İslam ansiklopedisi 41 251 617

Page 1

TOPÇU, Nurettin

met ve hizmet ise ahlâkî þahsiyeti tamamlayan diðer üç kavram olacaktýr. Nurettin Topçu’nun düþüncesinde tasavvuf ve özellikle vahdet-i vücûd telakkisi, Ýslâm’ýn tercih edilebilecek meþrû yorumlarýndan ilki olmaktan daha ötede þahsiyeti öne çýkaran kuvvetli bir isyan, irade ve hareket fikri taþýmasý dolayýsýyla kelâm ve fýkha dayalý yorumlarýn önüne geçirilmiþtir. Bu tavýr eþ zamanlý olarak istisnaî bir duruþa ve yoruma iþaret etmektedir. Topçu’nun yaþadýðý dönemde ve bir önceki devirde yeni Selefî hareketin de etkisiyle tasavvuf ve tarikatlarýn teþkil ettiði zihniyet dünyasý ve yaþama biçimi itikadî bakýmdan bozucu ve daðýtýcý, felsefî açýdan sýradan ve derinliksiz, sosyal ve kültürel yönden pasif, donuk ve meskeneti besleyici, Ýslâm toplumunu geriletici, dýþarýdan gelmiþ bir düþünce ve yaþama biçimi olarak deðerlendirilmekteydi. Topçu’ya göre yerleþik Ýslâm (kelâm) yorumunun Allah ile eþyanýn ve insanýn varlýðýnýn birbirinden kopuk iki ayrý varlýk biçimi olarak kabul etmesi, ayný þekilde Allah’ýn iradesiyle insanýn iradesini (küllî irade ile cüzî iradeyi) kategorik açýdan birbirinden ayýrmasý dinî tecrübeyi zaafa uðratmýþ, insanýn yücelmesinin önüne set çekmiþtir. “Bir olan varlýðý Allah ve kâinat diye ikiye bölüp iki görme hali ruh için þaþýlýktan baþka bir þey deðildir. Ancak fert fert eþya, þekiller ve tek tek varlýklar Allah olamaz. (...) Vahdet-i vücûd gözünde Allah’ý kâinat dýþýna esirgemek O’nu dosdoðru tanýmamaktýr. (...)

Hakiki Ýslâm inancýna göre her þeyde gözüken Allah’ý her þeyden ayrý düþünmek tezada düþmektir” (Mevlâna ve Tasavvuf, s. 169-170). Aslýnda bütün âleme yaygýn olan bir irade ile ona iþtirak eden insanýn ruh yapýsý söz konusudur. Ýnsanýn þuur kazanmasý ve insanlýðýnýn yükseliþi bu iþtirakin anlaþýlmasýyla ve bu yolda ilerlemesiyle mümkündür. Aksi halde sadece bütünden ayrýlmýþ ve benliðine mahkûm olmuþ insandan bahsedilebilecektir. Amacýna ulaþabilen gerçek ve tam irade fertten baþlayan, aile ile devleti yani otoriteyi isteyen, millet ve insanlýk basamaklarýndan geçerek Allah’a ulaþtýran iradedir. Ýnsan, damarlarýndan sýzan iradeyi kendi eseri zannetmekle yanýlýyor. Hakikatte irade birdir. O istek halinde âleme yaygýn kudretin insandaki adýdýr (Ýsyan Ahlâký, s. 204; Ýradenin Davasý, s. 14-15). Dinî mistik tecrübeden çýkan bir de tasavvuf metafiziði yahut mistik nazariyat vardýr. Ýslâm tasavvufu bu tarafýyla Kur’an’dan kalp ilmini çýkaran bir felsefedir. Ayrýca Ýslâm felsefesi adý verilebilecek düþünce geleneði de esas itibariyle tasavvuf olmalýdýr. Bugün Ýslâm felsefesi denen ilim aslýnda müslüman filozoflarýn yaptýðý bir felsefe olabilir, yoksa kaynak itibariyle Aristo’ya dayanan Meþþâîlik Ýslâm felsefesi olamaz. Ýslâm’ýn ibadet ve muâmelât kýsmýnýn þekil ve kural merkezli olarak anlaþýlmasý ve yaþanmasý neticesinde öz ve esas unutulmuþ, öze ulaþtýrýcý olmaktan baþka kendinden bir deðeri olmayan otomatik þeklî

Nurettin Topçu’nun Ali Ulvi Kurucu’ya yazdýðý 9 Nisan 1964 tarihli mektup

hareketler, anlamsýz sayýlar, katý kaideler öne çýkmýþtýr. Topçu’nun tasavvuf anlayýþý onun bilgi, bilim ve felsefeyle ilgili düþünce ve yorumlarýný doðrudan etkilemiþ, hatta büyük ölçüde belirlemiþtir. Ona göre insanýn kanun ve nizamý bilme ve birliði tanýma istikametinde seyreden düþünme ve bilgi kademelerini belli bir hiyerarþi içinde ele almak gerekir. Kendi sýnýrlarý içinde kalmak ve bir sonraki üst kademeye yol açmak þartýyla duygu, akýl, sezgi, aþk, ihtiras ve merhamet üzerinden elde edilen bilgilerin her biri deðerli ve geçerlidir. Ýnsanýn varlýk üzerindeki hareketi þeklinde de anlaþýlabilecek düþünme ve bilgi, his ve tecrübe düzeyinde ilme, akýl düzeyinde felsefeye, aþk ve ilham düzeyinde ilâhî ve sonsuzluk bilgisine, hakikat aþkýna kaynaklýk eder. Duyularla akýl dinî hayata disiplin ve düzen saðlayýcý dýþ unsurlardýr. Onlar dinin özüne götürmez. Dinde akýl sadece bir disiplin gücüdür (Mevlâna ve Tasavvuf, s. 147). Modern Avrupa ilim ve felsefesi hatta akýlcýlýðý, sýnýrlarý ve Türk kültürüyle irtibatlarý yerinde ve doðru çizilmek þartýyla üst bir anlam ve deðere sahiptir. Onun için yarýnki Türk cemiyetini yoðuracak ruh, eski Asya’nýn hikmetiyle Kur’an’daki ilhamý kendinde birleþtirdiði halde Garp’ýn dört asýrlýk ilmine hayran, zihniyetine sahip, felsefesine âþina olacak Anadolu derviþinin ruhu olacaktýr (Var Olmak, s. 101). Modern ilim anlayýþýnýn ýsrarla eleþtiri konusu yapýlmasý gereken yönleri pratik fayda ve menfaat anlayýþý üzerinden hakikat aþkýný öldürmesi, izâfîlik üzerinden sonsuzluk ve ebedîlik kavramýnýn zaafa uðratýlmasý ve nihayet ilmin tekniðe ve kuvvete indirgenmesidir. Bu sebeple pozitivizm, pragmatizm ve sosyolojizm hakikat düþmaný üç felsefedir. Çünkü pozitivizm hakikati deneylere, pragmatizm menfaatlere, sosyolojizm cemiyete teslim etmektedir (Yarýnki Türkiye, s. 67-72). Nurettin Topçu’nun metafizik ilgileri onun düþünce dünyasýnýn tabiatý kadar hümanist, pozitivist ve seküler düþüncenin etkisi altýnda ortaya çýkan ve katýlaþan metafiziði dýþlayýcý felsefe doktrinlerine ve entelektüel temayüllere muhalefetiyle de alâkalýdýr. Metafiziðin “eski devre ait bir þey, karanlýk ve anlaþýlmaz bir fikir, dinin öz kardeþi, bir vehim” gibi ifadelerle tasvir ve reddedilmesi, 1930’lu yýllarda Tanrý ve ruh bahislerinin ders kitaplarýndan çýkarýlmasý gibi teþebbüsler, insanýn daha üstün bir akla yönelip kendini aþmasý ve yücelmesinin yolunu kapatmakla kalmamýþ, hakikati araþtýrmayý sýnýrlandýrarak felse-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

251


TOPÇU, Nurettin

feyi de fakirleþtirmiþtir (Kültür ve Medeniyet, s. 48-49; Türkiye’nin Maarif Davasý, s. 140). Topçu’nun Türkiye’deki eþ zamanlý ilgilerden farklý olarak varoluþçuluk akýmýyla, özellikle Kierkegaard ve kýsmen Heidegger üzerinden hýristiyan / dinci egzistansiyalizmle ciddi biçimde ilgilenmesi de esas itibariyle metafizikle alâkalý görünmektedir. Topçu, bütün Batýlýlaþma tarihini kuþatan kültür-medeniyet ayýrýmý meselesini yeniden ele alan düþünürlerden biridir. En önemli vurgusu bu ayýrýmýn yüzeyselliðine dair olanýdýr. Ona göre evrensel denilen ve büyük ölçüde bilim ve teknoloji üzerinden tanýmlanan medeniyet zorba ruhundan ve kapitalist baðlamýndan ayrý ele alýnamaz. Bu çerçevede bilim ve teknoloji, hakkýn yerine geçen kuvvetin hâkimiyetinin ve insanla tabiatý tahrip eden sanayileþmenin, sömürünün kaynaðýdýr. Kapitalist sistemi güçlendiren ve insaný esarete sürükleyen teknolojik geliþmeleri insanlýk adýna ilerleme diye göstermek büyük bir yanlýþlýktýr. Aðýr sanayi söylemlerinin meþrû bir savunma ve atýlým hamlesi olarak takdim edildiði, fabrika bacalarý ile minarelerin yan yana zikredilip resmedildiði o yýllarda Topçu’nun bu fikirleri muhafazakâr kesim tarafýndan fantezi veya kalkýnma karþýtlýðý gibi sathî düzeyde anlaþýlmýþtýr. Demokrat Parti iktidarýnýn ilk yýllarýndan itibaren savunmaya baþladýðý Ýslâm sosyalizmi (Anadolu sosyalizmi, milliyetçi sosyalizm) düþüncesi de bir ekonomik sistem tercihi olmaktan ziyade bir hak ve ahlâk meselesidir. Bu duruþ Topçu’nun dilinde kul hakkýnýn yoðun biçimde ifadesidir. Burada Türkiye’nin ve sað kanadýn dýþ politik tercihlerinde Amerika Birleþik Devletleri’ne yakýnlaþmasý ve liberal ekonomiye doðru gitmesine yönelik ciddi bir muhalefet ve tenkit söz konusudur. Onun ifadesiyle, “Hakikatte bu dava Ýslâm’ýn özünde barýnan hak davasýdýr. Sosyalizm, çiðnenmesi halinde Allah’ýn da affetmeyeceðini bildirdiði kul hakkýnýn müdafaasýdýr” (Ahlâk Nizamý, s. 180). Bu çerçevede liberalizm devletin anarþiyi himayesi veya gücünü baþý boþluðu himaye için kullanmasý, varlýk sebebi büyük sanayi ve kapitalizm olan, din ve mâneviyat karþýtý komünizm ise bir reaksiyon hareketi olarak zulme karþý zulüm mânasýna gelmektedir. Millet ve milliyetçilik meseleleri, Topçu’nun eserlerinde hem isyan ahlâkýyla irtibatý olan ferdiyetin yükselip sonsuzluða uzanmasý süreçlerinin bir parçasý, hem de Türkiye’nin modernleþme döneminde kendini yeniden anlamak ve tanýmlamak için 252

yýllardýr tartýþtýðý önemli bir problem ve bir eleþtiri konusu olarak yer alýr. Ziya Gökalp’in Turancýlýk davasý ile baþlayan maddeci ve ütopik milliyetçiliðin Cumhuriyet döneminde kaba maddeci ve realist milliyetçiliði doðurduðunu düþünen Topçu, Ýslâmcýlar’ýn dini milletten ayýran gayretlerinin de ayrý bir zihin karýþýklýðýna sebebiyet verdiðini ileri sürmektedir (a.g.e., s. 156-157). Anadolucular’ýn Türk milletini ve milliyetçiliði tarif için Malazgirt Savaþý ile baþlattýklarý bin yýllýk tarih vurgusunu ve toprak / vatan olarak Anadolu ýsrarýný paylaþan Topçu bu çizgiye belirleyici ve kuvvetli bir unsur olarak Ýslâm’ý ve tasavvufu ekler. Ayrýca bu ruhçu milliyetçiliðin temellerinin Melikþah, Mevlânâ, Yûnus, Fâtih ve Yavuz gibi Türk siyaset ve mâneviyat ikliminin büyükleri tarafýndan atýldýðýný söyleyerek milleti ve milliyetçiliði yeni ortaya çýkmýþ bir hadise gibi yorumlayanlarý aþmak ister. Topçu 1950’li ve 1960’lý yýllarda milliyetçiliðin antikomünistlik ve Amerika/kapitalizm taraftarlýðýyla paralel hale gelmesine de sert bir þekilde karþý çýkmýþ, bunu “doktrinsiz ve kanaatsiz bezirgânlýk” diye adlandýrmýþtýr. Topçu’nun devlet ve siyasete iliþkin fikirleri þahsiyet olarak insan ve millet üzerinden inþa edilmiþ gibidir. Hegel’in, “Devlet ilâhî iradenin yeryüzünde gözükmesidir” cümlesini eserlerinde birkaç defa zikreden Topçu, “milletin þuuru, millet iradesinin gözüktüðü yer” diye nitelendirdiði devleti ferdiyetin yüce Allah’a ve sonsuzluða doðru hareketinin bir duraðý, bir menzili þeklinde telakki eder. Devleti meydana getiren üç temel öðe birlik halinde bir halk kütlesi, vatan topraðý ve idare edici iktidardýr. Dolayýsýyla devlet tek baþýna varlýk alanýna çýkabilen ve anlamlý hale gelen müstakil, kendinden bir vâkýa, bir varlýk deðil ferdin ruhunda harekete baþlayan, milleti oluþturan ve ilâhî iradeye kavuþmak için hamleler yapan iradenin fertten Allah’a götüren yoldaki bir duraðýdýr. Ýnsanýn yükseliþ çizgisi yukarýdan aþaðýya, Allah’tan insana doðru hâkimiyet kavramý etrafýnda tezahür eder. Bu ayný zamanda bir siyasî kavram olan egemenlik fikrinin Allah’ta temerküz ettiðini ve oradan âleme, devlete, insana yayýldýðýný gösterir. Yükseliþ çizgisi aþaðýdan yukarýya, insandan Allah’a doðru itaat ve teslimiyet kavramlarý etrafýnda þekillenir. Devleti inþa edecek ve taþýyacak temel kavramlarýn ilki devlet varlýðýnýn esaslý unsuru olan otoritedir. Bu otorite yüce Allah’tan insan þahsiyetine doðru inen hâkimiyet ve irade kavramlarýyla irtibatlýdýr

(Büyük Fetih, s. 13-15; Ýradenin Davasý, s. 46, 48). Ýkincisi merkeziyetçilik olup adalet ve mesuliyet prensipleri etrafýnda geliþerek bir hukuk ve ahlâk nizamýnýn adý olmaktadýr. Üçüncüsü halkýn bütün ihtiyaçlarýna uzanan, onlarý karþýlamaya çalýþan, mesuliyet iradesiyle birlikte kul hakkýný merkeze alan hür bir totalitarizme dayanmýþ olmasýdýr. Yalnýz devletin otoritesi ve kuvveti milletin otoritesi ve kuvvetinden baðýmsýz deðildir. Otoritenin kurucusu devlet olmakla beraber olgunlaþmasý ve devamlýlýðý otorite iradesini milletten almasý ile imkân dahiline girer. Bugün sivil toplum kuruluþlarý denen ve “devlete baðlý bulunmayan organizasyonlar” diye tarif edilen, Topçu’nun ise “sosyal teþkilât” dediði yapýlar Ýslâm ve Selçuklu-Osmanlý tecrübesinde devletin içinde yer almaktadýr. Vakýflar bunun örneðidir. Milletin siyasî iradesiyle devletin siyasî iradesi arasýnda Batý’da olduðu gibi bir otorite zýtlaþmasý, bir menfaat çatýþmasý problemi yoktur. Sadece bir derecelenmeden bahsedilebilir. Halka dayanan, halk tarafýndan kontrol edilen, ancak halkýn üstünde duran ve onun dileklerini Allah’ýn iradesine baðlayan kuvvet en iyi hükümettir. Mesuliyet iradesini Allah’tan almayan ve halkýn karþýsýnda sorumluluk tanýmayan bir idare haklý ve âdil bir milliyetçilik rejimi olamaz. Millet fertlerini Allah iradesine baðlayýp yaþatacak iktidar Hakk’ýn hâkimiyeti ve halkýn hükümetidir (a.g.e., s. 130).

Nurettin Topçu’nun sistematiðinde hürriyet ve eþitlik kavramlarý adalet ve mesuliyete göre ikinci derecede bir yere sahiptir. Çünkü hürriyet tabii deðil sosyal bir hadisedir. Cemiyetin içinde bir anlam kazanan hürriyetin bir üst düzeye çýkabilmesi için insanda tabii olarak var olan hareket ve düþünce ile irtibatlanmasý gerekir. Bu durumda da hürriyet müstakil deðil baðýmlý bir kavram haline gelir. Hürriyet, “hiçbir kayýt ve þarta baðlý olmadan her istediðini yapabilmek” diye tanýmlanýrsa bu, insanlar için duyularýn ve bedenin hürriyeti veya bir iradeye deðil içgüdülere tâbi olan hayvanlar dünyasýnýn hürriyeti olabilir. Burada bir þuur aranmadýðý gibi ideal olarak da gösterilemez. Ýnançsýzlýk ve liberal eðilimlerin ortaya çýkardýðý hürriyet kavramý bir hile deðilse anarþiden baþka bir þey olamaz. Eserleri. Topçu’nun doktora ve doçentlik tezleriyle felsefe grubu için hazýrladýðý ders kitaplarý dýþýndaki eserleri çoðu saðlýðýnda olmak üzere makalelerinden derlenerek hazýrlanmýþtýr. 1997-2005 yýllarý arasýnda kitaplarýna girmemiþ makalele-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOPHÂNE

riyle doktorasýnýn tercümesi, yayýmlanmamýþ romaný ve bazý yazýlarý dahil bütün eserleri Ezel Erverdi – Ýsmail Kara tarafýndan tekrar yayýma hazýrlanmýþ ve yirmi bir kitaplýk bir külliyat halinde Dergâh Yayýnlarý arasýnda basýlmýþtýr (burada kitaplarýn ilk baskýlarý ile redaksiyondan sonraki ilâveli baskýlarýna iþaret edilmiþtir; madde içindeki atýflar son basýmlara aittir): Conformisme et

Révolte-Esquisse d’une Psychologie de la Croyance (Nurettin Ahmed adýyla, Paris 1934; týpkýbasýmý, Ankara 1990), Garbýn Ýlim Zihniyeti ve Ahlâk Görüþü (1955, 1970’ten sonra Kültür ve Medeniyet’in içinde), Mehmet Âkif (1873-1936)-20. Ölüm Yýldönümü (1957, Ali Nihad Tarlan’la birlikte; Nihad Sami Banarlý, Ferruh Bozbeyli, Uður Kökden ve Peyami Safa’nýn yazýlarý ile ilâveli 2. bs., 1961), Türkiye’nin Maarif Davasý (1960, 1997), Komünizm Karþýsýnda Yeni Nizam (1960, 1970’ten sonra Ahlâk Nizamý’nýn içinde), Ahlâk Nizamý (1961, 1997), Yarýnki Türkiye (1961, 1997), Büyük Fetih (1962, 1998), Var Olmak (1965, 1997), Varoluþ Felsefesi-Egzistansiyalizm (P. Foulquié’den derleme, 1967, son düzenlemede Varoluþ FelsefesiHareket Felsefesi ’nin içinde), Bergson (doçentlik tezi, 1968, 1998), Ýradenin Davasý (1968, son düzenlemede Devlet ve Demokrasi ile birlikte, 1998), Ýslâm ve Ýnsan (1969, son düzenlemede Mevlâna ve Tasavvuf ’la birlikte, 1998), Devlet ve Demokrasi (1969, 1998), Kültür ve Medeniyet (1970, 1998), Mehmed Âkif (1970, 1998), Mevlâna ve Tasavvuf (1974, Ýslâm ve Ýnsan ’la birlikte, 1998), Milliyetçiliðimizin Esaslarý (1978), Ýsyan Ahlâký (doktora tezi, Conformisme et Révolte’un tercümesi, çev. Mustafa Kök – Musa Doðan, 1995, sonradan bulunan Nurettin Topçu’nun kendi tercümesiyle karþýlaþtýrýlarak 2. bs., 1998), Varoluþ Felsefesi-Hareket Felsefesi (1999), Millet Mistikleri (Portreler, 2001; ilâveli 2. bs., 2009), Amerikan Mektuplarý-Düþünen Adam Aramýzda (2004). Ders Kitaplarý: Sosyoloji

(1948, 2001), Psikoloji (1949, 2003), Felsefe (1952, 2002), Mantýk (1952, 2001), Ahlâk (Orta 3, Emin Iþýk’la birlikte, 1975), Ahlâk (Lise 1 ve Lise 2, 1976; ikisi bir arada, 2005), Din Psikolojisi Bahisleri (haz. A. V. Ýmamoðlu, Erzurum 1995, Ýslâm mecmuasýnda yayýmlanan din psikolojisiyle ilgili makalelerin toplu neþri; bu makaleler son neþirde Ýslâm ve Ýnsan-Mevlâna ve Tasavvuf kitabýna ek olarak alýnmýþtýr). Edebî Eserleri: Taþralý (hikâyeler, 1959, 1998), Reha (roman, 1999). Broþürler: Ýnkýlap-Ýrtica (1951), Çanakkale (1952), Din ile Kinin Mücadelesi (Malatya hadisesi üzerine, 1952), Son Hadiseler ve Biz (Milliyetçiler Derneði aleyhine yürütülen kampanyalar üzerine, 1953), Þehit (1959). Broþürler son neþirde ilgili kitaplara girmiþtir. Nurettin Topçu’nun makale ve yazýlarýnýn yayýmlandýðý belli baþlý dergiler (makale adedi yoðunluk sýrasýna göre): Hareket, Komünizme Karþý Mücadele, Düþünen Adam, Türk Yurdu, Þule, Bizim Türkiye, Büyük Doðu, Sebîlürreþâd. Gazeteler: Akþam, Yeni Ýstanbul, Yeni Ýstiklâl, Son Havadis, Hürsöz (Erzurum). Topçu Hareket dergisindeki bazý yazýlarýnda “Nizam Ahmet” ve “Osman Asyalý” takma adlarýný kullanmýþ, ayrýca dergi adýna “Hareket” imzalý birçok baþyazý yazmýþ, herhangi bir isim belirtilmeyen tercümeler ve mektuplar yayýmlamýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Vefatýnýn arkasýndan Hareket dergisinin 112. sayýsý (Ocak-Mart 1976), otuzuncu yýlý münasebetiyle de Hece dergisinin 109. sayýsý (Ocak 2006) Nurettin Topçu özel sayýsý olarak çýkmýþtýr; Millî Eðitim Bakanlýðý ve Ýstanbul Erkek Lisesi arþivlerindeki Nurettin Topçu personel dosyasý; Mehmet Sarýtaþ, Nurettin Topçu’da Sosyo-Pedagojik Yapý, Ankara 1986; Nurettin Topçu’ya Armaðan, Ýstanbul 1992; Süleyman Seyfi Öðün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Ýstanbul 1992; Mustafa Kök, Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, Ýstanbul 1995; H. Bayram Kaçmazoðlu, Türk Sosyoloji Tarihi Üzerine Araþtýrmalar, Ýstanbul 1999, s. 264-298; Hüseyin Karaman, Nurettin Topçu’da Ahlâk Felsefesi, Ýstanbul 2000; Orhan Okay, Silik Fotoðraflar, Ýstanbul 2001, s.

