PsikoMedya 3
2. Psikoloji Gününe Özel
2. Işık Üniversitesi Psikoloji Günü Tarih: 30-04-2017 Pazar Yer: Işık Üniversitesi Maslak Kampüsü Konu: Sanat ve Cinsellik Program: •09.30-10.15 Açılış Konuşmaları
•Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gülden Güvenç - Hoşgeldiniz
•Öğr. Gör. Ezgi Deveci - Kulüp Etkinliklerinin Akademik ve Mesleki Hayata Etkisi •10.15-11.00 Cinsellik Sadece Fiziksel Sağlık Mıdır Yoksa Duygusal, Zihinsel ve Sosyal İyilik Halini De Kapsar Mı? - Öğr. Gör. Ezgi Deveci •11:00-11:15 Ara •11:15-12:15 Mitolojide Cinsiyet ve Cinsellik- Psikiyatrist Dr. Ceyda Güvenç •12:15-12:30 Ara •12.30-14.00 (Panel) Sanat Neden Cinselldir- Prof. Dr. Balkan Naci İslimyeli Sanatsal Eylemde Yaratıcılığın Narsistik İçeriği ve Cinsellik- Doç. Dr. Oğuz Haşlakoğlu Cezalandırılan Tenin Heykelcisi-Prof. Meriç Hızal Moderatör- Prof. Dr. Evangila Şarlak •14:00-14.45 Yemek Arası •14.45.-15.00 Işık Üniversitesi Dans Kulübü Gösterisi •15.00-15:45 Cinsellik ve Psikodrama- Psikiyatrist Dr. Aytül Gürbüz Tükel •15.45-16.00 Ara •16.00-16.45 Dans / Hareket Psikoterapisi- Uzm. Dans ve Hareket Psikoterapisti Sevin Seda Günay •16:45-17:00 Kapanış
2
3
PsikoMedya Ekibi İdari Editör
İçerik Editörü
İçerik Editörü
H. Tuğçe DEMİRCAN Gizem KARA Ecem ERKOL Danışman Dizgi-Tasarım
Zeynep Ecem PİYALE
Yazarlarımız
Ulaş BAHAR
Arda Tutkun Atahan Karadağ Başak Bayram Dilan Tosun Dilara Karabulut Gülcan Köse Mader Bengisu Bilgen Melis Timur Merve Nur Akıl Şeyma Bacın Tuba Güler Tuğçe Tutan Tuğçe Yurtsever Utku Sena Şişman
4
Sevgili okuyucularımız, Bu yılki ekibimizle birlikte, bu yıl için son sayımızı yayınlamaktan gurur duyuyoruz. Editörler olarak her ay harcadığımız çabanın sebebi, Işık Üniversitesi’ne ve öğrencilerine kayda değer bir şeyler katmak, psikoloji alanında yapılanlar hakkında bilinçlenmek, yapabileceklerimiz hakkında bilgilenmek ve bir üniversiteye yakışır kalitede paylaşımlar yapmak idi. Bu yolda, sesini duyurmak isteyen herkese kapımızı açtık, kapısını açmayanlara anahtar olduk. Sonunda bir PsikoMedya ailesi olduk. Size, okuyucularımıza ve ailemizin üyelerinin her birine tek tek sevgilerimizi yolluyoruz. Biz bu özenle büyüttüğümüz, hep birlikte sahiplendiğimiz bültenimizin sorumluluğunu aktarırken geri dönüp baktığımızda, bu amaç uğruna harcadığımız hiçbir çabadan pişman olmadığımızı, aksine PsikoMedya’nın bir parçası olmaktan ne kadar memnun olduğumuzu görüyoruz. Bu sebeple meşalemizi devrederken içimizde şüphe yok. Biliyoruz ki bu ateşi yakan sadece biz değildik. Bitirirken, öncelikle bize danışmanlık yapan, değerli görüşlerini bizimle paylaşıp bize yol gösterdiği için ve hiçbir zaman bıkmadan bizimle olan sevgili danışmanımız Zeynep Ecem Piyale’ye, 3 yıldır PsikoMedya’da gazete, site ve dergi grafik-tasarımını üstlendiği için Ulaş Bahar’a, bizi her zaman destekledikleri için sevgili Psikoloji Kulübümüze en içten duygularımızla şükranlarımızı sunuyoruz. Ayrıca bölüm başkanımız Prof. Dr. Gülden Güvenç’e de desteklerinden dolayı teşekkür ediyoruz. Bol kelimeli günler, bol literatürlü makaleler dileriz :) PsikoMedya Editörleri
5
Kime Göre? Melis Timur
Sevgili okurlar; evrenin mavi kadifemsi dokusundan, Nazım’ın da deyişi ile bir yaldız zerresinden selam olsun hepinize... Okuma alışkanlığımız, gördüğümüz eğitim, değişen iklimler, hangi yüzyılda bu evreni tattığımız, uzay boşluğuna baktığımızdaki kurduğumuz hayaller, evreni algılama biçimimizin bu denli farklı olmasının temelinde yatan farklı ekolleri bu hafta neden birlikte düşünmüyoruz? Freud deyince ilk akla gelen güdü ve dürtü kavramlarından yola çıkalım. Freud psikoseksüel gelişim üzerinde önemle durmuş, pek çok nevrotik durumun gelişiminde çocukluk cinselliğinin önemli bir rol oynadığını savunmuştur. İnsanların tanımlamasından bağımsız olarak haz veren nesne ve duyguya, organizmanın yönelimi olarak kullanılmıştır. Sadece Freud ile sınırlı kalmaz tabi ki... Schopenhauer’a göre erkek kadına göre çok eşlidir. Erkekliği kadına bağlamak toplumsal açıdan olumlu görülse de erkeğin doğasına ve içgüdüsüne aykırıdır. Ona göre, kadın doğası gereği tek eşli olmak zorundadır. O yüzden “Erkeğin aldatması kadının aldatmasından çok daha affedilebilir olmalıdır.” Aristotales’e göre “kadınlarda ruh bulunmadığı”, Kant’a göre “kadınlarda akıl
6
yeteneğinin eksikliği”, hatta Fichte’e göre “kadınların duygularının sınırlarının saptanması gerektiği” gibi yaklaşımları hep görürüz... Socrates, Leibniz, Erasmus Von Roterdan, John Stuart Mill dışında, kadınlarda özgün bir düşünce görebilmek diğer düşünürlere göre düşünülebilir bir şey değildi. Erkek filozoflara göre, düşünce erkeklerle, duygu ise kadınlarla özdeşleşmişti. Filozof kadınların hayatları ve yapıtları üzerindeki tartışmalar, onların çok kez cinsellikle ilgili dedikodulara karşı korunmasız olmaları yüzünden daha çok güçleşmiştir. Aspasia’ya karşı Antik yazarların iftiraları ile (tanrıtanımaz, aracılık, çok eşlilik gibi) başlayarak Isolta Nogarola’ya yapılan ensest karalamasından, “bilimsel leydiler”, “mavi çoraplılar”, “erkek kadınlar” olarak adlandırmalar hep filozof kadınlara, düşünen ve düşündüğünü belli eden kadınlara gelmiştir. İnsanlık evrende yaşadığı sürece ne felsefi ekoller ne de doğa, iklim, varoluş, cinsellik, benlik kavramları durağan kalmayacak konuşulanlar birer birer tartışmaya açık ekoller olarak bizleri sorgulamak üzere bekleyecek... Her gelen nesil gördüğü felsefe dersinin altının ne denli dolu olduğu düşüncesiyle
geçirecek olursa ki vakitlerini... Peşi sıra sahneye çıkacak nice fikirler... Dünyaca ünlü filozoflardan çok sevdiğim Frederic Nietzche’nin bir cümlesi ile hem olayı anlamak için arif olmak gerekmeyen sırrını açıklıyor, hem de buruk bir tebessümle bir sonraki yazıda görüşmek üzere veda ediyorum. Çaresizseniz, Çare sizsiniz...
7
Aşk Nedir Diye Sordunuz Mu Hiç? Gülcan Köse
Aşk nedir diye sordunuz mu hiç? Ferhat ile Şirin kavuşsaydı yine de aşk olur muydu ortada? Diyelim ki Ferhat ile Şirin kavuştu. Yine de destanlarda yazıldığı gibi olur muydu büyük aşkları? Hani hikâye bu ya biraz düşünelim. Ferhat ile Şirin evlenmişler. Ferhat dağları deldi sonuçta, onlara da güzel bir ev, bir araba verirler, Ferhat’a yüksek maaşlı bir iş... Bir akşam iş çıkışı da Kerem ile Mecnun Ferhat’ı ziyarete gelir. Onlar da merak ediyorlar tabi “Kavuşmak nasıl bir şey?” Tutarlar kolundan Ferhat’ı zorla anlattırırlar: “Geçen gün tartıştık, neymiş çöpleri dışarı çıkarmamışım, ben senin için dağları deldim, çöpleri çıkarmasam ne olur?” Ne yazık ki durum bundan ibaret olurdu büyük ihtimalle. Çünkü aşkta kavuşamamak vardır. Eğer kavuşursa aşıklar, bir birliktelik başlar ve birlikteliğin devamı için aşk yeterli olmaz. Öte yandan, sevgi oluşursa iki kişi arasında işte o zaman bu birliktelik sonsuza kadar devam edebilir. Ama tek başına aşk olan bir birliktelik çok da uzun sürmeyecektir. Aşk eninde sonunda biter.
