Portakal Gaste 4. Sayı

Page 1

Tıp okuyom ben ya!

Ücretsiz Tıpçı Gazetesi | Sayı 4 | Ocak 2011

Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ

Hastanemiz Satılmasın, Çözüm Önerimiz Var! NASA, California’da Arsenik Bazlı Yaşam Formu Buldu Kalbin Hareketleri Üzerine William Harvey

Aralık 2010 TUS sonuçları açıklandı.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim Deliliğin Serüveni

Nurten Akarsu ile Söyleşi


Portakal Ayda bir meyve verir.

Hastanemiz Satılmasın, Çözüm Önerimiz Var! Mali kriz yüzünden zor bir dönemden geçen üniversite hastanemiz için çözüm tabi ki gazetemizden çıktı. Biz daha önce nasıl düşünemedik dedirtecek devrim niteliğindeki fikir şöyle:

OCAK 2011 EDİTÖR

Halit Bacı Yazı İşleri Sorumlusu

Ekim Helhel Güncel Haber Sorumluları

Halit Bacı Tolgahan Kaya Komik Haber Sorumluları

Ekin Zeynep Altun Ömer Faruk Turan Kültür-Sanat Sorumluları

Halit Bacı Ekim Helhel Söyleşi Sorumluları

İnternlerin hastanede ve tıp camiasında nasıl bir konumda olduklarını hepimiz biliyoruz. (Olmayan bir şeyi bilmenizi istiyoruz gayet garip) Ama yine de bir tanım yapalım. İntern; hiçbir ücret ödenmeden hastanenin her türlü işlerinde kullanılabilen, bazı durumlarda 36 saat aralıksız çalışabilen, ne doktorluğa terfi edebilmiş ne de öğrenci kalabilmiş, önünde dağ gibi bir TUS’u olan, 6 yıllık (en iyi olasılıkla tabi ki) evrimleşme sürecini tamamlamak üzere olan insansı canlı. Bu kısa tanımdan sonra çözüm önerimize devam edelim. Diyoruz ki; hastanemizde çalışan tüm personel yılda yalnızca bir ay (1–31 Temmuz) çalışsın. Niye? Çünkü 5. sınıf stajyerler, Haziran’da okulu bitiriyor ve genel olarak 1 Temmuz civarında da intern olarak göreve başlıyorlar. İşte ilk bir ay hastane personeli ile birlikte çalışıp işi öğrensinler daha sonra personeller 11 ay ücretsiz olarak izne ayrılsın. Tüm işleri internler yapsın. Danışmadan hasta bakıcılığına, temizlikten güvenliğe, tetkik onaydan sekreterliğe hep internler baksın. Düşünün bir kere 11 ay boyunca doktorlar ve hemşireler dışında kimseye maaş verilmeyecek. Hem hastanemiz maddi anlamda kalkınacak hem de internler kendilerini koyabilecekleri sosyal bir statü bulabilecekler. Düşünün görevli oldukları yerde masaları, sandalyeleri olabilecek. Hatta bazı çok şanslılarının odaları bile olabilecek. (Şu an bu satırları okuyan intern abi/abla gözlerindeki o ışığı görebilmeyi çok isterdim.) Ne dersiniz, olur mu? ;) Portakal

Elif Özge Çınar Ekim Helhel

Dönem 3 Endokrin İstatistik

Kübra Kılınç Bulmaca Sorumluları

Elif Özge Çınar Kübra Kılınç Çizerlerimiz

Ekin Zeynep Altun Ebru Demir Abdullah Onur Kılıç Ülker Shamkhalova İletişim

portakalgaste@hotmail.com www.facebook.com/ portakalgaste

TÜRKÇE

İNGİLİZCE

231 53,49

158 55,45 Erkekler Kızlar 95 63 53,44 58,42 78,1 78,1 32,6 36,8 85 81 0 0 1 0 6 10 5 8 21 12 29 18 30 14 3 1 5 5 9 11 24 26 56 44

Toplam Sayı Genel Ortalama Toplam Sayı Ortalama İlk 10 Ortalama Son 10 Ortalama En Yüksek Not A1 A2 B1 B2 C1 C2 F4 F2 İlk 10’da İlk 20’de İlk 50’de İlk 100’de

Erkekler 131 51,1 77,4 23,1 82 0 0 8 5 26 32 58 2 4 8 25 47

Kızlar 100 56,63 81,5 30,4 87 0 2 10 3 28 28 29 0 6 12 25 53


NASA, California’da Arsenik Bazlı Yaşam Formu Buldu Serdar Baraklı

A

raştırmacılar, fosforlu bir ortamda onun yerine arsenik kullanan bir mikrop elde ettiler. 6 temel bileşen maddenin içinde bu zamana kadar böyle bir şey görülmemişti. Science dergisinin haberine göre elde edilen bakteri, arseniğin bileşik formunu hücrenin sitoplâzmadaki mekanizmasında hatta DNA’sında bulundurabiliyor.

Arsenik; toksik ve fosforlu bir ortamda işlev görebilmek için kimyasal olarak çok kararsız bir madde. Bu bakterilerdeki görevlerine gelecek olursak; DNA’nın heliks yapısını

yapısına rağmen karides türlerinin, sinek ve yosunların, orada bol miktarda bulunduğu biliniyor. Mono Gölü kapalı havza yani gölün suları herhangi bir şekilde başka bir yere ulaşmıyor. Bu da gölün bir okyanustan 3 kat daha fazla tuzlu olmasına neden oluyor. Göl yüksek derecede bazik ve karbonat, fosfor, arsenik ve sülfürden zengin. Felisa Wolfe-Simon liderliğindeki NASA Astrobiyoloji Enstitüsü ve Birleşik Devletler Jeolojik Araştırma Birimi’nin çalışmaları sonucu Mono Gölü tortusundan bakteriler elde edildi. Mikrop; tipik şeker ve vitaminleri, ayrıca bazı metal par-

Bu veri gösteriyor ki geniş kapsamlı bir yerine kullanım söz konusu. Eğer haklıysak başka yollardan hayatta kalma ile ilgili bir bilinmezi çözmüş olacağız korumasını sağlıyor, proteinleri aktive ediyor, enerji elde edilmesi için hücre içinde çeşitli fonksiyonlarda rol alıyor. Eğer bu bilgi doğrulanırsa özellikle temel biyokimyada, dünyada veya evrendeki başka bir yerde yaşamın başlangıcı ve evrimindeki sahip olduğumuz bilgilerin gözden geçirilmesine neden olacağı açık. Hollanda Radboud Universitesi moleküler kimyagerlerinden Alan Schwartz’a göre bu sonuç harika, bir o kadar çarpıcı ve çok önemli, tabi doğruysa. “Aslında anlatılanlar karşısında şimdiki bilgilerime bakarak bazı şüphelerim var. Ama tabiî ki çalışma çok etkileyici, orijinal ve muhtemelen de çok önemli.” Araştırmalar Doğu California’daki Mono Gölü’ne ait tortular üzerinde yapıldı. Gölün ilginç kimyasal

Wolfe-Simon: “Bu veri gösteriyor ki geniş kapsamlı bir yerine kullanım söz konusu. Eğer haklıysak başka yollardan hayatta kalma ile ilgili bir bilinmezi çözmüş olacağız.” Arsenik periyodik tabloda fosforun altında yani 5A’da ve atom numarası 33. Yani kimyasal olarak pek de farklı değiller. Yaşamın 6 temel bileşeni: Karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfür (CHONPS). Fosforun dünya yüzeyinde oldukça fazla bir dağılımı var. Eğer test tüpündeki bir mikrop arsenik içinde yaşamaya zorlanabiliyorsa, belki de yaşamın ilk olduğu yer arsenikten zengin bir yerdi, sonradan fosfor geldi. Kim bilir arsenik bazlı bir hayat belki de Dünyamızın keşfedilmemiş yerlerinde yada uzayda bir yerde vardır. Wolfe-Simon’a göre olay arsenikle yada Mono Gölü ile alakalı değil. “Burada yaşamın esneklik gösterebildiğini görebilmemiz gerekli. Herhangi bir canlı, bir mikrop yada bir

çacıkları barındırıyordu. Ama fosfat ve fosfatın önemli biyolojik formlarına sahip değildi. Sonra çalışmalar sırasında bol miktarda arsenat ve arseniğin analog formları ile mikrobun beslenmesi sağlandı. Özel bir mikrop, sonradan tuz seven ve deniz familyalarından olan Halomonadaceae ailesine ait GFAJ-1 olduğu tespit edilmiştir, seçildi ve test tüplerinde üretilmeye başlandı. Bazıları yüksek miktarda arsenatla beslendi diğerleri de fosfatla. Arsenatla muamele edilen mikroplar fosfatla edilenlere göre daha fazla üretilemedi ancak yine de sabit bir şekilde 2 günde 1 sayılarını ikiye katladılar. Araştırma ekibi orijinal kültürdeki her fosfat parçacığını hücrelerden elimine edemeyeceğini bildiği için, tarama ve analitik teknikler kullanılarak GFAJ1’in fosfat yerine arsenatı temel yapıtaşı olarak kullandığını tespit etti.

Burada yaşamın esneklik gösterebildiğini görebilmemiz gerekli. Herhangi bir canlı, bir mikrop yada bir ağaç, biz bunları zorluyoruz ve onlar da CHNOPS’dan oluşuyorlar ama şu an elimizde yaşam için gerekli olan basit bir Wolfe-Simon örnek var ağaç, biz bunları zorluyoruz ve onlar da CHNOPS’dan oluşuyorlar ama şu an elimizde yaşam için gerekli olan basit bir örnek var.” 3


Arsenik ile fosfat arasındaki benzerlikler onları zehirli ve toksik yapıyor. Hayat, bu iki element arasında seçim yapamaz, o zaman arsenik de kendisini hücre içinde kullandırabilir. Arsenik fosforla yarışıyor, sülfür gruplarını ele geçiriyor. Geçiremezse de hücrenin ölümüne neden oluyor. Bazı mikroplar elektronlarını arseniğe aktararak solunum yapıyorlar ama toksik bir element olarak yine de hücrenin dışında bulunuyor.

Araştırmacıların aklında fosfatın yerine arseniğin kullanılabilmesiyle ilgili bir sürü soru var: Hücrenin enerji deposu olan ATP’deki “P” fosfattır. DNA heliks yapısında şekerleri birbirine bağlayan element fosfattır. Temel biyokimyaya göre fosfatın yerine arsenatın gelmesi bu önemli moleküllerin kararsız hale gelmesine neden olur. Güney Florida Üniversitesi biyojeokimyagerlerinden Matthew Pasek her organizmanın ATP ve fosforile DNA kullandığını belirtti. “Çalışma son derece büyüleyici; fakat mikrobun arsenat kullandığının kesin olarak gösterilebilmesi için birçok çalışmanın yapılması gerekmektedir.”

Aralık 2010 TUS sonuçları açıklandı.

