönemde. O yüzden tıp yazdım; ama ilk tercihim endüstri mühendisliğiydi, ikinci tercihim Hacettepe tıptı, ikinci tercihim oldu.
O zaman neden anatomi diye soralım? Dönem 2’de ilk kemik dersleriyle, temporal kemikten sonra hayran oldum anatomiye. Özellikle temporal kemiğin tabanındaki delikler için, foramen ovale falan. Foramen ovale’yi görünce zaten anatomist olmalıyım dedim. Anatomide çok sevdiğim abilerim, büyüklerim vardı. Biraz onların yönlendirmesiyle anatomi oldu aslında. Başarılı bir öğrenci miydiniz yoksa basketbolu takip edeceksiniz diye dersleri arka plana mı attınız? Ben kendimi başarılı görüyordum; ama notlar o kadar iyi değildi. Ama bence başarılıydım yani. İyi bir nosyonum oluşmuştu, seviyordum çalışmayı. Tıp yazdığınız için hiç pişman oldunuz mu? Olmadım aslında. İyi geçti, öğrenciliğim de çok keyifli geçti. Sevdim hastane stajlarını da internlük zamanlarını da. Anatomi asistanlığını da severek yaptım. Hastanede olmak zaten keyifliydi. Hiç düşünmedim yani bırakmayı. Pişmanlığım olmadı hiç.
gerekiyor. İşte o şekilde hallediyoruz. Tabi şaka tüm bunlar. Öyle bir şey olursa elde çiçek, hediye falan ne oldu diye acayip şaşırırlar yani. Hayırdır yani… Eşim öğrencilikten beri bildiği için beni, oyuncu olduğum dönemden falan alışkın yani, problem yok. Basketbola ne zaman başladınız? İlkokulda. 1978-79 civarı. İlkokul 5’te okul takımında oynuyordum zaten. Hacettepe Basketbol Takımı nasıl kuruldu? Bu bizim öğrenciliğimizden beri hayalimizdi aslında. Biz de ‘Hacettepe gibi bir yerde neden olmasın?’ diyorduk. Hacettepe de çok büyük bir kurum çünkü. Doğru bir yapılanma ile bizim de biz basketbol takımımız olabilir diye düşündük. Hem sosyal bir aktivite olur öğrenciler için, mezunlar için. Etrafında toplanma vasıtası olur, bir motivasyon olur diye düşündük. Popüler bir spor zaten. Öğrencilikten beri düşlediğimiz şeyi gerçekleştirdik aslında.
Eşinizle okulda mı tanıştınız? Evet. Hacettepe’de o da bizim dönem arkadaşımızdı. İlk görüşte aşk… Sürekli eve geç gidiyorsunuz. Çocuklarınızla ya da eşinizle, sorun olmuyor mu? Problem çıkarmıyor mu evde? Yani işte bütçe için kötü oluyor. Her akşam çiçek, hediye… Gönül almak
19
Hacettepe’nin futbol takımı vardı zaten, neden basketbol takımı? Futbol takımı Hacettepe’nin değildi aslında. Futbol takımı kendi ayrı bir futbol takımıdır. Burayla, Hacettepe ile alakası yok. Biz üniversitede elit bir spor olsun istedik açıkçası. Öğrencinin de her kesiminin ilgisini çekebilecek bir spor. Uğur Erdener hocamızın da rektör olmasıyla birlikte ki Uğur Erdener, 4 senedir, kuruluşundan beri bu kulüpte olan biri, burada antrenörlük yapmış biri olarak hocamızın rektör olmasıyla birlikte böyle bir proje sunduk. O da destek oldu ve bu kadar kısa sürede bugünlere, Beko Basketbol Ligi’ne ulaştık. Sıfırdan başlayıp 4 sene içinde buralara gelmek büyük bir başarı. Nasıl bu kadar hızlı ilerleyebildik? Takım yeni; fakat biz yıllardır basketbolun içindeyiz. Birbirini anlamayla, iyi mücadele etmeyle başardık. Hocalarınız çok destek oldu. Çünkü bu iş; hem maddi hem manevi olarak ağır bir yük, özveri isteyen bir iş. İlk başladığınızda buralarda olacağınızı düşünmüş müydünüz? Tabi, tabi. Mutlu hocanızın bir slaydı vardır, hatta hala duruyor. İlk günle birlikte, 4 yıl önce, bizim hedefimiz olarak Beko Basketbol Ligi’ne 7.sıraya Hacettepe’nin adını koymuştu Mutlu hocanız. Hedefimiz buydu yani, buraya çıkmaktı. Bundan sonraki beklentileriniz nedir? Bu takım artık kurumsal bir değer oldu üniversite tarafından. Aslında tepkili olanlar da var benim duydu-
20
ğum; ama öğrenciler tarafından çok sevildi. Beytepe ile Sıhhiye kampüsünü birleştirdi. Deplasmanlara inanılmaz öğrenci geliyor, gurur verici. Benim tüylerim diken diken oluyor maçlarda. O tezahüratlar… İzmir’de, Trabzon’da, Bandırma’da… Oraların inlemesi çok büyük keyif veriyor bana. Gitgide büyüyeceğini düşünüyorum. Öğrencilerin de o aidiyet duygusunu daha çok kazanacağını düşünüyorum. Belki bununla Hacettepelilik kimliği daha da duygulu, coşkulu olacak. Ben böyle düşünüyorum en azından maça gelen, tezahüratlarda bulunan o kadar öğrenciyi gördükçe. Bunu da daha ileriye götürüp, kurumsal olup Avrupa Kupalarında Hacettepe’nin adını duyurmak amacımız. Artık her anlamda kendi kendini çeviren bir yapı haline geliyoruz gelirler, kaynaklarla. Mesela
öğretim üyelerimizin çocukları, benim de çocuklarım - iki oğlum- onlar da alt yapıdalar. Spor okullarına geliyorlar. Ayrıca doğru bir model olduk. Bu birçok kulüpte yok. Spor birimleriyle ortak çalışıyoruz, spor hekimliğiyle ortak çalışıyoruz, her konuda alışveriş içindeyiz. Çok doğru bir kulüp yapılanması oldu ve ben en çok da Türkiye için önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Hacettepe Üniversitesi, multidisipliner şu anda basketbolda. Bu kadar multidisipliner çalışan başka bir takım yok. Tabi biz üniversite olmanın ve tıp fakültesinde olmanın faydalarını yaşıyoruz. Umarım model olarak Türk sporuna da faydalı olur. Hacettepe dışında başka bir takımda olmayı düşündünüz mü? Yani sizin için önemli olan Hacettepe’de olmak mı yoksa başarılı bir takımın başında olmak mı? Hacettepe’de olmak çok büyük ayrıcalık. Ben yıllardır Kolej’de, dışarıda antrenörlük yaptım. Sonra Hacettepe’de olunca… Hacettepe bizim kendi çocuğumuz gibi, çok farklı bir duygu. Bu bizim öğrencilikten beri hayalimizdi ve bu hayal gerçek şu anda. Hacettepe bu açıdan benim için çok önemli. Başka bir yerde olmak çok zor. Bunun maddi bir tanımı yok. Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi olmam da benim için çok büyük bir değer. Benim en sevdiğim
işler bunlar ve bunları birlikte yapabiliyor olmak zaten müthiş. Hacettepe Basketbol Takımı çok yeni bir takım. Bu zamana kadar, özellikle ekonomik ne gibi problemler oldu? Şu an ne durumdayız? Ekonomisi tabi bu işin en önemli ayağı bence; çünkü organizasyon olarak iyi bir noktadayız. Sponsorluklarla ilgili hala çalışmalarımız devam ediyor. Sponsorlukları yakalamamız lazım, uğraşıyoruz. Mutlu hocamız çok uğraşıyor, organizasyonun başında o var. Şu an biliyorsunuz rektör değişikliği de oldu. Onlarla da konuşuyoruz, onlar da destekleyecektir. Sonuçta yine çalışmalar devam ediyor. Tabi bunu kurumsal bir hale getirmek lazım. Biz olmasak da devam edebilmeli, kişilere bağlı olmamalı yani. Biz olmasak da yıllar sora emekli olduğumuzda, burası bizim büyüttüğümüz, emek verdiğimiz çocuğumuz olarak, bir marka, bir değer olarak kalmalı. Bu bizim için büyük keyif olur. Sizin için basketbolda, sahada önemli olan ne? Maç nasıl kazanılır? Takım olmak çok önemli benim anlayışıma göre, birbirine destek olmak çok önemli. Zor bir iş çünkü. Sahada her zaman her şey iyi gitmiyor. Onu pozitife çevirmek için takım ruhu çok önemli. Turnike kaçırabilirsin, bomboş pota altı kaçırabilirsin. Birbirine destek olması oyuncuların, o takım kimliğini oluşturmaları en
önemli iş. Benim birinci sırada söylediğim şey bu, taviz vermeyeceğimiz tek iş. Sizi alkışlattıran ve sinirlendiren ne? Çok görmüyoruz ama bazen tablayı yere fırlattığınız da oluyor. Genelde tabi olumlu bir şey olunca alkışlıyorsun. Yere vurduğum anlar işte o takım ruhuyla ilgili sıkıntı olduğu zamanlar. Maçlarda hatalarımız olabiliyor tabi. Savunmada falan hata olduğunda kızmıyorum, asıl o takım havasından uzaklaşmak beni kızdıran. Soyunma odasında ne konuşuyorsunuz? Bizim en çok dikkatimizi çeken olay şu ki biz kazandığımız maçları 3. çeyreğin başında kazanıyoruz; kaybettiğimiz maçları da orada kaybediyoruz. Soyunma odasında ilk devre yaptığımız hatalardan, yapmadıklarımızdan konuşuyoruz. Bir de tabi birkaç tane motive edici şeyler de oluyor arada. Genelde 3.periyotlara aslında bir dönem daha kötü başlıyorduk ama son kazandığımız maçlarda daha iyi başlıyoruz. Herhalde daha bir uyanmış oluyorlar oyuncular. Demek ki etkisi var devre arasının, konuşmaların. Sizce Türkiye Ligi nasıl? Türkiye Ligi bu sene gerçekten çok iyi oldu. Bu sene Türkiye Ligi hakikaten Avrupa’nın en iyilerinden biri. Bak-
tığın zaman zaten oyuncu kalitesinden net olarak görüyorsun. İspanya, İtalya, Rusya, Türkiye… Önce Yunanistan vardı mesela; ama bu sene Yunanistan’ın çok önünde bizim ülkemiz. Zaten zamanın en pahalı liglerinden biri oldu bu sene. Ligde en beğendiğiniz oyuncu kim? Murat Kaya. Murat’ı ne zorluklarla aldık, en beğendiğimiz oyuncu. NBA’i soralım o zaman? Chris Paul. Benim zamanımda John Stacker Sizin oynadığınız mevkiyle alakası var sanki. Orası dikkat çekiyor. E tabi. 1 numaralar her zaman biraz daha dikkat çeker. O dönemde John Stacker sahada 1 numaraydı. O yüzden beğenirdik oyunculuğunu. Chris Paul de iyi oyuncu ama. Ben takımı oynatan guardları daha çok seviyorum. Hem kendilerini hem de etrafındakileri değerli hale getiren oyuncular daha değerli. Takım ruhunu öne çıkarıyor. Oyunculuğunuz döneminde kendi sahanızdan basket attığınızı biliyoruz. Doğru mudur? Var öyle bir olay. Galatasaray maçında sahadan devrenin sonunda attığım sayıyla 1 sayı önde bitirdik maçı. Öyle bir anım var hakikaten.
21
Mutlu HAYRAN
Sizin basketbol geçmişiniz nasıl başladı hocam? Benim daha çok seyirci ağırlıklı. Sporu takip etmekten hoşlanırım. 2008’den beri buradayız. Artık meslek gibi oldu. Oynamayı sevmiyor musunuz? Öyle kendi aramızda işte. Oynamaya oynarım da profesyonel olarak oynamışlığım yok. Hem dersler hem basketbol, sizin için zor olmuyor mu? Zamanlama meselesi her şey. Hayatta her şeyi gözünde büyütürsen, televizyon izlemek bile zor gelir insana, kumandaya uzanıp kanal değiştirmek bile. Yeter ki zamanını sen doğru ayarlayabil. Bir işe başla, o zaman çok zaman çıkar sana, onu da yaparsın ötekini de. Öğrenciyken mesela klasik gitarla uğraşıyordum o zaman da. Ama bıraktım. Belli bir
seviyeden ileri gitmek için çok daha fazla zaman ayırmak gerekiyor. Yurtdışına gittim, ihtisasımı orda yaptım, o dönem bıraktım; ama yine de bir şeylerle uğraşmak lazım. Yoksa kafa bir yerde gömülü kalıyor. Sadece ders, sadece ders, ne kadar çalışırsan o kadar çok çalışacak şey çıkıyor. Çalışmak ve akademik kariyer tabii ki çok önemli. Ama oradan arada bir sıyrılıp daha fazla sosyal olabilmek, bu açıdan da hayata bakabilmek lazım, o pratiği edinmek lazım. Aksi takdirde bunu fark ettiğinde 40 yaşına gelmiş olabilirsin. Böyle olunca da asosyal, hayatından memnun olmayan, hastalarına somurtarak bakan bir doktor olarak kalabilirsin. Siz başarılı bir öğrenci miydiniz? Ben okulda dördüncü ya da beşinciydim. (gülerek) Yok, ilk seneler çok iyi değildi; ama sonraları keyif alıyordum. B1, B2 civarıydım. Dersi ne kadar iyi dinlediğinden çok; doktor
olmayı ne kadar çok istediğin daha önemli. Doktorluğu ne kadar çok severek mezun olacağınıza bakın. Onu yakalamak önemli. Derslerin belli bir dönem düşük olması bundan sonra da öyle olacağı anlamına gelmez. Biz bunun farkındaydık. Üniversite yıllarınızda Alp Hoca ile birlikte miydiniz hep? Yok. Hep birlikte değildik. Amfilerimiz de farklıydı zaten. ALP HOCA: Bizim bekâr evimiz vardı bir tane. İki arkadaş kalıyorduk. Benim ev arkadaşım, dönem arkadaşım Mutlu’nun da amfiden arkadaşı Bülent’ti. Mutlu da sürekli bize gelirdi, hep bizim evde olurduk yani genelde. MUTLU HOCA: Onlar yemek yapmayı bilmezdi, ben yemek yapardım onlara. Ortak bir anınız var mı aklınızda kalan? ALP HOCA: Dönem 2’de Dünya Kupası maçları vardı televizyonda. Biz de finale çalışıyorduk. Finale yakın, herkes çalışıyor. Her gün üç maç vardı. Dedik ki; günde şu kadar çalışan bir maç izlesin, şu kadar çalışan iki maç izlesin, şu kadar çalışan üç maç izlesin. Öyle bir kural vardı. Biz kuralı öyle sıkı koymuşuz ki bitiremiyorduk hiç, günde bir maç belki izleyebiliyorduk. Bir de diğer arkadaşımız vardı. O da boyuna günde üç maç izliyor. Biz de dedik: Eyvah, nasıl çalışıyor adam. Meğer o diğer arkadaş uyduruyormuş çalışıyorum diye. Sonra o kaldı. Biz geçtik; ama maçları izleyemedik. ALP HOCA: Bu gazetecilerden de gördüğümüz gibi tıp fakültesinden doktor dışında her şey çıkıyor.
