PsikoMedya 1
PsikoMedya Ekibi İdari Editör
İçerik Editörü
Dizgi-Tasarım
H. Tuğçe DEMİRCAN
Gizem KARA
Ulaş BAHAR
Danışman
Zeynep Ecem PİYALE
Yazarlarımız
Dilan Tosun Muhammet Ali Eser Utku Sena Şişman Nazlı Hatipoğlu Hazal Güngör Atahan Karadağ Gizem Kara Psk. Tuba Güler Mader Bengisu Bilgen Tuğçe Tutan Şeyma Bacın
2
İllustrasyon
Karanlıkta Diyalog, Psikolojide Hayvan Deneyleri ve Umudun Beyannamesi yazılarının görselleri Kerem Giriş tarafından çizilmiştir, kendisine katkıları için çok teşekkür ederiz
Dergimizin ilk sayısından herkese merhaba!
G
üncel olayları, önemli günleri, psikolojiyi, edebiyatı ve hayatı severek barındırdığımız bültenimiz artık dergi oluyor. Bültenimizin yazarlarının tüm yazılarını paylaşabilmek ve görsel zenginlik yaratmak adına geliştirdiğimiz yeni formatımızı beğeneceğinizi umarız. Öncelikle, gelişimin geçmiş çalışmaların üstüne yaptığımız eklemeler olduğunun bilinciyle, PsikoMedya’yı devraldığımız dostlarımızın emekleri bizler için unutulmazdır, bize öğrettikleri her şey dergimizin oluşum süreci için son derece kıymetlidir. Bize PsikoMedya’nın işleyişini öğreten dostlarımıza ve bültenimizin oluşumundan beri bizi desteklediği için, çalışmamıza verdiği değer için ve dergi yaratma düşüncemize onayı için bölüm başkanımız Prof. Dr. Gülden Güvenç’e çok teşekkür ederiz. PsikoMedya’nın tüm yazarları bu sayımızda da özverili çalışmalarını sürdürdüler ve bize okuması çok keyifli bir dergi sundular. Duygularını, düşüncelerini ve deneyimlerini böylesine güzel sundukları için hepsine ayrı ayrı teşek-
kürlerimizi sunmak isteriz. Bu güne kadar yaratıcı fikirleriyle, yardımlarıyla, tüm yapıcı eleştirileriyle ve üretmeyi deneyen öğrencilere desteğiyle Zeynep Ecem Piyale’nin danışmanlığının kıymetini belirtmek isteriz. Kendisi bizleri her zaman denemeye teşvik etti, sene içinde yaptığımız onca hataya rağmen bunun denemenin parçası olduğunu bizlere gösterdi ve sonunda bu dergiyi oluşturma cesaretini kazandırdı. Tüm bu emekler, öğrenciyken üretmeye çalışan bizler için unutulmaz deneyimler ve değerler oldu. Sayın hocamıza en içten dileklerimizle teşekkürü borç biliriz. Son olarak bizler de üreten arkadaşlarımız ve değerli danışmanımızın desteğiyle çalışmayı severek sürdürdük. Dizgi-tasarımda görevli Ulaş Bahar sonsuz sabrı ve yeteneğiyle çalışmalarımızı somutlaştırdı, bizler de herkesin desteğinin verdiği hevesle dergimizi oluşturduk. Umuyoruz ki herkes için okuması eğlenceli, arşivlenebilen bir çalışma yaratırız. Keyifli okumalar!
3
Röportaj
Beren Kayrak ve Arda Coşkun ile Spor Psikolojisi Hazal Güngör & Utku Sena Şişman
Merhabalar, röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. 11 Ekim 2016 tarihinde okulumuzda verdiğiniz ‘’Spor Psikolojisi’’ adlı seminerinize ve spor psikolojisi branşına dair sizlere birkaç soru sormak istiyoruz.
1- Spor psikolojisinin konusu nedir ve neden gereklidir, açıklayabilir misiniz?
Beren Kayrak ve Arda Coşkun: Merhabalar, öncelikle ilginiz için teşekkür ederiz. Gerçekten, bizim için sizlerin ilgisi önemli çünkü spor psikolojisi çok keyif aldığımız bir meslek. Spor psikolojisi gereklidir. İnsanları ikna etmemiz gereken bir alan Türkiye’de, çünkü yeni gelişmekte olan bir alan ve psikoloji deyince ilk olarak bir problem olduğu akla geliyor, bir sorun olduğu ve bunun tedavi edilmesi gerektiği. Aslında spor psikolojisi, sporcuları normalin üzerine çekmekle alakalı. Seminerde de bahsetmiştik; klinik psikoloji genelde, normal olmayan yani normal altı olan davranışları düzeltip günlük hayatta daha iyi yaşamaları adına bireylere yardımcı olur ama spor psikolojisi, belirli yetilerin, mental teknikler, zihin
4
teknikleri dediğimiz yetilerin öğretilerek, aslında vücudu maksimum kapasitesinde kullanabilmek adına bilimsel verileri içerir. Dolayısıyla bir sporcunun, performans anlamında saha içerisinde fiziksel kapasitesini maksimum düzeyde kullanabilmesi için bu yetileri kullanabilmesi gerekmektedir ve kendi kendini analiz etmesini sağlayarak bu yetileri spor hayatına katmasını sağlamak adına spor psikolojisi çok önemlidir. Bunun dışında, daha küçük yaş gruplarıyla yaptığımız çalışmalarda, profesyonel hayatın dışında da spor yetilerinin, konsantrasyon olsun, zaman yönetimi olsun, zorluklarla mücadele olsun ve daha bir sürü yetinin sporculuk çerçevesi altında bireye kazandırılması, bunların fark ettirilmesi alanında çok önemlidir.
2- Sizce sporcu ailelerinin sorumlulukları nelerdir, çocuklarıyla iletişimleri nasıl olmalıdır?
B.K., A.C.: Sporcu ailelerinin sorumluluklarını aslında çok basit görsel hafızamızı canlandıracak bir imgelemeyle açıklayabiliriz. Yapılan en büyük hatalardan birini anlatarak başlayalım isterseniz. Sporcuyu çok
fazla itelemek diyebiliriz. Destekle itelemek arasındaki farkı bazen kaçırıyorlar. Dolayısıyla sporcuların iç motivasyonlarını engelleyebiliyorlar. Mesela, sabah antrenmanları olduğunda sporcunun kendi kendine kalkması veya ailenin zoruyla bu işi yapmıyor olduğunun bilincinde olması çok önemlidir. Dolayısıyla, sporun keyifli yönlerini ön planda tutmak ve spordan alınan o keyfi, zevki, mutluluğu, neşeyi ön planda tutarak kazanmayı hedeflemek aslında en doğrusudur çünkü uzun vadede sporcu gelişiminde aslında en önemli faktörlerden bir tanesi sıkılmadan, bıkmadan antrenman yapabilmek, mücadele edebilmek; yenilgilerde, kaybettiklerinde kalkıp devam edebilmek. Aslında bu işi tutkuyla yapabilmekten geçiyor. Dolayısıyla, belki de her zaman söylediğimiz gibi kazanmak için kazanmayı unutmak gerekiyor. Çocuğu dinlemek, öğüt vermekten çok, iletişim anlamında çocuğu dinlemek, onları anlamak, kendi tavsiyelerini kendilerinin yaratmalarını sağlamak çok önemli.
3- Sporda şiddetin nedenleri ve çözüm önerileri nelerdir?
B.K., A.C.: Daha önce de bahsettiğimiz gibi aslında bu kazanma hırsı, çoğu zaman o sporun keyif alan yönünün önüne geçebiliyor. Dolayısıyla hedef yolunda her şey mübah oluyor diyebiliriz. Sadece hedefe odaklanıp, sadece olması gereken şey kazanmak, birinci olmak, ligde şampiyon olmak vesaire gibi düşündüğümüz zaman aslında sporun o kocaman, geniş olan diğer sportiflik alanını görmezden gelmiş oluyoruz. Sporun sadece kazanmak olmadığını anlayabildiğimiz noktalarda, şiddetin zaten otomatikman önüne geçilecektir. Psikolojide zaten en önemli davranış değişimlerinin cezayla yakalanamadığı gösterilmiştir. Bir davranışı engellemek için ceza vermek çok da etkili bir yöntem değil. Dolayısıyla dav-
ranışı değiştirmek için sporun, sportmenliğin kazanımlarını, sportmenliğin bize olan faydalarını aslında birazcık da olsa ön planda tutmak gerekiyor.
4- Sizce antrenör nasıl olmalıdır?
