Portakal Gaste 5. Sayı

Page 1

T覺p okuyom ben ya!

Say覺 5 | Mart 2011


Portakal Ayda bir meyve verir.

Editör’den...

İ

lk duyduğumda sadece kafalarda düşünülmüş bir tasarıydı, bir gazeteydi amfimizin sesi olacak. Amfi turuncu olunca isim için de ‘Portakal’dan başkası düşünülmemişti. Portakal: Ayda bir meyve verir.

MART 2011 EDİTÖR

Kübra Kılınç Editör Yardımcıları

Halit Bacı Ömer Faruk Turan Yazı İşleri Sorumlusu

Ekim Helhel Güncel Haber Sorumluları

Halit Bacı Tolgahan Kaya Komik Haber Sorumluları

Ekin Zeynep Altun Ömer Faruk Turan Kültür-Sanat Sorumluları

Halit Bacı Ekim Helhel Çizerlerimiz

Ekin Zeynep Altun Ebru Demir Abdullah Onur Kılıç Logo Çizerimiz

Daha önce hiç böyle bir deneyimi yoktu kimsenin. E daha önce böyle bir şey yapmamış olmak, yeni bir şey yapamayacak olmayı da göstermiyordu ya. Çıkılmıştı yola ve herkes kendinden bir şeyler katıyordu Portakal’a. Her düzenlenilen beş cümlenin sonuna eklenilen bir cümleydi ya da her sayıyı ilk gördüğünde hissettiğindi, Portakal’da mutluluk diye tanımladığın. Yeni kişiler ya da tanıdığımız insanların bilmediğimiz yönleriydi Portakal. Meğer ne yetenekler varmış, eminim ki daha da pek çokları vardır. Herkesin söyleyecek bir şeyi var. Kimi yazısıyla kimi çizimiyle kimi de hayal gücüyle... Hepsinde bir düşünce, bir duygu var. Teşekkür ediyorum buradan Portakal’a emek vermiş ve destekleyen herkese. İlk sayı çıktığındaki sevinç ve heyecan… Biraz da gurur vardı aslında emeklerinin ürününü eline alan insanlarda. Bir de her şey çok teknolojikti(!) o sıralar. Gazetenin katlaması bile kendi elimizle iki ucu bir araya getirme yoluylaydı. Sanki yıllar öncesinden konuşuyorumJ ama ne kadar çok şey değişti Portakal’da 5 sayıda. Renksizdi Portakal ve renklisini çıkarmak da hayaller arasındaydı. Ama artık kimse renksiz olacağı ihtimalini düşünmez bile. Sanırım tek gerçekleşmeyen hayal bir odamızın olması kaldıJ Portakal her geçen gün olgunlaşıyor. Zamana ayak uyduruyor ve ismini bile yeniliyor kırmızı amfiye geçişimizle birlikte. Ve sadece kırmızı amfinin değil bu fakültedeki tüm amfilerin sesi oluyor Portakal. Bu fakültedeki herkesin katkılarıyla… Bundan sonrası için söylenecek tek şey her sayıda bir yenilik eklenen Portakalımızın köklenmesi ve daha çoook uzun yıllar meyve vermesi. Kübra KILINÇ

Ülker Shamkhalova

İletişim

portakalgaste@hotmail.com

Tıp sanatı nerede seviliyorsa, orada insan sevgisi de vardır. Hipokrat

www.facebook.com/ portakalgaste


I

Performansa Göre Ücret Sağlığa Zararlıdır!

S

ağlık hizmetinde performans (hasta başına, ameliyat başına ödeme) yanlıştır. Tıp fakültesinde performans ise İKİ KERE yanlıştır. Gerek ülkemizdeki, gerekse dünyadaki uygulamalar göstermiştir ki; 1. “Performansa göre ücret” hastalara zarar vermektedir! Her bir hastaya ayrılan zaman azalmaktadır. Başta hekimler olmak üzere tüm sağlık çalışanları insanca yaşayabilecek bir ücret için daha fazla, daha süratli hasta bakma çabasına girmekte, her bir hastaya ayrılan zaman azalmakta, tıbbi hataların artması kaçınılmaz olmaktadır. Hekiminin “performansa göre ücret” aldığını bilen hastalar, kendilerinden istenen tetkiklerin, yapılan tedavilerin gerçekten gerekli olup olmadığı tedirginliğini yaşamaktadırlar. Ağır hastalığı olanlar uygun ve yeterli tedaviye ulaşamamaktadır: Bu sistemle hekimler, tanısı ve tedavisi zor ve zahmetli olan, zaman alan hastalardan kaçınmaya zorlanmakta, bunun yerine daha çok hasta bakmaya yöneltilmektedirler. 2. “Performansa göre ücret” sağlık harcamalarını artırmaktadır! Tanı ve tedavi amaçlı gereksiz girişimler artmıştır: Hekim hastasına gerekli zamanı ayıramadığından, ayrıntılı bir muayene ile kolayca teşhis edilebilecek hastalıklar için çok sayıda tetkik istemek zorunda kalmaktadır. Bu durum sağlık harcamalarını arttırmakta, bunun faturası ise vergilerde artış, zamlar ve giderek artan tedavi katkı payları olarak halkımızın sırtına yüklenmektedir. 3. “Performansa göre ücret” toplum sağlığını tehdit etmektedir! Bu sistem sağlığı koruyucu uygulamalara değer vermemektedir: Aslında en değerli sağlık hizmeti, halkı hastalıklardan korumaya yönelik hizmetlerdir. Oysa bu sistemde bireyi hastalıktan korumanın performans puanı yoktur.

mansa göre ücret”, tıbbi uygulamaların bilimsel, etik ve nitelikli olmalarına bakılmaksızın sadece sayısına göre değerlendirilmesidir. Tıbbi tanı ve tedavi yaklaşımlarını “parasına” göre sınıflamaktadır: Performans uygulamasında bütün tıbbi işlemler hastaya sağladığı faydaya göre değil, kuruma kazandırdığı paraya göre değerlendirilmektedir. 5. “Performansa göre ücret” sürdürülebilir değildir! Sağlığa ayrılan kısıtlı bütçe, her yıl artmakta olan harcamaları karşılamaya yetmez. 6.Tıp Fakültelerinde Performans iki kere zararlıdır! Tıp fakülteleri meslek adamı yetiştiren, bilimsel araştırma yapılan ve bilgi üretilen, bilgiyi yaşama dönüştüren yerlerdir. Tıp fakültesi hastanelerinde çok sayıda hasta bakmanın teşvik edilmesi, yukarıda sıralanan sakıncaların yanı sıra, eğitimin ve bilimsel faaliyetlerin aksatılmasının da teşvik edilmesi demektir. Öğretim üyelerinin “performans” kaygısıyla çalıştırıldığı tıp fakültelerinde hekim yetiştirmeye öncelik verilmesi ve özen gösterilmesi zorlaşacaktır. Halkımızın sağlığını emanet edeceğimiz genç doktorlar nitelikli eğitimden mahrum kalacaklardır. Ülkemizde sağlık düzeyini yükseltecek bilimsel çalışmalar yapılamayacaktır. Tanısı konulamamış, tedavisi yapılamamış zor hastalar daha da mağdur olacaklardır. Bu yazı http://performanssagligazararlidir.org sitesinden alınmıştır.

4. “Performansa göre ücret” tıbbi uygulamaları değersizleştirmektedir! Bu sistem niteliğe değil niceliğe değer vermektedir: “Perfor-

3


...14 Mart Tolgahan Kaya

katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememişler.

T

ıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlayda’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000’lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün Grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır. Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında olan doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler. Kişiler Değil de Olaylar Yön Vermiş Ülkemiz tarihine baktığımızda, bütün dünyanın kabul ettiği ve bu kadar eskilere dayanan tıp büyüklerimizin olmadığını görmekteyiz. Türk Doktorunun Bayramı’nda yer eden kişiler değil de olaylar olmuştur. 4

Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç girişi ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de

19. yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar. III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış. Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır


uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını belirtmiş, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış. 14 Mart 1827’de Tıp Okulu Açıldı Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek sınava alınır ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleştirilip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip düzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’a taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş. Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.

İlk Kutlama 1919’da İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış. 1929-1937 yılları arasında 12 Mayıs günü Tıp Bayramı olarak kutlandı. Bu tarih, Bursa’daki Yıldırım Darüşşifası’nda ilk Türkçe tıp derslerinin başladığı tarih olarak kabul edildiği için Tıp Bayramı yapıldı. Ancak zamanla bu uygulamadan vazgeçildi ve yeniden 14 Mart Tıp Bayramı oldu. 1976’dan beri sadece 14 Mart günü değil, 14 Mart’ı içine alan hafta boyunca kutlama yapılmakta ve bu hafta Tıp Haftası olarak kabul edilmektedir. Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD’de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1982 tarihinin yıldönümü; Hindistan’da ünlü doktor Bindhan Chandra Roy’un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü “Doktorlar Günü” olarak kutlanır.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 5


Prof.Dr. Yakut Akyön Yılmaz ile Söyleşi Kübra KILINÇ, Ekim HELHEL, Elif Özge ÇINAR rof. Dr. Yakut Akyön Yılmaz. Derslerdeki şen şakraklığıyla dikkatimizi çeken mikrobiyoloji hocamız. Öyle sıcak ve doğal bir insan ki bir araya gelip karşısına oturduğunuzda da unutuyorsunuz karşınızdakinin hoca olduğunu ve bir süre sonra yok oluyor odasına ilk adım attığınızdaki tedirginliğiniz. Ve başlıyoruz hocamızın mimikleri ve değişik seslendirmeleriyle de renk kattığı hayatına dair hoş sohbetimize.

P

Hocam ses kaydı alabilir miyiz? Tabii alabilirsiniz. Bir ara haber gönderdiler derslerde ses kaydı alınmasın diye. Ben de dedim ki “Evet, kesinlikle alınmasın.” Şarkıcı olurdum o zaman, ne işim var hoca olup da. Tiyatro ile çok ilgiliymişsiniz ya da tiyatroya yeteneğiniz varmış gibi bir sesiniz var. Zaten ben lisedeyken tiyatrocu olmamı söylerlerdi. Ama mümkün değil olamam, ezberleyemem hiçbir şeyi. Hobi olarak da mı uğraşmadınız? Hobi olarak da yapmadım. Ezber sıfır çünkü. J Hocam Afrika meselesinden bahseder misiniz? Afrika aslında daha çok annemle babamın hayatı. Benim hayatımı da çok etkiledi elbette. Ki-

6

şiliğimi, eğitimimi etkilediğini, benim hayatımı da değiştiren bir dönem olduğunu şimdi anlıyorum. 0-6 yaş eğitim gerçekten önemli yani. J Babam önceden avukatmış. Daha sonra tıp okumaya karar vermiş. On yıllık avukatmış bu kararı verdiğinde. Haliyle herkes bu yaştan sonra olur mu demiş, dalga geçmiş babamla. Babam sınava girmiş ve yirmi beşinci olarak kazanmış. Bir avukat arkadaşı vardı babamın, Nevin teyze. “Bileklerimi keserim tıbba girebilirsen. Pırıl pırıl çocuklar giriyor. Sen nerden kazanacaksın tıbbı.” demiş. Tabii bileklerini kesmemiş Nevin teyze, yaşıyordu ben tanıdığımda.J Babam altı yıl hem tıp okumuş hem avukatlığa devam etmiş. Ben doğduğumda üçüncü sınıftaymış. Ve annem, devamlı ders çalışan bir adamcağızla olmaktan sıkıldığı için doğurmuş beni. O yüzden ben avukat çocuğu değilim, ağabeyim avukat çocuğu. Babam zaten hep doktor olmak istermiş. Dedem hâkimdi. Ankara’ya tayini çıkmış, hep birlikte gelmişler. Babam, Ankara’da o zamanlar tıp fakültesi olmadığı için bari baba mesleğini devam ettireyim diye hukuk okumuş. Sonra tıbbı bitirince çok iyi bir avukat olmasına rağmen doktorluk yapmayı tercih etmiş. O zaman arkadaşlarının çoğu hukukçuydu. Pek çok da akademisyen vardı aralarında. Benim yetişmemde büyük rolü vardır bu insanların. Bitirdikten sonra da iki çocuk, bir köpek, bir koca ev geçindiremeyeceği için, biraz da maceracı ruhundan dolayı bence, Afrika’daki birçok sağlık bakanlığına yazmış. Birkaç tane-


sinden cevap gelmiş. Bir tanesi de gittiğimiz ülke Malawi. Afrika’nın İsviçre’si derlerdi oraya. Hakikaten de öyleydi. Ben üç buçuk yaşındayken gittik Malawi’ya gittik. Dört buçuk yaşındayken de okula başladım. Beyaz ve zenci okulları farklıydı o zaman. Okulum köy okulu gibiydi; ilk üç sınıf bir odada, dördüncü ve beşinci sınıf başka bir odada. O zaman da çok konuşurdum, her şeye parmak kaldırırdım; bu genetik bir özellik herhalde. İlk hocam, Mrs. Pellins, kraliyet ailesinden atılmış olan bir lordun eşiydi. Müthiş bir kadındı. İki yıl orada okudum. Her sınıfın sonunda bir rapor yazarlardı, Mrs. Pellins de benim için “Büyüdüğü zaman “Ne demek istediğinizi anlamadım.” mış herhalde, adam da kötü davranaraştırmacı olmasını öneriyorum bu derdim. Hocalar için pek sevimli bir mış bizim köpeğe. Kapıcı, çocuğun.” diye yazmış. Çok iyi bir öğrenci olmasam gerek. J “Kendine gel, haddini bil.” demiş. gözlemciymiş, çünkü gerçekten araş“Bu köpek kaç dil biliyor, biliyor mutırmacılığın benim mesleğim olduğu- Unutamayacağım hocalarımdan biri de ortaokuldaki Türkçe öğretmenim sun? Afrikalara gitti geldi, senden nu düşünüyorum. Nur Sakızlıoğlu’dur. Bana hep aslında kültürlü bu.” Altı buçuk-yedi yaşımdayken Türkçemin iyi olduğunu söylerdi. AnLise ve ortaokulda iyi bir öğrenTürkiye’ye döndük ve ben hiç Türkçe cak burada, master tezimi yazarken ciydim. Ama gene de çok hareketbilmiyorum. Okula başladım tekrar. kandırıldığımı fark edebildim. J Yazı liydim. Bayağı da popülerdim koAma yine de gevezeliğimden bir şey ifademde hala kendime çok güvenelejde. Milliyet Müzik Yarışması’na kaybetmemiştim. Bildiğim bir şey mem. katılırdık, hatta tam puanla dans oldu mu atılırdım hemen ben söylegrubu birincisi olmuştuk. Grubumuyeyim diye. Bu bence Afrika’dayken Hayatımın her döneminde bir hayzun adı ‘Melomani’ydi. Kolejde çok aldığım eğitime bağlı biraz da. Eği- van oldu evimizde. Köpeğimiz, kedimeşhurdur. Çok hoş günlerdi tabi. time katılmayı, rahat olmayı, özgü- miz, kaplumbağamız. Sonra İstanbul’a gittik. Hepimiz lise venli olmayı öğrendim orada. Bura‘Çoban’ bizim ilk köpeğimiz. Ben iki iki ve lise üç öğrencisiyiz. Tabi İstandaki ilkokul öğretmenim de çok şey bul çok başka, biz kasabadan gelmiş vermiştir bana, çok sabırlı davran- yaşındayken alınmış, çoban-av karıçocuklar gibi kaldık öyle. Ama oraşımı bir sokak köpeğiydi. Annem çok mıştır. titiz bir kadın olmasına rağmen çok dan birinci olarak döndüğümüzde İlkokuldan sonra Ankara Koleji’ne severdi Çoban’ı. Afrika’ya da bizimle çok havalıydık. Hiç unutmam, İstangirdim. Hazırlık okudum orada, gra- gelmiş, sonra bizden önce dönmüştü. bul gruplarının arasında birinci olan meri öğrendim. Son derece ukala Biz gelene kadar kapıcı bakmıştı ona. kadın solist Candan Erçetin’di, Galabir çocuktum herhalde. Bildiğim her Birlikte servise çıkarlarmış. Bir kere- tasaray Lisesi adına . şeye mutlaka parmak kaldırırdım. sinde Çoban başka bir kapıcıya hırlaBen mezun olduktan sonra tekrar giBilmediklerimde de parmak kaldırır, rildi yarışmaya. Ben de dans grubunu çalıştırmıştım. Onlar da ikinci olmuştu ve bu çok büyük bir başarıydı gerçekten. Bir ara balerin olacaktım ben. ‘79 yılında opera ve baleye katılmak için öneri aldım. Ama annem ve babam bana çok destek (!) oldular. “Sen bilirsin.” dediler, ama yarım ağızla bile değil. Şimdi anlıyorum ki sanatçı olmak çok zor, çok emek isteyen bir şey. O zamanlar çok güzel, çok eğlenceli bir şey gibi geliyordu bana. Ama bir gün annem “Emin misin böyle bir şey yapabileceğine?” dedi. “Oradaki çocuklar çok küçük yaştan beri orada. Senin vücudun baleye uygun olabilir ama hiçbir zaman onlara yetişeme7


anatomi bilmiyorsunuz, hiçbir şey bilmiyorsunuz. Biyolojide dört yılda çalıştığımın dört katını çalıştım bir yılda. Sonra master yaptım, ihtisas yaptım, doktora yaptım. Ondan sonra öğretim üyesi, yardımcı doçent, doçent ve profesör oldum. Ve on yıl boyunca sadece ders çalıştım.