TUS

sonuçları açıklandı. TUS birincisi Dr. Mehmet Özgür Çubuk oldu. Portakal olarak biz de boş durmadık ve TUS birincisiyle röportaj yaptık. Kendisi Gazi Tıp 2010 mezunu ve okulu ikincilikle tamamlamış. Bu başarıyı bekliyor muydunuz? Evet. Dereceye girmeyi bekliyordum. Kaç net yaptınız? 178 net yaptım. Deneme sınavlarında daha yüksek veya buna yakın oluyordu. En yüksek netim 190 netti. Sınavı genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Genel olarak sınav kolay değildi. Zor soruların fazlaca olduğu bir sınavdı. Kolay sorular da vardı, hatta beklenenden daha kolaydı diyebilirim, ama az sayıdaydı. Vaka soruları da çok azdı. Sınava nasıl hazırlandınız? Bu sınava 4. sınıfın sonunda hazırlanmaya başladım. Dershaneye kaydoldum ve düzenli bir şekilde dersleri takip ettim özellikle 5. sınıfta. Derslerden sonra en geç 3-4 içinde konuları tekrar ettim. Çok soru çözdüm. Tüm deneme sınavlarına girdim. En önemlisi bütün konulara tek kaynaktan çalışıp, sık tekrar ettim, bol soru çözdüm. Üniversitede nasıl bir öğrenciydiniz? Notlarınız nasıldı? Ortalamam iyiydi. İkincilikle bitirdim okulu. Bir tek 2.sınıftayken BB ile bitirmiştim. Diğer seneler genelde AA ile geçtim. 2 ve 3.sınıftayken derslere hiç devam etmedim. Hep evde çalıştım komitelere. 4 ve 5’te stajlara çok çalıştım. Ders dışında ne yapardınız? Müzikle uğraşıyorum. Gitar çalıyorum. Sınava girecek olan bizlere ve diğer meslektaşlarınıza önerileriniz nelerdir? Öncelikle çok fazla stres yapmayın. Ne olursa olsun sonuçta pratisyen hekim olarak görev yapacaksınız. Ölüm-kalım sınavı değil bu. Dershaneye gidilsin veya gidilmesin 5. sınıfta çalışmaya başlamanızı öneririm. Dershaneye gitmeli miyiz sizce? Eğer imkânınız varsa gitmelisiniz bence. Kesinlikle faydalı olacaktır. Gidenler gitmeyenlerden 1-0 önde başlarlar her zaman. Ama dershaneye gidiyorsanız derslerden sonra 2-3 gün içinde işlenen dersleri kesinlikle tekrar etmelisiniz. Sonraya bırakırsınız o dersin hiçbir faydası olmaz. Boşuna para vermiş olursunuz. Derslere girmeyi, tekrar etmeyi sevmeyen biriyseniz hiç gitmeyin daha iyi! Başka bir önemli nokta da bazı arkadaşlarım oturup çıkmış TUS sorularını ezberliyor. Ben TUS sorularını 2 defa çözdüm ve hiçbirini de ezbere bilmem. Önemli olan, konu hâkimiyeti ve çok çeşitli sayıda soru çözmektir. Çıkmış soruları ezberlemenin bir mantığı yok. Hatta çok soru çözünce iyi bilmediğiniz bir konudan bir soruyla karşılaştığınızda bile “Bu soruda benden ne istenmiştir acaba? ” diye düşünüp doğru cevabı bulabiliyorsunuz. Başka bir önerim de tüm deneme sınavlarına girin. Düşük alırsam moralim bozulur gibi düşünmeyin hiç. Girin, yanlış yaptığınız konuları görün.

“Hafif negatif yükleri sayesinde, yine aynı derecede hafif pozitif DNA’ya fosfat ve arsenat bağlanabiliyor. Bu diğer elementlerin de bağlanabileceğinin bir göstergesi de olabilir o zaman.” Kaynak NASA Finds New Arsenic-Based Life Form in California | Wired Science | Wired.com

4

Özgür Çubuk


Kalbin Hareketleri Üzerine

William Harvey Tolgahan Kaya

K

ulağınız birinin göğsüne hatta köpeğiniz varsa onunkine dayayın; yüzyıllardır filozoflara, şairlere, aşıklara, bilim insanlarına, bankacılara hatta politikacılara bile ilham veren, organın o bildik ‘lup-tup, lup-tup, lup-tup’ sesini duyacaksınız. Tropik balıkları izlerken ise bu kalp ritmi de balıklar gibi sakinleşir ve yavaşlar. İnsanların, kanın vücutta dolaşımını ve kalbin bir pompa gibi çalıştığını çözmesinin ne kadar çok zaman aldığını düşünebiliyor musunuz? Bu geçen sürede, içimizde hareket eden organlara karşı sürekli bir ilgi ve spekülasyon olmuştur.

ana toplar damar sağ akciğer atar damarı

aort sol akciğer atar damarı sol kulakçık

pulmoner kapak sağ kulakçık tricuspid kapak

mitral kapak aort kapağı sol karıncık

sağ karıncık

Hipokrat, ‘vücudun dört bir tarafına yayılmış ve onda ruh, özsuyu ve hareket veren damarlar, büyük damarların kollarıdır (…) Hiçbir başlangıç ve bitişi olmayan bir sistemde kanın nasıl dolandığını anlayamıyorum ve bunu kendime yediremiyorum.’ Demiştir. Disseksiyonu metot olarak benimsemiş, şeklin işlevle olan ilişkisini kavramıştır. Kan dolaşımını açıklamaya çok yaklaşmış, fakat en önemli, detayları gözden kaçırmıştır. Vücuttaki gazların nereden geldiği ve nasıl kaybolduğu, kalpten gelen büyük damarlardaki kan akışının hangi yöne doğru olduğu, kanın kalbin sağından soluna nasıl geçtiği, kalbin kasılma hareketiyle mi yoksa genişleme hareketiyle mi emme basma bir tulumba gibi çalıştığı, kanın damarlara kalbin

atımıyla mı pompalandığı ve damarlar içindeki kapakçıkların ne işe yaradığı gibi soruların cevaplarını bulamamıştır. Galen şüphesiz bu soruların çoğunu cevaplamada daha başarılı olmuştur. Kanın, onları ayıran duvardaki (septum) görünmez gözeneklerden geçerek sağdan sola doğru aktığını düşünmüştür. Akciğerlerden kalbe giden hava ile diğer yönden gelen pis kanın pulmoner arter ile akciğerler arasında iki yönlü bir akışı olduğuna inanmıştır. Ortaya attığı bu fikirler, kesin gözlemlerle doğrulanmamış yanlış fikirlerdir. Fakat onun yaptığı en doğru şey soru sorarak ilerlemek olmuştur. Birkaç yüzyıl için bu gelişmeyi durdurup, toplumların bedeller ödeyerek elde ettikleri bilgileri ve geliştirdikleri anlayışları bir anda kaybetmelerine sebep olmak, onun değil otoriter güçlerin suçudur. Bu dönemde, gelişmeler hep tutucu tepkilerle karşılaşmıştır. Bu anlatılanlardan çıkardığımız en anlamlı ders ise, gelişmelerin önünü kesen, onları ele geçirip üstünden para kazanmak isteyen ve böylelikle toplumları bölmeye ve yönetmeye çalışan güçlerin hep yolumuza çıkacağıdır. William Harvey (1578-1657), kendisine iftira edenleri ‘ pasaklı popolar’ olarak tanımlar ve belinde çakısız gezmezdi. Neredeyse tıp alanındaki diğer tüm öncüler gibi o da bilgiyi, ondan önce yapılan çalışmalarla birleştirirken sorgulayıcı aklını kullanmıştı. 15 yaşındayken edebiyat ve tıp eğitimi almak için Cambridge Koleji’ne devam etti. Buradan ayrıldıktan sonra tıp eğitimini tamamlamak üzere, 1600 yılında, dönemin ünlü tıp okullarından Padua’ya gitti. O zamanlar anatomi tıptaki hakimiyetini hala sürdürmekteydi ve özellikle Padua Üni5


Sana Gül Bahçesi Vadetmedim– Deliliğin Serüveni Ekim Helhel

“S

en onlardan değilsin…” Belki bin kez söylemişti Yr tanrıları bunu Deborah’ya. Ve Yr tanrıları -hatta Yr’nin kendisi bile- gerçek olmasa da bu söyledikleri gerçekti işte: Deborah Blau, onlardan yada bizden biri değildi. Bambaşka bir dünyası vardı onun. O, bambaşka bir dünyaya aitti; farkında olmadan yaratmıştı bu yeni dünyayı ve onda yaşamayı seçmişti, yine farkında olmadan. Düşünüyorum da Deborah’ın yerinde ben de olabilirdim. Helene’in, Sylvia’nın, Lee Miller’ın, Miss Coral’ın (Deborah’ın yıllarca yattığı akıl hastanesinin ondan daha ‘deli’ olan diğer sakinleri) yerinde bile olabilirdim hatta. “Onlardan biri” olmadığımı, olamadığımı ben de hissettim pek çok kere. Eminim zaman zaman siz de hissetmişsinizdir. Bizim Deborah’tan tek ‘üstünlüğümüz’se kaçıp saklanabilmek için yeni bir dünya yaratacak kadar güçlü bir hayal gücüne ve orda yaşamaya başlayacak cesarete sahip olamayışımızdı muhtemelen. Şizofreniye saçma sapan bir anlam yüklemek mi bu yaptığım? Bilmem, belki de… Deborah’ın hastalığı bir yanardağ… Soğuk

(palto giyerek sona erdirilemeyecek bir soğuk) … Krizler anında gözlerini kapatan kara sargılar, Kuyu’ya düşüş… Hastanedeki tulumun sımsıkı bağları içinde uyuşan, ağrıyan kollar ve bacaklar… Koro’nun alayları, hakaretleri, sövgüleri… Sansür’ün bitmek bilmeyen öfkesi… Yr tanrıları İmorh, Lactameon, İdath, Anterrabea… Deborah’ın, içindeki yanardağın baskısını hafifletmek için yaktığı ve yanarken acı bile duyamadığı karşı ateşler… İnanılmaz bir güvensizlik… Ve en kötüsü -belki de her şeyin sebebi- insanların yalanları… Ve umut, Dr. Fried’in yardım için uzanan (ama Deborah’ya dokunduğunda giysisinin altından tenini yakan) eli… Yr Deborah’ya ait bir dünyadır. Bu dünyanın dili bile farklıdır: “Acı çek”, Yrece bir selamlaşma eğretilemesidir mesela. Düşen Tanrıça Anterrabea “Onların soluduğu hava, kanları, kemikleri, gece ve gündüzleri, seninkilerden farklı bir maddeden oluşuyor. Senin madden onlara bulaşırsa ölürler yada delirirler.” der Deborah’ya. Deborah, kendi “nganon”u (Yrece madde demektir bu) kimseye bulaşmasın, kimseyi zehirlemesin diye “nganon”u kendisininki gibi zehirleyici olan bu kadınlar arasında, bir akıl hastanesinde kalmaktan pek de şikkayetçi değildir zaten.

versitesi profesörleri bu alanda söz sahibiydi. Bu okulda neo-Aristoculuk, Galen otoritesiyle çekişme halindeydi. Yeni rasyonalizm akımını savunanlar tarafına geçen Harvey, kardiyovasküler sistem üzerinde çalışmıştır. Londra’ya döndükten sonra kalbi incelemeye başlamış, ‘gözlem yöntemiyle’ kalbin hareketlerini doğrudan inceleyerek, kalbin içi boş pompa gibi çalıştığını, sistoldeki ventriküler kasılmayla kanın dışa yönelik eyleme geçtiğini; arterlerin kendi kendilerine değil ventriküler sistolden gelen şok dalgalarla kasıldıklarını; kalpteki kapakçık ve damarların, kan akışını tek yönlü sağlamak için düzenlendiğini; pulmoner arterler yardımıyla ciğerlere pompalanan kanın, yine pulmoner arterler yardımıyla kalbin sol kulakçığına geri pompalandığını ve buradan da sol karıncığa giderek aorta pompalandığını, bu kirli kan akışını tek yönlü olduğunu tüm bu gözlemleri sonucu bulmuştur. Kurbağaları ve başka hayvanları kullanarak bu alanda oldukça nitelikli deneysel çalışmalar yapmıştır. Dakikada ve saatte bir, kalbin pompaladığı muazzam kan miktarını ölçerek, Galen’in, kanın vücut tarafından emildiği ve karaciğerlerin ürettiği kanla sürekli olarak yer değiştirdiği görüşüne karşı çıkmış ve böylelikle kanın, vücutta sürekli bir akış içerisinde olduğunu kanıtlamıştır. Harvey’in bu görüşü, bugünkü tıp 6

