4
PSÄ°KOMEDYA
Sevgili PsikoMedya okurları Dergi formatındaki 4. Sayımızla karşınızdayız. Hepimiz bu yıl dergi ekibinde yeniyiz. Bir önceki yıllarda görevlerini layıkıyla yapan PsikoMedya ekibinden görevi teslim alıp onların izinden giderek güzel, anlamlı bir dergi oluşturmaya çalıştık. Bu yıl dergimiz için bir logo tasarladık ve yeni bölümler ekledik: Müzik dinletileri ve söyleşi. Umuyoruz bu yenilikleri beğenirsiniz. Dergimizin oluşma sürecindeki yeni ve ilgi dolu yazarlarımızın, hocalarımızın, arkadaşlarımızın emeklerine ve siz değerli okurlarımızın ilgisine çok teşekkür ederiz. Bizimle paylaşmak istediğiniz yazılarınızı ve önerilerinizi psikomedya@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Sevgiyle kalın, keyifli okumalar PsikoMedya Ekibi İdari Editör: Utku Sena Şişman Dizgi- Tasarım: Çağla Çorbacı İçerik Editörü: Melis Timur Danışman: Selin Karaköse Yazarlar: Sümeyye Karagüllüoğlu, İdil Karamehmetoğlu, Kübra Kaya, Meryem Tumba, İpek Kılıç, Şeyma Kara, Berfin Akannaç, Tuana Süslü, Berat Akkuş, Berk Herman Mete, Ezgi Kaya, Melis Timur, Merve Doğru, Utku Sena Şişman, Dilara Karabulut, Seda Uludağ, Dilan Tosun, Rıfat Arslan, Ecem Erkol, Cihan Atay, Sema Hatice Durgut, Görkem Yılmaz, Melike Topsakal
2
Hadi Sen De Takip Et !
isikpsikomedya @PsikoMedya
3
10 KASIM 09:04:59¬…∞ Merhaba sevgili Psiko Medya okurları, Psiko Medya’daki ilk yazım olmasıyla birlikte benim gibi hepimiz için anlamı çok büyük olan adamı sizlere anlatmaya çalışacağım. Onun üstüne yazılan yazılar, çizilen resimler, söylenen sözler, şarkılar var. Biliyorsunuz ki Kasım denilince akla gelen en önemli ve en hüzünlü gün 10 Kasım! “Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var Hukuk Fakültesinde, o da duymuş şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyormuş. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: - “Efendim, kararsızım. Acaba ne yapsam?” - “Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.” İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak: - “Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki...” der.”
4
Bugün 10 Kasım,2017! 79 yıl önce bugün ışığımız söndü… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, 10 Kasım 1938 günü saat dokuzu beş geçe yitirdik. Onu yitirişimizin üstünden tam 79 yıl geçti. Ardında gözü yaşlı bir ulus bırakarak son nefesini verdi. Sizlere Atatürk’ü anlatamam, O’nu sizlerin araştırıp öğrenmesini isterim. Ben yalnızca içimden geçenleri yazmak istedim. Hiç görmediğiniz, sesini sadece kayıtlardan duyduğumuz o büyük insana sevgi, saygıyla; büyük bir bağ ile bağlıyız. Yokluğu çok büyük… Büyük kurtarıcımız ve liderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk! Sadece fotoğraflardan, anlatılanlardan, seyrettiğim belgesellerden, anneannemin anılarından, annemin anlattıklarından, tarihçilerin yazdıklarından, okuduklarımdan, bana öğretilenlerden bildiğim adamı resmen özlüyorum! Doğdum. Seni tanıdım. Senin ilkelerin ışığında büyüdüm, yeni nesillere seni anlattım. Sana düşman olanlara
inat hep senin yolundan gittim. Bir gün bile tereddüt etmedim, yolumu şaşırmadım. Yolum, senin yolundu. Işığım, senin ışığındı… Çünkü sen benim küçücük yüreğimde mavi gözlü bir devdin. Seni sevmek demek başka herhangi birini ya da bir şeyi sevmek gibi değil… Seni görmeden sevgini kalbimize kazıdık… Çocukluğumuzdan bu yaşımıza kadar geleceği gören, yolumuzu aydınlatan ve çağın sahiplerinin bile hala kavrayamadığı düşüncelerinin yılmaz takipçisi olduk. Seni hiç unutmadık, unutturmayız! İlelebet bizimle kalacaksın. Fikirlerinin önemini ve bizi nasıl bir beladan kurtardığını anlamayanlar, yarın çok pişman olduklarında, yine senin yoluna dönecekler. Dünyada başka hiçbir milletin insanları yoktur ki; senin önceden gördüğün geleceğe, senin gibi tarihle akıp gitsin… Aramızdan ayrılışının ve yokluğunun ağır hüznü, senin yolunda olmanın, gönüllere dolan muhteşem güveniyle sana Allah’tan rahmet diliyorum, Canım ATA’M! Yüzlerce yıldır yenilgilere alışmış, bağımsız yaşamaya inancı kal-
mamış ve yaşadıkları imparatorluk en güçlü gündeyken dahi kula kulluk etmiş bir ümmetten millet yaratan, Türk Milleti’nin başını yerden kaldıran büyük Türk Mustafa Kemal Atatürk, kalbimizdesin! Bugün senin adından, fotoğraflarından ve en önemlisi fikirlerinden rahatsız olanlar bilmeliler ki açtığın yol kafamızda, gücün kudretin damarlarımızda. “Ata’m sen rahat uyu bekçisiyiz bu Cumhuriyet’in! “ Bizler emanet ettiğin Türkiye Cumhuriyeti’ne her zaman olduğu gibi gönülden sahip çıkacak ve sana layık bir ulus olmaya devam edeceğiz. . Ebediyete intikal edişinin 79.yılında özlemle, minnetle, saygıyla anıyoruz. Sen rahat uyu ATAM! İNANIN MUSTAFA KEMAL’LER TÜKENMEZ! Ne Mutlu Türk’üm diyene! MERVE DOĞRU
5
RÖPORTAJ Bu sayımızda okulumuz psikologlarından Cumhur hocamız ile röportaj yaptık. Kendisiyle EMDR ve psikoloji eğitimi hakkında konuştuk. Cumhur Amasyalı, 1997 yılında İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünden mezun olmuştur. Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruhsal Travma Yüksek Lisans Programından uzmanlığını almıştır. 2008 yılında İstanbul Psikodrama Enstitüsü’nden “Psikodramada Koruyucu Ruh Sağlığı ve Örnek Olarak Evlilik Rol Kestirim Testi” başlıklı tezi ile Psikodramatist unvanını almıştır. Türkiye Kognitif Davranışçı Terapiler Derneğinde Kognitif Davranışçı Terapi Eğitimi ve süpervizyonunu tamamlamıştır. EMDR I. ve II. aşama eğitimlerini tamamlamıştır. Gottman Çift Terapisi I-II Düzey eğitimini de tamamlamıştır. Bunların dışında yurt içinde ve dışında çalışma alanları ile ilgili olarak birçok eğitime katılmıştır. Bilişsel - Davranış Terapileri, EMDR Terapisi ve Psikodrama’yı çalışmalarında kullanmaktadır. Türk Psikologlar Derneği yönetim kurulları ve Travma Komisyonu’nda gönüllü çalışmalar yapmaya devam etmektedir. Türkiye EMDR Derneği Üyesidir. EMDR hakkında kısa bir bilgi verecek olursak: EMDR, Türkçe açılımıyla Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme, güçlü bir psikoterapi yaklaşımıdır. Detaylı bilgi için: http://www.emdr-tr.org/ 1.EMDR Yöntemi en çok hangi psikolojik sorunlarda başarılı sonuçlar veriyor? EMDR ilk yıllarında daha çok travmatik veya zorlayıcı yaşam olaylarının tedavisinde kullanılmaktaydı fakat yöntemin kullanımının yaygınlaşması sonucunda birçok sorunun verimli ve hızlı bir şekilde tedavisinin sağlandığı görülmüştür; Kişilik Bozuklukları, Kaygı Bozuklukları, Depresyon, Yas, Fobiler, Ağrı Rahatsızlıkları, Yeme Bozuklukları bunlardan bazılarıdır. EMDR Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere birçok sağlık kuruluşu tarafından etkinliği kabul gören bir yöntemdir. 2.EMDR terapisi, travmalardan arındırma ve anıların yeniden işlemlenmesi gibi özellikleriyle başarılı bir yöntem olarak görülüyor. Bu terapinin etkilerinin kalıcı olmasında ki en önemli noktalar nelerdir? EMDR yapılan araştırmalarla etkinliği kanıtlanmış bir yöntemdir. EMDR Adaptif Bilgi İşleme Modelini temel almaktadır. Yaşadığımız her deneyim beyin tarafından bilgi işleme sürecinden geçirilir ve o deneyimle ilgili öğrenme gerçekleşir. Zorlayıcı yaşam olayları yaşandığında bilgi işleme süreci olması gerektiği gibi işleyemez veya yanlış işlenir. Daha sonra işlenemeyen veya yanlış işlenen bu bilgiyi tetiklenen bir yaşam olayıyla karşılaşıldığında kişi bu bilgiye göre düşünmeye, hissetmeye ve davranmaya devam eder. EMDR’a göre sorunların temelinde de bu tür işlevsel olmayan anılar yatar. EMDR İşlenememiş bu anıları hedef alarak yeniden işlenmesini sağlar. Bugün belli durumlar karşısında danışanın nasıl düşüneceği, nasıl hissedeceği ve nasıl
6
davranacağını belirleyen temel yaşantılar belirlenir, hedef alınır ve yeniden işlenir bu yüzden EMDR etkili bir yöntem olmaktadır. 3.EMDR Terapisini diğer terapilerden ayıran özellikler nelerdir? EMDR dört kanaldan çalışır, imajlar, düşünceler, duygular ve beden duyumları. Bu dört kanalla çalışıyor olması en temel farklılığıdır. Bu bağlamda fizyolojik temelli olması da diğer önemli bir farkıdır. 4.Bu terapi kimler tarafından uygulanabilir? EMDR Terapisi bu yöntemin eğitimini almış ve süpervizyonlarını tamamlamış uzmanlar tarafından uygulanabilir. 5) Tedavinin seyri boyunca iyileşme sürecine girildiğini gösteren kesinlikle görülmesi gereken belirtiler var mı? Varsa nelerdir? Terapi çok bireysel bir süreç o yüzden iyileşme süreci hakkında genelleme yapmak çok doğru olmaz. Yine de öncelikle danışanın yaşadığı zorluk ve süreç hakkında bilişsel olarak farkındalığının artmaya başlaması önemli bence. Bunun dışında süreç içinde danışanın destek almak için başvurmasına sebep olan semptomların şiddetinin, sıklığının azalıyor olması da bir göstergedir bence. 6)EMDR da kesin sonuçlar alınır mı? Tedavi sonunda danışanlar yaşadıkları travmayı tamamen unutmuş veya üstesinden gelmiş olurlar mı? Öncelikle EMDR’ın amacı kişinin yaşamış olduğu ve bugününü etkileyen olumsuz olayları unutmasını sağlamak değildir. Anının silinmesi gibi bir şey yaratmıyoruz, zaten bu mümkün olsaydı da çok işlevsel olmazdı bence. Yaptığımız şey zorlayıcı yaşam olaylarını silmek değil ama onlardan çıkardığımız bilgiyi değiştirmek. Kesin sonuçlar alınır mı? Evet, EMDR araştırmalarla da desteklendiği üzere etkili bir yöntemdir. 7)Okulumuzun Psikolojik Danışmanlık Merkezinde de çalışıyorsunuz. Eski girişli öğrencilerimizin bu konuda bilgisi muhakkak vardır ama yeni girişliler için sistemden, terapi yönteminden bahsedebilir misiniz? Okulumuzun PDM 2006 yılından bu yana hizmet veriyor. Şu anda iki uzman var çalışan. Destek almak isteyen öğrenciler telefonla, mail atarak veya ofise gelerek randevu alabilmektedir. İlk değerlendirme görüşmesinden sonra nasıl bir süreç olacağı danışanla paylaşılır ve çalışmaya başlanır. Seanslarımız 45 dakika sürmektedir. 8)Çoğu Psikoloji Öğrencisi mezun olduktan sonra klinik psikoloji yüksek lisans düşünüyor. Sizce üniversiteden sonra direkt yüksek lisansa mı başvurulmalı yoksa belli bir süre ara verilmesi gerekiyor mu? Her iki seçeneğinde avantajları ve dezavantajları var. Karar verirken bunları iyi değerlendirerek karar vermek gerekiyor bence. Şu doğrudur demek çok gerçekçi değil bence. Örneğin ben yüksek lisansımı, lisans mezuniyetinden neredeyse 10 yıl sonra yaptım.