B.K., A.C.: Antrenör için belirli bir kalıp çizmek aslında pek de doğru değildir çünkü her antrenörün kendine özgü, farklı bir tarzı vardır. Bu tarzı çerçevesinde en önemli olan faktör aslında sporcuyu anlaması. Sporcuyu anlamasının ötesinde, sporcunun da antrenörünün onu anladığını bilmesi gerekiyor. Dolayısıyla, antrenörü tarafından anlaşılan sporcu hata da yapsa, kaybetse de, kazansa da ne olursa olsun antrenörünün desteğini arkasında hissedebildiği için en zorlandığı anlarda bile devam edebiliyor. Fakat birkaç tane antrenörün davranışlarıyla alakalı ortak noktaya değinmek gerekirse tutarlılık çok önemli. Sporcunun yaptığı bir davranışı, antrenman içerisinde olsun, yarışta olsun, müsabakalarda olsun, maçta olsun ödüllendirdiğinde veya ona dair olumlu bir tepki verdiğinde, hep o olumlu tepkiyi vermesi veya olumsuz tepki verdiğinde de diğer benzer durumlarda hep olumsuz tepki vermesi çok önemli. Verdiği tepkinin ne olduğuysa sporcu ihtiyaçlarına göre bile değişebiliyor, ama en başta söylediğimiz gibi antrenörün sporcunun davranışları için kızması yanlıştır, ses yükseltmesi yanlıştır gibi çok basit yargılarda bulunmak aslında pek de doğru değil. Antrenörünün onu sevdiğini bilmesi, sporcu açısından en önemli faktörlerden biri. Ne olursa olsun, kazanmaktan bağımsız olarak ‘’Ben seviliyorum. Kazanmaktan, başarılı olmaktan bağımsız olarak antrenörüm benim arkamda.’’ Sporcunun bunu hissetmesi gerekiyor. Antrenörü, sporcunun kendi kontrolünde olan şeyleri sporcuya odaklamalı. Kazanmaya, kaybetmeye değil. Kontrolünde olan ne varsa. Bir yüzücüden bahsediyorsak, belirli bir
5
dereceye gelmesi olabilir, kendi eski zamanı- de yetmiş, seksen civarlarında oluyor. Fakat nı geçmesi olabilir çünkü rakipleri geçmek arkasından kaç kere antrenman yapıyorsuher zaman sporcunun elinde değil. nuz diye soruyoruz. Gelen cevaplar haftada 5- Spor psikolojisinin Türkiye’deki geli- 4, haftada 5, 12’leri bile gördük hatta. Peki, zihninize ne kadar antrenman yaptırıyorsuşim süreci nasıl olmuştur? B.K., A.C.: Alan Türkiye’de hala yeni yeni nuz diye sorduğumuzda aldığımız cevap sıfır gelişmekte… Hatta uluslararası çalışmalar veya belki haftada bir, iki. Her gün diyenler bile, Amerika’da -ki spor psikolojisi biliminin olsa bile bunu bilimsel çalışmalara dayandoğduğu yer- yeni bir alan olarak sayılıyor. dıramıyorlar. Antrenmanları nasıl? “AmeriDolayısıyla Türkiye’de çok yeni filizleniyor ka’daki taktikleri öğreniyoruz, yurt dışından demek mümkün. Henüz net bir standardımız uzmanlar çağırıyoruz” vesaire vesaire... Psiolmamakla birlikte, “Spor psikoloğu kime kolojik antrenmana geldiğimiz zaman “Bunu denir?”in altında birçok madde yatabiliyor. kendi taktiklerimizle çözmeye çalışıyoruz.’’ Şu anda net bir sertifika ya da akreditasyon İşte bu noktada da tam olarak spor psikolojisi olarak unvan anlamında bir tanımımız bu- devreye giriyor. lunmuyor. Fakat bizim yaptığımız çalışmalar 7- Spor psikolojisinin çalışma alanları yurtdışı bazlı oluyor. Amerika’yı örnek ala- nelerdir? rak yapıyoruz. AASP (Assosiation of App- B.K., A.C.: Spor psikologlarının çalışabilelied Sport Psychology) diye bir kurum var ceği aslında o kadar geniş bir yelpaze var ki, ve onun kriterlerini göz önünde bulundura- özellikle ülkemizde çok az kişi olduğumuz rak gerektiğinde sertifika programlarımızı için tek bir alana kanalize olmayıp daha fazaçıyoruz. Örneğin, şimdi Bilgi Üniversitesi la uzmanlığımızı kullanabileceğimiz birkaç bünyesinde, psikoloji öğrencilerine açtığımız spor psikolojisi alanına dağılıyoruz. Örneğin, bir sertifika programımız var. Onun dışın- sakatlık, sağlık, egzersiz, performans, yenilgi da Marmara Üniversitesi’nin yürüttüğü, çok psikolojisi olabilir. Bu kadar spesifik çalışyeni açtığı bir master programı var. Çok yeni mak bile mümkün çünkü bir performanstan gelişen bir alan olmasına rağmen ilgi çok faz- bahsediyoruz, kapasiteyi tam kullanabilmekla. Gerek futbol kulüpleri olsun, gerek ama- ten, dikkat toplayabilmekten yani aslında tör sporlarda olsun şu anda gerçekten alanda kısacası, zihninizi vücudunuzu yönetmek çalışan çok çok az insan olmasına rağmen için kullanabilmekten bahsediyoruz. Bu spor alanın potansiyeli oldukça büyük gibi görü- dışı alanlarda bile kullanılması gereken bir nüyor. yeti. Dolayısıyla sahne sanatlarından hatta iş 6- Peki, sporcu performanslarının ne adamlarıyla yapılan çalışmalara kadar spor psikolojisinin ucu uzanmakta. Yeter ki zihin kadarı psikolojilerine dayalıdır? B.K., A.C.: Bu sorunun cevabı aslında spor- kontrolü olsun, zihnimizi kontrol ederek yapcudan sporcuya değişebildiği gibi müsabaka- mamız gerekenleri ya da yapabileceklerimizi dan müsabakaya bile değişebiliyor. Bu nok- en iyi şekilde yapabilelim. Yelpazesi çok geniş tada söyleyebileceğimiz en önemli şe, her ne demek mümkün. Akademide de çalışmalar kadar vücut yüzde yüz hazır olsa bile, beyin oluyor. Bilgi Üniversitesi bünyesinde, Arel bu hazırlığı kullanmaya izin vermediği tak- Üniversitesi’nde, Acıbadem Üniversitesi’nde. dirde bir insanın o anki maksimum kapasi- Özellikle klinik psikoloji dışındaki alanlara tesini kullanabilmesi çok zordur. Genelde da ilgi duyulmaya başlandığı için, bu alan da seminerlerde bu soruyu sorduğumuzda aldı- ülkemizde detaylıca tanınmaya çalışılıyor. ğımız en düşük cevap yüzde elli, hatta yüz- Dolayısıyla ilgi büyük.