Tophane Meydaný ve top dökümhânesini gösteren bir gravür (Comte de Choiseul-Gouffier,

Voyage pittoresque de la Grèce, Paris 1782-1822, II, lv. 95)

16-25; Fýrat Mollaer, Anadolu Sosyalizmine Bir Katký: Nurettin Topçu Üzerine Yazýlar, Ýstanbul 2007; a.mlf., Türkiye’de Liberal Muhafazakârlýk ve Nurettin Topçu, Ýstanbul 2008; Nurettin Topçu (ed. Ýsmail Kara), Ankara 2009; Ýhsan Fazlýoðlu, “Nurettin Topçu’da Bilgi ve Bilim Sorunu”, Dergâh, sy. 114, Ýstanbul 1999, s. 15-18; Ali Birinci, “Hareket Mecmuasý”, TY, XXV/213 (2005), s. 84-89.

ÿÝsmail Kara

TOPÇULAR KÂTÝBÝ (bk. ABDÜLKADÝR EFENDÝ).

˜ – ˜

TOPHÂNE Osmanlý Devleti’nde top dökümünün yapýldýðý yer.

— ™ — ™

Tophâne, top döküm yeri yanýnda barut, top ve güllelerin depo edildiði mekânlarý da içine alýr. Osmanlýlar’ýn ateþli silâhlarla tanýþmasý XIV. yüzyýlýn ikinci yarýsýna kadar inmekle birlikte sabit top dökümhanelerinin tam olarak ne zaman kurulduðu bilinmemektedir. Elde kesin deliller bulunmamasýna raðmen ilk sabit top dökümhanesinin Edirne’de II. Murad tarafýndan tesis edildiði ve Fâtih Sultan Mehmed tarafýndan da kullanýldýðý kabul edilir. Ancak bu tarihlerden önce Osmanlýlar’ýn muhtelif savaþlar için top döktüðü ve bunlarýn bir kýsmýný seyyar top dökümhanelerinde imal ettiði bilinmektedir. Tophâne-i Âmire. Tesbit edilebildiði kadarýyla Edirne’den sonra inþa edilen ikinci top döküm merkezi Ýstanbul’da bugünkü Tophane semtindeydi. Kesin inþa tarihi tesbit edilememekle birlikte Tursun Bey’in Yeni Saray’ýn bir tarafýnýn Tophâne’ye baktýðýndan söz etmesi, yine ayný tarihlerde kaleme alýnan Fâtih Vakfiyesi’nde (867875/1462-1470) Ayasofya Camii’nin gelirleri arasýndaki Galata’da Kapýiçi Hamamý’nýn Karaköy mahallesinde ve Tophâne Kapýsý yakýnýnda bulunduðunun belirtilmesi fetihten yaklaþýk on iki yýl sonra (1465) tophânenin varlýðýný gösterir. Buradaki yapýnýn Osmanlýlar tarafýndan mý inþa edildiði yoksa mevcut bir yapýnýn mý dökümhaneye çevrildiði konusu henüz kesinlik kazanmamýþtýr. Bir kurum olarak Tophâne ve Tophâne-i Dergâh-ý Âlî tabiri 905 (1499-1500) tarihli Avlonya Tophânesi Muhasebe Defteri’nde geçer (BA, A. E, Bayezid II, nr. 41). Tophâne-i Âmire terkibi ise kuruma ait 1513 tarihli bir muhasebe defterinde yer alýr (BA, KK, nr. 4726, s. 1). Fâtih Sultan Mehmed döneminde kurulan Tophâne-i Âmire’nin II. Bayezid zamanýnda artan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

253


TOPHÂNE

ihtiyacý karþýlamak için dökümhane civarýna topçularýn ve dökücülerin ikametine tahsis edilmek üzere odalar eklenerek geniþletildiði söylenebilir. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde ise mevcut binalarýn tamamý yýkýlmýþ, yerine yeni ve büyük bir bina inþa edilmiþtir. Evliya Çelebi’ye göre tam bir kale görünümündeki bu yeni müþtemilât içinde kumbara (humbara) imalâthanesi, dökümhane imalâthanesi, kundakhâne, marangozhane, topçubaþý ve dökücübaþý odalarý, topçu ve dökücü âsitâneleri (kýþla), Sarýyer topraðý kesme kârhânesi, kalýp kârhânesi, falya delme kârhânesi, top arabasý ve tekerlekleri imalâthaneleri gibi bölümler vardý. Büyük bir sanayi merkezi halinde olan Tophâne-i Âmire özellikle savaþ dönemlerinde top dökümü faaliyetlerinin hýzlanmasý, çok yüksek sýcaklýkta ateþ yakýlmasý gibi sebeplerle zaman zaman büyük hasara uðramýþ ve ciddi tamirat görmüþtür. Bu tür sebeplere bir de yangýn ve deprem gibi doðal âfetler eklendiðinden XIX. yüzyýlýn sonuna kadar pek çok defa ciddi tâdilât ve tamirat gerçekleþtirilmiþtir. Dökümhane (kârhâne) binasý 1743 yýlýnda tamamen yýkýlmýþ ve bugünkü þekliyle beþ kubbeli olarak yeniden inþa edilmiþtir. Dönemin topçubaþýsý, ayný zamanda mimar olan Mustafa Aða günün ihtiyaçlarýna cevap verecek yeni bir Tophâne planý yapmýþtýr. Yeni binanýn duvarlarý iki sýra ince tuðla, bir sýra taþ örgüden meydana ge-

Tophâne-i Âmire

len kâgir bir yapýdýr. Ýçinde iki büyük ergitme fýrýný, biri doðuya, biri batýya açýlan iki büyük kapýsý bulunmaktadýr. Bu inþaatýn üzerinden çok geçmeden 1765’te tekrar bir yangýn geçiren Tophâne binalarý III. Mustafa tarafýndan tamir ettirilmiþ ve her topçu ortasýna bir kýþla ile orta sofasý, mutfak ve mescid yaptýrýlmýþtýr. Tophâne-i Âmire, III. Selim ve II. Mahmud zamanlarýnda da tamirat ve tâdilât geçirmiþtir. 1205 (1790-91) yýlýnda Tophâne’de tamamý elden geçirilerek onarýmý yapýldýðý gibi 1793’te civardaki arsalar satýn alýnýp Tophâne-i Âmire müþtemilâtýna dahil edilmiþ, böylece yeni yapýlan fabrika ve imalâthanelerle birlikte XIX. yüzyýlýn ortalarýnda 10 hektar geniþliðinde bir alana yayýlmýþtýr. 1804’te çýkan yeni bir yangýn Tophâne kýþlalarý ile birlikte 400 evin yanmasýna yol açmýþtýr. III. Selim bir taraftan binalarýn imarý, tamiri ve modernleþmesiyle ilgilenirken diðer taraftan Avrupa tarzýnda kaliteli toplar dökülebilmesi için Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun baþhocasý Hüseyin Rýfký Tamânî’yi toplarýn yeniden tertip ve tanzimiyle görevlendirmiþ, Osmanlý mühendis ve ustalarý yanýnda Ýsveç, Ýngiltere ve bilhassa Fransa’dan uzmanlar getirtmiþtir. Ayrýca Tophâne’deki fýrýnlarý geliþtirip çevik ve hareketli toplarýn dökümüne öncelik verilmesini emretmiþtir. 1823’te Cihangir semtinde çýkan büyük Fîruz Aða yangýnýnda dökümhane kýsmen, topçu ve top

arabacý kýþlalarý tamamen yanmýþ, binalar II. Mahmud’un emriyle 1825 yýlýnda yeniden elden geçirilmiþtir. 1832’de seraskerliðe baðlý bir birim halinde Tophâne Müþirliði kurulmuþtur. Abdülaziz döneminde kýsmen yenilenen Tophâne-i Âmire, II. Abdülhamid devrinde yeni baþtan tamirat görmüþtür. Büyüklü küçüklü muhtelif tezgâhlardan oluþan Tophâne-i Âmire’deki belli baþlý imalâthaneler þunlardýr: Tophâne-i Âmire resimhanesi, top numunehanesi, muayenehane, Tüfenkhâne-i Âmire, kundakhane, tavhane, demirhane, çarkhane, nakkaþhane, cilâhane, baskýhane, mahzenler / depolar ve Tophâne-i Âmire Matbaasý. 1843’te Ohannes ve Boghos Dadian tarafýndan kurulan Zeytinburnu Demir Fabrikasý’nýn izâbe bölümünün 1846’da faaliyete geçmesiyle top ve diðer silâhlar burada dökülmeye baþlanmýþ, 1850’de fabrikanýn tam kapasite ile çalýþmasý neticesinde Tophâne-i Âmire’de top dökümü iþi zamanla kaldýrýlmýþtýr. Bu tarihlerden itibaren burada Zeytinburnu Fabrikasý’nda dökülen toplarýn dövülüp tavlandýktan sonra kaba haliyle soðuk iþlerinin yapýmý sürdürülmüþtür. Tophâne’de tornadan geçirilen toplar perdahlanmak ve diðer iþlemleri yapýlmak üzere ilgili bölümlere sevkedilmekteydi. Bu dönemde Tophâne-i Âmire’de büyük bir çarkhane, namlu delme ve yiv açma, niþangâh ve kama þubeleriyle namlu tavlama ve sulama tesisleri bulunurdu. Cumhuriyet’in kuruluþuna kadar perdah merkezi þeklinde faaliyetini sürdüren Tophâne-i Âmire, I. Dünya Savaþý’ndan sonra önemini kaybetmiþtir. Tophâne-i Âmire’ye ait birtakým tezgâh ve makineler, Ankara’ya Türk Makine Kimya Endüstrisi fabrikalarýna götürülmüþ olup burada hâtýra niteliðinde muhafaza edilmektedir. Uzun süre âtýl vaziyette býrakýlan Tophâne-i Âmire binalarý 1992’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne devredilmiþtir. Üniversite tarafýndan restore ettirilen beþ kubbeli büyük bina halen sergi salonu görevi yapmaktadýr. Bugünkü bina 20,50 × 37,50 ebadýnda, 1,60 m. kalýnlýkta duvarlý olup 2 metrelik ayaklara oturan ve her birinde nefes deliði bulunan on beþ kubbe ile örtülüdür. XIX. yüzyýlda Rönesans üslûbunda inþa edilen ve sonralarý Sanat Enstitüsü olarak kullanýlan Tophâne Müþirliði binasý 1957’de yýktýrýlmýþtýr. Tophâne-i Âmire’nin Personeli. Topçu Ocaðý’nýn baþýnda bulunan topçubaþý hem topçu birliklerinin hem Tophâne-i Âmire’-

254

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOPHÂNE

nin idarecisi konumundaydý. Ancak Tophâne-i Âmire’deki iþlerin ve teknik personelin baþýnda dökücübaþý / dökümcübaþý adýyla anýlan bir görevli bulunurdu ve buradaki bütün faaliyetlerden sorumluydu. Dökücübaþý Tophâne’deki teknik personel ve sanatkârlarýn da baþýydý; kethüdâ ve bölükbaþýlar vasýtasýyla iþlerin yürümesini takip ederdi. Topçubaþý, yapýlan iþlerle çok yakýndan ilgilenir, top dökümü zamanlarýnda bizzat padiþah ve sadrazam gibi üst seviyeli devlet adamlarý döküm merasimleri için buraya gelirlerdi. Sefer esnasýnda toplarýn dökümü ve gerekli yerlere ulaþtýrýlmasý gibi iþlerin organizasyonu için bir nâzýr tayin edilirdi. Dökümhane emini de topçubaþý, nâzýr ve dökücübaþý ile birlikte faaliyetlerle ilgili defterlerin tutulmasýndan, gerekli bürokratik iþlemlerin ve personel iþlerinin takibinden sorumluydu. Nâzýr ve eminler Hâcegân-ý Dîvân-ý Hümâyun denilen rütbeli kiþiler arasýndan seçilirdi. Bunlarýn yaný sýra kâtip ve bölükbaþýlar da burada çalýþan üst düzey yöneticilerdi. Tophâne’deki top ve buna baðlý olarak kundak, top arabasý, gülle, humbara ve barut yapýmý gibi asýl faaliyetler dökücübaþý ve onun maiyetindeki dökücü (rîhtegân), haddâd, errekeþ, bennâ, eðeci, kalemkâr, mücellit, kefçeci, þebkâr, sengtýrâþ ve neccar gibi sanatkârlar

Tophâne-i Âmire’nin denize bakan cephesindeki ana kapýsý

tarafýndan yürütülürdü. Bunlarýn dýþýnda Tophâne için ihtiyaç olduðunda gemici ve peremeci, hamal, ýrgat, arabacý, bekçi, vardiyan, duâgû, imam ve muvakkit gibi kimseler de istihdam edilirdi. Tophâne-i Âmire’deki büyük çoðunluðu yaya, müsellem ve piyade gibi askerî bir teþkilâta baðlý askerî zümrelerin “nöbetlü” denilen hizmet gruplarý oluþturmaktaydý. Bu gruplar altýþar aylýk periyotlarla Tophâne’ye gelir ve hizmetleri bittiðinde geri dönerlerdi. Söz konusu özellikleri sebebiyle Tophâne-i Âmire, Tersâne-i Âmire’den sonra Osmanlý Devleti’nin en büyük askerî sanayi kuruluþu durumunda olup ilk askerî silâh üretim fabrikalarýndan biridir. Osmanlýlar’da sabit top dökümhanelerinin yaný sýra ihtiyaç durumunda seyyar top dökümhaneleri inþa edilerek top döküldüðü bilinmektedir. Bu þekilde top dökümüne ait en eski bilgi, 1438’de Mora’daki Germehisar (Hexamilion) kuþatmasý dolayýsýyla verilir. Ardýndan 1440’ta Semendire’de, 1444’te Varna seferine gidiþ sýrasýnda Boðaziçi kýyýlarýnda, 1448’de Akçahisar Kalesi (Ýskenderiye) önünde seyyar dökümhaneler kurularak toplar dökülmüþtür. Fâtih Sultan Mehmed’in Ýstanbul muhasarasý esnasýnda surlar önünde top dökümü yapýldýðý bilinmektedir. Eldeki kayýtlardan seyyar top dökümü faaliyetinin XVI. yüzyýlýn ortalarýna kadar devam ettiði anlaþýlmaktadýr. Bu tarz top dökümü özellikle engebeli bir araziye sahip Balkanlar’da ve Doðu Avrupa’daki kale kuþatmalarýnda gerçekleþtirilmiþtir. Döküm yapýlacak yerlere develerle bakýr ve kalay taþýnýr, kurulan ocaklar vasýtasýyla istenilen ebatta top dökülebilirdi. Tophâne-i Âmire ve seyyar top dökümü faaliyetlerinin yanýnda Osmanlýlar’ýn bir kýsým eyaletlerinde de tophâneler vardý. Bazý kaynaklarlarda ismi tophâne diye zikredilen yerlerde top dökümünün yapýlýp yapýlmadýðý ise tesbit edilememektedir. Eyaletlerdeki tophânelerin teknik personeli önemli ölçüde, döküm yapýlacaðý zaman bir bölükbaþý idaresinde Ýstanbul’daki Tophâne-i Âmire’den veya diðer büyük tophânelerden temin edilirdi. Ýstanbul dýþýnda faaliyet gösteren tophânelerin, özellikle Avrupa topraklarýnda bulunanlarýn önemli bir kýsmýnýn daha önce de ayný iþleve sahip olduðu bilinmektedir. Bu tophâneler fetihten sonra eski çalýþanlarýyla birlikte faaliyetlerine devam etmiþtir. Osmanlýlar’ýn Avrupa topraklarýndaki tophânelerinin bulunduðu þehirler þunlardýr:

Edirne, Avlonya, Semendire, Nova Brdo, Ýskenderiye, Belgrad, Budin, Praviþte, Rudnik, Hersek livâsý, Klis. Asya topraklarýndaki tophâneler ise Erzurum, Kahire, Basra, Birecik, Van’dadýr. Bunlarýn yaný sýra Cezayir, Rodos, Kýbrýs’ta da dökümhaneler olduðu kaydedilmektedir. Söz konusu tophânelerin faaliyetleri genellikle ihtiyaca göre deðiþmiþ, bir kýsmý zamanla top ve gülle deposu haline gelmiþtir. Baþta Ýstanbul’daki Tophâne olmak üzere bu merkezlerin ortak yanlarý ulaþýma elveriþli deniz veya nehir kenarlarýnda bulunmasý, ayrýca maden bölgelerine yakýn olmasýdýr. Tophâne-i Âmire’de dökülen toplarla taþrada dökülen toplarýn standardý ve kalitesi konusunda bilgi yoktur. Ancak standardýn bilhassa Tophâne-i Âmire’de tutturulduðu ve top sevkinin daha çok buradan yapýldýðý açýktýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Fatih Mehmed II Vakfiyeleri (nþr. Vakýflar Umum Müdürlüðü), Ankara 1938, s. 213-214; Atîk ve Cedîd Topa Dair Fenn-i Harb ve Hendese Üstatlarýndan Menkul Makålât Mecmuasý, Deniz Müzesi Ktp., Yazmalar, nr. 824; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 435-441; Tahsin Esencan, Türk Topçuluðu ve Kaynaklarý, Ankara 1946; Tahsin Öz, “Ýstanbul’da Fatih Tophanesi”, Atatürk Konferanslarý II: 1964-1968, Ankara 1970, II, 131-138; G. L. F. Marsigli, Stato Militare dell’ Imperio Ottomanno (ed. M. Kramer – F. Kreutel), Graz 1972, tür.yer.; Muzaffer Erendil, Topçuluk Tarihi, Ankara 1988; G. Ágoston, “Ottoman Gunpowder Production in Hungary in the Sixteenth Century: Baruthane of Buda”, Hungarian-Ottoman

Military and Diplomatic Relations in the Age of Süleyman the Magnificent (ed. G. David – P. Fodor), Budapest 1991, s. 149-159; a.mlf., “Ottoman Artillery and European Technology in the Fifteenth and Seventeenth Centuries”, AOH, XLII/1-2 (1994), s. 15-48; W. Müller-Wiener, “1519. Yüzyýllarý Arasýnda Ýstanbul’da Ýmalathane ve Fabrikalar”, Osmanlýlar ve Batý Teknolojisi:

Yeni Araþtýrmalar Yeni Görüþler (haz. Ekmeleddin Ýhsanoðlu), Ýstanbul 1992, s. 53-120; Salim Aydüz, XV ve XVI. Yüzyýlda Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi, Ankara 2006; a.mlf., “Cýgalazâde Yusuf Sinan Paþa’nýn Þark Seferi için Tophâne-i Âmire’de Hazýrlanan Toplar ve Tophâne-i Âmire’nin 1012 (1604) Yýlý Gelir-Gider Muhâsebesi”, Osmanlý Bilimi Araþtýrmalarý, II, Ýstanbul 1998, s. 139-172; Turgut Iþýksal, “Eski Türk Toplarý ve Ýstanbul Tophanesinde Bulunan Bir Kayýt Defteri”, BTTD, I/2-3 (1967), s. 6163, 68-70, 72-76; C. Heywood, “The Activities of the State Cannon-Foundry (Tophâne-i Âmire) at Istanbul in the Early Sixteenth Century According to an Unpublished Turkish Source”, POF, XXX (1980), s. 209-217; Çelik Gülersoy, “Son 400 Yýlda Tophane Semti”, TTK Bildiriler, VIII (1983), III, 1637-1650, lv. 517-520; a.mlf., “Tophane”, DBÝst.A, VII, 274-276; Tülin Çoruhlu, “Osmanlý Ýmparatorluðu’nun Silah Üretim Merkezi: Tophâne”, Ýlgi, sy. 86, Ýstanbul 1996, s. 28-35; J. L. Bacque Grammont, “La fondeie de canons d’Is-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

255


TOPHÂNE tanbul et le quarter de Tophane. Textes et images commentés”, Anatolia Moderna: Yeni Anadolu, Paris 1999, s. 3-17; E. Güngören Gönen, “Tophâne-i Âmire’nin Restorasyonu ve Geleceði”, Yapý, sy. 167, Ýstanbul 1995, s. 103-111; a.mlf., “Sur la réhabilitation et l’avenir de la fonderie impériale d’Istanbul (Tophâne-i Amire)”, Anatolia Moderna: Yeni Anadolu, VIII (1999), s. 221-235; Ýdris Bostan, “La fonte de canons à la fonderie impériale d’Istanbul au début du XVIe siècle”, a.e., IX (2000), s. 171-182; Ayþe Yetiþkin Kubilay, “Tophâne-i Âmire”, DBÝst.A, VII, 279280.