22
Murat KAYA
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Murat Kaya. Büyük Kolej’de başladım basketbola. (İlk antrenörüm Mutlu Hoca) 6 sene Büyük Kolej’de oynadım. Sonra Galatasaray’a gittim 4 sene. Milli Takım’da oynadım. 6 yıl A Milli’deydim. Kaç yaşında başladınız basketbol oynamaya? 9 yaşında başladım. 17 yıldır oynuyorum. Buradaki ortam nasıl peki diğer takımlara kıyasla? Gerçekten burada çok güzel bir ortam var. Gerek takım içinde olsun, gerek organizasyonda olsun kulübün çok eski bir mazisi olmamasına rağmen her şey tıkır tıkır işliyor diyebilirim. Çoğu kulüpte bunu yakalamak çok zor. Hem böyle bir arkadaşlığı hem de böyle bir antrenör-oyuncu ilişkisini yakalamak gerçekten zor.
Burada bu sağlam yani. Kısa sürede bu sağlanmış. İnşallah bunun üzerine koyarak devam eder. Çünkü biz deplasmana gidiyoruz; 4 otobüs, 10 otobüs öğrenci desteği geliyor ve bu birçok takımın kendi sahasında bile bulamadığı bir destek. Böyle potansiyeli olan bir yerinde hep üzerine koyarak gideceğini düşünüyorum. İnşallah da öyle olur. Üniversite hayatınızdan biraz bahseder misiniz? Hacettepe Üniversitesi öğrencisiyim. Spor bilimlerindeydim. Atılmıştım, İstanbul’a gidince 4 sene gidememiştim. Afla tekrar girdim. Şu an hala Hacettepeliyim. Kaçıncı sınıfsınız? 2,5 falan. Basketbol dışında yaptığınız aktivitelerden bahsedelim. Öyle özel bir aktivite yok. Zaten pek bir zamanımız olmuyor. Hafta içi
her gün antrenmandayız. Akşamları anca eve gidiyoruz. Eşimle öyle evde zaman geçiriyoruz. Sizin gelecekle ilgili planlarınız neler? Daha oynamaya devam edeceğimi düşünüyorum Hacettepe’de. Geçen sene kötü bir sezon geçirdim. Onun üzerine burada tekrar kendime geldim, kendimi buldum. İyi de gidiyor. Daha iyi olacağını da düşünüyorum. Bazı alışkanlıkları oyuncu oynadıkça yerine getiriyor. Ben de burada kendime geldim. Artık daha iyi olacağımı ve takıma daha iyi katkıda bulunacağımı düşünüyorum. Avrupa ya da NBA gibi bir hayaliniz var mı? Yani öyle bir fantezim yok. Yaşımız geçti. Ama olursa olur. Yoksa illa olsun diye bir düşüncem yok. Bu sürecin başından beri emeklerini esirgemeyen baş antrenör Alp Bayramoğlu ve genel menajer Mutlu Hayran’a, bizi antrenmanlarına misafir olarak kabul ettikleri için ve bize zaman ayırdıkları için teşekkür ederiz.
23
FRANSA
- Beyler, az evvel Fransız bir turist bana Sultanahmet'e nasıl gideceğini sordu, ben de onu Sultangazi'ye yolladım! Fransa daha bu başlangıç! - Az önce Fransa'yı protesto için Fransız lisesinden aldığım diplomamı yırttım. Artık ortaokul mezunuyum. Yazıklar olsun. - Ülkenin hava durumu: Carla karışık Sarkozy - “DiaSA, Sabancı ve İspanyol DIA ortaklığıyla kurulmuştur.” diye SMS atan DiaSa'ya “Abi tamam sakin biz seni biliyoruz” diye cevap yazdım. - Le Cola'yı Fransız malı zannedip arkadaşlarla BİM'i bastık, feyizli bir abi bizle sohbet etti. Şimdi namaza gidiyoruz. Nereden nereye. - SON DAKİKA!!! Flash Tv, Fransa'yı boykot etme amaçlı halayı durdurduğunu açıkladı! (Şaka lan şaka halaya devam tey tey tey) - Fransız mallarını 150 yıldır boykot eden nice zenginler biliyorum, almış şarabı içmiyor adam, sırf boykot için. İşte milli şuur budur be! - Sırf Fransa’ya boykot olsun diye Fransız kız arkadaşım Caressa'yı terk ettim. Böyle de milliyetçi bir adamım. - Fransa’ya tepkimizi gösterirken bile Fransızca kökenli "boykot" kelimesini kullanıyoruz yazık… - Temel bugün yapmış olduğu basın toplantısında hiç bir Fransız ile aynı fıkrada yer almak istemediğini belirtti.
BEDELLİ ASKERLİK
SOSYAL MEDYA
GEYİKLERİ İbrahim AĞAÇKIRAN
- - - - - - - -
Komutan: Nasılsın asker? Askerler: Vadaaaaaaaaa Bülent Ersoy bile askerliğini yaptıktan sonra kadın oldu. Kredi kartı ekstrelerinde “Vatan Borcu” mu yazacak? Askerliğini yapanlar künyelerini saklar, bu yeni bedelli ile gidenler dekontlarını saklarlar artık. Şafak kaç? 20 bin kaldı! Bazıları hayatları boyunca “Acemi” bile olamayacak... Komutan: Nasılsın asker? Asker: Bey diyeceksin! Sırf bedelli olduğu için kadınlar da sidik yarıştırmak için askerlik yapar. “Şekerim geçen hafta sonu askere gittim ay nasıl güzel nasıl güzel.”
SABRİ SARIOĞLU
- 1984 yılında modern futbola bir tepki olarak doğdu. - Sabri gibisin sevgilim, hareketlerine anlam veremiyorum. - FIFA tarafından altıntopa aday gösterilmeyen Sabri Sarıoğlu, bağımsız aday olduğunu açıkladı. - Yine Sabri sırtlıyor takımı - 7 maç üst üste Sabri ’siz galibiyetlerden sonra 7,5’uncu maçta Sabri şoku! Yine Sabri… (Samsun maçı ilk yarı sonrası) - 10 tane Halil Sezai gelse de, Galatasaraylı taraftarların Sabri'ye ettiği isyanın yanından geçemez. - Her maç olduğu gibi yine Sabri maçın keder adamı. - Sabri seni arkeoloji müzesine bağışlayıp, yılda bir ziyaretine gelmek istiyorum. - Cerrahi müdahale sonucunda Sabri’nin çapraz bağlarının düz olduğu ortaya çıktı. O yüzden kaleyi tutturamıyormuş. Fotoğraflar bobiler.org dan alıntıdır.
24
tıp haberleri Kanserde Tedaviye Yanıtı Hemen Saptayan Optik Testler! Ozan YAR
B
iomedical Optics Express dergisinin Aralık sayısında yayımlanan çalışma sonuçlarının kanser tedavisinin planlanması ve uygulamasında önemli gelişmeler sağlayabileceği belirtiliyor. Belirli kanser hücreleri insan epidermal büyüme faktörü reseptörü 2 (HER2) adı verilen proteinleri normalden fazla sayıda sergiler. Sağlıklı hücrelerde HER2 hücre büyümesine yardımcı olur. Ancak HER2’nin fazla okunması en agresif meme kanseri formlarından birinin belirtecidir. Büyüme faktörlerine bağlanan ve onları bloke eden ilaç-
TENNESSEE - Pek çok kanser tedavisi, kanser hücrelerinin dışında çoğalan spesifik proteinleri hedef almaktadır. Ancak tedaviler mükemmel değildir ve kanser her zaman yanıt vermez. Kanser tedavilerinin etkinliğinin arttırılması için çalışan, Vanderbilt Üniversitesi araştırmacıları, tedavi yanıtını hızlı, doğru ve maliyet etkin bir şekilde değerlendiren ve kanser hücre kültürlerinin belirli bir ilaca yanıtını optik olarak test eden yeni bir yöntem geliştirdiler.
rölatif kullanımını ışık frekansıyla hücreleri parlatarak görselleştirdiler. Bu, doğal floresana karşı iki farklı metabolik molekülün oluşmasına yol açar. Daha sonra araştırmacılar optik redoks oranı diye adlandırdıkları, floresanın iki düzeyi arasındaki oranı hesapladılar. Takım, test ettikleri farklı hücre çizgilerinden HER2 hücrelerinin en yüksek optik redoks oranına sahip olduğunu buldular. Ayrıca, HER2 kanser hücreleri HER2 bloke edici bir ilaçla tedavi edildiğinde oranın azaldığını buldular. Ancak bu azalma ilaca dirençli kanser hücrelerinde gözlenmedi. Bulgular gelecekteki invivo çalışmalar için bir zemin oluşturmakta ve gerçek zamanlı tümör yanıtı tedavisinin optik olarak ölçülmesine ümit vaat etmektedir.
KAYNAK: Optical imaging of metabolism in HER2 overexpressingbreastcancercells. AlexWalsh, Rebecca S. Cook, BrentRexer, Carlos L. Arteaga, Melissa C. Skala. BiomedicalOptics Express, 2011; 3 (1): 75 DOI: 10.1364/ BOE.3.000075
ların, bazı kanser hastalarında yaşamı uzattığı gösterilmiştir ancak HER2 tümörlerinin yaklaşık %30’u ilaçlara yanıt vermemektedir. Bu yanıtsız tümörlerin erkenden tanımlanabilmesini sağlayan testler, doktorlara, hasta sonlanımlarını iyileştirebilecek önemli tedavi kararlarını vermede yardımcı olabilir. Testi tasarlayabilmek için, Vanderbilt araştırmacıları, bazı kanser hücrelerinin normal hücrelere kıyasla tercihli olarak farklı bir metabolik yolak kullandığı gerçeğinden yola çıktılar. Araştırmacılar farklı yolakların 25
MS, Alzheimer Gibi Beyin Hastalıklarında Kan-Beyin Bariyeri Aşıldı Ozan YAR
Ç
alışmanın araştırmacıları, vücut tarafından üretilen adenozin molekülünün beyne ulaşması gereken büyük molekülleri modifiye ettiğini keşfetti. İlk kez bu çalışmada adenozin reseptörlerinin kan-beyin bariyeri hücrelerinde aktifleştiğinde, bariyerin aşılabileceği belirlendi. Çalışmayı fareler üzerinde yapan araştırmacılar, bu bulgunun insan
Alzheimer ve beyin kanserlerinde ilaçlar artık daha etkili olabilecek NEW YORK - Cornell Üniversitesi araştırmacıları, bin yıllık bilmeceyi nihayet çözmeyi başardı. Bilim adamları, kan-beyin bariyerini güvenli bir şekilde aşarak, Alzheimer hastalığı, multipl skleroz ve merkezi sinir sistemi kanserlerinin tedavisinde ilaçların etkili bir şekilde tutulumlu bölgelere ulaşmasını sağladı. Çalışmadan elde edilen verilerle birlikte MS, Alzheimer ve beyin kanserlerinde ilaçlar artık daha etkili olabilecek. Çalışma ayrıca yeni ilaçların geliştirilmesi konusunda da önemli katkılar sunuyor.
hücrelerinde de aynı sonuçları verdiğini gördü. Ayrıca araştırmacılar, FDA tarafından onaylanmış ve durumu kritik hastalarda kalbin görüntülenmesinde kullanılan Lexiscan adlı adenozin bazlı ilacın da kanbariyerini aşabildiğini buldu.