Ama Dr.Fried zamanla gerçek dünyayı gösterir ona. Ve Deborah, kendisi için bir cehennem olmaya başlayan Yr’den yavaş yavaş uzaklaşırken dünyaya bağlanacaktır artık, Hem de var gücüyle… Ne olursa olsun… Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, “deliliğin –resmi tanımıyla akıl hastalığının- serüveni”. On altı yaşında, akıl hastanesine yatırıldığında yaşadıklarını anlatıyor Joanne Greenberg. Anlatılanların gerçekten yaşandığını bilmek zaman zaman dehşete düşürüyor insanı. Zaman zaman da “acaba ben de mi” diyorsunuz. Hem, zaten Deborah’ın yerinde olabilirdik biz de. “Delirmek” o kadar da zor bir şey değil. Ama Dr.Fred’ın yerinde de olabiliriz belki. Ki, bu çok daha zor. Nesrin Kasap’ın çevirisiyle Metis yayınlarından çıkan Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, 282 sayfa. Heyecanla, korkarak, şaşırarak, bazen acıyarak, üzülerek, Deborah’la birlikte sevinerek okuyacaksınız. Ve eğer okursanız, akıl hastası olmanın nasıl ve ne demek olduğunu, çok az da olsa, anlayacaksınız.

bilimini anlamada ve uygulamada bize olanak sağlayan en temel görüştür. Harvey, çalışmaları sonucunda elde ettiği bulguların büyük bir kısmını 1620-1628 yılları arasında yayımlamıştır. Bu dönemde şunlardan söz eder: ‘Akan kanın miktarı ve kaynağı üzerine söylediklerim o kadar alışılmadık ve yenidir ki, sadece beni çekemeyen birkaç insanın bana zarar vermesinden değil aynı zamanda tüm insanlığın beni düşman bilmesinden korkuyorum. O kadar fazla gelenek ve göreneğimiz var ki, doğuştan getirdiğimiz huylarımız gibi olmuş hepsi. Bir zamanlar ekilmiş tohumlar şimdi derin kökler salmış ilerliyorlar ve otoriteye karşı duyulan o saygı, tüm insanlığı etkisi altına almış. Artık ok yaydan çıkmıştır ve benim kendime inancım, gerçeğin kendisine uyduğum aşktan ve eğitimli zihinlere duyduğum güvenden gelir.’ Ve böylece kalp ve hastalıklarını inceleyen tıp bilimi kardiyoloji doğmuş ve birçok gelişmeyi beraberinde getirmiştir. Kaynak Tıbbi Mucizeler-Dr. Eugene W. Straus, Alex Straus


ÇİÇEK

Şiir Düşünme ölümü, ölüm uzak sana. Şu gülüp oynayan çocuklara Uzak olduğu kadar uzak. Hem siyahtır ölümün rengi, simsiyah. Öyle ki, göremezsin siyahtan başka bir şeyi. Ölüm yutar tüm renkleri. Halbuki sen, renkleri seversin. Senin gözlerin de kapkara ama, Denizin mavisi var onlarda, mavisi gökyüzünün Toprak var, kahverengi. Ve ağaçların yeşili, kırmızısı alevlerin Çiçeklerin bin bir rengi. Senin gözlerin de kapkara ama, Yıldızlar var gözlerinde, Ölümse, zifiri karanlıktır. Zifiri karanlık sana yakışmaz, Ölüm yakışmaz sana. Sessizdir ölüm. Ne kuşların cıvıltısını duyabilirsin, karanlığında ölümün, Ne rüzgarın, ne dalgaların sesini. Sen sevmezsin sessizliği, Yaşayamazsın rüzgarın sesini duymadan;

Ben küçükken annem çiçekler çizerdi bana İncecik gövdeli, kocaman kafalı çiçekler. Öyle de güzeldiler ki, hiçbir yerde yoktur onlar gibisi: Bembeyaz papatyalar, süslü püslü güller su dökemezdi onların eline. Uzun ince yapraklarını birbirlerine uzatır, ele ele tutuşurlardı. Ben hayran hayran izlerdim annemin çiçek çizişini. Yıllar geçmiş, Hiçbiri kalmamış geride, o çiçeklerin hepsi solup gitmiş. Annem çiçekler çizmiyor artık bana; Ben büyüdüm, o benden daha çocuk artık. Şimdi ben ona resimler çiziyorum. Güzel, pırıl pırıl, el ele çiçekler değil ama Sadece somurtkan, küskün, kızgın çizgiler. Kime kızgın, kime küskün oldukları da belli değil hem. Annem üzülüyor onları görünce. Ben annemim üzüldüğünü görünce üzülüyorum. Üzüldüğümüzü görünce daha kızgın, daha küskün oluyor çizgilerim. -bana mı küstüler acaba?Annem daha çok üzülüyor, ben daha çok üzülüyorum çizgiler üzülüyor. Halbuki hiçbirimizin hakkı yok diğerlerini üzmeye; Hayatta kimse kimseyi üzmemeli. O yüzden çizgilerimi sevmiyorum artık Ama annem seviyor hem beni hem çizgilerimi. Anneler çocuklarını sever hep. Ve çocuklar hep üzer annelerini Halbuki kimsenin hakkı yok başkalarını üzmeye; hayatta kimse kimseyi üzmemeli… Ekim HELHEL

Ölüm yaşatmaz seni. Umutsuzluktur ölüm. Ve senin umut dolu yüreğin, Kolay kolay kabul etmez ölmeyi, Düşünme ölümü, ölüm uzak sana. Hem ölüm yaşatmaz seni, Ölüm hiç yakışmaz sana. Ekim HELHEL

7


Nurten Akarsu ile Söyleşi Anonim

tane sahip olamadım, şimdi alınca çok mutlu oldum, çok değerli oldu J

N

urten Akarsu 1984, Ankara Tıp Fakültesi mezunu. Doktorasını Tıbbi Biyoloji (Genetik) dalında yapmış. Böylece biraz da matematikçi olabilmiş. Kendi isteği de matematikçi olmakmış zaten ama şartlar onu doktor olmaya sürüklemiş. Yine de matematik için ikinci şansını kaçırmamış Nurten Hoca, o günden beri de genetiğin matematik algoritmasını yapıyor. öportaj sırasında, bir insan bu kadar çok ve bu kadar güzel mi güler diye sormadan edemedik kendimize. Diğer hocalarımız alınmasın ama en eğlenceli röportajımız bu oldu belki de. Düzenlerken o kahkahaların bir kısmını çıkarmak zorunda kaldık. Ama okurken her cümlenin sonuna kahkahaları geri koyun siz. Ancak o zaman Nurten Hoca’yla bir röportaj olur bu ve ancak o zaman anlarsınız röportajı yaparken ne kadar eğlendiğimizi.

R

Aslında biz bu röportaja, ilk sayımıza sizden izin almadan sizin makalenizi koyduğumuz için geldik J Ama bu basılıydı, benden izin almanız gerekmiyor, telif hakkı bende değil yani J (kahkaha) Bir yerde gördüm Porta­ kal’ı, Neslihan (Dikmenoğlu) ’dan duydum Por­ takal’ı, ne zamandır bir

8

Kendinizi nasıl tanıtırsınız? Beşiktaş’ın çarşı grubu var ya, çok yaratıcı pankartları vardır onların. Bir tanesi de “Çarşı, kendine de karşı” diye, işte bu anlatır beni. Bugün söylediğimi üç gün sonra söylemeyebilirim. O zaman her sayıda röportaj yapabiliriz sizinle. Evet, her sayıda da farklı olur J Nasıl genetikçi oldunuz? Bu aslında uzun bir hikaye.Milattan önceye kadar gider. J Ben tıp doktoruyum; ama hedefim bu değildi aslında. Lise yıllarında matematiğe çok meraklıydım, matematikçi olmak istiyordum. Matematik olimpiyatları katılımcısı idim. Sınava girip ODTÜ’de matematik bölümünü kazandım. Ama yıl 1977, çok karışık bir dönem; yarı açık yarı kapalı devam ediyorduk okula. Bir gün ODTÜ’deyken benim de bulunduğum bir yere bomba atıldı. Ordan çıkıp eve gelmişim, nasıl geldiğimi hala hatırlamam. Bunlardan sonra ODTÜ’yü de, matematiği de bıraktım. Size bir şey oldu mu? Bana bir şey olmadı; ama bir süre halüsinasyonlar gördüm, takip edildiğimi düşündüm, aynaya baktığımda başka birisi bana bakıyormuş gibi hissettim. Çok kötü günlerdi. Bunlardan sonra ODTÜ’yü bıraktım, tekrar sınava girip Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. Tıp fakültesi daha sakindi. Kavgalar olurdu, insanlar kemiklerle birbirlerini kovalardı ama kafa kemiği bacak kemiğinden daha sağlam olduğu için pek bir sorun çıkmazdı. J Altı yıl boyunca sadece tıpla ilgilendim, matematik konusunu hiç açmadım; çok acı veriyordu çünkü. Mezun olunca üç buçuk dört yıl zorunlu hizmet yaptım. Sonra genetikte doktora yaptım. O zamanlar doktora tezi için en çok seçilen konular yeni yeni ortaya çıkan kanser genetiği, FISH metodu gibi şeylerdi. Ben de tez konusu için bunları araştırırken popülasyon genetiğiyle tanıştım, buradan gen haritalaması


ve yeni gen bulunması çalışmalarını okumaya başladım ve çok ilgimi çekti, çünkü tamamen olasılıkla ilgili. Üç gün boyunca bırakmaksızın bu konuları okumaya devam ettiğimi hatırlıyorum ve sonunda beni yeni gen bulmaya götürecek tez konusunu belirledim. Herkese hayatında ikinci bir şans gelir, benimki de buydu. O günden beri genomun matematik analizini yapıyorum. Bunun için ODTÜ’ye tekrar dönüp özel matematik dersi aldım, istatistik bölümüne gidip ‘olasılık’ öğrendim, bir matematikçiyle çalışmak üzere Amerika’ya gittim. O da matematik üzerine biyoloji doktorası yapmıştı. Çalışmamız iki buçuk yıl sürdü. Polidaktili ve konjenital glokoma yol açan genleri o dönemde buldum. Daha sonra da gen bulmaya devam ettim. İlk sayınızda yer alan makale (bkz. Portakal 1. sayı, sf 4 J) bu bilgi birikiminin sonuçlarından biridir ve tamamen Hacettepe’deki laboratuvarım (Gen Haritalama Laboratuvarı) olanakları kullanılarak tamamlanmıştır. Şu anda matematikle uğraşıyorum ama şahane bir matematik değil bu. İstediğim matematik de değil; ama sonuçta yine sayılarla oynuyorum işte J Öğrencilik yıllarınızda, okul dışında bir şeyler yapar mıydınız? O yıllar buna izin veriyor muydu? Siyasala ders dinlemeye gitmeyi çok severdim. Onun dışında kahvede uzun zamanlarım geçmiştir, kağıt oyunu oynamayı çok severim. King, briç, bezik oynardım, şimdi unuttum biraz. Yapboz yapmayı severim, ar-

Nurten Hoca pediatri stajındayken. tık onun yerine sudoku çözüyorum. Cumhuriyet gazetesinin bulmacalarını çözerdim, yarışmalarına falan katılırdım. Tıp fakültesindeki öğrencilik hayatınız nasıldı? Hiç parlak bir öğrenci değildim. Lisede çok parlaktım gerçekten ama tıp fakültesi benim için bir dönüm noktası oldu; olursa olur, olmazsa olmaz diyordum. Altmış almayı çok iyi saydığım zamanlar bile olmuştu. Doktorluğu, hastayla konuşmayı, hastaya vakit ayırmayı çok sevmişimdir. Şu an aktif olarak doktorluk yapmıyorum, daha çok araştırmayla uğraşıyorum. Şu anki doktorluk yapılanmasını da çok sevmiyorum. Kafamdaki hasta-doktor ilişkisi yok, belki olamaz da; ama beni mutlu etmeyen hiçbir işi yapmadım, bunu da yapmıyorum o yüzden.

