PsikoMedya 2
PsikoMedya Ekibi İdari Editör
İçerik Editörü
İçerik Editörü
H. Tuğçe DEMİRCAN Gizem KARA Ecem ERKOL Danışman Dizgi-Tasarım
Zeynep Ecem PİYALE
Yazarlarımız
Melis Timur Simge Güney Dilan Tosun Tuğçe Tutan Kübra Günaydın Nazlı Hatipoğlu Özge Temiz Şeyma Bacın Serdar Altun Başak Bayram Gülcan Köse Arzu Hamurcu
2
Ulaş BAHAR
Herkese merhaba! Dergimizin ikinci sayısıyla sizlerle buluştuğumuz için büyük mutluluk içindeyiz. İlk sayımıza gösterdiğiniz ilgi, hevesle üreten tüm dostlarımızın enerjisine enerji kattı ve bu sayımızda güncel, farklı konulara yer verdik. Bildiğiniz üzere özellikle ülke gündemimiz yeni meseleleri hızla türetiyor. Gündemin içeriklerini irdelemek, derinlemesine düşünmek bir yana, çoğu zaman takip etmekte zorlanıyoruz. Hayatın bu hızlı akışında, bizlere nelerin iyi geleceğinden yola çıkarak içeriklerimizi belirledik. Bir süre durup düşünme, fikir yürütme ve yeni bakış açısı edinme adına küçük bir çerçeve yarattıysak ne mutlu bizlere. Emeği geçen, düşüncesiyle destek veren, yoğun çalışma tempolarına rağmen dergimiz için vakit ayıran tüm arkadaşlarımıza ve sayın danışmanımıza teşekkür ederiz. Öğrenciyken okumak, üretmek hepimize iyi gelecek. Herkese keyifli okumalar, güzel günler dileriz. PsikoMedya Editörleri
3
Röportaj
Umut Kısa İle Röportaj Melis Timur & Simge Güney
1) Merhaba, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Elbette. Sola Unitas Academy’nin lideriyim. Aynı zamanda Paul Ekman International’ın Türkiye’deki temsilcisi olarak bulunuyorum. Genellikle yöneticilerle çalışıyorum. Bir yandan da Bilgi Üniversitesi’nde Bireylerarası İletişim alanında doktora çalışmalarım devam ediyor. “Yıllarca Sabancı, Koç gibi yapılarda Üst Yönetici olarak çalıştıktan sonra kendi işimi geliştirmek ve değer yaratabilmek için bir yolculuğa çıktım.” demeyi seviyorum. 2) ESaC ve ETaC eğitimleri veriyorsunuz, bu eğitimlerden bahsedebilir misiniz? Bu eğitimlerin aşamalarında kaç kişilik bir ekiple çalışıyorsunuz? ESaC eğitimleri daha çok duygusal zeka ve duyguları anlamaya ilişkindir. Asıl amacı kişilerin yetkinliklerini artırarak terapistin ve/veya iletişimde olan kişinin, insanların iletmek istedikleri ve altyazıları hakkında daha fazla fikir edinerek en karmaşık denklem olan insanı çözmeye yardımcı olmaktır. ETaC eğitimleri ise güvenilirliği anlamaya ilişkindir. Yalan okuma eğitimleri
4
gibi lanse ediliyor ama bu tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Elbette yalanı çok daha iyi anlıyorsunuz ancak bence asıl önemli olan size söylenenin doğru olup olmadığını anlamaktır. İnsanların yalanlarını yakalamak yerine doğruları anlamak ve temeli bunların üzerine inşa etmekle ilgilidir. Kalabalık bir ekibimiz var, arkadaşlarım genellikle bu konularla ilgili şirketlerden gelen işlerde görev alıyorlar. 3) Bu mesleği seçmenizde en önemli etken veya etkenler ne oldu? Yaptığınız seanslar sonunda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Bu bir süper kahramanlık oyunu gibi… İnsanları daha fazla anlamak için öğrenmek gelişmek istiyorsunuz. Düşünsenize siz neden psikolog olmak istediniz? Her birimiz anlayamadığımız kompleks zihnin sınırlarını anlamak ve hatta kontrol etmek istiyoruz. Ne kadar anlarsak aslında kendi acılarımızdan kaçabileceğimize ve daha mutlu olabileceğimize inanıyoruz. Bir an için düşünün, psikolojiye sizi ne çekti? Neden bu alana girmek istediniz? Büyük olasılıkla en çok kendinizi tatmin etmeyle ilgileniyorsunuz. “Bunun için kısa yollar
neler, diğerlerini anlamak bana ne sağlayacak?” görmek istiyorsunuz. Aslında seçimimden dolayı çok mutluyum. Hem başkalarına faydalı olabiliyorum hem de kendimi tatmin edebiliyorum. Çözdükçe ilerledikçe kendiniz de gelişiyorsunuz. Düşünsenize psikolog olarak mutluluğun yolunu en iyi sizin bilmeniz gerekiyor. Eğer böyleyse psikologların normal insanlara göre daha mutlu olmaları gerekiyor. Gözlemlerin bunu yeterince desteklemiyor. Asıl mesele başkaları üzerinde çalışmaya başlamadan önce insanın kendi üzerinde yeterince çalışmış olmasıdır. Paul Ekman’ın çalışmalarını aslında daha önemli yapan da bu kısmıdır. Dürüst olayım seans olarak adlandırmak doğru olmaz ama yaptığım işi, iş gibi bile göremiyorum. Sanki bir sitkom içerisinde eğlenen ve hobisini yaşayan bir insan gibi görüyorum. Özellikle yöneticilerle yaptığım çalışmalarda onların terfi ettiğini, istediklerini elde etmek için yeni araçlara kavuştuklarını görmek benim için yüksek tatmin duygusu sağlıyor. 4) Sizin için; Türkiye’nin en iyisi, bir saatlik seansı “mucize” olan adam, “İmkanınız varsa Umut’u tanımadan ölmeyin!” deniyor. Bu kadar güzel geri dönüşten sonra “Us’ta Yol” kitabınız bilgi kuramı derslerinde tavsiye edilen kitap haline geldi. Bu sizde nasıl bir motivasyona yol açtı? Elbette bunlar abartılı cümleler. Sanırım Ekşi Sözlük’ten aldınız. Ben de gördüm ama dediğim gibi birileri sizi çok sevdiğinde bu tür abartılara kaçabiliyor. Elbette teşekkür ediyorum ama böyle bir durum bence realist değil. Çalıştığım insanların mutlu olduğunu biliyorum ama sanırım “İşini iyi yaptı.” ya da “Başarılı bir adam.” deselerdi daha sağlıklı olurdu. Kimlerin üzerinde yükseldiğiniz çok önemli. Ara sıra sosyal medyadan “Ben sizin hayranınızım.” gibi mesajlar da geliyor ama cevap olarak “Ben hayran olunacak
biri değilim, tavsiyem öncelikli olarak kendi hayranınız olmanız.” dediğimde çok bozuluyorlar. Çabuk alkışlıyor, çabuk hayran oluyoruz. Bu durumları normal kabul etmekte zorlanıyorum. Ama elbette hepsini çok seviyorum. “Us’ta Yol” konusuna gelince, evet böyle bir gelişme olduğu için çok sevindim. Bu kitap kendim için yazdığım bir kitap. Çok anlaşılır gibi görünüyor ama öyle bölümler var ki onu yazandan başka birinin anlaması mümkün değil. Çok beğenen de var, nefret eden de… Tam olması gerektiği gibi... 5) Şehir yaşantısında birbirini takip eden günler yaşayan insanların “Denge” kavramını yitirip veya yönetemeyip bir anda her şeyden kopup meditasyona kendini vermesi, Hindistan’a gitmesi, inzivaya çekilmesi, iç benliğini dinlemeye başlaması ve beraberinde geliştirdiği davranışları ne kadar sağlıklı buluyorsunuz? Meditasyonu her zaman faydalı bir uygulama olarak gördüm. Özellikle takip ettiğim ve uygulamalarını beğendiğim biri var. Kendisi Massachusetts Tıp Fakültesi’nde Stres Azaltma konusunda çalışan bir profesör. John Kabat Zinn. Meditasyon uygulamasını hiçbir zaman spiritüel bir uygulama olarak görmedim. İnsanın dinlenmesini ve rahatlamasını sağlayarak huzurunu ve performansını artırıyor. Bir yerlere gitme konusuna gelince ise, eğer seyahatten hoşlanıyorsanız bence keyifli olabilir. Bazen de olduğunuz yerden uzaklaşmak ve sizin düşüncenize sahip olan insanlarla gruplaşmak ve sosyalleşmek isteyebilirsiniz. Bu da değerli. Ancak eğer yolculuk içe doğru yapılacaksa bence olduğun yer en iyi yerdir. Meditasyonu dinsel bir araç değil zihinsel bir dinlenme ve gelişim aracı olarak görmek daha doğru.