6
Müfettiş Dilan Tosun
B
azen tüm çocukluğunuzun gözünüzün önünden film şeridi gibi akıp geçtiği zamanlar olur. Küçük kardeşinizin ya da kuzeninizin izlediği bir çizgi film götürür sizi çocukluğunuza, bazen de kestane kokusu ya da istediğiniz yerde uyuyup sabah sıcak yatağınızda uyanmak. En büyük yalanımızın “Ödevimi yaptım öğretmenim ama evde unuttum.” olduğu, kısacık küslüklerin oyuncaklar yüzünden çıktığı ama bir şekerle barıştığımız, Sihirli Annem’i veya Bücür Cadı’yı izleyip büyü yapabileceğimize inandığımız zamanlar… Şimdiki kadar jönün olmadığı, Arda Kural’ın hastalığı yüzünden değil, yakışıklılığı sayesinde sahnede olduğu yıllar... İşte o zamanlarda bir dizi vardı: Gülben Ergen’in neşeli, saf bir dadıyı, Kenan Işık’ın evin babasını, Sinem Kobal’ın evin genç kızını canlandırdığı… İşte o evde her zaman dadının yanında olan, Seray Sever’in karakterine sürekli laf sokan kişiyi, Pertev’i (Haldun Dormen) asansörde karşımda gördüğümde tüm çocukluğum gözümün önünden geçti. Her zamanki şıklığı ile karşımdaydı. Muhabbet etmeye başlayınca ne kadar kibar ve mütevazı biri olduğunu anladım. Bu heyecanla, Haldun Dormen’in “Kaymakam” rolünü oynadığı “Müfettiş” adlı oyunu izledim. St. Petersburg’dan gelen sıradan memur olan genç bir adamın uşağı ile beraber handa kalması, bir yüzbaşı ile oynadığı
kumarda tüm parasını kaybettiği için, han sahibine borçlanmasının anlatımıyla başlar oyun. Adamın kaldığı hanın bulunduğu kasabada devlet memurları rüşvetle iş yapar, kurumlarını istedikleri şekilde kullanırlar. Kasabanın kaymakamı da bu duruma göz yuman ve rüşvet alan birisidir. Bir gün kaymakama başkentteki arkadaşı tarafından bir mektup gelir. Mektupta kasabalarına kimliğini saklayan bir müfettişin geleceğini söyler. Kaymakam da derhal adamlarına müfettişin bulunmasını emreder. Kaymakamın adamları da bizim iyi giyimli genç adamın müfettiş olduğunu ve kimliğini gizlemek için de böyle bir oyun olduğunu sanırlar. Bunu derhal kaymakama bildirirler. Kaymakam da derhal bozulmuş olan kurumlarını (mahkeme, muhtaçlar evi, lise ve postane) müfettiş için düzgün göstermelerini ister ve kendisi de hana, sözde müfettişle konuşmaya gider. Bu sırada kaymakamın borçları yüzünden kendini tutuklayacağını düşünen sözde müfettişimiz, düşündüğünün tam tersi şekilde kaymakamın saygısı ile karşılaşır. Akabinde bu olaylara ayak uydurur. Kaymakamın evinde kalmaya başlar. Hatta hem kaymakamın kızına hem de karısına asılır. Kendi kurumlarını incelemesinler diye kurum sahipleri tek tek müfettişe rüşvet verir ve sözde müfettişimiz bunları kabul eder. Herkesten parasını toplayıp ardından gazetede fıkralar yazan arka-
7
daşına tüm bu trajikomik olayları anlatan bir mektup yazıp uşağıyla, ölüm döşeğinde olan amcasını ziyaret etme yalanıyla kasabadan ayrılır. Hem de kaymakamın en iyi arabasıyla… Kaymakam da kızı müfettiş ile evleneceği için çok sevinçlidir. Bu sevinç ve mutluluğu posta memuru böler. Sözde müfettişin arkadaşına yazdığı mektubu okur. Hepsinin kendi silahlarıyla vurulduklarını anlamalarıyla perde kapanır. Güldürürken düşündüren bu oyunda geçmişte var olmuş, şimdi olan ve gelecekte de var olacak bu sorunu çok güzel işlemişler. Karşımızdaki insanı en iyi, aynı durum bizim de başımıza geldiğinde anlarız. Başkalarına haksızlık ettiğimizde, konumumuzun arkasına sığınıp suçun sorumluluğunu üzerimizden atabiliyoruz lakin bize aynı şekilde davranıldığında haksızlığa tahammül edemiyoruz. Oyunda da rüşvet alan memurlar konumun bunu gerektirdiğine inanarak, işlerin böyle yürüdüğünü söyleyerek içlerini rahatlatıyorlardı. Sözde mü-
8
fettiş rüşvet düzenini sürdürdüğünde bunu çok sorun etmediler, işlerin her zamanki gibi yürüdüğünü düşündüler ama o adamın sahtekâr olduğunu öğrendiklerinde tepkileri çok sert oldu. Çünkü kendilerinden olmayan birinin onları kandırması, halka yaşattıklarını bir nebze anlamalarını sağladı. Oyunu izlerken dikkatimi en çok çeken detaylardan bahsedecek olursam, her oyuncunun oyunculuğu ayrı ayrı çok iyiydi; ses tonları, jest ve mimikleri… Oyunun başında Haldun Dormen’in sesi kısıktı ve söyledikleri pek anlaşılmıyordu ancak bir sonraki sahneye geldiğinde ses tonu gayet yerindeydi. Birkaç teknik aksaklık da oldu lakin tiyatronun anlık bir sanat olduğunu ve tiyatro oyunlarında bu gibi aksaklıkların çok normal olduğunu gözardı etmedim. Son dönemlerde popüler akıma kapılıp içi boş etkinliklere gitmek yerine, içinde her zaman kayda değer mesajları olan ve sonunda düşündüren oyunlara gitmek size çok daha iyi gelebilir.
Karanlıkta Diyalog
Muhammet Ali Eser *Bu görsel Braille alfabesinde selam anlamına gelmektedir.
K
aranlıkta Diyalog’a gitmeden önce açıkçası nasıl bir durum ile karşılaşacağımı pek bilmiyordum. 7-8 kişilik bir ekiple, elimizde görme engellilerin kullandığı değneklerle yaklaşık bir buçuk saatlik bir parkurda ilerliyorduk. Her şey ses ve dokunup da kavrayabildiklerinizden ibaretti. Parkur zifiri karanlıktı ve başlamadan önce az da olsa bir yerlerden ışık göreceğim düşüncesini taşıyordum ama gerçek empatinin oluşması adına tamamen karanlık bir ortam yaratılmıştı. Parkurda defalarca “Hayatım aslında ne kadar da basitmiş.” düşüncelerine dalıyorsunuz ve ortamın gerçekçiliğini bozan tek durum bunun bir sonunun olduğunu bilmek oluyor. Deneyim esnasında şunu fark ettim ki, bizler de görme engelli olmaya aday değilmişiz gibi parkur sonunda görebileceğim umuduna tutunup durdum. Ekibin başında görme engelli bir rehberimiz de mevcuttu. Onunla kafede oturduk, ona soru sorma şansı bulduk. Rehberimiz doğuştan görme engelli değildi, sonradan başına gelen bir kaza sonucu gözlerini kaybetmişti. Sohbetimizden sonra küçük bir İstanbul turu attık. İstiklal Caddesi’nde tramvaya binip kalabalığı dinledik, ilk kez bir duyuya bu kadar yoğunlaşmak, göremediklerimizi duyduklarımızla tamamlamak çok farklı bir deneyimdi. Hemen sonrasında vapura binmeye çalıştık. Vapurda
her zaman dalgaları seyrederdim, bu sefer martıların ve dalgaların seslerine yoğunlaştım. Rehberimizin sesi de bir o kadar güzeldi, çok güzel şarkılar söyledi. Bir caddeden karşıya karanlıkta geçmenin tecrübesini yaşadık, kalabalığın sesleri arasında yön bulmanın zorluğunu tattık. Manavlarda gezdik ve dokunarak meyve ve sebzeleri tanımaya çalıştık. Gündelik hayatınızın sıradan bir parçasını dokunarak keşfetmek, dinleyerek yaşamak muazzam bir deneyimdi. Çoğu zaman da ekipteki arkadaşlarımıza temas ettik. Özellikle başlarda, sürekli el ele tutuştuk ya da arkamızdaki kişinin, kıyafetimizin bir parçasına tutunmasını hissettik. Fark ettik ki bu etkinlik yardımlaşma ve dayanışmayı oldukça yoğun yaşattı. Birbirimize duyduğumuz ihtiyaç ve duygu durumumuz aramızdaki bağları güçlendirdi. Çıkışa geldiğimizde hissettiğim rahatlama içimde bir burukluk oluşturdu çünkü daha önce de bahsettiğim gibi her birey birer engelli adayıdır. Görme engelli bir bireyin yaşamındaki zorlukları görmek, görmeyen bir kişinin yaşamı algılama şeklini öğrenmek ve diğer duyularımızın bizleri böylesine güzel yönlendirmesine hayret edebilmek adına tarif edilemez güzellikte bir deneyimdi. İlgilenen herkese en içten duygularımla tavsiye ederim.