8
Aşkı ölüme karşı bir savaş olarak nitelendiriyor yazar. Sebebi ise gayet mantıklı ve bilimsel. Hayatta kalma içgüdüsüyle genlerini geleceğe taşımak yani üremek. Aşkı aşk yapan en temel sebep budur aslında, genlerini geleceğe taşımak. Belki de bu yüzden aşk en basit olanıdır. Bu yüzden aşk biten bir şeydir. Birlikteliği olan iki insanın anlaşabilmesi birlikteliğin ömrünü belirler. Aşık olunan kişiye sevgi beslenemezse sonu hüsranla biter ve aşkın gözünün kör olduğu düşüncesi tam da bu noktada devreye girer. Kitapta çok ince ayrıntılara yer veren yazar, “Partner seçiminde aşk yeterli değilse neleri dikkate almalıyız?” sorusuna da detaylı bir şekilde cevap vermiş.
Öykü Yazısı: Tercihlerim Neden Mi Bu Yönde? Tuğçe Tutan Tercihim neden mi bu yönde? Aslında bu dediğinizi düzeltmek isterim doktor. Yapılan en büyük hata bunun bir tercih olduğunun düşünülmesidir. Bu, özünüzdeki hislerin dışarı vurumudur. Bu yüzden bu soruyu “Özünüzü nasıl keşfettiniz?” şeklinde sormanızı tercih ederdim. Ancak ne kadar zamandır böyle olduğumu soracak olursanız, size kendimi daha iyi anlatabilirim. Kendimi bildim bileli böyleyim diyemeyeceğim çünkü farklı olduğumu hissedeli o kadar da uzun zaman olmuyor. Kendimi, hislerimi, bu hislerin nedenlerini bulmaya çalışırkenki acılarımı hala dün gibi hatırlıyorum çünkü. Karşı cinse olan ilgim neden sadece onlar gibi olmayı istememle kalıyor? Acaba bendeki hisler diğer erkeklerde de var mı? Böyle hissetmem yanlış mı? Sorduğum sorulara bir cevap bulamayışım sanırım özümü sorgulayışımın belirtisi. Her ne kadar bir cevap bulamasam da içimde, böyle oluşumu açıklayamamamın bir nedeni olmalı. Diğer yandan içimdeki o “karşı cinsten olma isteği”. Onlar gibi hissetmeye karşı duyduğum istek ve merak ve bu merakımı yenme girişimlerim. Hepsi saklamak istediğim şeylerdi benim için. Şu an hislerimden ne kadar emin olup onları kabul ettiysem de, onları sorgularken, var olan hislerimin uygunsuzluğu düşüncesine hapsolmuş, gergin ve kendimden kaçar haldeydim. Hislerimi yalanlıyor, bazen görmezden geliyor, bazen de yok etmeye çalışıyordum. Onları kabul edip onlarla birlikte yaşamayı düşün-
müyordum bile. Hislerimi kabul edecek ne özgüvene ne de gerçek olduklarını anlayacak bilince sahiptim. Korktuğumdan mıdır emin olamayışımdan mıdır hala bilemiyorum. Çünkü her zaman inandığımı sonuna kadar savunan birisi olmuşumdur. Ama benim durumum çok farklıydı. Hislerimle başa çıkamıyordum. Arzularımla, isteklerimle verdiğim savaşta yeniliyordum. Olmuyordu. Kadınlara karşı herhangi bir cinsel isteğim yoktu ve bundan emin olabilmek, var olan hislerimi keşfetmek için onları denemem gerekiyordu. Kendimden ve tercihlerimden emin olmak için bunun gerekli olduğunu biliyordum. Son yenilgimi ise her şeyi kabul ederek verdiğimi düşünürdüm. Ta ki bunun en büyük kazancım olduğunu anlayana kadar. Uzun süredir beni düşündüren, içimi kemiren hislerimi kabul ettiğimde kaybettiğim “beni” geri kazanmış gibi hissettim ve o an önceden herkes tarafından uygunsuz, bozulmuş, sapkın olarak nitelendirilen hislerime aslında ne kadar bağlı olduğumu ve gerçek benin o hislerle var olduğunu anladım. Eğer hissettiklerim gerçek ve safsa karşımdakinin cinsiyeti bu kadar önemli miydi? Bundan ancak bazı şeyler yaşadıktan ve deneyimledikten sonra emin olabildim. Hayır, benim için daha önemli bir şey vardı. Anlaşılmamak, saygı görmemek, toplum tarafından belirlenen “normal” algısının dışında olmak pahasına da olsa, hislerim ve ihtiyaçlarımın farklılığı kendim olmaktan vazgeçiremezdi beni.
9
Otizm: Şimde Ne Olacak? Tuba Güler
Herkese Merhaba, 2016 Ocak’ta Işık Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun oldum. Her mesleğin kendine has zorlukları olduğu gibi elbette ki mezun olduğum meslek grubunun da birçok çıkmazı mevcut. Mezun olduğum meslek grubu diyorum çünkü 1 seneyi aşan bu dönemde her gün yepyeni kazanımlar elde edip yeniden alana dair bir şeyleri keşfettikçe kendimi üniversitenin ilk gününde öğrenci olmanın getirdiği heyecan içinde buluyorum. Sonuç olarak ise “Psikolog” unvanını kullanmaya bir türlü yeltenemiyorum. Fakat az önce bahsettiğim gibi çıkmazları olan bu meslek grubunun en büyük sorunu “etik ihlaller” ve ne yazık ki bu sorunla doğrudan ilgili olan bir mesleki yasası sorunu. Bu sayıda yeni mezun bir öğrenci olarak ne gibi zorluklarla karşılaştığımdan ve ne türlü bir alanda çalışmak istediğimden bahsetmek ve biraz da bu alanı tanıtmak istiyorum. Üniversitenin son yılından itibaren psikanaliz üzerine okumalar yapmaya ve bununla bağlantılı eğitimler almaya başladım. Oldukça meşakatli ve bir hayli sabır isteyen bu yolda, Türkiye’de belli başlı üç üniversite hariç psikanaliz ekolünde eğitim veren okul olmadığı için yüksek lisans sürecime kadar elimden geldiğince eğitim ve seminerlerle kendimi geliştirmeye çalıştım. Işık Üniver-
10
sitesi lisans dönemimde iken katılmış olduğum Otizm Orkestrası’nda ve daha önce çalıştığım kurumlarda kaynaştırma öğrencisi olan “Özel Çocuklar” ile ortak bir paydada buluştuğum olmuştu. Bunu biraz daha ileriye taşıyıp süpervizyon eşliğinde onlarla birebir çalışmak istedim. Uzman bir Psikolog tarafından bana 7-8 yaşlarında, erkek, birinci sınıf öğrencisi ve Yaygın Gelişimsel Bozukluğu olan bir öğrenci yönlendirildi. Başlarda benim için biraz kaygılı bir süreçti. Hem çocuğun bana uyum sağlaması hem de benim ona bir şeyler katabilmem oldukça önemliydi. Bu tarz karmaşık nöro-gelişimsel bozukluğu olan çocukların çok seçici olduklarını bildiğimden, B.’ye yaklaşırken oldukça temkinliydim. Örneğin okulun ilk günü bir anda koşarak kaçması, rutini dışında bir şey yapmamız gerektiğinde öfkelenmesi, başarısız olduğunda kaygılanması vb. süreçler daha önce deneyimlenmediği takdirde insanı allak bullak eden bir durum. Ne okuduğumuz kitaplar, ne aldığımız dersler bize özel bir çocukla deneyimlenecek süreçler hakkında tam bir bilgi verir. Her çocuk biriciktir. Kendine özgü bir aile yapısı ve öyküsü vardır, tıpkı bizlerde olduğu gibi. B. ile çalışırken göz ardı etmediğim yegâne şey onun da bir çocuk olduğuydu, tıpkı kendi sınıfındaki diğer 23 öğrenci gibi.