yeceksin. Sen hırslı bir kız değilsin. Onlarla çok içli dışlı olursun ve seni kandırsalar bile anlayamazsın.” Ama tabi ki dinlemedim annemi. J Sonra bir gün prova için gittim, baktım ki listede adım yok. Sordum. “Sen balerin olmayı düşünmüyorsun ki Yakut” dediler. “Balerin olmaya karar verenler var, onların önünü açmak lazım.” Ondan sonra bir daha baleye gitmedim. Sonra üniversiteye hazırlanmaya başladım. Tabi ki tıp diye hazırlanıyordum. Çocukken oynadığım oyunlarda da doktor olurdum hep. Derslerim de iyiydi. Ama sınava iki buçuk ay kala “Bitmiştir.” dedim ve bir daha hiçbir kitabı açmadım. Üniversitede okuyan yaşıtım kuzenlerim vardı, her gece biriyle gezerdim. Sonuçta tıp olmadı tabi, biyolojiyi kazandım. Okula başladım. Herkes sınava bir daha gir dedi ama gerçekten çok sevdim biyolojiyi, o yüzden gerek duymadım. Biyolojide çok güzel anılarım vardır. Ama Beytepe ile ilgili hiç güzel anım yok, hep nefret ettim Beytepe’den. ’80 sonrası okuduğum için çok zavallıydı Beytepe. Yemek yok, kantin yok,

sabahtan akşama kadar ders. Bisküvi yemekten bıkmıştım. Laboratuvarlar çok soğuk olurdu. Şimdiyse çok güzel, tam bir kampüs oldu Beytepe. Ve sonra üniversite bitti. Üniversite biterken de akademisyen olmak istediğime karar verdim. Herhalde babam akademisyen olduğu için. Çünkü evde hep ders çalışan bir adam gördüm ben. Başka bir meslek olabileceğinin bilincinde değildim, sanırdım ki akademisyen olmak gerekiyorJ. Araştırmayı da çok sevdim zaten. Benim dönemimde bir biyoloğun herhangi bir şekilde dışarıda iş bulma şansı yoktu. Mikrobiyolojide ihtisas yapıp dışarıda laboratuvar için biyolog olabiliyordunuz. Ben de mikrobiyoloji düşünmeye başladım. Sınavına girdim. İngilizce’den en yüksek notu almışım ama bilim sınavında benden daha yüksek alanlar vardı. O dönemde asıl ihtiyaçları olan İngilizce bilen kişiydi. O yüzden beni almışlardı kadrolu olarak.

Hırslı bir insan olmadım hiç. Annem hep “Kendini aşmaya çalış.” derdi. “Ve hep kendi yaptığınla mutlu olmaya bak.” Çok mutsuz olduğum zamanlar da oldu ama hayata hep pozitif baktım, her zaman “Yarın yeni bir gündür.” diye düşündüm. Buradan birkaç anınız var mı anlatabileceğiniz? İlk geldiğim günü de hiç unutamıyorum. O zaman kapriler vardı, bosbol. İçine gömlek giyiniyorsun ama o gömlek de bol. Moda böyle, ben de giyip gelmişim. Altında da sandaletlerim vardı. Hiç unutmuyorum, Sibel hocanız bana şöyle bir baktı. “Uygun değil böyle giyinmek.” dedi. Ama şu bir gerçektir, her yerin bir kıyafeti var. Hayatım boyunca işe kotla gelmedim. Fark etmişsinizdir, derslere gelirken de hep düzgün giyinmeye çalışırım. Bunun size olan saygımı gösterdiğini düşünüyorum.

Ebeveynlik hayatın gerçek tadı. Berk doğduktan sonra derslere geldiğimde diyordum ki “ Siz de anne baba olduktan sonra anlayacaksınız anne ve babalarınıza ne kadar büyük bir mutluluk verdiğinizi.” Anneme bir Buradaki ilk yılım felaketti. Çok zor- keresinde “Şimdi anlıyorum.” demişlandım. Tıp fakültesi okuyan öğren- tim. Ebeveynlikle ilgili teşekkür edeciye laboratuara gidiyorsunuz ama ceğimi falan düşünmüştü herhalde. “Ne kadar büyük mutluluk vermişiz size anne” dedim. J “Ay, inanamıyorum, bunda da kendine bir pay çıkardı, bu kadına inanamıyorum.” deyip dururdu annem. Çok komik bir kadındı, çok gülerdik. Şimdi anlıyorum ki çok şanslı bir çocukmuşum, öyle bir anne babaya sahip olmak büyük şansmış. Çok olgun, görgülü, eğitimli insanlardı. Danimarka’da, İngiltere’de yaşadım bir süre. İngiltere’ye burs kazanıp Helicobacter’i öğrenmek için gittim, çok faydalı oldu. Danimarka’ya ise davet edildim, bildiğim bir yöntemi onlara öğretmem için. Ama o yöntemle yapılan ölçümü burada yapamıyorum,

8


çünkü malzeme yok. Ne kadar acı değil mi? Bir de burada araştırmalar, çalışmalar yapılırken sonucu ne, hastaya yansıması ne diye düşünülüyor. Aslında bu doğal çünkü biz gelişmekte olan bir ülkeyiz ve kaynaklarımız sınırlı. Ama mesela Danimarka’da yaptığım çalışma tamamen Helicobacter patogenezine yönelikti. Bunlar bilimsel çalışmalar, insana direkt yararı olmuyor. İnsana yansıması ancak o bulguların üst üste konmasıyla olacak. Ama bizde böyle değil ne yazık ki. Yaptığınız çalışmanın sonucunu bir şekilde direkt insana yansıtmanız gerekiyor, aksi halde çalışma için para alamıyorsunuz genelde. Danimarka’da yedi ay bulundum. Çok güzel, yaşanılacak bir ülke. Demokrasiyi, eşitliği, özgürlüğü hissedebildiğiniz bir ülke. Bir de şunu söyleyeyim: Eğer ileride herhangi bir şekilde yurt dışına gidecek olursanız unutmayın ki o insanların size ihtiyacı yok, sizin onlara ihtiyacınız var. Eğitim anlamında değil sosyal anlamda bir ihtiyaçtan bahsediyorum. Yabancılık çekmek istemiyorsanız siz onlara yanaşmalısınız, önce siz “Merhaba, günaydın.” demelisiniz. Geri çekmemelisiniz kendinizi. Danimarka’da çok iyi arkadaşlarım oldu, çok güzel zaman geçirdim. Çalıştığım yerdeki asistanlar, teknisyenler her ay maaş aldıktan sonra buluşup önce yemeğe sonra sinemaya gidiyordu. Sırf ben de gelebileyim diye yedi ay boyunca hep İngilizce filmler seçtiler. Bir yıl önce bir aylığına gidip dönmüştüm, o zamandan tanıyorlardı beni. İkinci gidişimde sekreter laboratuarda giyeceğim terlikleri ısmarlamış, bana özel bir yer hazırlanmıştı. Bunların tek nedeni de benim o insanlara güler yüz göstermiş olmamdı.

sunum yapmayı bilmezdi. Bizler burada sunum yapmayı öğreniyoruz, bir şekilde size de öğretiyoruz. Ama orada ders teknikleri farklı, çoğu hala tepegöz kullanıyor. Hacettepe’de gerçekten, hakkı verilerek eğitim teknikleri, sunum yapma öğretiliyor. Ekstra kurslar da oluyor, mesela İbrahim Güllü çok iyidir bu konuda. Oradaysa bir insan ya hoca oluyor ya da araştırmacı oluyor. Araştırmacı olanlar genellikle bulduklarını sunamıyor. Hoca olanlar da pek araştırma yapmıyor. Eğitimleri bizimkinden çok farklı. Sonuç olarak müthiş çalışmalar yaptıkları halde sunamadıkları için sunum yapma işi hep bana düşmüştü. Size önerim, mutlaka bir yurt dışı deneyimi yaşayın. Dünyaya çok farklı bir gözle bakmanıza sebep oluyor. Danimarka’da hala çok yakın arkadaşım olan Marjan adlı İranlı bir kadın da vardı. ‘98’de ilk kez Danimarka’ya gittiğimde bir ay boyunca benden nefret etti. Başı kapalıydı, erkeklerin elini sıkmazdı. Amerika’da eğitim görmüş. İnanılmaz güzel bir İngilizcesi vardı.

O kıza devamlı gidip gidip Yakut demişler. En sonunda sinirli sinirli “Ben Yakut değilim.” demiş. Ertesi sene yine gittiğimde yavaş yavaş arkadaş olduk. Bana “ Niye herkes seni kabulleniyor da benden kaçıyor?” demişti. “Birincisi, sen onlardan farklı görünüyorsun. İkincisi, kendini çok kasıyorsun ve onlarla herhangi bir şekilde arkadaşlık kurmuyorsun. Öfkelisin, insanları kaçırıyorsun.” dedim. Sadece başı kapalı olduğu için değil kişilik olarak da çok farklıydı. Aslında doğu kültürü farklıydı, ben de bir yanım doğulu olduğu için anlayabiliyordum onu. Marjan’ın da görüşleri değişti yıllar içinde. Eskisi gibi radikal dinci değil artık. Evindeki on yedi ve on sekiz yaşındaki kızlarını dans ederken görünce onları dövmeye kalkan kocasını sokağa atmış bir kadın Marjan. Doğu ve batı kültürü arasında çok kalmış. On yıl Amerika’da okumuş, sonra İran’a dönmüş. Ama kadının ikinci hatta beşinci sınıf vatandaş olduğunu görmüş İran’da. Marjan iki işte birden çalışıyordu. Eşinden boşandıktan sonra ikinci işini kaybetti, çünkü onlara göre kocasından boşanması büyük bir

Danimarka da hayatımı değiştiren bir dönem oldu diyebilirim. Orada çok sakin bir yaşamım vardı ve ben o yedi ay boyunca sadece ve sadece bilimsel araştırma yaptım. Burada ise çok farklı; hayat çok hızlı geçiyor. Aynı anda hem çalışma yapıyorsun, hem öğretmenlik yapıyorsun, yazı yazıyorsun, kitap değerlendiriyorsun... O zaman da her şey yarım oluyor bana göre. Bu arada geveze olduğum için Kopenhag Üniversitesi’ni temsilen seminerleri ben verirdim. Çünkü onlar 9


hata. Marjan toplantılarda başına hala örtü takmak zorunda çünkü başka bir İranlı varsa ve başını örtmediğini söylerse işinden atılacak. İran Pasteur Enstitüsü’nde çalışıyor ama yaşama koşulları çok kötü İran’da. Her an diken üstünde, hiçbir şekilde eşitlik yok. Yine de Marjan müthiş bir bilim kadını. Danimarka’da Peter diye bir arkadaşım vardı. Onunla bir gün konuşuyoruz. “Nerde yaşıyorsun sen Yakut?” dedi. “Ankara’da.” dedim. Hiçbir özelliği olmayan, sıkıcı bir şehir olduğunu söylediğimde nerde yaşamak istediğimi sordu. “Ne bileyim, Antalya gibi bir yer olabilir.” dedim. “E, orda yaşa.” dedi. “Nerdee, çok zor. Akdeniz Üniversitesi’nde iş bulacağım. Beni isterler mi istemezler mi belli değil. Hem iyi bir üniversitede çalışıyorum. Neden bırakayım da gideyim Hacettepe’yi?” dedim. “Yok canım.” dedi “Hacettepe’yi bırak demiyorum ki. Antalya’da yaşa, işe gidip gel.”J Danimarka’da en uzak mesafe üç saat, o yüzden bu çok kolay görünüyor ona. Nerden bilsin sekiz saat sürdüğünü. Ama benzer bir pot da ben kırmıştım. Anna diye bir arkadaşım vardı. Kocasıyla birlikte Roskilde adında bir şehirde yaşıyorlar. Bir akşam onlara gittim, hatta uzak olduğu için (Kopenhag- Roskil arası yirmi dakikaydı J) gece de orda kalacağım.

Yemek yerken nereli olduklarını sordum. Anna “Doğma büyüme Roskilliyim.” dedi. Kocası da daha güneyde bir yeri söyledi, adını şimdi hatırlamıyorum. “O zaman orası daha sıcaktır.” dedim. “Yarım derece.” dedi. J Danimarka küçücük bir yer tabi. Yurt dışında yaşamak mutlak bir yalnızlık. Buradaki gibi, farklı bir şehirde yalnız yaşamak gibi değil. Ben Londra’dayken, daha yeni gitmişken cüzdanım çalındı. Beş poundla kaldım. Ve hafta sonu; isteyecek hiç kimse ya da yapabileceğim hiçbir şey yok. Kredi kartlarımı kapattırıp o hafta sonunu beş poundla geçirdim. Zaten İngiltere’de aldığım parayla çok zor geçiniyordum ama yine de bütün müzikallere gittim. Herkesin öncelikleri vardır. Ben İskoç eteklerim dışında giysi almadım (onları hala atmadım, her an görebilirsiniz yani J), müzikallere yatırdım paramı. İyi ki de öyle yapmışım. Danimarka’dan döndükten sonra Engin hocanızla evlendik. Engin çok eskiden, ‘87’den beri arkadaşımdır. Aslında siz biraz şanssızsınız, burası bir kampüs gibi değil ne yazık ki. Ama tıp fakülteleri dünyanın her yerinde böyle. Hastaneyle iç içe olan yerler çünkü.