26
Kan-beyin bariyeri, beyindeki kan damarlarını oluşturan özel hücrelerden oluşur. Bu bariyer sayesinde, vücuda giren maddeler kana karışamaz ve beyne ulaşmaz. Bu bariyerden yalnızca aminoasit, oksijen, glukoz ve su gibi hayati moleküller geçebilir. Bariyer o kadar sağlamdır ki, bugüne kadar bilim adamları bu bariyeri aşan bir ilaç geliştirmeyi başaramamıştı. Çalışmanın araştırmacılarından olan Cornell Üniversitesi Veteriner Hekimliği Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Margaret Bynoe, nörolojik hastalıkların tedavisinde en önemli engelin, ilacın beyne ulaşmasını engelleyen mekanizmaların olduğunu belirtti. Çalışma, geçtiğimiz aylarda Journal of Neuroscience’da yayımlandı. Çalışma, Ulusal Sağlık Enstitüleri tarafından finansal olarak desteklendi. İlaç firmalarının yaklaşık 100 yıldır kan-beyin bariyerini aşmanın ve hastaları tedavi etmenin yollarını araştırdığını belirten Prof. Dr. Bynoe, buldukları veriler için patent alarak, ilaçların test edileceği ve klinik öncesi çalışmaların yapılacağı AdeniosInc. adında bir firma kurdular. Araştırmacılar, şimdiye kadar reseptörlere bağlanarak ve diğer moleküllere yapışarak, kan-beyin bariyerinin aşılabildiğini, ancak bu işlemler sonucunda ilaçların etkinliğinin kaybedildiğini ifade etti. Adenozin reseptörlerinin kan-beyin bariyerinin aşılmasında daha etkili olduğunu belirten araştırmacılar, yeni geliştirdikleri yöntemle, bariyeri istenildiği zaman açıp kapatacak bir mekanizma geliştirmekte olduklarını ifade etti. Çalışmanın araştırmacıları dekstranlar ve antikorlar kadar büyük makromolekülleri taşıyabildiklerini ve bariyerin aşılmasında molekülün büyüklüğünün bir önemi olup olmadığını araştırdıklarını belirtti. Araştırmacılar, yaptıkları çalışmada bir antibeta amiloid antikorunun kan-beyin bariyerini aştığını ve transgenik fare modelinde Alzheimer hastalığına neden olan betaamiloid plaklara bağlandığını gözlemledi. Tahrip edici immün hücrelerin bariyeri
aşarak hastalıklara neden olmasını önlemek amacıyla, bariyeri açmaktan ziyade daha sıkı kapatmayı amaçlayan araştırmacıların ardından, multipl skleroz tedavisi için de benzer bir çalışma başlatıldı.
engellediği için, KBB birçok MSS hastalığının tedavisi önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Bu invivo çalışmada, adenozin reseptör (AR) sinyalizasyonunun KBB’nin geçirgenliğini modüle ettiği bulundu. Mürin modeli üzerinde yapılan çalışmada, A1 ve A2A AR aktivasyonunun, büyük dekstran ve antikorlardan oluşan makromoleküllerin intravenöz yoldan β-amiloide ulaşmasını kolaylaştırdığı saptandı. Bununla birlikte, FDA tarafından onaylanan selektif A2A agonist tedavisi Lexiscan da, mürin modellerinde KBB’nin geçirgenliğini artırdı. KBB’nin geçirgenliğinde
Farelerde adenozin reseptörleri için bilinen birçok antagonist olmasına karşın (sinyalizasyonu bloke eden ilaç veya proteinler), ileride yapılacak çalışmalarda bu ilaçların insanlar üzerindeki etkisi kesin olarak belirlenebilecek. Araştırmacılar, kan-beyin bariyerini aşan kanser ilaçları geliştirmeyi ve bariyeri modifiye eden adenozin reseptörlerinin altında yatan fizyolojiyi daha iyi anlamayı hedefliyor. Çalışmanın verileri ne anlama geliyor: Kan-beyin bariyeri (KBB), merkezi sinir sisteminin (MSS) kapiller mikrovaskülatürü oluşturan özel endotel hücrelerinden oluşmakla birlikte, beyin fonksiyonu için gereklidir. Ayrıca ilaçların beyne ulaşmasını
görülen bu değişiklikler doz bağımlı olup, geçici bir süre için anlamlıydı. A1 veya A2A AR aktivasyonu olmayan transgenik fare modellerinde yapılan çalışmalar ise, AR agonistinin verilmesinin ardından, beyne ulaşan dekstran oranında bir düşüş olduğunu ortaya koydu. Alzheimer hastalığı (AH) olan bir transgenik fare modelinde, geniş spektrumlu AR agonist tedavisini takiben, intravenöz olarak uygulanan anti-β-amiloid antikorunun MSS’ye ulaştığı ve β-amiloid plaklarına bağlandığı gözlemlendi. Selektif AR aktivasyonu in vitro çalışmalarda birtakım hücresel değişikliklere yol açtı. Bunlar transendotelyal elektrik direncinde azalma, aktinomiyosin stres lif oluşumunda artış ve sıkı bağlantı moleküllerinde görülen birtakım değişikliklerdi.
Bu bulgular, ilaçların MSS’ye girişini kolaylaştırmak üzere, in vivo olarak KBB’nin geçirgenliğini modifiye etmek için AR sinyalizasyonunun kullanılabileceğini göstermektedir. Beyin endotel hücrelerindeki AR sinyalizasyonu, KBB’nin geçirgenliğini modifye eden yeni bir endojen mekanizmadır. Bu çalışma bulgularının ilaç tasarımı, ilacın kullanımı ve AH, Parkinson hastalığı, multipl skleroz ve MSS kanserleri gibi nörolojik hastalıklar için tedavi seçeneklerinin geliştirilmesinde katkı sağlayacağını öngörmekteyiz. KAYNAK:AdenosineReceptorSignalingModul atesPermeability of the Blood–Brain Barrier. Aaron J. Carman, Jeffrey H. Mills, AntjeKrenz, Do-Geun Kim, Margaret S. Bynoe. TheJournal of Neuroscience, 2011; DOI: 10.1523/ JNEUROSCI.3337-11.2011
27
Kalp Krizinin Teşhisi için Yeni Bir Kan Testi Geliştirildi Ozan YAR
Ç
alışmanın araştırmacılarından ve Chicago Stritch Tıp Fakültesi Hücre ve Moleküler Fizyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Sakthivel Sadayappan, eski kan testleri ile birlikte kullanıldığında yeni geliştirilen bu testin kalp krizinin teşhisinde faydalı olabileceğini açıkladı. Dr. Sadayappan, bunun bir başlangıç olduğunu vurgulayarak, cMyBP-C’nin kalp krizinin gerçek bir biyobelirteci olup olmadığını anlamak için daha fazla çalışmanın yapılması gerektiğini belirtti.
CHİCAGO - Journal of Molecularand Cellular Cardiology dergisinde yayımlanan bir çalışmaya göre, yeni geliştirilen bir kan testiyle kalp krizinin teşhisi mümkün. Loyola Üniversitesi Chicago Stritch Tıp Fakültesi araştırmacıları tarafından yapılan çalışmada, kalp krizinin ardından kardiyak miyozin bağlayıcı protein-C (cMyBP-C) olarak bilinen büyük bir proteinin kana karıştığı öne sürülüyor.
Göğüs ağrısı şikayetiyle hastaneye başvuran hastaların %60-70’i kalp krizi geçirmez. Bu hastaların birçoğu, kalp krizi olasılığı tamamen ekarte edilene kadar, hastaneye yatırılır. Bu da önemli düzeyde zaman kaybı ve masrafa tekabül ediyor. Küçük değil fakat büyük çaplı kalp krizlerinin teşhisinde elektrokardiyografi yöntemi kullanılır. Bununla birlikte, kalp krizi ile ilişkili, kanda bakılan çeşitli proteinler de vardır. Ancak bu proteinlerin birçoğu kalp fonksiyonlarının doğrudan bir göstergesi değildir. Yükselmiş düzeyler, kalp krizinden ziyade, kas zedelenmesi gibi başka bir hastalığa da işaret edebilir. Kalp spesifik olan ve kardiyak 28
troponin-I adı verilen yalnızca bir protein mevcuttur. Bu protein günümüzde kan testlerinde de kullanılıyor. Ancak bu proteinin kanda görünmesi kalp krizinden en az 4-6 saat sonra mümkün oluyor. Bu nedenle, kalp krizini gösteren başka bir protein aranıyordu. Loyola Üniversitesi tarafından yapılan araştırma, cMyBP-C’nin kalp krizi ile ilişkili olduğunu gösteren ilk çalışma niteliğine sahip. Bu protein, kalp fonksiyonlarının doğrudan bir göstergesi olarak biliniyor. Araştırmacılar, bu proteinin büyük olması ve kan konsantrasyon düzeylerini artırması nedeniyle, bu proteinin kullanıldığı bir kan testinin geliştirilmesinin yararlı olacağı kanısında. Ayrıca, araştırmacılar çalışma kapsamında kalp krizi geçiren fareler üzerinde de bir çalışma yaptı ve hem insanlarda hem de farelerde cMyBP-C’nin kalp krizini takiben kanda önemli düzeyde yükseldiğini gözlemledi. Doç. Dr. Sadayappan, cMyBP-C’nin kalp kasını ve yapısını stabilize eden ve kalp fonksiyonlarını düzenleyen büyük bir protein olduğunu açıkladı ve ekledi “Kalp krizi sırasında koroner arter tıkanır ve kan akışı ve oksijen eksikliği nedeniyle kalp kası hücreleri ölmeye başlar. Kalp hücreleri ölürken cMyBP-C de parçalara ayrılır ve kana karışır.” Araştırmacılar, ileride yapılacak çalışmalardan bu proteinin dolaşım sistemindeki yarılanma ömrü, pik konsantrasyon düzeyleri ve salınım süresine ilişkin verilerin elde edilebileceğini söyledi. KAYNAK: Cardiacmyosinbinding protein-C is a potentialdiagnosticbiomarkerformyocardialinfarction. SureshGovindan, Andrew McElligott, SaminathanMuthusamy, NandiniNair, David Barefield, Jody L. Martin, EnriqueGongora, Kenneth D. Greis, Pradeep K. Luther, SaulWinegrad, Kyle K. Henderson, SakthivelSadayappan. Journal of Molecularand Cellular Cardiology, 19 September 2011 DOI: 10.1016/j.yjmcc
Bunları Duydunuz mu Dönem 4 Onkoloji Dersi İsmail Çelik: Benim diyabet bilgim sizi sınavdan geçirmeye yeter ama Selçuk’tan geçirmeye yetmez. Tomris hocanızdan geçmeye Selçuk’un bilgisi de yetmez.
Genel Cerrahi Ameliyathane Ameliyat yapan hocanın arkasından hemşire geçer ve hoca der ki “Napıyon lan pandik mi atacaksın?”
76 yaşındaki hastanın eşinin kendisinden 17 yaş küçük olduğunu ve kocasına çok iyi baktığını duyan asistan: Abi biz de mi 17 yaş küçük biriyle evlensek? Menarşa girince alıver işte.
Dönem 3 Nöroloji Dersi Hoca slaytlarından birinin projeksiyon cihazından yansıyan görüntüsünü pek beğenmez. Hoca: Sizin makinenin renk girişlerinden biri bozuk herhalde. Aslında bu slayt çok güzel. Ben burada bilgisayardan görüyorum. Öğrenci: Slaytlarınızı bırakın hocam, biz de evde görürüz. Hoca: Yok yaa. Bir de soruları söyleyeyim istersen. (Bir süre sessizlik olur, sonra hoca oldukça olağan bir sesle devam eder) Oğlum var ya siz hepiniz geri zekalısınız. (Hoca bir miktar sayar döker, içini boşaltır) Ben siz daha iyi öğrenesiniz diye dedim. (Ve derse hiçbir şey olmamış gibi devam edilir.)
Genel Cerrahi Stajı Morbid obezite ameliyatı sırasında hastanın bir damarını kesen asistana Bülent Hoca bağırır: Ne Dönem 3 Farmakoloji Dersi yapıyorsun oğlum, kadın 50 litre Hoca amfiye tam zamanında kan kaybetti. Normal bir insan gelir ve dersini anlatmaya baş- olsa 5 litre falan kan olur ama lar. Öğrencilerse geç gelen ya da bunda 50 litre vardır. gelmeyen hocalara alışkındır. Bu yüzden dersin ilk yarım saatinde Dönem III Sty Dersi sürekli öğrenci girişi olur. Konu gebelikte travma. Hoca amYaklaşık yarım saat sonra gelen niyon sıvısında azalmanın ne gibi öğrencilerden biri: Girebilir misonuçlar doğurabileceğini sorar. yim hocam? Birkaç kişiden doğru cevaplar Hoca: Gir canım, niye girmeyesin. gelir ama hoca bir türlü tatmin Ben biraz erken geldim herhalde. olmaz ve sınıftakileri sıkıştırmaya devam eder. Hoca: Çok önemli bir organ arkadaşlar. Basıya maruz kaldığı için Dönem 3 Enterik Ateş Dersi etkileniyor. Hangisi? Hoca: Dünyanın 17. Büyük ekonomisiyiz ama hala gaytamızı Bir arkadaş: Testis diyeceğim yiyoruz, salmonella alıyoruz, en- ama... Hoca: (Kahkahalarla güldükten terik ateş oluyoruz! sonra ciddileşerek) Yok, o değil. Daha da önemli bir organ. (Kimsenin aklına testisten daha önemli bir organ gelmemiş olaDönem 3 Genel Cerrahi Dersi cak ki sınıftan hiç ses çıkmaz. Masanın üzerinde duran ders Sonunda hoca pes eder.) Kalp arprogramını alıp inceleyen Osman kadaşlar, plasentaya bası olduğu Abbasoğlu: Neden gastrocuların için etkilenir. 34 saat dersi var da cerrahinin 3 saat dersi var? Nöroloji Komitesi Tanıtım Dersi Amfi: sakjgdksad !?! Arkadaşlardan biri sınavlarda Abbasoğlu: Onların 34 saatte ilerde hiç işimize yaramayacak yaptığını biz 3 saatte yapıyoruz ayrıntıların sorulmasından yakınır. Hocanın cevabı oldukça şada ondan. şırtıcı ve hayal kırıklığı yaratıcıdır: Bu öğrendiklerinizin, önemli ya Genel Cerrahi Stajı da önemsiz olsun, hepsini zaten Bülent Tırnaksız: Karnını bile ka- unutacaksınız. Biz sınavlarda sipatamadık hastanın, rezaletti. Bi- zin neyi ne kadar bildiğinizi ölçzim beklentimiz hastanın 24-48 müyoruz ki. Ne kadar çalışmışsısaat içinde ex olmasıydı ama bir nız onu ölçüyoruz. türlü olmuyor.
29
Tıp Tarihi
HAYATI Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde aldığı tıp eğitimini 1910’da tamamlayıp, 1914 yılına kadar Gülhane Dermatoloji Kliniği’nde ihtisas yapmıştır. 1914 Temmuzunda Kırklareli Askeri Hastanesi’nde başhekim yardımcısı olarak tayin edilmiş ve daha sonra 1918’e kadar Edirne Askeri Hastanesi’nde dermatoloji uzmanı olarak çalışmıştır. 1918 Ağustosunda önce Budapeşte’de, sonra Berlin’de çalışmış ve 1919 Ekiminde yurda dönmüştür.
HULUSİ BEHÇET 1889 - 1948 Türkiye’nin en önemli dermatoloğu olarak bilinen Hulusi Behçet, 20 Şubat 1889’da İstanbul’da doğdu. Tanımladığı bir deri hastalığı olan Behçet Hastalığı ile adı dünya tıp literatürüne geçen Ordinaryüs Profesör Hulusi Behçet aynı zamanda Türk akademisinde profesör unvanını alan ilk kişi oldu.