5
6) İyi bir okuyucu olmak yazmanın elbette ki temel şartıdır. Küçük Prens’i çok sevdiğinizi öğrendik... Kaç yaşında tanıştınız? Sizi Küçük Prens’e çeken ne oldu? Bana “Küçük Prens’i sevmeyen yoktur!” gibi geliyor ama benim yine de gerçek favorim Edwin A. Abbott’un Düzdünya’sıdır. Beni en çok etkileyen kısmı ise dördüncü bir boyut arayışıdır. Üstelik insanların bilinç aşamalarını anlatıyor bence… Kaç boyutlu görebildiğiniz sizin bilinç seviyenizi gösteriyor. Bir de bu kitap 1800lerde yazılmış ve yazan da bir rahip ve matematikçi. Okumayan herkese tavsiye ederim. 7) Piyasada özellikle çok satanlarda kişisel gelişim kitapları çok fazla ilgi görüyor. Fayda gören bir kesim elbette ki olabilir. Fakat büyük bir çoğunluk bu kitaplarda mevcut olan “olumlama” hastalığına maruz kalıyor. Sürekli çiçekli pencereden baktıran, emir cümleleri ile insanların hayatına müdahale eden kitaplar sizce ne kadar sağlıklı? Bir uygulamadan faydalananlar ve zarar görenler olabilir ancak bence bunun cevabını piyasa vermelidir. İnsanlara yetişkin gibi bakmayı ve onların tercihlerine saygı duymayı tercih ediyorum. Asıl soru şudur ki, rahatsız olanlar neden rahatsız oluyor? Çıkarları mı buna uygun değil? Çok kaliteli olduğunu düşünen bir sürü yazar gördüm, her biri kalitesiz eserlerin çok satıldığını ifade ediyorlar. Haklı da olabilirler ancak okuyucuya ulaşamıyorsan yapman gereken başka şeyler var demektir. Eleştirerek değil ilerleyerek yükselmeye inanıyorum. Psikologlar da böyle düşünmeli. “Halk cahil.” diye düşündüğünde kendini düzeltmeye çalışmıyorsun ve hatta halktan nefret etmeye başlıyorsun. Aslında iki yol var, ya “Halkı geliştireceksin.” ya da kendini. Başka yol yok. Ben, Atatürk’ü seven biri olarak “Türk halkı zekidir, Türk halkı çalışkandır.” sözünün boşuna
6
söylenmediğini düşünüyorum. Eğer böyle bir söz söylendiyse harika bir sosyolog olan Atatürk’ün yanıldığını mı iddia edeceğiz? Elbette hayır. O, halkının kendisine güvenmesini istiyordu. Zaten aklın bir ölçüsü mü var? Ben kişisel olarak olumlamalara ihtiyaç duymuyorum. Ama duyanlar varsa kullanmalarında da bir mahsur görmüyorum. Sadece olumsuz duygulara kendilerini kapatmak yerine onları da işlemelerini, yaşamalarını ve anlamalarını isterim. Ancak her yetişkin kendi kararını verecek ve kendisi için en etkili yöntemi belirleyecektir. 8) Us’ta Yol bizlere çok şey anlatmak isteyen dolu dolu bir kitap... Örneğin Us’ta Yol’u okumadan bir birey “Hegel Diyalektiğini” sindiremezmiş gibi geliyor. Sanki okuyucuya ideolojiyi, dengeyi, materyalizmi idrak ettirici bir olgu bu kitap. Demek istediğim halka aracı olmak, insanların basamakları hızlı tırmanmalarına etken olmak hep temel hedefiniz miydi? Kısmen katılıyorum ama Us’ta Yol örgüsünde özellikle özgür irade bağlamında bir tez, antitez ve sentez durumu yok. Hatta özgür irade hep aynı kısır tartışmalarıyla binlerce yıldır sürüyor. Dinsel ağırlığın arttığı dönemlerde kadercilikle beraber tezat bir özgür irade kavramı ortaya çıkıyor, tersi dönemlerde ise determinizm güç kazanıyor. Dinsel görüşlerin gölgesinde bir konuyu tartışmak çok zor. Ama sizin kitaptan aldıklarınızın belki aklınıza bunu getirmiş olabileceğini düşünüyorum. Dediğim gibi Us’ta Yol benim hayat eserim, Ahuna ise insanlara mesajım. Son kitabım “Kendini İşten Fethet” ise hayatta tatmin olmak isteyenlerin ne yapmaları gerektiğine ilişkindir.
Bir Delinin Hatıra Defteri Dilan Tosun
Bazı zamanlar olur ya hani aklına izlediğin bir filmden sahne gelir ya da bir müzik hatırlatır tüm filmi, açıp doya doya tekrardan izlersin. Bence filmlerin en güzel yanı budur. Tek seferde özümsemene gerek yoktur, her izleyişinde kaçırdığın bir sürü detayı fark edebilirsin. Tiyatro oyunlarında ise durum tam tersidir. Bazen oyundan bir sahne aklına gelir, tekrar izlemek istersin. İnternetten arasan bulamazsın, tekrar gideyim desen oyunun sezonu bitmiş bile olabilir. İşte o zaman aklında tiyatro sahnesini oluşturmaya başlarsın, sana özel tek kişilik oyunu, zamanında oyuncunun sana verdiği enerji ile tekrardan canlandırırsın. O an anlarsın o duygu ile tekrar canlandırdığın sahnenin, tekrarını defalarca izleyebileceğin filmden daha özel ve unutulmaz olduğunu. Tiyatro denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri şüphesiz Genco Erkal’dır. Türkiye’ye ilk tek kişilik oyunu getiren ve sahneleyen kişi de kendisidir. Gogol’un 1842 yılında yazdığı Bir Delinin Hatıra Defteri’ni de ülkemizde 1965 yılında o sıralar 27 yaşında olan Genco Erkal sahnelemiştir ve tam 50 sene sonra tekrardan oyunu sahnelemeye başlamıştır. Geçen sene, sahneye yakın bir koltuktan izleme şansına erişmiştim. İlk defa Genco’yu izleyecektim, kendisi ve oyun hakkında okuduğum yorumlar ışığında oyunun güzel olacağını tahmin ediyordum lakin beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Genco’nun sahneye
ilk çıktığındaki alkış kıyamet, oyunun sonundaki tebrik ve hayranlık alkışı ile yarıştı. Tek kişinin başrol karakterini, köpeği, patronu, patronun kızını, gardiyanı ve daha nice karakteri canlandırdığını düşünün, hem de bunu 1 saat boyunca yaptığını… Hayal etmesi bile zor olan bu şeyi Genco herkesi hayran bırakacak şekilde sahnelemişti. İlk 15-20 dakika oyunu anlamaya çalışıyorsunuz; o an hangi karakteri canlandırdığını, olay örgüsünü, mekânın neresi olduğunu. Sonra salondaki atmosfere bırakıyorsunuz kendinizi, perde kapanıp ışıklar yandığında sahnede tek kişi olduğuna inanmak çok güç geliyor. Genco Erkal çok iyi bir tiyatrocu olsa da bu atmosferi vermekte sahne dekorunun, geçişlerinin, fon müziğinin etkisini de yok sayamayız. Sahnede tek kişi de olsa sahne arkasındaki ekiple çok güzel bir takım işi izlemiş oluyorsunuz. Bunun da bilinciyle daha çok alkışlıyorsunuz hem sahne önünü hem arkasını. Bir tiyatro oyununa iyi demek için sadece bunlar da yetmiyor, oyunun konusu ve verdiği mesaj da çok önemli. Bir Delinin Hatıra Defteri’nde 19. yüzyılda St Petersburg’da 9. dereceden bakanlıkta çalışan bir memur olan kimsesiz ve yoksul Aksentiy İvanoviç Poprişçin’in hikâyesi anlatılmıştır. Genel müdürünün kızına platonik olarak aşıktır. Zaman ilerledikçe kimsenin görmediği şeyleri görmeye başlar ve kafasının içinde gerçeklerden uzak bir dünya oluşturur. Deliliğinin son aşamasında
7
kendisinin İspanya Kralı olduğunu sanır ardından sonu akıl hastanesi olur. O zamanın Çarlık Rusya’sını eleştiren bu oyunda kendi toplumumuzla ilgili acımasız gerçekleri de görebiliyoruz. Bir Delinin Hatıra Defteri’nde geçen “Asker olsun, sivil olsun, daire ve büroların başında bulunanların hepsi, makamları adına fazlasıyla alıngan olur.” cümlesinde anlatılmak istenen şey şu an toplumumuzda halen geçerlidir. İspanya Kralı olduğuna inanan İvanoviç elinde bulunan malzemelerle özenle kendine krallara göre kıyafet hazırladıktan sonra sokağa çıkıp krallığını ilan eden