Hocam Beytepe’yle burası ayrılacak diye bir şey duyduk. Sizin böyle bir bilginiz var mı? Bilmiyorum. Öyle bir şey duymadım. Ama üniversite olmak demek, birçok fakültenin olması demek. Yani Hacettepe Üniversitesi demek istiyorsak Beytepe ile birlikte olmamız gerekiyor. Hacettepe deyince tıp fakültesi anlaşılıyormuş ve Beytepe’deki bölümler geri planda kalıyormuş. Pek hoş olmuyormuş bu da. Ben hiç öyle düşünmüyorum. Hacettepe Üniversitesi deyince bütün bir üniversite, Beytepe kampüsü ve Sıhhiye kampüsü birlikte akla geliyor. Tabii burası kampüs gibi değil ama hastane olduğu için mecbursunuz. Ayrıca döner sermayeden Beytepe’ye de çok şey harcanıyor. Yani sadece Hacettepe’nin tıp fakültesine harcanıyor değil bunlar. Bildiğim kadarıyla böyle ama ben idarede hiç bulunmadım tabii, bulunmayı da düşünmüyorum. Geçenlerde Beytepe’de, rektöre karşı olaylar olmuş sanırım. Çok doğaldır böyle şeyler. Orada olay çıkması çok şaşırtıcı değil çünkü sosyal bilimlerde çok farklı bir açıdan bakıyor insanlar. Hem onların işi o; politika düşünmek, sosyal olayları düşünmek. Sizin böyle şeylere pek vaktiniz de olmuyor zaten. Ama ‘80 sıralarında burada da çok olay olurdu, tabii o çok başka bir dönemdi. Lise son sınıftaydım o zaman, o yüzden olayların ve ciddiyetinin çok da farkında değildim. Çok zor zamanlardı ama her seferinde de düzeliyor bir şekilde. Sadece Atatürk’ün Türkiye’sinden vazgeçmemeyi dileyebiliyorum çünkü elimden başka bir şey gelmiyor; her ne kadar bir şeyler yapmaya çalışsak da. Politik olaylara girmeye çok da gerek yok sizin açınızdan ama tamamen apolitize de olmayın. Ülkenizde neler olup bittiğini bilin, onları göz ardı etmeyin. Başka sorunuz var mı? JKedim var, köpeğim var. Kedimin adı Shiga, Shigella’nın toksini J. Köpeğimizinki de Asya ama onu biz koymamıştık. Çünkü aldığımızda sekiz aylıktı. Bizim daha önce de köpeğimiz vardı ama ölmüştü.

10

Yaşamınızın her anının keyfini çıkarın en zor günlerinizde bile gülümseyin. J


Ben Konuşmam Yazarım Ömer Faruk TURAN

B

en konuşamam yazarım. Kalemim haykırır düşlerimi, Birbirine sevdalı yüreğe iki denildiği nerede görülmüşdüş kırıklıklarımı. Onunla açılır pencerem zihnimin tür. - Oysa ben bu satırları yazarken senin kim olduğunu dışında her neresi varsa. Yazmasam, konuşsam da anlat- bilmiyorum okuyucu ya da hangi şartlarda olduğunu. Sesam? Olmaz, yapamam ki! Nefesim durur, ağzım kurur. nin ruh halin etkilemez beni. Benim yarattığım ve orada Dudaklarım kenetlenir birbirine. İzin yoktur cümlelere; yaşadığım bir dünyam vardır. En güzel ihtimalle okurken onlar tehlikeli... Onlar benim değildir artık dudaklarım seni o dünyaya ortak ederim. Benim penceremden nasıl arasından çıktıktan sonra. Onlar artık karşıdakinindir. görünüyor onu gösterebilirim. Bunu yaparken de keliOnun o güne kadarki birikimlerinin süzgecinden geriye meleri ortada bırakmam. Nereye çekersen oraya gitmez kalandır. O süzgecin içerisinden sadece kelimeler geç- yazdıklarım. Saydam olur, ardına saklanılmaz. Benim mez; duruşun, ses tonun, mimiklerin, gözlerin… Hepsi “acaba beni doğru anladı mı?” diye bir derdim yoktur. beraberdir. Biri başına buyruk olsa, olanı farklı yansıtsa İçimi kâğıdıma kalemimle dökmüşüm ya o kâfi. Sen sonvay haline. Artık o cümle algıda bambaşka bir yolda seyir radan çıktın okuyucu! Bu tatlı muhabbetin bir kısmına almaya başlar. Bu nedenle ortada bir tutarlılık olmayabi- şahit oluyorsun o kadar. liyor bazen. Ne yöne çeksen o tarafa gelebiliyor, dudaklarından özgürlüğünü kazanan cümleler. Hem düşünsene okuyucu bir insan boş şeyler düşünebilir, bunları konuşup anlatabilir de bir nebze. Ama yazamaz Belki de bu yüzdendir insanların birbirini anlamada bu çoğunu. Çünkü yazmak... – bu üç noktanın yeri sayfalarca kadar sıkıntı çekmesi. cümleler ile doldurulabilir ama en kısa şekilde- Sanattır. Öyle her aklına gelen şey paylaşılamaz muhabbet sofraHem konuşurken beynimizi çok da fazla kullanmayız. Ke- sında çifte kumrular ile. Önce süzgecinden geçireceksin limeleri özenle seçip konuştuğumuz vakitler bulmak zor. birikimlerinin. Sonra zihninde yoğuracaksın arda kalan Sıklıkla aklımıza gelen ilk kelimelerin birleşmesinden olu- kelimeleri. Bakacaksın değer mi sevdalıları oyalamaya. şur cümlelerimiz. Bu da “gaf” ve “pot” olarak geri döner Sonra yazacaksın tüm aşamaları geçtiyse aksamadan. bazen bize. Ne kadar istemesek de yüreğine atılan çizik- Ama benden tavsiye okuyucu bir gün yazarsan eğer, diler yanında yerini alıyor karşındakinin. ğer eline isyan bayrağını çektirtme. Neden muhabbete hep diğeri ortak oluyor. Neden sevdalılarla hep o birlikte Ama yazmak öyle mi… Kimse yoktur karşında. Ne mi- dedirtme. Adil ol. Bükmesin kimse boynunu. Görüyorsun mikler vardır ne bakışlar ne de ses tonu. Bir tek yoldaşın ya okuyucu. Aynı bedenin iki eli bile kıskanır oluyor ötevardır, o da kalemin ve kâğıdın. Kendini kendine anlatır- kini. Sakın bu kutsallığı göz ardı etme bir an bile. ken, tek şahidin odur. Ne dilersen yazar ve tek kelime etmez, sırrını açmaz kimseye. - Evet okuyucu onlar birdir. Hadi şimdi kal sağlıcakla...

Kolay Olmamalı Ömer Faruk TURAN

K

olay olmamalı öyle aldığın nefesi vermek gibi. O öyle bir nefes olmalı ki; çekince içine her bir hücren o havayla beslenmeli. Bu soluğun diğerlerinden farklı çekildiğini anlamalı ayak başparmağından kulak memene kadar herhangi bir hücren. Yeniden doğmalı adeta; sanki biri kulağına fısıldamış gibi hayatın anlamını. Sanki “o andan” sonrası yokmuş gibi olmalı, “o andan”

öncesi olmadığı gibi. Ne beynin ne de kalbin hiçbiri değil. Tüm hücrelerin aynı anda, sanki tek bir hücreymiş gibi, izin vermeli cümlelerin dudakların arasından sızmasına. Gözlerin artık engel olmayı bırakmalı gözyaşlarına. “onun” için döküldüğünün farklında gayet gururlu, süzülmeli yanağından. İşte o damla çenenden aşağı damlarken haykırabilmeli… SENİ SEVİYORUM…

11


Keşke Aramızda Olsaydı...

Prof.Dr. Hüsnü GÖKSEL Ama hepimiz ‘Atatürkçüyüz’ sevgili Atatürk’üm. Senden korktuğumuz için bir ‘şekil Atatürkçülüğü’ icat ettik Elif Özge ÇINAR

16

Nisan 1919 yılında Bandırma’da bir askeri hekimin oğlu olarak doğar Hüsnü Göksel. Babasını doğduktan sonra uzun süre yanında göremez. Tıpkı doğduğu yerden gelen ZİTO VENİZELOS* sesleriyle uzaklaştığı gibi babası da Anadolu’dan gelen aynı seslerle Yunan adalarında başlayan esaret günlerine başlar.

‘’Yunan bayrakları, Yunan askerleri vardı o kasabada, hüzün vardı ve sen vardın. Mustafa Kemal Paşa idi adın ve o zaman Kemal Paşa olarak geçerdi dualar arasında. Tek umut ışığı idin Kurtuluş için. Küçücük kafamın içinde kocaman bir insandın sen, insanüstü idin, tek başına düşmanlara karşı dövüşüyordun.

Prof.Dr. Hüsnü GÖKSEL (1919-2002)

12

1919 yılında Bandırma’da doğan Göksel, 1943 yılında İstanbul Üniversitesi’nden mezun oldu. 1950 yılında Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde Genel Cerrahi Uzmanı, 1951-53 yıllarında Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde, 1953-55 yıllarında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genel Cerrahi Başasistanlığı yaptı. 1956 yılında Üniversite Doçenti oldu. 1956-60 yıllarında Amerika Birleşik Devleti Columbia Üniversitesi’nde Kanser Cerrahisi ve Cerrahi Patoloji eğitimi gördü. Yurda dönüşünde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümüne Doçent olarak girdi. 196165 yıllarında Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi’nin kuruluş, çalışma ve eğitimi ile görevlendirildi. 1965 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Profesörü oldu. 1986 yılında isteği ile emekliye ayrılarak o zaman Organ Nakli Hastanesi olan şimdiki Başkent Üniversitesi’ne geçti. 1984-88 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu Üyeliği de yaptı.

Onları yenip esaretteki babamı getirecektin bana. Bu kadarcıktı beklentim senden. Resmini görmemiştim ama biliyordum, duyuyordum, yüzün güzeldi. Öyle olmasa şarkılar söylenir miydi güzelliğin için; Dünyalara bedeldir mah cemalin Allah’ıma emanettir Kemal’im, diye? Kasabamızda Rumlar sadece Kemal derlerdi sana. Bir gün ben balkonda oynarken bitişik balkondaki Rum komşu hanım, anneme seslenmişti – Komşu, bizimkiler Kemal’i esir almışlar, yaralıymış... Annem hiç yanıt vermeden elimden çekip içeri almıştı beni. Kemal Paşa da esir olduğuna göre, demek babam dönmeyecekti artık. İçin için ağladığımı anımsıyorum. Umarsızdım. Bütün gece dualar edilmişti senin sağlığın için, Allah’ıma emanettin Kemal’im.’’ Komutan mı? Kaymakam mı? Derken babasının Türkiye’ye esirlikten kurtulup gelmesiyle fikrini değiştirir. Silivri iskelesinde günlerce beklediği babasının gelmesiyle komutan ve kaymakamın ona duyduğu saygı onu askeri hekim olmaya yönelir.


Babasının tayini nedeniyle Erzincan’da ilkokula başlar. Sonrasında yine bir tayinle Ankara’ya gelir. Hacettepe’yle tanışıklığı bugünlerde başlar. Hamamönü’ndeki İnönü İlkokulu’nda 4.sınıfa kayıt olur. Ortaokula başladıktan sonra yine babasının tayini çıkar ve yıllar sonra Kenan Evren Anadolu Lisesi ismini alacak Kadıköy Ortaokulu’nda öğrenimine devam eder. Bu çok uzun sürmez. Hayatının büyük kısmını geçireceği Hacettepe’yle yolları gene kesişir. Karacabey Hamamı’nın önündeki yeni evlerinde Ankara Erkek Lisesi orta kısmına devam eder. Ankara Erkek Lisesi’ne devam ederken Hüsnü Göksel’in yazılarında ve hayatında önemli yer tutan Askeri Dikimevi‘nin bulunduğu semtteki Musiki Muallim Mektebine (sonraki ismiyle KONSERVATUAR) yakın bir eve taşınırlar. Orada oluşan sanatçı dostlukları onu ömrü boyunca yalnız bırakmayacak, konserlerde, değişik sanatsal etkinliklerde kendisini gösterecektir.

Miras Orhan Veli’nin anısına Dedem bu şehirde aşık oldu Eleni’ye İftardan sonra Samur kürkünü giyip gittiği kahvede Dinlerken incesazdan Suzidilârâ faslını Ya da dinler görünürken Sultan Mahmut’un tebdil öykülerini Sahura kadar Hep Eleni’yi düşünürdü Atatürk 1937 yılında FKB dersleriyle Darülfunun’dan kısa bir süre önce yapılan reformla dönüştürülmüş üniversiteye başlayan Hüsnü Göksel için 1938 sonbaharı tüm Türkiye için olduğu gibi çok zor geçer. Ve bir kasım günü Beyazıt Kulesi’ndeki bayrağın yarıya indirilmesi ile acı haberi alır.

Yazın çevrelerine ilk adımını Ankara Erkek Lisesi’nde Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın çıkarmış olduğu SESİMİZ dergisinde çıkan şiir ve yazıları ile atar.

Hüsnü Göksel, Dolmabahçe’den Karaköy’e yürüyen kortejin önünde Tıp Fakültesi temsilcisi olarak yürüyüşe geçer ve vapurla boğazı geçtikten sonra katafalkla beraber Anadolu’nun kalbine yüksek Haydarpaşa merdivenlerini tırmanarak yol alır; çünkü İstanbul bilirdi ki Anadolu olmasaydı var olamazdı, ona ihtiyaç duymaktaydı. O nedenle merdiven çıkılarak ulaşılmalıydı.

Hüsnü Göksel, Ankara Erkek Lisesi’nden yazı yazdığı Sesimiz dergisini çıkartan Orhan Veli’ye bir şiirle seslenmiştir.

Hacettepe ile yolları bu üzücü zamanda bile kesişmektedir. Atatürk’ün 21 Kasım 1938 günü Hacettepe yakınlarındaki

Prof.Dr. Hüsnü GÖKSEL

Etnoğrafya Müzesi’nde başlayan geçici konukluğu, tanıklık eden Hüsnü Göksel’in başasistan olarak imzasının olduğu bir yazı ile 15 yıl sonra tamamlanmış ve ebedi istirahatgahı Anıtkabir’de sonlanmıştır.