30
1923 yılıntda Hasköy Zührevi Hastalıklar Hastanesi Başhekimliği’ne tayin edilmiş6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Guraba Hastanesi Dermatoloji Uzmanlığı’na nakledilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve soyadı kanunu kabul edildikten sonra, cumhuriyetin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün arkadaşlarından olan babası Ahmet Behçet’in, parlak ve çok zeki anlamına gelen ve adı olan Behçet’i soyadı olarak almıştır. 1933 senesinde Üniversite Reformunda Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğine profesör seçilmiştir. Hulusi Behçet, Türk akademisinde profesör unvanını alan ilk kişidir. Hulusi Behçet dermatolojide birçok konuyu ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. 1920 yılından itibaren çeşitli dernek toplantılarında ve bazı yazılarında deri layşmanyazında (şark çıbanı) çivi belirtisi bulunduğundan bahsetmeye başlamıştır.Bunun dışında, yine o yıllarda, ülkemizdeki arpa uyuzları konusunda çok sayıda yazı yazmıştır. Hatta yurdumuza ait parazitlerin tür ve cinslerini de saptamıştır. 1930’da davetli olarak Kopenhag’da yapılan dermatoloji kongresine katılan Hulusi Behçet, yine 1930’lu yıllarda incir dermatitleri üzerinde durmaya başlamıştır. Senelerce ham incir dermatiti üzerine çalışmak ve yazı yazmak suretiyle bu dermatozun Balkanlarda ve nihayet Fransa ve Amerika’da tanınmasını sağlamıştır. İstanbul’da ilkbahar ve yaz aylarında incir ve incir yaprakları ile ilgilenen şahıslarda, sonbaharda ise incir
ürünleriyle ilgilenen kişilerde meydana gelen, biri diğerinden farklı iki klinik tabloyu senelerce gözlemiştir. Birçok klinik tabloyla karışabileceği için incir dermatitlerini, ülkemizde tanınması için önce 1933 yılında Pratik Doktor adlı dergide yayınlamıştır. Daha sonra çeşitli olguları dermatoloji derneği toplantılarında sunmuş,en sonunda da Fransız Dermatoloji Derneği Bülteninde yayınlamıştır. Hulusi Behçet, 21, 7 ve 3 yıl takip ettiği üç hastada ağız ve genital bölgede aftöz belirtiler, gözde de çeşitli bulgular bulunduğunu gözler ve bunun yeni bir hastalık olduğuna inanır. 1947’de Zürih Tıp Fakültesinden Prof. Mischner’in Uluslararası Cenevre Tıp Kongresinde yaptığı bir öneriyle, Dr. Behçet’in bu buluşu “Morbus Behçet” olarak adlandırılır. Hulusi Behçet’in araştırma, yazma ve tartışmaya olan merakı onun entelektüel bir karakter olmasını sağlamıştır. Uzmanlığın ilk yıllarından başlayarak birçok ulusal ve uluslararası kongrelere orijinal makaleleriyle katılmış, ülkemizde ve yurtdışında birçok makalesi de yayınlanmıştır. Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniği Arşivi adındaki dergiyi ölüm tarihine kadar yayınlamıştır. Bu dergi 1934’ten 1947’ye kadar Türkiye’deki Dermatoloji organı görevini sürdürmüştür.
ESERİ KLİNİK VE PRATİKTE FRENGİ TEŞHİSİ VE BENZERİ DERİ HASTALIKLARI
• 1930’lu yıllarda incir dermatitleri üzerinde durmaya başladı ve bu konu üzerine makaleler yazarak dermatozun Balkanlarda, Fransa ve Amerika’da tanınmasını sağladı. • Uzun yıllar takip ettiği hastalarda çeşitli bulgular gözledi ve bunların yeni bir hastalık belirtisi olduğunu saptadı. 1947’de Zürih Tıp Fakültesi’nden Prof. Mischner’in Uluslararası Cenevre Tıp Kongresi’nde yaptığı bir öneriyle, Dr. Behçet’in bu buluşu “MorbusBehçet”(Behçet Hastalığı) olarak adlandırıldı. Körlüğe yol açan bu hastalığa bir virüsün neden olduğunu saptadı.
Tıp bilimini, bireysel şifanın vasıtası olmakla kalmayıp cemiyet ve insanlığın acılarına el uzatan saygın bir meslek olarak gören Hulusi Behçet’in 196 yayınının yanı sıra burada özellikle belirtmemiz gereken 2 önemli eseri vardır. Bunlardan birincisi; 1936’da yayınladığı 324 sayfalık “FRENGİ DERSLERİ” diğeri ise 1940’ta yayınladığı 450 sayfalık “KLİNİK ve PRATİKTE FRENGİ TEŞHİSİ ve BENZERİ DERİ HASTALIKLARI” adlı eseridir. Bu ikinci eseri özellikle pratisyen hekimlerin ve yeni mezun olmuş doktorların rastladıkları herhangi ciddi bir rahatsızlığın frengi ile ilgili olup olmadıklarını anlamak için basit yollardan nasıl hareket edeceklerini gösteren bir rehberdir. Kaynak: http://www.tiptat.hacettepe.edu.tr
BULUŞLARI
• 1920 yılından itibaren çeşitli
toplantılarda ve bazı yazılarında deri layşmanyazında (şark çıbanı) çivi belirtisi bulunduğundan bahsetti. • Ülkemizdeki arpa uyuzları konusunda çok sayıda yazı yazdı ve bu parazitlerin yurdumuza ait tür ve cinslerini de saptadı. 31
Şiir
Büyüyeceksin Büyüyeceksin... Büyüdükçe daha çok canını yakacak ayrılıklar: Ayrılığın ne olduğunu anlayacak yaştasın artık,
Sen Olabilir miyim? Serpiştiriver beni hayatının bir yerlerine öylesine Her şey olabilirim senin için En sevdiğin çiçek olurum Her gördüğünde beni; ferahlar için Güzel kokular eşliğinde dolarım içine. Sabahın ilk ışığı olurum pencerenden giren Yanağında hissettiğin yumuşak bir dokunuşla açarsın gözünü Enerji yüklerim sana tüm gün yetecek Güne benimle başlarsın her zaman. Şemsiyesiz yakalandığın bir bahar yağmuru olurum Benimle ıslanır tüm vücudun Eve gelip sarıldığın havlu olurum Sararım seni sımsıkı, sıcacık. Geceleri gökyüzünde seyrettiğin yıldız olurum İstersen ay ışığı olurum yüzünü aydınlatan İçini dökersin bana Ve baş başa oluruz gecenin karanlığında. Okuduğun bir şiir olurum Her mısrasında benim ismim yazar Ve sadece sen okuyabilirsin o mısraları Sadece sen anlarsın beni. Gördüğün en güzel rüya olurum Hiç uyanmak istemezsin Her gece beni beklersin yine gelecek mi diye Hiç aksatmam gelirim ben de her gece. Gözlerinde parıldayan ışık olurum Sana her bakan beni görür gözlerinde Sen de merak edip sebebini aradığında Yüreğinin tam ortasında bulursun beni. Serpiştiriver beni hayatının bir yerlerine öylesine Hayatının her yerinde olabilirim Kulağında çınlayan o güzel şarkı Gözlerini kapatıp dinlediğinde rahatladığın dalga sesi Bunaldığında sığındığın bir çınar Yüreğini emanet edeceğin bir yar… Ben, sen gibiyim Ya sen ben olur musun? Ben deli dolu bir nehir Üzerimde sakin bir sal olur musun? Açsam tüm kapılarımı sana İçeri giren sevdam olur musun? Bu zehir gibi dünyada Umut kaynağım olur musun? Soruyorum sana bir dilenci misali Karanlığımı aydınlatacak ışığım olur musun? Serkan TAKTUK
32
Ve farkındasın bazı şeylerin geri gelmeyeceğinin. Düşüneceksin... Kafanın içinde bir sürü “niye” dolaşacak, Peşlerinde soru işaretleriyle. Düşündükçe kafan karışacak, Kafan karıştıkça düşüneceksin. Yitip gideceksin bir kısır döngünün içinde; Bazen döngüye hayran olacaksın, Bazen nefret edeceksin ondan. Şaşıracaksın... “Ben bilebiliyorsam, ben düşünebiliyorsam, Ben anlayabiliyorsam bir şeylerin yanlış gittiğini, Farkında olmalı diğerleri de. Peki bunca insan, Yüzlerce, binlerce, milyonlarcası Nasıl böyle umursamaz? Neden böyle? Niye? “ Düşüneceksin... Düşündükçe büyüyeceksin, Büyüdükçe şaşıracaksın, Şaşırdıkça öğreneceksin insan olmayı. Ve anlayacaksın ki kolay şey değildir insan olabilmek, Ama bir insanın yapabileceği en güzel şeydir. Ve “ben yaşadım” diyebilmek için İnsan dediğin, insan olmayı becerebilmelidir. O yüzden kaçma sakın acılarından, bırak büyüsün yüreğin. Düşünmekten sakın korkma Ve şaşır şaşırabildiğince, İnsanın güzelliğine, zalimliğine, cesaretine, korkaklığına, cahilliğine, bilgeliğine... Şaşır ki öğrenebilesin insan olmayı, Düşün ki “ben yaşadım” diyebilesin... Ekim HELHEL
Kitap Tolgahan KAYA
Paranoya John Rector
hatırlamadığı bir Eski bir hükümlü, hiç lasının yakınıngecenin sabahında tar genç bir kızın daki kavak korusunda olur? Ve görünüşe cesedini bulursa ne en büyük şüphebakılırsa bu olaydaki miyetini kanıtlali de kendisidir. Masu f hem şüpheli mak için hem dedekti r McCray, sorunrolüne soyunan Dexte ı paranoyalarla lu geçmişi ve yarattığ zın içerisinde kendini tam bir çıkma rilimin hep bir bulacak . Psikolojik ge u bu romanadım arkanızda olduğ sındaki o ince da, gerçekle hayal ara bir yolculuğa çizgide huzursuz edici çıkacaksınız.
Mezarcı Paul Cleave
Ölülerin bile güvende olm adığı bir dünyada dedektif Tate bütün bu karmaşan ın sorumlusu nu bulmak için zorl u bir yarışa gi rişecek . Hala kurtarıla bilecek haya tlar varken dedektifi n bir an önce psikopat seri katil e ulaşması ge rekiyor. Bunu başara mazsa yargıla nacak tek kişi Tate’in ta kendisi ol acak . Kanınızı dond uracak anlatım ı ve gerilimin sizi esir aldığı ku rgusuyla sıradanlığı aşmış bir po lisiye roman.
Ruh Koleksiyoncu su Tess Gerritsen Bir müzenin bodrumu nda bulunan ve iki bin yaşında olduğ u sanılan mumya hiç de göründüğü ka dar masum değildir. Tomografi taraması sır asında mumyanın bacağında görülen bir kurşun, bunun aslında arkeolojiye me raklı bir seri katilin eseri olduğunu ortay a çıkarır. Bu ipucundan yola çıkarak kend ilerini büyük bir bilmecenin içerisinde bulan dedektif Jane Rizzoli ve adli tıp uzma nı MauraIsles, çözüme ulaşmak için teh likeli bir yolculuğa çıkacaklar. Sağlam ku rgusu ve bilimsel ayrıntılarıyla çarpıcı bir dehşet hikayesi.
Psiko Analist John Katzenbach
list olarak ta sıradan bir psikana Yaşantısını New York’ nünde aldığı gü m Starks, 53. Doğu geçiren Dr. Frederick gözden en nid bütün hayatını ye gizemli bir mektupla n olarak ski tilt els lır. Kendini, Rump geçirmek zorunda ka un başlar. oy bir nç tasarlanan korku an nd afı tar i bir n ıta tan u tahmin de onun kim olduğun Starks, on beş gün için azsa, bir am şar ba cek fakat bunu ederse oyun sona ere karşın bir na Bu k. k tehlikeye girece yü bü tı ya ha n ını kın ya na karşı olan ndini öldürmek! Zama Ke r? va ha da i eğ çen se bir an önce , aklını korumak için bu çılgın yarışta Starks zorlayan sıra rı ırla sın Sizi esir alacak , . dır alı şm ula e üm çöz 33 dışı bir roman.