Kaldı ki zaten en büyük problem de hem okul yönetimi hem de diğer veliler tarafından, onun da bir çocuk olduğunun unutulmasıydı. Özel Eğitimli bir çocuk şanslı ise bir okula kabul edilir, yanında Gölge öğretmen olması koşulu ile. Fakat en büyük şans hem sınıftaki diğer öğrencilerin hem de okulun en küçük biriminden en büyük birimine kadar onu kabul edebilmesidir. Neden? Göze batar çünkü. İşte tam da bu noktada aylarca süren çalışmamız B.’yi okula adapte etmekten ziyade, okula B.’yi kabullendirmekti. Çünkü B. zaten hazırdı. Koridorun köşesinde oyun oynayan arkadaşlarına bakarken de hazırdı, sırf arkadaşları onu kabul etsin diye tüm eşyaları kaybolması pahasına eşyalarını herkese dağıtırken de hazırdı. Sadece en büyük problemi, kendinden farklı bir dili konuşan insanlara derdini anlatabilmesiydi. Kolay bir çocuk muydu? Hayır. Öfkelendiğinde çoğu zaman dürtüselliğini kontrol edemeyip bana vurduğu da oldu, defalarca kez aynı şeyi yinelememe rağmen inatlaştığı için yapmadığı da. Ama şundan emindim ki, karşıma çıkan en saf, en temiz ve en sevgi dolu insandı. Çoğu öğretmeni kendini ifade edemediği için mental olarak geride olduğunu düşünürken kendisi 7 yaşında 7 farklı dili ayırt edip anlayacak düzeyde zekaya sahipti. Biz de bu süreçte hem süpervizörüm hem de B.’nin terapisti eşliğinde okul ile uyum adına önce öğretmenleri bilgilendirmeye çalıştık. Özel bir kolej de olsa öğretmenler ve müdürler maalesef ki bu tarz çocuklara yaklaşım konusunda oldukça yetersiz bir bilgiye ve anlayışa sahiplerdi. İkinci olarak benim en çok üzerinde durduğum şey ise diğer çocuklardı. Farklılıkları ile bir bütün olabilmeyi onlara anlatmaya çalışırken “Siz hiç tek
renk kullanarak doğa resmi çizebilir misiniz? Ağaçlar yeşil, denizler mavi ve toprak kahverengi; hepiniz ayrı bir renksiniz ve bu canlılığınız ile güzelsiniz.” gibi metaforları kullanarak B.’yi dışlamamaları için onların anlayabileceği dilden arkadaşlarını tanımalarını sağladık. İlerleyen süreçlerde B. gruba dahil oldukça özgüveninin arttığını ve daha çok kelime ile daha düzgün gramer kullanarak konuştuğunu fark ettik. Dürtüselliğinde ise zaman zaman hava değişimi, hastalık durumu ve genel keyifsizliğe bağlı olarak dalgalanma seyretse dahi elbette başlangıçtaki kadar hiçbir zaman olmadı. Okul yönetimi ile hiçbir zaman dilediğim sağlıklı iletişimi kuramadım, sanırım büyüklerin ön yargılarını kırmak küçüklerinden daha farklı bir çaba ve uzmanlık gerektiriyordu. Birkaç aylık süreçten sonra B.’nin arkadaşlarına vurma, sıkıldığında dersten kopma, mutsuz olduğunda saklanma ve bulunduğu yerden asla çıkmama ya da belirli takıntılarından vazgeçmeme gibi özelliklerinin silinmeye başladığını gözlemledim. Sonrasında ise her özel eğitimde olduğu gibi yavaş yavaş geri çekilmeye ve kendi yapabilirliğini deneyimlemesini sağladım. Oldukça zekiydi ve özgüvenli hale geldikçe aslında hayal ettiği birçok şeyi başarabildiğini gördü. Mesela arkadaşlarının gözdesi haline geldi, derslerde parmak kaldırıp sorulara doğru yanıt verdi ve okulun davranış lideri seçildi. Tüm bunları yapabilmek için B.’den çok B’yi tanıma, anlama konusunda zorluk çeken insanlar üzerinde çalıştık. Bu süreçte sağlıklı üçgen ilişki: Aile – Terapist – Okul’u kurduk. Belki de en büyük şansımız ailenin çocuğun tanı ve tedavi süreçleri ve akabinde beraber başladığımız süreçte oldukça özverili, açık ve çözüm odaklı
11
oluşuydu. Çünkü Özel Eğitimli çocuklar ile çalışırken en büyük problemlerden biri de bilinçsiz olan ve çocuğun ihtiyaçlarını, rahatsızlığının getirmiş olduğu sorunları kabullenmeyen ya da anlayamayan aile profilidir. Terapisti ile haftada iki gün yapmış olduğu seanslara katılım sağlama ve B.’nin okuldaki gelişimine dair bilgiler verme de sağlıklı üçgen ilişkinin içinde bir süreç idi. Süpervizör ile yapmış olduğum seanslarda ise daha çok karşı aktarımım üzerinde çalıştık. Yani B.’ye karşı aşırı korumacı olma, anne rolünü üstlenme vb. kendi içsel süreçlerim hakkında konuştuk. Daha objektif olabilmek ve daha sağlıklı diyalog kurabilmek adına süpervizörün desteği de oldukça verim sağladı. Özellikle B. ile ayrılık sürecine girdiğimiz son dönemde, süpervizörümün karşı aktarımımdan kaynaklı ayrışmaya karşı direnç gösterdiğimi fark etmesi üzerine, gün aşırı okula katılım sağlamam gerektiğini söyledi. Böylece Özel Eğitimde de yapılan ayrışma aşamasında, ani ayrılığın zihinde kaygı yaratmaması adına yavaş yavaş
12
çekilmeyi gerçekleştirdik. Şimdi ise ayda bir olmak üzere okulunda ziyaret etmekte arkadaşları ile kurduğu sağlıklı diyaloğu gözlemleyip dürüst olmak gerekirse oldukça duygulanmaktayım. Bazı dönemlerde ise – kendi isterse tabi – dışarıda bir iki saat görüşmekteyiz. Bu yazıyı yazarken özellikle çocuklarla çalışmak isteyen arkadaşlara yardımcı olabilmek istedim hem de mezun olunca sudan çıkmış balığa dönülmemesi için belli zorlukları hatırlatma ihtiyacı duydum. Benim için yorucu olduğu kadar güzel bir dönemdi. Her yeni çocukta bambaşka şeyler fark edip ne kadar eksik kaldığımı hissettiğim de oldu, yaptığım ufacık bir şeyin kelebek etkisi yaratıp uzaktaki bambaşka bir şeye dokunduğunu gözlemlediğim de. Son olarak B.’nin azmini ve başarısını tekrar tekrar tebrik ediyor ve sözü Fransız yazar Andre Gide’ye bırakıyorum. “ Hepimiz, başkalarında sadece kendimizin üretebildiği duyguları gerçekten anlarız.”
13
Bir Mesajınız Var!
Dilara Karabulut Diziler çoğumuzun hayatının vazgeçilmez bir parçası. Sürekli takip ettiği dizinin yayınlandığı gün kimseden “spoiler” almamak için onu izleyene kadar sosyal medyaya girmeyenler, kimseyle konuşmak istemeyenler bile tanıdığımı açıkça söyleyebilirim. Bunun sadece bizim çevremizde değil tüm dünyada böyle olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerek. Hal böyleyken dizilerde gizlenen mesajların bilinçaltımıza işlediği yadsınamaz bir gerçek. Bunun farkında olan yönetmenler 25. Kare tekniğini kullanarak vermek istedikleri mesajları zihnimize biz her şeyden habersizken aşılar. Peki, nedir bu 25. Kare tekniği? Tv ekranımızın hayali olarak 25 eşit parçaya bölündüğünü düşünelim. Biz bu parçalardan 24 tanesini görüp algılayabiliriz. 25. kareyi ise beynimiz bilinçaltımıza atarak işler. Bu teknikleri en iyi kullanan dizilerden biri olarak Simpons’u örnek verebiliriz. Yüzlerce sezon süren ve Amerikan kültürünü, toplumunu hicveden dizi binlerce hatta on binlerce kişinin ilgi odağıdır. Bölümlerde tarihe damgasını vurmuş fotoğraflardan esintiler de vardır. “Bir Gökdelen Tepesinde Öğle Yemeği” fotoğrafından ilham alınarak kurgulanmış bir sahne çoğu kişiyi etkilemiştir. Bir başka sahnede ise karakterlerden Homer ve arkadaşları bir kayıt stüdyosunda The Beatles olarak görünürler. Açılış jene-
14
riğinde Simpsons ailesinin en küçük kızı olan Maggie barkoda okutulurken fiyatına 847.63$ yazılmıştır. Bu sayı, ABD’de yapılan bir araştırmada çocuk büyütmenin ortalama maliyetinin hesaplanmasıyla ortaya çıkan sayıdır. Dizide kitaplara da gönderme yapılır. Örneğin Waldo Nerede isimli kitaptaki bir karakter olan Waldo’nun, defalarca arka planda veya kalabalığın arasında gösterilerek göndermeler yapıldığını görmekteyiz. Simpsons’taki göndermeler bunlarla sınırlı değildir tabii. Trump’la ilgili kehanetleri, Lady Gaga’nın Super Bowl için yaptığı şovu ışık gösterilerine kadar bilmiş olması… Bu örnekleri çoğaltılabilir ve bunlar hakkında sayfalarca yazı yazılabilir fakat biraz da ülkemizin şimdiye kadar en çok izlenmiş dizilerinden biri olan Leyla ile Mecnun’dan bahsetmek istiyorum. Çoğumuzun son bölümüne kadar ilgiyle takip ettiği ve hala yeri geldikçe o güzel sahnelerinden bahsettiğimiz Leyla ile Mecnun, absürt komedi tarzında bir diziydi. Her bölümünde çeşitli olaylara, kitaplara, filmlere ve kişilere göndermelerin yapıldığı dizide, dizinin yayınlandığı kanalın bile eleştirisi yapılmıştır. Dizide her bölüm sevgilisine Türk ve dünya edebiyatı klasiklerinden kitaplar okuyan Yavuz karakteri, Hırsız Yavuz, hepimizin beğenisini toplamıştır. Sigara ve alkol tüketiminin televizyon kanal-
larında sansürlendiğini bildiklerinden alkol almaya erik yemek veya üzüme düşmek; sigara içmeye ise sakız çiğnemek demişlerdir. Adına sit-com denen, hep belirli mekanlarda çekilen komedi yapımlarıyla dalga geçilmiş ve çok çeşitli yerlerde çekilmiştir. İsmail Abi’nin “Gurbeti Mesken Mi Tuttun Nazlı Yarim” türküsünün ismini uzun bulduğu için “9. Senfoni” olarak değiştirmesi, Mecnun’la yaptıkları “Titanik” duruşu, “Sigortam var benim. Sigortalılara bir şey olmaz.” mottosuyla apartmandan atlaması, Eternal Sunshine of the Spotless Mind diyemeyen
Mecnun, ünlü çikolata markasının reklamlarına yaptıkları göndermede havalı bir şekilde, üstünde “Püskevit” yazılı önlüğüyle hamur açan İskender Abi, Mecnun’un kafasının içinde hep çöle gitmesi… Tüm şans oyunlarından her hafta büyük ödül kazanan adam göndermesi, Yavuz’un ilk hırsızlığından bahsederken “Çok karnım açtı ve bir fırının önünden geçiyordum.” deyişi… Hepsi yüzümüzde buruk bir gülümseme bırakan detaylar. 3 demlik çay var, laps laps içer miyiz hep birlikte?