Artık iyi hekimlik derslerimiz var. Belki sizin düşündüğünüz hekimhasta ilişkisi bu sayede gerçekleşebilir. Pek sanmıyorum. İHU dersine ben de girdim. Güzel bir uygulama, gerekli de. Ama insanın içinde olmalı biraz da. Bir kere insan önce işini sevmeli, başka nedenlerle hekimliği seçmemeli. Hekimlik empati gerektiren bir meslek. Bunun sınırını koymaksa çok zor, bir yerden sonra başkası için yaşamaya başlayabilirsin. Hekimlikte yaptığın şeyden zevk alman lazım. Zevk almıyorsan hastaya bağırmaya başlarsın. Aslında hastaya değil, kendine bağırıyorsundur “neden bu mesleği seçtim” diye. Mesela adam gece yarısı, çocuğunun yüzündeki sivilceler için geliyor, ne yapmalıyız diye. İçinden niye sabah gelmiyorsun diyebilirsin; ama bilmelisin ki bu, onun için kanser gibi önemli. Bunu da ancak işini seven biri yapabilir. Doktorluk çok özel bir meslektir, insana verdiği çok özel bir şey vardır, bunu başka hiçbir meslek vermez. Bu, sınırda yaşamayı öğrenmektir. Bir dakika sonra yok olacağınızı bildiğiniz bir ortamda, bir dakika önce var olduğunuzu fark edersiniz. Öğrencilik yıllarınızla ilgili başka bir soru. En çok zorlandığınız ders neydi? Farmakolojiydi. Ama bir farmakologla evlendim J Eşinizle üniversitede mi tanıştınız?

Nurten Hoca ve Eşi amfide dersteyken. 9


Evet, aynı sınıftaydık. 17 Kasım 1980’de çıkmaya başladık. Dört yıl illegal, sonra legal J Nerelisiniz? Ben tam bir genetik rezaletim Şuralıyım diyemiyorum. Anadolu’nun özeti gibiyim Baba tarafım Selanik göçmeni. Sonrası İstanbul. Annemin babası Ilgazlı, annesi Samsunlu ama Samsun’a da Kafkaslardan gelmişler. Anneanneyi tanırdım, Rusça bilirdi. Buraya gelmesi çok olaylı olmuş. Göç sırasında, öldürüleceklerini öğrenmişler, kaçmışlar. Tüm ailesi yolda öldürülmüş, kendisi tek başına ve on üç yaşlarındayken Artvin’e inmiş. Anneanne nerden olduğunu hiçbir zaman söylemedi, hep Rusların gelip onu bulup öldüreceğine inandı. Çok samimiydik, bizimle otururdu; ama nerden geldiğini söylemedi hiç. Bildiği tek şey de kıyafet, şapka dikmekmiş. O zaman da şapka devrimi olmuş, öyle geçinebilmiş. Şapka devriminin olduğu zamanda Gürcü akımı olmuş, o da bu akımla gelmiş olabilir. Nereli olduğum işte böyle karışık. Ama mecburi hizmet sonrası kendimi Karadenizli, Rizeli ilan ettim. Rize, Güneysu’da yaptım mecburi hizmetimi. Hayatımda hiç orda olduğum kadar mutlu olmadım. Güneysu’yu çok sevdim. Zaten Karadeniz muhteşem bir yer. Halkı da benim karakterime çok uygun,şakacı, komik, hareketli, iki yıl boyunca hep güldüm. Fıkra falan öğrendiniz mi? Hayatları fıkra. Her an bir fıkradır onlarla. Mesela, onlar “i”li konuşur “yapaciğim, edeciğim” diye. Tıbbi sekreterimiz var, tatlı bir adamcağız. Eşim de yazıya çok özen gösterir. Sekreter, yazışmalarda konuştuğu gibi yazıyor, eşim de her defasında”i” değil “ı” olarak yazacaksın diye doğrusunu gösteriyor. Şimdi sekreter bir şeyler yapması gerektiğini biliyor; ama ne yapacağını tam kestiremiyor bir türlü. Benim yüzüm daha yumuşak diye gelmiş bana diyor ki: “Doktor hanım ben şimdi buraya yazaciğim; ‘noktalı i’ mi koyaciğim, ‘noktasız i’ mi koyaciğim? ” Oradakiler için hiçbir zaman “ı” harfi mevcut olmadı. JJ Ordan Ankara’ya gelenler hala 10

mutlaka benim yanıma uğrarlar ve kara lâhana sarması getirirler. Ben Rize’den 1988’in başlarında ayrıldım. Gidip Rize’yi tekrar görmeyi çok istedim. Bir keresinde doktora dersi için Trabzon’a gitmiştik. Herkes benim Rize’ye deliler gibi aşık olduğumu bildiği için, Trabzon’dayken “hadi gidelim Rize’ye, yakın”, dediler. Ben de heveslendim, bindik arabaya çıktık yola. Rize tabelasını görünce durdurdum arabayı. Ben gidemem, dedim. İnsanlar değişmiştir diye. Çünkü o kadar güzel duygularım var ki orasıyla ilgili, herhangi kötü bir şeyi görmeyi kabullenemeyeceğimi hissettim. Rize, benim orda olduğum yıllardaki gibi kalmalıydı kafamda, öyle de kalacak. Çok değişmiştir şimdi oralar, yol falan yapmışlardır. Ben ordayken kurtlar falan inerdi, çok güzel. Korkmuyor muydunuz? Oldukça tehlikeli görünüyor. Tabiattan da insandan da hiçbir zaman tehlike gelmez. Herkesle anlaşmanın en az bir yolu vardır. Bir gün bu yüzden tecavüze uğrayacağım. Elli yaşıma kadar bir şey olmadı, bundan sonrası da selamet J Neslihan hocayla nasıl tanıştınız? Neslihan hocayla tanışmamanın imkanı yok. Dans dersleri alıyorduk, orda tanıştık. Sonra ben devam edemedim, saatleri uymadı. Hangi dansları öğrendiniz? Ben eskiden beri, lisede de dans

ederdim. Çok güzel rockn’roll yapardım, akrobatik. İstanbul’da bulunduğumuz dönemler vardı. Hızlı bir İstanbul hayatım oldu, araba yarışlarına falan katılırdık. Derslere giriyor musunuz? Şimdiye kadar girmiyordum. Şu ana kadar hematolojinin içindeydim. Şimdi tıbbi genetik içerisindeyim. Yaklaşık iki sene oldu buraya geçeli. Profesör kadrosuna buradan girdim. Daha önce kadrom çocuk hastalıklarındaydı. Dönem 1’lere seçmeli derse giriyorum şimdi. Biyoloji ve genetik eğitiminde benim gözlemlediğim

problem şu: Tıp doktoru çıkıyor burdan ama genetik hastalığı olan bir hastayla karşılaştığında ne yapacağını bilmiyor. DNA’nın moleküler yapısını bilebilir; ama hasta karşısına geldiği zaman seçeceği yol algoritması yok. Bu, aslında çok karışık bir algoritma değil, basit bir algoritma ama böyle pratik bilgilerin eksikliği var genetik eğitiminde. Dönem 1’de seçmeli derste ona yönelik bir şey


yapmaya, karar ağacı çizmeye çalışıyoruz. Tıp doktoru hastalık yada hastalıktan bağımsız olarak genetik bir şeyle karşılaştığında nasıl adım atacak onu öğretmeye çalışıyorum..

az görülen bir olaydır. Genellikle yapılan çalışmaların döner sermayeye ne katkı yaptığı sorgulanıyor. Bu da araştırmacılık ruhunu öldüren bir olay.

Biraz da makalenizle ilgili bilgi verebilir misiniz? Benim el ayak malformasyonlarına merakım vardır. El ayak malformasyonlarına yol açan genleri

Genetiğin avantajları neler, neden tavsiye edersiniz bize? Aslında size genetiği tavsiye etmem, zevk aldığınız işi yapmanızı tavsiye ederim. İçinizden genetik geçiyorsa onunla ilgilenin.

bulmakla başladım zaten. Sonra el ayak malformasyonları genleri yüz malformasyonlarına yol açan genlerle ortak çıkmaya başladı, araştırmamız da doğal olarak kraniyofasial anomalilere de kaydı. Hacettepe’nin plastik cerrahi ekibi büyük pay sahibidir bu alanda başarılı olabilmemde. Geldiğim ilk günden beri çok destek oldular bana. Çocuk hematolojisi de öyledir. Hematolojide on dört yıl boyunca doğrudan hematolojiye genetik tanı anlamında bir girdisi olmayan tamamen kendi araştırmalarıma özgü çalışmalar yaptım ve buna saygı duydular. Bu tıp fakültesinde

nuz, yoksa yapamıyorsunuz; onun için genetik aslında beklediğimizden çok daha belirleyici oluyor yaşantımızda. Sadece hastalıklarda da değil. Biz normal dediğimiz bireylerin genetik yapısı ile, kişilerin karakter özellikleriyle çok ilgilenmiyoruz. Bütün hedefimiz hastalıklar; hastalıkların altında yatan genetik yatkınlıkları çıkarmaya çalışıyoruz. Ama bunlar çözülünce onlar da gündeme gelecek ve korkarım bir dolu etik sorunu da birlikte getirecek. Tıp doktoru olarak yaşamı, ölümü merak ediyorsanız, tek bir hücrenin başlangıcından apoptozuna kadar devinimini merak ediyorsanız, genetik hayatınızda olur.

O zaman şöyle söyleyelim, biz genetiği çok iyi bilmiyoruz, sadece derslerden duyduğumuz kadarıyla biliyoruz. Hangi yönlerinden zevk alabiliriz? Oluşumu merak ediyorsanız, doğanın dengesini merak ediyorsanız, bazı hare-

Genetikte staj var mı hocam? Dönem 2’den itibaren yaz stajları yapabiliyorlar isteyenler. Internlük sırasında da dilekçe verip bir aylık elektif yapabiliyorsunuz bildiğim kadarı ile. Bize gelen bazı internlerimiz var, onlar bir ay boyunca tıbbi genetik/çocuk hastalıkları genetiğinde elektiflerini tamamlıyorlar. Ama genetiğin birkaç çeşidi var. Klinik ge-

var. Siz zannediyor musunuz ki şurada şu hareketi yaptığınız zaman sırf çevresel etkenlerle ya p ı y o r s u n u z . Bazı genlerle yatkınlığınız varsa o hareketleri ya p a b i l i yo r s u -

netik var, orda genetik tanı koymayı öğreniyorsunuz. Moleküler genetik var, genetiğin moleküler temellerini öğreniyorsunuz. Bir de sitogenetik var, kromozom düzeyindeki bozuklukların hastalıklarla ilişkisini öğreniyorsunuz. Genetik tanı aslında bu üçünü bünyesinde harmanlayan bir disiplin. İlgilenenlere yaz stajı yada elektiflerini bu alanda yapmalarını öneririm.

ketleri neden yaptığınızı merak ediyorsanız genetikle ilgileneceksiniz eninde sonunda. Matematiği seviyorsanız yüzde yüz ilgileneceksiniz J Çünkü her şeyin altında bir genetik var, davranışın bile bir genetiği