“Ama hepimiz ‘Atatürkçüyüz’ sevgili Atatürk’üm. Senden korktuğumuz için bir ‘şekil Atatürkçülüğü’ icat ettik. Olur olmaz her yere senin adını veriyoruz. Seni öldürürken yine senden güç alıyoruz. Seni öldürürken bile önümüzdeki kürsüde büstlerin, arkamızdaki duvarlarda resimlerin eksik olmuyor. (...) Ne yapıyorsak senin adına, senin arkana saklanarak yapıyoruz. Utanıyorum, Atatürk’üm, söylemeye utanıyorum. Utancım bir mıh gibi kalbime saplanıyor.”. Bundan sonra yazılarımda, konuşmalarımda senden alıntı yapmayacağım. Davranışlarımda, eylemlerimde seni yanıma almayacağım. Bundan sonra sensiz olacağım. Sen bana kendini emanet etmedin. Sen bana, benim gibi bugün hâlâ 20 yaşında olan Mustafa Kemal’lere Cumhuriyeti emanet ettin, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni. Ona sahip çıkacağım. O, benim Cumhuriyetim, benim laik Cumhuriyetim. Ona sensiz, senden güç almadan, senin gölgene sığınmadan sahip çıkacağım, koruyacağım onu. Senin yola çıkarken söylediğin gibi ‘Dağ başını duman almış’...” Ceyhun Atuf Kansu İstanbul’daki Tıp Fakültesi yıllarında Ankaralı öğrencileri bir araya gelmesine öncülük etmeyi seven Hüsnü Göksel’in o günlerden tanıştıklarından birisi de DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİNİ GETİRİN şiirini hepimizin bildiği Dr.Ceyhun Atuf Kansu’dur. Çocuk Hastalıkları hekimi olarak yarattığı şiir ve yazılarının yanı sıra Hacettepe’de birlikte çalışacağı Çocuk Ruh Sağlığı Hekimi Dr. Bahar Gökler’in de babasıdır.

13


Prof.Dr. Hüsnü GÖKSEL

“Çılgınlığın, kırımın günleridir. 8 Ocak 1976 sabahı Hacettepe Üniversitesi önünde vururlar Nuray Erenler ‘i. Gencecik kız öğrencinin boynuna saplanır kör kurşun. Atatürk Heykeli önünden rektörlüğe gitmekte olan Prof. Dr. Hüsnü Göksel Yardımına koşar, elleri ve elbiseleri kan kırmızı olmuştur, Nuray’ın atardamarına bastırır hekim parmağını, yaşam donmasın diye. Nuray, ölüme birkaç gün direnebilir ancak.” Ceyhun Atuf Kansu, o günlerde şu dizelerle dile getirir, Göksel’in insancı yaklaşımını:

‘’Sevgili doktor Hüsnü Tut boyun damarını Ölümün karanlığına kapa Sabah ışığına aç gözlerini Kızımın, bacımın, güzelimin. Tut ki dolansın daha kan Mayıs yeli saçlarında Bir daha açsın kiraz dalı Işısın kar yıldızı bir daha Kızımın, bacımın, güzelimin. Tut ki belki yarın Bir kan gülüyle dönüp gelecektir. Bahçesine yaşamanın Beynin bahar düzeni Kızımın, bacımın, güzelimin.’’ Amerika 1956 yılında doçent olduktan sonra 1 yıl sonra Hüsnü Göksel Amerika’ya gider. Üç yıl kalacağı bu ülkede çalışmalarını New York’taki Columbia Üniversitesi’nde sürdürecektir. Amerika’da iken ayrıca ULUS GAZETESİ’nin New York muhabirliğini de üstlenmiştir. Gazeteci kimliği ve Amerikan Haber Ajansı kartıyla kimselerin gidemeyeceği platformlara toplantılara girer çıkar. Edith Piaf Amerika’daki ilginç hatıralarından birisi de Kaldırım Serçesi olarak da tanınan Edith Piaf ile yaşamış olduğudur. Biletinin çok pahalı olduğunu ama ona rağmen gitmek isteyip de göremediği Edith Piaf ile ilginç bir şekilde rastlaşır.

“O gece bizim gidemediğimiz konserin yarısında safra kesesi krizi tutmuş. Bizim hastaneye kaldırmışlar. 14

Acil ameliyata alınmış. Çıkan parça sıraya göre bana düşmüş. Safra kesesini pensetle kavanozdan çıkardım. Avucuma aldım. Küçücüktü. Taş doluydu. Güldüm kendi kendime. Her ne kadar ben Edith Piaf’ı yakından görmeyi çok istemişsem de böyle avucumun içine alacak kadar yakınlık düşünmemiştim. İşim bittikten sonra odasına gittim. Geçmiş olsun dedim. Çok yakından görebilmiştim sonunda onu.” Yeşil Ameliyat Giysileri Amerika’dan gelirken ameliyathanede hekimlerin ve hastaların giyeceği giysilerin kullanılacak örtülerin örneklerini alıp getirir. Başasistan iken ameliyathanelerin dekorasyonu ve aksesuarlarıyla ilgili düşüncesini de fahri asistan Yüksel Bozer’e açar. Yüksel Bozer; yeğeni Yağmur’un Sümerbank Genel Müdür Yardımcısı olduğunu söyler. Kalkıp birlikte Sümerbank’a giderler. Bize şu kumaştan, şu renkten lazım derler. Kaç metre diye sorulunca da “30 km.” derler. Yağmur bey ilk başta biraz şaşırır ama bu kadar ciddi konuşan doktorların heyecanını da paylaşır ve tüm fabrikaları durdurup yeşil pamuklu kumaş dokunmasına karar verir. Parasının nereden çıkacağı bile belli olmadan bu idealist çalışmaya destek verir. Kumaşların hazırlanmasından sonra Hüsnü Göksel Yardımseverler Derneği’ne gider. Atölyelerde dikilmesi için anlaşır. Sıra bu yapı-

lanların hastanelerde kullanılmasına gelmiştir. Bu konuda Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Nusret Fişek arkasında durmuş, bu giysi ve örtüleri Türkiye’nin tüm hastanelerine göndermek üzere almıştır. Herkes çok mutludur. Bütün uzmanlar, asistanlar, herkes. Yalnız profesörler hoşlanmaz bu işten. Ayrıcalıklarına dokunulmuş gibi algılarlar konuyu. Ortak bir formayı giymeyi kendilerine yakıştıramayanlar vardır içlerinde hala. Ama bir süre sonra tüm hastanelerde bu uygulama rutinleşir. İşte o gün bu gündür Türkiye’deki bütün hastanelerde bu yeşil ameliyat giysileri, maskeleri ve takımlar kullanılmaktadır. İki Kişiyi Kıskandım ‘’İki kişiyi kıskandım ömrümde. Biri Fred Aster, onun gibi dans edemediğim için; öbürü Anton Çehov, onun gibi yazamadığım için. 1950’lerin ikinci yarısında, asistan iken New York Times’ın kitap ekinde Çehov’un İngilizcede yeni yayımlanan bir yapıtı üzerine bir yazı gördüm. Yapıtın başlığı ‘Her doktorun anlatacakları vardır.’ gibi bir şeydi. Çehov’un hekim olduğunu biliyordum, yadırgamadım. Ama bu başlık bana esin kaynağı oldu. Hekim olarak benim de o zaman henüz çok kısa olan meslek yaşamımda anlatacak bir şeylerim vardı ve kuşkusuz ilerde de olacaktı.”

Kaynaklar Dr.Onur Çeçen ve www.ttb.org.tr


Yüzlerce fobi türü arasında ilginç olanlardan bazıları şöyle: Ablütofobi

Yıkanmaktan korkma

Arakibutirofobi

Yer fıstığı ezmesini yerken damağa yapışmasından korkma

Batrakofobi

Kurbağa, semender gibi amfibyen hayvanlardan korkma

Bibliofobi

Kitap korkusu

Eisoptrofobi

Aynalardan korkma

Fagofobi

Yutkunmaktan korkma

Fobofobi

Fobi kazanmaktan korkma

Filemafobi

Öpmekten ya da öpüşmekten korkma

Filofobi

Sevmekten, aşık olmaktan korkma

Geliofobi

Gülme korkusu

Haptofobi

Dokunulmaktan korkma

Ksantofobi

Sarı renkten korkma

Lökofobi

Beyaz giymekten korkma

Peladofobi

Kel insanlardan veya kel olmaktan korkma

Pogonofobi

Sakaldan ya da sakallı kişilerden korkma

Pteronofobi

Kuş tüyünden korkma

Politikofobi

Politikacılardan korkma

Triskaidekafobi

13 sayısından korkma

Venüstrafobi

Güzel kadınlardan korkma

15


DOKTOR... Yılmaz ÖZDİL’in 27.01.2010 tarihli yazısı

Kız verirken...

Tahmininizden çok.

Kocaya varırken... Otomobil alırken...“Doktor civanım. ”Muayene ücretine gelince...“Hepsi şerefsiz! ”

Deniyor ki:“Başbakan kadar maaş alacaklar.”

Üstelik silah zoruyla ameliyata alınan hastayı hiç duymadım ben... Yeşil kartlı bile olsan, seçme şansın var. Paragöze gitme, öbürüne git. Diyeceksiniz ki, “Kuyruk oluyor, yeterli hastane yok...” Müteahhit midir hekim?

Safra kesesi ameliyatı yapabilir mi başbakan? Böbrek nakli? Pansuman bile yapamaz... Ama çok sıradan bademcik ameliyatını yapabilen bir hekim, gayet güzel başbakanlık yapabilir.

Peki nedir?

Refik Saydam mesela, hekimdi...

Hakkını alamayanlar kendisinden hesap sormasın diye, “Bak şunlar senden fazla alıyor” diye hedef göstermektir. “Sen az kazandığına itiraz etme, onunkini de indirelim” demektir. Refahı paylaştıracağına, yoksulluğu paylaşmayı doğruymuş gibi göstermektir.

O halde, hekimlerin maaşını siyasilerin maaşıyla niye kıyaslayalım ki?

Komada geliyorsun, bacağını kesiyor, damar çıkarıp, kalbine bağlıyor, gebermekten kurtuluyorsun. Sonra da “Çok para aldı” diyorsun. Kaç para ki senin hayat? O kadar etmez mi?

Aslanı kediye, eğitimliyi cahile kırdırma projesidir bu...

Kendi suçunu örtbas etmek için, suçlu yaratma projesidir... Hekimlerin durup dururken başına gelen budur.

Gece yarısı ateşi 40’a vuran evladını Azrail’in elinden almanın, hızara kaptırdığın parmağını yerine dikmenin, görmeyen gözünü gördürmenin, kanserini erken yakalamanın fiyatı nedir?

12 sene üniversite okuyor. Boru değil. 18 yaşında girdi, geldi 30’una, hâlâ kafa patlatıyor. İki kapılı handa, yolun yarısı eder... Lütfedip, müsaade edelim de, biraz para kazansın bu ülkede.

Karaktersiz hekim yok mu? Var elbette... Ne kadar karaktersiz gazeteci, ne kadar karaktersiz avukat, ne kadar karaktersiz esnaf varsa, o kadar karaktersiz hekim var... Ama Rabbim herkese “Cleveland” demiyor... Parası olmayana bakan vicdanlı hekim de var bu ülkede.

16


İntörnler Bu Noktaya Geldiyse

Gerisini Siz Düşünün! Abbas GÜÇLÜ, Milliyet, 29 Ocak 2011

F

akülteler içerisinde girilmesi ve öğrenciliği en zor olanlardan birisi de hiç kuşkusuz tıp fakülteleri. En ağır ve en uzun eğitimi onlar alıyor. Dışarıdan bakıldığında gıpta duyulan bir noktadalar. Bir eli yağda, bir eli balda sanılırlar.

Ama son yasal düzenlemeler nedeniyle tabip odaları ayakta. Sağlık reformu, aile hekimliği, tam gün yasası ve daha pek çok “reform paketi” tartışmalı durumda. Ve kısa sürede biteceğe de benzemiyor...

Bu eziyet niye? Ve bu konuda en önemli şikâyet konularından birisi de Tıpta Uzmanlık Sınavı TUS. Tıp mezunlarının istedikleri bir alanda uzmanlık eğitim yapmaları çok zor. Bir yandan uzmanlık yapmadan iş bulamıyorlar, öte yandan TUS’a kazanma pahasına yaşamları altüst oluyor. Yani yaşadıkları tam anlamıyla bir çile. Tıp öğrencilerinin öğrenim süresi ve TUS konusunda da istekleri var. İşte bu konudaki düşünceleri:

Ama bugün ele almak istediğimiz asıl konu, doktorlardan “Tıp fakültelerinde 6. sınıfla farklı uygulamalar var. Baçok tıp öğrencileri, özellikle de intörn diye isimlendirilen zılarında öğrenciler okula bile gitmezlerken bazılarında son sınıf öğrencileri. İsterseniz gelin lafı daha fazla uzat- bedava iş gücü olarak görülüyoruz. Mecburi hizmet, nömadan önce onların sorunlarını dinleyelim, sonra da bu ko- betler, işimizin bir parçası ama TUS sınavının zamanlanuda yapılması gerekenleri hep birlikte tartışmaya açalım. ması, bu anlamda yanlış. TUS sınavının okul bitmeden yapılması gerekir. Ayrıca İngiltere’deki gibi tıp eğitimi 5 Ne olduğumuzu anlayamadık! yıl olmalı.” “Öncelikle Türkiye’de eğitime verdiğiniz önem için teşekkürlerimi sunuyorum. Herkesin sorunlarını tartıştınız, Bütün bu önerilere hemen karşı çıkma yerine enine boyazdınız. Ancak tıp fakültelerinin sorunlarına değinme- yuna tartışılmasında yarar var... diniz. Özellikle intörnlükten yani 6. sınıf tıp öğrenciliğinden bahsetmek istiyorum. Biz öğrenci olmamıza rağmen Geçtiğimiz yıllarda, bu konudaki duyarsızlıklar nedeniyle, hastanede tüm yükü yükleniyoruz. Gerektiğinde öğrenci, tıptan kaçış başlamış ve puanları dibe vurmuştu. Şimdi hemşire, doktor personel oluyoruz. Her türlü fırçaya ma- yeni yeni toparlanmaya başlayıp, yeniden o eski görkemruz kalıyoruz. Bizi destekleyen kimse çıkmıyor. li günlerine dönerken, söz konusu sıkıntılar yeniden kaçışın tetikleyicisi olabilir! Tıp öğrencisi olmamıza rağmen tüm ayak işleri yaptırılırken hiçbir eğitim verilmiyor. Bir sene sonra mezun ola- Prof. oluncaya kadar? cağız ama kaçımız reçete yazabilir acaba? Çünkü altıncı Hemen her branşta profesör olmak çok zorlu bir süreci sınıfta sadece verilen emirleri yerine getiriyoruz. En ba- gerektiriyor ama tıp kadar zor olanı bulmak gerçekten sitinden nöbet tutuyoruz ertesi gün akşama kadar ça- mümkün değil. Nedeni de çok açık. Sadece fedakârlığı lışıyoruz. Bunun karşılığında zaten azar işitiyoruz, para değil, olağanüstü bir çalışma temposunu da adeta zorunlu kılıyor. Peki, profesör olduklarında yani 30 yıla yakın bir konusuna ise hiç girmiyorum. süre canla başla çalıştıktan sonra istedikleri refaha kavuBiz bedava çalışan hamallarız sadece öğle yemeğimiz şuyorlar mı? Evet, içlerinde çok iyi koşullara ulaşanlar var. bedava yemeğin kalitesini bile tartışmıyorum. Bir de Ama o sanıldığı kadar fazla değil. bizim önümüzde dünyanın en zor sınavı diye tabir edilen TUS var. Ona da zaman kalırsa çalışabiliyoruz. Bir yan- Peki, onca eziyeti niye çekiyorlar? Pek çoğu bunu da söydan hastanenin iş yükü bir yandan dershane bir yandan lüyor. Çıkarları olmasa, neden bu kadar fedakârlık yapsın ders çalışmak ve insan yerine koyulmamak. Sonra da ne- diyenler de var. Ama onların dünyasına girip, yakından den doktorlar böyle?.. tanıdığınızda amaçlarının şan, şöhret, para olmadığı çok net görülür. Kimse bizden bir şey beklemesin... Biz sadece yaşadığımıza şükredebiliyoruz... Özetin özeti: Doktorları anlamak, yaşadıkları sıkıntıların farkına varmak ve daha da önemlisi onların da Sosyal hayat diye bir şeyimiz zaten yok. Sizden isteğimiz, bizim gibi birileri olduğunu anlamak için ille de hasen azından yazılarınızda bizden bir iki satır da olsa bah- ta olup ellerine düşmemiz gerekmiyor!. setmeniz...” 17


Memede İnflamasyon

Kanserin Temel Göstergesi Halit BACI

C

ancer Research dergisinin yeni sayısında yayımlanan çalışmaya göre, meme dokusunda tespit edilen inflamatuvar süreç, tümörün gelişmesine yol açan meme kanseri kök hücrelerinin sayısını artırıyor. Araştırmacılar, meme dokusunda inflamasyon aktivitesinin durdurulması ile bu kök hücrelerin aktivitesinin de azaldığını ve meme kanserinin durduğunu ortaya koydu. Kimmel Kanser Merkezi Direktörü ve Cancer Biology’nin Başkanı Dr. Richard G. Pestell, bu çalışmanın yaşayan hayvanlarda meme epitelyumunda NFKB

Yüksek düzeyde gelişmiş bir transgenik fare geliştirmek bilim adamlarının 12 yılını alsa da, Jefferson Kimmel Kanser Merkezi araştırmacıları, uzun süredir şüphe edilen teoriyi de ispatlamış oldu: “Meme dokusunda saptanan inflamasyon, meme kanserinin meydana geldiği ve ilerlediğinin başlıca göstergesi.”