15
Hayat Bir “Rüya” Mı, Değilse Ne Kadar Gerçek? Arda Tutkun Merhaba sevgili PsikoMedya okurları; PsikoMedya’daki ilk yazımı yazmış olmamın sevinci ve mutluluğu içerisindeyim. Size anlatmak istediğim rüyaların psikolojik olarak insan hayatındaki yeri. Hadii başlıyoruz. Gördüğümüz rüyalar bazen bizi uzun bir süre etkisi altına alır, bazen de hatırlamayıp ne gördüm diye düşünürüz. Bazıları çok uzun bir süre gibi gelse de birçoğu birkaç saniyelik olaylardır. Aslında rüyaları hatırlamayan ya da görmediğime inanan biri olarak, rüyalarını anlatan insanları hayranlıkla dinlemişimdir hep. Bu yazıyı yazmamdaki gaye de insanlar nasıl bu kadar rüya görüyor da ben görmüyorum, nasıl ben de kendi senaryomu oluşturabilirim düşüncemdi ve çeşitli makaleleri tarayarak bilgi toplamaya çalıştım. Umarım benim gibi rüyalarını hatırlamayan insanlara ışık tutabilirim. Aslında görünen şeyler yaşanmışlıkların ve etkilendiklerimizin bir eseridir. Rüyaları hayal ürünü bir senaryo şeklinde tanımlayabiliriz. Kurguladığımız senaryo kimi zaman kabus olarak nitelendirdiğimiz negatif olaylar ya da hiç yaşamadığımız kadar pozitif durumlar olabilir. Bu iki tezatlık bilinçaltımızla bağlantılı olarak gelişir. Gün içerisinde yaşadığımız olayların da etkisi yadsınamaz bir gerçek. Yapılan araştırmalara göre, her insan gecede 3 veya 4 kez rüya görür. Görülen objelerin kişiye göre değişen
16
anlamları yok değil. Rüya terapistliği yapan psikologlara göre olayların hiçbiri mantıksız değil ve bir olguya dayanıyor. İlk zamanlar insanlar rüyaları başka bir dünyada yaşıyormuş gibi zannetmişler, bunun böyle olmadığının sonradan farkına varılmış ve gördüklerini anlamlandırmaya başlamışlar. Bununla birlikte hurafe inanışlar çıkmamış da değil ve günümüzde hala da devam ediyor. Mesela rüyada ölüm görüyorsan çok yaşayacaksın, kavga görürsen konuşmadığın birisiyle barışacaksın gibi… Gördüğümüz şeylerin tersi olarak gerçek hayatta geri döneceğini düşünülüyor. Kabusla İlgili Bilmediklerimiz Kabuslar uykunun REM evresi denilen bölümünde gerçekleşiyor. Stresli yaşam kabusun tetikleyicisidir. Psikologlar kabusları, geçmişte yaşanan travmaların, günlük hayat problemlerinin ve bilinçaltının harmanı olarak nitelendiriyor. Kabuslar modern yaşamda sanılanın aksine geleceğe değil geçmişe yönelik bilgi verir. Bu nedenle kabusların gündelik yaşamımızda olumsuzluk yaratmasına izin vermemeliyiz. Psikolojik nedenlerin yanında organik nedenlere bağlı olarak da gerçekleşebilir. Örneğin gece atıştırmaları bu durumu tetikler. Yatmadan önce baharatlı, peynirli ve büyük porsiyonlu yiyecekler kabusu görme olasılığını artırıyor.
Görme Engelliler Rüya Görüyor mu? Yapılan araştırmalara göre, doğuştan görme engelli olanların rüyalarında görsel ögelere rastlanmamıştır fakat görme yetisini sonradan kaybedenlerde (5 yaş ve sonrası) gördükleri oranda rüya görme artışı gözlemlenmiştir.
17
Bir Kitap Analizi: Toplumsal Cinsiyet ve İktidar
Toplumsal Cinsiyet ve İktidar - R. W. Cornell
Atahan Karadağ
“Tarihsel süreç içinde iki cins arasında, dişinin doğurganlığına bağlı olarak gelişen iş bölümü, kadın ile erkeğe toplumsal yaşam, kültür, psikoloji vb. alanlarda da tamamen ayrı roller biçti.”
gelmektedir. Toplumsal cinsiyet, aslında sadece bir kesimi ilgilendiren veya araştırmalara konu olup uygulamada es geçilecek bir sorun değildir. Çünkü şu andan itibaren gelecek nesillere olan aktarımda, kişisel ve sosyal yaşantıda toplumun dayattığı bu Evrimsel süreçlerin meydana getirdiği du- roller söz sahibi olacaktır. Bununla beraber rumlar, bizim toplumsal cinsiyeti oluş- şiddet, taciz ve birçok çevresel faktörün etturmamıza neden olan kabullenilecek bir kili olduğu psikolojik bunalımlar daha da sebep miydi? Geçmişimizden bu yana ev- artacaktır. rimsel açıdan sürekli kadının doğurganlığı tartışılmıştı. Erkeğin kas yapısının gelişmiş Öğrenilen kadın-erkek rolleri her ne kadar olması veya kadının doğum yapması ger- kadının dezavantajlı olduğu durumlar gibi çekten de kadın-erkek rollerini bu kadar görünse de, erkek de kendini hemcinsleri etkileyebilen faktörler miydi? arasında müthiş bir yarış içerisinde bulur. Kendini sosyal çevresine kabul ettirmek için Fiziksel farklılıklar öncelikle iş bölümünü özellikle kişiliğin tam oturmaya başladığı gerçekleştirdi. Bu iş bölümü yapılan keşif- ergenlik ve genç yetişkinlik dönemlerinde lerle, sosyal iş birliğiyle çizgilerini çizmeye kendine baskılayıcı, otoriter bir yol izlemebaşladı. Ancak günümüzde ise bu verilerin ye çalışır. Bunu uygulayamayan -kadınlara kapitalizmle kesişmesi, çizgileri daha da ‘’kadınlık ölçütlerine” uymadığı zamanlarkeskinleştirmiştir. Özellikle topluma daya- da sıkça leke sürüldüğü gibi- erkeklere de tılan reklamlar, alışverişte çeşitlilik yapıl- bu konuda yetersiz olduğu hissettirilir. ması adına ev işleri malzemelerinin, bebek bakım ürünlerinin sadece kadınlara yönelik Toplumsal cinsiyet rollerinin ortadan kalve onların ilgisini çekeceği tarzda sunulma- dırılmasının sonucu tekdüzelik ve “aynı sı, iş yaşamındaki cinsiyetçi haksızlıklar ko- düzeyde” eşitlik değildir. Biyolojik olarak nusunda politikaların izlenmesi bahsedilen cinsiyet farklılıkları temel alınmış ve eşitçizgiyi keskinleştiren sebeplerin en başında leştirilmiş bir görev dağılımıdır.
18
Toplumsal Cinsiyet ve İktidar geçmişten günümüze detaylı bir tarihsel inceleme yaparken aynı zamanda çeşitli çözüm yolları ve toplum teorisi ile kurulabilecek bir dünya önerisiyle de karşımıza çıkmaktadır.
toplumsal sınıflar, emek) geniş araştırmalarla günümüzde yaşanan temel sorunlara ışık tutmaktadır. Özellikle cinsiyet, cinsel politika üzerine çalışma yapmak isteyenlerin mutlaka okuması gereken, araştırmaları eleştirel bakış açısıyla irdeleyen bir kitap ol“Kadın ve erkek olmayı ne zaman öğreni- duğu için çalışmalarınıza çok katkı sağlayariz?” cağını düşünüyorum. Dünya tarihinde en hararetli tartışmalara Dilerim ki yaşanabilecek “eşit” ve ışıklı yaev sahipliği yapan eser çok çeşitli alanlarda rınlar çok yakınımızdadır. (ahlak anlayışı, kurumlar, cinsel ideoloji, Sevgiler...