8
adamdan, sahnenin kararması ile akıl hastanesinin duvarları gibi bembeyaz çarşafla donatılmış sahnede deli önlüğü giymiş şekilde karşımıza çıkıyor. Sanki 20 yıldır o hastanedeymiş gibi yorgun ve üzgün görünen Genco’nun tiradıyla oyun bitiyor. Ayağa kalkıp avucum kızarana kadar alkışladım, sonra dönüp salona baktığımda herkesin gözünde aynı hayranlığı gördüm. İşte o anda oyuncu da, sahne ekibi de, yazar da, izleyici de emeklerinin karşılığını almış oldu.
Yarın Olsa? Tuğçe Tutan
Hepimizin kendini yetersiz hissettiği anlar olmuştur. Gerçekleştirmek istediklerimiz ve peşinden gidecek hayallerimiz için yeterli güce sahip değilmiş gibi hisseder ve bu durumdan kurtulmak isteriz. Belki daha fazla bilmemiz, okumamız, belki de daha fazla görmemiz ve hissetmemiz gerekiyordur kendimize karşı oluşturduğumuz duvarı aşabilmek için. Bu duvar herkesin kendine hastır. Herkesin aşması gerekenler farklıdır çünkü. Diğer bir deyişle, bize kendimizi yetersiz hissettiren şeyler, hepimizde farklıdır. Ancak çoğunun bizde yarattığı etki benzerdir. Bizde kaçma, uzaklaşma isteği uyandırırlar. Kendimizi stresli hissettiğimiz çoğu zaman bizi bu duruma sokan koşullardan kaçmak isteriz ve kendimize bir çıkış yolu aramaya başlarız. Çoğu zaman bize en yakın ve en kolay olanı yani “ertelemeyi” seçeriz. Ertelemek bir nevi bizi kötü hissettiren durumu kendimizden uzaklaştırmaktır. Bu yönteme, kendimizi birtakım durumlardan kolayca geri çekemediğimiz için, o durumları kendimizden uzaklaştırmak için sık sık başvururuz. Bazen başa çıkamayacağımızı düşündüğümüzden bazen de ördüğümüz duvarı yıkamadığımızdan erteledikçe erteleriz. Kendimizde yeterli motivasyon ve gücü bulana kadar yapmak istemeyiz. Bu motivasyon bir şairin günbatımını izlerken ilham beklemesi gibidir. Ne zaman geleceği bilinmez. Bazen kontrol bizden çıkmış
gibi düşünüp başka şeylere sığınmak isteriz. Sorumluluğu üzerimize almadan sonuca ulaşmak, istediklerimizi elde etmek isteriz. Bu isteklerimizin gerçekleşmesi için bazen ilham kıvılcımı bazen de gerçekten çabalamak ve istemek gerekir. Çabalamak demişken bazı durumlarda ipleri elimize almamız ve bu alışkanlıklarımızı yakından incelememiz gerekir. Hangi durumlarda, nasıl hissettiğimizde, ne gibi durumları erteliyoruz? Kısaca bizi strese sokan durumlar diyebiliriz bu soruların cevabına. Ancak bu soruların cevabı bu kadar basit değildir. Bazen nasıl hissettiğimizi, neden öyle hissettiğimizi ve öyle hissetmemize sebep olan şeyleri biz de anlayamayız. Kolay olanı seçip ertelemekle anı kurtarıyormuş gibi gözüksek de aslında kendimizi ilerde daha büyük bir sorumluluğun altına atmış oluruz ve bu sürekli başvuracağımız bir kaçamak haline gelir. Bazı durumların üstesinden gelemediğimizde ertelemek, oyalanmak yerine bu durumlara ve bu hislerimize sebep olan etkileri daha iyi anlayıp çözüm üretebiliriz. Eğer bunu başaramazsak bu durum başa çıkılması daha zor bir hale gelir ve çözüm üretmek eskisinden daha zor olur. O an istemesek de bıraktığımız o “son anların” hayatımızın önemli anlarını bizden çalmasına izin vermemeliyiz.
9
Sahte Psikologlar ve Meslek Yasasının Önemi Kübra Günaydın
Son zamanlarda sosyal medya başta olmak üzere bulunduğumuz birçok ortamda sahte psikologlar terapi yaptıklarını iddia ederek ortalıkta dolaşmaktalar. Alanda uzmanlaşmayan ve toplum için tehdit unsuru oluşturan bu kişilere mesleğimizi korumak amaçlı yasal işlemlerin başlatılması gerekmeli ve her zaman toplumun ruh sağlığını etkileyecek bu gibi girişimlerin önlenmesi için gerekli tüm çalışmaların yapılmasını sağlamalıyız. Terapi, gerekli ortam ve koşullar sağlanarak alanında uzman kişiler tarafından gizlilik ve etik ilkeleri çerçevesinde gerçekleşmelidir. Nitekim gizlilik esası net olmayan bir ortamda sorunların çözümü mümkün olmayacaktır. Bu yasal boşluğun oluşmasına neden olan durum, psikologların meslek yasasının bulunmayışıdır. Bu nedenle de mesleği kötüye kullanan ya da bu boşluktan yararlanmak isteyen çıkarcı insanlara fırsat verilmektedir. Böylece meslek yasasının olmaması boşluğundan yararlanarak meslek eğitimini mahveden, danışanlarının adına “doğru-yanlış” kararlar vererek yönlendirme yapan, danışanlarına faydalı olayım derken hasarı daha çok büyüten, kulaktan dolma bilgilere sahip aile danışmanları, yaşam koçları, ortaya çıkıyorlar. En acımasız olan kısmı da psikoloji biliminden habersiz olan felsefecilerin, sos-
10
yologların, sosyal bilimcilerin “psikolog” sıfatına sahip olabilmesidir. Ahlaki açıdan bile bakıldığı zaman bir emek hırsızlığı söz konusudur. Kendimizi, ruh sağlığımızı korumaktan, kişisel bilgilerimizi bile saklamaktan aciz, genel geçer bilgilere sahip olan, terapi sonunda ‘’Hım anlıyorum.’’ diyen kişilere teslim etmek zorunda kalıyoruz. Bu da yanlış tedaviyi doğuruyor. Sonuç olarak da iyileşme göstermeyen hatta bazı durumlarda tedavisini daha güç duruma gelen danışanların, alanında uzmanlaşan psikologlara karşı güveni azalıyor. Bu da ismimizin kötü anılmasına sebep olabiliyor. ‘’Ben de psikoloğa gittim ama hiç bir faydasını görmedim. Hepsi aynı.’’ gibi kalıp yargılara maruz kalmamıza neden oluyor. Daha anlaşılır bir örnek olarak iki kişi düşünelim ve bu iki kişi bir kitap hakkında yorum yapsın birincisi sadece yüzeysel tanım ve kitabın özeti hakkında fikre sahip olsun. Diğeri ise hem yüzeysel hem içerik olarak bilgi sahibi olsun. İlk kişi bize sadece kitabın dışı ve özeti hakkında bilgi verebilirken, kitabın tümüne hakim olan kişi karşı tarafa tüm bilgiyi doğru şekilde aktarmış olur. Bu sayede bizim için de gerçek okuyan ile dış görünüşü ve özetini bileni ayırt etmek çok zor olmayacaktır. Bu örneği kendilerini psikolog sananlar ve gerçek psikologla-
ra uyarlarsak sahte psikolog olan kişi(ler) hastanın ifade ettiği konular üzerinden sadece yorum yapıp tavsiye verebilirler. Fakat gerçek psikologlar kendi uzmanlık alanları olduğu için gerçek terapi şartlarını yerine getirerek gerek fiziksel incelemede gerek duygu durumlarında nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini bilimsel karşılığı olan tedavi yöntemleriyle bilinçli bir şekilde tedavi ederler. Sonuç olarak kendisinin terapi yaptığını sanarak insanlara zarar veren kişilerin ortadan kalkması için meslek yasasının
yürürlüğe girmesi gerekir. Bunun için psikoloji bölümü öğrencilerinden oluşan Psikoloji Öğrencileri Meslek Yasası Platformu (PÖMYAP) meslek yasasının çıkarılmasında elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Bu sayede psikologların çalıştıkları kurumlarda mesleklerini icra etmeleri daha kolay hale gelecek ve toplumsal ruh sağlığına katkıda bulunulacaktır.