18

inflamatuvar yolağının inaktive edilmesi ile meme kanserinin başlangıcı ve progresyonunun bloke olduğunun gösterildiği ilk çalışma olma özelliği taşıdığını belirtti. Dr. Pestell ve ekibi, NFKB yolağının meme kanserinin gelişimini hızlandırdığını ve NFKB’nin tümör aracılı makrojaflar (TAM) ile tümör oluşumunu artıran bir faktör olan inflamasyona neden olduğunu saptadı. NFKB aracılığıyla meydana gelen inflamasyonun meme kanseri gelişiminde önemli bir rol oynadığı düşünülmekle birlikte, NFKB embriyo gelişiminde gerekli olduğu için bu teori test edilemiyordu. Farelerde NFKB genini çıkarınca, fareler ölüyordu.

Çalışmanın bir diğer araştırmacısı ve Jefferson Moleküler Biyoloji ve Kanser Genetiği Program Müdürü Dr. Michael Lisanti de, tüm vücutta inflamatuvar aktivitenin durdurulmasının bazı yan etkilerinin olabileceğini, yaptıkları çalışmada yalnızca meme dokusundaki inflamatuvar aktivasyonun durdurulduğunu vurguladı. Bu nedenle Dr. Pestell ve ekibi, erişkin bir hayvanın normal meme dokusunun inflamatuvar sistem içerisinde düzenlenebileceği bir fare geliştirdi. Bu sayede farklı hücre türlerinde NFKB seçici olarak inaktive edilebildi. Bu süreç 12 yılda tamamlanabildi ve araştırmacılar beş adet transgenik fare geliştirdi. Bu fareler meme kanserini oluşturmaya programlandı, fakat araştırmacılar memedeki inflamasyonun bloke edilmesi durumunda tümörlerin gelişmediğini fark etti. Dr. Pestell, bunun yeni bir bulgu olduğunu belirtiyor. İnflamatuvar yolağın inaktivasyonu, memedeki kanser kök hücre sayısını da azalttı. Dr. Pestell, transgenik farelerin bilim adamları ve ilaç endüstrisinin kullanabilecekleri bir teknoloji olduğunun ve bu sayede kalp hastalığı, nörodejeneratif hastalıklar ve diğer kanser türlerinde NFKB’nin oynadığı rolü öğrenebileceklerinin altını çizdi. KAYNAK: Manran Liu, Toshiyuki Sakamaki, Mathew C. Casimiro, Nicole E. Willmarth, Andrew A. Quong, Xiaoming Ju, John Ojeifo, Xuanmao Jiao, Wen-Shuz Yeow, Sanjay Katiyar, L. Andrew Shirley, David Joyce, Michael P. Lisanti, Christopher Albanese, and Richard G. Pestell. The Canonical NF-?B Pathway Governs Mammary Tumorigenesis in Transgenic Mice and Tumor Stem Cell Expansion. Cancer Research, 2010; DOI: 10.1158/0008-5472.CAN-10-0732


Antibiyotik Tedavisinde Yeni Alternatif

Plazma Halit BACI

R

us ve Alman bilim adamlarından oluşan ekip, yaptıkları çalışmada düşük ısı plazma ile 10 dakikalık tedavinin farelerde enfeksiyona neden olan ilaca dirençli bakterileri öldürdüğünü, yaranın iyileşme hızını artırdığını ortaya koydu. Çalışma bulguları, soğuk plazmaların kronik enfeksiyonların tedavisinde ümit verici bir tedavi yöntemi olabileceğini gösterdi.

Journal of Medical Microbiology’nin yeni sayısında yayımlanan bir çalışmaya göre, çoklu ilaca karşı dirençli enfeksiyonların tedavisinde soğuk plazma jetleri, antibiyotik tedavisine alternatif olabilir. Çalışma bulguları, soğuk plazmaların kronik enfeksiyonların tedavisinde ümit verici bir tedavi yöntemi olabileceğini gösterdi.

Moskova Gamaleya Epidemiyoloji ve Mikrobiyoloji Enstitüsü araştırmacıları, Pseudomonas aeruginosa ve Staphylococcus aureus dahil bakteri suşlarına karşı düşük ısılı bir plazma torchu kullandı. Bu suşlar, kronik yara enfeksiyonlarına neden olan başlıca bakterilerdir ve koruyucu tabakalarda ve biyofilmlerde yetiştiklerinden, antibiyotiklere karşı dirençlidir. Bilim adamları, yaptıkları deneyde plazmanın uygulamadan beş dakika sonra laboratuar ortamında yetiştirilen bakterilerin %99’unu öldürdüğünü ve on dakika sonra farelerde cilt yaralarına neden olan bakterilerin yaklaşık %90’ını yok ettiğini belirledi.

Çalışmanın baş araştırmacısı Dr. Svetlana Ermolaeva, 35-40°C’lik soğuk plazmaların geliştirilmesi ile enfeksiyonların tedavisinde yeni bir seçeneğin doğduğunu belirtti ve ekledi: “Soğuk plazmalar mikrobiyal DNA ve yüzey yapılarına etki ederek, fakat insan dokularına zarar vermeden, bakterileri öldürüyor. Daha da önemlisi, yaptığımız çalışmada, kalın biyofilmler tedaviye direnç gösterse de, plazmanın yaralarda biyofilmler içerisinde büyüyen bakterileri de öldürdüğünü keşfettik”. Dr. Ermolaeva’ya göre, plazma teknolojisi antibiyotiklere iyi bir alternatif olabilir. Araştırmacılar, plazmanın yalnızca Petri kaplarında değil, aynı zamanda gerçek enfekte yaralarda çoklu antibiyotik direnci geliştiren patojenik bakterilere karşı etkili olduğunu belirtti. Plazma tedavisinin bir diğer avantajı da, nonspesifik olması; diğer bir deyişle, bakterilerin direnç geliştirmesini zorlaştırması. Bu tedavi hastaya temas etmeden yapılıyor; aynı zamanda ağrısız bir yöntem ve çevrenin kimyasal açıdan kirlenmesine neden olmuyor. Plazmalar, katı, sıvı ve gazlardan sonra maddenin dördüncü hali olarak bilinir ve yüksek enerjili gazların atomlara ayrılması ve dış yörünge elektronlarının atomdan ayrılması sonucunda pozitif yüklü iyonların meydana gelmesi ile oluşur. Plazmalar, birçok teknik ve tıbbi alanda kullanılır. Sıcak plazmalar, cerrahi ekipmanın sterilizasyonunda kullanılmaktadır. KAYNAK: .S. Ermolaeva, A. Varfolomeev, M. Chernukha, D. Yurov, M. Vasiliev, A. Kaminskaya, M. Moisenovich, J. Romanova, A. M. Murashev, I. Selezneva, T. Shimizu, E. Sysolyatina, I. Shaginyan, O. Petrov, E. Mayevsky, V. Fortov, G. Morfill, B. Naroditsky, A. Gintsburg. Bactericidal effects of nonthermal argon plasma in vitro, in biofilms and in the animal model of infected wounds. Journal of Medical Microbiology, 2010; DOI: 10.1099/ 19 jmm.0.020263-0


Yüksek HDL

Alzheimer Riskini Azaltabilir Halit BACI

N

ew York Columbia Üniversitesi Taub Enstitüsü araştırmacısı Prof. Dr. Christiane Reitz ve ekibi, çalışma kapsamında 1130 ileri yaş erişkinde kan lipid düzeyleri ve Alzheimer hastalığı arasındaki ilişkiyi inceledi. Çalışmaya kuzey Manhattan’da yaşayan, 65 yaş ve üzeri, sağlık sigortası olan ve demans veya bilişsel bozukluğu olmayan kişiler dahil edildi. Araştırmacılar, yüksek HDL kolesterol düzeyini ≥55 mg/dL olarak tanımladı.

Archives of Neurology dergisinde yayımlanan yeni bir çalışmaya göre, ‘iyi kolesterol’ olarak bilinen yoğunluklu lipoprotein (HDL) düzeyinin yüksek olması, Alzheimer hastalığı riskini azaltıyor. Dislipidemi (yüksek total kolesterol ve trigliserid) ve geç başlangıçlı Alzheimer hastalığı, batı ülkelerinde sıkça karşılaşılan hastalıklar arasında. ABD nüfusunun %50’sinden fazlasında yüksek kolesterol bulunuyor. Alzheimer hastalığının prevalansı ise ilerleyen yaşlarda ciddi şekilde artıyor ve 95 yaş üstü kişilerde %60’ı geçiyor. Kan lipid düzeyleri ve Alzheimer arasında bir ilişki olup olmadığını belirlemek için, tıbbi, nörolojik ve nöropsikolojik değerlendirme sonucunda elde edilen veriler toplandı. Ayrıca hastalarda demans başlangıcı başka bir hastalıkla açıklanamıyorsa, araştırmacılar “muhtemel” Alzheimer hastalığı olarak not düştü. Demansın nedeninin Alzheimer hastalığı olma ihtimali yüksekse, fakat inme veya Parkinson hastalığı gibi demansa neden olabilecek başka hastalıklar da mevcutsa, “olası” işareti kondu.

20

Takip sırasında 101 yeni Alzheimer hastalığı vakası tespit edildi. Bu hastaların 89’una “muhtemel”; 12’sine “olası” işareti kondu. Hastalığın ortalama başlangıç yaşı 83 olmakla birlikte, İspanyol popülasyonunda ve diyabet hastalarında hastalığın prevalansı artıyordu. Yüksek HDL kolesterol düzeyleri, bu hastalarda, vasküler risk faktörleri ve lipid düşürücü tedavilere göre düzenlemeler yapıldıktan sonra bile, muhtemel ve olası Alzheimer hastalığı riskinde azalma ile ilişkilendirildi. Yüksek plazma total kolesterol, HDL dışı kolesterol ve LDL kolesterol düzeyleri de muhtemel ve olası Alzheimer hastalığı riskinde düşüş ile ilişkili olsa da, bu ilişki vasküler risk faktörleri ve lipid düşürücü tedavilere göre düzenlemeler yapıldıktan sonra anlamlı değildi. Araştırmacılar, yüksek HDL kolesterol düzeylerinin hem muhtemel hem de olası Alzheimer hastalığı riskinde düşüş ile ilişkili olduğunu ve sonuçları yorumlarken çalışmanın mortalite ve demans risk faktörleri yüksek olan kentli ve karışık etnik kökene sahip yaşlılar üzerinde yapıldığını dikkate aldıklarını belirtti. Bu nedenle, bu çalışma sonuçlarının daha genç erişkinlerin katıldığı ve hastalık yükü daha düşük kişilere uyarlanamayacağı vurgulandı.

KAYNAK: Christiane Reitz et al. Association of Higher Levels of High-Density Lipoprotein Cholesterol in Elderly Individuals and Lower Risk of Late-Onset Alzheimer Disease. Arch Neurol., 2010;67(12):1491-1497 DOI: 10.1001/ archneurol.2010.297


İmmün Sistem

Kendi Aşısını Üretebiliyor Halit BACI

B

RIC araştırmacıları, vücutta bulunan ve kronik doku inflamasyonuna karşı koruyucu olan bir protein keşfetti. Bu protein aşı olarak vücuda enjekte edildiğinde, multipl skleroz, romatoid artrit ve alerjik astım gibi çok sayıda hastalığı önleyebiliyor ve tedavi edebiliyor. Çalışma, Journal of Clinical Investigation’da “Farelerde CD1d ile sınırlı NKT hücrelerinin endojen kolajen peptid aktivasyonu çoklu doku spesifik inflamasyonunu iyileştiriyor” başlığı altında yayımlandı.

tirilen aşı, NKT hücreleri denilen ve immün sistemde yer alan spesifik hücrelerin sayısını artırıyor. NKT hücreleri, T hücrelerinin bir çeşididir. Otoimmüniteden patojenlere karşı verilen yanıta kadar birçok süreçte rol oynar. Yaklaşık 20 yıldır, bu hücrelerin CD1 molekülleri tarafından sunulan lipid antijenler ile aktive olduğu düşünülmektedir. Ancak Dr. Issazadeh-Navikas ve ekibi, deneysel otoimmün hastalıklar dahil doku-spesifik inflamatuvar hastalıkları baskılamak için peptidin NKT hücrelerini aktive edebildiğini bizlere göstermiş oldu. Bu epey önemli ve yeni bulgu, sağlıkta ve hastalıkta vücudun inflamasyonla savaşması için yeni bir bakış açısı sundu. Araştırmacılar, NKT hücrelerinin aktive olması için gereken özellikleri de belirledi. Dr. Issazadeh-Navikas, bu verilerin insan homeostazisinin devamı ve inflamasyonun azalması için bu hücrelerin

Kopenhag Üniversitesi Biyoteknoloji Araştırma ve İnovasyon Merkezi (BRIC) araştırmacıları, insan vücudunun immün sistemi güçlendirecek ve kronik inflamatuvar hastalıkları önleyebilecek kendi aşısını yaratabildiğini keşfetti. Çalışmaya göre, bu protein aşı olarak vücuda enjekte edildiğinde, multipl skleroz, romatoid artrit ve alerjik astım gibi çok sayıda farklı inflamatuvar hastalığı önleyebiliyor. oynadığı fizyolojik rolleri yeni bir bakış açısı getirdiğini vurguladı.