19
Çocukluk Denen Yolculuk Eşsiz Çocuk Eşsiz Birey Şeyma Bacın Çocuklar korkusuz varlıklardır. Onlara birçok şeyden korkmayı biz öğretiriz. İnsanlardan, hayvanlardan hatta onlara zarar verebilecek her şeyden korkmalıdırlar. Bir anne, çocuğu yabancı bir insana gülümsediğinde çocuğunun eline daha bir sıkı sarılır istemsizce. Çocuklarının başlarına her an bir şey gelecek, karşılarına çıkan herkes ona zarar verecek korkusuyla dolar ebeveynler; böylelikle kısıtlarlar, gözlerinin önünden asla ayırmak istemezler çocuklarını. “Yabancılara güvenme!” ile başlayan öğütler “Hiç kimseye güvenme!” olur zamanla. Yavaş yavaş beynimize yayılır bu güvensizlik illeti. Hâlbuki güven duygusuyla doğar bütün çocuklar. Anneye güvenir, babaya güvenir kendisine şeker veren amcaya güvenir... Çocukken yaşadığımız deneyimler bizi ileriki dönemlerde çok etkiler. Çocukken güvensizlik duygusunu geliştirmişsek eğer, ileride çevremize güvenmemiz hiç de kolay olmaz. Bazen ebeveynlerimizin davranışları bizde bir kelebek etkisi oluşturabilir. Bilinçli ya da bilinçsizce küçücük bir çocuğun dünyası yerle bir edilebilir. Çocuklar doğaları gereği her şeyden çok çabuk etkilenirler. En ufak bir stres ya da gerginlik onları inanılmaz etkiler. Bir anne işte yaşadığı tartışmadan dolayı eve sinirli ve gergin gelebilir ama o anda çocuğu kendisiyle ilgilenilmesini istiyor olabilir. İlgi için anneye yaklaşır ama anne sinirlidir ve çocuğa bağırır… Günlük hayatta belki de hepimizin başına gelmiştir zaman zaman. Ancak kar-
20
şımızdaki kişinin bir çocuk olması olayın ibresini hızlı bir şekilde döndürür. Çocuk istemsizce kendini değersiz hissetmeye başlar. Annesinin davranışına anlam veremez. Çünkü o yaşlarda çocuk için her şey şeffaftır. Eğer biri ona bağırıyorsa onu sevmediği için bağırıyordur; çünkü o, yanlış bir şey yapmıştır. Suçluluk duygusunun temelleri bu küçücük olayla atılmış olur aslında. Zamanla bu duygular da çocuğun kendisi gibi büyür. Temelde insanda var olan altı duygu vardır: Sevinç, üzüntü, nefret, şaşkınlık, korku ve öfke. Bunların dışında gelişen çaresizlik, değersizlik, güvensizlik ve suçluluk gibi duygular çoğunlukla çocukluk döneminden gelen sahte duygulardır. Küçükken kendi kendimize ürettiğimiz, aslında hiçbir dayanağı olmayan duygulardır. Bu duygular çocukluk dönemi için kurtarıcı olabilir belki. Ama yetişkinliğe adım attığımızda bizi engeller. İletişim kurduğumuz herkesin bize kendimizi iyi hissettirmesini isteriz ya da çevremizdeki insanların bizi iyi bir arkadaş, iyi bir sevgili, iyi bir kardeş olarak görmesi gerektiğini düşünürüz. Bunlar içimizde hiç susmayan, kafamızı sürekli bulandıran ve kararsız olmamıza yol açan ya da kendimizi değersiz görmemize sebep olan ebeveynlerimizin sesleridir. Aslında bizi kararsız yapma ya da diğer insanlardan daha değersiz hissettirme amacı taşımasalar da bize o kadar fazla sorumluluk yüklerler ki altından kalkamayınca suçlamaya başlarız kendimizi. Bahsettiğim gibi bu duyguların
‘’ Gün sabahından, insan çocukluğundan belli olur’’ JOHN MILTON çoğunun temeli çocukluk zamanında atılmıştır. O zaman ebeveynlerimizin bize söylediği “Ödevlerini zamanında yetiştirmelisin.”, “İyi bir arkadaş olmalısın”, “Yalan söylememelisin.” gibi öğütler zamanla kafamızda ve kalbimizde yer eder. Ebeveynlerimizin sesini içselleştiririz. Onlar yanımızda olmasa bile içimizde konuşmaya devam ederler. Sonunda bizi hiç terk etmeyen, nur topu gibi bir ebeveynimiz olur. Bizi yönlendirir. Yapamayacağımız şeyleri bizden istemeye başlar. Çünkü yaş büyüdükçe sorumluluk da artar. Gelişimdeki bir diğer nokta da taklittir. Çocuklar ebeveynlerini taklit ederler. Taklit yoluyla öğrenirler. Yani ebeveynlerin çocuklara “Yalan söyleme.”, “Kitap oku.” demesi genel olarak çocuklarda pek etkili değildir. “Kitap oku.” diye bir emir almaktansa annesinin ya da babasının kitap okuması çocuğu daha çok etkiler. “Yalan söylememelisin.” diyen bir ebeveyn eğer çocuğuna, bir şekilde yalan söylerken yakalanırsa -ki çocukların gözlem yeteneği çok gelişmiştir- çocuğun algısında bir karışıklık meydana gelir. Yalan söylemeye başlar haliyle çünkü model aldığı kişi de söylüyordur. Aslında çocukla yaşanan bütün tartışmaların temelinde çocuğu gerektiği gibi dinlememek yatar. Çocuğunun lafını hiç dinlememesinden yakınan bir anne ya da baba genelde aynı hatayı kendisi de yapıyor, çocuğunun ona anlatmak istediklerini dinlemiyordur. İşin kötü yanı, ebeveynlerin çoğu çocuklarını severler ve onlar için en iyisini isterler ama bunu yaparlarken çocuklarına kendilerini değerli hissettirecek biçimde yapmayı bilemezler. Ebeveynlerin yaptığı hata çocuklarının kendi yeteneğinin farkına varmasını sağlamaya çalışırken oluyor şüphesiz. Çünkü
çocuk düşük bir not aldığında ya da kötü bir davranışta bulunduğunda klasik bir ebeveynin ağzından şu sözlerin çıkması muhtemeldir: “Bak falancanın oğlu senden daha yüksek almış.”. Çocuk için o an her şey durur. Düşünebildiği tek şey ebeveyninin örnek gösterdiği çocuğu daha çok sevme ihtimali olur. Zamanla çocuktan nefret etmeye başlar. Aslında amaç bu da değildir ama etkisi oldukça olumsuzdur. Bunu düzeltmenin tek yolu ebeveynlerin çocuklarını kayıtsız şartsız sevdiğini çocuğuna hissettirmesidir. Aslında fark etmemiz gereken en önemli şey çocukların eşsiz varlıklar olduğu gerçeğidir. Hepimiz, eşsiz birer varlık olarak doğarız. Hepimiz, kendimizi sevme gücüyle doğarız ama zamanla toplumun bizi kırpmasına ve bizim olan şeyleri bizden almasına izin veririz. Çoğu zaman bu kırpma, büyürken olur. Kalıp yargılara göre yetişiriz. Sırf dans etmek istediği için çalan her müzikte oynayan bir çocukken, herkesin içinde dans edersem insanlar ne der diye düşünen bireyler oluruz. İnsanların bizim hakkımızda ne düşündüğü, kişiliğimizi belirler duruma gelir. Onların bizim hakkımızdaki düşünceleri giderek bizim düşüncelerimiz olur. Öylesine içimize işler ki yıllar sonra bile onlara inanmayı sürdürürüz. Ve bu işin temeli her zaman çocuklukta yaşadığımız o küçücük olaylara bağlıdır. Ebeveynlerimizin çoğunun küçük olarak nitelendirdiği olaylar küçücük çocuk dünyamızda ne fırtınalara sebep olur. Çocukluk yaşanması gereken mükemmel bir maceradır. Bu macerayı çocuklara en eğlenceli ve öğretici şekilde yaşatmak da bizim elimizdedir. Bütün çocuklar eşsiz olarak doğar, bırakalım da eşsiz bireyler olarak yollarına devam etsinler…
21
Uyuşturucu Madde Bağımlılığı Nedir? Tuğçe Yurtsever
Madde bağımlılığı, vücut işlevlerini olumsuz etkileyen maddelerin kullanılması ve bu kullanım nedeniyle bireyin zarar görmesine rağmen bu maddelerin kullanımının bırakılamamasıdır. Madde bağımlısı, bir süre madde kullanmadığında yoksunluk belirtileri yaşar ve zamanla madde kullanım dozunu ve sıklığını artırır. •15-64 yaşları arasında yaklaşık 250 milyon kişinin 2014 yılında en az bir uyuşturucu madde kullandığı görülüyor. •Madde kullanım bozukluğu olan kişilerin sayısı 29 milyona ulaştı. •Her 10 madde kullanıcıdan biri maddeye bağlı hastalıklara maruz kalıyor. •12 milyon kişi damar içi madde kullanıyor ve bunun 4.06 milyonu HIV virüsü ile enjekte edilmiş uyuşturucu kullanıyor. •6 madde bağımlısından sadece 1’i tedaviye ulaşabiliyor. Bunlar Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin (UNODC) 26 Haziran 2016 dünya raporları. Uyuşturucu kullanımı her geçen gün daha da artıyor ve tehlikeli hale geliyor. Türkiye jeopolitik konumundan dolayı uyuşturucu ticaretinden ve kullanımından payını alıyor. Özellikle eroin için transit görevi gören Türkiye, Batı Asya ve Ortadoğu’dan Batı ve Orta Avrupa’ya me-
22
tamfetamin ve esrar kaçakçılığında transit bir ülke. 2009 yılından beri metamfetamin ve ecstasy kullanımı hızla artıyor. Her yıl tonlarca uyuşturucu madde yakalanıyor. Toplumdaki genel görüş madde bağımlılığının kolay tedavi edilebileceği yönünde. Ancak, madde bağımlılığı uzun soluklu, sürekli tedavi gerektiren ve ömür boyu destek isteyen kronik psikolojik bir hastalıktır. Bu nedenle toplum algısının değiştirilmesi, özellikle çocuk ve gençlerin madde kullanıma başlamasından uzak tutulması için çaba göstermek gerekiyor. Madde kullanımını önlemek çok önemlidir! Ne yazık ki ülkemizde uyuşturucu kullanımı 10’lu yaşlara kadar düştü. Uyuşturucu ile mücadele önce ailede başlıyor. Ailelerin çocuklarına uyuşturucu maddelerle ilgili yaşa uygun doğru bilgi vermeleri gerekiyor. Her bağımlı yanına bağımlı yapmak için başka kişiler arar. Çocuklarını anlayan dinleyen ebeveynler çocukları ile güçlü ve pozitif iletişim kurmakta çok başarılı oluyor ve aralarındaki başarılı ve güçlü iletişim çocukların madde kullanımı riskini azaltıyor. Çocuklar sanat, edebiyat, spor gibi farklı ilgi alanlarına ne kadar yönlendirilirse, çocuklar madde kullanımından bir o kadar uzak oluyor.