Tiyatro Elma Hırsızları Prof. Dr. Faruk Erem’in Bir Ceza Avukatının Anıları adlı eserinden, Memet Baydur tarafından oyunlaştırılan Elma Hırsızları’nı Volkan Özgömeç yönetmiş. Dekor tasarımını Kerem Çetinel’in, giysi tasarımını Özlem Karabay’ın, ışık tasarımını Kazım Öztürk’ün, müziğini Cem İdiz’in, dramaturgluğunu Özcan Özer’in yapmış olduğu oyunda adalet ve hukuk kavramları tartışılıyor. Oyunun yazarı Prof. Dr. Faruk Erem (1913-1998), Türk ceza hukukunu derinden etkileyen hocalar arasında gösterilmektedir. Türkiye Barolar Birliği’nin ilk başkanı olan Erem, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliği de yapmıştır. “Elma Hırsızları”, hukuk ve yasaların adil olması zorunluluğunu farklı sosyal çevrelerden insanların yaşanmış, gerçek hayat hikâyeleriyle anlatıyor. Oyun, bize fikri hür vicdanı hür bir toplumsal yaşam özleminde “ceza” kavramının içeriğini de sorgulatıyor. Seyirciyi yalnızca hukuk ve adalet konularında düşünmeye sevk etmekle kalmıyor, onun bu alanlarda kendini fikir ve bilgilerini sorgulamasını da sağlıyor. Böylelikle de ortaya amacına ulaşan ve mesajını seyircilere hızla taşıyan bir oyun çıkıyor. İki perdelik oyun on bir bölümden oluşturulmuş. Yani on bir ayrı hikâye anlatılıyor oyun boyunca bizlere. Oyunda yaşanmış hikâyelerden örneklerin verilmesi ayrıca bir etki yaratıyor. Biz şunu görüyoruz ki verilen her bir hikâye bir şekilde geçmişte sonuçlandırılmış ama cezayı çekmesi gerekenin, gerçekten suçu işleyenin mi olması gerekiyor yoksa o kişiyi suça yönelten zorunlu ya da dolaylı olarak onu yönlendirenin mi olması gerekiyor? İşte tam bu noktada bu soruyu adalet sistemi üzerinde sorgulatıyor. Suçu işleyenin suçsuz kabul edildiğini; olanın güçsüze, kurbanlara olduğunu görüyoruz. Oyunculuklara gelince oldukça başarılı buldum. Tüm oyuncular rollerinin haklarını vermiş. Oyunda bir oyuncu birden çok role girmiş, her hikâyede başka birini oynamış dolayısıyla tek bir rolden bahsedilemez. Oyunda karakterler kendileri suçlu değil insan yapan yanlarıyla ele alınıyor. Böylelikle Faruk Erem’in de sıklıkla öğrencilerine söylediği “Suçluyu kazıyınız altından insan çıkar.” deyişi desteklenmiş oluyor. Keyifli Halit
34
seyirler… Bacı
Gizler Çarşısı Oyun temel olarak hırsın insana neler yaptırabileceğini anlatıyor. Sıradan bir beşikçiye gelen esrarengiz bir kadının verdiği siparişle başlayan serüven, beşikçinin hiç de beklemediği bir şekilde akıp gidiyor. Çeşitli obje ve olaylarla insanın içindeki hırsın insanı nerelere götürebileceği, insana neler yaptırabileceği dramatik bir şekilde anlatılıyor. Oyun genel anlamda tavsiye edilebilir nitelikteydi. Akün sahnesi zaten güzel bir seçim. Hareketli sahnenin de güzel bir şekilde kullanılması ve belki de en güzeli, oyuncuların seyircinin arasına girmesi. Oyunu izlemenin yanında adeta sizi de içine alıyor. Ki seyircinin direkt olarak oyuna katıldığı sahne bile bulunuyor. Belki de bu siz olabilirsiniz hazırlıklı olun. Doktor, beşikçi, cüce ve diğerleri… Gerçek bir oyuncu olduklarını hissettiriyorlar. 2 kere gittiğim bu oyunda bir an olsun kopmadan ve seyirciyi hayran bırakacak şekilde bir ustalık sergilediler. Cüce ve beşikçiye ayrı bir parantez açmak gerek. O müthiş ses tonlarına hayran olmamak elde değil. Bunların yanı sıra birkaç ufak eksiklik de yok değildi. Oyunda bir fikir uçuşması var gibiydi. Baştan sona kadar kesintisiz devam etmemesi oyunun bir eksikliğiydi. Arada kopukluğa neden olacak bu da ne alaka dediğiniz sahneler de vardı. Bir diğer eksisi de oyundaki zamansızlık. Tamam oyun tüm zamana yayılmış gibi gözükse de genel anlamda bir zamansızlık vardı ve eminim bu seyircilerin birçoğunda soru işareti olarak kaldı. Genel olarak mükemmel olmasa da Ankara’da devlet tiyatrosuna gitmek isteyenler için tavsiye edebileceğim bir oyun. Yalnız oyun 15 yaş altı seyirciler için uy- gun değil diye belirtiliyor ki psikolojik olarak etkilenmemeleri açısından doğru bir ya k l a ş ı m . Onun dışında insanlığın acı yönünü görmek için bir seçenek bu oyun. Keyifli seyirler… Serkan Taktuk
Nazım’dan Tablolar... Oradan oraya giden trenler, trenlerin cezaevine götürdüğü mahkumlar, o mahkumlardan Halil’in karısına yazdığı mektup, mektuptaki doktor, köylü adam, adamın karısı, leylek, Cevdet Bey, Memetçik Memet, işçi Kerim... Arkadan tek tek ışıklandırılan on bir tane tablo... Her tablonun, daha doğrusu biz tabloya bakarken Rüştü Asyalı’nın anlattığı bölük pörçük hikayeler... Ve bir yandan Cem İdiz’in piyanosunun sesi, bir yandan Rüştü Asyalı’nın ve Nazım’ın şiirleri. Oyunun asıl adı “Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan On Bir Tablo”. Bir tiyatrodan çok bir şiir dinletisi “On Bir Tablo”. Rüştü Asyalı’nın büyük başarıyla değiştirdiği ses tonu ve oturduğu yerde yaptığı birkaç hareket, bu gösteriye “tiyatro” demeye yetmiyor benim anlayışıma göre. Yani sadece müzik ve şiir bekleyin, klasik bir tiyatro oyunu değil. Ve eğer şiir seviyorsanız “On Bir Tablo” ya gidin. Bir de gitmeden önce Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okumuş olmanızı şiddetle öneririm. Çünkü tabloların hikayelerinin başı ve sonu yok; sadece o an, o tablo var Rüştü Asyalı’nın sesi ve Cem İdiz’in müziğinde. Başını ve sonunu bilmediğiniz hikayeleri dinlemek sıkabilir sizi. Ama hikayenin önünü ve arkasını biliyor olursanız, Rüştü Asyalı ve Cem İdiz’den de ötesini yani, yani sadece Nazım ve siz olan kısmını; daha çok zevk alırsınız gibi geliyor dinlemekten. İyi seyirlerden çok, iyi dinlemeler, bu oyun için... Ekim Helhel
RAB ŞEYTANA DEDİ Kİ... Rab şeytana dedi ki “Dene kullarımı deneyebildiğin kadar.” Ve şeytanla iddiaya girdi. Sabreden Eyüp’ü bıraktı şeytanın ellerine. Şeytan onu baştan ayağa çıbanlara saldı ve Tanrı uzaktan izledi bunu. Eyüp’e, Eyüp’ün inancına çok güvendiği için izin verdi günahsız Eyüp’ün onca acıyı çekmesine. Çünkü Tanrı sınardı kullarını. Sisifos’un çektiği acı ise daha büyüktü Eyüp’ünkinden. Zeus, Tanrıların Tanrı’sı, Sisifos’u cezaların en ağırına çarptırmıştı: Ağır bir kayayı bir dağın en tepesine kadar iterdi Sisifos. Kaya zirveye her ulaştığında bir şekilde Sisifos’un elinden kurtulurdu bir şekilde. Ve her şey yeniden başlardı böylece. O kayayı sonsuza dek itmekti Sisifos’un cezası. Bir yanda kocaman bir kaya ve onu itip duran Sisifos, öbür yanda Eyüp’ün mağarası ve içinde Eyüp’le karısı. Sahnenin arkasında orkestra ve şeytanın parmağını şıklatmasıyla gelen
dansçılar. Ve ortada gezinip duran, herkesle konuşan garip giysili bir adam; iblis, şeytan ya da siz her ne diyorsanız. Şeytan Sisifos’u Tanrı’sına boyun eğmesi için kandırmaya çalıştı, sabreden Eyüp’ü Tanrı’sına karşı gelmesi için. Ve iki hikaye birleşti tiyatro sahnesinde; şeytan ve Eyüp’ün karısı yaptı bunu. Eyüp’ün karısı, kocasının iyileşmesi, çektiği acıların dinmesi için şeytana kulak verdi önce. Sonra Sisifos’u gördü uzaktan, “Ne kadar yakışıklı adam.” dedi. Ama sadık bir kadındı o, başka bir erkeği düşünmesi bile günahtı. “Eyüp’ün neden yüzlerce cariyesi var o halde?” diye fısıldadı şeytan kadının kulağına. Ama Sisifos ölüydü, ölüler anlar mıydı ki aşktan? “Neden anlamasın?” dedi şeytan, “ Aşk güçlüdür ölümden bile.” Hem Tanrı kullarını iblisin eline bırakır mıydı hiç? Tanrı’nın adaletine sığar mıydı bu? “Kullar onun,” diye söylendi şeytan, “ister iblisin eline bırakır, ister atar, ister satar.” Yoksa bir rüya mıydı tüm bunlar? Bakalım oyunun sonunda kim olacak gözdeniz; Eyüp mü Sisifos mu? Bana sorarsanız, Eyüp’ün karısını seçtim ben. Çünkü aralarında en “insan” olan oydu bence. Bir de şeytan “insan”dı, garip bir şekilde. İyi seyirler... Ekim Helhel
Sinek Kadar Kocam Olsun... “Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun”, Hatice Meryem’in aynı adlı hikaye kitabından uyarlanmış bir oyun. Oyun da kitapta olduğu gibi küçük küçük hikayelerden oluşmuş. Hikaye her değiştiğinde sahnede bir kitap sayfası açılıyor; “ben bilmem kimin karısı olsaydım eğer” diye başlayan, gerisini okuyamadığınız... Her hikayede sahnede bir kadın; kocasını ve evliliğini anlatıyor. Kah bir ayyaşın karısı oluyor sahnedeki, kah bir internet kafe sahibinin. Ya da işe yaramaz bir adamın, bir oyuncunun, bir cücenin, yakışıklı birinin.. Hepsinin anlatacak şeyleri var. Hepsi dertli, hepsi mutsuz ama hepsi bir kılıf buluyor kocasının, evliliğinin kusurlarına. Bir erkeğin gölgesine sığınma ihtiyacı mı bu, yoksa kadınların bütün duygusallıklarıyla diğer yarılarını bulup bırakmama isteği mi? Hikayeler çok gerçek, peki gerçekten bu kadar vahim mi durumumuz? Kah gülüyoruz biz, seyirciler olarak; kah hüzünleniyoruz; kah acıyoruz tiyatro sahnesindeki kadınlara. Ama o kadınlar gerçekten gerçek; gülünecek, hüzünlenilecek, acınılacak yönleriyle. Ve genelde hiçbiri o kadınların suçu değil. “Sinek kadar kocan olsun” demiş büyükleri, yaşlı teyzeler, nineler. Yine de o söze en güzel cevabı yine kadınlar veriyor, tiyatro sahnesinde. Ki o sahne bence en güzel yeri oyunun. Dilerim bir gün gerçekten verebiliriz aynı cevabı, gerçek kadınlar olarak, tiyatro sahnesi dışında. Ve dilerim biz kendimiz de ders alırız o cevaptan. İyi seyirler... Ekim Helhel
35
Prof.Dr. İsmail Çelik, HÜTF preventif onkoloji anabilim dalında öğretim üyesi. Ama çok alışıldık bir öğretim üyesi değil aslında. İlk üç sınıfta okurken onu televizyon programlarında, kanserden korunma önerileri verirken görmüşsünüzdür. Dördüncü sınıfta eğlenceli dersler işlemişsinizdir; zira İsmail hocanın en sevdiği iş öğretmektir. İnternken “bu gerçekten o adam mı” diye düşünmüşsünüzdür. Çünkü o zaman sizi gerçek, sorumluluk sahibi bir doktor yapmaya çalışmaktadır; çok daha ciddi, çok daha “malign”dir. Sonuç olarak İsmail Çelik’i ancak okulu bitirirken tam anlamıyla tanımış olursunuz. Kendinizi nasıl tanıtırsınız? iyarbakır Anadolu Lisesi mezunuyum. Hacettepe’ye ilk geldiğimde yurtta, hemen şu arkadaki odada kalıyordum. Yirmi beş senede yirmi beş metre mesafe gitmişim yani.
D
Ben Hacettepe aşığı bir adamım. Hacettepe’nin kokusunu, ruhunu çok seviyorum. Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi olmak en büyük hayalimdi. Şu anda profesör olarak falan değil, öğretim üyesi olarak, Hacettepe’de en üst konumdayım. Çok da keyif alıyorum yaptığım işten. Zaten öğretmek, benim hayattaki en çok zevk aldığım iş. Benimle ders yapanlar bilir; bir başlarım, iki saatte bitiremem. Onlar sıkılır, ben devam ederim. Ama bizim öğretmenlerimiz bizden daha cansiperaneydi. Ameliyattan çıkıp saat dokuzda ders yaptılar bizim için. O yüzden Hacettepe’ye borcumu az bile ödüyorum. Diyarbakır’da mı doğdunuz? Babam Burdurlu, annem Antalyalı. Biri öğretmen, biri subay. Onlar göçebe şeklinde oradan oraya giderken doğum yerim Hatay, büyüdüğüm yer Diyarbakır oldu. Ama insanın doyduğu yer daha önemli. Şimdi Ankara’da yaşıyorum mesela, artık Ankaralıyım. Genetik olarak Diyarbakırlı olmasam da kıroluk-maçoluk karışımı bir delikanlılığım da var o taraftan, kabul ediyorum.