Çalışmanın baş araştırmacısı ve BRIC’de Nöroinflamasyon Birimi Başkanı Prof. Dr. Shohreh Issazadeh-Navikas, çalışmanın Danimarka, İsveç ve Almanya’nın işbirliği ile yürütüldüğünü ve inflamasyon ve inflamatuvar hastalıklar ile savaşmak için yaklaşık on yıllık bir süreçten geçildiğini belirtti. Dr. Issazadeh-Navikas, bulguların inflamasyon ve otoimmünite için önemli olduğunu ve bu proteinin birçok hastalığın tedavisinde kullanılabileceğini açıkladı.

Çalışma sonuçları, otoimmünite, antijen sunumu ve NKT hücreleri alanında yenilik yaratacağa benziyor. Elde edilen veriler, bu hücrelerin biyolojisine ve hastalıklarda oynadıkları rollere ilişkin mekanik bir derinlik sağlayacak ve hastalıkların tedavisine yeni bir bakış açısı kazandıracak.

Birçok inflamatuvar ve otoimmün hastalık kronik olmakla birlikte, çok sayıda kişiyi etkiler. Alzheimer, Parkinson, romatoid artrit, alerjik astım, multipl skleroz, tip 2 diyabet ve kanser gibi hastalıklarda inflamatuvar faktörler rol oynar. Araştırmacılar tarafından geliş-

KAYNAK: Yawei Liu, Anna Teige, Emma Mondoc, Saleh Ibrahim, Rikard Holmdahl, and Shohreh IssazadehNavikas. Endogenous collagen peptide activation of CD1d-restricted NKT cells ameliorates multiple tissuespecific inflammation in mice. Journal of Clinical Investigation, December 13, 2010 DOI: 10.1172/JCI43964

21


Hemen hepimiz tanıyoruz onları. Belki de amfideki pek çok arkadaşımızdan daha çok görüp, biliyoruz. Kimimiz gerçekten tanıyor, kimimiz de oradan buradan duyduğu kadarıyla öğrenip isimleriyle hitap ediyor onlara. Nihayetinde hepimizin abisi onlar. Okula girip çıkarken, bir şeye ihtiyacımız olduğunda… Başı sıkışınca yardım için mesaj atanı bile varJ. Herhalde tahmin etmişsinizdir kim olduklarını. Erol Abi, Sedat Abi ve Yusuf Abi. Aslında az çok herkesin bildiği bu kişilerle daha yakından tanıştıralım sizi istedik.

Sedat GÜLTEKİN Kübra KILINÇ, Halit BACI

T

ıp fakültesi öğrencisi olup da A kapısından girip çıkmamış, oranın önünde birilerini beklememiş olan parmakla gösterilecek kadar azdır herhalde. Dolayısıyla Sedat Abi’yi de bilmeyen yok denebilir. 5 senedir A kapısının abisi olmuş Sedat Gültekin. A kapısı demek Sedat Abi demek. Sedat Abi, tıp fakültesi öğrencileri hakkında düşüncelerin nedir? Tıp fakültesi öğrencisi demek, hele ki Hacettepe öğrencisi demek bir buçuk milyon insanda ilk bine girmiş kişiler, akıllı ve zeki öğrenciler demektir. Kimliklerini gösterdikleri sürece benim öğrenciyle sıkıntım yok Doğru dürüst derse gelmiyorlar gerçi. Buna kızıyorum. Öğrencilerle aran nasıldır?

Öğrenciyle ikili diyalogumuz çok iyidir. Derslerini, notlarını sorarım onlara. Dönem tekrarı yapana da çok kızarım. Sıradan bir güvenlikçiden ziyade öğrencilerin Sedat Abisi olmak beni çok mutlu ediyor. Sabahları kimlik göstermenin yanında bana “Günaydın Sedat Abi.” demeleri yetiyor. Yeri geldiğinde derdini bile anlatan var. Hacettepe’de en çok hoşuma giden şey öğrencilerin mezuniyetinde görev almak. Ben göreve başladığımda 1.sınıfta olanlar şimdi mezun oluyorlar. Bu çok güzel bir duygu. İşinden memnun musun? Memnunum. Çok fazla bir para almıyoruz belki ama elit insanlarla, geleceğin doktorlarıyla veya hasta-

nedeki hocalarla muhatap oluyoruz. Bunlar önemli şeyler. Portakal hakkında ne düşünüyorsun? Çok beğendim, bütün sayılarınızı okudum. Daha önce hiçbir amfide böyle bir gazete çıkarma olayı olmamıştı. Bu yüzden çok güzel bir şey başardınız. Ama biraz fazla ciddi. Daha fazla komik şeyler, gırgır, matrak olsa daha güzel olur. Teşekkür ederiz Sedat Abi, bunları dikkate alacağız.

Erol ÇAYIR E

rol Çayır 21 senedir Hacettepe Üniversitesi’nde. Buradaki pek çok kişiden de daha eski, bir bakıma buraların sahibi olmuş aslında. Evli ve iki çocuğu var ama kendisine sorduğumuzda sadece iki çocuğum var demiyor. Erol Abi 21 senedir burada okuyan okumuş herkesi de çocuğu olarak sayıyor. Erol Abi Hacettepe’deki görev tanımın tam olarak nedir? Amfilerdeki barkovizyon, ses sistemleri ve bilgisayarların teknik desteklerini yapıyoruz. Burada kaç tane çalışan var? 11-12 kişiye yakınız. Bizim grubumuz çok dağınık çalışıyor. Biz şimdi ekip ekip çalıştığımız için siz sadece 22

göz önünde olanları görüyorsunuz. Tıp fakültesindeki amfilere bakan 4 kişi var (en yaşlımız Mehmet Abi, Hasan Abi, Nedim Abi) Öğrenciler hakkında ne düşünüyorsun? Aran nasıl? Öğrencileri çok seviyorum ben. Onlarla aram iyidir. Hepsini kendi çocuklarım olarak görüyorum. Onlar da beni seviyorlardır diye tahmin ediyorum. Çünkü ben kimseye karşı kırıcı olmuyorum. Yanımıza gelenler çayımızı içiyorlar, sohbet edip gidiyorlar. Hala da görüştüğümüz öğrenciler var. Asistan, doçent olanlar var. Bazen arkadaşlar komitelerde baya sıkılıyorlar, onları yönlendirmeye çalışıyoruz. Çoğunu tanıyorum öğrencinin ama isimle-

rini bilmem. Hacettepe haricinde bir hastaneye gittiğin zaman orada karşına birileri çıkıyor. Bu da bizi mutlu ediyor. Anın var mı hiç burada bizlerle paylaşabileceğin? Evet, çok fazla var. Bir tane anlatayım. Bir arkadaşımız vardı, dönem 4’te kadın doğum stajında derse tişörtle gelmiş. Yaka paça açık, en öne de oturdu. Hoca geldi, “Evladım ne o vaziyet, kravatın yok mu,


Yusuf ER Y

usuf Er; kiminin Yusuf Abi, kiminin ise kantinimizdeki abi diye tanıdığı ama herkesin tanıdığı bir abi. 15 senedir Hacettepe bünyesi altında hep bir yerlerde hizmet vermiş. Tıp fakültesinin kantini açıldığından beri de burada. Fakültenin içindeyken de değilken de aslında hep bir ilişkisi olmuş Yusuf Abi’nin öğrencilerle. Hacettepe’de çalışmaktan memnun musun Yusuf Abi? Memnunum tabii. Ekmek kazanılan her yerden insan memnun olur. Kendine sıcak yuva gibi bulur. Hacettepe gerçekten sıcak bir yuva. Kantinimiz de artık yeni bir firma. Yeni ürünleri sizlerin eline getirmek için hızlı bir şekilde çalışıyoruz. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.

15 senedir Hacettepe’de çalışıyorsun. Peki, öğrencilerle aran nasıl? Öğrencilerin hepsiyle benim abikardeş ilişkim var. Benim bir sorununa yardımcı olmak istemeyeceğim kimse yok burada. Buraya gelen, kayıt olan da ilk bizi görüyor, ilk bizimle tanışıyor, giden de en son bizimle

kravat taksana, dönem 4’tesin.” dedi. Arkadaşından kravat buldu ama tişörte kravat ne kadar yakışır. Sonra hoca bana tekrar döndü “Bundan doktor olur mu?” dedi. “Valla bilmiyorum hocam, bundan doktor olursa ben buna muayene olmam.” dedim. O da gayet pişkin bir vaziyette aynen şu cevabı verdi: “Ben onu zaten muayene edemem hocam, ben kadın doğumu seçeceğim.” J Peki, hocalarla aran nasıl? Hocalarla da aram iyidir. Gelirler bazen otururuz bizim odada, dinlenirler. Çay içeriz aynı öğrenci arkadaşlarla olduğu gibi. Hocaları bazen öğrenci arkadaşlarla tanıştırırız burada. Hacettepe hakkında ne düşünüyorsun? Hacettepe hep bir yenilik içinde.

konuşuyor. İyi bir ilişki kurabilmişiz ki onlar da hastaneye gittiğimiz zaman bize yardımcı oluyorlar. Sadece bu hastane olarak düşünmeyin. Diğer hastanelerde de oralara tayini çıkan arkadaşlarımız bizi gördüğü zaman yardımcı oluyorlar.

Peki, portakal hakkında ne düşünüyorsun? Hoşuma giden yerlerini okuyorum, elime geçtikçe. İnşallah daha nice sayılar görürüz. Herkese de “Portakal gazetesi bir emeğin ürünü, lütfen alın okuyun.” diyorum.

Burada öğrencilerle geçen güzel bir anın var mı? Olmaz mı, çok fazla. En güzel anım bir öğrencinin okulu bırakıp gitmesine engel oldum. Okulu bırakmayı düşünüyordu. Bir akşam oturduk, dertleştik. Konuştum, ikna ettim. Sonradan doktor çıktı, beyin cerrahı oldu. Bu da beni çok mutlu etti.

Söylemek istediğin son bir şey daha var mı? Çok sevdiğim bir sözü söylemek istiyorum. “Bana benden olur her ne olursa, başım rahat olur dilim durursa.”

Üniversitenin sloganı “Daha ileriye en iyiye” olduğu için idarecilerimiz devamlı yenilikler yapıyorlar. Burada inşaat hiç bitmiyor. Teknoloji devamlı yenileniyor. Binalar, laboratuarlar, amfiler, ses sistemleri yenileniyor. Mesela kantin sorunu vardı. Eskiden kantin diye bir şey yoktu burada, Geyik Kafe vardı, Gloria’nın yerinde. Öğrenciler oraya gidiyordu. Sıra bekliyor, bir bardak çay alıyor, parayı veriyor, gelene kadar çayı içemiyordu. Hoca içeriye bardakla almadığı zaman da çöpe atıyordu. Bir önceki dekanımız Serhat Bey bu işi halletti de artık kantininiz var. Şunu da söyleyeyim Hacettepe’nin en iyilerden olduğunu kabullenin. Diğer üniversitelerde bu kadar fazla bilgi birikimi olduğunu, teknik imkanların, laboratuardaki malzemelerin bu kadar iyi oldu-

Teşekkür ederiz Yusuf Abi

ğunu zannetmiyorum. Yarın hepiniz Türkiye’nin değişik yerlerine dağılacaksınız. Mesela Hacettepeli daha birinci yıl asistanı, atamayla gitmiş bir yere. Orada 2 yıllık, 3 yıllıklar var. Ama bir hasta geliyor, ne olduğunu anlayamıyorlar, hemen Hacettepeliyi çağırın deniyor. 2 yıllık asistanların çözemediği bir işi Hacettepeli 1. yıl asistanı çözüyor. Ne kadar gurur verici bir şey! Portakal hakkında ne düşünüyorsun? Bütün sayılarınızı okudum, çok beğendim. İlk sayılarınız biraz acemiceydi ama gittikçe Portakal olgunlaşıyor. Umarım bunun da Mantar gibi sürekliliği olur. Bununla uğraşırken derslerinizi de aksatmayın sakın. Aksatmıyoruz, merak etme abi, bize vakit ayırdığın için teşekkür ederiz. 23


v

Üniversite ve Özel Sektörün İşbirliğiyle Hayata Geçirilen Tamamı Yerli Üretim İlk Grip Virüsümüz Basına Tanıtıldı Portakal

H

acettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Nevzat Prim İlaç Sanayi A.Ş işbirliğiyle hayata geçirilen Türkiye’nin tamamı yerli üretim ilk grip virüsü “Turkuaz”, Sağlık Bakanı’nın da katıldığı görkemli bir törenle basına tanıtıldı. Testlerin tamamlanmasının ardından en geç 2011 Eylül ayında seri üretimine geçileceği belirtilen yeni virüs sayesinde, önümüzdeki kış yaşanacak grip salgını için Türkiye’nin dışa bağımlılıktan kurtarılması hedefleniyor. Gripte dışa bağımlılık bitiyor Nevzat Prim İlaç Sanayi A.Ş’nin İstanbul Çekmeköy’deki tesislerinde gerçekleştirilen bir törenle basına tanıtılan “Turkuaz”, tamamı Türk bilim adamları ve Türk Sermayesi ile hayata geçirilen ilk yerli grip virüsümüz olma özelliğini taşıyor. Törenin açılış konuşmasında bugüne kadar Türkiye’nin her kış dışarıdan grip virüsü ithal etmek zorunda kaldığını belirten Nevzat Prim İlaç Sanayi Yönetim Kurulu Başkanı Nevzat Prim, Hacettepe Üniversitesi ile birlikte yaptıkları işbirliği sayesinde ülkemizin bu konuda dışa bağımlılıktan kurtarılması için önemli bir adım atıldığını ifade etti. Hedef: Kendi kendine yetebilen 4. ülke olmak Türkiye’yi grip virüsü konusunda Çin, Hindistan ve Kuzey Kore’den sonra kendi kendine yetebilen 4. ülke

konumuna yükseltmeyi hedeflediklerini söyleyen Prim, virüsün aynı zamanda ülke tanıtımı için de tarihi bir fırsat olacağını belirterek şöyle devam etti: “Özel sektör ve üniversitenin bu örnek işbirliği sayesinde Türkiye çok yakında grip ithal eden ülke konumunda kurtulup, komşu ülkelere kendi virüsünü ihraç eden bir ülke olacaktır. Şimdiden bazı Arap ülkelerinden siparişler almaya başladık. İlk olarak çevre ülkelerle başlayacak olan bu tanıtım çalışmamız kısa zamanda meyvelerini verecek, bu zamana kadar hep kuş gribini, domuz gribini, keçi gribini konuşan dünya, inşallah birkaç sene içerisinde Van Kedisi gribini, Sivas Kangal gribini, Denizli Horozu gribini ne bileyim artık hangi hayvanımız varsa bunları konuşacaktır...” Geleneksel motifler ön planda Virüsün tasarım aşamasında geleneksel özelliklerimizi yansıtmaya özen gösterdiklerini belirten Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sarp Saraç ise, “Elektron mikroskobuyla bakıldığında virüsün hücresel yapısında Anadolu kilim motiflerinin yanı sıra, çeşitli yöresel oyunlardan örnekler de rahatça görülebilir. Ayrıca virüsün bünyeye saldırma yönteminde de Turan taktiğine önemli benzerlikler yakaladık. Deneklerde gözlemlediğimiz kadarıyla virüsümüz önce aniden bir saldırıyor, sonra hafifleyip geri

çekilir gibi yapıyor, hasta iyileştiğini sanıp ilacı kestiğinde esas baskını yaparak sonuca ulaşıyor. Bu şekilde daha test aşamasındayken bile şimdiden 2 hastamızı kaybettik” sözleriyle, çalışmalarda katedilen aşamayı özetledi. Açılışı Sağlık Bakanı yaptı Konuşmaların ardından törene, gribin resmi açılışıyla devam edildi. Açılış töreninde sembolik olarak zayıflatılmış bir miktar virüsü kendi vücuduna zerk eden Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Evet, şimdiden ateşimin biraz yükseldiğini hissediyorum... Şu anda dahi yüzüm karıncalanmaya başladı... Gerçekten tebrik ediyorum. Birlik beraberlik içerisinde çalışırsak neler başarabileceğimizi... Çocuklar ben iyi değilim bir su verin...” sözleri salonda uzun süre ayakta alkışlandı. Kaynak: http://www.zaytung.com/ sitesinden alınarak biraz değiştirilmiştir.