ÿSalim Aydüz

– ˜

TOPKAPI SARAYI

— ™

Ýstanbul Yeni Sarayý / Topkapý Sarayý, Ýstanbul’da tarihî yarýmadanýn ucunda Marmara denizine, Asya-Üsküdar ve Haliç’e bakan, dolayýsýyla her yönden þehre hâkim bir mevkide 70 dönümlük bir alanda kurulmuþtur. Ýstanbul’un Osmanlýlar tarafýndan alýnmasýndan sonra Zeytinlik diye adlandýrýlan Sarayburnu’nda bahçe düzenlemeleri ve köþklerle baþlayan inþaat Sûr-ý Sultânî (Kal‘a-i Sultânî) adý verilen surlarla devam etmiþtir. Topkapý Sarayý’na XIX. yüzyýlýn ortalarýna kadar her dönemde çe-

þitli ilâveler yapýlmýþtýr. Devlet teþkilâtýna ve kullaným ihtiyacýna göre þekillenen saray birçok mimari ve süsleme özelliði göstermektedir. Genel olarak bulunduðu araziye uygun biçimde yatay bir geniþlemeyle birbirine eklemlenmiþ bir yapýlanmaya sahiptir. Devrin kaynaklarýnda yer alan, binanýn baþlangýç ve bitiþ tarihleriyle ilgili bilgiler birbirinden farklýdýr. Bâb-ý Hümâyun’un üzerindeki tarih 883 (1478) olduðuna göre inþaata bu tarihten önce ve muhtemelen 1465’te baþlandýðý kabul edilebilir. Saraya yapýmýndan sonra uzun yýllar, muhtemelen XVIII. yüzyýla kadar Beyazýt’taki eski saraydan dolayý Sarây-ý Cedîd-i Âmire denilmiþ, ardýndan deniz tarafýnda bulunan ve yanlarýna toplarýn yerleþtirilmiþ olmasý sebebiyle Toplu Kapý denilen köþkün isminden dolayý Top Kapýsý Sarayý adý kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Sarayýn, Bizans dönemi þehir surlarýna dayanan surlarý üzerinde en büyüðü, ana giriþ kapýsý niteliðindeki Bâb-ý Hümâyun’la birlikte Demir Kapýsý ve Otluk Kapýsý adý verilen üç büyük kapýsý ve beþ adet hizmet kapýsý (koltuk kapýsý) vardýr. Birinci kapý olan Bâb-ý Hümâyun iki katlý bir köþk kapý olup üstündeki kitâbe Ali b. Yahyâ es-

Topkapý Sarayý’nda Bâbüsselâm

256

Sûfî imzalýdýr. Köþkün cephesinde üst kýsmýnýn alt sýrasýnda yedi, üst sýrasýnda altý pencere bulunuyordu. XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda yangýn ve depremden zarar gören yapýnýn üst katý yýkýlmýþtýr. Þehrin Osmanlý öncesi surlarýna dayanarak sarayý çevreleyen Sûr-ý Sultânî ile birlikte ana kapýlarýn da ilk inþaatla beraber yapýldýðý kabul edilir (bk. BÂB-ý HÜMÂYUN). Topkapý Sarayý’nýn teþkilât açýsýndan dört bölümden meydana geldiði söylenebilir: Hizmet ve koruma alaný (Bîrun), idarî merkez (Dîvân-ý Hümâyun), eðitim alaný (Enderun) ve özel yaþam alaný (Harem). Topkapý Sarayý üç ana avlu ve üç âbidevî kapý etrafýnda þekillenmiþtir. Birinci kapý Bâb-ý Hümâyun, ikinci kapý Bâbüsselâm, üçüncü kapý Bâbüssaâde’dir. Bâb-ý Hümâyun ile Bâbüsselâm arasýndaki büyük meydan sarayýn ihtiyaçlarýný karþýlayan birimlerin ve çalýþanlarýn bulunduðu kýsýmdýr. Ayrýca halkýn ve askerin girip çýkabildiði bir meydan özelliði göstermektedir. Bilhassa cülûs ve bayram törenleri esnasýnda törene katýlan devlet adamlarýnýn maiyetleri ve yeniçerilerin beklediði bir alan olduðu yazýlý kaynaklardan ve XVI. yüzyýl minyatürlü eserlerinden tesbit edilebilmektedir. Bu iþleviyle birinci avlu, devlet merkezinin askere ve halka açýk tutulduðu alan olup etrafý surla çevrilmesine raðmen padiþahýn kendi yaþam alanýný þehirden ayýrmak istemediðini göstermesi bakýmýndan önemlidir. Bâb-ý Hümâyun’dan Bâbüsselâm’a doðru giderken saðda sarayýn hastahanesi (Enderun Hastahanesi), su dolabý gibi hizmet binalarý ile fýrýnlar bulunurdu. Sol ön tarafta sarayýn her bölümünde kullanýlacak odunlarýn yýðýldýðý bir alan vardý. Bu kýsmýn devamýnda Bizans döneminden intikal eden ve Ýstanbul’un fethinden sonra cebehâne þeklinde kullanýlan Aya Ýrini Kilisesi ile ambarhane yer alýyordu. Ýkinci kapýya daha yakýn bir yerde olan Deâvî Kasrý sekizgen planlý ve kuleli yapýsýyla küçük bir köþk biçimindeydi ve iþlevi açýsýndan önemliydi. Sorunlarýný divana ve hükümdara ulaþtýrmak isteyen kiþiler dilekçelerini bu köþk içindeki görevliye verirlerdi. Birinci avluda sarayýn ihtiyaçlarýný þehir esnafýna gerek duymadan saðlayan görevliler vardý. Saray içinde idarî vazifeleri olan matbah-ý âmire emini, ýstabl-ý âmire emini, arpa emini gibi görevliler, cerrahbaþý, kehhâlbaþý gibi hekimlerle hünkâr imamý, padiþah hocasý gibi ulemâ sýnýfýndan gelenler Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý’ya göre Bîrun halkýný teþkil ediyordu. Fýrýnlar, hastahane, nakkaþhane, mimarlar ocaðý, mehterhane ve ýstabl-ý âmire Bîrun kýs-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOPKAPI SARAYI

mý diye adlandýrýlýrdý. Bu sýnýflandýrma saray teþkilâtýnýn genel yapýlanmasý þeklinde kabul edilmeli, ancak zaman zaman farklý uygulamalar olabileceði göz önünde bulundurulmalýdýr. Bu sýnýflandýrmaya göre Enderun ve Harem dýþýndaki bütün kýsýmlar Bîrun olarak düþünülmüþtür. Bâbüsselâm ikinci avlunun giriþinde iki kuleli, iki cepheli âbidevî giriþ kapýsý olup devlet merasimlerinin icrasýna baþlanan yerdi. Ýç içe iki kapýdan ve kapý arasýndaki odalardan meydana gelen yapýnýn üstündeki kuleler araþtýrmacýlarýn dikkatini çekmiþtir. Kulelerin biçimsel özelliði Kanûnî Sultan Süleyman’ýn Avrupa seferi sýrasýndaki gözlemlerine dayandýrýlmakta ve kapý üzerinde yenileme esnasýnda ilâve edildikleri kanaatini uyandýrmaktadýr. Bununla beraber Topkapý Sarayý hakkýnda geniþ bir çalýþma yapan Gülru Necipoðlu kulelerin surlarla beraber Fâtih Sultan Mehmed döneminde yapýldýðýný düþünmektedir. Dîvân-ý Hümâyun toplantýlarýnda kapýcýbaþýlar ve çavuþbaþýlar devlet adamlarýný Bâbüsselâm’ýn önünde karþýlardý. Yeniçeri aðasý divan günlerinde erkenden gelir, burada vezirlerin gelmesini beklerdi. Küçükten büyüðe doðru her gelen vezir bir üstündekini bekler, o geldiði zaman selâm çavuþlarý tarafýndan karþýlýklý selâmlaþýrlardý. Bâbüsselâm önünde sabahýn erken saatinde yapýlan bu törenden sonra devlet adamlarý içeriye girer, çavuþbaþý ve kapýcýlar kethüdâsý refakatinde divana giderlerdi. Devlet adamlarýnýn kendi yanýnda çalýþan memurlarý içeriye girmez, kapý dýþýnda beklerdi. Osmanlý Devleti’ne gönderilen elçiler oldukça kalabalýk bir maiyetle gelir, maiyetin büyük kýsmý ancak Bâbüsselâm’a kadar eþlik eder ve yine bu kapý dýþýnda birinci avluda elçinin görüþmesinin bitmesini beklerdi. Kapýdan hükümdar hariç hiç kimse atla girmezdi, dolayýsýyla birinci avlu gelenlerin atlarýnýn ve bakýcýlarýnýn da beklediði kýsýmdý (bk. BÂBÜSSELÂM).

kümdara selâm verirlerdi. Meydanýn karþýsýndaki üçüncü anýtsal kapý, sol taraftaki Kubbealtý, sað taraftaki mutfak revaklarý orta avluyu özgün bir meydana dönüþtürmektedir. Bâbüssaâde’nin iki yanýnda sekilerin üstü halýlarla döþenir, Bâbüssaâde aðasý, Dârüssaâde aðasý, Enderun aðalarý divan günlerinde burada beklerlerdi. Çavuþbaþý ve kapýcýlar kethüdâsý orta avluda en fazla görevi olan kiþilerdendi. Bunlar devlet adamlarýnýn saraya geliþinde her birini karþýlar ve gideceði yere kadar refakat ederdi. Her ikisine baðlý kapýcýlar ve çavuþlar sarayýn ve özellikle orta avlunun asayiþini temin eder, toplantý günlerinde merasimlerin teþrifata uygun yapýlmasýndan sorumlu tutulurdu. Bâbüsselâm’dan orta avluya girince divanhâneden önce sol taraftan aþaðýya doðru inen yolun sonunda has ahýrlar yer alýrdý. Istabl-ý âmire diye adlandýrýlan bu kýsýmda imrahor, emin, kethüdâ, kâtip, saraçlar ve atlardan sorumlu olan seyisler, yamaklar gibi görevliler çalýþýrdý. Has ahýrda sadece hükümdarýn çok kýymetli atlarý bulunurdu. Atlara ait mücevher bezemeli koþum takýmlarý buradaki raht hazinesinde muhafaza edilirdi. Padiþah alay-ý hümâyun için saray dýþýna çýktýðý zaman buradaki atlarýn bir kýsmý yedek þeklinde merasime dahil edilirdi. Ayrýca arefe merasiminde atlar orta avluya çýkarýlýr ve yürütülürdü.

Orta avlunun en önemli yapýsý divanhânedir (Kubbealtý). Avlunun sol üst tarafýndaki bu yapý sarayda devlet iþlerinin görüþülüp karara baðlandýðý merkezdi. Fâtih Sultan Mehmed zamanýnda inþa edilen yapý Kanûnî Sultan Süleyman’ýn vezîriâzamý Ýbrâhim Paþa tarafýndan yenilenmiþtir. Bâbüssaâde önünden sola doðru giden revaklarýn bittiði yerde bulunan eski divanhâne bu onarým sýrasýnda biraz daha öne çekilmiþtir. Divanhânenin yukarýya doðru hemen yanýnda divan memurlarýnýn çalýþtýðý bölüm ve defterhâne, Bâbüssaâde revaklarýna doðru üst kýsmýnda ise dýþ hazine binasý yer almaktaydý. Divan toplantýsý baþlarken çavuþbaþý mühürlü kapýyý vezîriâzam ve defterdar önünde açar, günlük iþler bittikten sonra ayný þekilde kilitlerdi. Divan toplantýlarý, elçi kabulleri, ulûfe daðýtýlmasý sýrasýnda devlet adamlarý burada bulunurdu. Haftada ortalama dört gün yapýlan divan toplantýlarý esnasýnda sabah namazýndan hemen sonra baþlayan çalýþmalar haftanýn iki günü matbah-ý âmireden gelen öðle yemeðinin ardýndan sona erer, devlet iþleri sadrazam sarayýna intikal ederdi. Diðer iki gün ise öðle yemeðinin ardýndan divan üyesi olan devlet adamlarý ile yeniçeri aðasý padiþahla Arz Odasý’nda teþrifat sýrasýyla görüþürdü. Fâtih Sultan Mehmed döneminde bazan haftanýn her günü, bir süre sonra haf-

Topkapý Sarayý’nda Bâbüssaâde

Ýkinci kapý ile üçüncü kapý arasýndaki Alay Meydaný devletin idare merkezidir. Avlu özellikle XVI. yüzyýlda burada yapýlan merasimlerden dolayý az aðaçlý bir meydandý. Minyatürlerden edinilen bu gözleme ve elçilerle birlikte gelenlerin anlattýklarýna göre meydanda ceylan, karaca gibi hayvanlar dolaþýyordu. Bâbüsselâm’dan divanhâne, Bâbüssaâde ve matbah gibi ana kýsýmlara geçilen bahçede taþ döþeli ince yollar vardý. Kubbealtý’na doðru vezir yolu olarak tabir edilen yoldan divana giden devlet adamlarý geçer, divana girmeden Bâbüssaâde tarafýna dönüp gýyabýnda hüTürkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

257


TOPKAPI SARAYI

kerleri, divanhânenin önünde elçinin maiyetini ve sað taraftaki mutfaktan ziyafet için taþýnan yemekleri ayrýntýlý biçimde anlatýrlar. Divanhânenin toplantý yapýlan birinci odasalonunun karþý duvarýnda bulunan kafesli pencerenin arkasýnda yükselen Adalet Kulesi (Adalet Kasrý), Topkapý Sarayý’nýn en dikkat çekici yapýlarýndan biridir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde sarayla birlikte tasarlandýðý anlaþýlan Adalet Kulesi’nin kaidesi ilk yapýldýðý yýllardan kalmýþ, üst bölümü zamanla tamirler esnasýnda deðiþikliðe uðramýþtýr. Bugünkü görüntüsü büyük ölçüde II. Mahmud dönemine aittir. Adalet Kulesi’nin yapýlmasýndaki en önemli etken, divan toplantýlarýnýn vezîriâzamýn idaresine verilmesi ve hükümdarýn istediði zaman divaný takip etmesiyle ilgilidir. Kulenin arkadan Harem tarafýna açýlan bir kapýsý hükümdarýn kimseye görünmeden buraya geçmesini saðlardý. Yapý ayrýca Osmanlý hükümdarlarýnýn adalete verdiði önemin göstergesi kabul edilebilir. Seyyid Lokmân’ýn Hünernâme adlý eserinde Topkapý Sarayý’nýn birinci avlusunu tasvir eden minyatür (TSMK, Hazine, nr. 1523, vr. 15b )

tada dört gün toplanan divana vezîriâzam, vezirler, kazaskerler, defterdarlar, niþancý, kaptan paþa ve beylerbeyiler gibi asýl üyelerden baþka gerektiðinde yeniçeri aðasý ve þeyhülislâm katýlýrdý. Ayrýca daha kalabalýk bir grup halinde baþta reîsülküttâb, çavuþbaþý ve kapýcýlar kethüdâsý divan kalemlerinin âmiri olan memurlar gelirdi. Bu durum Alay Meydaný’nýn en az haftada dört gün devlet adamlarý tarafýndan kullanýldýðýný göstermektedir. Cülûs merasimleri ve bayramlar gibi en önemli iki tören burada yapýlýrdý. Bu törenler esnasýnda Bâbüssaâde önüne taht kurularak devlet erkâný, ulemâ ve ordu temsilcilerinin katýlýmý ile biat, kabul ve tebrikleþme merasimi icra edilirdi. Ýkinci avluda yapýlan törenlerden biri de elçi kabulleridir. Elçi ve maiyetinin bir kýsmý orta kapýdan karþýlanýp divanhâneye getirilir, elçi ve yakýn maiyeti divan toplantýsýnýn yapýldýðý kýsma alýnýrdý. Genellikle askerlere maaþlarýnýn verildiði günler olan ve bir galebe divanýna denk getirilen bu günde gerek dýþ avluda gerekse orta avluda askerlerden meydana gelen büyük bir kalabalýk toplanýrdý. Elçilerin maiyetinde gelen bazý gözlemciler sarayýn orta avlusunda bekleyen as258

Meydanýn saðýnda yer alan matbah-ý âmire temelde ilk yapý ile birlikte inþa edilmiþse de sarayýn bügünkü resmi içindeki belirgin görüntüsü 1574 yýlýnda ortaya çýkan yangýn sonrasýna aittir. Mutfaklar Mimar Sinan tarafýndan ana yapý korunarak tekrar inþa edilmiþtir. Dýþarýdan bakýldýðýnda konik kubbeler üzerindeki bacalarýyla hemen dikkati çeken mutfaklarýn karþýsýnda aþçýlar için koðuþlar yapýlmýþtýr. Orta avluya açýlan kapýlardan girildiðinde uzun bir koridorun bir tarafýnda ocaklar, bir tarafýnda koðuþlar kendi içinde baðýmsýz bir alan teþkil ediyordu. Ocaklar bugün aslî þekliyle dururken aþçý koðuþlarýnýn bir kýsmý tamamen yenilenmiþ, bir kýsmý ortadan kalkmýþtýr. Bir günde 1500 ile 3000 kiþilik yemek hazýrlayabilen mutfak efradý divan toplantýsý ve elçi kabulü günlerinde çok daha fazla yemek çýkarabiliyordu. Mutfak dokuz ocak ve bir helvahâne kýsmýndan meydana gelmekteydi. Ayrýca kilâr-ý âmire, tavukhâne ve saray bahçesinde seb-

ze yetiþtirilen kýsýmlar matbah-ý âmire ile iliþkiliydi. Hükümdara yemek piþirilen küçük mutfak ise (kuþhâne) teþkilât açýsýndan matbah-ý âmireye baðlý olmakla beraber üçüncü avlunun sol ön kýsmýnda yer almaktaydý (bk. MATBAH-ý ÂMÝRE). Hükümdarlarýn katýldýðý resmî devlet törenleri Bâbüssaâde’nin meydana bakan kýsmýnýn önünde yapýlýrdý. Bu husus Bâbüssaâde’yi sarayýn önemli kýsýmlarýndan biri haline getirmiþti (bk. BÂBÜSSAÂDE). Bâbüssaâde’den içeri girilince karþýda Arz Odasý’nýn arkasýnda Enderun Kütüphanesi vardýr. Enderunlular’a ait koðuþlarýn açýldýðý üçüncü avluya bundan dolayý Enderun Meydaný denilmekteydi. Fâtih Sultan Mehmed devrinde yapýlan Arz Odasý daha sonra pek çok defa yenilenmiþ olup bugün asýl kaide kýsmýnýn XV. yüzyýldan kaldýðý düþünülmektedir. Divanhânenin arkasýna yerleþtirilen Adalet Kulesi gibi Arz Odasý da Fâtih ile beraber hükümdarýn devlet içindeki konumunun daha yukarýya çekilmesi, vezîriâzam ve Dîvân-ý Hümâyun’un yetkilerinin kanunlaþmasý ve geniþlemesiyle ilgilidir. Nitekim Fâtih tarafýndan yazdýrýlan Leysîzâde Kanunnâmesi’nde Arz Odasý söz konusu edilerek divanda görüþülen bazý konularýn vezîriâzamýn yetkisine verilmesi gerektiði belirtilmiþtir. Arz Odasý’nýn bir kapýsý Babüssaâde’ye, hükümdara ait olan arkadaki diðer kapýsý da Enderun Meydaný’na (Enderun Kütüphanesi) açýlýr. Yapýnýn etrafýnda saçaklý çatý altýnda mermer sütunlu revaklarýn bulunduðu bir gezinti yeri vardýr. Ýç kýsmýnda taht, bir ocak ve bir çeþme mevcuttur. Divanda her gün toplantý yapýldýðý zamanlar haftada dört, dört gün toplanýldýðý zamanlar haftada iki gün devlet adamlarý Arz Odasý’nda padiþahla görüþür, buna “arza girmek” denirdi. Osmanlý devlet teþrifatýnda belirlenen sýraya göre önce yeniçeri aðasý girer, orduyla ilgili meseleleri konuþup çýkardý, ancak vezirlik pâyesi varsa Bâbüssaâde’nin sað tarafýnda beklerdi. Ardýndan çavuþbaþý ve kapýcýlar ket-