Dilara Karabulut,Seda Uludağ,Dilan Tosun 7
ÖYKÜ YAZISI görünümlü birinin evine hırsız girmez. Ya bir katilse... Hayır, o da Kapı açıldı. Gecenin son karanolamaz. Birinin bana beni öldürelıkları, ay gökyüzündeki yerini cek kadar nefret duyacağını hiç başrole; güneşe bırakmaya hazırsanmıyorum. Ufacık bir yakalanma lanıyordu. Günün ilk ışıkları perihtimali bile olsa, özgürlüğünü; indenin arasından odaya sızmaya sanın sahip olduğu en yüce kavramı başladı. Dünyanın suça en yatkın ve elinden alınmasına değecek bir şey bir o kadar da suskunları oynadığı o yapmış olamazdım. Tabi aklımdan sıralarda, benim kapım, kim tarafın- geçenleri okuyabilecek yeteneğe dan ve niye açıldı? Evde benden sahip değilse... Böyle bir yeteneğe başka biri olduğunu anımsamıyosahip biri beni ilk gördüğü an da rum ya da var mı? Belirsizlik başımı öldürürdü. Ahh yine bir şeyleri atdöndürdü. İçimi hafif bir korku lıyorum. Bir katil kapladı ama bir yandan vücuduma yalnızca intikam için değil, zevk için salgılanan adrenalin hormonu nab- de öldürebilirdi. İnsanlar günah işlezımı hızlandırıyor, şah damarımın meye aç varlıklardır. Toplum baskısı atışını, kulaklarımın heyecandan ve ahlaki kurallar olmasa, hiçbirimaldığı kırmızı rengi hissedebiliyorizin avını dehşetle parçalayan bir dum. Yataktan çıkacak gücü kenaslandan farkı kalmazdı. Aslan ihtidimde bulamıyordum. Medusa’ya yaçları için, insan zevki için yapardı seslendim, çıt çıkmadı. Kapımı açan bunu. Düşüncelerim, düşünceleriki dakika sonra burun buruna gele- imle satranç oynarken, bir ses daha bileceğim bir hırsız olabilirdi. Hayır, duydum. Her ne kadar korkum hırsız olamaz. Benim gibi çulsuz devam etse de benden başka birinin
8
evin içinde ses çıkarması yüzümde hafif bir sırıtmaya neden oldu. Belki de birazdan ölümüme sebep olacak birine sempati besleyecek kadar aciz ve yalnız mıyım? Hayır, yalnızlık benim tercihim. İnsan kendi istekleri doğrultusunda bir tercih yaptığında, sonuçları ne olursa olsun, başarıya ulaşmış sayılır. Tercih etmedikleri bir hayatı, sırf günlük hayatın gerektirdiklerine uymak uğruna yaşamak. Statü sahibi olmak, beğenilmek, övgü duymak, toplu yemeklere katılmak, rahatsız ve şık kıyafetler giymek, olmayan kültür ile kulaktan duyma söylemler ile kendinin üstün bir yaratık olduğunu kanıtlamaya çalışmak, iltifatlar duymak ve bu iltifatları duyarken hiçbirinin gerçek olmadığını, bir sonraki adımında alt edilmek uğruna takınılmış bir rol olduğunu bilmek. Çağın standartlarını kabul etmek, en büyük geri kalmışlık değil midir? Yine çok konuşuyorsun. Son düşüncelerini güzel anılarına minnet duymakla geçirmek uğruna harcamak yerine, sorgulamaya devam etmek, ne büyük aptallık! Bir ses daha duyuldu, hayatta kalmak için gerçekten ufacık da olsa bir çaba sarf etmeyecek misin? Hayattayken insanlara varlığımı hissettirmek gibi bir gayem yoktu. O sıralar varlığımı sorgulamak ile meşguldüm. Kendi-
yle ilgilenmek yerine kimin ne yaptığıyla ilgilenen arkadaşlıklar kurmak yerine, Sartre gibi bir arkadaşa sahip olmak bana yetiyordu. Sonra da ya insanlar kayboldu ya da hiçbir zaman yoklardı. Medusaaaa....Sonra bir ses daha duyuldu, bu sefer daha yakından. Ölümümün ses getirmesini istiyorum. Basit bıçak darbeleri veya beynimi saniyeler içinde duvara fışkırtacak bir silahla değil. Üçüncü sayfalarda adımı yazarlar mı? Hala gazete okuyan üç beş kişi kaldıysa ismim onların zihninde saniyelik de olsa yer alsın istiyorum. Kendime yeniliyorum. İnsan kendinden beş kat büyük canlıyı zekasıyla alt eder ama kendini asla yenemez. Camdan serin bir hava odanın içine doldu. Güneş mesaisini bitirmiş, yan rol gökyüzünde güneşten aldığı sahte ışıltısını saçmaya hazırlanıyordu. Dünyanın suskunluğunu bozduğu, suç oranının en aza düştüğü saatlerdeydik. İnsanların bir an önce dört duvar arasına tıkılma, dört köşeli kutuya saatlerce bakıp sahte yaşamları izleme isteği ayaklarına yansımış, telaşlı ayak sesleri odamda yankılanıyordu. Medusa ayağımın ucuna kıvrılmış uyukluyordu…
İPEK KILIÇ
9
10 SANİYE Öncelikle, bu benim ilk yazım. O yüzden kraliyet üslubu ile yazamazsam affola. Aklımdaki konu ‘25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ olmasına rağmen artık aşırı seviyede saldırgan duruma gelen sözde ‘’feministler’’ hakkında düşününce konuyu değiştirmeye karar verdim. Çünkü herkes birçok konuda çok tahammülsüz. Tıpkı bir yay gibi, vaktinde ezilen eninde sonunda aynı şiddette geri fırlıyor. O yüzden yok hocam. Artık kısmetse ikinci sayıya… Bu yüzden tam olarak bu kısımdan çıkarak bir konuya değinmek istiyorum. Tahammülümüzün azalması olsun, içimizdeki devamlı bunalım olsun, gözümüzü karartan o korkunç hırs olsun, gün geçtikçe günü kaçırmamıza sebep olan bir şeye değinmek istiyorum ama sayfa başı mürekkep harcanıyor ve yazacaklarımı sınırlamam lazım. O yüzden sadece birkaç şeye değinmek istiyorum. Sosyal medya: gün geçtikçe hepimizi içine alan, gücünü kendini keşfetmeden başkalarını keşfetmek için verdiğin uğraş ile seni aptallaştırmaya harcayan modern bir ölüm tribi. Kendini kanıtlama savaşını, insanların gün geçtikçe sosyal alemden bilinçsizce vermeleri sebebiyle asla tatmin olamadıkları, kendine güvenemedikleri bir dünya yaratıyoruz. Bilinçsiz bir biçimde bir kanser gibi bizi içine alan bu alemin gücü ise inanılmaz bir noktada. Felaket teorisi yazan Ruhi abi havalarına girmek istemiyorum ama normali anormal, anormali normal yapma gücüne sahip olan bu şeyden korkmalı mıyız yoksa sosyal medyayı sosyal yapanın biz sosyal bireyler olduğunun bilincine varıp pek önemsemeden geçmeli miyiz? Peki kaçımız bugün tüm sosyal medya hesaplarını kapatıp yarınına, 3 sene mezuna kalmış liseli ÖSYM adayı gibi devam edebilir? Bu iradeye sahip değilsek nasıl olur da sosyal medyanın sayemizde var olmasını önemsemeden geçebiliriz? Yoksa şu ayrımı mı yaparız; sosyal medya, sosyal bireylerin iradesizliğinden beslenerek büyür. Şimdi bu kısım işin belki de abartı kısmıydı. Aşırı irdeleyip başınızı ağrıttıysam kusura bakmayın. Çünkü bizler fazla irdelemeyi sevmeyiz. Çünkü hayatımız 15 saniyelik, 1 dakikalık Instagram videolarından
10
10 saniyelik Snaplerden ibaret. Daha fazlasına tahammülümüz yok bizim. Çoğunuz yazımı buraya kadar okumadınız. Çünkü derginin kapağı hoşunuza gitti ve bir göz atıp kapattınız. Sadece 15 saniye! Sırf bu yüzden artık bir şeylere odaklanamıyoruz. Hedeflerimiz sabit kalmıyor. İlk tümsekte vazgeçiyoruz. İlişkilerimiz bile artık 15 saniye gibi bir şey. İstediklerimizi hızla elde etmek için altınlar harcıyoruz. Güzel birkaç söz için birkaç şeker kaydırıp, kırıyoruz. Erken tükeniyoruz arkadaşlar. Sırf birkaç resim çekmek için gece kulüplerine, barlara gidiyoruz. 2 bin takipçimiz olduğu için 100 takipçisi olan Ali’yi, fotoğraf başı 5 beğeni olan Cansu’yu hor görüyoruz. Yalnızlığımızı bile dolu dolu yaşayamıyoruz. Alkolü, sigarayı, tamamlanmamış karakterimizi örtbas etmek için her bir gönderide ön plana çıkayım derken ne yediğimizden ne de içtiğimizden zevk alıyoruz. Tükeniyoruz arkadaşlar. Tükeniyoruz. Tabii ki en yakın zamanda sosyal medyayı bırakın demiyorum ama siz en iyisi dışarıda gerçek bir hayatın olduğunu, insanları tanımanın farklı yolları olduğunu kavramaya bakın. Gerçi pek çoğumuzun bilmesine rağmen bu türlüsü daha basit geliyor. Gerçi basit olan ne kadar değerlidir o da bir muamma. Sigmund Freud durumu özetlemiş. ‘’Hayatım boyunca talihliydim. Hiçbir işim kolay gelişmedi’’ BERK HERMAN METE
11
FRANZ KAFKA- DÖNÜŞÜM
KİTAP ÖNERİLERİ
Gregor Samsa bir gün yatağında uyanır. Yatağında uyanır uyanmasına ancak başını kaldıramıyordur. Kolları insan kolları gibi bacakları da insan bacağı gibi değildir. Uyandıktan sonra yavaş yavaş anlamaya başlar: Gregor Samsa bir tür böceğe dönüşmüştür. Ailesinin borcundan ve ailesinin geçiminden sorumlu olan Gregor Samsa nasıl kalkacağını ve bu görünüşüyle nasıl işe gideceğini düşünmektedir. Eğer sıkılmayıp, gelişmeleri merak edip okursanız kitap akıcı bir şekilde ilerler ancak günlere bölerek okuyayım düşüncesinde olursanız kitabın konusundan çok fazla uzaklaşırsınız. Çünkü kitabın kısa olmasının bir amacı var. Dönüşüm, felsefe alanına giren bir eserdir. Eserde her cümlenin altından bir sürü anlam çıkarabilirsiniz. Bu özellik Franz Kafka’ nın eserini oldukça gizemli hale getirmiştir. Bu yüzden bazı olayların ucunu açık bırakmıştır. Bakalım siz bu olaylara nasıl yaklaşacaksınız? Bir sabah kendinizi böcek olarak bulabilirsiniz. -Menfaat ilişkisine dayalı yeni dünya düzeninde bacaklarınız incelmeden de böcek olabilirsiniz.-
MERYEM TUMBA
12
WULF DORN- PSİKİYATRİST
Sevgiler
KÜBRA KAYA
13
KİTAP ÖNERİLERİ
“O geldiğinde beni koruyacağına söz ver.” cümlesinin Psikiyatristi, okumada yeterli olduğunu düşünen yeni bir yazar var karşınızda. Merhaba okuyucum, her sayfada bir sonraki sayfayı merak ettiğin oldu mu hiç? Türünün örnekleri arasında zirveye tırmanabilecek olan Psikiyatrist, gizemli olaylarla örülü ve dili akıcı olan bir psikolojik-gerilim romanıdır. Senaryolar üreten akıl kaçkını bir kadın hastanın kayboluşunun peşine düşen Dr. Ellen Roth, kendini bir labirentin içinde Kara Adam’ı ararken bulacak ve sizi geçmişinizdeki gerçeklerle yüzleştirecek. Öyle ki olayların içinde kendinizi keşfedecek ve kitabı bırakınca hala kitapta olduğunuzu göreceksiniz. Okuyucuya ipuçları vererek hem ikna edip hem şüpheye düşüren yazar, son sayfaya gelene kadar kafanızda pek çok alternatif son oluşturacak. Yazarın, Stephen King tarzı monologları sizi olayın içine çekerek romana bağlanmanızı kolaylaştırıyor. Ayrıca Dorn, psikolojik ögeleri kullanarak gerilimi hissettirirken, okuru ruhun derinliklerine sürüklemeyi çok iyi biliyor ve bunu yaparken bazı anekdotlarla günümüz insanlığını da sorguluyor. Sonuçta yazar, şayet hayatta olsaydı Alfred Hitchcock’un yeteneğini sergileyebileceği etkili bir roman yazmış.