Hacettepe Tıplılar artık bizim de forumumuz var. Paylaşmak istedikleriniz, tartışmaya açılsın dedikleriniz, hocalar ve dersler hakkında söylemek istedikleriniz… Hepsini bu adres üzerinden yapabilirsiniz. Tek yapmanız gereken şey bu adrese girmek ve üye olmak. 24 www.hacettepetipforumu.com


v

KARE KARALA! Bu oyunda amaç gizli resmi ortaya çıkarmak. Şeklin dışındaki sayılar, satır ve sütunda karalanacak blokların uzunluklarını gösteriyor. Bloklar arasında en az bir kare boşluk bulunmalıdır.

Bulmaca

Derece: Kolay • Hazırlayan: Elif Özge ÇINAR

2 3 6 3 4 1 1 1 2 3 7 2 1 3 1 2 1 2 1 1 1 19 9 1 2 2 20 6 6 3 5 3 19 17 17 17 10 11

3 2 4 3 2 1 2 3 8 3

4 5 1 2 3 2 8 2

1 2 5 5 5 1

4 5 1 5 3 1 3

6 5 1 2 4 5 5

4 5 2 1 5 6 5

3 3 3 3 5 1 2 5

1 3 5 5 2 7 4

4 5 11 10 1 1 2 3 4 16 3 10 2 16 10 2 17 22 15 15 14 13 13 12 12 3 1 2 3 28 28 29 29 29 31 31

25 8-4-11 5-2-4-11 2-3-1-3-12 3-2-1-1-3-9 3-3-1-1-2-10 2-1-1-1-11 3-1-5-11 4-7-11 4-8-11 4-8-11 4-7-12 5-11 8-11 4-9-2 3-2-5-2 2-4-2-5 2-5-2-2-7 2-3-8 1-11-9 1-1-9-9 2-1-9-8 3-1-8-8 2-2-3-9 3-2-13 6-12 1-4-11 1-1-10 7-9 7-9 6-1-11 5-3-11 5-3-12 4-2-3-12 4-3-2-12 9-2-12 9-12 9-13 10-13 9-11 8-3-7 6-7-7 7-7-8 8-6-9 9-4-10

4. ayının çözümü

25


Şiir BİR BAŞKA Bilmem anlatmaya döner mi dilim? Gülüşün bir başka nazın bir başka.

Bir çakıl taşıydım şu koca sahilde bir başıma Seni bekliyordum

Var mıdır ötesi? Emin değilim,

Üzerime basıp geçmeni

Mehtabı çatlatan yüzün bir başka.

Ayağınla beni kumsala gömüp denizle buluşmanı

Mahşeri yaşadım ilk bakışında,

Üzerime ayağının izini bırakıp gitmeni

Üşüdüm sevdanın kara kışında,

Belki farkında bile olmadan

Görünce tutuştum ta en başında,

Belki de canını yaktığım için öfkeli

Sinemi dağlayan közün bir başka. Gonca gülde bile çıkarken diken, Seni eşsiz kılmış, toprağa eken,

Ama bekliyordum Canım yanacak

Yaradan özenmiş yaradır iken,

Kim bilir güneşe merhaba diyemeyeceğim belki de

Her yerin güzel de gözün bir başka.

Kum tanelerinin arasında, varlığımdan ben bile habersiz

Zarafet, güzellik güneş timsali,

Ama bu senin eserin ya üzerimde senin izin var ya…

Ne Aslı ne Zühre, onun emsali,

Sonra azgın sular gelecek

Gülü derde koyan bülbül misali, Dilinden döktüğün sözün bir başka. Kokunu kat yolla esen yel ile,

Alıp götürecek bana ne bıraktıysan Çekecek üzerimde ne kadar kum tanesi varsa

Döndürmem dünyayı yeter ki dile,

Alabilecekmiş gibi omzumdan bu yükü

Sensiz mutlu olmak mümkünse bile,

Kendince bırakmayacak senden bir şey

Seninle yaşanan hüzün bir başka.

Biliyorum gülümsüyorsun

Ne ebed görecek, ne görmüş ezel,

Sakın hor görme bırak garibimi

Bu şeref şimdiki zamana özel,

O da kıskanıyor seni benden

Eğer yanımdaysan her mevsim güzel, Baharın bir başka güzün bir başka. Bu nur nerden geldi? Söyle yeni mi?

Ona da bulaşmış sevdanın bulanık suyu Derdinden döver durur sahili

Kimi yakacaksın, yine beni mi?

Sakın hakir görme beni

Gözlerin deşse de tüm bedenimi,

Zira üzerine basıp geçtiğin bir çakıl taşıyım!

Gönlüme koyduğun izin bir başka. İçinde sen yoksan köşkü neyleyim? Başka sevgiliyi, aşkı neyleyim? Nasıl bir çiçeksin söyle bileyim, Yaprağın, toprağın, tozun bir başka. Hangi hamurdansın, nerede mayan? Neylesin ekmeği, seninle doyan? Sırrına eremez mazhar olmayan, Leyla’dan da öte gizin bir başka. Bir mecnun misali düşsem de çöle, Ödüldür yolunda çektiğim çile, Saçın süzülürken omuzdan bele, Yokuşun, inişin, düzün bir başka. Mustafa ÖZKALE Çağrı DOLGUN aracılığıyla... 26

Ömer Faruk TURAN


Kitap Çok Satan Kitaplar

1. Mesnevi’den Hikâyeler-Süheyl Seçkinoğlu (Timaş Yayınları)

“Merhaba, Beyaz Gemi,

2. Başın Öne Eğilmesin-Bekir Coşkun (Bilgi Yayınevi)

Ben Geldim! “

3. Kibrit Çöpleri-Murathan Mungan (Metis)

Bazı kitapları sadece zaman geçirmek için okursunuz.

4. Hayat-Ayşe Kulin (Everest Yayınları)

Bazılarını sırf okumuş olmak için…

5. Bir Dönem İki Kadın-Oya BaydarMelek Ulagay (Can Yayınları) 6. Hüzün-Ayşe Kulin (Everest Yayınları) 7. Piruze-Sinan Akyüz (Alfa Yayınları) 8. Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler-Nazım Hikmet Ran (Yapı Kredi Yayınları) 9. Benden Sonra Devam-Y.Akın Öngör (Alametifarika) 10. Hayatın Işıkları Yanınca-(Altın Kitaplar) 11. Türkiye’nin Yakın Tarihi-İlber Ortaylı (Timaş Yayınları) 12. Aşkın Gözyaşları-Sinan Yağmur (Karatay Akademi Yayınları) 13. Meleklerle Yaşamak-Beki İkala Erikli (Goa Yayınevi) 14. Arı Kovanına Çomak Sokan Kız-Steig Larsson (Pegasus Yayınları) 15. Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?-Ali Saydam (Remzi Kitabevi) Kaynak: www.remzi.com.tr

Hatta bazılarını, herkesin elinde olduğu için alırsınız elinize. Ama Beyaz Gemi onlardan biri değil. Bir kere, iki kere, üç kere okuyabilirsiniz Beyaz Gemi’yi. Her seferinde de zevk alırsınız, yeni bir şeyler bulursunuz. Her yeniden okuyuşunuzda o çocuğu yeniden seversiniz, ihtiyar Momun’un haline üzülürsünüz, Orozkul’a hem kızarsınız hem de acırsınız. Ama Bekey Teyze’yi, Nine’yi, Gülcemal’i pek tanımazsınız. Çünkü Aytmatov pek anlatmamıştır onları, nedense. Orozkul’un baba olmayı ne çok istediğini veya Momun’un köklerine ne denli bağlı olduğunu hissedebilirsiniz sayfalarda ama Bekey Teyze’nin sadece yediği dayaklara ve söylediği ağıtlara ev sahipliği yapar aynı sayfalar. Ya da Orozkul’u biraz da olsa seversiniz yaptığı tüm o gaddarca şeylere rağmen; çünkü insan olmasından kaynaklanan yanlışlardır hepsi ve Aytmatov bunun farkına varmamızı sağlar. Halbuki, pek bahsetmez. Kitap bittikten sonra hiçbir iz bırakmaz Beyaz Gemi’nin kadınları. Aslında Beyaz Gemi’de önemli olan ne kadınlardır, ne Orozkul, ne de Momun. Kitabın kahramanı sekiz yaşında bir oğlan çocuğudur. Anlatılanlar, onun “çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddetmesi”dir. Ve bununla avunmaktadır “adsız oğlan” ı yaratan Cengiz Aytmatov. Çocuk, “bir kez yanıp sönen bir şimşek gibi” yaşamıştır. “Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur.” Cengiz Aytmatov’un yeni Türkçe baskı için yazdığı önsözü okurken (bu, Beyaz Gemi’yi üçüncü okuyuşumdu) gördüm ki Beyaz Gemi’deki “adsız oğlan”ın adsız olduğunu hiç farketmemişim. Adını sorsalar söyleyemezdim elbette ama “adsız” olduğu yada ona kendimce bir ad takmam gerektiği aklımın ucundan dahi geçmezdi. Çünkü onu kepçe kulakları, yusyuvarlak

ve kısacık saçlı başı, incecik bedeniyle karşımda görebiliyorum; öylesine tanıdık ki. Her şeye rağmen mutlu bir çocuk o. Ormanın kıyısında kimsesiz dikilip duran üç evin tek çocuğu olsa da bir sürü arkadaşı var: dürbünü, kayalar (Deve, Kurt, Eyer, Tank), otlar, dedesinin yeni aldığı çantası… Ve dedesinin anlattığı masallar, en çok da “Boynuzlu Geyik Ana” masalı. Her şeyin sebebi biraz da bu masal zaten. Biraz daha ilerleyince bir şey daha görüyorum: Beyaz Gemi’de kaybolan o çocuğun şimdi nerede olduğunu hiç merak etmemişim. Çünkü ne insan başlı bir balık olmasına, ne yüzerek Isık-Göl’deki beyaz gemiye ve hiç görmediği babasına ulaşmasına, ne de yüzdükten sonra yorulup kıyıya çıkmasına izin vermişim. “Adsız oğlan” ırmağa atladığı anda vazgeçmişim ondan. Aslında her şey bambaşka olabilirdi, Bekey Teyze bir çocuk doğurabilseydi eğer… Ya da ihtiyar Momun’un oğlu savaşta ölmemiş olsaydı… Ya da kızlarının kaderi daha güzel olsaydı… Ya da Beyaz Gemi gerçekten “adsız oğlan”ın babasını taşısaydı ve “adsız oğlan” ince boyunlu bir insan balık olup yüzerek babasına gidebilseydi… Ya da boynuzlu geyik ana gerçekten var olsaydı da gelip kurtarsaydı “adsız oğlan”ı… Evet, ırmağa atladığında balık olamadı, Isık-Göl’e kadar yüzemedi, beyaz gemiye “Merhaba! ” diyemedi ama 2001 yılında elli yaşına girdi “adsız oğlan”. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’si yüz elliden fazla dile çevrildi ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan tanıyor “adsız oğlan”ı. Beyaz Gemi her okunduğunda bir kez daha söyle Aytmatov, “adsız oğlan”ın yerine: “Merhaba, beyaz gemi, ben geldim! ”

Ekim HELHEL 27


Sinema

Bu Ay • • • • • •

Siyah Kuğu (Black Swan)-Dram, gerilim, gizem-8,5 Zoraki Kral (The King’s Speech)-Dram, tarih-8,4 Rango-Aksiyon, animasyon-7,8 Aşk Tesadüfleri Sever-Komedi, romantik-7,7 Eyyvah Eyvah 2-Komedi-7,6 İki Kadın Bir Erkek (The Kids Are All Right)-Aile, dram, komedi-7,3

• Kader Ajanları (The Adjusment Bureau)-Gerilim, bilim kurgu-7,2 • • • • • • • • • • • • •

Limit Yok (Limitless)-Gerilim, macera-7,1 İncir Reçeli-Romantik-7 Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı (Battle: Los Angeles)-Aksiyon, bilimkurgu, dram-6,5 Bağlanmak Yok (No Strings Attached)-Romantik, komedi-6,3 Çınar Ağacı-Aile, dram-6 Ya Sonra-Dram, romantik-5,9 Bir Avuç Deniz-Dram, romantik-5,9 Kolpaçino Bomba-Komedi, macera-5,8 Gölgeler ve Suretler-Dram, politik-5,8 Saklı Hayatlar-Dram, politik-5,8 72.Koğuş-Dram, politik-5,8 Press-Dram, politik-5,8 Step Up 3D-Dans, gençlik, romantik-5,3

25 Mart’ta Sinemalarda • • •

Just Go With İt-Komedi, romantik İntikam Yolu (Drive Angry 3D)-3 boyutlu, aksiyon Vay Anam Vay 3 (Big Momma’s House 3)-Komedi

• Dört Aslan (Four Lions)-Dram, komedi •

Ben Dört Numara (I Am Number Four)-Aksiyon, bilimkurgu, gençlik, gerilim

Kaynaklar: www.boxofficeturkiye.com; www.imdb.com

28


Tiyatro Ölüleri Gömün

Yer: Akün Sahnesi • Yazan: Irwin Shaw Konu: Oyun pek çok soruyu gündeme getirmektedir: Dünyanın her tarafında sürüp giden savaşların birinde vurulan askerler gömülmeyi reddederek mezarlarından kalksalar ve savaşı durdurmaya kalksalar neler olurdu? Ordu, hükümet, silah tüccarları, politikacılar, iş adamları, din adamları, medya ve sıradan insanlar bu alışılmadık ve inanılması güç isyana nasıl tepki verirlerdi? Ya kocalarını, sevgililerini, babalarını ve oğullarını kaybedenler ne hissederlerdi? Birkaç kişinin direnişi gerçekten bir şeyler değiştirmeye yeter mi? Tüm bunlar ancak “gerçekten savaşsız bir dünyayı istiyor muyuz?” sorusuna samimi bir yanıt aramakla yanıtlanabilir. Süper Güç hakimiyetinin, bölgesel savaş ihtimallerinin, iç savaşların her an gölgesini hissettiren bir coğrafyada yaşayan bizler için Ölüleri Gömün gündemimizin tam da ekseninde oturan ürkütücü, düşündürücü ve kışkırtıcı bir oyun.