Prof.Dr. İsmail ÇELİK Halit Bacı, Elif Özge Çınar, Ekim Helhel, Melike Tekşut, Huriye Yürük
36
Üniversite dışındaki hayatınızdan biraz bahseder misiniz? Aslında ben çok evcimen bir adamım. Kızım sayesinde evime gitmeyi daha da çok seviyorum. İnsan baba olunca daha müşfik bir öğretmen oluyor. Bizim hocalarımızda da öyleydi. Çok malign hocaların çocukları sizin yaşınıza gelip de tıp fakültesi falan kazandılar. O hocalar pamuk gibi oldu. Dede olunca daha da lime lime oldular. Aslında ben kongreler dışında pek bir yere de gitmem. Genelde ev kaynaklı hobilerim var. Film seyretmeyi çok severim. Hiç televizyon izlemem. Bazen CSI izlerim, denk gelirse. Bir de 24 dizisini izlerdim. House’u hiç sevmiyorum, yaptığı şeyler tıbben çok yanlış. Dexter’ı da çok severim ama eskiden polisiyeydi, şimdi kanlı canlı sapık olmuş Dexter. Kızınız liseye mi gidiyor? Yok, kızım ilkokul 4 te. Çocuk sahibi olmak on iki yıl sonra aklımıza geldiği için ancak ilkokulda. GS sevginiz nasıl başladı? Ben Diyarbakır’da büyüdüm. Diyarbakır’da kavramı yoktu zaten. Galatasaray çok ünlü bir markaydı, herkes Galatasaraylıydı. Doğu-güney doğu taraflarında Galatasaraylı oranı çok yüksektir. Doğal olarak Galatasaraylı olmaktan başka seçenek yoktu. Çok da gururluyum, bugüne kadar hiç mahcup olmadım Galatasaraylı olduğum için. Neden tıp okudunuz? Yanlışlıkla. Ben ODTÜ matematik yazacaktım, yazdım da hatta. Matematikte çok iyiydim, halen de iyi olduğumu iddia ediyorum. O zamanlar doktorluk çok açık ara prestijli, çok farklı bir meslekti. Şimdi de öyle
Ben ortalama bir öğrenciydim, hatta altlardaydım. Dersten kaçardım, sözlüye girmezdim; sıkıcıydı çünkü. Ama asistanlıkta, sadece bilgileri yan yana koymak yetmeyip düşünmek de gerekince benim farkım öne çıktı. Zaten sizin bilmenize gerek yok artık, bilgiye her yerden kolayca ulaşabiliyorsunuz. Bilen değil yapabilen insan önemli bugün. Girmek istediğim bölüm matematikti ama doktor olmak zorunda kaldım. Üniversiteye dereceyle girdim, ODTÜ matematik seçseydim çok şık olmayacaktı, haşat edecektik puanı. Öğrenciliğimin ortasına kadar yanlış geldim herhalde diye düşündüm ama doktorluğa başlayınca bir gün bile pişman olmadım. Doktorluk insana çok büyük doyum veren bir şey. Siz daha yaşamadınız bunu. Bir hastayı kurtarmak dünyanın en güzel mutluluğu. Onkolojiyi neden seçtiniz? Hocaları çok sevgili, saygılı, muhlis insanlardı. Yan dal sınavı yoktu o zaman. Dinçer Fuat hoca dahiliye bölüm başkanıydı. Onkoloji bölümünün de kurucusuydu. Gerek onu, gerek onkolojideki diğer hocaları çok seviyordum. Dinçer hocaya “Hocam, ben de gelebilir miyim?” dedim, kabul etti. Yani onkolojiyi seçmedim, hocaları seçtim. Eğer onkoloji, kanser bilimi diye düşünseydim, muhtemelen vazgeçerdim. Şimdi de onkolojideki hocalar daha farklıdır. Bence biz hayatla ölüm arasındaki çizgiyle çok fazla karşılaştığımız için biraz daha felsefik oluyoruz, küçük ayrıntıları daha az önemsiyoruz. Mesela stajyerin taktığı küpeye, giydiği kot pantolona çok takmıyoruz. Ben disiplini severim, kıyafeti önemserim ama stajyerle uğraşmam; hastayla muhatap oluyor diye intörnle uğraşırım. Nefrologlar da az çok bizim gibi. Aaa yok yok pardon, stajyerlere değildi. Bazı bölümlerin asistanları bile terör yaratıyormuş. Çok ilginç, onlara da bulaşıyor, alışkanlık herhalde. Bir şeyi merak ettim; nasıl bir hoca olarak tanınıyorum dahiliye stajyerleri arasında? En popüler, en çok sevilen ya da çok korkulan bir hoca olmadığımı biliyorum. Aslında popülersiniz. Ama öğrenciler arasında çok tanınmıyorsunuz. Mesela İskender hoca ve İbrahim Güllü hocamızı herkes bilir ama sizi ilk üç dönem tanımıyor. Daha çok stajyerler tanıyor. Aslında bence popüler olmak bizim birinci işimiz değil. Çünkü sizin karşınızda durması gere-
ken bilim insanının o kadar da tribüne oynamaması lazım. Size bir anımı anlatayım. Dönem IV koordinatörlüğü yaptım birkaç yıl önce. O zaman öğrencilerle biraz daha iç içeydik. Sık sık toplantılar yapardık, şikayetlerini anlatırlardı bana .O toplantılardan birinde bir baktım çocuğun birinin elinde kalın bir hasta dosyası. “O dosya ne”, dedim. “Hocam”, dedi, “yarın Aydan Usman’la hasta başım var.” “Eee”, dedim. “Eve götürüp çalışacağım” dedi, “Aydan hoca dosyanın her yerinden soru soruyormuş.” “Yasak değil mi dosyayı götürmek” dedim. “Bana ne, bilemezsem çok ayıp olur” dedi. Dosyayı kaçıracak, çocuktaki motivasyona bak. “Ya dosyadan sormazsa” dedim. “Olsun, zaten kaç gündür çalışıyorum” dedi. Hatırlıyorum ki ben de çok sempatik bulduğum, beni böyle terörize etmeyecek hocaların hasta başlarını çok öyle çalışmadan geçmişim. Hele hele fellowlar, ohooo. Onlarla günümü gün etmişim ama onları iyi adamlar olarak hatırlıyorum sadece, derslerini hatırlamıyorum. Yani komedi filmlerini hatırlamıyoruz, korku-gerilim filmlerini hatırlıyoruz. Sizin tüm reseptörlerinizi ayağa kaldıran, dimdik yapan, onun için kendinizi aşmanız gereken, çalışmanız gereken hocalarınızı hatırlıyorsunuz. O adamları sevmeyeceksiniz, alkışlamayacaksınız belki ama bana onlar da o kadar çok şey öğretmiş ki. Yani bence önemli olan bir şeyler öğrenmenizse bizim size çok komedi filmi izletmememiz lazım. Ben ne yaparsam yapayım; rica etsem de, ödev versem de, PDÖ de yapsam o çocuğu o dosyaya baktıramazdım. Aydan hoca baktırmış ama. Ben de yıllar sonra hatırlıyorum: Soru sorar diye çok korktuğum bir hoca “sen” dedi, korku filmi gibiydi o ders. Ama ben o adamın sorusunu da verdiğim cevabı da unutmuyorum işte. Sizin yaşınızda iyiler-kötüler var. Bunların hepsi sizin hocanız aslında. Dahiliyede bana intern olarak geldiğinizde, hele benim servisimde çalışırsanız “Allah Allah, bu adam iyi bir adamdı, niye böyle kızgın” diyeceksiniz. Çünkü o zaman hasta elinizin altında. “Hocam ben bilmiyorum, yapmadım” gibi bir şey yok, olamaz. O zaman her şey daha ciddi. Belki biraz da bu yüzden fazla popüler değilim öğrenciler arasında.
Prof.Dr. İsmail ÇELİK
aslında da öyle görünmüyor, daha doğrusu o kadar net görmüyorsunuz. Bize, doktor olan adamlara bakın, hepimiz bir padişah, lord gibi davranmıyor muyuz? Bakın çevrenizdeki hocalara, hiç öyle süklüm püklüm duran doktor gördünüz mü? Arabalardan, markalardan, giysilerden, tavırlardan bakın; doktordur, Hacettepelidir. Aslında filmin sonu çok iyi yani. Bizim zamanımızda tıp çok açık ara iyiydi ve ben Diyarbakır’dan geliyordum. Matematik öğretmeni olup ne yapacağım?
Medya neden sizi seçiyor? Aslında beni seçmiyorlar. Farkındaysanız ben yılda yalnız bir hafta ortalıkta, televizyonlarda dolaşıyorum. Diğer zamanlarda her zaman sizin öğretmeniniz olarak buradayım. Hiç beni başka yerde gördünüz mü? Zaten bu sene televizyonlar için de taktiğimiz “biz buradayız, isteyen gelir.” Bizim preventif onkoloji sempozyumumuz vardır her senenin sonunda yaptığımız, onu yönetiyorum. Onun arkasından her söylediğimiz haber olmaya başlıyor. Sabahları televizyona çıkıp konuşan “otçular” var, bilirsiniz. Anneleriniz de sabahları oturup bunları izliyor. Yazık. Bunlara bitkisel cinciler diyorum ben, ya da doktorumsu. Öyle deyince, bir de arkamda Hacettepe adı olunca çağırı-
37
Prof.Dr. İsmail ÇELİK
yorlar beni. Ama ben televizyona çıktığımda söylediklerim hiç alışık olmadıkları şeyler. Bir şey satmıyorum, hap yok, para yok, muayenehane yok. Ünlü olma peşinde de değilim diğerleri gibi. Zaten bir süre sonra da medya yeni bir gündem yaratıyor. Evet bizim annelerimiz de izliyor bu programları. Bak işte, o zaman deyin ki annelerinize: Anne bak, işte bu benim hocam. Oraya çıkan zerzevatları değil benim hocamı dinle. İnsanlara önerdiklerinizi kendi hayatınızda uyguluyor musunuz? Kesinlikle uyguluyorum. Çok fazla sebze meyve yerim. Pek et yemem; sadece özel zamanlarda ve kongrelerde. Günde en az bir kilo meyve yerim. İddiaya falan girersek üç beş kiloyu da bulabilirim. Tek sorunum, öğün atlamam. Ama onun da çok sağlıksız olduğunu düşünmüyorum. İnsanlara günde üç öğün yemek yeme alışkanlığı kazandırılmaya çalışılmasının sebebi olarak annelerin bebeklerini aşırı besleme isteği gösteriliyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Benim özrüm de o zaten. Sağ olsun annem öyle yemek porsiyonlarıyla besledi ki beni doyamıyorum. Onun için öğlen pek bir şey yemiyorum, akşamları kocaman bir öğün yiyorum. Doğru değil belki ama yanlış da değil. Mesela bu yaz günde üç öğün yemek yedim ve bir ayda yedi kilo aldım. Demek ki olmuyor işte bana. Biraz da sigarayla olan savaşınızdan bahseder misiniz? Aslında ben sigara içenlerden nefret etmem. Hatta zamanında ben de sıkı bir sigara kullanıcısıydım. Zaten bizim dönemimizde sigara kullanmayan yok gibiydi. Eskiden askerlerin kumanyasında bile sigara vardı, sigara içmek çok doğal bir şeydi yani. Mesela lisede sigara içmezdim, o yüzden çok aşağılık hissederdim kendimi. Hep sigara içenlerle takılırdım, onlar müdürden kaçınca ben de kaçardım. Sen niye kaçıyorsun derlerdi, bu işin raconu bu derdim. Sigarayı nasıl bıraktığımı da anlatayım. Bir hastam çok güzel pipo içiyordu. Ona özenerek pipoya geçtim. Bence pipo sigarayı bırakmaya yarayan çok güzel bir alet. Sigarayı taşımak, kullanmak çok kolay ama pipo öyle değil. Taşıması, hazırlaması, yakması, içmesi; her biri ayrı dert. Böylece yavaş yavaş, üşengeçlikten bıraktım sigarayı. Sigara gerçekten çok kötü bir şey. Düşünsenize, deneyen dört kişiden üçü hayat boyu bağımlı oluyor. Ama bir insanın onkoloji hastanesine gelip sigarayı bırakmaya çalışması da çok zor bir şey. Bence sigara bırakma konusunda daha büyük ve daha güvenli bir birim olmalı. Hacettepe’nin sigarayı bıraktırmada tutumu diğer yerlere göre daha yumuşaktır. Bizim temel yöntemimiz buraya, sigarayı bırakmaya gelen hastaya baskı yapmamaktır. Bir de benim öbür mesleğim medikal onkoloji. Sigara içenler olmasa biz nasıl para kazanacağız! Bu sözlerimi genellikle
38
sigarayı bırakmış, kafası karışık insanlarda kullanıyorum. Amacım korkutmak değil, onlar da bunu anlıyor zaten. Öğrencilik anılarınızdan bize anlatabilecekleriniz var mı? Anlatayım. Bir gece üç arkadaş yurttan kaçtık. Bizim zamanımızda on ikiden sonra ne yurda girmek mümkündü ne yurttan çıkmak. O gece sıkılmıştık, ertesi gün de cumartesiydi. Niye kaçılırsa gecenin bir vakti, ne yapılabilirse? Amacımız Ankara’da sabaha kadar gezmek. Yurtta birinci kattaki odaların pencereleri arkadaki boşluğu görür. Oradan kolayca girilip çıkılıyor. Kapıda da demir var zaten, oradan da geçmesi kolay. Üç dakika sonra Hamamönü caddesindesin. Bu yolu öğrenciler aslında kaçmak için değil, gece geç gelince girmek için kullanırdı. Cep telefonu falan yoktu tabi ama taş maş atarak o odadakilere ulaşılırdı. Biz kalıyorduk o odada, odamız yolgeçen hanıydı. Neyse, biz o yolu kullanarak kaçtık bir gece. Fotoğrafçılıkla ilgileniyoruz, o gece de fotoğraf çekeceğiz. Benim bir elimde tripot, diğer elimde diğer malzemeler. Bu kaçtığımız arkadaşların Türkiye derecelerinden bahsedeyim: En kötüsü benim, 29.yum. Biri 20., diğeri de üniversite 2.si. Zeka düzeyine bak. Ankara’da gece hayatı yok, tek derdimiz eski AŞTİ’ye kadar yürümek, on beş dakikalık yol. En büyük sorun köpekler. Ankaralı olmadığımız için bunu bilmiyoruz tabi. Her yerde köpek var, benim tripot
Bir tanesi de bir yılbaşında. Yılbaşını kutlayacağız, gizlice içkiler de soktuk yurda. Gecenin ilerleyen saatlerinde odanın kapısını söküp sakladık. Sonra biraz çok içmiş arkadaşın birine dedik ki “kapı kilitliyken, biri gelmiş kapıyı söküp götürmüş”. Adam inandı. Halbuki kapı kilitliyken sökülmez, değil mi? “Kim söker ki, yönetime haber verin!” diyor. “Olur mu hiç, odada içki içiliyor” diyoruz, “olur mu o, kapı bize zimmetli.” diyor. Bu bahsettiğim adam da Türkiye 10.su, şimdi çok iyi bir yerde, kadın doğumcu, ismini vermeyeyim.Daha çok var ama biraz müstehcen. Bir tanesini anlatayım. Acildeyiz. O zaman içenleri hemen acile getirirlerdi, şimdi nasıl bilmiyorum. Bir travesti içip gelmiş. Kadın görünüşlü tabi ama biz anlıyoruz travesti olduğunu. Globu da varmış, bir kız arkadaşımıza şaka yapalım diye düşündüler arkadaşlar. Kız arkadaşa, sen tak idrar sondasını dedik. Girdiler odaya. Birazdan bir çığlık, elinde sondayla dışarı çıktı kız arkadaş. Eşiniz de akademisyenmiş. Eşim benden iki dönem küçük. Ben dahiliye asistanıyken o intörndü. O zaman tavladım. O göğüs hastalıklarını kazandı, sonra alerjist oldu. Bizim eve iki ihtisas yapmazsan giremiyorsun zaten. Şimdi Ankara Üniversitesi’nde Alerji’de. Yeni sağlık sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Performans, tam gün yasası, kanun hükmünde kararname... Ben tam günü kimsenin etkisi olmadan seven ve yaşayan bir adamım. Saat şimdi altıya geliyor. Öğrencilerim var yanımda, saate bile bakmadan devam ediyoruz. Bana, bir öğrencinin öğretmenini öğleden sonra bulamama fikri çok acı geliyor. Ben öğrenciyken bulurdum çünkü. Ayrıca şunu unutmayın bu yasa size ilk top sürmeyi öğreten temel bilim hocalarınızı, Beytepe’deki hocalarınızı hiç ilgilendirmiyor. Hayatımda ben hep tam gündüm, muayenehane açmayı hiç düşünmedim.
logların tetkik limiti yok. Ama mesela endokrinde öyle değil, endokrinciler bu sistemle çok para kazanamaz. Performansın bana zararı yok. Tam gün çalışıyorum, aynı işi yapıyorum, araştırmamı yapıyorum, televizyonlara çıkıyorum, dersime giriyorum. Benim sistemim bozulmadı yani. Ama prensipte performansa karşıyım. Temel bilimciler performanstan hiçbir şey kazanmıyor mesela. Onların performansla işi yok, akşama kadar araştırma yapıyorlar. Hacettepe’yi Hacettepe yapan da bu araştırmalar zaten.