9
P
Psikolojide Hayvan Deneyleri
sikoloji iki sözcükten türetilmiştir: Psike ve Logos. Yunancadan gelen Psike “can, ruh” anlamına gelmekte olup genellikle zihin, ruh, akıl anlamlarını karşılamaktadır. Dolayısıyla ruh bilimi olarak kabul edilen psikolojinin konusu elbette “canlı” olacaktır. Psikoloji bilimi, yaşayan organizmanın maruz kaldığı her durumdaki duygu durumunu gözleyecek, gereken müdahaleyi yapacaktır. Psikoloji ilminin gözdesi “insan”dır. Psikolojik araştırmalarda daha çok insan üzerinde durulmaktadır. İnsanın üzüntülü, kaygılı, mutlu, korkulu, hassas olduğu zamanların üzerinde duran bu bilim; bu hislerin nedenlerini sorgulamaktadır. Söz konusu farklı süreçlerde bireylerde işleyen hislerin nedenlerini bulmak, psikoloğa bazen istediği sonucu vermeyebilir. Böyle durumlarda hayvanları denek olarak kullanmak bir seçenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayvanlar üzerinde araştırma temelli deney yapmak psikologlar arasında tartışmalı bir durumdur. “Hayvan deneyleri engellenmeli mi? Deneyler hayvanlar için mi yoksa bizim için mi gereklidir? Hayvanlar insana dair fikir verir mi?” gibi sorulara hâlâ yanıt aranmaktadır. Bu durum TPD’nin etik yönetmeliğinde etik ikilem olarak tanımlanmaktadır. Etik ikilem, meslek etiğinde ortaya çıkan çözümü zor çatışmalar içeren durumları tanımlar. Aynı zamanda, konuyla ilgili ipucu verecek ve hayvan deneylerinde nasıl davranılması
10
Utku Sena Şişman
gerektiğini belirten iki tanımlama daha bulunmaktadır. Birincisi, “Yararlı Olmak ve Zarar Vermemek” başlığı altında psikoloğun, psikolojik bilgisini ve yaptığı uygulamaları çalıştığı kişi ya da kuruma en yüksek yararı getirecek şekilde plânlaması ve onlara zararlı olabilecek durumlardan kaçınmasıdır. İkincisi de, “Araştırmadaki Hayvanların Kullanımı ve Bakımı” başlığı altında psikoloğun denetimi altındaki hayvanlara olan sorumlulukları üzerinedir. Psikolog, hayvanların bakımını üstlendiğini, araştırma yöntemlerine hakim ve bu konuda eğitim görmüş olması gerektiğini, hayvanlara eziyet edilmeden ve sağlıklarını göz önünde bulundurarak çalışılması gerektiğini, araştırma sırasında hayvanların hissedeceği acının minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini, cerrahi işlemler sırasında olabilecek hastalıklara dikkat ederek hayvanları stresten uzak tutacak şekilde araştırmayı yapması gerektiğini bilmelidir. Yukarıdaki bilimsel gerçeklerden hareketle hayvan deneylerinde TPD etik yönetmeliğinde verilen kurallara, önerilere uyulduğunda hayvanlar üzerinde uygulanan deneylerin, hayvanlar için bir sorun ya da zararlı bir durum oluşturacağını düşünmüyorum. Hayvan ve insanın ortak taşıdıkları ruhları -psike- olduğundan insana dair fikirler verebilecekleri kanaatindeyim. Bu da psikologların insan üzerindeki çalışmalarında daha çok fikir ve çözüm sahibi olmalarını sağlayabilir.
11
Satranç Nazlı Hatipoğlu *Bu yazı Stefan Zweig’ın Satranç adlı kitabı- kusmaktan, sorgulandığı her konuyu annın özetini de içerir. latmaktan başka çaresi kalmayacaktır. Bir şekilde düşünecek yeni bir şey arar. Hiçbir 9. yüzyılın son çeyreğinde Orta Avru- şeyin değişmediği, zamanın hissedilmedipa’nın kozmopolit kültüründe popü- ği bu yoklukta zihnini sağlıklı tutacak bir lerlik kazanan psikoloji bilimi, sanatın şey... Kırkıncı gün sorguya gittiğinde her tüm alanlarında olduğu gibi edebiyatta da zamanki gibi bekletildiği yerde duvarda asıbüyük yer edinmeyi başarmıştır. lı bir paltonun cebindeki kitabı fark eder. Özellikle Freud, Jung ve Adler’in insan üze- Zihnini ezberlediği odanın dışında bir şey rine araştırmalarının izleri dönem sanat- için kullanacağı, okunabilir bir şey bulduğu çılarının eserlerinde açıkça görülebiliyor. için heyecanla kitabı çalar. Odasına döndüStefan Zweig da geniş psikoloji birikimini ğünde kitabın yüz elli satranç partisinden eserlerine başarıyla sindirmiş bir yazardır. oluştuğunu anlar. Şimdiye kadar satranç ile Buna en büyük etken elbette yazarlığının bir ilişkisi olmayan Dr. B., biraz hayal kıyanı sıra sahip olduğu psikolog kimliği. rıklığı yaşasa da başka şansı olmadığı için Kahramanımız Dr. B., New York’tan Bue- büyük bir iştahla okumaya başlar. Zaman nos Aires’e giden bir gemide Dünya Satranç ve mekânın baskısına, hiçliğe karşı tek silaşampiyonu Czentovic ile karşılaşır. Hikâye- hıdır. Öğreti kitabı olduğu için başta ekmek ye geçmeden Dr. B.’yi tanıtmak isterim. kırıntılarından şah, vezir ve diğer figürleri Dr B., eski Avusturya hanedanının hukuki oluşturur ve yatak örtüsünden satranç tahve mali işlemlerini yürüten bir avukattır. tası yapar. Oyunu öğrenmeye başladıktan Avusturya’nın Naziler tarafından işgalinin sonra artık ne yatak örtüsüne ne de oluşardından hanedana yakınlığı sebebiyle Ges- turduğu figürlere ihtiyaç duyar. Zihnine her tapo tarafından tutuklanır. Ancak, o döne- şeyi kazımıştır. İki buçuk ay yüz elli oyunu min diğer tutukluları gibi toplama kampla- defalarca oynadıktan sonra artık tüm oyunrına gönderilmez. İşkence görmez, sıradan lar da odanın bir düzeni haline gelmiş, cabir otel odasına yerleştirilir. Odadan da zibesini yitirmiştir. Kafasında yeni oyunlar sadece sorgu için alınır. Kırk gün boyun- yaratmalı ve kendiyle oynamalıdır. Fakat ca odanın içinde salt yalnızlığı ve hiçliği mantıken çok zor olan bu durum kendi ile yaşayan Dr. B., Gestapo’nun amacının gölgesinin üzerinden atlamaktan farksızartık farkındadır. Hiçliğin içinde düşün- dır. Kitapta geçen şu kısım durumu çok net celerini yutacak ve boğulup düşüncelerini açıklıyor: “Çift düşünme eylemi gerektiren
1
12
bir durum olduğu için beynin, mekanik bir aygıtmış gibi istendiği zaman açılıp kapanabilir olmasını gerektirir.”. Dr. B. siyah ve beyaz olarak benliğini ayırıp yüz elli oyunu ezbere bilen bir seyirciden kendine meydan okuyan bir oyun kurucuya dönüşür. Durumu o kadar histerik bir hal alır ki, artık yemek bile yiyemeden sadece oyunda yapacağı hamleleri ve kendini nasıl alt edebileceğini düşünür. Zihnini korumak için yaptığı bu girişim sorgularda daha karmaşık cevaplar vermesine sebep olur. Kendiyle kavga eder gibi oynadığı bir gün odaya giren gardiyana “Neden oynamıyorsun?” diye saldırmasıyla baygınlık geçirir ve gözünü bir hastane odasında açar. Doktorun ilgisi ve yardımı ile serbest kalır. Ardından ülkeyi terk etmek için bindiği gemide ilk kez gerçek bir satranç oyunu görür. Oyunu oynayanlar meşhur şampiyon Czentovic, şampiyonu incelemek için ona yaklaşan psikolog ve hırslı arkadaşı Mr. Connor’dır. İstemsizce oyun masasına yaklaşıp Czentovic’e karşı
ne yapacaklarını bilmeyen Mr. Connor’ın hamlesine müdahale eder ve tüm dikkatleri üzerine çeker. Oyuna kendi de dâhil olur ve oyun Dr. B. ile şampiyonun rekabetine kadar gelir. Başta kabul etmez Dr. B., tekrar hücresinde gösterdiği belirtileri yaşamaktan korkar, üstelik doktoru da yasaklamıştır ancak merakına yenik düşüp oyunu kabul eder. Tahmin edildiği gibi benzer histerik belirtileri göstermeye başlar. Titremeleri, dudak hareketleri gibi tekrarları fark eden psikolog, Dr. B’yi durdurur. Bu durum aşırı tinsel yüklenmenin patolojik bir biçimidir. Kitapta da manik saplantı olarak geçer. “Beyni düzenleyici güçler insanı rahatsız eden, tehlikeye sokan şeyleri kendiliğinden devre dışı bırakıyor.” Kitapta geçen bu açıklama bize Freud’un savunma mekanizması türlerinden unutmayı bariz bir şekilde hatırlatıyor. Faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının korkunç sonuçlara yol açabileceği ve kişinin böyle bir baskı altında ne kadar parçalanabileceği de açıkça gösteriyor.