Topkapý Sarayý’nýn ikinci avlu revaklarý (arka planda mutfak kubbeleri)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOPKAPI SARAYI

hüdâsý refakatinde kazaskerler arza girer, eðitim ve yargý ile ilgili meseleleri ve kararlarý bildirirlerdi. Divanhânede bekleyen vezîriâzamla vezirler, çavuþbaþý ve kapýcýlar kethüdâsýnýn haber vermesi üzerine onun refakatiyle Arz Odasý’nda arza çýkarlardý. Defterdarlar ve niþancý vezirlik pâyeleri varsa vezirlerle beraber görüþmeye girer, deðilse girmezlerdi. Divan günlerinde yapýlan arzlar dýþýnda padiþah burada istediði zaman devlet adamlarýný kabul ederdi. Arefe merasiminde taht bu odanýn Bâbüssaâde tarafýna gelecek þekilde öne çýkarýlýr, hükümdar burada merasime katýlmýþ olurdu (bk. ARZ ODASI). Arz Odasý’nýn arkasýndaki Enderun Kütüphanesi fevkanî olarak ele alýnmýþ, ortasý kubbeli, üç eyvanlý bir plana sahiptir ve çinilerle süslenmiþtir. Merdiven sahanlýðý altýnda geniþ bir çeþme yer alýr. Avluda bulunan diðer bir yapý Aðalar Camii’dir. Enderunlu aðalarýn kullandýðý caminin harem tarafýna baðlanan bir kapýsý daha var-

dýr. Yapý günümüzde Topkapý Sarayý Müzesi’nin yazma eserler kütüphanesi olarak kullanýlmaktadýr (bk. AÐALAR CAMÝÝ). Üçüncü avluda yer alan Enderun’da büyüklü küçüklü odalar, doðancýlar koðuþu (þahinciler), seferliler ocaðý, kiler odasý, hazine odasý ve Has Oda (Mukaddes Emanetler Dairesi) yer almaktadýr. Bâbüssaâde’den içeri girince sað ve sol tarafta odalýlarýn koðuþlarý, saðdan devam edince sað üst tarafta Fâtih Köþkü ismiyle bilinen hazine kýsmý vardý. Sol üst köþede Harem bölümüne yaslanan dört kubbeli taþ yapý Has Oda idi. Burasý, Yavuz Sultan Selim döneminde kutsal emanetlerin getirilmesinden sonra daha çok Hýrka-i Saâdet Dairesi ismiyle anýlmýþtýr. Fâtih Sultan Mehmed zamanýnda ihdas edilen Has Oda mensuplarýnýn temel görevi bu daireyi korumaktý (bk. MUKADDES EMANETLER DAÝRESÝ). Topkapý Sarayý’nda Harem ikinci ve üçüncü avlularýn sol tarafýnda (Haliç’e bakan yönde) yer alan ayrý bir mekândýr. Yapýlanma-

Baðdat Köþkü

Mermer sofa

Büyük Havuz

Harem Bahçesi Hünkâr So fasý III. Murad Odasý

Sünnet Odasý

Mermer sofa

Hekimbaþý Kulesi

Revan Köþkü

Asma bahçe

ÜÇÜNCÜ AVLU

III. Ahmed Kütüphanesi Enderun Mescidi Vâlide Sultan Taþlýðý

Arz Odasý

Bâbüssaâde

Matbah-ý Âmire

Adalet Köþkü ÝKÝNCÝ AVLU

Hamam

Has Ahýr Avlusu

Bâbüsselâm

Topkapý Sarayý ana bölümünün XVIII. yüzyýldaki durumunu gösteren rekonstrüksiyon planý

Hünkâr Sofasý’ndan bir görünüþ

sý ve geniþlemesi büyük ölçüde Kanûnî Sultan Süleyman’ýn uzun saltanat yýllarýna dayanýr. Fâtih zamanýnda kalabalýk ve mükemmel bir teþkilât görülmediðinden bundan pek söz edilmemektedir. Harem kýsmýnýn ilk yapýlarýnýn hangileri olduðunu kesin biçimde tesbit etmek güçtür; bununla beraber XVI. yüzyýl sonuna doðru baþlayan eklemeler XIX. yüzyýlýn ortalarýna kadar devam etmiþtir. Ýhtiyaç zuhur ettikçe eklenen odalar ve köþkler bu kýsmýn plansýz bir þekilde içi çe karmaþýk biçimde yapýlanmasý sonucunu doðurmuþtur. Harem’in önemli kýsýmlarý Vâlide Sultan Taþlýðý, III. Murad Köþkü, Þehzadeler Mektebi, Zülüflü Baltacýlar Koðuþu, III. Osman Köþkü ve Yemiþ Odasý olarak sýralanabilir. Harem kýsmýnýn mensuplarý padiþah annesi, padiþah kýzlarý, kýz kardeþleri ve eþleriyle halalar ve kardeþ çocuklarý gibi hânedana mensup kadýn akrabalardan meydana gelirdi. Harem’deki kadýnlarýn maiyeti zaman içinde kalabalýklaþmýþtýr. Harem’in diðer üyeleri saraya hediye edilen veya satýn alýnan câriyelerdi. Hânedana mensup olmayan kadýn üyelerden ancak birkaç tanesi padiþah eþi olur, diðerleri bu kýsýmda öðrenim ve terbiye gördükten sonra evlendirilerek saraydan çýkarýlýrdý. Þehir hayatýna katýlmayan Harem’deki kadýnlarýn eðitim, eðlence, giyim kuþam ihtiyaçlarý Dârüssaâde aðasý tarafýndan karþýlanýr, þehirden alýþveriþleri Harem aðalarý aracýlýðý ile yapýlýr, þehirle irtibatlarý ayrýca daha önce evlenip saraydan çýkan saraylýlar vasýtasýyla olurdu. Harem’de yetiþen kýzlarýn bir kýsmý hazinedar usta, kalfa gibi hizmetli sýnýfýna dahil olurdu. Daire-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

259


TOPKAPI SARAYI

nalarýn yapýmýndan sonradýr. Bu kýsmýn en önemli binalarý IV. Murad’ýn inþa ettirdiði Revan ve Baðdat köþkleridir. Her iki köþk de sarayýn iç kýsmýnda olmasýna raðmen burada IV. Murad zamanýnda devlet adamlarýyla toplantý yapýldýðý bilinmektedir (bk. BAÐDAT KÖÞKÜ; REVAN KÖÞKÜ). Sultan Ýbrâhim kameriyesi (Ýftâriye Köþkü) adý verilen küçük ve etrafý açýk köþk ise bu kýsmýn en dikkat çeken yapýsýdýr. XVIII. yüzyýlda inþa edildiði düþünülen Sofa Köþkü, Lâle Bahçesi duvarýna dayalý bir yapý olup Mustafa Paþa Köþkü de denilmekteydi. Sarayýn ana kýsmý içinde yer alan köþkte nâdiren elçi ve devlet adamlarý kabul edilmiþtir. III. Selim zamanýnda hükümdarýn dinlendiði ve yemek yediði köþklerden biriydi.

Topkapý Sarayý Haremi’nde III. Selim Odasý

nin en itibarlýsý daima vâlide sultandý. Harem kýsmýnýn bütün hizmetlileri Dârüssaâde aðasýna baðlýydý (bk. DÂRÜSSAÂDE). Baba tarafýndan hânedana mensup erkeklere önceleri çelebi, sonralarý þehzade, kýzlara sultan unvaný verilir, anne tarafýndan akraba olanlara beyzade ve haným sultan denilirdi. Padiþahýn eþleri kadýnefendi ve haseki unvanýný alýrdý. Harem kýsmýnýn diðer üyeleri þehzadelerdi. XV ve XVI. yüzyýllarda yaklaþýk sekiz on yaþlarýnda sancaða gönderildikleri için þehzadelerin kendilerine ait saraylarý vardý. III. Mehmed’den sonra sancaða gönderilme usulünden vazgeçilmesiyle þehzadeler eþleri, yakýnlarý ve hizmetlileriyle hayatlarýnýn sonuna kadar Harem kýsmýndaki “þimþirlik” denilen dairede yaþarlardý. XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren þehzadelerin saray dýþýnda kendi evlerinde oturmalarýna izin verilmiþtir. Topkapý Sarayý’ndan önce Beyazýt Meydaný’nýn arkasýnda yapýlan Eski Saray, Harem teþkilâtýnýn uzantýsý olarak düþünülmelidir. Babalarý veya eþleri tahtta bulunmayan hükümdar yakýný kadýnlar Eski Saray’da ikamet ederlerdi. Sarayýn nüfusunun Fâtih Sultan Mehmed dönemi kayýtlarýna göre 726 kiþi civarýnda olduðu belirlenmektedir. Müteferrikalar, bahçývanlar, sipahiler, silâhdarlar, ulûfeciler, kapýcýlar, mehterler, ekmekçiler, solaklar, sekbanlar, cebeciler, has ahýrda çalýþanlar, saraçlar, seyisler, arabacýlar, sakalar, þahinciler, çakýrcýlar kayda geçmiþ olan görevlilerdi. 883 (1478) tarihli bu kayýtta yer almayan Harem kýsmý ve hükümdarýn yakýn hizmetindekilerle birlikte saray halkýnýn 1500 kiþiden fazla olduðu söylenebilir. Enderun Meydaný’nýn ardýndan dördüncü bir yerin ortaya çýkmasý buradaki bi260

Deniz tarafýna doðru geniþleyen has bahçe çiçeklendirilerek dinlenme ve gezinti mahalli þeklinde ayýrýlmýþtý. Bahçenin bir kýsmýnda sarayýn ihtiyaçlarýný karþýlamak için sebze yetiþtirilirdi. Buradaki bostancýlarýn koðuþlarý XV. yüzyýldan sonra yapýlmýþ olmalýdýr, zira bu devir kaynaklarýnda söz edilmemektedir. Gerek bahçe içinde gerekse bahçeyi deniz tarafýndan kesen surlarýn dýþýna inþa edilen köþkler vardý. Sarayýn yapýldýðý XV. yüzyýlýn ortasýndan XIX. yüzyýla kadar inþa edilen köþklerin bir kýsmý günümüzde mevcut deðildir. Bu köþkler, hükümdarlarýn dinlenmek için þiirli, müzikli meclislerin toplandýðý mekânlar olmalarý yanýnda bazan devlet adamlarý davet edilip özel görüþmeler de yapýlýrdý. Ayrýca þehzadelerin eðitime baþlamasý gibi törenler bahçe köþklerinden birinin önünde gerçekleþtirilirdi. Bayramlarda Bâbüssaâde önünde yapýlan devlet merasiminden ve bayram alayýndan sonra padiþah içeride Enderun ve Harem mensuplarýyla bayramlaþýnca bahçe köþklerinden birine geçer, burada müzikli, þiirli meclisler olur, ayrýca köþkün önünde spor gösterileri yapýlýrdý.

güne ulaþan köþklerden biri de Alay Köþkü olup sarayýn ana kapýlarýndan Demir Kapýsý ile Soðuk Çeþme Kapýsý arasýnda Osmanlý dönemindeki sadâret binasýnýn karþýsýnda yer almaktadýr. II. Mahmud devrinde 1810’da (veya 1820) daha önceden ahþap olan köþkün yerine mermerden yapýlmýþ ve saray surlarýnýn buradaki burcu üzerine bina edilmiþtir. Alay Köþkü merkez yapýdan biraz ayrý olmakla beraber padiþahýn sýkça kullandýðý yapýlardan biridir. Özellikle sadâret ve saray arasýndaki yoldan geçen ordu alayý hükümdar tarafýndan buradan seyredildiði için Alay Köþkü adýný aldýðý ifade edilmektedir (bk. ALAY KÖÞKÜ). XX. yüzyýla ulaþmayan köþklerden biri Gülhane Kasrý olup Topkapý Sarayý’nýn sur dýþýndaki bahçe köþklerindendir. Köþkün önündeki meydanda cirit ve tomak gibi spor etkinlikleri yapýlýrdý. II. Mahmud döneminde yenilendiði düþünülen kasýr XIX. yüzyýl ortalarýnda kullanýlmaktaydý, 1865’te yýktýrýlmýþtýr. Kaybolan köþklerden biri de Þevkiye Kasrý’dýr. III. Selim tarafýndan annesi için yaptýrýlan köþk Marmara tarafýna bakan surlara dayanmaktaydý. Köþkün planýný Sedat Hakký Eldem çýkarmýþ ve biçimsel özelliklerini tesbit etmiþtir; XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda yýkýlmýþtýr. III. Selim dönemine ait rûznâmeden köþkün hükümdar tarafýndan dinlenmek için kullanýldýðý anlaþýlmaktadýr.

III. Murad Dairesi ve Çifte Kasýrlar

Topkapý Sarayý’nda ilk inþa edilen binalardan olan Çinili Köþk, Sýrça Saray diye bilinirdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafýndan surlarýn ve bahçelerin yapýmý esnasýnda inþasýna baþlandýðý ve Bâb-ý Hümâyun’dan önce 1472’de tamamlandýðý kitâbesinden anlaþýlmaktadýr. Revaklý cephesi, çinileri ve güzel mimarisiyle daima dikkati çeken köþk 1875’lerde müzeye dönüþtürülmüþtür. Çinili Köþk sarayýn en erken yapýlarýndan biri olduðu halde ikinci avlu düzeneði içine girmediði için kullanýmýndan ve saray içindeki yerinden az bahsedilmiþ, köþk daha çok çinileri ve mimari özellikleriyle araþtýrmacýlarýn dikkatini çekmiþtir. Bu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOPKAPI SARAYI MÜZESÝ

Topkapý Sarayý’nda Adalet Kulesi ve Dîvân-ý Hümâyun

sy. 8, s. 457-483; sy. 9, s. 521-527; sy. 10, s. 585-594; sy. 11, s. 649-657; sy. 12 (1329), s. 713-730; Mehmed Refik, “Enderûn-ý Hümâyûn Devâir-i Âliyyesinden: Arz Odasý”, a.e., sy. 38 (1332), s. 110-116; Ahmed Refik, “Fatih Devrine Ait Vesikalar”, a.e., sy. 49-62 (1337), s. 1-58; Ülkü Altýndað, “Has Oda Teþkilatý”, TEt.D, sy. 14 (1974), s. 97-113; Mübahat S. Kütükoðlu, “Minyatürlerde Divân-ý Hümâyûn ve Arz Odasý”, TED, sy. 16 (1998), s. 47-69; a.mlf., “Arz”, DÝA, III, 438-440; Doðan Kuban, “Topkapý Sarayý”, DBÝst.A, VII, 280-290; Semavi Eyice, “Arz Odasý”, DÝA, III, 444-445; Ahmet Mumcu, “Dîvân-ý Hümâyun”, a.e., IX, 430-432; M. Baha Tanman, “Divanhâne”, a.e., IX, 442-444; Mehmet Ýpþirli, “Enderun”, a.e., XI, 185-187; a.mlf., “Harem”, a.e., XVI, 135-138; Deniz Esemenli, “Harem”, a.e., XVI, 140-146.

ÿZeynep Tarým Ertuð

Topkapý Sarayý içindeki Baðdat Köþkü, Revan Köþkü, Sultan Ýbrâhim kameriyesi, Sofa Köþkü, has bahçe içinde yahut etrafýnda Yavuz Sultan Selim zamanýnda yapýlan Mermer Köþk, III. Murad devrinde Sinan Paþa tarafýndan inþa edilen Ýncili Köþk, II. Bayezid döneminde inþa edilerek III. Murad zamanýnda yeniden yapýlan Yalý Köþkü ve ayný kýyýda Sultan Ýbrâhim’in emriyle 1053’te (1643) inþa edilen Sepetçiler Kasrý müstakil yapýlardý. Sarayda inþa edilen son köþk Sultan Abdülmecid’in yaptýrdýðý Mecidiye Köþkü’dür. Dinlenme köþkü yapýlarýndan baþka meslek sahipleri ve sanatkâr sýnýfýnýn (ehl-i hiref) çalýþtýðý çeþitli atölyeler vardý. Bunlarýn büyük bir kýsmý birinci avluda yer almakla birlikte Demir Kapýsý civarýndaki tabl ü alem mehterleri gibi bazýlarý farklý yerlerde bulunmaktaydý. Sarayýn süslemesinde kullanýlan ahþap iþçiliði dýþýnda özellikle XV. yüzyýldan baþlayarak çeþitli dönemlere ait çok kýymetli çini bezemeleri daima dikkati çekmiþtir. Sünnet Odasý’nýn cephesi, Arz Odasý’nýn içi ve dýþý, Hýrka-i Saâdet Dairesi ve Harem’in çeþitli bölümlerindeki çiniler âdeta sarayý bir çini müzesi haline getirmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Fatih’in Teþkilât Kanunnâmesi (nþr. Abdülkadir Özcan, TD, sy. 33 [1982] içinde), s. 7-51; Lutfi Paþa, Âsafnâme (nþr. Mübahat S. Kütükoðlu, Prof. Dr. Bekir Kütükoðlu’na Armaðan içinde), Ýstanbul 1991, s. 58-99; Selânikî, Târih (Ýpþirli), I-II, tür.yer.; Hýzýr Ýlyas, Târîh-i Enderûn, Ýstanbul 1276; Halil Ethem [Eldem], Topkapý Sarayý, Ýstanbul 1931; Uzunçarþýlý, Saray Teþkilâtý, tür.yer.; Ýsmail H. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, Ýstanbul 1953; Ayverdi, Osmanlý Mi‘mârîsi III, s. 289-368; R. Ekrem Koçu, Topkapý Sarayý, Ýstanbul 1960; a.mlf., “Bâbýhümayûn”, Ýst.A, IV, 1765-1771; a.mlf., “Enderun”, a.e., IX, 51155120; Sedad Hakký Eldem, Köþkler ve Kasýrlar, Ýstanbul 1969, I, 61-357; II, 194-201; a.mlf. – Feridun Akozan, Topkapý Sarayý : Bir Mimarî Araþtýrma, Ýstanbul 1982; Aydýn Taneri, Osmanlý

Devleti’nin Kuruluþ Döneminde Hükümdarlýk Kurumunun Geliþmesi ve Saray Hayatý - Teþkilâtý, Ankara 1978, tür.yer.; Ülker Akkutay, Enderûn Mektebi, Ankara 1984; Kemal Çýð, “Fâtih Topkapý Sarayýný Niçin Yaptýrdý”, Kemâl Çýð’a Armaðan, Ýstanbul 1984, s. 17-35; a.mlf., “1960-1969 Seneleri Arasýnda Topkapý Sarayýnda Yapýlan Restorasyonlar Esnasýndaki Buluntular”, TTK Bildiriler, VII (1973), II, 693-697;

Mualla Anhegger-Eyüboðlu, Topkapý Sarayý’nda Padiþah Evi (Harem), Ýstanbul 1986; Metin Sözen, Devletin Evi Saray, Ýstanbul 1990, s. 6296; R. Hillenbrand, Islamic Architecture: Form, Function and Meaning, Edinburgh 1994, s. 457-462; R. Withers, Büyük Efendi’nin Sarayý (trc. Cahit Kayra), Ýstanbul 1996; Nadide Seçkin, Topkapý Sarayý’nýn Biçimlenmesine Egemen Olan Tasarým Gelenekleri Üzerine Bir Araþtýrma: 1453-1755, Ankara 1998, s. 5-25, ayrýca bk. tür.yer.; Metin Sözen, Bir Ýmparatorluðun Doðuþu : Topkapý, Ýstanbul 1998; G. Goodwin, Topkapi Palace, London 1999; a.mlf., “Topkapi Sarayi”, EI 2 (Ýng.), X, 566-569; Zeynep Tarým-Ertuð, “Osmanlý Devletinde Resmi Törenler ve Birkaç Örnek”, Osmanlý, Ankara 1999, IX, 139-142; a.mlf., “Saray Teþkilâtý ve Teþrifatý”, Fatih ve Dönemi (ed. Necat Birinci), Ýstanbul 2004, s. 212-220; a.mlf., “Onsekizinci Yüzyýl Osmanlý Sarayý’nda Bayram Törenleri”, Prof. Dr. Mübahat

S. Kütükoðlu’na Armaðan (ed. Zeynep TarýmErtuð), Ýstanbul 2006, s. 573-594; a.mlf., “Osmanlý Devlet Teþrifâtýnda Hýrka-i Þerîf Ziyareti”, TED, sy. 16 (1998), s. 37-45; a.mlf., “Topkapý Palace (New Imperial Palace)”, Encyclopedia of the

Ottoman Empire (ed. G. Ágoston – B. Masters), New York 2008, s. 566-568; a.mlf., “Saray”, DÝA, XXXVI, 119-121; Nurhan Atasoy, Hasbahçe: Osmanlý Kültüründe Bahçe ve Çiçek, Ýstanbul 2002, tür.yer.; Necdet Sakaoðlu, Tarihi, Mekânlarý, Kitabeleri ve Anýlarý ile Saray-ý Hümayun: Topkapý Sarayý, Ýstanbul 2002; Ahmet Þimþirgil, Taþa Yazýlan Tarih : Topkapý Sarayý, Ýstanbul 2005; Ýlber Ortaylý, Mekânlar ve Olaylarýyla Topkapý Sarayý, Ýstanbul 2007; Gülru Necipoðlu, 15. ve 16. Yüzyýlda Topkapý Sarayý: Mimarî Tören ve Ýktidar (trc. Ruþen Sezer), Ýstanbul 2007; Hatice Canan Cimilli, Topkapý Sarayý Anýtsal Kapýlarý’nýn Ýþlev ve Sembolizm Açýsýndan Deðerlendirilmesi (doktora tezi, 2008), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Abdurrahman Þeref, “Topkapý Saray-ý Hümâyunu”, TOEM, sy. 5 (1328), s. 265299; sy. 6 (1329), s. 329-364; sy. 7, s. 393-421;