RÖPORTAJ Okulumuzda 21 Kasım tarihinde ‘Cinsel Terapi’ konulu seminer veren Uzm. Klinik Psikolog Damla Kankaya hocamız ve ona eşlik eden Uzm. Psk. Emre Sipahioğlu hocamız ile ‘Aile ve İlişkiler’ başlığı altında bir röportaj gerçekleştirdik. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Uzm. Psk. Damla Kankaya, lise eğitimini Almanya’da tamamladıktan sonra İstanbul Beykent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden onur öğrencisi olarak mezun olmuştur. Aynı yıl Beykent Üniversitesin’ de yüksek lisansa başlamış ve uzmanlığını Klinik Psikolog olarak tamamlamıştır. Uzmanlık tezini “Evli bireylerde aldatma eğilimi ve cinsel yaşantılar” üzerine tamamlamıştır. Hocamız Okan Üniversitesinde Klinik Psikoloji Doktora (Phd ) programına devam etmektedir. Klinik Psikolog Damla KANKAYA yetişkinlere yönelik;Bireysel Terapi,Cinsel Terapi,Aile ve Çift Terapisi konularında destek vermekte olup çeşitli eğitim programlarında öğrencilere yönelik çalışmalar yapmaktadır. Uzm. Psk. Emre Sipahioğlu, lisans eğitimini ve uzmanlık eğitimini Psikoloji alanında tamamlamıştır. Ardından Psikolojik Danışmanlık ve Aile Danışmanlık eğitimini almıştır. Yüksek lisans Klinik Psikoloji eğitimi almıştır. İsviçre Bern Riccon Enstitüsünden lisanslı 120 saatlik “Oyun terapi Eğitmeni” sertifikası ve süpervizyon eğitimini tamamlamıştır. 1)Aile içi iletişim sorunlarında –çocukları ele alırsak- nasıl bir tedavi süreci izliyorsunuz? Tedaviler yaklaşık olarak kaç seans sürüyor? Damla Kankaya: Öncelikle iletişim kaynağında hangi sevgi dillerini kullandıklarına bakıyoruz. Ailedeki iletişime geçmeden önce güven ilişkilerini ele alıyoruz. Daha sonra çocuk kiminle iletişim anlamında problem yaşıyorsa o bireylerin neden bu problemi yaşadığı hakkında iletişim yollarını keşfetmeye çalışıyoruz. Aralarındaki iletişim yollarını saptıyoruz. Onu saptadıktan sonra onunla ilgili çalışmalarımızı ev ödevleri tarzında uygulamalarla birlikte veriyoruz. Bunun için bir seans süresi belirlemek çok doğru değil çünkü iletişim sorunu birçok soruna yol açabiliyor. Bu yüzden o problem ailede kökleşmiş mi yoksa sadece ifade dillerinde anlaşılma ve anlama olarak mı kalmış onlara bakıyoruz bu yüzden seans süresi belirlemek çok doğru olmayacaktır. Onun yerine kişilerin, terapiye yatkınlığı ve ailenin sürekli devamı çok önemli. Ailelerin devamlılığıyla birlikte gelişim sağlandıkça seans süreleri çok daha net olacaktır. Dolayısıyla başta süre söylemek doğru değil. illustrator: Carolina Buzio
14
2) Sizce bireylerin ilişkilerde yaptıkları en sık hata nedir? Onlara bu konuda ne tavsiye ediyorsunuz? Damla Kankaya: Çiftler karşılıklı olarak birbirini çok iyi tanıdıklarını iddia ediyorlar. Bu yüzden düşüncelerini okumaya yani düşüncelerini çarpıtmaya başlıyorlar. Örneğin kişi karşı tarafın düşüncesini bildiğini ve aslında zihinsel bir okuma yaptığına inanıyor. Ancak iletişimi açık bir dilde kurmadığı için karşıdakinin gerçekçi düşünceleri hakkında asla bir fikri olmuyor. Bunun gibi sorunlar da birçok çatışmaya yol açıyor ve bu ilişki varsayımlarla yürüyen bir ilişki olarak devam ederek ilerleyen süreçlerde sorunlara yol açabiliyor. 3) Teknolojinin gelişmesi ile birlikte aile içi sorunların arttığı gözlemleniyor. Çoğu aile bunu görmelerine ve her yerde bunun uyarıları olmasına rağmen çocuklarının teknoloji bağımlısı olmasına göz yumuyorlar ve onlarla iletişim sorunları yaşıyorlar. Bunun için ne diyorsunuz tavsiyeniz var mı? Damla Kankaya: Sosyal medya, iki anlamda ele alınabilir: Sosyal medyayı çok kullanan çocuklar ve sosyal medya bağımlılığı olan çocuklardır. Günümüzde sosyal medya birebir iletişimlerin kesilmesine ve kişilerin değeri olmayan dediğimiz dünyada iletişime geçmelerine neden oluyor. Burada en çok karşılaşan sorunlardan bir tanesi, çocuklarımızın özellikle ergenlik çağındaki çocuklarımızın, yetişkinlerimizin sosyal medyada belirli idoller ve varsayımlar üzerinden yola çıkmaları oluyor. Burada sosyal medyaya yansıtılan yaşam tarzının kişide özentiliğe ve kişinin aslında kendi farkındalığının azalmasına sebep oluyor. Bu yüzden çocukların sosyal medya kullanımlarına saat bazında bir kısıtlama koymak yararlı olabilir. Bunun dışında sosyal medyada çocuklar için en çok dikkat edilmesi gereken nokta oynadıkları oyunların içeriği oluyor. Bunlar için anneler babalar ciddi anlamda hangi oyun oynadıklarını ve içeriklerini ne gibi yansıması olacakları üzerine, araştırmaları yapmaları gerekiyor. 4) Yoğun tempoda çalışan ebeveynler çocuklarına gereken bakımı veremezler. Çocuklarının bakımını yakın akrabalarına ve bakıcılara bırakmak zorunda kalırlar. Böylece çocuk aile hayatını yasayamaz, bu durum için görüşünüz nedir? Damla Kankaya: Çocuklar güven ilişkisini ilk anneyle kuruyor. Bu güven ilişkisini sağlıklı bir şekilde kuramadığında -annenin varlığını hissedemediğinde- ilerleyen süreçte ruh sağlığı bozukluğu olarak karşımıza gelebiliyor bu yüzden çocukluk çağı veya çocukluk verilerine çok dikkat ediyoruz. Çocuğa ikincil bakım verenin anne haricinde anneanne, babaanne ve diğer aile bireyleri bir şekilde bakıcılarla birlikte olması çalışan anne babalar için iyi bir alternatif olabilir ancak burada çocukla ikincil bakım verenin geçirdiği süre çok önemlidir. Çocuk kendisine bakım veren kişiyi anne modeli ile bütünleştirmemesi gerekir.