13
Umudun Beyannamesi Bilgekaan Kılınç
P
andora’nın Kutusu’nu ikinci defa açtığımız şu son zamanlarda bizi yine ve yine kurtaracak neyimiz kaldı? Kaygının kol gezdiği o karartılmış zihnimizde çok fazla seçenek olmadığını biliyorum. Bir yanımızda yasaklar, öbür yanımızda ölümler, gözlerimizi kapattığımızda ise bitmek bilmeyen kâbus demetleri... Yitirmediğimiz bir tek umudumuz var. Onu da kaybetmemeli. Stefan Zweig, edebiyata nitelikli eserler kazandırdığı, döneminin edebiyat çevresini etkilediği 40’lı yıllarda Yahudi olduğundan ötürü çeşitli Gestapo zorbalıklarına maruz kaldı. Ülkesini terk edip önce İngiltere’ye sonra Brezilya’ya yerleşti. O da bizim içine düştüğümüz çıkmazdaydı. Hitler’in dünyasının mutlaklığa kavuştuğu ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı inancına kapıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan millerce uzakta olmasına rağmen düşünceleri aklını kemiriyordu ve umudunu çoktan yitirmişti ki umuttan sonra başka bir durak yok. Nitekim Zweig da karısıyla beraber yaşamına son verdi. Yaklaşık üç yıl sonra Führerbunker’de Hitler ve karısı, zulüm imparatorluklarının yıkılışının ardından intihar ettiler adeta Zweig’a ders verircesine. Tüm bunlar olurken ailesini Nazi saldırısında kaybetmiş, çalışma kampına gönderilmiş bir adam (Robert Zajonc) iki kez kamptan kaçıp sonunda büyük bir psikolog olmak
14
üzere Amerika’ya gidiyordu. Peki, Zweig’la ne farkları vardı biraz umut dışında? Biz modern zamanın Sisifosları olarak ya durmaksızın tırmanacağız sırtımızda kayalarla ya da dağı müsebbibinin başına yıkacağız. “Big Brother is watching you” nidalarından korkmayacağız. Sezar’ın tiranlığının acınası bir sonla bittiğini de unutmayacağız. Bizim daha Bülent Ortaçgil dinlemeye, Orhan Pamuk okumaya, bol bol sarhoş olmaya ihtiyacımız var. Hepsi için umudumu saklıyorum ve yavaşlatılan internetimden dinlediğim Mor ve Ötesi şarkısıyla geceyi noktalıyorum. “BUGÜN DEĞİL YARIN İÇİN YIKMAYA HAZIRIM BU ŞAH BU ŞAHBAZ DEVRİNİ BULUT BULUT ÇÖZÜLÜYOR ESRARI BU ŞAH BU ŞAHBAZ DEVRİNİN”
15
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu (TPÖÇG) Nedir? Atahan Karadağ
T
ürkiye’deki birçok psikoloji öğrencisinin birbiri ile iletişim içinde olduğu ve yakın dostluklar geliştirdiği, pek çok etkinliğin, akademik çalışmanın yapıldığı bir topluluğun üyesi olmak ister misiniz? 2001 yılından beri TPÖÇG, psikoloji öğrencilerine bu imkânı sağlıyor. Bu sene güncel olarak 53 üniversitede temsilciği, 5 yerel yapılanması, 350 gönüllü çalışanı ile 20.000 psikoloji öğrencisini uluslararası alanda temsil ediyor.
psikoloji eğitimine farklı bir pencereden bakmanızı sağlar. •Yerel Değişim Programları Bu program, Ulusal Psikoloji Öğrencileri Değişimi’nin İstanbul versiyonudur. Sadece İstanbul içerisinde bu programı açan üniversitelere başvurunuzu yapıp bir günlüğüne o üniversitenin öğrencisi olma imkânına kavuşursunuz.
•TPÖÇG Akademi Her yıl 30-40 civarında psikoloji öğrencisiTPÖÇG Faaliyetleri ne alanımızla ilgili belirli konu veya konular •Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi Her yıl farklı bir üniversitede gerçekleşen hakkında eğitim vermeyi amaçlayan aktibu kongre, 1995’ten beri, öğrencilerin aka- vitedir. TPÖÇG Akademi 2014 yılında ilk demik alanda gerçekleştirdikleri araştır- olarak Işık Üniversitesi’nde gerçekleşmiştir. malarını katılımcılara sunma fırsatı doğuruyor. Konferanslar, sözlü bildiriler, poster •PsiFest bildirileri, tartışma platformları, kokteyller, TPÖÇG 10 Mayıs’ı “Psikologlar Günü” olarak kabul etmektedir. Her yıl bu tarihte partiler ve geziler düzenleniyor. Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Kıbrıs başta olmak üzere birçok yerde çeşitli içerikte •Ulusal Psikoloji Öğrencileri Değişimi TPÖÇG çatısı altında gerçekleşen bir haf- festivaller düzenlenir. Psikoloji bilimi adına talık öğrenci değişimidir. Örneğin; Hacet- farkındalık yaratmak, halka bilgi aktarımı tepe Üniversitesi UPOD düzenler, siz bu yapmak da önemli amaçlarından biridir. değişim programına başvurursunuz sonrasında 1 hafta düzenlenen programa göre •TPÖÇG Zirveleri Hacettepeli olursunuz. Derslere girip, farklı Psikoloji öğrencilerinin toplum içerisinde hocalarla ve öğrencilerle tanışma fırsatı ya- akademik ve sosyal alanda sahip olması kalarsınız. Başka bir şehirde öğrenci olma gereken tüm nitelikleri belirli başlıklar üzeimkânına kavuşursunuz. Ayrıca bu faaliyet rinden psikoloji öğrencilerine kazandırmak
16
için, yapılabilecek çalışmalar üzerine tartış- lamak, görev boyunca onları desteklemek, ma, çeşitli grup çalışmaları ve paylaşımlar TPÖÇG’ün işleyişini sağlamlaştırmak ve yapılmaktadır. aktif psikoloji öğrencileri için verimli bir öğrenme ortamı yaratmaktır. Bunların dışında 3 tane yayınımız bulun- TPÖÇG eğitmenleri EFPSA’nın eğitmen maktadır: eğitimi (Train the Trainers) denilen oku•PsiNossa lundan mezun olmuş, tüm eğitim oturumPsikoloji öğrencileri tarafından çıkarılan larını yönlendirebilecek düzeyde donanımlı hakemli dergidir ve online olarak yayın- psikoloji öğrencilerinden oluşmaktadır. lanır. Zirve ve kongrelerde basılır. Yapmış olduğunuz araştırmaları daha öğrenciyken •Avrupa Psikoloji Öğrencileri Birlikleri yayınlama imkânı sunar. Ayrıca psikoloji ile Federasyonu (EFPSA) ilgili güncel gelişmeleri takip etmenizi sağ- TPÖÇG, dünya çapında 32 üyeden bir talar. nesidir. Bu sayede Türkiye ve KKTC’den psikoloji öğrencileri EFPSA’nın bütün et•TPÖÇG Bülten kinliklerine başvuru yapma ve servislerinTPÖÇG neler yaptı ve neler yapacak çer- den faydalanma hakkına sahiptir. Ayrıca çevesinde şekillenen, yerel yapılanmaların Avrupa çapında 300 bin öğrenciye hitap etkinliklerinden ve alt birimlerin çalışmala- eden EFPSA’da 2001 yılından beri Türkiye rından tutun yönetim kurulunun mesajları- adına söz sahibidir. na ve kongre haberlerine kadar merak ettiğiniz her konunun yer aldığı yayınımızdır. TPÖÇG ve Türk Psikologlar Derneği arasında organik bir bağ vardır. TPD ile işbirli•TPÖÇG Blog ği içindedir fakat bağımsız çalışır. Bağımsız Psikoloji öğrencilerinin yazarı olduğu ve olmasına rağmen TPD’den maddi ve manehemen her konuda hazırladıkları yazılarını vi destek almaktadır. yayınlayabilecekleri bir ortamdır. İletişime geçerek, birime yardımcı olabilir veya yazı- TPÖÇG Yönetim Kurulu, öğrencileri temlarınızı gönderebilirsiniz. silen TPD Yönetim Kurulu ile toplantılar gerçekleştirir.
TPÖÇG Servisleri
TPÖÇG’le ilgili daha fazla bilgi almak için: •Eğitim Ofisi TPÖÇG Eğitim Ofisi’nin görevi aktif isikuniversitesi@tpocg.net adresine mail atTPÖÇG gönüllülerini görevlerine hazır- manız yeterli!