11


Benim elektifim mecburi hizmette de bile silahlar. O onu vurur, o onu bir ebeydi. Kadıncağızın sancısı durçok işime yaramıştı: Adli tıp. Rize döver. Klasik, rutin bir hayattır. Hep- muş tam çocuk gelecekken. O demiş Güneysu bölgesinin tek doğru dü- sinin silahı vardır. Çok seviyorlar si- ki “Ben bunu burada doğurtamam rüst otopsi raporu tutan, ‘criminal lah taşımayı. Daha içeri girer girmez ters mi geliyor düz mü belli değil.” science (!!) ’ raporu yazan doktorları masaya küüüüt diye koyar silahı. Bunlar da bir alttaki köy’ün ebesine idik biz karı koca. Onun için hayatı- “Doktor! Bana bakacan.” Ne yapa- gelmişler. O daha deneyimliydi. Famız cehenneme döndü J Nerede cağım zaten. Oturmuşuz orda, silahı kat gelirken ilk ebeye demişler ki kaza, suç olsa biz çağırılırdık. Hata koysan da bakacağım, koymasan da “sen de gel. Yolda bir şey olursa biz bir şey yapamayız.” Ortadaki köy’e yaptın mı bir de savcılık karşısına bakacağım. Çok komik bir halk. çıkıyorsun; cezai sonuçları var. Çok Çok hoş anılar olmuştur. Mesela bir gelince ebe bakmış. “Ters geliyor iyi otopsi raporu yazarız o yüzdenJ gün sabaha karşı gümbür gümbür galiba bu. Ben bunu alamam sağlık Çünkü Rize’de her beş dakikada biri kapı çalıyor. Rize’nin halkında panik ocağına götürelim” demiş. O ebeyi birini vurur, sinirli bir halk. atak vardır. Panikledikleri zaman de almışlar, bizim kapıya gelmişler. hastayı bırakır, kendileri arabayla Herkes panik içerisinde çocuk ölüyor giderler, sonra dönüp hastayı alırlar diye. Kadıncağız da oturuyor, sancıOnlar şakadan vuruyorlardır. unuttuk diye Panik atak da bulaşıcı sız bakıyor etrafa. Sağlık ocağına çıÖyle derler. Gecenin bir yarısı elinde bir şeydir. Yani birisi sizin yanınızda kıp bir bakalım dedim. “Yok, bakma.” kocaman tüfekle gelir, “naptın” depanik atak geçirirse siz de panik atak “E bakmayacaksam Rize’ye götürün yince de “Vurdim daa” derler. “Niye geçirirsiniz. Bunlar geldiler, doğum niye burada duruyorsunuz? ” “Yok, vurdin? ” “Kafami bozdi daa” Vurmuş, başlamış. En üst köyümüzdeki ebe- sen de gel.” Biz böyle panik atağa böyle gözler de mavi mavi, çakmak ye gitmişler. O da biraz deneyimsiz geçtik, arabanın içine atladık. Biz çakmak Küçücük çocukların cepleringidiyoruz, eşimsükunet içerisinde uyuyor tabi. Böyle dolduruşlara gelmez o ama ben gelirim. Yola çıktık, dört araba gidiyoruz Rize’ye. Yolda diğer arabalar da acele ile bizi solayıp doğruca Rize’ye gidiverdiler tek başımıza kaldık. Giderken birden aklıma geldi, “Doğum takımı alanınız var mı? ” dedim ebelere. “Yoo, biz böyle geldik.” Herkes terliğiyle çıkıp gelmiş. Kafamdan aşağı kaynar sular indi. Şimdi bu kadıncağızın sancısı başlarsa ne yapacağız? Sallantıda giderken doğum başladı. Kadıncağıza “sakın ıkınma, Allah aşkına dur” falan diyoruz. Işık kolluyorum ben de bir ev bulursak girelim gerisi Allah kerim diye. Nihayet Rize’ye geldik, uzaktan ışıklar göründü. Hastane bizim girdiğimiz yerden çok yakın. Işığı görünce bir ohh çektim ama bu sefer de araba bozuldu. O an yola atladığımı hatırlıyorum. Bir tane kamyonet geliyor. CSI havalarıyla ‘ben hasta götüreceğim’ diye adamı indirdim. Rize’nin orta yerinde başı açık kadın gezmezdi o zamanlar. Daha ki ben ortada üzerinde gecelikimsi bir şeyle, ayağında terlikle, adamın kamyonetini çevirip kadını bindiriyorum. Sonunda hastaneye ulaştık, tam kapıdan içeri girdik, koridora bebek geldi. Apar topar götürdüler anneyle bebeği. Bebek yaşıyor, anne yaşıyor, herkes mutlu. Çocuk da erkek oldu. Erkek çocuk sever onlar. Ben orda bir yere yığılmışım. Aile sahibi geldi telaşlı telaşlı. Diyor ki “Doktor hanım, çok teşekkür ederiz, bizimle beraber geldin ama çocuk yere geldi 12


Veee, yeni yıl gelir “’2000’e üç kala”, “2000’e bir kala” diye kutlanırdı eski “yeni” yıllar. Şimdi 2000’i on bir geçmiş bile. Tarih atarken elim hala 2010 yazmaya meylediyor şahsen, ama bir yıl daha yaşlanmışız artık, yada büyümüşüz. Hangisini yakıştırırsanız kendinize. Gelişi için kaç gün önceden hazırlık yapmaya başlasak da, uzun süredir yapılan planlar gereği bir sürü insan bir araya toplanıp yiyip içip eğlensek de, o malum gece saat on ikiye yaklaşırken hep bir ağızdan “ooon, dokuuuz, sekiiiz…” diye sayıp tam yeni yıla girdiğimiz anda çılgınlar gibi bağırıp çağırsak da saat on ikiyi vurduğunda hayatınızda hiçbir şeyin değişmediğini (EGO fiyatları hariç) bunca yıldır siz de fark etmişsinizdir herhalde. Hiçbirimize milli piyango vurmuyor, Noel baba hediye getirmiyor, yeni yıla eğlenerek girdik diye tüm yılımız öyle eğlenceli geçmiyor, hatta üzerimize kar bile yağmıyor… (gece boyunca umutla bekledim ama yağmadı L) Ama olsun, yine de umutla, mutlulukla yeni bir yılın gelişini kutlamak çok güzel. Yapılan tüm o hazırlıklar, adım başı yanıp sönen yeni yıl ışıkları, daha bir hareketli ve ışıltılı olan dükkanlar, sokaklar, süslü püslü çam ağaçları, yurttaki turnikelerin üzerine koydukları ve yurtta kalan herkesin beraber çekilmiş en az bir fotoğrafının bulunduğu “yakışıklı” kardan adamlar, süsler, “hoşgeldin 2011” yazıları, onların üzerine kendi adını yazan “çocuk ruhlu” arkadaşlarJ, yemekhanenin tavanına asılı kocaman yıldızlar, arkadaşlarla oturup zaman geçirmek için “yeni yıl gecesi” bahanesi… Hepsi mutlu ediyor insanı; mühim olan da bu zaten… Umarım hepinizin yeni yılı çok güzel geçmiştir. Ve umarım yeni yıl hepimize sağlık, mutluluk ve tabii başarı da getirir…

Son olarak,

hoş geldin 2011! ya kafasını vurmuştur. Acaba geri zekalı olma ihtimali var mıdır? ” Dedim ki “vallahi sizin aileden ileri zekalı çıkma şansı yok. Kesin geri zekalı olacak. Hepimizi buraya kadar getirdiniz. Allah sizi bildiği gibi yapsın” Sonra hepsi ile çok keyifli dostluğumuz oldu. Çok iyidirler Karadenizliler. Benim Ankara, İzmir, İstanbul’un dışına çıktığım ilk yer Karadeniz. İlk defa görüyorum soba falan, hiç hayatımda yakmamışım. İki sene soba yakmayı beceremedik. Biz yakarız, odunlar ıslak, tıss diye söner. Soğuk yerden geliriz, soğuk yerde yatarız. İlk gittiğimizde dediler ki “Doktor lojmanı var. Sizi oraya alacağız. En güzel yer orasıdır. Bütün ebeler orada kal-

mak istiyor.” Gittik doktor lojmanına. Yarıya kadar rutubet! Oturulacak gibi bir yer değil. Her yeri fare basmış. Hiç unutmuyorum, girdik içeri, eşyaları koyduk üst üste. Üzerine oturduk eşimle beraber. Dedik ki “bizim buradan çıkışımız olmaz herhalde.” Çok feci bir yer, halkı çok yabani. Ben tek başı açık bayandım orda. Ondan da korktum açıkçası. Özellikle dağlık bölgeler, koskoca çizmeler, sırtlarında silahlar dolaşıyordu insanlar. Derken güm güm kapı çaldı. Karşımızda jandarma, yanlarında dayak yediği her halinden belli bir adam. Dediler ki “Bu sizden önceki doktor. Onu burada saklayacaksınız, biz sonra gelip alacağız.” Yanlış rapor verme olmuş

sanırım, adamı güzelce dövmüşler. Bizden önceki doktor da imam hatip mezunu, çok saygı duydukları birisi. Camiye girdiği zaman cami hocası değil o kıldırıyor namazı. Ve bu adamı bu hale getirmişler. Ben kendi kendime dedim ki bir defa camiye girmişliğimiz yok, bunlar bizi kıtır kıtır keser. J Bir yolunu bulduk anlaşmanın ve sonra Rize’den ayrılırken iki yüz araba uğurladı beni, bir daha da böyle bir şey yaşayamam herhalde. Doğası da güzeldir oranın. Çok güzel. Ağaçlar açar mosmor. O dereler. Ne güzel akar onlar, buğu 13


iner buğu. O buğunun içerisinde alabalıklar yukarı doğru yüzerler, akıntıya karşı. Sonra o vahşiliği güzel. Yaban domuzları sağında solunda. Yılanlar falan var ama tehlikeli değil hiç birisi. Güzel geçmiş, ne güzel. Evet, çok güzel geçti mecburi hizmetim. Perifere gidilmesi taraftarıyım ama bunun mecburi olması kötü, insan haklarına aykırı hatta. Diğer yandan perifere gitmenin bana çok şey kattığını düşünüyorum. Oraya gitmemiş olsam asistanlıkta o kadar kendine güvenli olamazdım. Mesela ben asistan iken hocamı odadan dışarı çıkarmış birisiyim. Ankara üniversitesi genetikte asistanım bir hoca hastadan kan alın dedi. Diğer hoca da o hocanın hastasının kanının alınmasını istemiyor. Ben tam girmişim kan alıyorum o hocadan gizli saklı, birden içeri girmez mi. “Ben size almayın demedim mi? Derhal

14

onu bırakacaksın.” dedi. Bütün asistanlar kaçışıyor, hasta da paniğe kapıldı, ağlıyor. Ben kanı çektim, sonra da hocaya dönüp “Hastayı korkutuyorsunuz, siz bir dışarı çıkın.” dedim J Toplandı dışarı çıktı, sonra tekrar içeri girdi “Sen ne diyorsun? ” dedi. Bu arada ben kanı almışım. Dedim ki “Ben bu kanı aldım, genetik çalışmayı başlatıp başlatmamak sizin vereceğiniz bir karar. Ama buraya gelip hastanın önünde bunu yapamazsınız. Yazarsınız, soruşturma istersiniz. Bunların hepsi olabilecek yollar ama buraya gelip bağırma hakkınız yok. Siz şimdi odanıza gidin, canınız sıkılmasın.” Sonra ne soruşturma açtı ne bir şey. J Neye hakkın olduğunu, nasıl konuşacağını o bağımsız çalıştığın perifer görevinde öğreniyorsun. O yüzden perifer hizmetini destekliyorum. Gidilmesi gerek ama mecburi olması doğru bir şey değil bence. Mecburi olmazsa da kimsenin git-

meyeceği yerler var ama. Yoo, ben giderdim. Seviyorum çünkü. Gidenler olur. İyi para veriyorlar, bir kısmı da onun için gider. Ama tabi Rize talihli bir yerdi. Yani mesela doğuya gidenler öyle olmadı. Dört dil bilen adamı sen yolu kapanan yere koyuyorsun. Rize çok güzel bir yerdi, başka yerde olsak nasıl olurdu, yürütebilir miydik bilmiyorum. Oralarda hizmet yapmış birine sormak lazım. Bu biraz da kişinin bakış açısına bağlı. Mesela eşime sorsanız Rize’yi, çok daha başka anlatır size. J Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz hocam Rica ederim, her zaman beklerim. Bu bol kahkahalı, eğlenceli, hareketli röportaj için Nurten Hoca’mıza teşekkürler… Umarız ömrünüz boyunca hep böyle gülersiniz.