15
5) İlişki travması yaşamış bir çiftle çalışırken dikkat edilmesi gereken noktalar nelerdir? Travma yaşamamış bir çiftle çalışmaktan nasıl farklılaşır? Damla Kankaya: İlişkide travma denilen şey aslında toplum tarafından genellikle aldatma ya da sadakatsizlik olarak tanımlanabilir, bu da güven ilişkisinin bozulmasına sebep olur. Güven ilişkisi bozulmuş ya da bu travma diyeceğimiz noktayı yaşamış bir çiftin inanç düzeyi ve terapiye katılma isteği düşüktür. Bu yüzden diğer danışanlara göre direnci de çok daha fazla olacaktır. Öncelikle burada güven ilişkisini kurarken her iki çiftte de zorlandığımız nokta, her iki tarafın da aynı istekle terapiye gelmemesidir. Genellikle bir birey diğerinin zorlantısıyla terapiye katılır. Burada gerçekten her iki bireyin de istekli olup tedaviye inancının olması ve terapiyle gelişim sürecine girmek istemesi çok önemlidir. Travma yaşamamış bir çift veya böyle bir problem yaşamamış olan bir çift bu zamana kadar ,yaşanan iletişim çatışmalarını ve başka düzeyde sorunlarını baş etme stratejileriyle ölçmeye çalışmıştır ama terapiye de yatkınlığı daha fazladır, çünkü ilişkiye olan inancı daha yüksektir. Bu yüzden ilişkiye inancı kırılmış bir çiftin veya bir bireyin terapiye yatkınlığı, diğer çiftlere göre daha düşük olacağı için ilerleme sağlamak daha zor oluyor. 6) Çocuk ve ergenlerle cinsel yaşam hakkında nasıl konuşmalıyız? Damla Kankaya: Öncelikle bu bilginin doğru zamanda doğru şekilde verilebilmesi oldukça önemlidir. Çünkü yanlış zamanda yanlış bilgilendirme, yetişkinlik çağında cinsel işlev bozukluğuna veya kimlik karmaşası gibi problemlere yol açabilir. Çocuğun bu anlamda güven ilişkisini kurduğu kişi tarafından bu bilginin doğru yollarla aktarılması gerekir. Bu konuşma bir pedagog ve çocuk psikoloğu eşliğinde olabilir. Konuşmayı yapacak kişi öncelikle konu hakkında bilgi toplayıp bu bilgileri karşısındaki çocuğa nasıl yansıtması gerektiğini bilmesi çok önemlidir. Çünkü çocuk o kişiden aldığı bilgileri tüm hayatına yansıtacaktır. En ufak bir cümle bile ileriki yaşantısında onun karşısına çıkabilir. Bu yüzden bilgileri verirken çok dikkat etmeliyiz. Günümüzde bu konuda yazılan bir sürü kitap ve okumalar var. Eğer kişinin destek alma gücü yoksa bu anlamda doğru okumaları yaparak, her yaş grubuna göre ayrı bilgilendirme yapabilir. Emre Hocam ekleyeceğiniz bir şey var mı? Biliyorsunuz hocamız çocuk psikoloğu Emre Sipahioğlu: Çocukların 3-6 yaş dönemlerinde birçok önemli nokta vardır. 4-5 yaş kimlik dönemidir. 2 yaş tuvalet eğitimi dönemidir. Bu yaşta mahremiyet dediğimiz özel bölge eğitimi verilmesi gerekiyor. Özel bölge eğitimi ne demektir: Çocuğa, kızsa veya erkekse kendi bölgesinin özel olduğunu bunun kesinlikle anne babasının, hatta bazı dönemlerde anne babasının da dahil olmak üzere, özel bölgesini kimseye göstermemesi gerektiği ve koruması gerektiği hususunda özel bir eğitim verilmesi gerekiyor. Bu temel bir olgudur. Cinsel istismarın, pedofil oluşumunun azaltılması için en önemli yaş 2 yaş, unutmayın. Burada bu konuşmayı anne ve babanın yapması gerekiyor. Türk aile yapısında şu vardır, anne ve baba çocuklarıyla yıkanırlar. Ben bunu kesinlikle doğru bulmuyorum. Çünkü bu başka şeylere sebebiyet verebilir. Dolayısıyla siz bu yaş döneminde çocuğa o özel eğitim, cinsel bilgi mahremiyeti verdiğiniz takdirde pek çok açıdan çocuğu korumuş oluyorsunuz. –Bu konuda en önemli kitap “Anne Ben Nereden Geldim?” adlı Pedagog Ali Çankırılı’nın kitabıdır. Çok önemli bir kitaptır, sade bir anlatımı vardır.
16
Güzel bir şekilde cinsel gelişimi öğretiyor- Çocuk okul çağına geldiğinde (6-12 yaş) kendi bölgesini tanıdıktan sonra artık karşı cinsin bölgesini tanıtıyoruz. Bu şekilde gidiyor, en temel bilgi bu. İlk önce kendi özel bölgesini daha sonra karşı taraftaki özel bölgeyi ona anlatıyoruz. 7) Çiftlerden birinin cinsel isteksizlik şikayeti olduğunda nasıl yaklaşmak gerekiyor ve hangi teknikler kullanılabilir? Damla Kankaya: Cinsel isteksizlikte öncelikle hangi cinsel işlev bozukluğu olursa olsun 3 temel noktaya dikkat etmemiz gerekiyor: İlk önce kişinin bireysel öyküsünü alıyoruz daha sonra bireyin detaylı cinsel yaşam öyküsünü yani bu partnerle yaşadığı problemden önce bu problemi yaşayıp yaşamadığına dair cinsel öyküsünü alıyoruz. 3. Adım olarakta ilişkisel öykülerini alıyoruz. Şöyle ki, öncelikle bu cinsel isteksizlik duruma mı partnere mi bağlı mı, önceden beri başlayan bir durum mu yoksa sadece doğuştan itibaren mi yani kişinin cinselliğini keşfetmeye başladıktan sonra yaşadığı bir durum mu öncelikle bunlara bakmamız gerekiyor. Örneğin, kişi daha önce cinsel isteksizlik yaşamamış, şimdiki partneriyle böyle bir sorun yaşıyor. Bunun temelinde çok büyük bir ihtimalle ilişkisel bir sorun yatıyor. Cinsel isteksizlikte gördüğümüz genel sorun, çiftlerin arasında cinsel iletişimin olmaması, yani karşılıklı beklenti ve tatmin konularının konuşulmaması kişinin geri çekilmesine sebep olur. Bir diğer nokta ise kişinin karşı tarafa belirli duyguları beslemiyor olması birliktelik yaşamamasına sebep olabilir, geri çekilebilir. Ayrıca daha önce yaşadığı cinsel bir travma da bu sonuca çıkabilir. Bu yüzden cinsel isteksizlikte en çok dikkat edilmesi gereken nokta aslında bireysel öyküden çok ilişkisel öykü olacaktır. Cinsel terapistin burada dikkat etmesi gereken nokta, sorunu sadece bu partnerle mi yaşıyor yoksa ondan önceki partneriylede bunu yaşıyor muydu ? Ayırt edilmesi gereken nokta bu olmalı çünkü her ikisininde tedavi yöntemi ayrıdır. Eğer kişi daha önceki partneriylede benzer problemleri yaşıyorsa kişinin bireysel yaşantısıyla çalışmamız gerekiyor. Belki de kişinin cinselliğe bakışı çok farklı olabilir ya da yaşadığı bir travma onu etkilemiş olabilir. Ama yaşadığı problem daha önce hiç yaşamadığı bir şeyse ve şimdiki partneriyle yaşıyorsa, ele alınması gereken nokta ilişkiseldir ve terapiye kesinlikle çift olarak gelinmesi gerekir. Yani birey terapiye yalnız geldiğinde ilerleme kaydedemezsiniz. Onun yerine çift olarak alıp burada bilişsel davranışcı terapi ile çalışabilirsiniz, hipno terapi ile çalışabilirsiniz ve psikanalitik yöntemlerle çalışabilirsiniz. Ben bilişsel davranışcı terapi ile çalışıyorum. Belirli ödevler veriyorsunuz, bu ödevlerin içeriklerini çift uyguluyor, uyguladıktan sonra seansa geliyorlar ve bu şekilde bu durumu öncelikle ortadan kaldırmaya çalışırken, kişinin yanlış bilincinde aklında neleri çarpıttığını, hangi olayları yaşadığını ve neden bunları yaşadığını saptamamız gerekiyor. Cinsel isteksizlik yüksek bir oranda psikojenik kökenlidir yani yaşanan belirli problemler sonrası ortaya çıkar. Örnek veriyorum anne baba çocuğuna cinselliğin kötü, ayıp olarak anlatıyorsa ileride bu gibi problemler ortaya çıkabilir. 8) Çocuğu olan bir çift ayrılmaya karar verdiğinde bu durum çocuk ile nasıl paylaşılmalı? Emre Sipahioğlu: 2 kişi evlenmiş, 2 farklı karakterin ürün olan bir çocuk dünyaya gelmiş. Fakat gelin görün ki hayat koşulları çifte ayrılma kararı aldırmış. Çocuk hangi yaş durumunda olursa olsun ve ne yaşanırsa yaşansın iki medeni insan gibi çocuklarını karşılarına alıp olan durumun ona anlatılması gerekiyor hiçbir şeyin çocuktan gizlenmemesi gerekiyor. Çocukla açık iletişim kurulması gerekiyor çünkü çocuğun sezgileri kuvvetlidir. Onunla göz kontağı kurarak
17
gerekli olan bilgileri hiçbir şeyi engellemeden aktarmak gerekiyor. Boşanma sürecinde sorun yaşayan çocuklara baktığımız zaman bu çocuklara bilgi verilmediğini görüyoruz. Bilgi verilmemezlik kişide kaygı yaratır. Çocuk hangi yaş grubunda olursa olsun bir şey doğru ve net şekilde aktarılmıyorsa bu güvensizlik oluşturur ve kişideki kaygısını yükseltir. Kaygısı yükselen çocuklar ilgiyi çekmek için agresyon yaşatır. Öfke nöbetleri, ağlamalar, vurmalar ya da geri çekilme. Dolayısıyla bu durumu çocukla açık ve net bir şekilde konuşmak lazım. Olduğu gibi neler yaşanmışsa aktarmak bu süre içerisinde önemli. Diğer püf nokta ise dediğim gibi çocukla göz kontağı kurulması ve ona ‘’ben’’ diliyle aktarmak önemli. Ya da çok küçükse ve bu aktarıldığında çocuk herhangi bir tepki göstermiyorsa o zaman bir uzmandan profesyonel destek alınması gerekiyor.
illustrator: Pascal Campion
Dilara Karabulut, Rıfat Arslan, Ecem Erkol, Cihan Atay
18
PSİKOMEDYA İÇİN MÜZİK DİNLETİSİ ! Siz sevgili okuyucularımızın dinlemesi için bazı şarkı önerilerinde bulunduk. Her birini dinlediğinizde içinizde güzel düşüncelerin gezmesi dileğiyle.. __Axwell Ingrosso- More Than You Know Kübra Kaya __Nil Karaibrahimgil- Benden Sana Ecem Erkol __Kat Frankie- People İpek Kılıç __Porcupine Tree- Arriving Somewhere But Not Here Berk Herman Mete __Harry Styles- Sign of The Times Sema Hatice Durgut __Cem Adrian & Birsen Tezer- Beni Hatırladın mı? Görkem Yılmaz __Kings of Convenience- Cayman Islands Melike Topsakal __Adamlar- Rüyalarda Buruşmuşum Meryem Tumba __MFÖ- Ali Desidero Cihan Atay __Billie Holiday- Gloomy Sunday Tuana Süslü
19
HIRSIZLIK VE ÇİÇEK HIRSIZLIĞI ‘’ Sen ne safsın ya !’’ derler ya hani. Desinler. Keşke dedikleriyle kalmasalar ama o saflık dedikleri mükemmel detayı da azıcık içselleştirseler. Herkesin kurnaz diye nitelendirdiği ama bana kalırsa: ‘’kötüleşmiş dünyada’’ , saflık dedikleri şey efsanevi bir buluş sanıyorum. Kalbin kömür karası olmasından çok, çiçek bahçesi dolmasını temenni eden bir yazı bu. İyi okuyun! Küçükken babama, hırsızdan korktuğumu söylemiştim. Babam, bana hırsızdan şöyle bahsetmişti : ‘’ Bir hırsız görürsem, ilk önce neden hırsızlık yaptığını sorarım. Belki karısı hastadır, çocuğu açtır bilemezsin. Durumunu öğrendikten sonra, yardım etmem gerekiyorsa yardım etmeyi teklif ederim. Tabi kendi bütçem kadar. Vardır bir sebebi, yoksa hırsızlığı tercih eder mi?’’ Evet babacım bana kalırsa tercih etmemeli. Ama tercih edenler var, duyuyoruz artık. Bizde de bir hırsızı oturtup derdini dinleyecek cesaret bırakmadı; bu, çağ denen illet. Ama ben hala, hırsızların anlatıldığı kadar kötü olmadığına inanmak istiyorum baba. Ayakkabısı çalınan bir çocuğa: ‘’ Üzülme, evet hırsızlık yapmak çok kötü bir şey ama belki de iyi bir yere gitmiştir ayakkabın. Belki çocuğuna ayakkabı alamıyordur da, senin kendine alabileceğini bildiğinden çalmıştır ayakkabını. Yani belki çalmak zorunda kalmıştır. Sevin ki, sen alabilecek durumdasın. ‘’ dedim çünkü. Şimdi anlıyorum neden dediğimi. Öyle yetiştirilmişim ben. Sorgusuz sualsiz, suçlamadan. Neden arayarak... İnsanları, sev; dediler bana. Nasıl sevileceğini de göstermişler ki, böyle cümleler kurmayı öğrenmişim. Demem o ki bana; hırsızlardan korkmaktan çok, onlar yardım etmemi öneren babama şu günümde teşekkür borçluyum... Bu yazıyı iki gün önce; çalınan bilgisayarına yazıp, kaydetmişti. Her ay yazdığı dergi köşesinde, bu ay ki yazısı bu olacaktı. Ama yazısı bu sabah çalınmıştı. Bilgisayardan çok bu huzursuz ediyordu onu. Sevda, iyi bir insandı.