17
“...Sıfatları Kaldırırsan Geriye Gerçekler Kalır...” Gizem Kara
İ
nsanlığa en ağır biçimiyle yaşatılmış ırkçılık kokan büyük acılar utancımızdır. Günümüzün “modern” çevresinde bile psikolojik ve fiziksel etkisini sürdürüyor ırkçı görüş, çünkü “Bunların hepsi aynı” söylemini durmadan sürdürüyor. Bu görüşü benimseyene de haliyle hayat kolaylaşıyor çünkü karşısına çıkan insanları hâlihazırda mevcut kategorilere yerleştirip önceden hazırlanmış etiketlerle süslediğinde tanımaya çalışmak gibi bir gayesi kalmıyor. 1955 gibi bize gayet yakın bir tarihin Aralık ayında işinden çok yorgun dönen siyahi bir terzi, otobüsün siyahiler için ayrılmış arka kısmında yer bulduğu için mutluyken, bir kişiye sırf beyaz olduğu için yer vermek zorundaydı. Yine o zamanlara dek; siyahiler, beyazlarla aynı tuvaleti kullanamaz, aynı yerlerden su içemezlerdi. Biz bugün, ırkçılığa en ağır şekilde maruz kalan insanların fotoğraflarına bakarken onların gündelik rutinlerini sürdürmesini görürüz ki bu sıradanlaşmış görüntü, doğuştan statünün belirlenmesi ve tuvalete gidilecek yerin bile etiketlenmesi anlamına gelir. İnsanlar ya yadırgamamaya başlamış-
18
tır ya da durumun vahametini göremeyecek kadar şanssız büyümüştür. Tam bu noktada, o meşhur cümle geliyor aklıma. Hem taşıdığı anlam hem de o fotoğraflarda gördüğümüz insanların rutinleri gibi altı defalarca çizilmeden kendisini sunduğu için: “İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma bülbülü öldürmek günahtır.” Harper Lee, devamında anlatır bülbülün sadece şarkı söylediğini, hiçbir yeri yağmalamayıp zarar vermediğini… Eski bir kitaptır ama geçtiğimiz günlerde polis tarafından öldürülmüş sivil, silahsız, siyahi vatandaşa üzüntünüzü açıp paylaşabilirsiniz küçük Scout’la. ”Kendinizi bir adamın yerine koymadıkça, o adamın yerinde olmanın nasıl bir şey olacağına inanmaya çalışmadıkça o adamı gerçekten tanıyamazsınız.” diye geçer kitapta. Bana kalırsa da bülbülün sesi, saksağanın kanadındaki mavilik özeldir. Umarım bir gün herkes bu güzelliklerin farkına varıp birbirini tanımaya gerçekten özen gösterecektir.
19
Dünden Bugüne Pedagoji Psk. Tuba Güler
D
ünün çocukları bugünün yetişkinleri olan bizler, dünden bugüne belli gelişim basamaklarını teker teker çıkıyoruz. Kimi zaman hatalar yapıyoruz, kimi zaman büyük işler başarıyoruz. Fiziksel, Duygusal ve Sosyal olarak sürekli devinim halinde olan bizler, ana rahminde başlayan yaşam öykümüze her gün yepyeni yaşantılar, kazanımlar ekliyoruz. İşte bu noktada “Pedagoji nedir? Pedagoji nasıl ortaya çıkmıştır? Pedagog ne iş yapar? Neler kazandırır?” sorularına açıklık getirmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Pedagoji, çocukların ruhsal, bedensel ve sosyal gelişimlerini ana rahminden erişkinliğe kadar geçen sürede inceleyen bir bilim uğraşıdır. Bu uğraş, çocuğun hem kalıtsal faktörlerini hem de çevresel faktörlerini harmanlar ve ortaya bir gelişimsel çizelge çıkartır. Pedagog ise, bu bilim dalında uzmanlaşmış kişiye denir. Ayrıca yetişecek sağlıklı nesiller adına bu bilim dalının oldukça önemli etkisi olduğunu da söyleyebiliriz. Ortaya çıkışı aslında Antik Yunan’a kadar dayanmaktadır fakat bugünkü anlamına gelene kadar bir hayli yol kat etmiştir (Baltacıoğlu, 1964). Özellikle Batı’da uzun yıllar boyunca psikolojinin bir alt alanı olarak kabul edilmiş ve 19. Yy. sonlarına doğru ancak ayrı bir bilim alanı olarak geçerliliğini sağlamıştır. Ülkemizde ise 1980’li yıllarda, üniversitelerde “Pedagoji” bölümleri kaldırılmasının ardından Eğitim Programları,
20
Öğretim Bölümü, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü mezunları pedagog olarak atanmaktadır. Yani Batı’ya kıyasla ters bir skala çizmiş bulunmaktayız. Pedagog ne iş yapar? Eğitim anlamında öğrenme güçlüğü ve dikkat eksikliği bulunan, okul başarısızlığı ve uyumsuzluğu olan çocuklara yardımcı olmak, ayrıca eğitim sürecinde yapılan yanlışlıkları gidermek, aile danışmanlığı yapmak, üstün zeka veya düşük zeka sonucu ortaya çıkabilecek uyum problemlerinde çocuğa destek, aileye rehber olmak üzere pedagogun görev/yetkilerini sınıflandırabiliriz. Bunların yanı sıra, pedagoglar, çocuk ıslahevlerinde gözlemci ve uzman kişi, çocuk mahkemelerinde bilirkişi, farklı yaş gruplarına sahip kreş ve çocuk yuvalarının açılmasında bilirkişi, sağlık kurumları, hastane ve çocuk kliniklerinde uzman olarak da görev yapmaktadırlar. Psikolojide olduğu gibi pedagojide de çocuk gelişimine ilişkin farklı yaklaşımlar, farklı kuramlar ve araştırmalar mevcuttur. Bu alanda adını sıkça duyduğumuz kişilerden biri Jean Piaget’dir ve özellikle çocuğun genetik epistemolojisine ve bilişsel süreçlerine ilişkin yaptığı çalışmalar ile tanınmaktadır [Çocuğun dört aşamalı bilişsel gelişimi: duysal dönem (0-2 yaş), motor dönem (2-6 yaş), somut dönem ( 6- 12 yaş), soyut dönem (12 yaş ve sonrası) ]. Lev Vygotsky ise, pedagoji bilimine katkı sağlayan bir di-
21
ğer araştırmacıdır. Öğrenmenin sosyo-kültürel yönüne yaptığı ekleme ile dönemin diğer araştırmacılarından ayrılmıştır. Vygotsky’ye göre çocuğun bilişsel gelişimi çocuğun içinde yaşadığı sosyal ve kültürel ortamdan etkilenir. En önemlisi, akranların ve yetişkinlerin yaptıkları veya çocuğa öğrettikleri, çocuğun zihin gelişimini etkiler (Vygotsky Bilişsel Gelişim Kuramı, 1978 ). John Bowlby ise özellikle “Bağlanma Kuramı” ile pedagoji bilimine oldukça katkı sağlamış olup yeni doğan bir bebekte beslenmek, temizlenmek, ısınmak, korunmak, kısaca yaşayabilmek için anneye ya da bakım verene muhtaç olduğunu söylemiştir. Emme, sokulma/uzanma, bakış, gülümseme, ağlama gibi bebeğin başlıca bağlanma davranışları sergilediğini ayrıca bebeğin, anne-babasıyla iletişiminde kullandığı ve hayatının ilk dokuz ayında geliştirdiği bağlanma davranışlarının çocuk gelişimi için yadsınamayacak kadar önemli olduğunu ve erişkinlikteki ilişkilerini etkilediğini aktarmıştır. Ayrıca Bowlby’nin “Bağlanma Kuramı”, bir yönü ile çağdaş psikanalist Melanie Klein tarafından ortaya atılan ve psikanaliz ekollerinden biri olan “Nesne İlişkileri Kuramı”na benzetilmektedir. Klein’ın Nesne İlişkileri Kuramı çocuğun özellikle ilk altı aylık yaşamında annesi ile arasındaki yoğun duygusal bağı vurgulamaktadır. Bebek ve anne arasındaki ilişkiyi cinsellikten ziyade sosyal ve bilişsel terimlerle izah etmektedir. Yani libidonun (İnsanın yaşama gücünün, davranışlarının temelini oluşturan cinsel içgüdü) hazdan çok nesne arayışı içinde olduğunu dile getirmiştir. Sigmund Freud’un çalışmaları ve kuramları için rüyaların önemi ne ise Melanie Klein için de oyun tekniği çocuklar için bilinçdışına giden kutsal yol idi. Çocuğun, tahtadan küçük adamlar-kadınlar, arabalar, trenler, hayvanlar, evler, aynı zamanda kağıt, makas ve kalemler gibi