– ˜

TOPKAPI SARAYI MÜZESÝ

— ™

Osmanlý Devleti’nin yönetim merkezi ve padiþahlarýn resmî ikametgâhý þeklinde yaklaþýk 380 yýl kullanýlan Topkapý Sarayý Ýstanbul’da Haliç, Boðaziçi ve Marmara’ya hâkim olan Sarayburnu’nda yer alan binalar manzumesidir. Fâtih Sultan Mehmed tarafýndan 1465-1478 yýllarý arasýnda inþa ettirilen saray zaman içinde ihtiyaç duyulan yapýlarýn eklenmesiyle XIX. yüzyýlýn ortalarýna kadar geliþerek son þeklini almýþtýr. Hânedan mensuplarý, XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Sultan Abdülmecid’in Batý mimarisi tarzýnda yaptýrdýðý Dolmabahçe Sarayý’na taþýnmýþ, fakat Topkapý Sarayý önemini hiçbir zaman kaybetmemiþtir. Cülûs ve cenaze merasimlerinin sarayda gerçekleþtirilmesi âdetine saltanatýn sona ermesine kadar devam edilmiþtir. Ayrýca her ramazan ayýnýn on beþinci günü gerçekleþtirilen hýrka-i saâdet ziyaretleri için padiþahlar Topkapý Sarayý’na gelmiþlerdir. 18401924 arasýnda hýrka-i saâdet ve hazîne-i hümâyun hizmetlerine bakan, Enderûn-ý Hümâyun hademesi denilen kadro ile harap durumdaki Harem Dairesi’nde barýnan saraylýlar Topkapý Sarayý’nýn son sakinleri olmuþtur. Sarayýn ilk defa âdeta bir müze gibi ziyarete açýlmasý Sultan Abdülmecid devrine rastlar. O devrin Ýngiliz elçisine Topkapý Sarayý gezdirilerek hazinedeki eþyalar gösterilmiþ, daha sonra Topkapý Sarayý Hazinesi’ndeki eski eserlerin yabancýlara ve Türk ileri gelenlerine gösterilmesi bir gelenek halini almýþtýr. Sultan Abdülaziz devrinde teþhir edilen eserler için empire (ampir) üslûbunda camekânlý vitrinler yaptýrýlmýþtýr. Bu vitrinler zamanýmýzda sarayýn deðiþik birimlerinde kullanýlmakta-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

261


TOPKAPI SARAYI MÜZESÝ

leri ve cam eserler, hemen karþýsýndaki binalarda sarayýn Avrupa porselenleri ve gümüþ eserleri teþhir edilmektedir. II. Abdülhamid’in yirmi beþinci cülûs yýl dönümünde kendisine gelen gümüþ hediyeler koleksiyonda özel bir yere sahiptir. Topkapý Sarayý Müzesi’nde Hz. Muhammed’in kýlýçlarý ve yayýnýn sergilendiði vitrin

dýr. Sultan Mehmed Reþad, Topkapý Sarayý’nýn bazý bölümlerini restore ettirmiþ ve Seferli Koðuþu, Çin porselenlerinin sergilendiði bir mekân haline getirilmiþtir. 1919’da Ýstanbul’un iþgal edilmesiyle Topkapý Sarayý ziyarete kapatýlmýþtýr. Sultan II. Abdülhamid, Topkapý Sarayý’ndan getirttiði bazý eþyalarý Yýldýz Sarayý’nda sergilemiþtir. Müze-i Hümâyun’un çekirdeðini oluþturan Aya Ýrini Kilisesi, Ýstanbul’un fethinden itibaren bir silâh deposu iþlevi gördüðünden burada gerek Osmanlý tarihi boyunca kullanýlmýþ, gerekse savaþ ganimeti olarak ele geçirilmiþ askerî teçhizattan meydana gelen önemli bir koleksiyon bulunmaktaydý. 1846’da Tophâne-i Âmire müþiri Rodosizâde Damad Fethi Ahmed Paþa, Aya Ýrini Kilisesi’ndeki silâhlarý tanzim ettirmiþ, Mecma-i Esliha-i Atîka ve Mecma-i Âsâr-ý Atîka koleksiyonunu meydana getirmiþtir. Bu koleksiyon Ýstanbul’un ve Türkiye’nin ilk müzesi sayýlýr. II. Abdülhamid devrinde Osman Hamdi Bey tarafýndan arkeolojik eserler Çinili Köþk’e taþýnmýþ, silâhlarýn sergilenmesi, II. Meþrutiyet’in ilânýndan sonra Ýstanbul Harbiye’deki Askerî Müze’nin kuruluþuyla gerçekleþmiþtir. Topkapý Sarayý, Cumhuriyet’in ilânýnýn ardýndan 3 Nisan 1924 tarihinde Mustafa Kemal’in isteði ve Ýcra Vekilleri Heyeti’nin kararý ile müze haline getirilmiþ ve 1927’de bazý bölümleriyle, 1934’te ise tamamen halkýn ziyaretine açýlmýþtýr. Topkapý Sarayý kara tarafýndan Fâtih Sultan Mehmed’in yaptýrdýðý Sûr-i Sultânî, deniz yönünden Bizans surlarý ile þehirden ayrýlmýþtýr. Sarayýn içinde ana gövdesi Fâtih Sultan Mehmed döneminden kalan Adalet Kulesi altýndaki kubbeli ve revaklý Kubbealtý binasý Dîvân-ý Hümâyun toplantýlarý için inþa edilmiþtir. Bu yapýnýn arkasýndaki çok kubbeli bina devletin resmî hazinesiydi. Burada çoðunluðu üstün kalitede, kitâbeli, geometrik, bitkisel ve fi262

güratif süslemeli 400’e yakýn silâh (kýlýç, topuz, þeþper, ok, yay, kalkan, miðfer, zýrh, tabanca, tüfek vb.) teþhir edilmektedir. Sergilenen eserler arasýnda Arap, Memlük, Ýran ve Türk silâhlarý önemli yer tutmaktadýr. Seksiyondaki en eski, ayný zamanda dinî bakýmdan önemli eserler VII. yüzyýldan XIII. yüzyýla kadar gelen, sahâbeye ve bazý Emevî ve Abbâsî halifelerine ait kýlýçlardýr. Ayrýca teþhirde padiþah kýlýçlarý da bulunmaktadýr. Fâtih Sultan Mehmed’e ait, 1/90 envanter numaralý merasim kýlýcý Osmanlý silâh teknolojisinin baþlangýcýný göstermesi bakýmýndan dikkat çekicidir. Divan Meydaný’ný Haliç yönündeki has bahçeye padiþahlara ait atlarýn bulunduðu has ahýr baðlamaktadýr. Osmanlý sarayýnda kullanýlan at koþum takýmlarý ile saltanat arabalarýnýn yer aldýðý has ahýrlarýn yanýnda Baltacýlar Koðuþu vardýr. XVI. yüzyýlýn sonlarýnda geniþletilen bu kýsým bir avlu çevresinde cami, hamam, koðuþ ve çubuk odasý gibi birimleriyle özgün bir Osmanlý mahallesi görünümündedir. Meydanýn sað yanýnda bir revak arkasýndaki mutfak yapýlarý sýralanýr. Bunlar günümüzde saray arþivi olarak kullanýlan yaðhane ve kiler, ahþap Aþçýlar Mescidi ile mutfaklardýr. Arþivde en eskisi Orhan Gazi’ye ait bir ferman olmak üzere önemli belgelerle saray içinde yapýlan yazýþmalarýn evraklarý ve defterler gibi 200.000’i aþkýn belge bulunmaktadýr. Arþiv özel izinle araþtýrmacýlara hizmet vermeye devam etmektedir. Tarih boyunca sarayda kullanýlan Çin ve Japon seramik sanatýnýn sýnýrlý sayýdaki örnekleri mutfaklarda sergilenmektedir. XIII-XIX. yüzyýllar arasýna tarihlenen seramikler seledon, mavi-beyaz ve çok renkliler olarak gruplara ayrýlmýþtýr. Mutfaklarýn helvahane ve þerbethane bölümlerinde sarayda kullanýlan madenî mutfak eþyalarý, Yýldýz Çini Fabrikasý porselen-

Enderun Avlusu’nun padiþahýn kullanýmýna sunulan yapýlarýndan ilki Bâbüssaâde arkasýndaki Arz Odasý’dýr. Arz Odasý içinde bulunan XVI. yüzyýl sonuna ait tezhipli tahtýn mücevherli örtü takýmlarý gelen elçilerin önemine göre deðiþtirilirdi. Bu yapýnýn arkasýnda III. Ahmed’in, Lâle Devri üslûbu ile inþa ettirip Enderun aðalarýna vakfettiði Enderun Kütüphanesi vardýr. Padiþah yapýlarýnýn bu avludaki diðer örnekleri köþelerdeki Hazine Köþkü ve Has Oda’dýr (Kutsal Emanetler Dairesi). Fâtih Sultan Mehmed’in saray inþa edilirken yaptýrdýðý Hazine Köþkü baþlangýçtan bu yana saray hazinesi olarak kullanýlmýþtýr. Günümüzde Osmanlý hazinesinin teþhirine ayrýlan bu yapýda sergilenen eserler arasýnda dört adet taht, Osmanlý hükümdarlýk sembolü olan aský ve sorguçlar, mücevherli kitap kaplarý, Topkapý hançeri ve kaþýkçý elmasý en ünlüleridir. Enderun Avlusu’nda padiþahlara ait en önemli oda Has Oda’dýr. XV. yüzyýlda dörtlü bir mekân planlamasýyla inþa edilen bu yapý padiþahlarýn saray selâmlýðýndaki özel

Kaþýkçý elmasý (TSM, Envanter nr. 7610)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOPKAPI SARAYI MÜZESÝ KÜTÜPHANESÝ

ikametgâhý idi. Tarihte olduðu gibi günümüzde de mukaddes emanetler çeþitli dönemlerin çinileriyle kaplanmýþ olan bu binada muhafaza edilmektedir. Yavuz Sultan Selim’in Mýsýr’ý fethinden sonra Mekke ve Medine’deki Hz. Muhammed’le ilk halifelere ait hâtýralarý Has Oda’da ve hazinede muhafaza altýna aldýrdýðý bilinmektedir. Bu eserler arasýnda Hz. Muhammed’in hýrkasý, iki adet kýlýcý, sakal-ý þerifleri, diþi, ayak izleri, sancak-ý þerifi, su kâsesi, Hümeze, Tekâsür, Kadr ve Tebbet sûrelerinin vahiy kâtipleri tarafýndan deri üzerine yazýlmýþ ilk nüshalarý, Hz. Muhammed’in çeþitli hükümdarlara gönderdiði Ýslâm’a davet mektuplarý, na‘l-i þerifler, ilk halifelerin kýlýçlarý, padiþahlarýn çeþitli dönemlerde Mekke ve Medine’ye vakfettikleri objeler yer almaktadýr. Bu yapýnýn yanýndaki Has Oda (Silâhdar) Hazinesi’nde geçmiþ yýllara kadar sarayda bulunan saatlerden deðerli örnekler teþhir edilmekteydi. Günümüzde teþhirdeki saatler depolara kaldýrýlarak bu bölüm mukaddes emanetlerle uyumlu geçici sergilere ayrýlmýþtýr. 25 Aðustos 2008’de açýlýþý gerçekleþtirilen Osmanlý Devleti’nde Ehl-i Beyt Sevgisi adlý sergi bunlarýn ilkini teþkil etmiþtir. Ecdad, Hz. Muhammed’den bugüne intikal eden kutsal emanetlere o kadar önem vermiþ ki her birini son derece kýymetli sanat eseri mahfazalar içinde saklamýþ, Mýsýr’dan Ýstanbul’a getirilmek üzere yola çýktýðý andan itibaren asýrlarca yanýbaþlarýnda sürekli Kur’ân-ý Kerîm okunmuþtur; bu gelenek günümüzde de “hayýrlarýn fethi, belâlarýn def‘i” niyetiyle devam ettirilmektedir. Saray aðalarýnýn eðitildiði ve yaþadýðý avluyu çevreleyen koðuþlarýn hiyerarþik bir düzeni vardý. Bunlar Küçük-Büyük Oda, Seferli, Kilerli, Hazine ve Has Oda koðuþlarýdýr. Bunlardan günümüzde Küçük Oda Koðuþu’nun yer aldýðý bölüm saray iþlemeleri seksiyonu olarak açýlmýþ, daha sonra kapatýlmýþtýr. Bugün sarayda iþlemelerin sergilendiði bir bölüm yoktur. Seferli Koðuþu padiþah elbiseleri sergisine ayrýlmýþtýr. Bu koleksiyonda padiþahlarýn tarih boyunca saklanan günlük elbiseleriyle tören elbiselerinin yaný sýra sarayda kullanýlan çeþitli kumaþlar teþhir edilerek Osmanlý sarayýna baðlý kumaþ üretimi hakkýnda kronolojik bilgiler verilir. Kilerli Koðuþu ise müze idare binasý halinde düzenlenmiþtir. Zamanýnda iç hazineden sorumlu aðalara ait olan Hazine Koðuþu’nda Ýslâm ve Osmanlý minyatür, yazý ve hat örnekleriyle gereçleri sergilenmiþse de bu

XVI. yüzyýla ait Türk sadak ve miðferi

bölüm günümüzde ziyarete kapalýdýr. Has Oda Koðuþu XIX. yüzyýlda Has Oda revaký kapatýlarak oluþturulmuþtur. Bu mekân padiþah portreleri salonu olarak kullanýlmaktadýr. Fâtih Sultan Mehmed döneminden kalan Aðalar Camii Bizans, Ýslâm ve Osmanlý yazmalarý ile ünlü saray kütüphanesi þeklinde hizmet vermekte, içerisinde yaklaþýk 14.000 el yazmasý eser, 500 civarýnda minyatürlü yazma ve albüm, gayri Ýslâmî kitaplar, mühürler vb. barýndýrmaktadýr. Topkapý Sarayý’nýn Sarayburnu yönündeki arka bölümünde Ýstanbul manzarasýna açýlan ve Sofa-i Hümâyun diye adlandýrýlan bir bahçede havuzlu mermer teras üzerinde sultanlarýn kiþisel köþkleri yer almaktadýr. XVII. yüzyýlda inþa edilen bu köþklerden Sünnet Odasý cephesindeki Osmanlý çini sanatýnýn çeþitli dönemlerine ait panolarýyla ünlüdür. IV. Murad’ýn Revan ve Baðdat seferlerine ithaf ettiði köþkler ise Osmanlý klasik köþk üslûbunun son örnekleridir. Hekimbaþý Kulesi ile XVIII. yüzyýl rokoko dekorasyonuna sahip Sofa Köþkü dýþýnda Marmara yönündeki mermer teras önünde 1850’lerde inþa edilen Mecidiye Köþkü bulunmaktadýr. Osmanlý padiþahlarýnýn Topkapý Sarayý’ný terkederek Boðaziçi saraylarýna yerleþtikten sonra dönemin Batýlý saray zevkine uygun inþa ettirdikleri bu köþk, sultanlarýn Topkapý Sarayý’na dinî ve resmî törenlere geldiklerinde kullandýklarý bir kabul salonuydu. Bu köþkün yanýna XIX. yüzyýl baþlarýnda Sofa Camii yapýlmýþtýr. Burasý sarayda günümüzde ibadete açýk olan tek mekândýr. Dünya müzeleri arasýnda tarihsel yaþantýsý ile bugüne ulaþabilmiþ ender örneklerden olan Topkapý Sarayý bu görünümüyle Osmanlý yönetim sisteminin evrensel ölçüsüyle de paralellik arzetmektedir. Top-

kapý Sarayý Müzesi sergi salonlarý zaman zaman deðiþikliðe uðramakta, deprem riski, restorasyon ve personel durumuna baðlý þekilde açýk veya kapalý olabilmektedir. Mekân sýkýntýsý yüzünden koleksiyonlardaki eserlerin çok az bir kýsmý sergilenebilmektedir. Geçici sergiler ve teþhir deðiþimleri mevcut eserlerin yeterli ölçüde sergilenebilmesine imkân tanýmamaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Uzunçarþýlý, Saray Teþkilâtý, tür.yer.; Tahsin Öz, Topkapý Sarayýnda Fatih Sultan Mehmet II’ye Ait Eserler, Ankara 1953; Topkapý Sarayý Müzesi: Yýllýk-1, Ýstanbul 1986; Topkapý Sarayý, Ýstanbul 2000; Hilmi Aydýn, Hýrka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler, Ýstanbul 2004; a.mlf., Sultanlarýn Silahlarý, Ýstanbul 2007; Ahmet Þimþirgil, Taþa Yazýlan Tarih Topkapý Sarayý, Ýstanbul 2005; Sabahattin Türkoðlu, “Topkapý Sarayý”, TA, XXXI, 307-310; Deniz Esemenli, “Topkapý Sarayý Müzesi”, DBÝst.A, VII, 291-293.

ÿHilmi Aydýn

– ˜

TOPKAPI SARAYI MÜZESÝ KÜTÜPHANESÝ

— ™

Topkapý Sarayý Müzesi’nin bugün sahip olduðu deðerlerin baþýnda kütüphanesi ve buradaki yazma kitaplar gelmektedir. Kütüphane sarayýn ilk yapýlarýndan Aðalar Camii’nde bulunmaktadýr. 1924’te sarayýn müze haline getirildiði sýrada harap durumdaki Aðalar Camii padiþahlarýn kitap hazinesinde mevcut kitaplarla çeþitli köþk ve koðuþlardaki vakýf kitaplýklarýn bir araya getirilmesi amacýyla 1928’de onarýlmýþ ve kitaplar -III. Ahmed Kütüphanesi hariçburaya taþýnarak binaya Yeni Kütüphane adý verilmiþtir. III. Ahmed Kütüphanesi de 1966 yýlýnda Yeni Kütüphane’ye alýnmýþtýr. Kütüphanede her biri sarayda bulunduðu yerin adýyla adlandýrýlan on üç kitap-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

263


TOPKAPI SARAYI MÜZESÝ KÜTÜPHANESÝ

Saray kütüphanesindeki III. Ahmed Kütüphanesi’ne baðlý Ýslâm dýþý eserlerin katalogunu D. Adolf Deissmann 1933’te, Türkçe, Farsça ve Arapça yazmalarýnýn katalogunu ise Fehmi Ethem Karatay 1961-1969 yýllarýnda yayýmlamýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Topkapý Sarayý içindeki kitaplarýn bir araya toplandýðý Yeni Kütüphane denilen Aðalar Camii

lýk oluþturulmuþ ve Osmanlý kütüphane sisteminde yapýldýðý gibi çeþitli bilimlere göre tasnif edilmiþtir. Kütüphanede ayrýca Güzel Yazýlar bölümü adý altýnda Türk hattatlarýna ait hat albümleri ve levhalardan meydana gelen bir bölümle bu sanata dair kamýþ kalemler, kalemtýraþ, kubur, makta‘, kalemdan, yazý çekmecesi, makas gibi aletlerden ibaret cilt ve yazý araçlarý koleksiyonu vardýr. Kütüphanede yer alan din, tarih, edebiyat ve fen konularýný içeren eserler arasýnda en erken tarihlileri VIII-IX. yüzyýllara ait, kûfî hatla parþömen üzerine yazýlmýþ mushaflardýr. Tarihî deðerlerinin yaný sýra cilt, hat, tezhip ve minyatür bakýmýndan da önem taþýyan bu eserler Ýslâm kitap sanatý konusunda deðerli bilgiler vermektedir. Dünyada eþine az rastlanacak kadar zengin olan koleksiyon çoðu Arap, Ýran, Hint, Maðrib, Selçuklu ve Osmanlý topraklarýnda hazýrlanmýþ, XIX. yüzyýla kadar tarihlenen mushaflardan meydana gelmektedir. Sarayýn mushaf koleksiyonu kûfî ve maðribî kûfîsiyle yazýlmýþ örneklerin ihtiþamý, ünlü hattatlar Yâkut el-Müsta‘sýmî, Abdullah-ý Sayrafî ve Argun Kâmilî gibi sanatkârlarýn eserleri, seçkin Safevî mushaflarý ve Þeyh Hamdullah Efendi, Ahmed Karahisârî gibi hattatlarýn yazdýðý Osmanlý dönemi mushaflarý ile ayrý bir deðer kazanmaktadýr. Topkapý Sarayý Müzesi Kütüphanesi ayrýca bugün Ýslâm dünyasýnýn en zengin minyatür koleksiyonuna sahiptir. Þeyh Muhammed, Abdülhay Hâce, Bihzâd, Ahmed Mûsâ, Muhammedî, Rýzâ-yi Abbâsî, Mehmed Siyahkalem, Nigârî, Osman, Ali, Matrakçý Nasuh, Levnî, Pîrî Reis, Hasan Nakþî, Buhârî adlý nakkaþlarýn ve kartograflarýn atýflý veya imzalý harita ve minyatürleri buradadýr. Büyük çoðunluðu hazine kütüphanesinin içinde yer alan on binlerce 264

minyatür, þekilli kitap ve albümler Ýslâm resim sanatýnýn çok geniþ bir coðrafyaya yayýlan çeþitli ekol ve üslûplarýnýn özelliklerini taþýr. Selçuklu, Ýlhanlý, Timurlu, Özbek, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri, Safevîler, Memlükler ve Osmanlý saray nakkaþlarýna aittir. Yaklaþýk 600 kitap ve albüm içinde yer alan minyatürler ilmî, tarihî, dinî ve edebî konular içerir. Ýslâm sanatýnýn IX. yüzyýldan XX. yüzyýl baþlarýna kadar halkâr, zerefþan, ebru, hat, tezhip, minyatür, kalem-i siyâhî, katý‘ çalýþmalarýný içinde toplayan murakka‘lar koleksiyonun bir diðer önemli grubunu oluþturur. Ganimet ve elçi hediyeleri gibi çeþitli yollarla Osmanlý saray hazinesine giren Timurlu, Türkmen ve Safevî murakka‘larý Ýslâm dünyasýnýn en seçkin örnekleridir. Ýslâm dünyasýnýn çeþitli coðrafyalarýndan seçkin el yazmalarýnýn saray koleksiyonunda toplanmýþ olmasý Osmanlý padiþahlarýnýn kitap sanatýna büyük ilgi gösterdiklerini kanýtlamaktadýr. Padiþahlar bir yandan saray atölyelerinde resimlerle süslü el yazmalarý hazýrlatmýþ, bir yandan da Ýslâm dünyasýnýn diðer yörelerinde hazýrlanan eserleri hediye, ganimet veya satýn alma gibi yollarla kendi hazineleri için toplatmýþtýr. Hânedan mensuplarý ve bürokratlar padiþahlara kitap hediye etmek amacýyla bu tür eserlere sahip olmaya çalýþmýþtýr. Kitap koleksiyonunun oluþmasýndaki bir diðer kaynak muhallefât yoludur. Bu sisteme göre vezirler, kazaskerler ve diðer yüksek rütbeli þahýslarýn ölümlerinden sonra vârisleri bulunmadýðý takdirde kýymetli eþyalarý devlete intikal etmekte ve saraya alýnmaktaydý. Bu yoldan da saray koleksiyonuna birçok minyatürlü el yazmasý ve albüm katýlmýþtýr. Ayrýca azledilen, öldürülen veya yolsuzluk yapan kiþilerin deðerli eþyalarý saraya alýnmaktaydý.