Prof.Dr. İsmail ÇELİK
çok işe yaradı bu konuda, korkuyorlardı. İkincisi derdimiz soğuk; anamız ağladı, öldük öldük. Sonra sarhoşlar, para isteyenler… Fotoğraf falan çekmek şöyle dursun canımızı zor kurtardık. Diğer bir sorun polisler. O saatte sokakta ne yaptığı belli olmayanları sorgulamak işleri. Biz de beş kere durdurulduk. Öğrenciyiz desek yandık, yurda götürürler, ceza falan alırız. Gazeteciyiz dedik, fotoğraf çekiyoruz. Böyle bir şekilde AŞTİ’ye ulaştık. Orası da bir kalabalık, mahşer yeri gibi. Hayatımda bir kalabalığı bu kadar sevmemişimdir.
Kamu birlikleri yasası ise bu hükümetin en büyük yanlışı oldu. Sigara konusunda acayip doğru işler yapıyorlar. Yasak konusunda, uygulama konusunda, sigara ilaçlarını ücretsiz verme konusunda… Bir de açık söyleyeyim Hacettepe’nin temeline vurursan Hacettepe üstüne yıkılır. Burası çok kurumsal, çok köklü bir kurum çünkü.
Hacettepe’yi, burada olmayı çok seviyorum. Hatta para vermiyoruz deseler arabamı satarım, evimi de satarım, üstüne para istemezlerse bedavaya çalışırım yirmi sene boyunca, emekli olana kadar. Üstüne para isterlerse de on sene falan. O kadar çok seviyorum burada olmayı. Öğretmenlik kutsal meslek. Ben de öğretmeyi çok seviyorum. Ama bizim işimiz çok kolay, tıpa iyice alışmış çocuğa muayene öğretiyoruz. Temel bilimci hocalarınızın işiyse çok zor; onlar size top sürmeyi öğretiyorlar. Dönem III’ten sonra sizin işiniz zor ama bizim işimiz kolay artık.
Bu güzel röportaj için çok teşekkür ederiz hocam...
Performansa gelince, bizi çok etkilemiyor açıkçası çünkü onko39
Sevdiğin bir şarkıyla tüm dostların adına…
Yürüdüm adım adım Masallardan ışık aldım Güleç yüzüm mahçup kalbim Kıpkırmızı yürüdüm Yürüdüm aşık oldum Yürüdüm kaşif oldum Öğrenmekle geçmiyor hayat Ağırlaştım yürüdüm Yürüdüm babam öldü Yürüdüm kızım oldu Bazen bahar bazen kara kış Sızım oldu yürüdüm Yürüdüm evsiz kaldım Yürüdüm sensiz kaldım Hiç gitmez sanıyordum Sevgi gitti yürüdüm Yürüdüm alev aldım Yürüdüm kül olup kaldım Gül bahçelerinden geçtim Dikenlerde yürüdüm Yürüdüm oyun oldum Gerçeğim oyun oldu Ardımda bir çocuk kaldı Dönüp baktım yürüdüm Yürüdüm avaz avaz 40
Yürüdüm çığlık çığlık Boğazımda yaşlı bir hıçkırık Yutkunarak yürüdüm Yürüdüm savaş oldu Yürüdüm yarış oldu Kaybolmaktan korktuğum dünya Bir karış oldu yürüdüm Yürüdüm dur dedi tanrı Yaşanacak neler kaldı Anlat dedi ne anladın Siyah beyaz yürüdüm Gözümün önünden geçip gittim Bulutlara yürüdüm Feridun Düzağaç
Varoluşun o denli doğaldı ki hayatımızda, büyük bir boşluk var içimizde. Dostluğunla, yoldaşlığınla, fikirlerinle, başarılarınla ve insanlığınla unutulmayacak bir Caner bıraktın anılarımıza. Dileriz ki mutlusundur şimdi “yürüdüğün” yerlerde
İnsanın tek bir hakkı mı var bu hayatta sevmek için? Sadece bir sefer mi gerçekten sevebiliyoruz? Eğer öyleyse söylesene ben bu hakkımı kullandım mı şimdi? Boşa mı gitti bütün o umutlarım, sevinçlerim, hayallerim… Sevgimi bir hiç uğruna mı harcadım? Peki, acıdan titrediğim gecelerin hesabını kim verecek? Bir hak daha istesem sevmek için, sil baştan başlar mı hayat dersin? Biliyorum cevaplarım sende değil artık... Senden yalnızca tek bir şey istiyorum; Beni bana geri ver kâfi…
Tolgahan Kaya
Sensizlik
Şiir
SEN VE BEN Sen cesurdun, Korktuğunu açıkça söyleyebilecek kadar. Bense, Cesaret maskesinin ardına gizlenecek kadar korkaktım. Zaten, sen hep olduğun gibi yaşarken, Ben hep maskelerin arkasına saklandım. Sen söylerken sevgini, haykırarak, Ve sevdanı yaşarken tüm yüreğinle; Ben utandım sevmekten, sevilmekten. Çoğu zaman sevgimi kendime bile anlatmadım. İşte bu yüzden, Ben sevdim seni, Sen farkına bile varmadın. Seni sevdiğimi ben bile anlamadım.
Sensizlik yüklü kabuslardan uyanıp Sensizlik kokulu sabahlara ulaşıyorum Ekim HELHEL Akrep sensizlik üzerine çadır kurmuş Zaman sensizlik üzerinden akmıyor Çocukken önüm arkam sobeydi Şimdiyse önüm arkam sağım solum sensizlik Aldığım nefes, yediğim yemek hepsi sensiz Aynada karşımda duran da sensiz Karşıdan karşıya geçerken sağım solum da Bir tek; taşarcasına İçi tıka basa sevdanla dolu bu yürek sensiz değil Bir tek o yaşıyor Ne senden başkasını gören bu gözler Ne de teninden başkasına dokunabilen eller… Hepsi candan azade Sağanak halinde sensizlik gözyaşlarıyla yastığımı ıslatırken yaşar ancak o gözler Ellerse; sensizlik nedir bilmeyen talihi bol yüreğime dokunduğunda… Vakit yine gelmiş Sensizliğin ateşiyle cigaramı yakıp Şu hayatta ne kadar sensizlik varsa hepsini içime çekeceğim Sonrası mı? Dedim ya sensizlik yüklü kabuslar beni bekler…
Ömer Faruk Turan 41
Siyah Kedi Yener ÇALIŞKANER
O
turamıyordu yerinde. Oturmayı bırak kalkıp dolaşamıyordu da. Tam midesinin üstünde bir yere, kaburgaların bitip karnın başladığı yere bir ağrı saplanmıştı ki ne oturabiliyor ne kalkıp dolaşabiliyordu. Mutsuzdu, ağlamıyordu artık ama üzgündü. Kanadı kırık bir kuş gibi hissediyordu kendini. Ne yapsa dinmeyecek ne yapsa bitmeyecek derin bir acı vardı içinde. Acı kalbindeydi, acı yerindeydi. Peki, o ağrı olduğuna bile emin olamadığı şey, neden gidip vücudunun sol tarafında, midesinin üstünde yuvalanmıştı? Birkaç satır geldi aklına, tam hatırlayamıyor ama tanıdık geliyordu. Oturduğu yerden bin bir zorlukla kalktı, merakı o şeyi yenmiş gibi duruyordu şimdilik. Kitaplığa kadar sürükledi bedenini güç bela, rafları aradı. Hiç bir zaman aradığı kitabı şıp diye bulamamıştı zaten ama bu seferki arayış ona yük gibi geliyordu. Merakını öne sürüp aramaya devam etti. Kitaplığın en solunda, orta rafında, düzgünce dizilmiş kitapların üstüne konmuş; sırtı görünmeyen bir kitap vardı. Kitapta tek bir sayfanın kenarı kıvrılmıştı, sayfaların rengi de tanıdıktı. “İşte buldum seni.” diye mırıldandı. Kitabı olduğu 42
yerden çekip çıkarttı, kapağındaki yazıyı yüksek sesle okudu; “Masumiyet Müzesi”. Bu sefer de bedenini pencerenin önüne yerleştirdiği koltuğuna kadar sürükledi. Koltuğun önünde güzelce bir sehpa vardı. Kimi zaman ayaklarını uzatıp uyukluyor kimi zamansa bilgisayarını koyup film izliyordu. Son birkaç gündür görevi ayrıydı o sehpanın, sabaha kadar uyuyamamanın ağır yükünü taşıyordu. Her sabah üzerinde üç bardakla uyanıyordu sehpa, üç kirli kahve bardağı. Her gece sabaha kadar dokuz bardak kahve içiyordu bu üç bardakla. Sabahları üçünü de yıkıyor, gece sırayla kirletip sırası geleni yıkıyor yeniden dolduruyordu. Önceleri üçü bir arada içiyordu; ama artık fayda etmez olmuştu. Şimdileri çok daha sadece içiyordu kahvesini, kahvesinin iki bileşeni vardı: piyasadaki en sert kahve ve sıcak su. Kitabı sehpanın üzerine bıraktı ama kendini koltuğa atmadı. En eski görünen bardağı alıp mutfağa doğru yürüdü. Köşesi hafifçe kırıktı bu bardağın ama çok seviyordu, yine kullanıyordu. Kırık da zaten üç gün önce kâbusla uyandığı sabah sehpayı devirince olmuştu. Diğer iki
bardak kırılmış, bu şanslı bardak sadece ufak bir sıyrık almıştı. Üzerinde yeşil şapşal bir kurbağa vardı, anıydı onun için. Kocaman adamdı ama bu kurbağa kadar hoş görünen bir şey yoktu gözüne. Bardağı yıkayıp kahvesini yenilemesi birkaç dakika sürdü. Bir kahve makinesi almayı düşünüyordu artık, evden çıkmaya karar verirse iki sokak aşağıdaki beyaz eşya dükkanından alırdı. Markası fiyatı önemli değildi; kahve yapsın yeter, kahvesi güzel olmasa da olur. Koltuğa geri döndüğünde üzerine bir fil oturmuş gibi hissediyordu. Daha fazla ayakta duramadı attı kendini koltuğa. Kahve bardağını bırakmayı akıl edemediğinden koltuğun sol kolunun orta yerine kahvenin hatırı sayılır bir kısmı döküldü. Kocaman kahverengi bir leke oluştu
yeşil kumaşın üstünde. Takmadı, kalkıp silmeye bile uğraşmadı. Kendi koluna dökülmemişti ya, hem o böyle lekeli şeyleri severdi. Her leke bir yaşanmışlıktı onun için. Kitabı almak için kalkmasının üzerinden çok zaman geçmişti onun için koltuğa oturduğunda. Her gece bu koltuktan dokuz kez kalkardı, dokuz bardak kahvesini içebilmek için. Dokuzdan ne bir eksik ne de bir fazla içerdi. Dokuz takıntısı olmuştu onun. Ayın yirmi dokuzu, dokuzuncu ay, dokuz hafta ve tekrar ayın yirmi dokuzu... Biraz daha oyalandı bu düşüncelerle. Kitaptan korkuyordu içten içe. Okuyacağı satırların hafızasındaki delik deşik hali onu ürkütüyordu. Bu ağrının, bu acının, bu ne olduğunu tanımlayamadığı şeyin tanımlanmasından korkuyordu. Kitabı işaretli yerinden açtı, daha okuduğu ilk cümle korkusunun gerçekliğini yüzüne vuruyordu; “Aşk acısının anatomik yerleşimi” Altını çizdiği yerleri aradı, ne o sayfada ne de yanındaki sayfada göremedi. Gözleriyle taradı, belki işaretlemiş olduğu sayfadaki şeyden öyle korkuyordu ki altını çizememişti. Birkaç sayfa çevirdi. İşte oradaydı, siyah kurşun kalemin satırlar altındaki ince izi. Aşk acısının anatomik yerleşimini bulmuştu işte, kısık sesle okumaya başladı. Sanki içinden okursa kendini savunamayacak, satırların tesirinden kendini kurtaramayacaktı. Okuyordu; “Acının, midemin sol yanının yukarı kısmında olduğunu belirteyim. Acı güçlendiği vakit, göğsümle midem arasındaki boşluğa hemen yayılırdı. O zaman gövdenin yalnız sol kısmında kalmaz, sağa da geçerdi. Sanki içime tornavida ya da kızgın bir demir sokulmuş, içeriden kanırtılıyormuş hissine kapılırdım. Sanki midemden başlayarak bütün karnımda keskin asitli sıvılar birikiyordu, sanki yakıcı ve yapışkan küçük denizyıldızları, iç organlarıma yapışıyordu. Şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı, alnıma,
enseme, sırtıma, hayallerime, her yerime vurur, beni boğar gibi sıkıştırırdı. Bazen göbeğimde, tam göbek çukurunun etrafında, sanki bir yıldız şeklinde birikir ve asitli sert bir sıvı gibi boğazıma, ağzıma dolup sanki beni boğup öldürecekmiş gibi korkutur, oradan bütün gövdemi zonklatır, beni inletirdi. Elimi duvara vurmak, jimnastik hareketleri yapmak, gövdemi sporcu gibi zorlamak, bir an için acıyı unuttururdu; ama en zayıfladığı zamanlarda bile, bir türlü tam kapanmayan bir musluktan damlayan damlalar gibi, acının kanıma karıştığını hep hissederdim. Acı bazen boğazıma kadar çıkar, yutkunmamı zorlaştırır; bazen sırtıma, omuzlarıma, kollarıma yayılırdı. Ama her zaman asıl midemdeydi, merkezi orasıydı.” Ve bitmişti kurşun kalemin ince izi. O bitmişti ama okuyanı da bitirmişti. Son cümleleri gözlerindeki yaşlarla güç okumuş, bitirmesine yakın bir damla kitabın üzerine düşmüştü. Hiç düşünmemişti altını çizerken gün gelip böyle kıvrandıracağını bu yazının onu. Yazı bitmişti tamam, ne var ki o da bitmişti. Hıçkırıktan nefes alamıyor, inliyor, neredeyse çığlıklar atıyordu. Boğuk erkek sesi o çığlıklarla öyle iğrenç bir hal
alıyordu ki kendi bile duymak istemiyordu. Ama durmuyordu içinde, durmuyordu. Dudaklarını ezip geçiyor, çıkarken boğazını kavuruyordu. Dakikalarca ağladı bu şekilde. Artık ne gözlerinde yaş ne de boğazında ses çıkarabilecek bir güç kalmıştı. Sustu. Uzandı ve artık soğuyan kahvesini aldı eline. Hala sessizce ağlıyormuş gibi geliyordu ona; emin olamıyordu ama. Yüzü zaten ıslaktı, gözyaşları dökülüyor mu dökülmüyor mu hissedemiyordu. Dudakları titriyordu hala ve çenesi yukarı doğru seğirtiyordu; kemiği değil çenesinin üzerindeki derisi. Ne zaman ağlasa öyle olurdu çenesi. Ne kadar iğrenç bir görüntüydü bu. Ağlamaktan nefret ediyordu. Kahve bardağı elinde öylece durdu bir süre. Sonra görmeyen gözlerini buz gibi olmuş kahveye 43
ki saldırması güçleşsin, saldırması zevkli hale gelsin. İzin vermeyecekti o şeyin istediğine ulaşmasına. Kahvesini dikti kafasına, içinde kan olsun olmasın kahveydi, onu uyanık tutardı. Uyumayacaktı, ta ki bedeni uyumamak için çaba harcayacak gücü kaybedene kadar. Ve uyuduğunda dinlenmiş, dinç uyanmayacaktı. Acıya pabuç bırakmayacaktı, belki bu uykusuzluk diğer yolu, seçeneklere dahil etmediği, asla yapmayacağı yolu kendiliğinden ayağına getirirdi.