22
oyuncaklarla nasıl oynadığının ya da onlarla oynamayı nasıl kestiğinin ve oyuncaklara karşı genel tutumunun çocuğun kompleksleri hakkında bilgi verdiğini dile getirdi. Günümüzde de oyun terapisi, pedagogların çocuk psikolojisini anlamaya yönelik sıkça kullandıkları tekniklerden biridir. Ayrıca Anna Freud ve Donald Winnicott da tıpkı Melanie Klein gibi çocuk psikolojisi ile ilgilenmiş ve alana katkı sağlamış psikanalistlerdendir. Özellikle Anna Freud psikanalizi çocuk psikiyatrisine uyarlayarak bu alanda yarattığı gelişmelerle adından söz ettirmiştir. Anna Freud’un yazdığı “Çocuklukta Normallik ve Patoloji”, psikanalizin toplumca benimsenmesinden, rehberliğinin aile içi ilişkileri etkilemesinden sonra neler olduğunu betimler: “...yetişkinlerin cinsel yaşamının gerçekleri ile çocuğun cinsel yapısının olgunlaşmamışlığı birbiriyle çelişir. Bu olgunluk eksikliği yüzünden, çocuklar en titiz ve ayrıntılı açıklamaları bile kendilerinin genitallik öncesi cinsel varsayımlarının diline çevirmeyi sürdürmektedirler.” (s. 26). Son olarak eklemek istediğim, eski çağ filozoflarından Heraklitos’un insanın sürekli bir oluş içinde olduğunu ifade eden sözüdür. Heraklitos der ki: “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.”. Evrende her şey değişir, hiçbir şey aynı kalmaz, her şey akar, her şey hareket eder. Bu nedenle aynı nehre bir daha girdiğinizde su da aynı su değildir, siz de eskisi gibi değilsinizdir, siz de değişmişsinizdir. Çünkü her şey akar, değişir. Değişim süreklidir”. Bebeklikten bugüne insanoğlunun sürekli bir devinimi söz konusudur. Tıpkı Heraklitos’un dediği gibi insan oluştur ve değişimin ta kendisidir. Pedagoglar ise değişim ve devinim halinde olan bebeğin erişkinliğe uzanan basamaklarında ona rehber olmakla görevli kişidir. Çağdaş psikanalist Winnicott’un söylediği gibi bu bir yoldur; beraber keşfetmeye, birlikte bir öykü, anlam oluşturmaya…
Nietzsche Ağladığında Mader Bengisu Bilgen
S
evgili Okurlar, Öncelikle herkese merhaba. İlk kez konuk yazar olarak katkı sağlamaya çalışacağım bu yazıyla hepinizi kucaklıyorum. Şimdiden zaman ayırıp, amatör çalışmamı okumaya değer gördüğünüz için teşekkür ediyor, ”Psikomedya’mıza sahip çıkalım!” sloganımı atıp asıl konuma dönüyorum. Sizlere bahsedeceğim roman olan ”Nietzsche Ağladığında” Irvin Yalom’un bir yazar olarak edebiyat dünyasında yer edinmesine yardımcı olan eserlerden biridir. Romandan önce biraz ”Kimdir Nietzsche?” ondan konuşalım diyorum. Çok kısa olarak Friedrich Nietzsche; üslubunda metafor, ironi ve aforizmalara yer veren din, modern kültür, ahlak, felsefe ve bilim üzerine eserler vermiş Alman filolog, filozof ve kültür eleştirmenidir. Bu romanda, Nietzsche’nin karamsar, ümitsiz, “Tanrı öldü.” diyen filozof yanının nasıl büyük bir ustalıkla işlendiğini görüyoruz. Yalom’un, edebiyat dünyasına kazandırdığı kendi yöntemlerini romanlaştırma amacıyla yazılmış, eğitici de bir içeriğe sahip olan bu eserde; ümitsizlik, ekonomik açıdan refah içinde olan insanların bile yaşayabileceği psikolojik sorunlar ve bir filozofun hayatla yüzleşme çabalarının konu olarak işlenmiş olduğunu görüyoruz. Temaya gelince ise yazar bizlere, kendi hayatımızla yüzleşmekten korkup kaçmamamız ve yalnız başkalarının mutluluğunu değil, kendi
mutluluğumuzu da önemsememiz gerektiğini vurguluyor. Hikâye, 19.yüzyılın Viyana’sında, Nietzsche, Doktor Breuer, Lou Salomé, Freud ve yan karakterler arasında geçiyor. Karakterler ve tarihler gerçek olmakla birlikte, Yalom edebi üslubunu koruyarak, psikanalizi kurmaca bir olaylar zinciriyle anlatıyor. Tüm olaylar artık hayat şartlarından yorulmuş Josef Breuer’in tatildeyken oteline Salomé tarafından bırakılan ve Avrupa’nın kültürel geleceğinin tehlikede olduğunu bildiren bir mektupla başlar. Lou Salomé ve Breuer arasında geçen görüşmelerden, Salomé ve Nietzsche arasında duygusal bir yakınlık geçmiş olduğunu, fakat bu durumun Nietzsche’yi ölümcül hastalıklara ve daha kötüsü ölümcül ümitsizliğine mahkum ettiğini öğreniyoruz. Aynı zamanda Salomé bu görüşmelerde Breuer’den hiçbir tedavinin işe yaramadığı, hastalıklarını yenmeye çalışmayı bırakan Nietzsche’nin ümitsizliği için yardımda bulunmasını talep eder ve Salomé’nin güzelliğine hayır diyemeyen Breuer bu teklifi kabul eder. Bağlantılı olduğu kişiler sayesinde Nietzsche’nin Breuer’i muayenehanesinde ziyaret etmesiyle seanslar başlar. Önceleri her şey her iki taraf için de zordur, zaten ümitsiz bir aşka saplanmış olan Breuer bir de katı fikirli ve sağlığı konusunda bile yardım kabul etmeyi güçsüzlük sayan, bu sebeple de tedaviye cevap vermemekte ısrarlı Nietzsche arasında gergin
23
bir ortam oluşur. Bir gece Nietzsche kaldığı otelde migren atağına yakalanınca artık her şey Breuer’in gözetimi altında ve onun istediği şekilde ilerleyecektir. Tedavilere özel bir klinikte devam eden Breuer ve Nietzsche arasında zamanla doktor ve hasta ilişkisinin karışmasıyla birbirlerine hem hasta, hem doktor oldukları seanslar gerçekleşir. Bu seanslarda Breuer, Salomé’nin istediği şeyi yapmak, Nietzsche’nin bu ümitsizliğinin sebeplerini aramak istemiş fakat sonraları asıl vaka Breuer olmuş ve Nietzsche ona felsefi çözüm yolları sunmuştur. Breuer’e hayatı ve Bertha saplantısı hakkında çıkar yollar bulmasına yardım etmiş ve günü gelince hayatını çıkmaza sokan bu saplantılardan kurtulmasına ön ayak olmuştur. Breuer’in, artık tamamen bu saplantılardan kurtulduğu ve iyileştiği anda bir gerçek karşımıza çıkar: Nietzsche hala iyileşmemiştir. Hala yalnız, güvensiz, ümitsiz bir biçimde hayatına devam ediyor ve unutamadığı aşkını saplantılı bir şekilde içinde yaşıyordur. O güne değin tek bir gerçek dosta sahip olamamış Nietzsche, iyileşmesine yardım ettiği Breuer’in kendinden birkaç adım öne geçip onun öğretilerinden bile fazlasını yapıp iyileşmesine şahit olduktan sonra ondan kendisine de yardım etmesini ister ve o güne kadar hiç içinde bulunmadığı duygusal anlar yaşar, ilk defa biriyle duygularını paylaşır. Böylelikle iyileşmek ve saplantılarından kurtulmak için ilk ve en önemli adımı ilk dostu Dr.Breuer’le birlikte atmış olurlar. Okuyanları hem düşündüren hem hayatla yüzleştiren hem de okuyucusuna yoğun bir edebi zevk veren bu eseri herkese öneriyorum. Sevgiyle kalın.