Topkapý Sarayý Müzesi Rehberi, Ýstanbul 1933, s. 141-149; Ziya Erkins, Topkapý Sarayý, Ýstanbul 1959, s. 28-31; Karatay, Türkçe Yazmalar, I, s. Vl-Vlll; Filiz Çaðman, “Anadolu Türk Minyatürü”, Anadolu Uygarlýklarý Ansiklopedisi, Ýstanbul 1982, V, 930-951; a.mlf., “The Topkapý Collection”, Aramco World Magazine, XXXVIII/2, Houston 1987, s. 9-36; Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, s. 77-80; Zeynep Çelik [Atbaþ], “Saray Kütüphanesi”, Topkapý Sarayý, Ýstanbul 1999, s. 346-365; a.mlf., “Islamic Miniatures”, Arts of Asia, XXXI/6, Hong Kong 2001, s. 101-113; Ýsmet Binark, “Topkapý Sarayý Müzesi Kütüphanesi ve Kütüphane Koleksiyonlarý ile Ýstanbul Kütüphaneleri Hakkýnda Yerli Yabancý Kaynaklar Bibliyografyasý”, VD, XIII (1981), s. 717-743.

ÿZeynep Atbaþ

TOPRAK, Ýsmail Hakký

(1872-1969)

˜

Nakþibendî-Hâlidî þeyhi.

Sivas’ýn Sarýþeyh (Nalbantlarbaþý) mahallesinde doðdu. Babasý adliye zabýt kâtibi Hüseyin Hüsnü Bey, annesi Medineli Ayþe Haným’dýr. Ailesinin Mýsýrlý olup oradan Anadolu’ya geldiði veya Mýsýr’dan Buhara’ya, oradan da Anadolu’ya göç eden Arap kabilelerinden olduðu tahmin edilmektedir. Kâbe örtüsünün bakýmý ve deðiþimi görevini üstlendiði için atalarý “Ýhramcýlar” diye anýlmýþ, kendisi de Ehrâmî, Ýhrâmîzâde, Ýhramcýoðlu, Ýhramcýzâde gibi lakaplarla tanýnmýþtýr. Babasýnýn adliye baþkâtipliðine tayin edildiði Sivas Zara’da baþladýðý eðitimini on yaþýnda ailesiyle Sivas’a döndükten sonra Çifte Minareli Medrese’de sürdürdü. Ardýndan askerî rüþdiyeye girdi. Buradaki arkadaþlarý arasýnda Ýsmet Bey de (Ýnönü) vardý. Dedesi Ýhramcýzâde Mehmed Efendi onun subay olmasýný arzu ettiðinden askerî rüþdiyeyi bitirince Ýstanbul’a gitmek istediyse de annesi buna rýza göstermedi. Tahsilini Þifâiye Medresesi’nde tamamlayýp Sivas Adliyesi’nde mülâzým olarak göreve baþladý. Askerliðini yaptýktan sonra bir süre Tokat’ta Düyûn-i Umûmiyye ve Müskirat memurluðunda çalýþtý. Görevini 1908 yýlýnda Sivas Düyûn-i Umûmiyye memurluðuna nakletti. 1928’de Düyûn-i Umûmiyye müesseseleri kapanýnca Sivas Ýnhisar Dairesi’ne geçti. Zara-Çarhý tuzlasýna baðlý Cedid tuzlasýnda görev yapmakta iken 1931 yýlýnda kendi isteðiyle emekliye ayrýldý.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TORNBERG, Carl Johan

Çocukluðunda Kadirî þeyhlerinden Mûr Ali Baba’nýn sohbetlerine katýlan Ýsmail Hakký, rüþdiyede okuduðu sýrada Mekkeli Rifâî þeyhi Seyyid Abdullah el-Hâþimî’ye intisap ederek beþ ya da yedi yýl hizmetinde bulundu. Ardýndan þeyhinin izniyle Tokat’a gidip Nakþibendî-Hâlidî þeyhi Mustafa Hâkî’ye mürid oldu. Onun 1920’de vefatý üzerine yerine geçen Sivaslý Mustafa Taký’nin yanýnda sülûkünü tamamlayýp hilâfet aldý. Ýrþad faaliyetine baþladýðý ilk yýllarda ihvaný derleyip toparlamakta çok sýkýntý çektiði ve tek baþýna garip kaldýðý için kendisini “garîbullah” diye niteleyen Ýsmail Hakký Efendi daha sonra bunu “karîbullah” (Allah’a yakýn) olarak deðiþtirdi. Ýrþad faaliyetleri dolayýsýyla çeþitli tarihlerde altý defa tutuklandý. 1938’de Ýskenderun üzerinden hacca gitmeye niyetlendi, sýnýrý geçemeyince hacca ayýrdýðý parayý Zara Cencin (Canova) köyüne su getirmek için kullandý. Bu sýrada bir þikâyet üzerine bazý ihvanýyla birlikte otuz sekiz gün hapis yattýktan sonra serbest býrakýldý. Polis baskýnlarýndan korunabilmek için irþad faaliyetlerini 1941’de kiraladýðý Çitilin Haný’nda komisyonculuk yaparak sürdürdü. 1950 yýlýndan vefatýna kadar faaliyetlerini Çorapçý Haný’nýn üst katýnda han sahibinin kendisine ayýrdýðý bir odada devam ettirdi, ayrýca Örtülüpýnar mahallesinde iki katlý büyük bir evi tekke halinde kullandý. Þapka kanunu sebebiyle kasket giydiði için “kasketli þeyh” diye anýlan Ýsmail Hakký Efendi’nin Hâfýz-ý Þîrâzî’nin Dîvân’ý, Sa‘dî-i Þîrâzî’nin Bostân ve Gülistân’ý, Niyâzî-i Mýsrî’nin Divan’ý gibi eserleri okuyup okuttuðu, özellikle Mýsrî’nin Divan’ýna çok deðer verdiði belirtilmektedir. Ayrýca Sivas Ulucamii’nin tamiri, Sofu Yûsuf, Serçeli, Dikimevi camilerinin inþasý, çeþitli köprü, sebil ve çeþmelerin inþasý, Sivas Ýmam-Hatip Okulu’nun yapýmý ve onarýmý gibi hayýr hizmetlerine öncülük etti. 2 Aðustos 1969 tarihinde vefat etti; cenaze namazý Sivas Paþa Camii’nde kýlýndýktan sonra ulucami hazîresine defnedildi.

Ýsmail Hakký Toprak

BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýsmail Hakký Toprak’ýn Sivas Ulucamii hazîresindeki mezarý

Tarikat silsilesi Mustafa Taký Sivâsî, Mustafa Hâkî Tokadî vasýtasýyla NakþibendîHâlidiyye’nin kurucusu Hâlid el-Baðdâdî’ye ulaþýr. Bazý eserlerde Farsça ve Türkçe olarak kaydedilen manzum silsilenâmede kendisinden önce Hacý Ahmed Niksârî’nin adý yer almaktadýr. Ancak Ahmed Niksârî, Ýsmail Hakký’nýn þeyhi deðildir; Mustafa Hâkî Tokadî’nin de þeyhi olan Mustafa Çorûmî’nin halifelerindendir. Ahmed Niksârî’nin kendisinden sonra yerine halife býrakmadýðý ve müridlerinin eðitimini Ýsmail Hakký’ya havale ettiði belirtilmektedir. Ýsmail Hakký Efendi’nin kaleme aldýðý tek eser olan Yâre Yâdigâr isimli mevlid, þeyhi Mustafa Taký’nin Târîh-i Nûr-i Muhammedî adlý eserinin nazma çekilmiþ biçimi olup 175 beyittir. Eserde ayrýca “Muhammed” redifli sekiz beyitlik Türkçe bir kaside ve sekiz beyitlik Arapça na‘t bulunmaktadýr. Yâre Yâdigâr, Ýsmail Hakký Efendi ile ilgili hazýrlanan bazý çalýþmalarýn içinde aslý ve Latin harflerine çevirisiyle birlikte yayýmlanmýþtýr (Lütfi Alýcý, Ýhramcýzâde Ýsmail Hakký Toprak Efendi [K.S.] Hayatý Þahsiyeti ve Eserleri, Ankara 2001,

s. 26-40, 171-219; Mehmet Kâzým Toprak, Kitâb-ý Gül Ýhramcýzâde Ýsmail Hakký Toprak, Sivas 2008, s. 129-154). Ýsmail Hakký

Efendi’nin on üç kýtalýk “Katre Ýlâhisi” adlý manzumesi Ýsmail Hakký Altuntaþ tarafýndan geniþ bir açýklamayla birlikte neþredilmiþtir (Gavsü’l-âzam, s. 153-238). Diðer bazý þiirleri ve mektuplarý Lütfi Alýcý ve Mehmet Kâzým Toprak’ýn yaptýðý çalýþmalarda yer almaktadýr. 4 Ekim 2009’da Sivas Belediyesi tarafýndan Ýsmail Hakký Efendi ile ilgili bir sempozyum düzenlenmiþ, burada sunulan tebliðler yayýmlanmýþtýr (Bir Gönül Eri Ýhramcýzâde Ýsmail Hakký, Sivas 2010).

A. Turan Alkan, Altýncý Þehir, Ýstanbul 1992, s. 101-106; Ýsmail Hakký Altuntaþ, Nakþibendî Þeyhi Ýsmail Hakký Toprak’ýn Hayat ve Menakýbý (lisans tezi, 1992), AÜ Ýlâhiyat Fakültesi; a.mlf., Gavsü’l-âzam Ýhramcýzâde Hacý Ýsmail Hakký Toprak Sivasî, Ýstanbul 2009; a.mlf., Gavsü’lâzam Ýhramcýzâde Hacý Ýsmail Hakký Toprak: Nakþî-Hâkî Tarîkatý ve Ýlm-i Ledün Sýrlarý, [baský yeri ve tarihi yok]; Ethem Cebecioðlu, “Ýsmâil Hakký Toprak”, Sahabeden Günümüze Allah Dostlarý, Ýstanbul 1996, X, 159-163; Selçuk Eraydýn, “Ýsmail Hakký Toprak (K.S.)”, Somuncu Baba ve es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi Sempozyumu Tebliðleri, Ankara 1997, s. 145-149; Lütfi Alýcý, Ýhramcýzâde Ýsmail Hakký Toprak Efendi (K.S.): Hayatý, Þahsiyeti ve Eserleri, Ankara 2001, tür.yer.; Mehmet Kâzým Toprak, Kitâb-ý Gül: Ýhramcýzâde Ýsmail Hakký Toprak, Sivas 2008; Yavuz Altun, Ýhramcýzâde Ýsmâil Hakký Toprak’ýn Hayatý, Düþüncesi ve Eserleri (lisans tezi, 2010), ÝÜ Ýlâhiyat Fakültesi; Ali Þahin Canozan, “Ýhramcýzade’nin Vakfa Hizmetleri”, Revak, sy. 2, Sivas 1991, s. 82-84.

ÿReþat Öngören

— TOPUZ

˜

(bk. GÜRZ).

™ —

TORNBERG, Carl Johan (1807-1877)

˜

Ýsveçli þarkiyatçý.

23 Ekim 1807 tarihinde Ýsveç’in Linköping þehrinde doðdu. Ýlk ve orta öðrenimini bu þehirde tamamladýktan sonra 1826’da kaydolduðu Uppsala Üniversitesi’nden 1833’te felsefe doktoru unvanýyla mezun oldu. Ayný üniversitede Doðu dilleri uzmaný Sjöbring’den Arapça öðrendi. 1835’te Arap dili doçentliðine yükseldi. Ertesi yýl Paris’e giderek Silvestre de Sacy, EtienneMarc Quatremère ve Pierre-Amédée Jaubert gibi þarkiyatçýlarýn Arapça, Farsça ve Türkçe derslerine katýldý. Société Asiatique de Paris’nin üyeliðine seçildi. 1838’de Kopenhag, Leiden, Londra, Oxford, Gotha, Leipzig ve Berlin’de Ýslâmî yazmalar üzerine yaptýðý araþtýrmalarla bilgisini daha da geliþtirdi. Ardýndan Ýsveç’e dönerek Uppsala Üniversitesi Kütüphanesi’nde çalýþmaya baþladý. 1840’ta Stockholm Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi, Tarih ve Arkeoloji Cemiyeti ve Uppsala Kraliyet Ýlimler Akademisi, 1846’da Norveç Kraliyet Ýlimler Akademisi ve Alman Þarkiyat Cemiyeti’nin üyesi oldu. Bu sýrada Ýsveç üniversitelerinde Doðu dilleriyle ilgili profesörlük kadrosu bulunmadýðýndan bilimsel araþtýrma ve yayýmlarýný bir süre babasýndan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

265


TORNBERG, Carl Johan

kalan para ile devam ettirdi. 1847’de üniversitelerden sorumlu Ýsveç veliahdý Karl’ýn (daha sonra Ýsveç Kralý XV. Karl) aracýlýðýyla Lund Üniversitesi’nde Doðu dilleri profesörlüðüne tayin edildi; 1850 yýlýnda ordinaryüslüðe yükseldi. 1858-1859 ve 18611862 yýllarýnda rektörlük görevini yürüttü. Ölümüne kadar üniversitede Arapça, Farsça ve Ýbrânîce dersleri verdi. 6 Eylül 1877 tarihinde Lund’da öldü. Ýsveç’in Doðu dilleri alanýnda yetiþtirdiði çok yönlü, önemli bilim adamlarýndan olan Tornberg Fransýzca, Almanca, Ýngilizce, Latince, Arapça, Farsça, Ýbrânîce ve Türkçe’ye vâkýftý. Eserleri. 1. Fragmenta quædam libri

¥usn al-mu¼ådhara f¢ akhbår Mi½r waal-Qåhira (I-IV, Uppsala 1834-1835). Süyûtî’ye ait eserin ilk dört bölümünün neþri ve Latince çevirisidir. 2. Fragmentum libri Margarita mirabilium, auctore Ibn el-Vard¢ (I-II, Uppsala 1835-1839). Sirâceddin Ýbnü’l-Verdî’nin ƒarîdetü’l-£acâßib ve ferîdetü’l-³arâßib adlý eserinin ilk beþ bölümünün neþri ve Latince tercümesidir. 3. Ibn Khalduni Narratio de expeditionibus Francorum in terras islamismo subjectas (Uppsala 1840). Ýbn Haldûn’un eserlerinde yer alan, Haçlýlar’ýn Ýslâm ülkelerindeki savaþlarýyla ilgili bilgilere dair bölümlerin neþrini ve Latince çevirisini içermektedir. 4. Mirkhonds berättelse am Askaniernas konungätt i Persien (Lund 1863). Mîrhând’ýn Rav²atü’½-½afâ adlý Farsça eserinin Partlar’la (Eþkâniyân) ilgili bölümünün neþri ve Ýsveççe tercümesidir. 5. Primordia dominationis murabitorum e libro arabico vulgo Kartås inscripto, auctore Ab†-L-Hhassano ibn Ab¢ Zera£ (Uppsala 1839). Ýbn Ebû Zer‘in el-Enîsü’l-mu¹rib adlý eserinin Murâbýtlar’ýn ortaya çýkýþýyla ilgili bölümünün neþridir. 6. Annales regum Mauritaniæ, a condito Idrisidarum imperio ad annum fugae 726 (I-II, Uppsala 1843-1846). Ýbn Ebû Zer‘in ayný eserinin ilk iki cildinin neþri ve Latince çevirisidir. 7. el-Kâmil fi’t-târîÅ (I-XII, Leiden 1851-1871). Tornberg’in hayatýnýn eseri diye nitelendirilebilecek olan bu çalýþma Ýbnü’l-Esîr’in umumi tarihinin Berlin, British Museum, Paris ve Uppsala nüshalarýna dayanan neþri olup Tornberg’in adýný bilim dünyasýnda ölümsüzleþtirmiþtir. Tornberg eserle ilgili iki ciltlik bir indeks yayýmlamýþ (Leiden 1874-1876), ayrýca elKâmil’de Ýspanya’nýn fethine dair kýsýmlarý neþrederek Ýsveççe’ye tercüme etmiþtir (1865). 8. Kur’ân-ý Kerîm’in Ýsveççe’ye tercümesi (Lund 1874). 9. Codices Arabici, persici et turcici bibliothecæ regiæ 266

universitatis Upsaliensis (Uppsala 1849). Uppsala Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan Arapça, Farsça ve Türkçe 512 yazmanýn Latince tanýtýmýný içermektedir. 10. Codices orientales bibliothecæ regiæ universitatis Lundensis (Lundae 1850). Lund Üniversitesi Kütüphanesi’nde mevcut elli Ýslâmî yazmanýn tanýtýmýdýr. 11. Codices orientales bibliothecæ regiæ universitatis Lundensis, Supplementa (Lund 1853). Önceki çalýþmanýn zeyli niteliðinde olan bu katalogda yirmi Ýslâmî yazma tanýtýlmýþtýr. Tornberg, Ýslâm nümismatiðine büyük ilgi duymuþ ve Ýsveç’te bulunan II-V. (VIIIXI.) yüzyýllara ait Ýslâmî sikkeler üzerine önemli iki çalýþma yapmýþtýr: Symbolæ ad rem numariam Muhammedanorum (I-IV, Uppsala 1846-1862), Numi cufici Regii numophylacii Holmiensis (Uppsala 1848). Tornberg’in diðer çalýþmalarý arasýnda, Ârâmî lehçeleriyle ilgili olarak Peter David Malmquist ve Peter Reinhold Bergman ile birlikte hazýrladýðý De linguæ aramææ dialectis (Uppsala 1842), Süryânî ve Arap lehçelerine dair Nya eröfringar pa sprakforskningens omrade (Fray 1842), teolojiyle ilgili De principiis scripturae sacrae interpretandae, ad placita reformatorum revocatis (Uppsala 1845), Ýsveççe kaleme aldýðý Arabernas läroaustalter under medeltiden (Ortaçað’da Arap medreseleri) (Lund 1858), Sur l’étude des langues orientales dans les universités (1863) ve J. J. Berggren tarafýndan hazýrlanan Guide français-arabe vulgaire’in yayýmý (Uppsala 1844) zikredilebilir. Tornberg 1850-1856 yýllarý arasýnda Mîrhând’ýn Rav²atü’½-½afâ adlý Farsça umumi tarihini yayýma hazýrlamýþsa da yaklaþýk 3700 sayfa tutan bu çalýþma neþredilmemiþtir (Moberg, II [1907-1908], s. 114-115). BÝBLÝYOGRAFYA :

G. Dugat, “J. Tornberg”, L’orient, l’Algéri et les colonies françaises et étrangères, supplément, Paris 1867, II/3, s. 47-48; a.mlf., Histoire des orientalistes de l’Europe du XII e au XVIII e siècle, Paris 1868, I, 162-168; J. Mohl, Vingt-sept ans d’histoire des études orientales, Paris 1879-80, I, 52-53, 127-128, 211, 343, 484; II, 91, 94, 733; Svenskt Biografiskt Handlexikon (ed. H. Hofberg v.dðr.), Stockholm 1906, II, 628; L. A. Mayer, Bibliography of Muslim Numismatics, London 1954, s. 234235; J. Fück, Die Arabischen Studien in Europa, Leipzig 1955, s. 199; Ziriklî, el-A£lâm, VI, 65; Necîb el-Akýký, el-Müsteþriš†n, Kahire 1980, III, 2526; Abdurrahman Bedevî, Mevsû£atü’l-müsteþriš¢n, Beyrut 1984, s. 98-100; Abdülhamîd Sâlih Hamdân, ªabašåtü’l-müsteþriš¢n, Kahire, ts. (Mektebetü Medbûlî), s. 38-39; W. H. Behn, Index Isla-

micus 1665-1905, Millersville 1989, s. 865; a.mlf., Concise Biographical Companion to Index Islamicus: An International Who’s, Who in Islamic Studies from its Beginnings Down to the Twentieth Century, Leiden-Boston 2004, III, 525; Yahyâ Murâd, Mu£cemü esmâßi’l-müsteþriš¢n, Beyrut 1425/2004, s. 233-234; A. Moberg, “Zum hundertjährigen Geburtstag C. J. Tornbergs”, MO, II (1907-1908), s. 109-121; S. Kahle, “Les études arabes en Suède”, JTS, XVIII (1994), s. 121-136; Nordisk Familjebok, Stockholm 1919, XXIX, 404406; Tehmûrs Sâcidî, “Tornberg”, Dâniþnâme-i Cihân-ý Ýslâm, Tahran 1383/2004, VIII, 471-473; Mecdüddin Keyvânî, “Tornbirg”, DMBÝ, XVI, 354355.

ÿOsman Gazi Özgüdenli

TORTOSA (bk. TURTÛÞE).

˜ –

TORUMTAY CAMÝÝ ve TÜRBESÝ

˜ – ˜

(bk. GÖKMEDRESE CAMÝÝ).