dikti. Bir yudum almak için biraz doğruldu. İçmiyordu, içki onu daha iyi yapamazdı. Kahve de daha kötü yapmıyordu. Titreyen dudağını bardağa dayadığında yakıcı bir acı hissetti. Durmadı, kocaman bir yudum aldı kahvesinden. Kahvenin soğuyunca aldığı ekşi tat ağzını kamaştırdı. Sonra bir elini dudağına götürdü, kanıyordu. Tam dudağının altında tuttuğu kahve bardağına bir kaç damla kan karışmıştı. Belki yudumlamayı bırakıp bardağı çekse bu kadar derin kesilmezdi dudağı, şimdi şakır şakır kanıyordu. Kim öpüp iyileştirirdi ki onu şimdi? Dudağındaki kanın durması için bir şey yapmaksızın oturdu, oturduğu yerde kaydı. Neredeyse yatıyordu koltukta, elinde hala kahve bardağı. Dudağının kanamasıyla ölmezdi ya, umurunda değildi. Tişörtünü çamaşır makinesi yıkardı, kahveyi lavaboya dökerdi. Dudağını da okulda öğrendiği gibi kan pulcukları hallederdi işte. Ne diye uğraşsın. Düşünmek gibi daha korkutucu ve önemli bir işi vardı şu anda. Düşünüyordu okuduğu satırları, korkmakta haklı olduğunu görüyordu. O satırlar gelecekten gönderilmiş gibiydi. Şimdilik sol yanında duran acı, ağrı ya da tanımlayamadığı şey; gün gelecek yayılacaktı tüm iç organlarına. Bunu biliyordu, bundan korkuyordu. Bu korku o acıyı, ağrıyı ya da tanımlayamadığı 44
şeyi besliyordu, farkında değildi. Acının tek bir çaresi vardı, belki iki. Birini seçenekler arasına sokmak istemiyordu, diğeriyse imkânsızdı. Bir zamanlar “Ben imkânsıza inanmam.” demişti, şimdi inanıyordu işte. İmkânsız tüm somutluğuyla dudağından akıyordu, bir kitaba mürekkep olup satırlar oluşturuyordu. İmkânsız içinde kanlı kahve olan bir bardaktı, yüzünü şişiren ağlama nöbetiydi; imkânsız oradaydı ve
orada olduğunu adı gibi biliyordu. İmkânsız gerçekti ve imkânsızdı. Uyuklarken yakaladı kendini, acı, ağrı ya da tanımlayamadığı şey damlamaya dönüşmüş, serum gibi damarlarına akıyordu. Onu rahat bırakıyordu; demek ki kolayı sevmiyordu. Uyuyup dinlenmesini güçlenmesini istiyordu. Güçlensin ki mücadele edebilsin, güçlensin
Kahveyle ayakta dururken ve saat artık güneşin doğuşunu gösterirken kapının hemen dışından bir hışırtı duydu. Bir şey kapıya sürtünüyordu. Korktu önce, bu mahallede pek hırsız olmazdı ama olursa şu bitkin haliyle bir hırsıza karşı koyamazdı. Biraz daha dinledi hışırtıyı. Hışırtı durmuyordu. Bir de miyav sesleri eklenmişti hışırtıya. Yirmi dört saat kapısı kapalı bir apartmana nasıl girmişti bilinmez ama bir sevinç kaplamıştı bu miyavlarla içini. Bin bir güçlükle kalktı ayağa kapıya gitti, kapıyı açtı. Siyah bir
kedi duruyordu kapının önünde, acı bir gülümseme ve son kalan bir kaç damla belirdi yüzünde. Kara kedi değildi, siyah bir kediydi, uğursuzluk değil umuttu. Kediyi aldı kucağına, içeri aldı ve kulağına fısıldadı; “Demek döndün, bir insan olarak gittin bir kedi olarak beni buldun. Hoş geldin.”
AYAKÜSTÜ
DİYA LOG LAR Hocam Portakal Gaste olarak sizinle röportaj yapmak istiyoruz? Niye benimle? Farklı ve öğrencilerin yakından tanımak istediği hocalarımızla röportaj yapmak istiyoruz. Ama ben sıradan bir hocanızım. Normal bir insanım. Benden çok daha medyatik hocalarınız var onlarla görüşün. Onlarla zaten görüşüyoruz hocam. Ama biz sizinle de görüşmek istiyoruz? Ama benim vaktim de yok. Derslere giriyorum, hasta bakıyorum, araştırma yapıyorum. Çok yoğunum yani. Hocam zaten çok vaktinizi almayacağız. Yarım saat bile yeterli olabilir. Hatta bir yemeği birlikte yiyip yemekte de konuşabiliriz. Olmaz. Mantarcılar da gelmişti bunun için onlara da hayır dedim. Ama biz onlardan farklıyız hocam. İncelemem için verdiğin gazetenizde de hiç hoş olmayan ifadeler vardı. Söylemediğim ya da yanlış anladığınız şeyleri yazıyorsunuz. Ne gibi hocam ne yazmışız(!) “Hoca yine yaptı yapacağını. Anlattığım yerlerden soracağımı mı düşünüyorsunuz!” gibi bir cümle vardı. Ama gerçekte ben böyle bir cümle kurmadım. Anlatmadığımı nasıl sorabilirim ki. Ben bunu dönem 4’lere farklı bir şekilde söyledim. Derste süre kısıtlı olduğu için her şeyi haliyle anlatamıyoruz. Ama
sınavda konunun tamamından sorumlular. Ayrıca öğrenci dahiliye sınavına girdiğinde ben soru soracaksam sadece endokrinden değil tüm dahiliyeden sormakla yükümlüyüm. Kardiyo anlatmadığım için onu sormayacak değilim tabi ki. O amaçla söylediğim bir şey bu. Demek ki bir yanlış anlaşılma olmuş hocam. E sadece bu değil ki. Sınavda kobalt mobalt sorup öğrenci bırakıyormuşum. Olur mu öyle şey? Bu efsane nefrolojiden emekli olan bir hocanız için uydurulmuştu. O emekli olunca hikaye de bana geçti. Hiç alakası olmadığım bir durumla karşı karşıya kaldım. Yurt dışından yeni geldiğim zamanlarda poliklinikte hasta bakıyorum. Odamda lavabo olmadığı için muayene odalarından birindeki lavaboyu el yıkamak için kullanıyordum. Tam o sırada hasta hazırlayan bir intern beni tanımamış olacak ki gayet lakayt bir şekilde elini sallayarak “falan ilacın dozu kaç ya” şeklinde bir ifade kullandı. Bu yakışıksız ve sorumsuzca davranış karşısında hiçbir şey söylemeden dönüp gittim. Ancak bir yaptırımda da bulunabilirdim. Aslında röportaj için burada konuştuğumuz kadar zaman bile yeterli Boş verin beni. Sıradan bir hocanızım. Daha popüler ve göz önünde olan hocalarınızla görüşün. Bakın yemeğe bile yetişemeyeceğim. Görüyorsunuz ne kadar yoğun olduğumu, yemeği bile koştura koştura yiyeceğim. Peki hocam siz bilirsiniz yine de teşekkür ederiz. Kolay gelsin.
Ağız İçind
e Mikrofo n Tekdüze K o n u ş ma Uyuyordu k B a ş ka Hatırlamıy Bir Şey oruz -4-
i İran Kedis g in Cush rlama s a H ta A za dk A En z 30 Derslere a Geç Kalm ı y a d Ka b a
-1log Kardiyo Pipo ker Çaylı Şe ereyim “C1 Mi V ayım? ” Sor Sor u Mu
alı Gözü Kap abilen an Konuş ını Açmad z ğ A Hiperaktif Sıkıcı Ders Sna pe Biyofizik Öğretim Üyesi U y ku Malign Malign, , n g li Patoloji Elektrik-Elektronik a M İnsan adan Bir Mühendisi Mezunu -3Yani Sır Kobalt Ataksik Konuşma r ma ma rden So le r e Y ı -2ığ Anlatt Tavana Pointer Tutma Davul Zurna “Kırmızı Giy Sınava Gel” Fransız Futbolfobik Sopa -6ı s a z fı a Fil H ç -5Beyaz Sa az Önlük Marjinal Bey Tane A1 4 Tane F4, 1 fi, eyene 1 Tela “Derse Gelm ” fi la Gelene 2 Te Politikacı -9-
-7-
Porsche Cep mend ili Karizma Baklava p rensi
-8-
- 10 -
CEVAPLAR
ba büyükba lar
Tabu: 1.Aydan Usman /2.Abdullah Ruhi Soylu / 3.Özay Gököz / 4.Kamer Kılınç / 5.Tomris Erbaş / 6.Yusuf Bayraktar 7.Nuran Yener / 8.Serdar Aksöyek / 9.Selçuk Dağdelen / 10.İbrahim Güllü Büyükbabalar: Hamdi Öğüş / Emin Rüştü Onur / Sezai Kuş / İskender Sayek
Bunları Duydunuz mu Genel Cerrahi Umblikal Herni Ameliyatı Ali Konan: (spermatik kord olduğunu düşündüğümüz bir şeyi göstererek) Peki bu ne? Stajyer: (heyecandan ağzı dili dolaşır) Spinal kord? Ali Konan: Ha evet kızım, bunu kesince adam paralizi oluyor. Genel Cerrahiden Bülent Tırnaksız Sağlık bakanı ‘şişko deyin onlara belki düzelirler’ dedi. Düzelecek olsak düzelirdik şimdiye kadar. Çocukluğumdan beri bana hep şişko dediler. Düzeldim mi, yok.
Biyokimya’dan Sezai Kuş’un eşi Dizi Kuş, başı dönünce ne olduğunu soran stajyer öğrenciye “Ne olacak, Sezai’ye sarılıyorum birlikte dönüyoruz.” der.
Kadın Doğum Dersi Selçuk Tuncer, uykulu bir arkadaşımıza: Neden uyuyorsun çocuğum ben mi uyutuyorum yoksa?
Dönem 4 Endokrin Dersi Tomris Hoca: Hipoglisemide hastaya ne verilir? Stajyer: İnsülin Tomris hoca: Şaka yapıyor olmalısın, şaka yapıyorsun değil mi? Hastayı öldürmeye mi çalışıyorsun? Şaka yaptığını söyle ne olur! Dönem 3 Nöroloji Dersi Hoca (Oldukça ciddi bir şekilde): Kemik maskülendir. Kırarsın, yapıştırırsın, niye kırdın abi demez yürür. Beyinse feminendir. Yeterince ilgi göstermezseniz küser, konuşmaz. Bunu erken farkederseniz ne ala, düzeltebilirsiniz. Ama gecikirseniz artık yapabileceğiniz en iyi şey yeni bir beyin bulmaktır.
Dönem 3 Farmakoloji Analjezikler Dersi Hoca: Eskiden böyle ilaçlar yok tabi. Ama farklı farklı yöntemler var. Örneğin bir yöntem, kafaya vuruyorsunuz. Başka bir yöntem, boğuyorsunuz. Bunu cerrahların yapmasına gerek yok, boğucu adamlar var. Bugünkü teknisyenler gibi. Dönem 3 Patoloji Hipofiz Tümörleri Dersi Hoca: Bunlar çok iyi fotoğraflar değil aslında, inşallah önümüzdeki yıl karşımıza çıkar da daha iyi fotoğraflarını koyarız. (asdfghjjk?!)
47
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ MEZUNU
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ MEZUNU
www.tusem.com.tr