20
instagram: jovanarikalo
İnsanları sahiden severdi, yazısında da yazdığı gibi. Ama insanlar onu pek sevmiyor olsa gerek, çünkü hep böyle talihsiz şeyler onun başına geliyordu. Üstelik bu defa babasının onu teselli ettiği gibi bir teselliyi de, kendine veremiyordu. ‘’ Çocuklara verilen her teselli, kolay’’ diye geçirdi içinden. Avutamıyordu kendini. Yazısından ne istemişti, hain hırsız! Oflamayı kesmesi gerektiğini düşündü ve teselliye gelen arkadaşı, Elvanı ağırlamak için ayağa kalkıp çay koymaya karar verdi. -Sağ olasın, Elvancım sen de hemen geldin. Yapacak bir şey yok, hatırladığım kadarıyla tekrar yazarım artık. Taksitle de yeni bir bilgisayar, alırım. Ben çay, koyup geliyorum. Sen rahatına bak. Mutfağa doğru yürüdü, çayı ocağa koydu. Sonradan bir esinti fark etti. Bu kış gününde mutfaktaki balkonun kapısını açık bırakmıştı. Dalgınlık işte. Balkonun kapısını kapatmak için balkona doğru yürüdü. Balkona geldiğinde ise gördüğü şey onun hıçkırıklar halinde, ağlamasına sebep oldu. Elvan ise içeriden hıçkırık sesini duyunca, Sevdaya doğru telaşlı bir şekilde koştu. Sevda, ağlamaklı sesiyle: - Görüyor musun Elvan, çiçeğimi çalmış. Yok yerinde. Elvan’ ın içinin rahatladığı belliydi. Bunun için mi, ağlıyorsun der gibi bir edayla : -Hay Allah, yenisini alırsın ne yapalım. Üstelik bilgisayar kadar da pahalı değil, öyle düşün. Sevda, Elvanı duymuyordu bile. O sırada babasını düşünüyordu. Babası, çiçek hırsızlığına ne der bilemiyordu. Üzülürdü, yanılmışım derdi belki. Babası haksız çıkmıştı bu sefer. Hırsızlar kesinlikle kötüydü. Sevda, Elvana döndü. Ağlamıyordu artık: Biliyor musun Elvan; şu insanların babamı ve beni yanıltmaları yaptıkları çoğu şeyden daha kötü. Ve bunun, babamın veya benim saflığımla kesinlikle bir alakası yok.
BERFİN AKANNAÇ
21
Farkında Ol, Sev, Kabullen... İnsana sonsuz huzur ve güven veren bazı duygular vardır. Aklımıza gelince yüzümüzde kocaman bir gülümsemeye sebep olan bu duyguları bir tek insanlarda mı aramalıyız? Yani sadece bir insanı sevince ya da bir insan tarafından sevilince mi mutlu hissederiz? Belki de yalnız insanlardan his beklediğimiz ya da yalnızca insanlara his beslediğimiz için mutluluk eşiğimiz gitgide daralıyordur. Evet bizler insanız, aynı türdeniz ve bu türün ihtiyaçları gereği birbirimiz ile etkileşim içindeyiz bu tabi ki kaçınılmaz bir doğal sonuç. Peki, bizden olmayanı görmezden gelme eğilimimiz neden kaynaklanıyor, güçsüz olanı ezmek gerçekten bir doğa kanunu mu, madem öyle biz bu kanunu değiştirmek için neden adımlar atmıyoruz? Çünkü kolay olanı yapıyoruz, bahanelere sığınıp kendi vicdanımızı rahatlatıyoruz. Çaba göstermek, başkaldırmak her zaman daha zor olandır. Bizler ‘’ Böyle gelmiş böyle gider’’ düşüncesi altına sığınıp, oturup izlemeyi seçiyoruz. Fakat böyle gelip böyle gitmek zorunda değil. Her gün sokaklarda onlarca hayvan açlıktan ölmek zorunda değil ya da bir takım deneylere maruz kalıp işkence görmek zorunda değil. Hayvanların yaşadıkları zorluklar listesini o kadar uzatabiliriz ki ancak bunu yapmak yerine öncelikle ne yapmamız gerektiğini sorgulayalım. Atacağımız en büyük adım ‘’Farkında olmak ve Kabullenmek’’ olmalı. Onların da bir can taşıdığını ve en az bizler kadar yaşama, barınma gibi bir sürü hakları olduğunu bilmemiz gerekir. Onların da bu evrenin bir parçası olduğunu bilmeliyiz ve bu evrende yaşadıklarını kabul etmek zorundayız hatta biz yokken onların olduğunu ve bizim bütün bencilliğimiz ile onların yaşam alanlarını yok ettiğimizi -ki buna hala devam ediyoruzbilmemiz gerekiyor. Gerçekten bazı konularda kendimiz ile çelişiyoruz. Ormanları yok edip her tarafı binalaştırıp onların yaşam alanlarını bir bir yok edip sokaklara mahkum ediyoruz. Sokakta görünce, ‘Yaa pis bu, çöpleri karıştırıyor’ diye tepkiler veriyoruz. Üzgünüm ama bu düşüncenin yanında o masum sokak hayvanları o kadar temiz ki…
22
Yapmamız gereken şey, aslında herkesin yaptığını iddia edip yapmadığı , yapamadığı o sihirli kelime: ‘’SEVMEK’’. Sevmek derken sadece insanı, kendi türünden olanı sevmek değil. Doğayı sevmek, ağacı, kuşu kediyi, köpeği, evreni.. uzatabildiğimiz kadar uzatabiliriz. Bizden olmayanı sevdiğimiz kadar insan değil miyiz zaten? Duyarlı bir insan olmak sadece çevremize katkı sağlamak dışında bizlere de mutluluk, özgüven verir. Bir hayvanın tok uyumasını sağladığınızı bilmenin verdiği huzurdan ya da sokakta bir köpeğin başını okşadığınız zaman onun o ‘’masum’’ bakışında mutluluğu, sevgiyi görme duygusundan kendinizi neden mahrum bırakasınız ki? Evet hayvansever olmak, onları sevmek, kabullenmek, mutlu olmak, farkındalık oluşturmak aslında bu kadar kolay. Onların iyiliği için sizden zor şeyler istemiyoruz hatta tam aksine o kadar kolay ki... Bir kedinin karnını doyurmak zor bir şey değil, ya da bir köpeğin başını okşamak. Petshoplar yerine barınaklardan hayvanlar sahiplenmek ve daha bunlar gibi bir sürü küçük eylemler. Bu eylemler en başta çok küçük adımlarmış gibi geliyor fakat bu küçük eylemler- in zamanla daha büyük adımlara dönüşmeyeceği ne malum? Sadece benim yapmamla ne değişir demek yerine ‘’Ben üzerime düşeni yaptım vicdanım rahat’’ demek sizce de çok daha huzur veren ve çok daha pozitif bir yaklaşım olmaz mı? Aslında tek ihtiyacımız olan şey karşılık beklemeden sevmek. Sizden güçsüz olanı sevmek ve korumak çok güzel bir eylem. Kendisine benzeyeni, kendisinden olanı sevmek kolay, asıl güzel olan şey farklılıklar ile sevmek. Sevin ve bu sevginin sizde yarattığı bu mükemmel duygu seline katılın. KORKMAYIN,SEVİN!
EZGİ KAYA
23
PSİKOLOJİ VE REKLAMLAR Bizi manipüle ederek ilgili ürünü almamız için yapılan reklamlar.. Bir insanı, toplumu nasıl manipüle ederdiniz, nasıl bir yöntem geliştirirdiniz? Aslında her şey belirli temel şeylere güdülendiğimizden kaynaklanıyor: başarılı olmak, güzel- yakışıklı görünme isteği gibi. Öğrenme davranışını klasik, edimsel koşullama ve pekiştirme yöntemleriyle gerçekleştiririz. Reklamlarda daha çok klasik koşullama örnekleri ile karşı karşıyayız. Klasik koşullamayı hepimiz daha çok Pavlov’ un köpeği ile tanıdık. Bu yüzden Klasik Koşullama’ ya, Pavlovian Koşullama da diyoruz. Pavlov köpeğinin et gördüğünde neden salya akıttığını merak ediyordu. Klasik Koşullama’ da: koşulsuz, koşullu, nötr uyarıcılar ve koşulsuz, koşullu tepkiler vardır. Koşulsuz uyarıcı, doğal uyarıcılar, doğuştan var olan, öğrenmediğimiz uyarıcılardır. Koşulsuz tepki, koşulsuz uyarıcıya verilen öğrenilmemiş tepkiler, nötr uyarıcı,koşullanma öncesi organizma için bir anlamı olmayan herhangi bir tepkiye yol açmayan uyarıcı. Koşullu uyarıcı, nötr ve koşulsuz uyarıcılar birleştiğinde ortaya çıkan uyarıcı. Koşullu tepki ise koşullu uyarıcıya verilen tepkidir. Pavlov’ un köpeğinde koşulsuz uyarıcı, köpeğe et verilmesiydi. Eti gördüğünde salya akıttı ve bu onun koşulsuz tepkisi oldu. Koşulsuz
24
uyarıcıdan önce nötr uyarıcı olan zil sesi verildi ancak ilk aşamada köpek tepkisiz kaldı. Bu düzenle bu süreç ilerdi ve koşullanma gerçekleşti artık köpek zili duyduğunda yani koşullu uyarıcıyı aldığında peşinden et geleceğini biliyordu ve artık eti gördüğünde akıttığı salya koşullu tepkisi oldu. Peki, Pavlovian koşullama reklamlarda bize nasıl sunuluyor? Güdülerimizden bahsetmiştik, temel onlardı. Örneğin araba reklamlarını düşünelim. Reklamda x markalı arabayı, toplumun büyük kısmı tarafından beğeni kazanmış ünlü biri, arabayı sahil şeridinde sürüyor. Denizin mavisi, parlayan güneş, çiçekler, böcekler.. Ardından ekrana art arda, x markalı araba kullanan hayatta kazanır, bu arabayı sürerseniz farklılık yaratır sevilirsiniz vb sloganlar çıkıyor ve reklamın arka fondaki müziği doruk noktasındayken aniden bitiyor. Şimdi bu reklamı Pavlovian koşullama ile tahlil edelim: Reklamın başında x markalı araba, nötr uyarıcı durumunda. ( henüz ne olacak bilmiyoruz, etkilenmiyoruz.)