Maalesef ülkemizde önleyici çalışmaların az olması gibi tedavi imkânları da oldukça kısıtlı. Uyuşturucu kullanan bir kişi “Ben bağımlıyım ama tedavi olmak istiyorum.” derse, mahkeme tarafından denetimli serbestliğe tabi ediliyor ve hapse girmiyor. Bu kişiler hastanelere bağlı Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezleri (AMATEM) ile psikiyatri kliniklerine başvurarak tedavi olabiliyorlar. Hasta ve doktor işbirliğiyle yürütülen tedavi, 2-6 hafta arasında hastanede yatarak arındırma ve bir yıl süre ile psiko-sosyal tedavi şeklinde gerçekleşiyor. Denetimli serbestlik bağımlılar için caydırıcı nitelik taşıyor. Avrupa ve dünyada denetimli bağımlıların tedavi edilmesi için rehabilite köyleri olmasına rağmen Türkiye’de böyle bir imkân ne yazık ki hala yok. Tedavi merkezi sayısının yetersiz ve sadece belli bölgelerde olmasından dolayı tedaviye ulaşmada ve tedavinin devam ettirilmesinde ciddi sorunlar yaşanmakta. Türkiye’de erişkinler için 25 ilde 33 yataklı tedavi merkezi; çocuk ve ergenler için 28 Mart 2017’de Elazığ’da açılan yeni merkez ile birlikte yatarak tedavi için sadece 6 ilde 6 merkez bulunuyor.
Ülkemizde kat edilmesi gereken çok yol var. Devletin en kısa sürede rehabilite yasası üzerine çalışması gerekiyor. Yasa takibi ve uygulanmasının sıkı olması caydırıcılığı arttırıcı bir faktör olacaktır. Ayrıca, tedavi merkezlerinin ülke genelinde erişiminin kolaylaştırılması gerekiyor. Okullarda genellikle polisler tarafından verilen seminerlerin “Uyuşturucuya başladığın an dibe vurduğun andır! Seni karşımda görürsem affetmem.” gibi korkutucu ve tehditkâr olmasındansa daha bilgilendirici ve gerçekçi olması gerekiyor. Uyuşturucu maddelerin karalanması uzun vadeli fayda sağlamıyor. İlk defa madde kullanan kişi korkutulduğu gibi olmadığını ve bu durumdan zevk aldığını fark edince madde kullanımının aslında kötü bir şey olmadığını düşünebiliyor. Çocuk ve ergenlere madde kullanımının onlarda yaratacağı uzun vadeli sosyal, psikolojik ve sağlık sorunlarının öğretilmesinin daha yararlı olacağını düşünüyorum.
23
Çorbada Tuzun Olsun Dilan Tosun
Hayat, doğrusuyla yanlışıyla aldığımız kararların bütünüdür. Hayatımızı değiştirebilecek dönüm noktası kararlar alıyoruz. Bu aldığımız kararların sonucu her zaman bizi mutlu etmeyebilir. Ya yanlış yolu seçersek, ya hayatımız altüst olursa ve her şeyimizi kaybedersek ne olur? Mesleğimiz, evimiz, arkadaşlarımız hatta güvendiğimiz ailemiz yanımızda olmazsa ne olur? Aldığımız kararlarımızda özgür müyüz ya da ailemizi seçebiliyor muyuz? Ya başka bir ailede doğmuş olsaydık nasıl olurdu hayatımız? Sokaktaki çocukları görünce aramızdaki fark ne diye düşünüyorum. Sonuç olarak tek fark, benim ailemin doğru kararlar almış olması. Taksim’den Tophane’ye aklımda bu sorularla ilerledim. Her adımda farkındalığım artarak, hayatın acımasız gerçekleri yüzüme çarparak yürüdüm. Bu düşünceler hep aklımın bir köşesindeydi fakat hiç o an olduğu gibi yüzleşmemiştim. Çorbada Tuzun Olsun etkinliği bu şekilde bir şeyleri fark etmemi sağladı. Çorbaları alacağımız yer Tophane’de küçük bir binanın önü. Yemekler o binada yapılıyor. Oradaki beyaz saçlı tonton bir amca yapıyor yemekleri, tamamen gönüllü olarak. Aynı zamanda o binada evsizler de kalabiliyor. Binayı gezme fırsatı buldum. O an yurt odamı, evimdeki odamı düşündüm. Şikayet ettiğim o zamanları... Sonra aynı yatakta dip dibe yatan insanlara bakarken utandım. Hayatımdaki
24
şımarıklığımdan utandım, yurt odamdaki yatağıma çok sert deyip şikayet etmemden utandım. Gözlerimin önündeki perdeden, hayatın acımasız gerçeklerinden kaçışımdan utandım. Utana sıkıla bakabildim etrafa. Sonra “Kaldır kafanı Dilan!” dedim. Bak! Utanınca sıkılınca olmuyor, göz ardı edince de olmuyor. Bunlar gerçekler, böyle yaşayan insanlar var ve seni onlardan ayıran tek şey ailenin doğru kararlar almış olması. Bundan sonra da böyle yaşamamak için de benim doğru kararlar almam lazım. Ama onlar kararlarını seçimlerini çoktan yapmışlardı. Şimdi onlara acımakla beş dakika üzülüp sonra hayatına devam etmekle olmuyor. Elimde fırsatım varsa onlara yardım etmem gerekiyor, kaçmam değil yüzleşmem lazım. Sonra çorba tezgâhı elimizde ekmek torbalarıyla Tophane’den Taksim’e doğru çıkmaya başladık. İlk durağımız eski Yeşilçam emektarlarından Ramazan Abi’nin eviydi (belki ev denince ilk aklımıza gelen şey olmayabilir ama o orada yaşıyor, orası onun yuvası). Ramazan Abi gırtlak kanseri, bundan dolayı sadece çorba içebiliyor, ekmek yiyemiyor diye Mehmet Abi bizi baştan uyarıyor. Eski Yeşilçam emektarı Ramazan Abi geçimini çöp toplayarak sağlıyor. Mehmet Abi, Ramazan Abi ile tokalaşmadan önce Ramazan Abi kararmış ellerini ceketine siliyor. Ellerinin kirli olduğunu düşündüğü için bizim yanımızda çekiniyor tokalaşmaktan. O elini sildiği zaman aklıma ilk gelen So-
ma’daki maden faciasından sonra sedyeye yatan madenci abinin “Ayakkabılarımı çıkartayım sedye kirlenmesin.” demesiydi. Bu insanlara yaptıkları işten utanmayı, kendilerini kirli hissetmeleri gerektiğini düşündürdüğümüz için lanet ettim. Emekleriyle hayatlarını geçindirmeyi çalışan insanlar kendilerinden utanırken elleri cidden pis işlere bulaşmış katillerin, hırsızların kendilerinden gurur duymasını hazmedemedim. Mehmet Abi’den sonra direkt gidip sıktım Ramazan Abi’nin elini ardından herkesle tokalaştı. O kadar mutluydu ki o sıra toplumdan dışlanmamıştı, toplumun içinde bir bireydi. O zaman Ramazan Abi’ydi, evsizin biri değildi bizim için. Sonra Gezi Parkı’na doğru ilerlemeye başladık. O sırada çorba tezgâhını gören, bütün gün o sıcacık çorbayı bekleyen insanlar sıradaydı. Tonton amcamız çorbayı ilk bizden birine içirtti çünkü kendimizin yemeyip içmediği bir şeyi onlara asla içirtmiyor. Gezi Parkı’nda Mehmet Abi’nin de hikâyesini öğreniyoruz. 33 yıl boyunca hapis yattıktan sonra hakim ‘haksız yere’ yattığına dair karar verip serbest bırakıyor. Mehmet Abi. 33 yıl... Bu yazıyı okuyanlardan çoğunun yaşından en az 10 sene daha fazla. Bir ömür haksız yere... En basitinden sınav notumuza bile itiraz edip haksızlık dediğimiz ufak şeyler karşısında 33 yıllık haksızlık... Umut bunca yıl sönmeden yanmaya devam eder mi diye merak ettim. Sakalların altında boynundaki kesik izini gösterdi. Sözlerim boğazımda düğüm olup içten kesti ses tellerimi. “Sakalı da yara izimi kapatsın diye bıraktım.” dedi. Onu dışarıdan görenler asla yaşadıklarını tahmin edemezdi, dinleyenler belki az da olsa anlamaya çalışabilirdi. O kadar şey yaşamış o adam, sonra elindeki torbayla beraber Gezi Parkı’ndaki çocukları toplayıp getirdiği kıyafetleri paylaştırdı. 4 tane çocuk vardı, sonradan öğreniyoruz ki hepsi kardeşmiş. Anneleri geliyor küçük bir bebek için olacak kıyafetleri karnındaki bebeği göstererek