TORUN

— ™ — ™ — ™

Torun kelimesinin Arapça’da en bilinen karþýlýðý sözlükte “hizmet ve yardým etmek, hýzlý davranmak” anlamýndaki “hfd” kökünden türeyen hafîd olup torunun cinsiyeti belirtilmek istendiðinde hafîd / hafîde ayýrýmý yapýlýr. Kelime Kur’ân-ý Kerîm’de bir yerde çoðul þekliyle (hafede) geçmekte, insanýn evlât ve torun sahibi olmasýnýn Allah’ýn nimetlerinden olduðu bildirilmektedir (en-Nahl 16/72). “Soy, kabile” mânasýndaki sýbt kelimesi kýz-erkek ayýrýmý yapýlmadan torunu karþýlamakla birlikte bazan hafîdin erkek çocuktan torunlarý, sýbtýn kýz çocuktan torunlarý ifade ettiði görülür. Bu anlamda Hz. Hasan ve Hüseyin için Peygamber’in sýbtlarý denilmiþtir. Kur’an’da sýbt kelimesinin çoðulu “esbât” Hz. Ya‘kub’un çocuklarý ve onlarýn neslinden gelen on iki yahudi kabilesi anlamýnda geçmektedir (bk. ESBÂT). Hadislerde de sýbt ve esbât genelde bu mânada kullanýlmýþtýr (Wensinck, el-Mu£cem, “sbt” md.). “Nâfile” kelimesi diðer birçok anlamýnýn yaný sýra torun anlamýna da gelir; Kur’ân-ý Kerîm’de bir yerde buna iþaret vardýr (el-Enbiyâ 21/72). Geniþ anlamýyla “veled” kelimesi çocuk ve torunlarý, “ibn” ve “bint” oðul ve kýzlarý ve onlarýn çocuklarýný ifade eder. Ayrýca “fer‘” (çoðulu fürû) kelimesi çocuk ve torunlarý kapsar. Âyet ve hadislerde, fýkýh literatüründe özellikle miras, mahremiyet ve aile hukuku gibi ahvâl-i þahsiyye alanýnda torunlarla ilgili hüküm-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOSKANA

ler yer alýrken çoðu yerde “ibnü’l-ibn (oðlun oðlu), bintü’l-ibn (oðlun kýzý), ibnü’l-bint (kýzýn oðlu), bintü’l-bint (kýzýn kýzý)” gibi tamlamalarýn yaný sýra oðul ve kýzlarý kapsayan veled kelimesi kullanýlarak “veledü’lveled (çocuðun çocuðu), veledü’l-ibn (oðlun çocuðu), veledü’l-bint (kýzýn çocuðu)” gibi terkiplerin yer almasý çocuklarýn ve torunlarýn cinsiyetlerine göre farklý hükümlere tâbi olmasý sebebiyledir. Mahrem akraba sayýlan torunla dede ve ninesi arasýnda dinî, ahlâkî, hukukî yükümlülükler ve haklar vardýr. Torunla dede ve nineleri arasýnda ebedî evlilik yasaðý ve örtünme konusu dahil usul-fürû arasýndaki mahremiyetle ilgili hükümler geçerlidir; torunlar erkek ve kýz evlât hükmündedir. Mâlikîler dýþýndaki çoðunluða göre ihtiyaç durumunda torunla dede ve nine arasýnda nafaka yükümlülüðü doðmaktadýr. Bu sebeple fakihlerin ekseriyetine göre torunla dede ve nine birbirine zekât veremez; Mâlikîler’e göre verebilir. Miras hukuku açýsýndan oðlun oðlu asabe grubundandýr; kýz kardeþleri, amca kýzlarý ve belli durumlarda halalarýyla birlikte bulunduðunda mirasý onlarla ikili birli paylaþýr. Kýzýn oðlu zevi’l-erhâm grubuna dahildir. Doktrinde tartýþma bulunsa da çoðunluða göre bu grup karý-koca dýþýnda belirli pay (farz) sahibidir ve asabenin yokluðu halinde mirasa hak kazanýr. Oðlun kýzý tek baþýna mirasçý olursa malýn yarýsýný alýr; birden fazla oðul kýzý varsa bunlar malýn üçte ikisini alýr; erkek kardeþleri varsa malý ikili birli paylaþýrlar; bir kýzla birlikte oðlun kýzlarý varsa kýz malýn yarýsýný, oðlun kýzlarý altýda bir hisse alýrlar; iki kýz, oðlun oðlu ve oðlun kýzlarý varsa iki kýzýn alacaðý üçte ikiden artakalanýný ikili birli paylaþýrlar; ancak bu son durumda oðlun oðlu yoksa oðlun kýzlarý miras alamaz. Ýslâm miras hukukunda geçerli olan ve yakýn akrabanýn uzak akrabanýn mirastan pay almasýný engellemesini ifade eden “hacb” kuralý sonucu fakihlerin büyük çoðunluðuna göre oðul varken torun mirastan pay alamaz. Meselâ üç oðlu bulunan mûrisin bir oðlu kendisinden önce ölmüþse onun çocuðu veya çocuklarý mirasçý olamaz; zira sað olan amcalarý dedelerine daha yakýndýr, diðerlerinin miras hakkýný önler. Her ne kadar Ýslâm hukukuna göre hayattaki amcalar velâyet hak ve sorumluluklarý gereði yeðenlerinin hukukunu gözetmek ve sorumluluklarýný üstlenmek durumunda iseler de “dede yetimi’’ adýyla bilinen bu meselede dede mirasýndan mahrumiyetin muhtemel sakýncalarýný bertaraf etmek üzere bazý Ýslâm ülkelerinde çý-

karýlan kanunlarda -mirasçý sayýlmayan yakýnlara vasiyetin zorunlu (vâcip) olduðunu savunanlarýn da görüþünden yararlanýlarak- bu durumdaki torun veya torunlarýn babalarýna halef olacaðý, yani kendileri lehine onun payý kadar vasiyette bulunulmuþ gibi iþlem yapýlacaðý hükmü benimsenmiþtir. Mirastan pay alamayan akrabaya vasiyeti emreden âyetteki (en-Nisâ 4/8) emir sîgasý büyük çoðunluða göre nedb, bazý sahâbî ve tâbiîlerle Ýbn Hazm’a göre vücûb ifade etmektedir. Ancak bu âlimler vasiyet edilecek miktarý belirlememiþ ve bunu ilgilinin takdirine býrakmýþtýr. Günümüzde Ýslâm ülkelerinin bir kýsmýnda, terekenin üçte birini aþmamak þartýyla babasýnýn hayatta olmasý durumunda alacaðý miktarý dede yetiminin vâcip vasiyet yoluyla alacaðý hükmü benimsenmiþtir. Þâfiîler dýþýndaki ekseriyete göre belli durumlarda oðlun oðlu ninesi üzerinde velâyet hakkýna sahiptir. Büyük çoðunluða göre torunla dede ve ninenin birbirleri lehine þahitliði geçersizdir. Süt emme yoluyla torun sayýlanlar evlilik yasaðý ve mahremiyet açýsýndan neseben torunlarla ayný hükümde, miras ve nafaka hükümleri açýsýndan ise yabancý hükmündedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 334; Lisânü’l-£Arab, “pfd”, sbt”, “nfl” md.leri; Fîrûzâbâdî, el-Æåmûsü’l-mu¼î¹, “pfd”, sbt”, “nfl” md.leri; Sahnûn, elMüdevvene, I, 298; Ýbn Hazm, el-Mu¼allâ, IX, 310-311; Ebû Ýshak eþ-Þîrâzî, el-Mühe××eb, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 29; Serahsî, el-Mebsû¹, tür.yer.; Kâsânî, Bedâßi £, tür.yer.; Mutarrizî, elMu³rib fî tertîbi’l-Mu£rib (nþr. Mahmûd Fâhûrî – Abdülhamîd Muhtâr), Halep 1399/1979, I, 212; Muvaffakuddin Ýbn Kudâme, el-Mu³nî (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1406/1986, IV, 98-99; Kurtubî, el-Câmi £, X, 144, 305; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-¼ašåßiš, Bulak 1315, VI, 230; Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, el-Mi½bâ¼u’l-münîr, Bulak 1324/1906, s. 171, 313, 757; Seyyid Þerîf el-Cürcânî, Þer¼u’s-Sirâciyye, Kahire, ts. (Matbaatü Ferecullah Zekî el-Kürdî), s. 36, 140, 152; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, Beyrut 1398, VI, 30; Þirbînî, Mu³ni’l-mu¼tâc, III, 151; Buhûtî, Keþþâfü’l-šýnâ£, V, 69; Kalyûbî, ¥âþiye £alâ Þer¼i Minhâci’¹-¹âlibîn, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 104, 139, 242; Muhammed b. Ahmed ed-Desûký, ¥âþiye £ale’þ-Þer¼i’l-kebîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), I, 298; IV, 459-462, 466; Mustafa es-Süyûtî, Me¹âlibü üli’n-nühâ fî þer¼i øåyeti’l-müntehâ, Dýmaþk 1380/1961, IV, 345, 362; Þevkânî, Fet¼u’l-šadîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 428-429; Ýbn Âbidîn, Reddü’l-mu¼târ (Kahire), tür.yer.; Ýbn Âbidînzâde, Æurretü £uyûni’l-aÅyâr, Kahire 1386/1966, VII, 131; Hüseyin Hâmid Hassân, A¼kâmü’l-va½iyye, Kahire 1973, s. 221-232; “Ýbnü’l-ibn”, Mv.F, I, 185; “Ýbnü’l-bint”, a.e., I, 188-189; “Bintü’libn”, a.e., VIII, 215-216; “Hafîd”, a.e., XVII, 327328.

ÿMehmet Boynukalýn

– ˜

TOSKANA Ýtalya’nýn orta kesiminde tarihî bölge.

— ™

Batýda Tiren denizi, doðuda Apenin daðlarýyla çevrilmiþ olan bölgenin yüzölçümü 23.000 km2, merkezi Floransa’dýr (Firenze). Orta Ýtalya’nýn en önemli kültürel ve turizm bölgesi özelliði taþýmaktadýr. Floransa, Pisa ve Siena þehirleri, Ortaçað ve Yeniçað’dan kalma eserlerle ün yapmýþtýr. Toskana günümüzde de Ýtalya’nýn önemli bir tarým, ticaret ve turizm bölgesidir. Baþlýca akarsuyu Arno nehridir. Kýyýya yakýn olan Elbe adasý Toskana bölgesine aittir. Tarihin eski çaðlarýnda Etrüskler’in yerleþtiði bu bölge daha sonra Romalýlar’ýn idaresine girdi. Batý Roma Ýmparatorluðu’nun yýkýlmasýndan sonra bölgedeki þehirler kendi yönetimlerini kurdu. Pisa þehri limaný sayesinde güçlendi. Bölgenin Ýslâm dünyasýyla ilk münasebeti 871’de Salerno’nun Kuzey Afrika’dan gelen müslüman ordularýn hücumuna mâruz kalmasýyla gerçekleþti. Pisalýlar 1011’de Papa IV. Sergio tarafýndan düzenlenen Haçlý seferine katýldýlar ve Ýslâm ordularýna karþý savaþtýlar. 1118’de Sicilya adasýna ve onun merkezi Palermo þehrine yapýlan saldýrý askerî yönden baþarýlý olmadý, fakat maddî gücü geliþtirdi. Ortadoðu ve Kuzey Afrika’daki müslümanlarla iliþkiler ticaretin hareketlenmesini saðladý. Bu askerî ve siyasî yayýlma teþebbüsleri diðer þehirlerin de canlanmasýna yol açtý. Floransa, Lucca ve Siena kendi ölçülerinde geliþti. Floransa 1175 ile 1293 yýllarý arasýnda Toskana bölgesinin en güçlü þehriydi. Bütün Ýtalya’yý sarsan, Guelfo ve Ghibellino diye adlandýrýlan partiler arasýndaki çekiþmeler zamanla ilim, kültür ve ekonomi alanlarýnda olumlu yönde etki yaptý. Ancak yabancý hâkimiyetinin aðýrlýðý siyasal alanda hissedildi. Fransa, II. Charles d’Anjou devrinde hissedilir bir baský kurdu (1267-1285). Medici ailesinin iktidara gelmesiyle birlikte ekonomik bakýmdan büyük geliþme yaþandý. Bu yeni giriþim sermaye ile beraber güçlü bir denizcilik faaliyetinin doðmasýný saðladý. 1422 yýlý bir dönüm noktasý teþkil etti. Livorno Limaný yeni rejime baðlandý, artýk liman olmayan Pisa’nýn deniz geleneðinin yenilenmesi, dönemin güçlü ticaret merkezleri durumundaki Cenova ile Venedik cumhuriyetlerine yeni bir alternatif oluþturdu. Medici ailesi 1434’te Cosimo adlý üyesinin çabalarý sonucunda tam bir egemenliðe kavuþtu. Devlet sistemi içinde oligarþik seçim usulleri getirildi,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

267


TOSKANA

böylece Roma devri geleneði canlandýrýldý. Ülke tarihi içinde “beylikten krallýða” (Dalla signoria al principato) diye adlandýrýlan dönem baþladý; merkez durumundaki Floransa güçlendi ve bu durumunu koruyup ilerledi. Yeni iþ imkânlarý açýldý, bunlarýn idaresi için Arte denilen esnaf loncalarý kuruldu ve her biri için özel yönetmelikler hazýrlandý. Baþta ipekli olmak üzere kumaþ ticareti önce Bizans, ardýndan Osmanlý Devleti’ne yönelik olarak sürdürüldü. Osmanlýlar’ýn Ýstanbul’u ve Bizans’ý hedef almalarýnýn meydana getirdiði buhran sýrasýnda Floransa’da Katolik ve Ortodoks mezheplerinin birliðini saðlamak için 1439’da geniþ kapsamlý bir konsil toplandý. Floransa devleti, Ýstanbul’un muhasarasý esnasýnda tarafsýz göründü, bu sayede Fâtih Sultan Mehmed’in, dolayýsýyla Türkler’in dostluðunu kazandý ve bir ahidnâme elde etti. Ýstanbul’un fethi haberi ulaþtýktan sonra Ýtalya yarýmadasýndaki devletler 4 Nisan 1454 tarihinde Lodi þehrinde bir anlaþma zemini aradýklarý zaman her biri belirli alanlara sahip olurken Medici ailesi tam bir egemenlik kurup kýrk yýl sürecek müreffeh bir dönem baþlattý. 1478’de Pazzi ailesinin yapmak istediði hükümet darbesi önlendi, baþ suçlu firar edip Galata’ya sýðýndý, ancak Fâtih Sultan Mehmed onun ülkesine iadesini emretti; böylece devletlerarasý hukuk tarihinin en eski örneklerinden sayýlan “iâde-i mücrimîn” (estradizione) usulü uygulanmýþ oldu. Cem Sultan saltanat mücadelesini kaybedip Avrupa’ya iltica ettiðinde Floransalý casuslar onunla ilgili haberleri Ýstanbul’a ulaþtýrdýlar. XVI. yüzyýlýn baþýnda Siena þehrinde bulunan merkez kilise (katedral) süslemeleri içinde Papa II. Pius için yapýlan resimde Cem Sultan’a yer verilmesi ilginçtir. Toskana tarihi kadar Ýtalya için kötü hâtýra býrakan bir olay Fransa Kralý VIII. Charles’ýn 1494’te yaptýðý Ýtalya seferidir. 17 Kasým’da Floransa hiçbir direniþ gösteremeden teslim oldu. Medici ailesi 14941512 yýllarý arasýnda ülkeden çýkarýldýktan sonra cumhuriyet idaresi kuruldu, fakat uzun süre devam edemedi. Medici ailesi 1512 yýlýnda tekrar iktidara sahip oldu, bununla beraber Ýspanya egemenliðinden kendini kurtaramadý. I. Cosimo (1537-1574), Papa V. Pio tarafýndan verilen destek sayesinde “granduca” (büyük duka) unvanýný elde etti. Denizcilik alanýnda ilerlemek için Cavalieri di Santo Stefano adýný verdiði deniz tarikatýný kurup Kuzey Afrika’da kuvvetlenen Türk denizcilerine karþý mücadeleye giriþti. Bu kuruluþ, Osmanlý Devleti ile iliþkilerinde so268

runlar ortaya çýkarmasýna raðmen siyasî bir krize sebep olmadý, ticaret devam ettirildi. I. Francesco (1574-1587) ve I. Ferdinando (1587-1609) ülkeyi Ýspanya egemenliðinden ayýrýp Fransa ile münasebetleri sýkýlaþtýrdýlar. Daha sonra baþa geçenler makamlarýna ve ülkelerine yeni bir katký saðlayamadýlar. XVII ve XVIII. yüzyýllarda Akdeniz havzasýný sarsan büyük ekonomik geliþme Toskana bölgesini de etkisi altýna aldý. Toskana yöneticileri Osmanlýlar’la yeni ahidnâmeler yapýp baþta ipek olmak üzere ticareti geliþtirmelerine raðmen bölge yine yabancý boyunduruðuna girmekten kurtulamadý. Lorraine (Lorena) adlý sülâle 17371859 yýllarý arasýnda iktidarda kaldý. Toskana’yý temsil konusunda Avusturya ve Fransa arasýnda süren çekiþme Osmanlý Devleti ile olan iliþkilere de yansýdý, 1851 yýlýnda Ýstanbul’daki temsilci yetkisini Avusturya’ya, belgeleri de Floransa arþivine devretti. Ýtalyan birliði kurulunca Floransa 1865-1870 yýllarýnda yeni devletin merkezi yapýldý, fakat Roma geleneði üstün geldi. Toskana’nýn bu aþamadaki en büyük zaferi Floransa lehçesinin resmî dil olarak kabul edilmesidir. Floransa ve çevresinde bulunan Siena, Lucca, Perugia þehirleri küçük yerleþim birimleri halinde varlýklarýný korudular. Floransa’nýn üstünlüðü sýrasýnda özellikle XV. yüzyýlda Osmanlý Devleti ile baþlatýlan ticaret önem kazandý. Kuzey Afrika’da güçlenen Garp ocaklarýyla da iliþkiler arttý. Doðrudan ticaret ve bilhassa esir satýþý XIX. yüzyýla kadar sürdürüldü; fakat hukukî sorumluluk Osmanlý divanýnda olduðu için her bir ahidnâme titizlikle hazýrlandý. XVI. yüzyýlýn ortalarýnda kurulan San Stefano adlý tarikat gemicileri aracýlýðýyla huzursuzluklara yol açtý. 1599’da Sakýz adasýna saldýrdýklarý gibi XVII. yüzyýl baþlarýnda Antalya ve yöresinde tahribata sebep oldular. Tarikat mensuplarý Ýnebahtý Deniz Savaþý’na ve daha sonra Mora civarýnda yapýlan saldýrýlara da katýldýlar. Floransa’da Arap harfleriyle bir matbaanýn kurulmasý Ýslâm dünyasýyla iliþkilerin niteliði bakýmýndan önemlidir. Önce Arap dilinde Ýncil ve bir dizi dua kitabý basýldý, ardýndan Ýbn Sînâ’nýn eserleri yayýmlandý. Bunlarýn Osmanlý Devleti sýnýrlarý içinde satýlmasý için istenen fermanýn bir sûreti Kanun adlý esere konuldu. Tipografia Medicea adlý bu matbaa iflâs edince yayýn faaliyeti Roma’da Vatikan tarafýndan sürdürüldü. XVII. yüzyýlda iki devlet arasýnda kýsa süren bir mesele Lübnan’da isyan etme-

ye kalkýþan, fakat aðýr bir yenilgiye uðratýlan Ma‘noðlu Fahreddin’in Ýtalya’ya geçmesi ve bir süre için himaye görmesidir. Onun kendisini eski Toskana dukalarýna mensup biri gibi takdim etmesi büyük yanký yaptý. Osmanlý Devleti XVIII. yüzyýlda Avrupa siyasetine açýldýðý zaman Toskana ile olan siyasal ve diplomatik iliþkileri yeniden baþlattý. Biraz geç gibi görünen bu temaslar her iki tarafa da fayda getirdi. Ticaret hacmi XVI. yüzyýldaki seviyesine çýkmadýysa da bugün Baþbakanlýk Osmanlý Arþivi’nde Toskana Ahkâm Defterleri diye tanýnan seride ticarî münasebetlerle ilgili önemli kayýtlar mevcuttur. Ýtalya Birliði’nin kurulmasýndan kýsa bir süre sonra Floransa’da þarkiyat çalýþmalarýnda araþtýrmacý Michele Amari’nin desteðiyle bir hareketlilik oldu; Arap harfli kitaplar bastýrýldý, þarkiyatçýlar toplantýsý yapýldý. Fakat bu gelenek sürdürülemedi, filoloji alanýnda sýnýrlý sayýda uzman görev aldý. 2000’li yýllarda bazý üniversitelerde Türkçe dersi kabul edildi. Floransalýlar kültür, sanat ve özellikle resim akýmýnda Doðu dünyasýna yer verdiler. Çeþitli zamanlarda ele alýnan konular içinde Doðu görüntüleri de mevcut olup bazý ileri gelen kimseler kendilerini Þark kýyafetiyle resmettirdiler. Yazma eser bakýmýndan Toskana bölgesinde Arapça olanlar ilk sýrada yer alýr. Türk âlemiyle alâkalý eser azdýr. Türk dili yâdigârlarý arasýnda özel bir yeri bulunan Codex Cumanicus’un ikinci bir nüshasý Floransa Kütüphanesi’nde muhafaza edilmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