11
İnsan Sosyal Medya Kullanan Bir Hayvandır Nazlı Hatipoğlu 90’lı yıllarda internetin yaygınlaşmasıyla insanlar rumuzlu farklı kimliklerle internette yer edinmeye, sahte de olsa kimlik yaratmaya başladı. 2000’lerde Facebook’un hayatımıza girmesiyle artık insanlar gerçek kimliklerini saklamadan kendi isimleriyle internette yer edinmeye başladı. Son 10 yılda internetin ulaşılabilirliği artıkça sosyal ağların da çeşitliliği ve kullanımı arttı. Günümüzde 7’den 70’e herkesin kendine sanal bir dünya yaratmasıyla sonuçlandı. Her an canlı ve yeniliklerle dolu bu sanal dünya 24 saatin hatırı sayılır bir kısmına hükmederek, insanları gerçek bağlarından alıkoyarak ya da internete bağlı olmadıkları zamanlarda dahi internete bağlanma isteğiyle yanıp tutuşturarak, ruh sağlığı açısından kaçınılmaz bir biçimde tehdit unsuruna dönüşüyor. Akıllı telefonlar düşünmeyen insanlar doğuruyor. Sosyal medyanın cazibesi ise insanları her an ulaşılabilir kılması, istedikleri kimliklere kolayca bürünme şansı, sınırları ortadan kaldırması, stresle baş etmeyi kolaylaştırması, beğenilme bilgi edinme veya oyunlarda puan toplama eylemleri ile başarı hissi yaratması gibi ödüllere sahip olmasından kaynaklanıyor. Çünkü gerçek dünyada sosyal çevreler tarafından beğenilmek, onaylanmak veya sevilmek emek gerektirir. Eğitim veya kariyer alanında, yani hayat-
12
ta başarılı olmak, emek gerektirir. Sosyal medya tüm bu gerçek ödüllere ulaşmanın gerektirdiği zorluklarla mücadele kısmını es geçip, kimi rasyonelleştirmeler ve koşullanmalar tarafından insanlara beğenildiğini, sevildiğini ve başarılı olduğunu hissettiriyor. Bu kolay ve sanal başarıyı tadan insan beyni, doğal olarak çabasız olanı seçip bu şekilde tatmin oluyor. Haliyle günümüzde birçok sosyal medya kullanıcısı bu sanal ödüllere aldanıp bağımlı kullanıcıya kolayca dönüşebiliyor. Harvard Üniversitesi’nin 2012’de yaptığı araştırmaya göre kendini anlatmak, dopamin salgımızı artırıyor. Arkadaşlarımızla, eşimizle yaptığımız günlük fiziksel konuşmalarda %30 ila %40’lık bir oranda kendimizden bahsederken, sosyal medyada bu oran %80’e çıkıyor. Aynı araştırmada, katılımcılara MR ile taramalar yapılıyor: İnsanlar kendilerinden bahsederken mezolimbik dopamin sistemleri (Üst beyin sapında yer alan ve ödüllerin teşvik edici motivasyonu bakımından önemli sinirler grubu.), nucleus accumbens (Bizi beklentiye sokan, çevremizdeki fırsatları görmemizi sağlayan, temel yakıtı dopamin adı verilen nörotransmitter.), ventral tegmental (Dopamin üreticisi ve dağıtıcısı, mezolimbik sistemin önemli bir bölümü.) alanlarımızda uyarılma meydana geliyor,
ancak başkalarını dinlerken bu alanlarda herhangi bir uyarılma meydana gelmiyor. Bu açıdan baktığımızda sosyal medya bağımlılığının sadece psikolojik olarak değil, fiziksel olarak da bir temeli olduğunu söyleyebiliriz. Çarpıcı örnekleri olduğunu düşündüğüm, hepimizi dehşete düşüren Instagram kullanıcıları mevcut. Psikologların üzerinde araştırmalar yaptığı “Kocişko sunumu” olarak adlandırılan paylaşım akımı en akıl almaz örneklerden biri. Çok sayıda kadın evlerinde kocalarına, arkadaşlarına veya ailelerine hazırladıkları yiyecek-içecek sunumlarını paylaşıyorlar. Saykodelik sayılabilecek şekilde hazırlanan sunumlar kanatlı kurabiyelerden kurdelelenmiş zeytinlere, bisiklete binen yumurtalardan çiçek açmış reçellere, ilginç ve yaratıcı süslemeler içeriyor. Bu kadınların tüm dünyaları eşleri, evleri ve pembe botanik sofraları. Biyografilerinde “Selim’in prensesi”, “Yılmaz Ailesinin biricik gelini” gibi kendi kimliklerini kocalarına atfederek tanımlamalar yapıyorlar. Bu tarz aşırı paylaşımlara sebep olan birçok akım var. Ünlülerin fanlarından evlilik programlarındaki çiftlerin fanatiklerine dek uzanan bu çılgın paylaşımlar kendini ifade edemeyen, gerçek dünyadan uzak insanlar için bir fırsata dönüşüyor ve başka insanlar aracılığıyla kendilerine kurgu bir yaşamda çabasızca yer buluyorlar. Sadece yetişkinler değil çocukları da etkisi altına alıyor sosyal medya ve internet bağımlılığı. Çocuklar neredeyse yürümeden akıllı telefonlara merak salıyorlar. Ailelerin de ihmali ile gerçeklik algısını zedeleyen bu yönelimler çocuk gelişimini de son derece olumsuz etkiliyor. Artık çocukların dizleri yaralanmıyor, fazlasıyla uysal çocuklar
yetişiyor. Savaş, dövüş oyunları çocukların şiddete meylini artırıyor. Bilinçsiz aileler çocuklarını oyalamak için, Facebook’ta daha fazla zaman geçirmek için çocuklarına tabletler verip onları susturuyorlar. Hem aile ilişkileri zayıflıyor hem de nesilden nesile bir bağımlılık aktarılıyor. İnsanlar bir konsere gittiğinde gözleriyle değil telefon ekranlarıyla izliyor. Uzun süre görüşmeyen bir arkadaş grubu bir araya geldiğinde herkes diğer arkadaş gruplarıyla kurulmuş whatsapp gruplarıyla meşgul oluyor. Paylaşmak, yaşamaktan daha öncelikli bir hal aldı. Bu şekilde en çok “paylaşmak” kavramının içi boşaltıldı. Gerçek paylaşımlar insanlar arasında birbirine bağlı ilişkilerle, göz kontağı kurularak yapılan sohbetlerle yapılır. Hayatı ıskalayıp küçücük ekranlara hapsettiğimiz anları paylaşmak, paylaşmak değil, sanal bir sosyallikte kaybolmak. Bağımlı sosyal medya kullanıcıları ile sık ve düzenli sosyal medya kullanıcıları arasında ince bir ayrım var. Bağımlı kullanıcılar diğer bağımlılık türlerinde olduğu gibi bağımlı olduğu telefon, tablet vs. gibi ürüne ulaşamadığında yoksunluk yaşar. Şarjı bittiğinde kaygılanır, internet paketi bittiğinde strese girer. Rutin işlerinden geri kalır, internet kullanımı sosyal hayatını kısıtlar ve tek eğlencesi sosyal ağlara dönüşür. İnternete bağlı olmadıklarında paylaşacakları postları, atacakları tweetleri veya alacakları beğenileri düşünürler. Uzmanlar bu tür belirtiler hisseden kullanıcılar için çözümün öncelikle durumu kabullenmekten geçtiğini ve sonrasında günlerini planlayarak internet kullanımlarına sınırlama getirmeleriyle bu bağımlılıktan kurtulabileceklerini belirtiyor.