Koşulsuz uyarıcımız, toplumun sevgisini kazanan bu yüzden güvenilir kabul edilen arabayı süren ünlü kişi. Koşulsuz tepki, o ünlü kişi gibi olmak ve güneşli bir günde deniz mavisi eşliğinde aracı sürme isteği. Koşullu uyarıcı, araba ve sevilen, farklı insan olmak. Koşullu tepkimiz ise yani asıl mesele, x markalı arabayı alma isteğimizin gerçekleşmiş olması. İşte böyle her
reklamda güdülerimiz bizi şekillendiriyor. Güdülerimizi kullanıyorlar. Aman dikkat edin ha ! , bun lar hep Amerika’ nın oyunu diyebilir miyiz, demeli miyiz bilmiyorum ama yine de biz reklamları ölçülü olup daha çok mantığımızı ön plana alıp izlersek faydalı olabilir.
UTKU SENA ŞİŞMAN
25
MUHAKKAK Akşamüzeri işten çıktığımda topuklarımı tıkırdata tıkırdata yürürken Sezen’cilik oynamaya bayılırım. Toplumsal deformasyondan sürekli aşağı çekiştirip durduğum eteğimle son düzlüğü görene kadar kırıta kırıta geçeriz yolları. Yol ağzına geldiğimde müzik susar, etek uzar, topuklar tıkırdamaz. Eve girdiğimde ilk iş babama hal hatır sorarım. Gözlerini saniyenin onda biri kadar elindeki gazeteden kaldırır, sonra tekrar gömülür köşelerde kalmış uzun sütunlara. Kendi halimi kendime sorarım ben de, iyiyim iyi, yuvarlanıp giderim sabah çıkmadan bıraktığım kahvaltının dokunulmamışlığını temizlerken. Babam, eski hakim. Emekliliği geldikten sonra kendi odamı ona tahsis ettim. Gününü evimin güneş alan yerlerini seven bir saksı çiçeği gibi geçirir. Bunca yıldır birlikte yaşamamıza karşın bir bardağın yerini dahi değiştirdiğine rasgelmedim. Severim babamı, lakin affedemem. Onun yüzünden hiç sahip olmadığım siyah rugan ayakkabılar içimi gıcıklar her yüzüne baktığımda. Severim lakin affedemem. İş çıkışı eve geldiğimde masaya benimle oturmaz, yemeğimi salt çatal tabak musikisi eşliğinde yiyip kaldırırım. Yine o sözünü verip de iş gezisinin yoğunluğundan aklından çıkmış ayakkabılara gelir aklım, bulaşıkları yıkarım. Bulaşıkları yıkayınca babam geldikten sonra taşındığım karanlık odaya gider yatağıma sokulurum. Biraz kitap okusam? Yarın muhakkak okurum. Affedemem babamı, çocukluğunuz rugan ayakkabısız geçmediğinden anlamazsınız, severim ama. Ertesi gün hep yeni bir ben karşılar beni aynada. Uyanır, kahvaltı yapar, babamın kahvaltısını hazırlar, topuklu ayakkabılarımın tozunu alır, evden dışarı fırlarım. Köşeyi döndüm mü başlar müzik yine, topuklarım tıkırdar. Çiçeklere su vermeyi unuttum. Dönsem mi? Akşam muhakkak veririm. Gün, akşam peşinden kovalar gibi geçer ve evin son dönemecine kadar yürürüm müzikle. Kapıyı açarım babam ölmüş başında siyah rugan ayakkabılarım. Kutunun içinden fırlamış çiçek solmuş susuzluktan. Günlük gazeteler salondaki koltuğun üstünde, dokunulmamış kahvaltı masada, babam ölmüş. Bir iş gezisi dönüşü trafik kazasında. Siyah ruganlarımı eve getiremeden ölmüş babam ve çiçekler solmuş susuzluktan, evin güneş alan odası kapı duvarken karanlık odada yaşadım. Kitaplarım nerede? Babamı affettim. Ayakkabılarım yanında yatıyor çocukken baktığım enkazda durduğu gibi başucunda. Siyah rugan ayakkabılarımın üstünde babamın kırmızı kanı. Babamı severim ama affedemem.
26
TUANA SÜSLÜ
TOPLUMSAL CİNSİYET Merhaba arkadaşlar. İlk yazımın sizlerle buluşacak olmasının tarifsiz mutluluğunu yaşıyorum. Konuya kadın-erkek eşitsizliği ile başlamak istiyorum. Biyolojik olarak hepimiz kadın veya erkek olarak doğarız. İkinci duruma yani cinsiyetimizin toplumsal boyutuna gelince bu biyolojik bir özellikten farklı gündelik eylemlerimizle oluşan bir şeyi ifade eder. Bu inşa, doğduğumuz andan itibaren başlar. Kadın erkek eşittir denilse de, tarihsel süreç içerisinde kadın erkek eşitsizliği, toplumsal yaşantının temel sorunlarından biri olma özelliğini sürdürmüştür. Toplumsal yaşamda birçok hak ve fırsatta öncelik erkeklerin olmuş, kadınlar daha sonra düşünülmüştür ve ikinci planda bırakılmıştır. Erkek her istediğini yapar, kadın yapamaz anlayışı bugün bile etkisini devam ettirmektedir. Bu konu hakkında bazı örnekler vererek devam etmek istiyorum. Mesela kadının okula gitmesi, üniversite okuması
ağlamaz? Neden evin direği erkek ? Neden evi geçindirmek erkeğin görevi ? İşte bu sorularla başlıyor aslında toplumsal cinsiyet dediğimiz şey. Kız ve erkeğin fiziksel ve biyolojik farklılıkları bunları tetikliyor. Aynı şekilde kadının erkeklerle birlikte olması evleneceği adama ihanet etmesi sayılırken neden erkekte bu durum normal karşılanıyor ? Neden bir kadının gece vakti dışarı çıkması sorun edilirken erkekte bu durum söz konusu bile edilmez ? Bu bakış açıları nasıl oluşmuş? Biraz da bunu konuşalım. İçinde yaşadığımız ortamda kadının erkekten daha narin görülmesi gibi değerlendirmeler bu farklılıkları oluşturuyor. Erkek hep lider konumunda gözükür ancak lider konumundaki bir erkeği yetiştiren ve arkasında olan güçlü bir kadındır. Bunu asla ve asla unutmayalım. Toplumsal cinsiyet farkını araştırmak aslında üç aşamadan oluşmakta: İlki biyolojik farklılıklar, erkeğin daha iri olması kadının daha küçük olması gibi konular daha sonra ikin-
neden erkeklere oranla düşük? Neden hemşirelik veya kuaför gibi meslekler denildiğinde akla gelen kadın oluyor? Neden erkekler
27
ci olarak, kadın ve erkeğin cinsiyet rollerinin toplumsallaşması ve kültür. Son aşamada ise toplumsal cinsiyetin ataerkil merkezli bir rol olduğu ortaya çıkmıştır. Yani toplumsal cinsiyet ücretli çalışma, aile, politika, ekonomik, yaşam, eğitim, hukuk ve daha birçok alanda analizlere katılmıştır. Birleşmiş milletlerin araştırmasına göre; Dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar tarafından görülüyor, buna karşın kadınlar toplam gelirin ancak %10’una sahipler. Başka bir deyişle dünyadaki işlerin %34’ü erkekler tarafından görülüyor ancak erkekler dünyadaki toplam gelirin %90’ına ve toplam mal varlığının %99’una sahipler. Olaya ülkemiz açısından baktığımızda ise karşımıza acı bir tablo çıkıyor; Şehirlerde evli kadınların %18’i, köylerde de %76’sı eşleri tarafından dövülüyor. Kadınların %57,7’si evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşıyor. Aile içi suçların %90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor. Yani günümüzde bütün bunların bilincinde olan güçlü, eğitimli kadınlara ihtiyacımız var. Bu konu sürekli ön planda tutularak kadınların bilgilendirilmesi ve kadınların ortak çalışması gerek. Aynı zamanda bu işin bilincinde olan, ortak çalışan erkeklere de ihtiyacımız var.
BERAT AKKUŞ
28
EKOLOJİ YERİNE EKOLOJİK PSİKOLOJİ Sevgili Psikomedya okuru; dergiye olan özlemimle yazıyorum sizlere.. .Biz psikoloji öğrencilerinin ve psikolojiye ilgi duyan tüm arkadaşlarımızın emek ve ikirler oluşumlarının en güzel izdüşümü, psikomedyamız...Ona yazılarımızla bir adım atabiliyorsak ne mutlu bizlere...Kulüp bünyesinde çıkardığımız dergimizde çok çeşitli, çok renkli öğrenci yapısı var. Ben sizlere bu sayımızda kent psikolojisi üzerinde bu renkli yapının, farklı açılarla üzerine düşen gölgelerinden, karanlıkta kalan gölgelerin, bazen ışığı kırışından bahsetmek istiyorum. Neydi bize göre kentleşme? Kafelerdeki köy kahvaltısı mı, ya da doğal hayata yönelip metropolün ortasına kamp kurmak mı? Organik etiketli ürünlerle kendimizi tatmin etmek mi? Balkonumuzun saksısına domates ekip kendimizi organik tarım yapıyor zannetmek mi? Meşrulaşan kapital sistemin içinde kısır döngümüzü, ömrümüzdeki günlerle takas yaparak idame ettiriyoruz. Bu bizim bazen güçlü duruşumuz bazen varoluş mücadelemiz... Olumsuz cümleler çok iç bükey gelir ama benim kent ve psikoloji kelimelerinin art arda sıralanmasından bir çok kelime geliyor aklıma... örneğin agorafobi, toplum ruh sağlığı merkezleri, anti depresif ilaçlar, toplum kurbanları, tahammül sınırımız yokmuşçasına hareket etmek, şiddetin sadece fiziksel olmadığı gerçeği ,var olan gerçeklerin yumak yumak saklanması, korkan medya, susan yazar, düşünce suçluları ve süregelen nefret cinayetleri... “Çilli ya da düztaban olmak ne kadar erdemden sayılabilirse, iyimserlik de ancak o kadar erdemlidir” diyor Eagleton. Çünkü iyimserlik de bir o kadar ölçüde kadercilik türüdür. Hiç beklentisiz güven ve itaat etmeyi beraberinde gerektirir. Modern hayatımızda ve kent yaşamımızda sabah dokuzda güne başlayan, beş oldu mu bitiren kitle...klostrofobik mekânlarda insanlardan aynı şeyi beklemiyor mu sizce ? İtaat et, sorgulama, hızlı kabul edişlerle dolu modernize temalı, bayağı hayat kitlesine sahip olmak etrafını, Ferhan Şensoy değişi ile güllerle donatmak değil mi bu evren ... Yahut şöyle mi düşünsek, Modern psikoloji bizi çok sevsin ve içindeki tüm iyimserliği bize versin. Kendisinden kent psikolojisi için betimleme rica etsek eminim ki gözleri uzun uzun dalar. Kent bize katledebileceğimiz tüm olanakları sunar; kahvemizi içer kağıt bardağı çöpe atarız, üzüm üretir şarabı satarız, tuvaletlere şifrelerle gireriz, parfümlerimizle doğanın nefesini daraltırız, saatlere bile karışırız ileri geri adımlar atarız... Unutmamalıyız ki...beynimizdeki nöronsal stres faktörleri bize küsmek üzere ...Bir sonra ki sayımızda görüşmek üzere...Özgürlüğün kahkahası ile hoşçakalın...