Keşke Aramızda Olsaydı...

Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ Oğuz Hocamızı, arkadaşlarının ağzından tanıyalım…

“Dostlarım beni bu halimle hatırlayın” O.G. Elif Özge Çınar

“V

efatından yaklaşık yirmi gün kadar önceydi. Bir cuma günü ben yemeği, öğrenciliğimden alışık olduğum için yine zaman zaman gittiğim Hamamönü’ndeki Merkez Oktay Lokantası’nda yemeye karar verdim. Bir yer seçtim oturdum. Bu lokanta 24 saat açık, fiyatları çok uygun, yemekleri seveni için bağımlılık yapan, orta hallinin altındaki insanların, öğrencilerin yemek yediği şıklık fakiri bir yerdir. Baktım karşıda Oğuz abi. Beni görmemiş. Yanına gittim. Şaşırdı: “Sen de gelir miydin buralara Musticiğim!” dedi. “Evet abi elbette gelirim, ben de sizi gördüğüme şaşırdım!” dedim. Gülümsedi. Ben gerçekten şaşırmıştım. Michelin üç yıldızlı lokantalarını, İspanya’da en iyilerinin San Sebastian’da olduğunu anlatan birini Merkez Oktay’da görmeyi hiç beklemezdim. Sonra ben garsona yemeği ısmarlarken açıkladı: “Bugün kemoterapi aldım, bol soğan bulantımı bastırıyor!” Yemeklerin bitmesine yakın yanımdaki sandalyede duran, siyah

çantasını istedi. Çantayı açtı ve içinden kağıt peçeteye sarılmış biraz çikolata çıkardı. Bana, Garson Şahin’e ve oradakilere ikram etti. Sonra çikolata ile ilgili detaya girdi: “Bu çikolatayı en iyi Ulus’ta Ali Uzun’da bulursun. Batırma çikolata. Hele yeni mahsülse yemeye doyamazsın. “Glase” portakallı olanının tadı çok iyidir. Fiyatı da Paris’e göre çok uygun. Ben Dicle’yi Ulus’a götürmeyi bu çikolata sayesinde başardım! “Yemek bitti. Garson Şahin’e benim o güne kadar Merkez Oktay’da şahit olduğum en yüksek bahşişi verdi. Masadan kalkarken Şahin kulağıma eğilip fısıldadı: “Baba çok hasta!” Gerçekten çok doğruydu, “Baba çok hastaydı!” Yemekten sonra Hamamönü’nde, köstekli saatçisine uğradık, Çaycı Enver’de kahvelerimizi içtik. Kahvenin sonuna doğru karşıdan gelen bulutları gösterdi. “Beş dakikaya kadar yağmur başlar. Kalkalım” dedi. Kalktık. Ben onu caddenin karşısına geçirdim. taksiye bindi. Uzaklaştı. Yağmur başladı. Yürürken kendi kendime: “Bak yine bildi” dedim. Merkez Oktay’daki karşılaşmamızdan herhalde bir hafta on gün kadar sonraydı. Oğuz abi Onkoloji Hastanesine yatmıştı. Ziyaretçi kabul edebiliyordu. 95-2 numaralı odasında ziyaretine gittim. Giderken elim boş olmasın diye o sevdiği Ali Uzun ‘glase’ portakallı batırma çikolatalarından aldım. Odaya girince daha lafa başlamadan elimdeki poşetten içeriği anladı: ‘Musti ne adamsın lan! ’ dedi. ‘Paketin üstünden biraz aşırdım abi çok güzeller’ dedim. Kesekağıdını açtı, kokladı ‘Hem de yeni mahsul’ dedi. Ben abi nerden biliyorsun? ’ diye sorunca, çikolataların altlarında kısmen yapışmış olarak kalan kağıtları gösterdi. Bu Oğuz abiyi son görüşüm oldu. Vefatından bir gün evvelmiş. Onkoloji Hastanesinin önünde bir toplantıya gitmek üzere birkaç arkadaşı bekliyorum. Oğuz abinin yukarıda olduğunu bilmeme rağmen ziyaretine gitmiyorum. İbrahim abi (İbrahim H. Güllü) birkaç gün evvel ‘Ziyarete gitmeseniz iyi olur! ’ dedi diye. Ancak içim sıkılıyor. Yukarıdaki Oğuz abiyi düşünüyorum. Lütfü abi (Lütfü Çöplü) dispnesinin verdiği eziyeti anlatmıştı masada o öğlen yemeğinde. Yaklaşık yirmi yıl şiir yazmamışlıktan 15


Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ

kama o sırada farmakolojiye yeni Kimliği başlamış olan Oğuz geldi. Dönem 3’ten beri (o benden iki dönem önAdı, soyadı deydi) birbirimizi bilirdik ama özel bir Zor bahar Mustafa Oğuz GÜÇ yakınlığımız olmamıştı. Benim temel M. Oğuz Güç’e tıp makaleleri çektirdiğimi görünce Doğum yeri ve tarihi Ölmek ölümden zor, her zamanki girişkenliği ile sordu: “N’aber, n’apıyorsun?”. Ben de klinik Ankara, 1960 Ağustos Köprü kabirden dar. tıp yapmak niyetinde olmadığımı, Mukadderat buz gibi kor. mecburi hizmeti bitirince yurt dışınAskerlik durumu Kavuşuruz hangi bahar? da fizyoloji yada biyokimya Birlik Tabibi, yapmaya niyetli olduğumu anlatHava Radar Merkez Komutanlığı, Ertesi gün akşama doğru vefatını tım. Konuşurken, aramızda, bir yaİzmir, 1992 öğreniyor ve onkolojiye koşuyoruz. kınlık doğdu, fotokopiciden birlikte 2009 ilkbaharının [zorbaharının] son çıktık. Giderek muhabbet koyulaşFarmakoloji Anabilim Dalı, günlerinde, ‘Kendi kişisel menkıbesi- tı; Oğuz’da karşısındakini cezbeden Hacettepe Üniversitesi ni’ en iyi bir biçimde noktalayan bu parlak bir taraf vardı. “Seni bölüme Tıp Fakültesi, adamla bakalım hangi bahar tekrar götüreyim, bizimkilerle tanıştırayım, kavuşuruz?” sen de farma’ya gel, oradan yurt dıAnkara şına gidersin” dedi. Geliş o geliş. O zamandan beri mesleki hayatıma Prof.Dr. M. Mustafa Aldur birebir tanıklık eden yakın bir ilişki şeyi ciddiye alan, ama bir yanı ile Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi içinde olduk. O’nun meslek hayatını daima bir optimizm ve mizah içeAnatomi Anabilim Dalı da ben gözlemledim. Kanımca Oğuz, ren bir anlayışı vardı. Ona zengin bir Türk Farmakoloji Camiası için bir ca- ilişki ağı kurmasını sağlayan belki de zibe noktasıydı. Çoğu kez ilk elden işte bu samimiyet olmuştur. Kendini şahit olduğum gibi, bulunduğu her tanımak dahil, her şeyi her zaman platformda etkileyici ve ışıltılı haliyle, merak etmek Oğuz’un yaşam biçimi karşısındakine daha ilk karşılaşmada idi ve her ahval ve şerait içinde sürAkademik Ünvanları “ben de öyle olmak istiyorum” dedirt- dürülmesi gerekiyordu. Uzun hastalık meyi becerirdi. Bu “aura” öyle her- aylarında bile merak etmekten vaz1993 Yardımcı Doçent keste bulunmaz. Bana göre, kaybının geçmedi. Sadece bu konuda tevek1994 Doçent camia içinde yarattığı dalgalanma da kül göstermedi sanırım. Çünkü ancak bunun en güzel kanıtı olmuştur. o zaman, kendini yaşam karşısında 2001 Profesör Oğuz’un ailesi önemliydi, mesleği pes etmiş sayardı. önemliydi, dostları önemliydi, mem- Hacettepe kafeteryasında, her seleketi önemliydi ve bunu etrafındaki ferinde Oğuz’un o günkü gündemi “Yeri doldurulamayacak kayıplar var- herkes hissederdi. Atfettiği “önem”, belirleyecek konuyu ortaya atmasını dır. Benim için Oğuz da onlardan biri öyle egoistçe değil, içten gelen ve bekledik. Uçak nasıl uçardan, dünya idi. Öyle “yediğimiz, içtiğimiz ayrı kendi var oluşunu tanımlayan bir meselelerine, etimolojiden antropogitmezdi” diyemeyeceğim.. Gerçi önemseme idi. Yaşamı ile ilgili her lojiye, ilaç yan etkisinden botanik ve hemen her öğle yemeğini birlikte yerdik ama o yemeklerin arkadaşlık ötesi kurumsal bir platform oluşturMesleki Deneyimleri duğu hepimizin malumu. Her zaman görüşür müydük? Eh, ne de olsa aynı 1984–1986, Pratisyen Hekim, Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğü, Erzurum anabilim dalındayız, aynı laboratu1986–1986, Araştırma Görevlisi, Dr. Zekai Tahir Burak Doğumevi, Ankara varlarda çalışırdık. Her konuda ortak 1986–1988, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mıydık? Hayır. Kongreleri, toplantıları Farmakoloji Anabilim Dalı, Ankara saymazsak, yolculuklara da birlikte çıktık sayılmaz. Ama herkesin tari1992–1993, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi hinde önemli günler, dönüm noktaFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara ları vardır. Benim için Oğuz her şey1993–1994, Yardımcı Doçent, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi den önce öyle günlerin adamı idi. Farmakoloji Anabilim Dalı, Ankara En başa dönecek olursak, 1986 yılı1994–2001, Doçent, Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi nın Ekim ayında, Tıp Fakültesini heFarmakoloji Anabilim Dalı, Ankara nüz bitirmişken, mecburi hizmete 2001–Profesör, Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi gitmeden önce, merdiven altındaki fotokopicide stok makale çektirmek Farmakoloji Anabilim Dalı, Ankara için sıramı bekliyordum. Hemen arsonra, birden bir iki mısra geliyor zihnime. iPhone’a hemen not ediyorum:

16


Eğitim Öyküsü Ortaöğrenim

1971–1978, Ankara Atatürk Anadolu Lisesi Lisans

1978–1984, Tıp Doktoru, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara Doktora

1988–1992, Fizyoloji ve Farmakoloji Doktorası, Strathclyde Üniversitesi, Glasgow, İngiltere

Oğuz’un meslek yaşamının uzun bir kısmına tanıklık etme fırsatım oldu. Arkadaş sohbetlerimizin arasına giren öğrencilerle kurduğu diyalog, diploma törenlerinde aldığı tezahürat, odasına gelip de sorunlarını ve hatta yaşam planlarını anlatan namütenahi öğrenci trafiği, her öğretim üyesinin gıpta edeceği düzeyde idi. Bu “karizmatik” tarafının

Prof.Dr. Mustafa Oğuz GÜÇ

zoolojiye, Hacettepe dedikodularına ve hatta gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine kadar her şey Oğuz’un gündemine girebilirdi. Konunun ne olduğundan çok nasıl ele alındığı ve ne sonuçlara varıldığı daha önemliydi. Agresif tarzının ve lafı eğip bükmeden konuya girmesinin masada dalgalanmalar yarattığına şahit olmayan yoktur. Adeta düşüncelerimizin kışkırtıldığı, yeni kapıların açıldığı, bir bilinç genişlemesi, yada bazıları için, bir “sarsılma” halinden söz ediyorum. Onun varlığı ortamı zenginleştiren başlıca unsur idi. Zaman içinde Oğuz’un odasında geçirdiğimiz saatler, benim için adeta yaşadığımız olayların, durumların analiz edildiği bir çeşit psikoterapi seansı oldu. Onun da bu konuda benzer duygular hissetmiş olduğunu tahmin ediyorum. Bu sürece karşılıklı olarak “update” (güncelleme) derdik.