13
Kitap Önerileri Özge Temiz
Beden Asla Yalan Söylemez – Alice Miller Bizler hayatta hissetmek istediğimiz duyguları seçemeyiz ve bazen bu duygular bizleri öylesine rahatsız eder ki onları bastırır, değiştirir ya da gizleriz. Bu kitaba göre bizlerin o duyguları ve anıları yok sayması onların varlığını değiştirmez. Hatta bizler unutsak bile bedenimiz hatırlar ve bazen nedeni belli olmayan ağrı ve hastalıklara bile bu bastırılan duygular sebep olabilir. Yazara göre “Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız.” ve beden ile duygular iç içedir.
Bağlanma – John Bowlby Dünya’da yaşayan her canlı birilerine ya da bir şeylere bağlanır. Üçleme bir serinin ilk kitabı olan bu eser de bizlere bağlanma kavramını açıklamayı amaçlıyor. Çocuk ve anne arasındaki bağlanmayı ve bu bağın nasıl kurulduğunu incelerken, aynı zamanda içerisinde bağlanmanın ortaya çıkardığı davranış kalıpları, bağlanmanın işlevleri, içgüdüsel davranışlar gibi konulara da yer veriyor.
14
Narsistle Ateşkes – Wendy Behary Narsisizm günümüzde oldukça aşina olduğumuz bir kavram haline gelmeye başladı. Bazı zamanlar bu narsist* kişiler bizlerin iletişim halinde olduğu kişiler bile olabiliyor. Bu kitabımız ise bize bu tür ilişkilerde yardımcı olmak için yazılmış bir rehber. Narsist kişilerle başa çıkmak, onlarla sağlıklı bir şekilde iletişim kurmak ve kendimizi onlara anlatmak istiyorsak kitap bu gibi bilgiler ve fazlasına sahip. *Kitabın isminden dolayı “Narsisist” terimi “Narsist” olarak kullanılmıştır. Empatinin Yitimi – Arno Gruen Empati birçok alanda karşımıza çıkan, insanlığın ve toplumun temelinde yer alan bir kavram. Yazara göre insanlar kendilerini kurban gibi hissetmemek adına başkalarını kurban gibi hissettiriyor. Bundan yola çıkarak yazar bizlere empati kavramını anlatmayı ve empatinin aslında ne denli önemli bir şey olduğunu göstermeyi amaçlıyor. Ayrıca kitapta empati ve kayıtsızlığın ilişkisi üzerinde de duruluyor. Kayıtsızlığın arttığı ve empatinin azaldığı günümüz dünyasında bu kitabın okunmasını tavsiye ediyorum. 25 Farkındalık Dersi – Rezvan Ameli Farkındalık (mindfulness) günümüzde psikoloji dünyası içinde kendine oldukça büyük bir yer edindi. Bizler bu kavramı genellikle içinde bulunduğumuz anı hissetmek, anda olmak olarak algılıyoruz. Fakat bu kitap bizlere farkındalığın bağışlama, stresle baş etme, dikkat, merhamet gibi konuları da içerdiğini ve düşündüğümüzden daha kapsamlı olduğunu gösteriyor. Bunlara ek olarak içerisinde bulunan egzersizler ile bizlerin bu konuda gelişmesini amaçlıyor.
15
Bireysel Farkındalık Melis Timur
Sevgili okurlar, Psikomedya’da yayımlanan ilk yazımın vermiş olduğu sevinç içindeyim. Bizler için çok kıymetli bir oluşum; hepimizin emeği, hepimizin fikirleri… Madem emek, fikirler, mücadelemiz, farkındalığımız, okuma kültürümüz bu denli etkiliyorsa hayatımızı o zaman tüm bu güzel düşünceleri içinde barındıran, dünya ve ülkemizde artış gösteren kadın hareketlerinden bahsetmeden olmaz. Kadın sanki evrenin farklı bir yapısıymışçasına irdelenmiş, kimsenin fikir beyan etmekten geri kalmadığı bir kavram haline gelmiştir. Aydınlanma çağı ile yorganlara sarılmış, sivil özgürleşme denip ne olduğu anlamaya çalışılmış, Fransız devrimi ile kulaktan kulağa oynanmış... Kadının toplumdaki yeri ne yazık ki sürekli olarak hatırlatılmaya ve farkına vardırılmaya çalışılmış, bireysel çabalar toplu hareketleri ardından getirmiştir. Bu küreselleşme içinde yuvarlanıp giderken insanlık, feminizme olan ihtiyaçtan zaten bahsetmeyeceğim. Siz zaten vakit harcayıp bu yazıyı okuyorsanız ideolojinin farkındasınızdır. Gazeteler, dergiler, haberler, sosyal medya… Tüm yayınlarını bu konuda yapsalar bile ne yazık ki etkili olamayan nice ma-
16
teryal var. Küresel adaletsizliği adeta yediden yetmişe sizce de benimsetmiyorlar mı? Uzaklarda aramaya gerek yok. Küçük bir çocuk haberleri izlerken cinsiyetçi bir dil kullanan spiker bu iş için yeterli. Kadını hep mağdur yapan diziler veya dediğim dedik davranış bozukluğunu cinsiyetleştirme ve bunu normal kılma bize bitmek bilmeyen bir ayrımcılığın kapısını açıyor. Bu arada sosyal medyaya değinmişken günümüzde çok tartışılan ve milyonlarca kadının eylem yapmasını gerektiren bir olaya değinmek isterim. Trump’ın başkanlığa gelmesi ile yer yerinden oynadı. “Access Hollywood” isimli bir televizyon programının sunucusuyla sohbeti sırasında açık kalan mikrofonu ile kendisini daha iyi tanımamızı da sağladı Donald Trump. Kadınlar hakkında cinsel içerikli söylemleri, kaba tavırları, konumu ile örtüşmeyen karakteri ise tüm dünyada yaklaşık altı yüz kentte gösteri düzenlenmesinin sebepleridir. Washington metrosunda eylem günü iki yüz yetmiş bin sefer yapılması, Asya ülkelerinin destek vermesi, Beyaz Saray’a yürünmesi, Fransız kadın sokak sanatçılarının eşsiz gösterileri, makyajsızlık eylemi, birçok dünya sanatçısının eyleme verdiği destek… Tüm Ameri-