alıyor. Ufak kuzenlerimin bir sürü kıyafetinin olmasına karşın istedikleri renkler olmayınca nasıl dudak büzdüklerini hatırladım, kendi çocukluğumu düşündüm. Çocukluğunu yaşamayan çocuklar için bir kez daha parçalandı içim. Sonra ne yapabilirim diye düşündüm. Eğer çocukluğunu yaşayanlar varsa bırakalım yaşasınlar, yaşamayanlar için de yaşasınlar. Göremeyen insanlar için görelim, yürüyemeyen insanlar için koşalım, sevemeyenler insanlarının yerine de sevelim. Gaddarlara karşı biz şefkat gösterelim. Kimse yapmıyorsa biz yapalım. Tüm dünyayı bir anda değiştiremeyebiliriz ama kendimizi ufak da olsa çevremizi değiştirebiliriz. Bazen bir adım atmamıza bakar her şey, sonra birlik olup ilerlemeye. Onların yeri belli, bu etkinlik sürekli oluyor ve bahar aylarında ne kadar kalabalık ekipler gönüllü olsa da kış aylarında 2-3 kişi o kadar şeyi yokuşlardan çıkarıyorlar. Giyilmeyen kıyafetleri, fazla olan battaniye ya da ayakkabılarımızı götürebiliriz. Dolabımızın bir köşesinde kalacağına birilerini ısıtabilir. Yazımı bitirirken Mehmet Abi’ye geri dönüp bir dipnot eklemek istedim. Kendisi şiir yazmayı ve söylemeyi çok seviyor. Bizim için de bir şiir söyledi, yazımı onun şiiri ile bitiriyorum. Gördüm dalından koparıp gülü Göğsüne bağlayan çalılar gördüm Dışarıda gezerken binlerce deli İçerde nadide deliler gördüm Düşmüşler peşine zahmetsiz avın Kelekler bilirim altları kavun Sallasam yıkılır virane evin İçinde nadide halılar gördüm Aç dudak çatlamış, sararmış beniz Ölü ya yaşıyor aldırma henüz Duygusuz ve hissiz kişiler gördüm Sen sarayda handa yaşarken Ben hücre köşelerinde yaşarken öldüm Mehmet Civelek
25
“Başarısızlık Bir Seçenek Değil, Anlaşıldı Mı?!” Mader Bilgen Sevgili PsikoMedya Okurları, Bugün sizlere hayatta kalmanın yolunu anlatmaya çalışacağım. Yaşamın içinde bir birey olarak kendimizi gerçekleştirmek için su gibi elzem bir ayrıntıya değinmek istiyorum, konumuz: MOTİVASYON. Türk Dil Kurumu’nun isteklendirme, güdüleme olarak tanımladığı kelime benim için hayatta kalmak ve bir birey olarak evrende sadece hacmimizce yer kaplamaktan öteye gidebilmek için kişinin en önemli ihtiyacı. Yazının devamında süpermarket kasalarının yanında satılan “5 Dakikada CEO Olmanın Yolları”, “Hayatınızın Patronu İşinizin Kölesi Olun”, “Varsa Şekliniz Kişisel Gelişime Bekleriz” gibi topluma kişisel gelişim zehirlenmesi yaşatan kitaplardan okuyacakmışsınız hissinden çok, herhangi bir okul arkadaşınızla kendinize dair farkındalığınızı arttırmak için kısa bir konuşma yapıyor olduğunuzu hatırlatmak isterim. Motivasyon basitçe, bir şeyleri yapmak için duyduğumuz arzudur. “E hocam biz bunu günlük hayatta nerede kullanacağız?” Günlük kullanımda ise, bir insanın bir davranışı ortaya çıkarma nedenidir diyebiliriz. Yani kimseye kızmayın, “Hocanın gözüne girmek için şöyle böyle yaptı, ya bu kulüp işleri filan çok kasıyor ne olacak sanki, deliler gibi ders çalışıyor sanki profesör olacak...” dediğimiz her bir kişinin hayatta kalmak için kendine koyduğu hedefe giden yolu işte o rahatsızlık duyduğumuz davranış olabilir, bırakalım kendi yollarında düşe kalka yürüsünler. Önceliğimiz, “Biz ken-
26
di yolumuzun farkında mıyız acaba?” olsun. Peki, nedir bu yol? Yolumuz, kendimize var olmak için belirlediğimiz hedeftir arkadaşlar ve hedeflerimize ulaşmak için kullandığımız haritalardır. Önce karar verir, sonra harekete geçer ve sonra, bence hepsinden zor olan, istikrarla devam etme süreci gelir. Hadi biraz irdeleyelim bu konuyu. Herkesin en az bir kez başına gelmiş olduğunu düşünür kendimi rahatlatırım, hayallerinizi duyunca duymazdan gelen, yapamazsıncılar, elektrik süpürgesi misali hevesinizi çekip alan birileri elbette olmuştur; bazen eş dost, bazen aileden birisi, bazen bir eğitmen, hatta çoğu zaman da kendimiz. Ne yapıyoruz öyle anlarda? Biz, muhtemelen hayal ettiğimiz şeyi başaran birinden ilham alarak kendi hedefimizi inşa ederken, temel taşımız olan güdümüzü çekip alan kişilere (kendimize?) uyuyoruz. Bizim çizdiğimiz yol onlara taklitten, basit bir hevesten ibaret geliyor ve belki de astronot olmak isterken, “Git devlette sigortalı bir işe gir, tatilin de olur, evin barkın olacak” vs. gibi sözler duyabiliyoruz. Daha da kötüsü ne biliyor musun arkadaşım, kendine olan inancını yitirmek, “Yapamam.” demek. En hassas anlardan biri işte geldi çattı, işte şimdi ya vazgeçeceğiz, kendi yolumuz olmayan bir yolda hiç haz almadan devam edeceğiz ya da maalesef hiç kimsenin istemeyeceği bir şekilde korkularımızla yüzleşeceğiz. Bazen sevilmemeyi, kendimiz olduğumuz için belki yalnız yürümeyi, ama sonunda istediğimiz kişi olacağımız o yolu seçeceğiz. Sonra ne
mi olacak? Karar verilmişken hazır, yolumuza çıkacağız. Harekete geçmek ve istikrar, etle tırnak gibi, kardeş gibidir. Ayrı düşünülmezler çünkü düşüp kalkacağız o yolda. Bazen Şile’nin nazlı havası gibi olacak, bazen Adana’nın yakıcı sıcağına dönecek hava, bazen çakıl taşları toplayacağız o yolda, bazen üzerimize yıldızlar dökülecek, dizlerimiz kanayacak, ellerimiz parçalanacak ama hedefe yaklaştıkça, işte o zaman, o güne kadar biriktirdiğimiz tüm yara izlerimiz üzerimizde birer madalya gibi parlayacak. İnanın ki, o gün hayattan alacağınız en büyük ödül kendiniz olmuş olmak, kendi hayallerinizin peşinden gitmiş olduğunuz için kendinizle gurur duymak olacak. İşte tüm bunlar iç motivasyonunuzu hep gururlu bir asker edasıyla dimdik ayakta tuttuğunuz için olacak, ona bir bebek misali gözünüz gibi bakıp koruyup kolladığınız, zarar görmesine izin vermediğiniz için olacak. Böylece önce kendimize, sonra da diğerlerine bizi bu yolda asla yalnız bırakmasına izin vermediğimiz motivasyonumuz sayesinde, istersek neleri yapabildiğimizi, kanıtlamış olacağız. Peki diğerleri? Bizi sevmekten vazgeçenler bu yolda, bizi ensemizden tutup otur oturduğun yerde diyenler, birlikte yürüdüğümüz yolda bize ihanet edenler, onlar ne mi olacak? Eğer iyi niyetlilerse canım arkadaşım, seninle sevinecekler senin her başarında -ki bu ne zordur bazılarımız için- ya diğerleri? Onları boş ver arkadaşım, dedim ya biz kendi yolumuza bakalım. Yolunu seç canım arkadaşım ve kendin istemedikçe dönme o yoldan. O yol ki sevgiden, iyi niyetten, umuttan döşenmiş olsun, çünkü senin olduğuna inandığın o yolda “Başarısızlık bir seçenek değil.”, diğer sayımızda görüşmek üzere. İlham veren Eric Thomas ve Yanıldıklarını Kanıtla isimli videosuna minnet…