Geç Kalanlar

Dönülmez Akşamın Ufkundayız

Yer: Oda Tiyatrosu • Yazan: Nazlı Nihan Şenol Konu: Ölüm geldiğinde zaten olmayacağımıza, o gelene kadar da yaşadığımıza göre; ölümden korkmak yersizdir”. Yine de hepimizin ölümü sorgulayacağı bir an gelir. Yaşlanma şansını yakalayanlar sanki biraz daha fazla düşünür ölümü. Yaptıklarından çok yapamadıklarını, söylediklerinden çok söyleyemediklerini anımsar, geç kaldıklarına inanırlar. Yanılırlar. Çünkü ölüm, henüz gelmemiştir. Aile bağlarınıza sıkıca sarılın. Öyle tılsımlı bir bağdır ki bu bedenler ayrı düşmüş olsa bile sizi gözetmeye devam eder. Ne ailenizden bu kutsal bağı esirgeyin ne de onların bu bağı görmezden gelmesine sebep olun.

Yastık Adam

Yer: İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi • Yazan: Martin Mcdonagh Konu: Hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir yazar! Yazılan öykülerde kurgu ve gerçek karışıyor. Bu öyküler çocuklarınıza okumak isteyeceğiniz türden olmayabilir. Sanat, zekâ, polis şiddeti, çaresizlik ve masumiyet çatışıyor! Dengeler üzerine soluksuz izlenecek bir polisiye gerilim.

Uçurtmanın Kuyruğu

Yer: Küçük Tiyatro • Yazan: Savaş Dinçel Konu: Bir gün hepimiz mutlaka kendimizle hesaplaşırız...

Yer: Şinasi Sahnesi • Yazan: Pervin Ünalp Konu: Geç kalanları göstermek istiyoruz…Yolun başında olanlar gecikmesin diye…Çok fazla zamanımız yok. Hemen, şimdi, şu anda söylenmeli ve yaşanmalı…Ne söylenecekse… Ne yaşanacaksa… Seyircimize mesajımız basit aslında “hayat ’seni seviyorum’ demeyi erteleyecek kadar uzun değil…” Hepsi bu…

Kahramanlar Öldü Mü?

Haydi Karına Koş

İçlerinden Hangisi?

Yer: Şinasi Sahnesi • Yazan: Ray Cooney Konu: Bir adam: John, iki eşi: Barbara ve Mary… Birbirinden habersiz iki kadın, iki evlilik… Bir gün kaza geçiren John, sırrının ortaya çıkmaması için elinden geleni yapar. Hatta üst kat komşusu Stanley de ona yardım eli uzatır. Ancak işlerin karışmasına engel olamaz. Bakalım John iki eşini idare etmeyi başarabilecek mi? Evliliklerini sürdürebilecek mi?

Şair Baba ve Damdakiler

Yer: Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi • Yazan: İbrahim Balaban Konu: Nazım Hikmet ve ressam Balaban’ın Bursa cezaevi yıllarını bu toprakların kültür birikimiyle harmanlayarak sahneye aktaran, Türk tiyatrosunun ulusal söylem biçimine zemin oluşturan bir oyun.

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun

Yer: Altındağ Tiyatrosu • Yazan: Hatice Meryem Konu: Nasıldır mesela… yakışıklı bir adamın karısı olmak… bir adamın ikinci karısı… bir garibanın… bir cücenin… bir internet cafe sahibinin… bir avarenin… bir kasabın… bir lüzumsuz adamın… bir demiryolcunun… bir futbolcunun… bir oyuncunun… bir bankacının… bir ayyaşın karısı olmak… Nasıl bir yaşantıdır, neler hissettirir, nasıl katlanılır, sefası nasıl sürülür, hayalleri nicedir… Kuvvetli bir gerçeklikle, ama mizahla ve sevgiyle kurulmuş “eş durumu” fantezileri… “Kadınlık durumlarındaki” ezilmişliği, yoksunlukları, ama onunla beraber direnme ve “ayakta kalma” yollarını da yansıtan bir oyun…

Yer: Küçük Tiyatro • Yazan: Refik Erduran Konu: Yitirilmiş değerler sistemin getirdiği zaaflar…Güçlü medyanın sistem içinde öğüttüğü insanlar… “Karanlıklar içinde bir kibritseniz etrafı aydınlatmak için kendinizi yakar mıydınız?” Yer: Küçük Tiyatro • Yazan: Yıldırım Keskin Konu: Yıl 1926… Medeni Kanun çıkmadan hemen önce… İstanbul’da, eski bir Osmanlı paşasının evinde büyük bir kargaşa yaşanır. Paşanın dört eşi evliliklerini sürdürebilmek için kıyasıya yarışa girer. Sonuçta eski usul evlilik erkeğin iki dudağı arasındadır. Evin genç kızı ise modern toplumun kurallarına göre bir evlilik hayal etmekte, yeni kurulan Cumhuriyet’in bu imkanı kadınlara tanıyacağını düşünmektedir. Oyun, karmaşık bir toplumsal ortamda, eski bir Osmanlı evindeki iç çelişkileri gülmeceyle vermektedir. Bakalım evdeki kadınların hangisi bu yarışı kazanacak?

Moskova-Petushki Yolun Sonu

Yer: Stüdyo Sahne • Yazan: Venedikt Yerofeev Konu: “Petushki’de kuşlar hep öter gece gündüz demeden. Petushki’de yaseminler hep çiçek açar yaz kış demeden. Ve orada her Cuma günü, saat tam onbirde benim sevgilim , sarı lepiska saçlı, o çılgın kadın, peronda bekler beni. Ve bugün de günlerden Cuma. Bekliyordur sevgilim beni. İstasyonda bekliyordur ve ben trenden indikten sonra uçsuz bucaksız saadet…” Sistem tarafından dışlanmış bir yazarın fantastik yolculuğunun, tiyatro, müzik ve video art diliyle anlatımı. Kaynak: www.devtiyatro.gov.tr

29


“Okey”, ya da kısa haLiyLe “OK!” kelimesi, tüm dünyada her gün, yüz milyonlarca kişi tarafından kullanılıyor Ömer Faruk TURAN

OK,

belki de şu ana kadar icat edilen en garip ifade. Ama belki de bu kadar popüler olmasının nedeni, garipliği. OK, tamamen yuvarlak O harfinden ve düz çizgilerden oluşan K harfinden oluşuyor. Dolayısıyla hem yazı, hem de konuşma dilinde açıkça görülüyor, diğer kelimelerden kolayca ayırt edilebiliyor. Neredeyse tüm dillerde O ve K harfleri var. Yani, OK çok tanıdık unsurların kendine özgü bir birleşimi. Aslında, bu kadar garip ve kendine özgü bir kelimenin bir dile girişine nadiren izin verilir. Genel kurala göre bir dile, sadece tanıdık kelimelere benzeyen bir yabancı kelimenin girişine müsaade ediliyor. OK kelimesinin ortaya çıkışı, 1830’lu yıllara kadar gidiyor. Gazetedeki Yazım Hatası 23 Mart 1839’da ABD’nin Boston kentinde çıkan Boston Morning Post gazetesinde uzun bir paragrafın altındaki İngilizce “all correct” yani “hepsi doğru” kelimesi, yanlışlıkla ya da şaka amacıyla OK harfleriyle yer aldı. OK’in kökenleri komik bir yazım hatasına dayanıyor olabilir. Bu gazetede adet haline gelen bu tür kısaltmaların hepsi zamanla unutulup gitti. OK ise bugüne kadar hayatta kalmasını, hatta neredeyse tüm dünya dillerini fethetmesini bir sonraki yıl yapılan Amerikan başkanlık seçimleriyle ilgili bir tesadüfe borçlu. Başkanlık adaylarından Martin Van Buuren’e doğum yerine atfen, ‘Old Kinderhook’ lakabı verilmişti. Taraftarları da bu lakapdan yola çıkarak OK Kulübü diye bir örgüt kurdular. Ayrıca eski bir Amerikan başkanının, doğru düzgün okuma yazma bilmediğinden belgeleri “all correct” yani “hepsi doğru” kelimesinin kısaltması sanarak “OK” diye onayladığı yönünde bir hikaye anlatılıyordu. Bu hikaye aslında yalandı. 30

Ama on yıl içinde insanlar gerçekten belgeleri OK yazarak onaylamaya ve telgraflarda da kullanılmaya başlandı. Ama yine de, OK kelimesi yanlış hecelemeyle, düzgün okuma yazma bilmemekle özdeşleştiği için kullanımı sınırlı oldu. Dönemin Amerikalı yazarları bu kelimeden kaçındı. Hatta romanlarında argo kullanmaktan çekinmeyen Mark Twain bile OK kelimesini kullanmaktan kaçındı. Kelimenin gerçek kökeni zamanla unutuldu. Ama kelime, her dile o kadar tanıdık gelen seslerden oluşuyordu ki, bu kelimeyi duymak, insanların aklına kendi dillerindeki benzer ifade ve kısaltmaları getirdi. Tarafsızlık İfadesi Choctaw kızılderililerinin dilinde “Okeh” kelimesi “Öyle” anlamına geliyordu. Martin Van Buuren OK’in ilk şöhretine katkı sağlamış olabilir ABD Başkanı Woodrow Wilson 20’inci yüzyılın başlarında onayladığı belgelerin altına “Okeh” yazarak kelimeye kişisel saygınlığını kattı. Peki OK, nasıl bu kadar çok farklı dile girmeyi başardı? Bir boşluğu dolduran bir kelime değildi. Çünkü her dilde benzer kelimeler vardı. Örneğin İngilizce konuşanlar “yes, good, excellent, satisfoctory”, yani “evet, iyi, harika, tatmin edici” gibi kelimeler kullanıyordu. Ama OK, diğer kelimelerin vermediği bir şeyi, tarafsız kalabilme şansı veriyordu. OK sayesinde fikir belirtmeden uzlaşma sağlandığı söylenebiliyordu. Örneğin, biri ‘Bugün buluşalım” dediğinde sadece “OK” diyebiliyoruz. Aksi takdirde, “Bugün buluşalım” diyenlere “Harika” ya da “Gerçekten gerekliyse” gibi buluşma fikrine tavrımızı da gösteren ifadeler kullanmak zorunda kalacaktık. Biz Yine de TAMAM Diyelim “Alıntıdır”.


Bunları Duydunuz mu? Gastroenterolojiden bir hocamız anısını anlatıyor: “Bazen hastalardan idrarını yapıp getirmesini istiyoruz. Bir gün hastadan getirdiği idrarını göstermesini istedim. Hasta da kabı çıkardı çantasından, kap neredeyse boş gibiydi. Nerede idrar dedim. O da: ‘Hocam ayıp olur diye çok yapmadım.’ dedi.” Kadın doğum dersi Konu serviks (rahim ağzı) kanserleri Hocamız: “HPV virüsü kadınlarda serviks kanserlerine yol açar. Erkeklerde önemli bir hastalık yapmaz. Bu virüs cinsel yolla da bulaşabilir. Kadınların enfekte olmasında erkek faktörü çok önemlidir. Erkeklerin çok gezmesi riski artırır. Mesela pilotlar, denizciler, kongreye giden profesörler…” (kahkahalar) Dönem 3 Türkçe Amfi: Patolojiden bir hocamız derslerini gözlerini kapatarak anlatıyor. Bunun nedeni üstünde çok düşündük. İşte olası tablolar: -Slaytlardan okumuyorum havası yapıyor olabilir. -İnsanlarla göz göze gelme problemi olabilir. -Gözümüze bakmak istemiyor, bizi kaile almak istemiyor olabilir. -Gözünü alıyor olabiliriz. -Uykusuz olabilir.

Dönem 3 Gastro Komitesi İstatistikleri

Toplam Kişi Ortalama İlk 10 Ortalama Son 10 Ortalama En Yüksek Not

A1 A2 B1 B2 C1 C2 F4 F2

Dönem 3 Kardiyo-Solunum Komitesi İstatistikleri

TÜRKÇE

İNGİLİZCE

231 66,06 88,4 39,2 95

159 64,74 85,8 42,3 90

2 12 47 38 78 35 14 5

1 5 38 30 42 26 12 5

Toplam Kişi Ortalama İlk 10 Ortalama Son 10 Ortalama En Yüksek Not A1 A2 B1 B2 C1 C2 F4 F2

TÜRKÇE

İNGİLİZCE

231 54,52 86,4 23,7 91 1 9 19 15 47 55 78 7

159 59,69 86,3 28,4 92 1 6 23 14 44 36 31 3

Dönem 3 Tüm Komitelerin Genel İstatistikleri

Toplam Kişi Tüm Komitelerin Ortalaması İlk 10 Ortalama Son 10 Ortalama En Yüksek Ortalama A1 A2 B1 B2 C1 C2 F4

TÜRKÇE

İNGİLİZCE

231

159

60,24

60,16

86,72 26,36 91,2 2 6 26 18 71 68 40

84,32 31,15 87,75 0 5 21 20 43 37 33

31


Bunları Duydunuz mu..?

Sınıfta öğrenciler arasında geçen bir konuşma Hocanın bronz tenini gören öğrenci: “Hoca solaryuma mı gitmiş? ” Cevap veren diğer öğrenci: “Ne? Hoca solaryuma mı girmiş? ”

Hiatus hernileri ve özefajitler dersi: Reflün mü var? Ama her şeyi göze alıp güzel bir gece mi geçirdin, alkol mü aldın? Sonra eve geldin, geçirdiğin geceye lanet mi ediyorsun? Dert etme al bi “antiasit” keyfine bak;)

Göğüs Hastalıkları dersinden: “Bizim için, hasta konuştuğu ve nefes aldığı sürece bir sorun yoktur.” Kardiyoloji dersinden: “Hasta ani kardiyak ölüm yaşamışsa mutlaka anjiografi yapılmalıdır.” Endokrinoloji profesörü Tomris Hocadan beklenen açıklama: “Anlattığım yerlerden mi soracağım sanyorsunuz? ”

Ve diğer öğrenci: “Hoca soruları mı veriyormuş? ” J Gastrit dersi hocamız tahlillerden bahsederken: “Bazen hasta geliyor, derdini anlatıyor anlatıyor, sonra çantasından poşeti çıkarıp ortaya koyuyor. İşte böyle hocam diye. Poşette ne mi var? Gayta! Alışacaksınız bunlara…”

Her zamanki gibi dersine geç kalan (40 dakika kadar) hocamız: “Bu dersi de hiçbir sene yetiştiremiyorum.” Beşiktaş -Fenerbahçe derbisinden sonra (sonucu hatırlamayanlar için 2-4) Gastro dersinde bir hocamız “Siz doktor olacaksınız. Ama hala aranızda futboldan konuşanlar var. 4-5 tane adam topa vuruyor bunu konuşuyorsunuz, anlamıyorum. Bize ne ki bundan. Sizin hastalardan, makalelerden konuşmanız lazım. Otobüste, dolmuşta bile bu hastalıkları düşüneceksiniz.”

Gastroenteroloji dersi: “Sizce amipin hangi cinsi yapıyordur bu hastalığı? Dişisi mi, erkeği mi? Dişi diyenler el kaldırsın.” (Sınıfın çoğunluğu elini kaldırır.) “Eveeet antifeminenleri öğrenmiş olduk. Amipin dişisi erkeği olmaz arkadaşlar.” J

Hocamız bir konferans için Hindistan’a gidiyor, ordaki gezdiği yerlerden bahsediyor. Tac Mahal’in güzelliklerini anlattıktan sonra: – O ortamda millet nasıl kitleler haline ölmüyor, anlamıyorum? – Neden hocam? – O kadar pislikte nasıl yaşar ki insan, herhalde pislikten bağışıklık kazanıyorlar.

32


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.