ka’da çığ gibi büyüyen bir tepki, dünya kadınlarının huzursuzluğu, 21. yüzyılda böyle bir olayı yaşamamızın üzüntüsü… Bir yandan da bu denli bilinçli bir kadın kitlesinin varlığı, kadın haklarının zedelenmesinin öfkesi ve kadını alçaltmaya çalışanlara eylem bilinci ile dik durabilmenin verdiği huzur… Yaşanan olaylar kadar duygularımız da karışık. Cinsiyet ayrımcılığı, kadın düşmanlı-
ğı, dini hoşgörüsüzlük, ırkçılık yahut tüm bunları normalleştirmeye çalışmak... Hangisinin daha korkunç olduğu tartışılır. Unutmayalım, biz insanız. Sorguladıkça, irdeledikçe, okudukça, yazdıkça, çağdaşlaştıkça, eylem bilinci geliştirdikçe, kahkaha attıkça ve özgür oldukça birey olduğumuzun farkına varacağız. Özgürlüğün kahkahası ile hoşça kalın…
17
Yükseklere Sıçrayan Sevgili* Şeyma Bacın
Kardelen ve hercainin hikâyesini bilir misiniz? Bilmeyenler için kısa bir özet geçeceğim zira Muhteşem Gatsby’yi okurken ve filmini izlerken aklıma hep bu hikâye geldi. Asırlar önce birbirini delicesine seven iki çiçek varmış. Bahar gelene kadar birbirlerini görmeyi arzularlarmış. Bahar gelip de ortalık rengârenk bir neşeyle dolduğunda herkesi kıskandıracak bir ilişki yaşarlarmış. Yine bir bahar özlemlerini giderdikten sonra erkek olan çiçek kız olana haydi gel kışın da açalım birbirimizden hiç ayrılmayalım demiş. Bunun üzerine kışın açmak için sözleşmişler. Kışın dondurucu soğuğu geldiğinde erkek çiçek bütün zorlukları aşarak karı delmiş ve kar bütün gücüyle yağarken bütün zorluklara rağmen ayakta kalmış. Etrafına heyecanla bakıp sevdiğini aramış ama bulamamış. Diğer çiçek kışın soğuğunu görünce açmaktan vazgeçip erkek çiçeği o soğukta umursamayarak uykusuna devam etmiş. Erkek çiçek soğuğa dayanamayıp küçücük bedenini kışın soğuğuna teslim etmiş. İşte o günden sonra kışın tüm zorluklarını aşıp açan çiçeğe kardelen ve açmaktan korkup sevdiğini öylece terk eden çiçeğe hercai denmiş. İşte Daisy’den telefon bekleyip telefon çaldığı zaman umutla havuzdan çıkan Gatsby de bu hikâyedeki Kardelen’e benziyordu. Aynı sadık aşk ve aynı korkunç son… Film kitabın yanında yüzeysel kalmasına rağmen beni en çok etkileyen sahnesi bu
18
sahneydi sanırım. Kitabı okurken o güzel seven adamı sanki parmaklarımı uzatsam tutabilecek kadar güzel hayal etmiştim hâlbuki. Kitabı büyük bir şevkle okuyup filmini izlemeye başladığımda dikkatimi çeken ilk şey müziklerin o dönemin ruhuyla hiç uyuşmaması olmuştu. Bildiğiniz üzere Muhteşem Gatsby Amerikan rüyasının çöküşünü Gatsby’nin uğradığı yıkımla özdeşleştirip anlatır. 1920’lerin Amerika’sında geçen bu eşsiz aşk, aynı zamanda biz günümüz çocuklarının hayalini kurduğu Caz Çağına da güzel bir şekilde değiniyor. Dolayısıyla filmde çok güzel caz müzikler ve dönemin yıkılışını anlatan şarkılar seçilebilecekken Beyonce, Jay Z gibi milenyum çağı sanatçılarının şarkılarını kullanmalarını ben pek sevemedim. Kitapta bizi hikâyeye çeken asıl şey bu olayın gerçek olabilme ihtimali olmasına rağmen filmde kullanılan dekorlarla bu olasılık bayağı düşürülmüştü açıkçası. Kitabı okuyup filmi izlediğim için filmdeki boşlukları doldurmak zorunda kaldım. Filmi izlerken Daisy’nin sebepsiz yere iyi gösterilmeye çalışıldığını fark ettim. Daisy’nin kuzeni Nick, olayları bize gözlemci gözüyle anlatan kişi, hiçbir zaman tarafını seçmemiş gibi görünse de Gatsby’yi gerçekten seven tek insandı. Bu güne kadar tanıştığınız ve sizde çok büyük bir etki bırakmış bir insanı düşünün. Onun bu hayattaki en umutlu olan insanlardan biri olduğunu düşünüyorsunuz. Bu umut ki
19
sevdiğini beş sene beklemesine olanak tanıyor. Aşkına kavuşmak için her şeyi yaptığını ama çırpındıkça battığını ilk elden gözlemliyorsunuz. İşte filmde Nick de aynı şeyleri gözlemliyordu. Filmin en dikkat çekici yanı da buydu zaten. Nick, Gatsby’nin uğradığı yıkımı birinci elden gören kişiydi. Sadece hayatında iki kez sarhoş olmuş bir insan olmasına rağmen filmin başında Nick’i alkolizm ve anksiyete ile savaşırken görüyoruz. Bir terapistten yardım alan Nick, aynı zamanda terapistle iletişim kurmayı beceremeyip terapistin önerisi üzerine yazmaya başlar. Böylece Muhteşem Gatsby Nick’in kalemiyle ölümsüzleşir. Umut ve sadakat… İki hikâye iki benzer son… Filmde de kitapta da bunlara gayet güzel değinilmişti aslında. Filmin benim hayal ettiğim beklentiyi karşılamamasına rağmen Leonardo Dicaprio’nun muhteşem oyunculuğu filmi kurtarmıştı. Gatsby’nin aksine diğer ana karakter olan Nick’i de bu kadar güzel oynayan
20
bir insan daha yoktur benim gözümde. Yine de her zaman filmleştirilen kitapları takip ederken ilk önce kitabı okuyup her şeyi gözümde canlandırmayı seviyorum. Çünkü ne olursa olsun o kitabı filme çevirecek senaristin de yönetmenin de benim gibi bir okuyucu olduğunu düşünürüm her zaman.
*Fitzgerald, Muhteşem Gatsby kitabı için daha önce ‘’ Altın Şapkalı Gatsby’’ ve ‘’ Yükseklere Sıçrayan Sevgili’’ başlıklarını düşünmüştü. Ben bu yazım için Yükseklere Sıçrayan Sevgili başlığını seçtim çünkü Daisy’nin zenginlik ve şöhret uğruna Gatsby’i bırakması ve daha yüksek konumdaki insanı kendine eş olarak seçmesi bana bu ismi daha çok sevdirdi.