27
Danish Girl Film Analizi Başak Bayram
Hiçbirimiz doğdumuz anda cinsiyetimizi belirleme yetisine sahip değiliz. Çoğumuz bizlere verilmiş cinsiyetlerimizin gerekliliklerine bürünür, bunlar doğrultusunda davranır, hatta çoğumuz bu cinsel kimliklerin gerektirdiği bazı normlar doğrultusunda yetiştiriliriz. Fakat her zaman önemli olan neye göre yetiştiğimiz ya da ne olduğumuz değil, aslında nasıl hissettiğimizdir. Bu noktada Danimarkalı Kız (Danish Girl), cinsel kimlik meselesine trajik bir yönden ayna tutan, aynı zamanda insanlığa, doğaya ve vicdana olan bakış açımızı sınayan, bunu da bizlere empati kurdurarak yaşatan bir film olma özelliğine sahip. Olaylar Danimarka’da sanat okulunda tanışıp evlenen iki ressam çiftin (Einar Wegener, Gerda Gottlieb) hayatı etrafında gelişiyor. Gerda’nın Einar’a olan büyük aşkı, Einar’ın kendi benliğine kavuşmak için verdiği trajik mücadele... Gerda, tablolarında Einar’ı kadın kılığına bürünmüş bir şekilde resmediyor. Bu tabloların büyük ilgi toplamasıyla, portredeki yüzün kim olduğu konusunda da insanlar arasında büyük bir ilgi ve merak uyanıyor. Bu yüz Einar’ın kuzeni Lili olarak tanıtılsa da aslında Einar’ın ta kendisidir. Lili’ye dönüşme meselesi başta bir oyun olarak
28
ortaya çıksa da Einar’ın kendini keşfetme sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Asıl dramın başladığı nokta ise Gerda’nın Einar’a olan büyük aşkı içinde, Einar’ın kavuşmak istediği kadın kimliğine (Lili’ye) olan aşkı uğruna yaşanan trajik olaylar. Gerda’nın aşkı o kadar kuvvetlidir ki Einar’ın geçirdiği bunalımlar süresince her zaman en büyük destekçisi oluyor. Einar ise yıllardır içine bastırdığı esas kimliğine dönüşme aşkı uğruna ölüyor. Einar Wegener tarihin ilk transeksüel bireyi olarak tarihe geçiyor ve filmin de konusu oluyor. Yaşadığı cinsel kimlik bunalımları sebebiyle doktorlar tarafından deli damgası yemesi olsun, geçireceği ameliyatların taşıdığı hayati risk olsun, onu “kendisi olma” yolunda hiçbir zaman yıldıramıyor. Tek istediği kendisi gibi olabilmek, kendisi gibi hissedebilmek ve böylece özgürlüğüne kavuşabilmek olan Einar Wegener gösterdiği cesaret ile de insanlığa büyük bir ders ve örnek oluyor.
29
Terapi Almak Neden Mi Önemli? Merve Nur Akıl Günümüzde ruh sağlığı bozulan insanların hala “deli” olarak nitelendirildiğini hepimiz biliriz. Bu işin kökenine doğru kısa bir yolculuğa çıkacak olursak karşımıza 19. yüzyıl çıkıyor. Neden mi? Çünkü bu dönem, ruh sağlığı bozuk olan insanların kendilerini “normal” olarak adlandıran insanlar tarafından damgalandığı dönemdir. Hatta bu dönemde o “normal” insanların en büyük eğlence anlayışlarından birinin ruhsal açıdan rahatsız olan insanları izlemek olduğunu biliyor muydunuz? E hal böyle iken 2017 yılına bile gelsek bu damgalama devam etmektedir. Sağlık bakanlığı 2011 ila 2023 yılını kapsayacak şekilde bir ruh sağlığı planı hazırlamış ve Türkiye’de yaşayan insanların %18’inin hayatında en az bir kere psikolojik olarak bir rahatsızlık geçirdiğini dile getirmiştir. İşin bizi ilgilendiren kısmı aslında şu: Ruhsal olarak hastalık geçiren 6 kişiden sadece 1’i yardım almayı kabul ediyor ve tedavi oluyor. Durumun ciddiyetinin ve tehlikenin farkında mısınız? Ağlanacak halimize gülüyoruz aslında. “Seni çok iyi görmüyorum, sanırım yardım almaya ihtiyacın var. Hiç psikoloğa veya psikiyatriste gitmeyi düşündün mü?” sorusu bile bizde korku uyandıran ve insanın yüz ifadesini değiştiren bir sorudur. Bu soruya cevap verilse birçok insan “A aaa deli miyim ben canım ne işim olur psikologla benim!” diyerek bir de kahkaha atarlar. Yardım almanın kötü ola-
30
bileceğini, diğer insanlar tarafından damgalanabileceklerini düşünmek, elimizde değil bazen. “Aaa Şükriye psikolojik tedavi oluyormuş, kafayı sıyırttılar en sonunda kadına” demek daha kolay geliyor sanırım insanlara. Aslında en önemli görev toplumu bilinçlendirmekten geçiyor. Ama toplumun yıkılmaz tabuları o kadar fazla ki bazen ne yapsak çaresiz kalıyoruz. Ama biz gene de yılmadan devam edelim yolumuza. Yardım alarak sorunu profesyonel yollarla daha hızlı çözmek yerine, insanlar sürekli ertelerler ya da durumu bastırırlar. Ta ki bu durum günlük hayatlarını olumsuz yönde etkileyene kadar. Durumun farkına erken varmak, her hastalıkta olduğu gibi psikolojik olarak rahatsızlık geçiren hastalarda da bir o kadar önemlidir. Bir balon düşünelim, balon şişmeye başlar şişer şişeeeer vee paattt! Ruhsal bozukluk da böyle başlar, biz ne kadar bastırırsak o kadar içimizde büyümeye devam eder. Küçük olarak adlandırdığımız o sorun bir başka sorunu doğurur ve halka genişleyerek büyür. İnsan çıkmaza, umutsuzluğa düşer. Bu durumda aslında tedavi, bize uzanan bir yardım elidir. Erken teşhis ile profesyonel destek alıp tedavi görmek, sorunu büyümekten çıkarır. Çıkmaza giren yol, umut kapısı olur birden. Erteleyerek ya da bastırarak kapıya sadece kilit vururuz ve biz o kapının ardına mahkûm oluruz.
Keşke durumu zora koşmadan, ön yargılardan sıyrılıp, durumu kabullenip herkesin ruhsal olarak sorun yaşayabileceğini anlayabilsek… Evet terapist insana gül bahçesi sunmaz, ancak o gülü nasıl yetiştirip büyüteceğinde sana yardımcı olabilir. Çağımızın en sık rastlanan ruhsal bozukluklarından biri olan iki panik atak hastasına bir bakalım mı? Tedavi olan; Terapistim sayesinde “panik atağın” ne olduğunu öğrendim. Artık bu duruma karşı daha bilinçliyim ve panik atak geldiğinde ne yapacağımı biliyorum. Eskisi kadar tek başıma kalmaktan korkmuyorum. Yaşadığım korkularımla yüzleştim, insanlar benim hakkımda ne düşünürler diye çok da fazla kaygılanmıyorum artık. Panik atağım geldiğinde ölecekmişim gibi korkuya kapılırdım, o da geçti. İnanır mısınız, artık on-
dan korkmuyorum! Tedavi olmayan; Çıkmazda gibiyim. Ne hissediyorum ben de bilmiyorum. Bununla yaşamayı nasıl öğreneceğim? Sanırım bu hiç geçmeyecek. Tek başıma kalmaktan korkuyorum. Ya bayılırsam? Çok ıssız yerlere gitmemeliyim. En sevdiğim parka bile gidemiyorum, en son orada panik atak geçirdim. Sanırım oraya gidersem tekrar aynı şeyi yaşayabilirim. Dışarıya bile çıkamıyorum artık, insanların bakışlarından yoruldum. Her panik atak geldiğinde aynı korku: Nefes alamıyorum, kendimi ölecekmişim gibi hissediyorum. İki kişi arasındaki farkı uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. Kendimize bu eziyeti çektirmeyelim. Tedavi olmayarak sadece durumu daha zora sokarız. Kamu spotunda sıkça söylendiği gibi, “Erken teşhis, hayat kurtarır!”.
31