MELİS TİMUR
29
FİLM ÖNERİLERİ
THE GREEN MİLE
Dünyada yaşanan bütün acıları hissetseydiniz ne yapardınız? Bütün kötülükleri, vahşeti, acıyı... John Coffey bizim düşünmeye korktuğumuz bu hissi her zerresinde her gün hissediyordu. Üstelik kendisi bir sineğe dahi zarar veremezken. 1999 yapımı olan bu dram filmi Stephan King’in “The Green Mile” isimli kitabından uyarlanmıştır. Ayrıca yönetmenliğini ve senaristliğini üstlenen Frank Darabont, Esaretin Bedeli filminin de yönetmenidir. Çekimi sırasında bile birçok kişiyi ağlatan film, o dönemlerdeki ırkçılığı ve adalet anlayışını göz önüne seriyor. Oldukça ürkütücü görünümünün altında sıcacık bir kalp taşıyan Coffey, bir takım doğaüstü özelliklere sahiptir. John Coffey iki küçük kızı öldürmek suçundan idama makkum edilmiştir. O dönemlerde ağır suçluların gittiği Could Montain hapishanesinde, mahkûmların “Yaşlı Sparky” diye bahsettiği elektrikli sandalye için sırasının kendisine gelmesini bekliyordu. Fakat başgardiyan Paul Edcombe bu adamda bir şeylerin farklı olduğunu hissetti. Filmin ilerleyen dakikalarında olayın gerçek yüzü ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar gardiyanlar istemese de yaşlı Sparky’e giden bir millik yeşil yolu yürüyor... Kaliteli kadrosu ve deneyimli yönetmeniyle yıllardır kendini defalarca izletip, ağlatan bu filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum. 30 SÜMEYYE KARAGÜLLÜOĞLU
The Truman Show “Yaşamı boyunca özgür olamamış bir adamın hikâyesi”
Olay, kahramanımız Truman Burbank’in etrafında gelişiyor. Truman doğduğunda velayeti bir yapım şirketi tarafından satın alınıyor ve Truman üzerinden televizyonda 24 saat canlı yayınlanan bir reality şov başlıyor. Bu şov süresince Truman’ın ilişki kurduğu tüm insanların aslında birer oyuncu olduğunu görüyoruz. Çevresindeki herkes kendi rolünü oynuyor. Olayların yaşandığı yer ise Seaheaven adlı kasaba. Bu kasaba ise gerçekte bir film stüdyosu. Bu stüdyo, dış ortama izole ve yapay bir dünyadan ibaret. Gerçek dünyanın aksine bu yapay dünya huzurlu, düzenli ve temiz. Her şey Truman için tasarlanmış. Yaşadığı kasaba, etrafındaki insanlar, hatta eşi bile Truman’ın yapay, kurmacadan ibaret dünyasının birer parçası. Truman film boyunca sistemi sorgulamayan, ona sunulanları değiştirmeyip kabul eden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Yaşamı boyunca ona çizilen alan dahilinde özgür olabilmiş, film stüdyosundan ibaret olan kasabasının dışına çıkamamıştır. Bunun eksikliğini de hissetmemiştir. Ta ki hayatının monotonluğundan sıkılıp Fiji’ye gitmeye karar verene kadar. Şov ekibi, oyuncular ve yönetmen Truman’ın bunu gerçekleştirmesini engellemeye çalışır. Truman artık bir şeylerin ters gittiğini fark eder, büyük bir kararlılık ve azimle Fiji’ye gitmeye çalışır. Yönetmen Christof ise artık bu oyunun son bulduğunu anlar ve Truman’a her şeyi açıklar. Truman’ın iki seçeneği vardır: Ya onun için kurgulanmış bu dünyada kalıp yaşamını huzur ve güven içinde sürdürmek, ya da bunca yıldır yaşadığı yapay dünyayı terk edip, gerçek dünyada yepyeni bir hayata başlamak...
İDİL KARAMEHMETOĞLU
31
FİLM ÖNERİLERİ
The Truman Show, izleyenleri medyanın gücü ve yapay gerçeklik kavramı üzerine düşündüren bir kült film. Dram ve komedi öğelerini bir arada bulunduran The Truman Show hiçbir zaman özgür olamamış bir adamın hikâyesini anlatıyor.
FLÖRT ŞİDDETİ: NE MÜNASEBET!
H
erhangi bir olay yaşandığında, insanlar geçmiş şemalarına dayanarak o olayı algılarlar. Eşinin onu dinlemediğini düşünen bir kadın “Beni artık sevmiyor” diye düşünebilirken; başka bir kadın ise “Belli yorgun, beni bile duymuyor” diye içinden geçirip üzülebilir. Hepimiz farklı yaşantılara sahip olduğumuz için farklı şeyler düşünmekteyiz ama artık “Bu işte bir yanlışlık var” diyebildiğimiz şeyler olsun. Size flört şiddetinden bahsetmek istiyorum. Çok zalimce gelebilir ama fark ettiğiniz yerde kaçmanızın gerektiğine inandığım bir şiddet türüdür. Yoksa hayatınızdan çok şeyi çalabilir, ben bu tedirginliğe sahibim. Yaşadığımız toplumdaki, geleneksel ilişkileri bilirsiniz. Hani şu, insanların biriyle birlikteyken, fanusa kapatılması zorunluluğundan bahsediyorum. Ne çileli bir zorunluluk, insanların hayatında yıllardır çözülmemiş bir düğüm oldu kaldı. Kendini bu zorunlulukta hisseden, kültürümün insanına sesleniyorum: ‘Asla böyle bir zorunluluğun yok, bu tabuyu yık! Sen de rahatla, biz de!’ Bu flört şiddeti dediğimiz, bir şiddet türüdür. Sahiden, tüm kabul ettiğiniz o çileler, size uygulanan bir şiddettir hanımlar ve beyler. Sizin sınırınıza giren her şey şiddet emsalidir. İlla fiziksel bir hamle olmasına gerek yok. Bize bunca zaman fiziksel şiddet dışındaki hiçbir şiddet türünden bahsetmediler, şaşırıyorsanız da haklısınız. Flört şiddeti de toplumda bahsedilmeyen bir şiddet türüdür. Bence flört şiddeti en kabul gören ve en yıpratıcı olan şiddet türüdür. Çünkü yaşarken, bir şeyler yolunda değil biliyorsun. Bir şey seni boğuyor ama adı ne, bilmiyorsun. Bu bir problem mi, bilmiyorsun. Tokat yesen, bana şiddet uyguladı dersin. Ama “dışarı çıkamazsın” diye buyurduğunda, ne desen bilemiyorsun. İşte bu yüzden en boğucu şiddetlerden biridir. İnsanın içinde tanımlayamadığı her şey, bilinmezliktir. Bilinmezlikten bahsetmeyeceğim şimdi, hepiniz hayatınızda o çaresizliği bir defa da olsa yaşamışsınızdır sanıyorum? İşte tam o an da hissettiğinizden bahsediyorum. Bunu hissetmeyi bilerek ve isteyerek kabul etmek bir çılgınlık. Hele bunu kabul etmek zorundaymış gibi lanse etmek, insanların hayatından çalmaktır. Yapmayınız gözünüzü seveyim. Kimse sizin sözünüzü dinledi diye, size sadık olmaz. Kimse de kendi hayatını, kendi doğrularıyla yaşadığı için sadakatsiz değildir. Bakın sadakat, el kol bağlanarak korunmaz. Geliyorum sözün özüne, arkadaşlarım: Hayatınızdaki partneriniz sizin sınırınıza giriyorsa, burada yanlış bir şeyler var diyeceksiniz. Ve bu yanlış şeyi şöyle tanımlayacaksınız, “Flört Şiddeti”. Sonrası size kalmış, bilerek ve isteyerek birine yanağınızı uzatır mısınız vursun diye? İşte tam bu dediğimden hiçbir farkı yok, acıyan yerleriniz ve sizden götürdükleri dışında. Birinin size attığı tokat ne kadar kabul edilebilirse, flört şiddeti de o kadar kabul edilebilir bir şey. Umuyorum ki artık biliyorsunuz. Aşağıya sizin için flört şiddetine ilişkin birkaç örnek ve verilecek cevaplar listesi hazırladım. Cep kitapçığı yapıp, hak edenin yüzüne çarpın diye.