Cezaevlerinde Ruh Sağlığı Sempozyumu Serdar Altun Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, 1999’dan bu yana Türkiye’nin tutuklu ve hükümlü sayısında %234 oranında bir artış var. Ne yazık ki, ceza infaz kurumları bünyesinde mahpus olan kişi sayısındaki bu büyük artış, toplumumuzdaki şiddet olgusunun ne denli arttığını gözler önüne seriyor. Üstelik bu ciddi artışın azımsanmayacak bir kısmını ise, suça sürüklenen çocuklar oluşturuyor. Biz Cezaevlerinde Ruh Sağlığı Sempozyumu’nda hiçbirimizin görmek istemeyeceği bu tablo karşısında yapılabilecekleri konuşmak ve artık kontrol edilemez bir hal alan şiddet eğilimine dikkat çekmek istedik. Çünkü toplumdaki sorunların birçoğunun insan davranışlarıyla ilişkili olduğu bir gerçek ve bu konuda psikologlara azımsanmayacak kadar çok sorumluluk düşüyor. Bununla birlikte, cezaevinde tutuklu bulunmanın yol açabileceği yalnızlık, sosyal izolasyon, duygu durum sorunları, öfke, nefret gibi bireye ve diğer bireylere zarar veren duygu ve davranışlar, bu kurumlarda nitelikli ruh sağlığı hizmetinin ne denli önemli olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Psikoloji Öğrencileri Meslek Yasası Platformu (PÖMYAP) ve kulübümüzün
iş birliğinde düzenlediğimiz bu etkinlikle, adli psikoloji alanında çalışan bireyleri ve öğrencileri bir araya getirerek konu hakkında oldukça verimli bir gün geçirdik. Farklı şehirlerden gelen katılımcı arkadaşlarımızla birlikte sayımız üç yüzü aştı. Bizler de bu sayede vurgulamak istediğimiz şeylerin ne denli önemli olduğunu bir kez daha anladık. Yazımı, sempozyumun proje aşamasından itibaren bize her zaman destek veren ve fikirleriyle yol gösteren bölüm hocalarımıza teşekkür ederek sonlandırmak isterim. Özellikle bölüm başkanımız sayın Prof. Dr. Gülden GÜVENÇ’e ve hocamız Sayın Ezgi DEVECİ’ye yardımları için çok teşekkür ediyorum. Şiddetin her türlüsünün son bulduğu bir dünya dileğiyle, Sevgiler.
21
22
23
Öykü Yazısı Başak Bayram Sırf aklınız emrediyor diye aynı kelimeyi tekrar tekrar söylediğinizi, kapıyı defalarca açıp defalarca kilitlediğinizi, yürürken attığınız her adımı saydığınızı düşünün. Bunları her gün yapmaya itiliyorsunuz ve zihninizin size emrettiğini yapmadığınızda takıntılarınız gittikçe içinizi yiyor. Az önce bahsettiklerim takıntılarımın birkaçı sadece. Bir de son günlerimin kâbusu haline gelen dokunma takıntısı var. İnsan karşısındaki nesneye art arda, belki onlarca kez dokunmak ister mi? Neden istesin ki? Ben de istemiyorum elbette. Ama aklım öyle şeyler söylüyor ki yapmazsam kötü şeyler olacakmış gibi hissediyorum ve yapana kadar da bu histen kurtulamıyorum. Aklımda önümde duran masaya 11 kere dokunmazsam sevdiklerimin başına kötü bir şey gelecekmiş kaygısı oluşuyor. Bu düşünceyi atlatmak için kalkıp tatmin olana kadar o masaya dokunuyorum. Sizce de saçma değil mi? Biliyorum tamamen kuruntudan ibaret ama içimde bir türlü azalmayan kuşkuyu ne yapacağım? Elbette sevdiğim insanların başına bir kötülük gelme durumu karşımda duran masaya defalarca dokunmamla ortadan kalkmayacak. Öyleyse bu davranışı neden tekrarlıyorum? Bu korku dolu düşünceler gerçekten zihnimin ürünü mü? Ne zaman aklımdan kaygı yüklü düşünceler geçse, dürtülerim beni o saçma tavırları yapmaya itiyor ve kendime ne kadar yapma desem de bu dürtüye yenik düşüyorum. Kontrolünü sağlayamadığım takıntıların esiri oldum resmen. Davranışlarım gittikçe garip bir hal almaya başladı. Bu
24
gariplik bende kendimi çevreden soyutlama isteği uyandırdı. Aslında bir yandan da çevremdekilere içinde bulunduğum durumu anlatmak istiyorum. Ama bunları yaşamayan birinin beni anlaması gerçekten de zor. Biraz da garipsemelerinden korkuyorum. Ben bile davranışlarımı garipsiyorum çünkü. Hele ki anlamsız tavırlarımdan duyduğum utancımı ifade edecek kelime bile bulamıyorum. Dün metroda, okuldan eve dönerken aynı dokunma dürtüsü beni yine ziyaret etmişti. Bedenimi bir huzursuzluk ve stres kaplamıştı. Tekrar mı başlıyoruz diye geçirdim içimden. Bu sefer içimdeki ses karşımda duran pencereye üç kez dokunmazsam günümün kötü geçeceğini söylüyordu. Kendimi rahat hissetmek için bunu mutlaka yapmam lazımdı. İnsanların içinde bunu nasıl yapacaktım? Aklım o pencereye takılıp kaldı. İçimdeki dürtü gittikçe tırmanmaya başladı. Ne kadar kendimi zorlasam da o ses yine galip geldi. Yok! Bununla tek başına mücadele edilemiyordu. Öyle çok yorulmuştum ki. Hele ki şu dokunma takıntısı her gün çektiğim bir eziyet. Son çare bir psikoloğa başvurdum. Durumumu anlattığımda benim gibi birçok insanın bu tarz takıntıları olduğunu söyledi. Bu beni öyle çok rahatlattı ki. Obsesif kompülsif bozukluk deniyormuş buna. Tedavi edilerek kontrol altına alınabiliyormuş meğer bu takıntılar. Bunu öğrendiğimde takıntılarımın son bulacağı umuduyla ve bunca zaman hissettiğim çaresizliğin bir anda yok olmasıyla üstümden ağır bir yük kalkmışçasına hafiflemiştim…
25
Elling Film Analizi Gülcan Köse
“Güney kutbunu bazı insanlar yalnız geçiyor, ben ise bir restoran zemininde yürümek için tüm cesaretimi toplamak zorundayım.” Elling’in bu sözleri filmdeki en can alıcı noktaydı belki de. Sosyal fobisi olan bir insanın hissettiklerini ne güzel de anlatıyor tek bir cümle. Elling, 40 yaşına kadar annesiyle yaşadı, evden neredeyse hiç çıkmadı. Annesinin ölümü üzerine hayatı alt üst oldu. Polisler onu dolaba saklanmış halde bulunca kliniğe götürdü. İnsanlarla iletişim kuramayan, insanlardan zarar görmekten korkan bir insan için kim bilir ne kadar zordur tanımadığı, güvenmediği bir insanla aynı odayı paylaşmak. Aradan zaman geçer ve doktorlar Elling ve oda arkadaşını bir eve yerleştirir. Bu şekilde gerçek dünyaya alışmaya çalışacaklardır. Elling evini sevse bile aç kalmamak için dışarı çıkmak zorunda olması hiç hoşuna gitmez. Ev arkadaşı da sürekli alışveriş yapmaktan bıkmıştır sonuçta. Ne kadar zor gelirse gelsin bunu yapması gerekir. Filmi izlerken Elling’in korkusunu gördükçe üzülmedim diyemem ama onun iyileşmesi için tek çözüm belki de buydu. Geçici olarak zorlanması gerekiyordu, daha sonrası güzel olacaktı. Ve oldu da. Elling korkularının üstüne gitti ve yavaş
26
yavaş da olsa, çok zorlanmış da olsa artık insanlarla iletişim kurabilmeyi başarmıştı. Şiir yazabilmek gibi bir yeteneği olduğunu fark etti üstelik. Artık özgüveni yerine gelmişti. Çektiği sıkıntılara değmişti. Gerek sosyal fobide gerek başka hastalıklarda olsun, insanda herhangi bir korku varsa onun üzerine doğru yürünmelidir bana kalırsa. Korkulan şeyden kaçmak, insanı geçiçi bir süre rahatlatır ama başka bir yerde tekrar karşısına çıkar. Kısacası korkudan kaçılmaz bana göre. Korkunun üzerine gidip onu yok etmenin gerçek ve kalıcı bir çözüm olduğunu düşünüyorum. Evet kolay değil bunu yapmak, söylemek hep daha kolay geliyor. Bu yüzden bu tarz hastalığa sahip insanlar kolay kolay üstesinden gelemiyor. Tek başına bunu başarmak çok kolay değil, bu yüzden mutlaka destek alınması gerekiyor. Size tavsiyem böyle bir hastalığınız varsa psikiyatr ve psikologdan yardım alın, çevrenizde olanları tedaviye yönlendirin. Unutmayın çözümü olmayan sorunlar değil bunlar. Korkusuz kaygısız bir hayat çok daha güzel.