altında daha derin ve İskoçya’daki eğitiminin de izlerini taşıyan profesyonel bir “mentor”luk olduğunu görmek gerek. Oğuz, popüler olmak için öğrencilerin gönlünü hoş tutmaya çalışmazdı. Mesela çok revaçta olan dönem derslerine girmek isteyen öğrenciler, o amfiye girmeden yerlerini almış olmalıydılar; yoksa içeri alınmazlardı. Derste dikkatini dağıtanlar amfiden fırça yiyerek atılmayı göze almalıydılar. Asistanlardan beklentisi (birçoklarının karşılayamayacakları kadar) yüksekti. Hak ve sorumlulukların karşılıklı olarak eksiksiz tanıdığım ve anladığım arkadaşım yerine getirildiği bir asistan-hoca iliş- Oğuz” dedim. Sonra şöyle bir hisse kisine hazır olmalıydılar. Madem bilim kapıldım, sanki biraz sonra kapıdan ile uğraşmayı bir yaşam biçimi olarak içeri girip “Anlat bakalım Hakan seçmişlerdi, öyleyse kendi yaşamla- abi..”diyecek gibi..” rında da bunun yansımalarını göstermeliydiler. Bilgileri, tavırları, tutum- Prof.Dr. Hakan S. Orer ları, kararları hatta zaafları ona göre Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi olmalıydı. Kısaca, öğrencilerin klasik Farmakoloji Anabilim Dalı usta-çırak ilişkisinin ötesine geçmeyi becermeleri gerekliydi. Asistan daha iyi olacak, hocasını zorlayacaktı; hocanın adeta nefesi yetmeyecekti. Bazen “Oğuz’u öğrenciliğinden bu yana takendi aramızda nazire yapmak için nırım. Atak, çalışkan bir öğrenci idi. “Çırak, usta gelmeden dükkanı (polig- Mecburi hizmet ve kısa süren kadın raf) açacak, çayı neyim yapmış olacak” doğum uzmanlık eğitimi deneyidiye dalga geçerdik. Oğuz’un mentor minden sonra döndü, Hacettepe olmayı adeta bir “yaşam koçu” olmak Farmakoloji’ye geldi. Esas dostluğugibi algıladığına dair bir kuşkum yok. muz da her ikimizin de eğitimlerimizin yurt dışı kısımlarını tamamlayıp Birçok konuda Oğuz ile aynı düşündöndükten sonra Hacettepe’de öğcede olmadık ama bu aramızdaki lenleri aynı masada yemek yemeğe dostluğu etkilemedi, aksine katkıda başladığımız zaman gelişti. Ben Dr. bulundu. Bunda düşüncelerimizden Oğuz Güç’ü o zamandan itibaren taçok, düşünce frekanslarımızın nıdım. Oğuz ilk bakışta kendi deyimi uyuşmasının payı büyüktür. Farklı ile “farmakolog olmanın gereği her yollardan geçerek benzer sonuçlara şeye maydanoz” bu nedenle de biraz ulaştığımız da çok olmuştur. Acaba yaşıt olmanın getirdiği, aynı zaman itici gelen bir görünümde BİR BİLEN diliminde, benzer çevrelerde yetiş- idi. Bu özellik pek çok kişiye yakışmiş olmanın bu frekans uyuşmasın- maz. Kişiyi hakikaten itici yapabilir. da payı var mıdır? Bilemiyorum ama, Ancak Oğuz’u yakından tanıyınca anölümünden sonra bir türlü girileme- lıyorsunuz. yen bilgisayarının şifresini, kendi ki onun bir bilenliği sonradan zorla yazdığı ipucundan çözüp de açabi- yerleştirilmiş bir özellik değil, aksilince, en azından kendi payıma “işte ne kişiliğinin bir parçası, onun temel 17


özelliklerinden biri. Bu nedenle de ona çok yakışıyor. Bazen papyon kravat takıp geldiğindeki CİN ALİ görünümü tam bu özelliğinin dışa yansımasıdır. Bir bilen dediysem, bazı konuları ilgi alanı içinde tutup bu konularda fikir yürütebilen demiyorum. Gerçekten çok değişik alanlarda ilgisi ve bilgisi olduğunu söylüyorum. Siyaset, dünya coğrafyası, dinler tarihi, olmadık bir ilaç grubu, hangi alana giderseniz Oğuz size yeterince açıklamalarda bulunabilir ve eğer kendince yeterli değilse yemekten döndüğünüzde e-postanızda konunun devamını ve o konu ile ilgili bir site adresini bulabilirsiniz, tabi ki Oğuz tarafından gönderilmiş. Oğuz bir arkadaş canlısı gönül adamı idi. Yine bizim meşhur öğlen yemeklerinde “baklava Türk müdür, Yunan mıdır? Sorusuna bir Gaziantepli olarak Arap kültüründen olabileceğini söyler, bir hafta sonra masamızda Şam Semiramis Pastanesi’nden kargo ile getirilmiş değişik tatlıları tadıyor olursunuz. Bu kadar bilimsel, bir o kadar da ince düşünülmüş hareket kimden gelir. Tabi ki Oğuz’dan. Geçen yıl Yakın Doğu Üniversitesi, Tıp Fakültesi açılış dersine Oğuz’u davet ettik. Kıbrıs’ın sıcağı malumunuz. Üniversite cübbesi ile dersini anlatıyor. Ter içerisinde. Oğuz sıcak oldu cübbeni çıkar istersen dedim, tabi ki çıkarmadı. Bir derslik süre içerisinde buradaki öğrencilerini olduğu gibi

18

Yakın Doğu Üniversitesindeki öğrencilerini de etkiledi, onlara örnek oldu. Oğuz çok iyi bir öğretmendi. Meslek hayatımızda hep bir arada olunca tabi ki birbirimizin mesleğe ait özelliklerini öğreniyor, arkadaşlıklar geliştiriyoruz. Oğuz iyi bir arkadaş, iyi bir öğretmen idi. Ama bir de fakülte dışındaki yaşantılarımız var. Oğuz’un ne kadar iyi bir eş, ne kadar iyi bir baba, ne kadar iyi bir evlat olduğunu bütün yakın arkadaşlarımız bilir. Yaklaşık üç yıl önce Oğuz’un yutma güçlüğü varmış ve özafagoskopi yapılmış. Biyopsi alınmış derken kalleş hastalık ortaya çıktı. İçim cız etti.

Ölümcül bir hastalığı, ölümü yakıştırabileceğim son kişidir Oğuz. Sonra ciddi bir savaş başladı. Ailesinin, arkadaşlarının candan desteği ile Oğuz kanserle savaştı. Kelimenin tam anlamı ile savaştı, üstelik son dakikaya kadar. Bütün daha önceki sorumluluklarında olduğu gibi o kadar uğraştı ki bir an hepimiz kazanacağına inandık. Hep umuyorduk zaten bunu başaracağını ve bir dönem de olsa hakikaten hep beraber inandık, olacaksa bu iş. Oğuz bu güçlüğü yenecek. Ama lanet hastalık işte… Oğuz çok erken ayrıldı aramızdan. Ona yakışacak bir cenaze töreni için uğraştık. Ben böyle cenaze töreni görmedim. İyi bir insan, arkadaş, hoca, eş, baba, evlat Prof. Dr. Oğuz Güç’ün cenaze töreni eminim tam kendisinin istediği gibi çok güzel bir tören oldu. Güzel insan güzel bir törenle üniversitemizden uçtu gitti. Sevgili Oğuz, seni hepimiz, en çok da masa arkadaşların özlüyoruz. Gün yok ki adın anılmasın. Mekânın cennet olsun demeyeceğim, orada olduğundan eminim. Günü geldiğinde görüşmek üzere benim sevgili arkadaşım.” Prof.Dr. Serhat Ünal Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı İnfeksiyon Hastalıkları Ünitesi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı


Kitap

Sinema Bu Hafta

Çok Satan Kitaplar 1. Firarperest

Elif Şafak (Doğan Kitap)

2. Türkiye’nin Yakın Tarihi

İlber Ortaylı (Timaş Yayınları)

3. Zulümhane

Mustafa Balbay (Cumhuriyet Kitapları)

4. Anneler ve Kızları

İlkim Öz (Remzi Kitabevi)

5. Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?

John Farndon (NTV Yayınları)

6. Mesnevi’den Hikâyeler

Süheyl Seçkinoğlu (Timaş Yayınları)

7. Şah&Sultan

İskender Pala (Kapı Yayınları)

8. Bir de Baktım Yoksun

Yekta Kopan (Can Yayınları)

9. Kur’an-ı Kerim’in Gizli Öğretisi

Ergun Candan (Sınır Ötesi Yayınları)

10. Çoluk Çocuk

Patti Smith (Domingo Yayıncılık)

Kaynak www.remzi.com.tr

1. Eyyvah Eyvah 2-Komedi-8,2 2. Karmakarışık(Rapunzel)-3 boyutlu, aile, animasyon-8,1 3. Hırsızlar Şehri(The Town)-Dram, gerilim, suç-7,8 4. Av Mevsimi-Dram, polisiye, macera-7,6 5. The Experiment-Dram, gerilim, psikolojik, suç-6,3 6. Hür Adam: Bediuzzaman Said Nursi-Biyografi, dram, tarih-6,3 7. Çapkın(Spread)-Dram, romantik, komedi-6 8. Turist (The Tourist)-Aksiyon, casusluk, dram, gerilim, gizem, macera, suç-6 9. Memleket Meselesi-Dram, komedi-5,9 10. Kukuriku: Kadın KrallığıKomedi-5,8 11. Zor Baba 3 (Little Fockers)Komedi-5,4

14 Ocakta Sinemalarda 1. Cadılar Zamanı (Season of The Witch)-Aksiyon,dram, fantastik, gerilim, savaş,tarih 2. Aşk Sarhoşu (Love and Other Drugs)-Dram, komedi, romantik 3. Megazeka (Megamind)-3 boyutlu, animasyon, bilim kurgu 4. Kağıt-Dram, politik 5. Tehlikeli Aşk (Kites)-Aksiyon, gerilim, romantik 6. Benim Adım Aşk (Io Sono L’amore)-Dram

21 Ocakta Sinemalarda 1. 2. 3. 4.

Kutsal Damacana: Dracoola-Komedi Ayı Yogi-3 boyutlu, animasyon Ağaç (The Tree)-Dram, fantastik Çölde Kutup Ayısı (De Helaasheid Der Dingen)-Dram

28 Ocakta Sinemalarda 1. Kurtlar Vadisi Filistin-Aksiyon, politik, savaş, tarih, suç 2. Biutiful-Dram 3. Tron Efsanesi-3 boyutlu, aksiyon, bilim kurgu, gerilim, fantastik, macera

4 Şubatta Sinemalarda 1. 2. 3. 4.