24
25
Öykü Yazısı Tuğçe Tutan
K
endinize ne kadar güvenebilirsiniz? Var olduğuna emin olduğunuz şeylerin hiç var olmadığını, aslında hepsini kendinizin uydurduğunu ve onları sadece sizin görebildiğiniz söylenseydi inandığınız gerçekliği sorgular mıydınız? Evet demek kulağa mantıklı geliyor. Ancak bu sorgulamayı defalarca yapmış biri olarak böyle bir duruma sahip olduğunu kabul etmenin hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. Çevremdekilere göre korkunç bir hastalık, bana göreyse normal olduğunu sandığım rutin hayatım… Elbette bu kadar alışıp benimsediğim yaşamımı sorgulamak kolay olmayacaktı. O anki halimle yaptığım sorgulamaların sonu gelmeyecek gibiydi. Benden sorgulamamı istedikleri gördüğüm, yaşadığım, inandığım şeylerdi. Asla var olmadıklarını iddia ettikleri şeyler, tüm benliğimle kabul ettiğim, her gün hakkında düşünüp hayalini kurduğum, beni iyileştiren, daha iyiye götüren, rahatlatan düşüncelerdi. Hiçbirinden vazgeçmek istemiyordum. Benim değer verdiğim şeylerden vazgeçmemi isteyenlerin doğruyu söyledikleri ne kadar kesindi ki... Sizden inandığınız gerçekliği yok sayarak onu hayatınızdan çıkarmanız isteniyor. Ne kadar doğru olurdu bunu yapmak? İnandığınız gerçekler derken, her gün yediğiniz yemeklerden veya kullandığınız eşyalardan bahsetmiyorum. Sizi siz yapan kişilerden ve olgulardan bahsediyorum. Vazgeçmenizin
26
istendiği şeyleri, düşüncelerine hayran kaldığınız, hep yanınızda olmasını istediğiniz biri veya uğrunda her emrini yerine getirebileceğiniz bir din, bir görüş olarak düşünebilirsiniz. En azından benim gerçekliğimin benim için ne anlama geldiği böyle somutlaştırılabilir. Durumumu öğrendikten sonra biraz araştırma yapmıştım. Her şizofreni hastasının yarattıkları gerçeklikler farklı oluyormuş. İşte onlardan bahsediyorum. Genelde bilinçaltında en çok ihtiyaç duyduğun, var olmasını istediğin şeylerle ilgili oluyormuş. Arada benim gerçekliğime ne kadar ihtiyacım vardı diye düşünürüm. Bu durumun bendeki ilk etkilerini hatırlayamasam da yanımda hep kendimden daha üstün gördüğüm birinin olması beni rahatlatıyordu. Sanki yaşamanın, kararlar almanın sorumluluğunu biraz da olsun azaltabiliyordum. Sanırım bu yüzden yarattığımı sandığım, orda olduğuna inandığım kişi böyle biriydi. Böyle hissederken bir gün onun gideceğini bilseydim, bu kadar bağlanmazdım ona. Aslında hiçbir şeye bağlanmazsam kaybedecek bir şeyim de kalmaz değil mi? Sanki bu insanoğlunun doğasında var, yaşamak için bir şeylere bağlanmak ve bir şeylere güvenip inanma arzusu... Bazen sonuçlarını kestiremeden, emin olmadan yapıyoruz bunu; bazense o kadar eminmiş gibi davranıp savunuyoruz ki bağlandığımız şeyle-
ri. Her ne kadar bağlanmayı kötülesem de, eski halimi düşündüğümde kendimi şanslı hissediyorum. Şu an o zamanlarıma dönme fikri benim için bir kabus olması gerekirken, ben o zamanları özlüyorum. Kendimi tamamlanmış hissettiğim o zamanları... Bu kadar sahiplenmem şu an yokluğunu çok fazla hissetmeme sebep oluyor. Bazen, eğer uğraşırsam onu tekrar geri getirebilirmişim gibi hissediyorum. Bu düşüncem öğrenilirse benim için hiç de iyi olmaz. O tedavi sürecini tekrar yaşamak istemiyorum. Şu an herkes daha iyi olduğuma inanıyor ya da inanmak istedikleri bu. Bense her ne
kadar ‘’iyileştiğimi’’ söylesem de, bunun bir iyileşme olduğunu düşünmüyorum. Sadece benden bir parça eksilmiş, oluşturduğum benliğin bir parçasını kendi ellerimle yok etmişim gibi… Bir nevi katil sayılırım ama aynı zamanda da bir yaratıcı. Tüm bu yakıştırmalardan uzak olmam iyileşmek olarak tanımlanıyor. Her ne kadar zor olsa da, tedavimin yapılması benim ve çevremdekiler için en doğru olan şey olarak kabul görmüştü. Bense zararımın sadece kendime olacağını bilerek ondan, artık onunla yaşamaktan vazgeçmiştim...
27
Old Boy vs. New Boy Şeyma Bacın “Avcının elinden kaçan bir ceylan gibi tuzaktan kurtulan bir kuş gibi özgür bırak kendini” ğzınızdan çıkacak kelimelerin bir insanın hayatını mahvedeceğini bilseydiniz yine de özgürce söyler miydiniz gördüklerinizi? Geçenlerde, seneler önce izlediğim Old Boy’un 2013 versiyonunu izleyince bu düşünceler beynime hücum etti. Old Boy’un yeni yapımını izlerken özellikle düşündüğüm şey aynı konunun, başka yönetmenler tarafından çok ilginç perspektiflerle izleyiciye sunulması oldu. Bilenleriniz bilir, filmin odaklandığı ana mesele intikam konusuydu. Filmin orijinal yapımı olan OldeuBoi’de başrol oyuncusu olan Dae Su yıllar önce okulundaki bir kızın abisiyle yaşadığı ensest ilişkiyi arkadaşlarına anlatması üzerine, bu dedikodu kontrol edilemez boyutlara ulaşır. En sonunda bir genç kızın hayatına son vermesine sebep olur. Bunun üzerine abisinin yıllarca kurgulayacak olduğu intikam planlarının temellerini atmış olur. Genç kızın abisi Woo-Jin Lee, Dae Su’yu yıllarca izler ve onu kızının üçüncü yaş gününde kaçırır. On beş yıl boyunca tutsak edilen Dae Su serbest bırakıldığında ilk işi bunu kendisine kimin yaptığını araştırmak olur ve filmde sonu gelmeyen intikam planlarına da başlanmış olur. 2013 yapımına baktığımızda aynı olayın içine biraz daha karmaşıklık eklendiğini gördüm. Orijinalinde basit görünen bir
A
28
ensest ilişkinin doğurduğu sonuçlar beyazperdeye aktarılırken bu olay ikinci yapımda babanın çocuklarıyla ve eşiyle kurduğu hastalıklı ilişkiye dönüştürülmüş. Filmin akışı açısından kesinlikle çok karışık ve gereksiz bulduğum bu ayrıntı, filmin takip edilmesini zorlaştırmıştı. Filmin Kore yapımında kullanılan imgeleme ve iç ses, benim orijinali daha da ön planda tutmama sebep oldu. Orijinal yapım diğer yapımın aksine kesik kesik sahnelerden oluşuyor. Dae Su’nun rolüne çok iyi adapte olduğunu ve yıllarca esir tutulmanın psikolojisini çok iyi yansıttığını görebiliyoruz. Orijinal yapımın psikolojik gerilim tarzına daha yatkın olduğunu filmde kullanılan posthipnotik telkin (Hipnotik transtaki insana, hipnoz sonrasında yerine getirmesi için direktifler verilmesine “Post Hipnotik Telkin” denilmektedir.) ve diğer içselleştirmelere bakarak da görebiliriz. Filmde görülen kanlı ve rahatsız edici sahneler, imgelerin ve kullanılan müziklerin içine ustalıkla saklanmış. Dae Su’nun on beş yıllık esaretten sonra birden serbest bırakıldığında intihar etmek isteyen biriyle karşılaşması ve o kişinin söylediği “Bir hayvandan aşağı olsam bile benim de yaşamaya hakkım yok mu?” lafı aslında filmin ana felsefesini oluşturuyor. İki filmi kıyaslayacak olursak bana daha felsefi gelen ve filmde söylenen sözleriyle beni düşünmeye sevk eden yapımın her zaman ilk yapım olduğunu düşünürüm. Daha önce yap-
tığı bütün kötülüklere rağmen yepyeni bir hayata başlamak isteyen birinin gösterdiği çabayı etkileyici bir şekilde anlatır. İntikam planlarının ardı arkası kesilmezken Dae Su kendini saf bir aşkın ortasında bulur. Âşık olduğu kadını korumak için her şeyi yapar ancak beklenmedik bir olay olur. Aslında iki film arasındaki en temel fark burada devreye giriyor. İkinci filmin yönetmeni olan Spike Lee filmi bambaşka bir sonuca bağlayıp aynı durum için başka bir seçeneğin de olabileceğini seyirciye göstermeye çalışır. Filmin Amerikan yapımında başrol Joseph Doucet, büyük sırrı öğrendikten sonra seyirciyi şaşırtacak bir şey yapar. Kendine ikinci bir yol yaratır. Haklı ve haksız tarafın kim olduğunu iki filmde de kesinlikle çözememe rağmen film gerek felsefi gerek psikolojik yapısıyla en sevdiğim filmler listesine girmeye fazlasıyla hak kazandı. İki filmi de izlerken ve izledikten sonra sık sık
empati kurup “Bu durumda ben olsaydım ne yapardım?” diye düşünmeye başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk filmi daha çok sevmeme rağmen ikinci filmde tamamen değiştirilen son çok hoşuma gitti. Farklı sonların aynı hikâyeyi bu kadar değiştirebileceğini hiç düşünmemiştim. İki farklı yönetmen, iki farklı kişilik yaratarak tamamen farklı bir hikaye ortaya koymuş. İki yönetmen de kendilerine göre cesaretli olduğunu düşündüğü yollar çizmiş karakterlerine. Bu noktada filmi izleyenler için düşünmelerini istediğim soru şu: Siz olsaydınız bu yollardan hangisini seçerdiniz?
29
psychology.students
30
Thank you Shames Maskeen.
Kaynakça Dünden Bugüne Pedagoji Bowlby, J. (2013). Bağlanma. Pinhan Yayıncılık. Klein, M. (2015). Çocuk Psikanalizi. Pinhan Yayıncılık. Mitchell, S. A., & Black, M. J. (2014). Freud ve Sonrası. İstanbul Bilgi Üniversitesi. Senemoglu N,(2004). Gelişim Öğrenme ve Öğretim Kuramdan Uygulamaya
31