27
Ah “Işık’lar” İçinde Kaldım Arzu Hamurcu Şile’nin güzide hava şartları yazımı “Yandııım efendimm’’ diye devam ettirmeme engel olsa da, Kayseri’ye döndükten sonra yatak döşek hasta olsam da “Boşver, bu mikrop Şile mikrobu.” diye övünebildiğim bir okuldu Işık Üniversitesi. Fevziye mi Feyziye mi hala karar veremediğim okulun en güzel yanı tabii ki de tercihimde gelen okul olmasıydı. Okulumun kapatılmasının en güzel yanı beni Işık’la tanıştırmasıydı ama ne yazık ki sadece tanışmaktan ileri gidemedim... Yaptığım yatay geçiş başvurusu gelmez gözüyle baktığım için “Işıklı” olmuştum bile ben herkesin gözünde en çok da kendi yüreğimde hazırlamıştım kendimi Şileli olacaktım, herkese “Evet evet shuttle 2 saat aynen, uzak ama zaten şehre inmeye gerek duymuyoruz.’’ demeye başlayacaktım. Ta ki yatay geçişim kabul olana kadar… Benim hikayem hani şu okuduğu üniversite kapatılan ve aynı zamanda hem tercih yapıp hem yatay geçiş başvurusu yapmak zorunda kalan kesim var ya hah onlarla aynı işte. Eh malum okulunuz kapatıldı ve size aynı şehirde başka bir okulda okuyabilme fırsatı sunulunca aile faktörü çok etkili oldu bende ve bedenen ayrılamadım Kayseri’den. Kalbim mi? O hala Işık’ta. Tercih günlerinde tanımadığım bir numara beni arayıp ‘’İyi günler Işık Üniversitesi’nden arıyorum, okulumuza hoş geldiniz burayı kazanmışsınız ne zaman kayıt yaptıracaksı-
28
nız?’’ dediğinde cevap veremeyişimi hatırlıyorum, ne kadar özlediğimi hatırlıyorum, Kayseri’deki okula ne kadar ayağımı sürüye sürüye gittiğimi hatırlıyorum. Aradan haftalar geçti, aylar geçti herkes okuluna yerleşti, alıştı, çok güzel etkinlikler bile düzenledi ama benim içim hala bir yerlerde idi. Hala daha hiçbir okula bizim okul diyemiyordum. Algıda seçicilik diyebilirsiniz belki ama her yerde “Işık” kelimesi görmeye başlıyor, “Şile” bezinden yapılmış olan kıyafetlere ilgim her geçen gün daha da artıyordu. Sonra ne mi oldu? Daha fazla dayanamadım ve vize haftama 1 hafta kalmışken İstanbul’a uçak bileti aldım. Size tavsiyem bir gün Işık’a gitmek isterseniz eğer biletinizi İstanbul’a değil Karadeniz bölgemizdeki herhangi bir şehre alın. Çünkü Sabiha’da inmenize rağmen Şile’ye ulaşmanız yaklaşık 3,5 saatinizi alacaktır. Tabii bu yolculuğunuzun son 1 saatinde her an ölecekmişsiniz gibi hissettiren Şile yollarına buradan teşekkürlerimi sunmazsam olmaz. Hala tek parça hayatta kaldığınıza sevinerek indiğiniz merdivenlerin sonunda gördüğünüz o eşsiz manzara size her şeyi unutturuyor ama. Yeşilin efsanevi zenginliğiyle mavinin sonsuz huzurunun kesiştiği yerde cennetin bir fragmanı yaşanıyor sanki. Sahne, FMV Işık Üniversitesi Şile Kampüsü… Okulun güvenlik prosedürleri sayesinde adeta vücudunuzun bir parçası haline gelen
ziyaretçi kartlarıyla birlikte okulun içerisinde artık siz de efsanevi bir Işıklı olabiliyorsunuz. Ha ama dikkat edin çünkü akrep gece on biri gösterdiğinde Külkedisi’ne dönüşüyor, ve masalınızın sonlandırılmasına kayıtsız kalmak zorunda kalıyorsunuz. Balkabaa Exspress’te yiyeceğiniz şeylerle doymayacağınızı hissedip Balkabaa’na giderken bile nezih bir kampüs sizlere eşlik ediyor. Her an her yerde o eşsiz deniz manzarasıyla, içinize işleyen tertemiz havasıyla, şehrin o karmaşasından uzak olan huzuruyla sizlere bir kez daha neden bu okulda değilim diye düşündürtüyor. Gerek DMF, LMF gibi bir türlü açılımını öğrenemediğim bina isimleriyle, gerek kalacağınız yurda ulaşabilmek için bir dağcı gibi tırmanmanızla, gerek sadece fal bakmak için akciğer kanserine sebep olacak kadar dumana maruz kalacağınız Lavazza’sıyla, gerek şemsiyenin dayanmadığı hava şartlarıyla, gerek her fotoğrafın arka planı olan meşhur “Işık Duvarı” ile olsun her şeyiyle çok özleyeceğim bir hayat olacak IŞIK. Ders çalışmak için kütüphaneye giderken, bir şeyler atıştırmak için Börek’e giderken ya da sadece uyumak için yurda giderken bile dikkatli olun. Çünkü her an uykusuz bir şekilde sınavdan çıkan ve ödev teslim etmek için bir yerlere koşan birilerine çarpıp yere düşen kağıtları toplarken aşık olabilirsiniz. Tabi o kağıtlar teslim edeceği ödev kağıtları değilse. Sadece dört günlük bir misafir öğrenci olarak, sanki iki yıldır burada okuyormuş gibi hissetmemin çok değerli sebepleri var elbette. Ama en önemlisi tabi ki TPÖÇG. 2 yıldır içerisinde bulunduğum kocaman ailenin kocaman kalbi olan insanlarıyla tanışmam sayesinde öğrendiğim, beynimden çok kalbime kazıdığım bir okul olarak kalacak IŞIK.
Yaşadığım dört günü sanki bir ömürmüş gibi anlatıyor, geçtiğim her yola bir “Işık” yakarak iz bırakıyorum. Yazıma veda ederken bile sanki şu an Şile’ye veda ediyor gibi hissediyorum. Döndükten sonra hevesim geçer diye düşünüyordum açıkçası ama öyle olmadı. İki, üç, beş kat artarak daha çok özlüyorum. Sanırım hiç gelmemeli, hiç görmemeliydim. İnanın böylesi daha zor. Neyse, ağlamayalım şimdi. Ben hep şiirin, şairini bulduğuna inanırım. Tıpkı PsikoMedya’nın, PsiNossa’yı bulduğu gibi. Eğer iki üç satır bir şeyler karalamayı seviyorsanız, kâğıdınız size en yakın olan yerde olacaktır. Bu mükemmel deneyimimi paylaşmayı teklif ettiğiniz, ilhamınıza benim de ortak olmamı sağladığınız için PsikoMedya ekibine tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Kaleminiz, Işık olsun. Bu kadar kısıtlı ve sıkıntılı bir vakitte bile beni en güzel şekilde ağırlayan canlarım başta olmak üzere tanışabildiğim tanışamadığım bütün Işıklılara benden kocaman bir kalp bırakıyorum. Kendinizi fazla özletmeyin, bir 3,5 saat daha kaldıramam. Ah ah! Benim kalbim Şile’de kaldı be Sezen... Ben bir “Işık” yaktım. Artık sıra sizde. Hepiniz yağlamanın ya da gerçek bir mantının nasıl olduğunu merak ediyorsunuzdur. İtiraz yok. Hepiniz davetlim, hepiniz kalbimin misafirisiniz. En yakın zamanda kavuşmak üzere. Sevgiyle kalın.
29
psychology.students
30
Thank you Shames Maskeen.
31