32
- O erkekle/ kadınla görüşemezsin. +Buna ben karar veririm. - Gece dışarı çıkamazsın. + Neden, ben güneş miyim? - O eteği giyemezsin. +Sen, kimseye böyle bir emirle gidemezsin! - Bir kadeh içebilirsin. +Kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde, bir türlü bu dediğini anlayamadım. - Instagram şifreni ver. + Şifre benim, seni üzerim. - Ya benimsin ya kara toprağın* * Buna verilecek cevap bile yok,bu yüzden kaç insanın öldürüldüğünü hatırlayın. DİPNOT: Bunları söylerken, en büyük bahaneleri SEVGİ olabilir. Sevginin bu bahsettikleri, şeyle alakası olmadığını söyleyin. Gücünüz yetiyorsa öğretin. Bilgi, paylaşmak için var :) . BERFİN AKANNAÇ
illustrator: Keith Negley
33
SAPKINLIĞIN MASKESİ 1.BÖLÜM Koku... Kamelya’nın... Bu susuzluk bir hastalık mı? Gözlerini dudaklarından, saçlarından alamamak. Üzerlerine çıkıp kıpırtısız kaldıklarında soluklarını hissetmek, ince seslerinin ahenkli çığlıklarını. Gözlerindeki korkuyu içmek adeta. Sessizliği duymak ve sarsmak onu. Çünkü buradaki tüm sesler bana ait. Fısıldamak ve son sözlerini duymak. Çırpınışlarının altında pürüzsüz vücutlarını izlemek ve süzülen kanın tadına bakmak. Işığın hakimi olmak, bedenlerinin ve ruhlarının son demlerinin. Bu yüzden bu şehir, zindanları andırıyordu. Sessiz pencerelerin parmaklıklar ardındaki hüzün verici öyküsü. Bu öyküye kulaklarını tıkamak zorundaydı. Kendi kalbinin sesleri o kadar ağır basıyordu ki... Bu sefer aradığı haz en keskini olacaktı. Bunu tam midesinde hissedebiliyordu. Oradan yukarıya sancılı bir istek kalbine ve beynine hükmedebilecek kadar ileriye gitti. Sessizce ama hiç beklemediği bir anda oldu bu. Bir sabah uyandığında işlerin yolunda gitmediğinin farkına vardı. Kafasındaki kesintisiz uğultu aslın da hep oradaydı. Bunun farkına var
34
ması o salisede oldu. Çoktan beri yakasını bırakmayan o isteğin galip çıktığı anlardan birinde hazırlıksız yakalandı. Bu seferki doğruca kalbindeydi, bir düşüş gibi aniden geldi. O anda birdenbire yüzü çarpıldı, ifadesi korkunçlaştı. İsteğin soluğuna dahi işlediğinin farkına vardığı an bütün yüzünü bir ürperme sardı. Korkunç, akla hayale sığmayan isteklerin pençesindeki yüzünü. Bir çığlık koptu göğsünden. Dudaklarından bir ıslık gibi fırladı adeta. Bu çığlıkla beraber insani olan her şey kayboldu sanki. Karşıdan bakan birisi ona, aynı adamın böyle bağırabileceğini aklına bile getiremezdi. Hatta bağıranın o değil de onun içindeki bir başkası olduğunu düşünürdü. Titreyerek, çırpınarak, ürpererek öldürmeyi istemek işte böyledir. O gün oturduğu bankta karşısındaki kızları gördüğü an zihnini dolduran yakıcı bir aydınlıktı B. için. Kuş arayan bir kafesi andırıyordu. Sessiz ama temkinliydi. *********** Hayat bazen ufaktı onlar için. İkisi de gayesiz ve gerektiğinde ruhsuzlardı. Paranın gerçek değerini öğrenmeye çalışmak bir oyun gibi geliyordu henüz. Lisa ve Lisa. Güzel ve parlaktılar. Bu
yüzden hayatın kötü, sırıtkan yüzünün onları es geçtiğini içten içe hissediyor ama birbirlerine itiraf etmekten kaçınıyorlardı. Işıklar altında sahnede olmaya bu kadar çok alıştıkları için kimsenin gelmeyi tercih etmeyeceği bu gösterişsiz sahil kenarında, onların güzelliğini gözleriyle takdir etmeyen basit bir adamın bakışlarında kalmak onları rahatsız ediyordu. Hoşlarına gidense bunun o ışıltılı ama içten içe sıkıcı hayatlarına katabileceği farklı renkti. Ve bu fırsatı değerlendirmeye karar verdiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde yüksek topuklarının yankısı eşliğinde yakaladıkları şansı irdelerken barın nahoş ışıkları altında sabahki basit adam göründü. Ama ne şans ki bu basit adamın aslında onları görkemli modellik hayatına taşıyabilecek erkek olduğuna hala inanamıyorlardı. ********** Çığlıkların dansı bu. Buz gibi, için ürperiyor. Artık kızların sesini duyamıyordu dudaklar ne kadar hareket etse de. Yalvarışlarını göz ardı etmek değil bu. Acıyı yükseltmek. Acıyla iç içe olmak, acının içinde erimekti. Acının içinde kaybolmak. Çığlıkları acının tatlı mısralarıydı. Adeta küllerinden yeni
doğan kuşlardı kızlar şimdi. Çok daha güzel ve görkemliydiler. Lisa’yı sona bırakmak ayrı bir hazdı. Onu bağlamak, kalçalarında gerilen ipi daha da sıkmak ve çırılçıplak vücudun kırmızıya boyanışını izlemek, büyüleyici olmaktan uzaktı. Yine. Çünkü tatmin olmuyordu. Deniyordu. Ama her yeni sabah içindeki o ses daha şiddetle ‘Acını azaltabilirim.’ diye haykırıyordu. Hislerini geri alabileceğini vaat ediyordu. Hem de hepsini. Evet hepsini. Fısıltıları arasında yankılanıyordu alaycılığı. Bu ses onu fark ettirmeden girdaba çekmeyi görev edinmişti. Sonundaysa hep diyordu ki, “ Ama bana acının nerede olduğunu göstermelisin.” Ve B. bu sese yanıt vermek zorundaydı. Çünkü bu ses onun çığlık atan yanıydı. Şimdi ona acıyı gösteriyordu. Kızların onun eline düşmesi oldukça ironikti. İki güzel kız kendisini bir şans kuşu olarak görmüştü ve onu tavlamak için her türlü oyuna başvuracaklardı. Onları yakalayan kendisi olmasa da bu kızların birinin eline düşeceği kesindi. Daha önce hiç iki kızı aynı anda düşünmemişti. Oysa öldürmenin yıllardır hayatını şekillendirdiği bir adam için hala ilklerin olması hayatın bir başka sürpriziydi. Bu yüzden çifte haz duymayı beklediği
35
için onu kim yargılayabilirdi? Giysilerini parçaladı. Ama bu hiç de hayvani değildi. Bir sanatçının titizliğiyle yaptı bunu. Düğme düğme, tek tek zarifçe kopardı hepsini, pantolonlarını ilmek ilmek yırttı. İş üzerindeki bir ressam gibiydi. Kaşları çatılmış, yüzü hafif gerilmişti. Gözlerini kısmış, dudakları bir şeyler mırıldanıyordu. Her kopardığı parça eşsiz bir fırça darbesini andırıyordu. Artık çırılçıplak kaldıklarında gözlerini kapattı. Ve kokladı. Daha önce tadına hiç bakmadığı leziz yemeğin kokusunu içine çekti. Sonra onu serbest bıraktı. İçindeki hayvanın da tüm güdülerini ele geçirmesine izin verdi. İşte o zaman önce kızların saçlarını kesti. Bir anda değil yemek yercesine sindire sindire. Her kopan parça ruhuna ekleniyordu. Uzun bakımlı saçları bukle bukle kesti. Hepsini, hepsini! Bunu sadece kızları aşağılamak için yaptı. O anda aldığı en ufak kararlar dahi ölüm kalım savaşına dönüşüyor ve hayal gücünün en sinsi derinliklerine etki ediyordu. Normalde hayatınıza girmeyecek iki güzel kızın koşulsuzca tamamen sizin olduklarını düşünün. Bedenleriyle ve sonunda ruhlarıyla sizin. Son ipek saç yere düştüğünde kızların gözlerinden süzülen yaşların tadına baktı.
36
Parmağını yüzlerinde gezdirdi ve sanki hiçbir ayrıntıyı yaşamadan atlamak istemiyordu. Daha şimdiden tamamen uyuşmuş gibiydi. Mekanik haraketlerden uzaktı. Çünkü aslında duygular olmadan bu işin istediği gibi gitmeyeceğinin farkındaydı. Tüm bu muhteşemlik onun hislerine bağlıydı. Ellerinde tuttuğunu daha güzel hale getirmek, onları gerçekten yaşatmak yalnızca onun elinde. Ve istediği bu ellerde ‘ insanlığın boynuydu’. Kızlardan başlıyordu. Öykünün devamı için bloğumuzu ziyaret edin : http://isikpsikomedya.blogspot. com.tr/ ŞEYMA KARA
Çizim: Şeyma Kara
37
NEDEN PSİKOLOJİ? Hepimizin küçükken, ‘ Büyüdüğünde ne olacaksın yavrum? ‘ diyen bir büyüğü olmuştur ve o zamanlar önemini anlamlandıramadığımız bu meslek seçiminin, hayatımızda ne kadar önem taşıdığını ilerleyen zamanlarda daha iyi kavrarız ve gelecekte ne olmak istediğimizle ilgili bir arayış içine gireriz. Meslek seçiminde belirlediğimiz kriterler kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Okulumuzda Psikoloji Bölümü birinci sınıf öğrencilerine, Psikoloji Bölümü’ nü neden seçtiklerini sorduk. İşte cevaplar: DİLGE DİZE YILDIRIM, ‘Psikoloji bölümünü kendime yakın hissettiğim için seçtim. Bu bölümü son dakika seçmek zorunda kalmıştım ancak şuan çok mutluyum ve her şeyden önce iyi ki bu bölümü seçmişim diyebiliyorum. ‘ SELEN NEVŞİN, ‘İnsanlarla konuşmak, insanların dertlerine çözüm bulmak hoşuma gidiyor. Bunu bir meslek olarak değil de bir zevk olarak yapabileceğime inanıyorum. Ayrıca Çocuk Gelişimi alanına özel bir ilgim var ve insanların duygularını, düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için bu bölümü seçtim. ‘ SİMGE GÜNEY, ‘ Hukuk ve Psikoloji Bölümleri arasında karar vermem gerekiyordu ve Psikoloji Bölümü’ nü seçtim çünkü bu bölümü kendime daha yakın buldum.’ LEYLA NUR AKDAĞ, ‘ Psikoloji bölümünü neden seçtim, çünkü insanlar genelde sesimin yumuşak olduğunu, rahatlatıcı olduğunu ve onlarla sohbet ettiğimde rahatladıklarını söylüyorlardı ancak o zamanlar sayısal öğrencisiydim. 12.sınıfta katı bir karar alarak eşit ağırlığa geçtim ve Psikoloji Bölümü odaklı çalışmaya başladım.’
ŞEYMA KARA, ‘Ben aslında sayısal öğrencisiydim. Psikiyatri ve psikoloji arasında gelgitler yaşıyordum bu yüzden eşit ağırlığın sınavına da girdim ve psikolojide karar kıldım çünkü insanların düşünme mekanizması, özellikle insanların içlerindeki dürtüleri kontrol etme becerileri gibi konular beni Psikoloji Bölümü’ ne yöneltti. En çok ilgilendiğim konular seri katiller ve şiddet. Bu yüzden Klinik Psikolojide yoğunlaşmayı düşünüyorum. Bunların dışında okuduğum kitaplarda ve yaptığım araştırmalarda rüyalar, meditasyon, bilinçdışı gibi konular baskın geldiği için Psikoloji Bölümü’ nü tercih ettim.’ AYŞEGÜL ORTAKAYA, ‘Nörobilim alanında araştırmalar yapmak ve bu alanda uzmanlaşmak istiyorum bu yüzden Psikoloji Bölümü’ nü seçtim.’ CEVRİYE ÇETİN, ‘ Hayatım boyunca insanlarla iletişim kuracağım bir meslek istiyordum böylece hayatımın her noktasında o mesleği yapmasam bile kendi işime de yarayabilir. Bu yüzden Psikoloji Bölümü’ nü seçtim.’
ALARA EHLİDİL, ‘Psikolojiye lise ikiden beri ilgim vardı ve insanlara yardım etmeyi, onları dinlemeyi sevdiğim için bu bölümü seçtim.’ SEMA HATİCE DURGUT, ‘Öğrenmek için en iyi yöntem nedir? Olumsuz olaylarla nasıl başa çıkarsınız? Neden âşık oluruz? Bunlar psikologların araştırdığı sorulardan sadece bazıları... Tüm yaşantımız boyunca deneyimli bir bilim insanıymışçasına yaşadığımız dünyayı tanımak için gözlem yapar ve sorular sorarız. Yani Psikoloji bizim hayatımızın bir parçasıdır. Arkadaşlarımızın verdiği cevaplarda, insanların davranışlarını anlamak, insanlara yardım etme isteği temel amaçlarıdır. Benim Psikoloji bölümünü seçmemin sebebi ise insanlara yardım etmekten ziyade insanların buna neden ihtiyaç duyduğunu, günümüz yaşam koşullarının insanı psikolojik olarak neden ve nasıl yıprattığını araştırmaktır. Daha sağlıklı birey olarak insanların hayatlarında güzel izler bırakabilmek ve insanları dinleyerek sorunlarını çözmek için bu yola baş koydum.’
SEMA HATİCE DURGUT