Öteki Dünya (Hereafter)-Fantastik, gerilim, gizem Sanctum-3 boyutlu, aksiyon, gerilim Büyük Sır (Get Low)-Dram, romantik, gerilim, suç Aşk Tesadüfleri Sever-Komedi, romantik

Kaynaklar: www.boxofficeturkiye.com; www.imdb.com

19


Bulmaca Mantık Bulmacası

M5

L10

K13

H3

G8

18:00

15:30

14:00

13:30

11:00

Petek

Haldun

Müjdat

Jülide

Ayşen

5 film eleştirmeni, gösterimde olan filmleri seyretmek için bir Pazar günü farklı seanslardaki farklı filmler için bilet aldılar. İpuçlarından faydalanarak kimin hangi filme, hangi saatte gittiğini ve nerede oturduğunu bulabilir misiniz? 1. Hayat Güzeldir filmini seyretmeyen Jülide, 15:30 seansına gidenin bir ön sırasında oturuyordu. 2. En son seansa giren Ayşen Cesaretin Var mı Aşka filmini seyretmemişti. 3. İlk seansta İlk 50 Öpücük filmini seyretmeyen kişi, Eyvah Eyvah filmini seyreden kişinin bir arka sırasında oturuyordu. 4. 13:30 seansında K13 de oturan kişi erkek değildi. 5. En arka sıradan Cesaretin Var Mı Aşka filmini seyreden kişi kadındı. 6. Slumdog Milyoner filmini seyreden kişi ile Ayşen’in seansları arasında iki buçuk saat vardı.

Cesaretin Var mı Aşka Slumdog Milyoner İlk 50 Öpücük Hayat Güzeldir Eyvah Eyvah G8 H3 K13 L10 M5 11:00 13:30 14:00 15:30 18:00

20

Kişi

Film

Seans

Koltuk

Kişi

Kaç Aldı

Komite

Nerde Çalıştı

Mine Su Efe Deniz Aslı

94 62 59 33 78

Mikrop Nöro Endokrin Ürogenital Kardiyo

Ev Ktphane 3.kat Ktphane 1.kat Yurt Amfi


KARE KARALA! Bu oyunda amaç gizli resmi ortaya çıkarmak. Şeklin dışındaki sayılar, satır ve sütunda karalanacak blokların uzunluklarını gösteriyor. Bloklar arasında en az bir kare boşluk bulunmalıdır. Derece: Kolay

25

17 4

25

16 3

17 1 4 2

4 1 7 1

3 5 1 7 1

2 6 3 1

1 7 2 3 1 1 1 1

1 7 3 1

1 1 3 1 3 1

1 1 1 1 4 1 1

1 1 3 1 6 2

2 11 1 3

3 7 1 4

2 1 5 3 9

2 4 2 1 9

10 2 8

10 1 1 9

10 2 10

20 8-7 7-5-1-3 6-3-1-3 5-4-4-3 5-4-8 5-5-8 4-5-7 4-7-7 5-4-3 4-1-1-2-1 4-1-1-1-1 5-1-2-1-1 6-3-1-2 14-3 13-1-1-1 3-9-2-2 2-2-1-5 2-2-1-1-5 2-2-5 2-1-1-5 3-6 4-1-7 5-8 20

4

10

3 14

22

27

29

30

13 14

13 14

2 8 8 2 1

1 4 14

3 9 3

3 2 2 4

2 1 2 4

1 1 4

2 6

2

2

1

4 7 6 7 8 8 8 10 11 12 8 10-5 9-2-3 7-2 7-2 7-2 12 13 11 14 13 9 9-1 13 5-6 5-5 6-4 6-1 4 5

Önceki sayının çözümü

21


Tiyatro Dün Gece Yolda Giderken Çok Komik Bir Şey Oldu Yer: Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi Yazan: Larry Gelbart & Bert Shevelove Konu: Gençlerin aşkı ve bir kölenin özgürlüğü uğruna çığırından çıkan insanlar… Şarkılar… Danslar… Müthiş bir komedi… Klasik bir Broadway Müzikali… Oyun başlarken tüm kadro dans ederek, şarkılarla söylemişti zaten “sıkılmak yok bu gece, oyunumuz komik” diye. Hiç sıkılmadık gerçekten de; oyun gerçekten komikti. Roma… Kölelik, aşk, entrika, yalanlar, bol kahkaha, koşuşturmacalar, şarkılar, danslar, güzel kızlar… Üç evin çevresinde dönen karmakarışık olaylar… Hepsinin sebebi de, özgürlüğünü kazanabilmek için “bakir” efendisiyle onun pencereden görüp aşık olduğu, hemen karşıda bulunan genelevdeki bakire genç kızı bir araya getirmeye çalışan bir köle… Ve özgürlüğünü kazanabilmek için her şeyi yapabilecek bu kölenin oynadığı oyunlar, yaptığı planlar, çevirdiği dolaplar, herkese ayrı ayrı söylediği yalanlar… Tüm bu koşuşturmacaya harika bir müzik (oyunumuzun bir müzikal olduğunu anlamışsınızdır artık sanırımJ) ve oyuncuların gerçekten çok güzel sesleriyle söyledikleri şarkılar (özellikle bakire genç kızın ve yukarda bahsettiğim kölenin seslerine dikkat etmenizi öneririm) da eklenince size sadece koltuğunuzda oturup kahkahalarla gülerek bu şölenin keyfini çıkarmak kalıyor. J İyi seyirler… Ekim HELHEL

Kerbela Yer: Büyük Tiyatro Yazan: Ali Berktay Konu: “Kerbela”, İslamiyetlin kuruluşunda var olan demokratik öğelerin yok edilmesine, Hilafetin saltanatlaşıp Doğu’nun klasik devlet yapılanmasına (nemrutlaşmasına) ve şeriatın bu saltanat-devlet anlayışının resmi doktrini haline gelmesine, din kisvesi arkasında, inançların yerini çıkarların almasına duyulan tepkinin ve direnişin öyküsüdür.

22

Genç Osman Yer: Büyük Tiyatro Yazan: Turan Oflazoğlu Konu: “İnsanlığın üstün bir anlayışa yükselmesi ancak büyük birinin batmasıyla olur bazen. Halkın gecesine Tanrı’nın uzattığı yeni tutuşmuş bir meşaledir bu ölüm. Yüz bin güneş birden ışık salsa, onun kadar genişletemez bilinç ufuklarını...”

Gizler Çarşısı Yer: Akün Sahnesi Yazan: Turgay Nar Konu: Oyun modern dünyanın ve onun barındırdığı insanlığın alegorisidir. Kendine, insan olma haline bile yabancılaşan umutsuzca maddenin peşinde sürüklenen insanların kendinden ve insanca olan her şeyden uzaklaşması anlatılmaktadır. Hem masalın ve sözlü kültürün, hem de yazılı kültürün varlık alanlarında gezinmektedir. Çoğu arkaik anlamlar taşıyan semboller hem doğunun hem batının dünyasında seçilmiştir.

Rab Şeytana Dedi Ki Yer: Akün Sahnesi Yazan: Nihat Asyalı Konu: Mitolojide ve kutsal kitaplarda yer alan Sysphos ve sabreden Eyüp öykülerinden oluşan müzikli danslı ve şarkılı bir oyun

Tek Kişilik Şehir Yer: Şinasi Sahnesi Yazan: Behiç Ak Konu: “Aileler artık tek kişilik mi? Teknoloji yazın üşümemizi, kışın terlememizi mi sağlıyor? Artık hayat bir takım kurslara gitmekten ibaret mi? Ekonominin kötüye doğru gittiğini havanın ve suların temizlenmesinden anlayabilir miyiz? İnsanlar sırf kendi çıkarları için mi intihar ediyor? Şehirler şehir dışına mı taşınıyor? Küsmek, kalp ve damar hastalıklarına iyi gelir mi? Kendimizi en yalnız hissetmediğimiz anlar, yalnız kaldığımız anlar mı? Kendinize gülebilirsiniz ama kendinizi gıdıklayabilir misiniz? Kandırılması en kolay canlılar erik ağaçları mı?”


Bir Delinin Hatıra Defteri

Yaban

Yer: Stüdyo Sahne Yazan: Nikolay Vasiliyeviç Gogol Konu: Bir delinin değil, adım adım deliliğe giden, yaşadığı gerçeklerle baş edemeyen bir adamın hatıra defteri...

Yer: İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi Yazan: Y. Kadri Karaosmanoğlu Konu: Bu eser benliğimin çok derinliklerinden kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir diyorum zira bu ne bütün manasıyla bir roman, ne bütün manasıyla bir sanat ve edebiyat işidir. Hele politika denilen gündelik davalarla hiç bir alakası yoktur. “Yaban, çölde bir feryattır.”

İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar Yer: Stüdyo Sahne Yazan: Sevim Burak Konu: Tozun elle “şöyle bi” alındığı evde bir melek bir gonca gül yaşarmış… Gonca gül makarna ve balık severmiş, Melek yemek hazırlarken bıçak kullanmazmış. Biri üç aylıklarını bekler, Diğeri tekaüt maaşının hayalini kurarmış… Biri melek görmüş, kanatlarını koparmış… Dikenlere kanat takıp “uç uç böceğim” demiş. Biri öte yanda, biri havada, biri pencerede Oyun oynarlarmış, incir, kaysı, çam ağaçlarının dibinde, Biri iğne, diğeri yemek, öteki taş ve bez Bekleye tekleye, ıkına sıkına, ağlaya güle, hıçkırıkla kahkahayla……..

Hüzzam Yer: Oda Tiyatrosu Yazan: Güner Sümer Konu: Toplumsal değişmeyle zaman, bir buldozer gibi gelip geçecek.

Kontrabas Yer: Oda Tiyatrosu Yazan: Patrick Süskind Konu: “Koku” romanının yazarı Patrick Süskind’in pek çok dilde oynanan oyunu Kontrabas...

Bir müzisyen üzerinden toplumun, bireyin, müziğin cinselliğin, hiyerarşinin ve pek çok şeyin dedikodusunu yapıyor.

23


Bunları Duydunuz mu..?

Dönem 3 Kardiyoloji dersi Hoca sorar: “Bu sınıfın birincisi kim? ” Arkadaşımız Ezgi çekingen bir şekilde elini kaldırır. Hoca: “Hiç A2 aldın mı? ” Ezgi: “Hayır” Bu arada arkalardan birkaç arkadaş: “Ben de hiç A2 almadım. En yüksek notum B1”J Hoca Ezgi’ye doğru: “Sen seneye dahiliye stajına bir gel bakalım. (kötü adam gülüşü, yihahahaha) Adını hatırlayamam ama yüzünü hatırlarım. Dur iyice bakayım şöyle” Öndeki arkadaşın arkasına saklanmaya çalışan Ezgi’nin çabaları, yüz ifadesinde en ufak bir değişiklik olmayan hocanın ciddi olup olmadığını anlayamayan sınıfın sessizliğine karışır…

✶✶✶ Dönem 3 Farma dersi Hoca: “Atropin taşıt tutmasına da iyi geliyor. Ben bizim çocuklara veriyordum mesela. Ama artık yöntem değiştirdim. Dayıyorum plaseboyu, yol boyunca sesleri çıkmıyor”J

✶✶✶

Dönem 3 Farma dersi Öğrenciler ara vermek istemeyince bir süre sonra hoca “Çocuklar lütfen artık ara verelim” der. (noluyor ya dünya tersine mi dönüyor J)

✶✶✶ Dönem 3 Farma dersi Hoca nikotinik reseptörler slaytına gelince bazı yazıların farklı renkte boyandığını gören öğrenciler hocayı daha dikkatli dinlemeye başlarlar. Hoca ise “Bu konunun üzerinde durmayacağım. O yüzden farklı, dikkat çekici renge boyadım.”

Dönem 3 Farma dersi Hoca bir bayan resmi gösterdi. “Sizce güzel mi? ” dedi. Tüm sınıf “eveeet” dedi. (Çünkü o Avril Lavigne J) Sonra Hoca “Allahtan herkes tarafından beğenilmeyenleri bazıları beğeniyor, yoksa...” dedi

✶✶✶ Dönem 3 Farma dersi Atropinin etkilerini anlatan hocamız, oral emiliminin güzel ve terapötik dozunun yüksek olduğunu belirttikten sonra: “...bu özelliklerinden dolayı masum genç kızların içeceklerine katılabilme gibi bir avantajı var.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.