G. Müller, Documenti sulle relazioni delle città toscane coll’Oriente cristiano e coi Turchi fino all’anno MDXXXI, Firenze 1879; P. Carali, Fakhr ad-Din II. Principe del Libano e la Corte di Toscana 1605-1635, Roma 1936; G. Guarnieri, I Cavalieri di Santo Stefano nella storia della marina italiana (1562-1859), Pisa 1960, s. 98-114, 205-221, 234-264; J. Wansbrough, “A Mamlûk Commercial Treaty Concluded with the Republic of Florence, 894/1489”, Documents from Islamic Chanceries (ed. S. M. Stern – R. Walzer), Oxford 1965, s. 39-79; Y. Renouard, Histoire de Florence, Paris 1974; M. Grignaschi, “Una raccolta inedita di ‘Münþeât’: il Ms. Veliyüddin Ef. 1970 della Biblioteca Beyazit Umumi di Istanbul e gli ‘Ahdnâme’ concessi dalla Sublime Porta a Chio (muharrem 927 h), a Firenze (muharrem 934) e ad Antivari (ramadan 983)”, Studi preottomani

e ottomani. Atti del Convegno di Napoli (24-26 Settembre 1974), Napoli 1976, s. 106-115, 119126; B. Dini, “Aspetti del commercio di esportazione dei panni di lana e dei drappi di seta fiorentini in Costantinopoli, negli anni 1522-1531”, Studi in memoria di Federico Melis, Pisa 1978, VI, 31-54; A. Michele Piemontese, “I fondi dei manoscritti arabi, persiani e turchi in Italia”, Gli Arabi in Italia: Cultura, contatti e tradizioni, Milano 1979, s. 661-688; A. Bausani, “Le coste tos-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOSYA cane nel Kitab-ý Bahriye di Piri Reis”, Studia Turcologica Memoriae Alexii Bombaci Dicata, Napoli 1982, s. 29-40; I turchi da Lepanto a Vienna e oltre (Biblioteca Nazionale Centrale Firenze), Firenze 1983 (sergi katalogu); M. Luzzatti, “Firenze e l’area toscana”, Comuni e signorie nell’Italia nordorientale e centrale, Torino 1987, I, 561-828; F. Diaz v.dðr., Il Granducato di Toscana. I Lorena dalla reggenza agli anni rivoluzionari, Torino 1987; Þerafettin Turan, Türkiye-Ýtalya Ýliþkileri I, Ýstanbul 1990, s. 25-27, 66; Halil Ýnalcýk, Essays in Ottoman History, Ýstanbul 1998, s. 353-355; a.mlf., “Bursa I.: XV. Asýr Sanayi ve Ticaret Tarihine Dair Vesikalar”, TTK Belleten, XXIV/93 (1960), s. 45-66; E. Lo Sardo, Tra Greci e Turchi: Fonti diplomatiche italiane sul Settecento ottomano, Roma 1999, s. 69-71, 165-193; Medicilerden Savoylara: Floransa Saraylarýnda Osmanlý Görkemi, Ýstanbul 2004; Zeki Sönmez, Türk-Ýtalyan Siyaset ve Sanat Ýliþkileri, Ýstanbul 2006, s. 96-108; A. Orlandi, “Oro e monete da Costantinopoli a Firenze in alcuni documenti toscani (secoli XV-XVI)”, Relazioni economiche

tra Europa e mondo islamico, secc. XIII-XVIII, Grassina 2007, II, 981-1004; S. Camerini, “Contributo alla storia dei trattati commerciali fra la Toscana e i Turchi”, Archivio Storico Italiano, 11/disp., Firenze 1939, s. 83-101; A. Bombaci, “Diplomi turchi del R. Archivio di Stato di Firenze. Lettere da Tunisi a Granduchi di Toscana (1626-1703)”, RSO, XVIII (1939), s. 199-217; Fr. Babinger, “Fatih Sultan Mehmet ve Ýtalya” (trc. Bekir Sýtký Baykal), TTK Belleten, XVII/65 (1953), s. 41-82; a.mlf., “Lorenzo de’ Medici e la Corte Ottomana”, Archivio Storico Italiano, CXXI/439 (disp. III, 1963), s. 305-361; Semavi Eyice, “Sultan Cem’in Portreleri Hakkýnda”, TTK Belleten, XXXVII/145 (1973), s. 33-37; A. Gallotta, “Diplomi turchi dell’Archivio di Stato di Firenze. Lettere da Algeri ai Granduchi di Toscana (XVII secolo)”, Studi Magrebini, XI, Napoli 1979, s. 167205, ek XII tablo; H. Hoshino – F. Mazzaoui, “Ottoman Markets for Florentine Woolen Clothe in the Late Fifteenth Century”, IJTS, III (1985-86), s. 17-31; F. Cardini, “La Toscana medievale e l’Oriente musulmano”, OM, XXIV/2-3 (2005), s. 363-365; Mahmut H. Þakiroðlu, “Floransalýlar”, DBÝst.A, III, 323-324.

ÿMahmut H. Þakiroðlu

TOSUNZÂDE ABDULLAH EFENDÝ

˜ –

˜

(bk. ABDULLAH EFENDÝ, Tosunzâde).

TOSYA Kastamonu iline baðlý ilçe merkezi, tarihî bir kasaba.

™ —

Karadeniz bölgesinin Batý Karadeniz bölümünde yer alýr. Þehrin nüvesi, Ilgaz daðlarýndan çýkarak Devrez çayýna ulaþan Kuruçay’ýn vadisi ve iki yamacý üzerinde deniz seviyesinden 820 m. yükseklikte kurulmuþ, zamanla güneye doðru geniþleyip bugünkü devlet karayolu boyuna kadar

yayýlmýþtýr. Kuzey Anadolu fay hattýnda bulunmasýndan dolayý tarihî dönemlerde þu andaki yerinde olmayacaðý var sayýlmakta ve birkaç defa yer deðiþtirdiði düþünülmektedir. Tosya’nýn kuruluþu hakkýnda kesin bilgi bulunmamakla beraber tarihî kalýntýlar çok eski devirlere kadar inen bir yerleþim yerine iþaret eder. Tosya isminin Bizans döneminden kaldýðý ve daha önce Zoaka adýný taþýdýðý belirtilmektedir. Yine Bizans döneminde görülen Doceia’nýn Tosya’da yaþayan yerli bir ailenin adý olduðu ve bunlarýn Kastamonu’daki Komnenler’le iliþkilerinin bulunduðu zikredilir. Tosya yöresinde ilk Türk idaresi, Emîr Dâniþmend’e baðlý kumandanlardan Emîr Karategin’in (Karatigin) 475’teki (1082-83) fetihleriyle baþlar. 1132 yýlý sonlarýnda Bizans Ýmparatoru Ioannes Komnenos bölgeye gelerek Kýzýlýrmak kenarýna kadar uzanan sahayý yaðmalattý. Ardýndan burasý Selçuklular’ýn doðrudan idaresi altýna girdi. Tosya ve çevresi, Türkler’in Anadolu’ya geldiði erken dönemlerden itibaren yoðun bir Türk iskânýna sahne oldu. Tosya’nýn da için yer aldýðý Batý Karadeniz bölümünde Çobanoðullarý Beyliði’nin hâkimiyeti baþladý. Burasý, 1291 yýlýnda bölgeye hâkim olan Þemseddin Yaman Candar’ýn Kastamonu’yu almasý ile Candaroðullarý’na geçti. Candaroðullarý’nýn Sinop kolunda hüküm süren Ýsfendiyar Bey, Osmanlýlar’a karþý direnemeyeceðini anlayýnca elçi göndererek affedilmesini ve Sinop’un kendisine býrakýlmasýný talep etti. Yapýlan görüþme neticesinde Sinop Ýsfendiyar Bey’e býrakýlýrken Tosya, Kastamonu, Çankýrý ve Kalecik Osmanlýlar’a verildi. 1402’de Timur, Ankara Savaþý’ndan sonra bölgeyi Ýsfendiyar Bey’e iade etti. Fetret devri yýllarýnda Osmanlý Devleti’nin eski gücüne kavuþmasý için yoðun çaba gösteren Çelebi Mehmed’e karþý Ýsfendiyar ve Îsâ beyler Çankýrý, Kastamonu, Tosya, Kalecik ve Canik askerlerinden meydana gelen bir ordu ile Ankara’ya baþarýsýz bir sefer yaptýlar. Çelebi Mehmed’in baskýsýyla Ýsfendiyar Bey, anlaþmazlýða düþtüðü oðlu Kasým Bey’e Ilgaz daðý sýnýr kabul edilerek Tosya ve Kargý dahil Çankýrý ve Kalecik’i vermek zorunda kaldý. Kasým Bey, Osmanlý himayesine girdiðinden buralarda da Osmanlý etkisi arttý. Candaroðlu Beyliði’nin kesin biçimde Osmanlý hâkimiyetine girmesi Fâtih Sultan Mehmed zamanýnda gerçekleþti (1461); Sinop ve Kastamonu ile birlikte Tosya da Osmanlý egemenliðine girdi. Osmanlý idaresi altýnda Tosya, Bursa-Tebriz Ýpek yolu üzerinde ticarî ve kültürel yönden önemli

bir kasaba olma özelliðini sürdürdü. Burasý hem bir derbent hem doðuya, Ýran’a yapýlan seferlerde bir menzil noktasý durumundaydý. Kasaba Ilgaz daðlarýnýn kollarýndan bir dere içinde kurulduðundan mahalleleri her iki yamaç arasýnda yer alýyordu. XVI. yüzyýlda Çankýrý sancaðýna baðlý kaza merkezi olan kasabaya ait en erken tarihli tahrir kayýtlarý burada mahalle bölünmesinden söz etmez. 927 (1521) tarihli Tahrir Defteri’ne göre sancakta toplam 594 hâne mevcuttur. Bunun 576’sý müslüman, on sekizi gayri müslimlerden müteþekkildir. Toplam nüfus 3000’i geçiyordu. 987 (1579) tarihli Tahrir Defteri’nde Tosya’nýn yirmi dört mahallesi kaydedilmiþti. Bunlar Hacý Ali, Câmi-i Þerif, Hoca Fakih, Celâl Efendi, Kargýlý, Þeyh, Çifterli, Hacý Kemal, Dere, Hoca Ýmâd, Hacý Sinan, Ak Mescid, Ahî Mustafa, Emîr Mahmud, Pýnarbaþý, Hacý Pîrî, Mescid-i Hoca Mehmed (Caka Hacý), Yeni, Mescid-i Abdi Çelebi, Ahî Sinan, Sevim, Kazancýlar, Ýlyas Bey ve Zimmiyân idi. Sonuncu mahallede gayri müslimler oturuyordu ve altmýþ sekiz hâne, otuz üç bekâr erkek nüfusa sahipti (yaklaþýk 400 kiþi). Müslümanlar ise 719 hâne, 139 bekârdan ibaretti (yaklaþýk 3600 kiþi). Kasabanýn toplam nüfusu tahminen 4000’e ulaþmýþtý. Bu durum aradan geçen kýrk yýla yakýn bir sürede nüfusun % 34 nisbetinde arttýðýný gösterir. 1521’de Tosya’ya baðlý köy sayýsý otuz dört, 1579’da kýrk üçtür. Arazinin daðlýk ve ormanlarla kaplý olmasý sebebiyle köy yerleþim alanlarý nisbeten seyrekti. Toplam köy nüfusu 1521’de 9000, 1579’da 13.500 dolayýndaydý. 1769’da þehrin nüfusunun 10.000’e ulaþtýðý sicil kayýtlarýndan anlaþýlýr. 1869’da Çankýrý sancaðýndan ayrýlarak Kastamonu’ya baðlanan Tosya’nýn nüfusu 1869’da 7889 müslüman, 650 gayri müslimden ibaretti. 1879’da 12.000 müslüman, 152 gayri müslim toplam 12.152, 1903’te 25.455 müslüman ve 650 gayri müslim 26.005 idi. Tanzimat döneminde âyanlýk müessesesindeki birtakým olumsuzluklar Tosya’da da etkisini gösterdi. Özellikle halka zulmettiði için sadrazamýn emriyle görevine son verilen âyanlardan Çolakoðlu Mustafa dikkati çekmektedir. Millî Mücadele döneminde Kastamonu ve Tosya iþgal edilmemekle birlikte bölge halký Kuvâ-yi Milliye’yi desteklemek amacýyla kurulan cemiyetlerle irtibata geçerek burada öncü rolü oynadý. Tosya’da mevcut kalenin XV. yüzyýlda harap durumda olduðu anlaþýlmaktadýr.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

269


TOSYA

Abdurrahman Paþa Camii - Tosya

Burasý tarihî eserler bakýmýndan zengindir. Bunlarýn içerisinde en önemlisi Tosya Camii’dir. Câmi-i Þerif adlý mahalleye adýný veren bu cami yüksek vakýf gelirlerine sahipti. Bir diðer cami Abdurrahman Paþa Camii (Yenicami) olup III. Murad döneminde inþa edilmiþtir (bk. ABDURRAHMAN PAÞA CAMÝÝ). Kazada ayrýca yirmi iki mescid, altý zâviye, iki türbe, üç hamam, bir kervansaray (Mehmed Paþa Kervansarayý), medrese, muallimhâne ve mektepler de bulunmaktadýr. Tosya’daki bir medrese Akça Mescid yanýnda yer almaktaydý. Önemli bir yol üzerinde bulunan Tosya ticarî bakýmdan hareketli bir yerdi. Arþiv kaynaklarýndan anlaþýldýðý üzere Tosya merkezinde vakýf ve mülk 1521’de 162 dükkân mevcuttu. 1579’da bu sayýnýn 178’e ulaþtýðý görülmektedir. Bu rakam, XVIXVIII. yüzyýllarýn sonuna kadar idarî bakýmdan baðlý kaldýðý Çankýrý’dan daha fazladýr. Vergi oranlarýnýn diðer komþu kazalara göre çok olmasý da ticarî canlýlýða iþaret eder. Tekstil sektörünün vazgeçilmez unsurlarýndan boyahane en önemli iþletmeler arasýnda yer alýr. Bu iþletmenin kapasitesinin yüksekliði dikkati çeker. Bunlarýn yanýnda tabakhâne, bozahâne, þem‘hâne, bezirhâne, selhhâne (mezbahane), baþhâne (sakatatçý) ve atla çekilen palamut deðirmeninin bulunmasý ticarî geliþmiþliðin bir diðer göstergesidir. Türk kumaþ ve kadifeciliði imalâtýnýn yapýldýðý yerler arasýnda Tosya en önemli merkezlerden biri270

dir. Tiftik keçisinin yetiþtirildiði bölgeye yakýnlýðý dolayýsýyla tiftikten imal edilen sof veya muhayyer adý da verilen dokuma yaygýndýr. Þehir Ankara’dan sonra tiftik ve mâmulleri üretiminde ön sýralardadýr. Özellikle Tosya muhayyeri, Tosya ham sof çakþýrý, karacalar kuþaðý vb. ünlüdür. Ayrýca ipek, ipekli ve pamuklu dokuma da önemli bir yer tutmaktadýr. Bu mâmuller, Anadolu’nun Kýrým’a açýlan penceresi konumundaki Sinop’a ve oradan kuzey ülkelerine, Kefe’ye ihraç edilmekteydi. Sof ve tiftiðin yaný sýra pamuk ve pamuk ürünleri de ihraç edilen mâmuller arasýnda yer almaktaydý. XVI. yüzyýlda Tosya çevresindeki ziraî faaliyetlerin baþýnda buðday ve arpa gelirken çeltik üretimi hakkýnda bir bilgiye rastlanmamakta, bununla beraber XVII. yüzyýldan itibaren önemli çeltik üretim yerleri arasýnda kaydedilmektedir. Tosya üzüm ve pekmeziyle de meþhurdur. Kasabanýn ticarî hareketliliði XVIII. yüzyýl sonlarýna kadar devam etti. Tosya’dan geçen yol eski canlýlýðýný kaybedince esnaf ve zanaat erbabý olumsuz etkilendi. Buna raðmen Tosya iç pazar ihtiyacýný karþýlayacak ekonomik potansiyelini korudu. Tosya, ticarî hayatýn yanýnda Osmanlý Devleti’nde önemli mevkilerde görev yapmýþ ilim ve devlet adamlarý yetiþtirmiþ, güzel sanatlarda da oldukça þöhret bulmuþtur. Ýstanbul’dan sonra en çok hattat yetiþen yerler arasýnda Tosya da vardýr. Bunlarýn en meþhuru Hattat Sâlih Çelebi’dir. Öte yandan Koca Niþancý diye þöhret bulan Celâlzâde Mustafa ve kardeþi Sâlih çelebiler Tosyalý olup Kadý Celâleddin adýnda bir zatýn oðullarýdýr. Burada baþka âlim, þair ve müderrisler de yetiþmiþtir. Ýsmâil Rûmî (müderris), þair Ahmed Hicrî Efendi, þair Derviþ Ahmed, Mustafa Tûsî Çelebi, müderris Ali Efendi, Baba Kadý Celâleddin Efendi, müderris Mustafa Efendi, Kadirî þeyhlerinden Ýsmâil Rûmî, Þeyh Nasuh Efendi, müderris Osman Efendi, müderris Hayreddin Evhad Efendi, müderris Mehmed Efendi, müderris Ýsmâil Zühdü Efendi, reîsülküttâb Ebûbekir Râtib Efendi, Kazasker Mustafa Ýzzet Efendi, müderris Tosyavîzâde Mehmed Efendi, Þerifzâde Mehmed Bahâeddin Efendi bunlardandýr. 1914 ve 1916 yýllarýnda geçirdiði yangýn, 1943’te deprem felâketlerinden etkilenen Tosya, Cumhuriyet’in kurulmasýyla birlikte idarî teþkilâtlanmadaki birtakým düzenlemelerle Kastamonu vilâyetine baðlý bir kazanýn merkezi oldu. Cumhuriyet’in ilk nüfus sayýmýnda (1927) nüfusu 10.000’i

bulmazken (9676 nüfus) ikinci sayýmda 10.000’i geçti (1935’te 10.048 nüfus), bir sonraki sayýmda 10.784’e ulaþtý. Ardýndan sürekli artýþ göstererek 1985’te 21.172, 2010’da 27.777’ye çýktý. Þehirde el sanatlarý olarak peþtamal ve kese imalâtý ün yapmýþtýr. Bunun dýþýnda çeltik fabrikalarý vardýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

BA, TD, nr. 100, s.1, 336-346, 352; nr. 291, s. 110, 114, 180-199, 202; nr. 438, s. 718-719, 731, 734, 736; nr. 578, vr. 50a-53b, 74b, 78a, 113a122b; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 645-646; Uzunçarþýlý, Anadolu Beylikleri, s. 129-130, 135; Yaþar Yücel, XIII-XIV. Yüzyýllar Kuzey-Batý Anadolu Tarihi: Çoban-oðullarý Candar-oðullarý Beylikleri, Ankara 1980, s. 90, 92, 95; Osman Turan, Selçuklular Zamanýnda Türkiye, Ýstanbul 1983, s. 67 vd.; Ýsmail Ergi, Tosya Evliyalarý ve Türbelerimiz, Ankara 1986, s. 7-28; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teþkilâtý, Destanlarý, Ýstanbul 1992, s. 306, 307, 311, 314, 317, 326; Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Deðiþim: 15901699”, Osmanlý Ýmparatorluðu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi: 1600-1914 (trc. Ayþe Berktay v.dðr.), Ýstanbul 2004, II, 568; Selahattin Sürel, H. 1211-1217 (M. 1796-1802) Tarihli Þer’iyye Siciline Göre Tosya’nýn Sosyo-Ekonomik ve Ýdari Yapýsý (yüksek lisans tezi, 2001), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Kankal, Türkmenin Kaidesi Kastamonu (XV-XVIII. Yüzyýllar Arasý Þehir Hayatý), Ankara 2004, s. 87, 157, 224, 237; a.mlf., XVI. Yüzyýlda Çankýrý, Çankýrý 2009, tür.yer.; Barýþ Taþ, Tosya Ýlçesinde Araziden Yararlanma ve Planlamaya Yönelik Öneriler (doktora tezi, 2006), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Yusuf Halaçoðlu, Anadolu’da Aþiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), Ankara 2009, s. 254, 257, 529; Hüseyin Sýdký Köker, “Vakýflar Tarihinde Tosya”, VD, sy. 5 (1962), s. 257-274; Cl. Cahen, “Ibn Sa’id sur l’Asie mineure seldjuqide”, TAD, VI/10-11 (1968), s. 42-44, 48.

ÿMehmet Taþtemir

— TOSYAVÎZÂDE RÝFAT OSMAN (bk. RÝFAT OSMAN).

˜ –

™ —

TOUAREG (bk. TEVÂRÝK).

˜ –

™ —

TOY

˜

Türk hükümdarlarýnýn ve beylerin çeþitli vesilelerle maiyetlerine ve halka verdikleri büyük ziyafet.

Eski Türkçe’de “ordu karargâhý” demek olan toy kelimesi “ziyafet, düðün” anlamýnda kullanýlýr. Türk tarihinin Ýslâmî dönem kaynaklarýnda toy bazan Moðolca þölen

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOY (þilân), bazan da Farsça hân-ý yaðmâ (yaðma sofrasý) sözüyle ifade edilmiþtir. Ziya-

fete katýlanlarýn ziyafetten sonra hükümdarýn veya beyin sofra takýmýný yaðmalamalarý bir gelenekti. Bundan dolayý toylara hân-ý yaðmâ denilmiþ olmasý muhtemeldir. Yaðma ile biten bu ziyafetler bazý Kuzey Amerika ve Hint topluluklarýnda da görülmektedir. Oðuz boylarýna ait ongunlarýn av kuþlarý olmasý av törenleriyle toylarýn dinî veya totemik bir kaynaktan geldiðini göstermektedir. Toylar zamanla dinî mahiyetini kaybedip içtimaî, askerî ve hukukî bir gelenek halinde asýrlarca devam etmiþtir. Toy, Türk beylerinin iktidarý ve hâkimiyeti tek elden yürütebilmek için icat edip uyguladýklarý bir faaliyetti. Dolayýsýyla bütün Türk tarihi boyunca hükmetme ve hükümdarlýk göstergelerinden biri sayýlmýþtýr. Ancak Türk hükümdarlarý toyu sosyal yönü aðýr basan bir âdet haline getirmiþtir. Genellikle çocuk isteme, bey çocuklarýnýn doðumu, veliaht tayini, tahta çýkýþ, bey çocuklarýnýn ilk avlarýndan dönüþü, akýnlarýn ve seferlerin zaferle sonuçlanmasý, kahramanlýk gösterenlere ad verme, esirlikten kurtulma, evlenme ve bayram gibi vesilelerle toy törenleri düzenlenmiþtir. Türk hükümdarlarýnýn verdikleri geleneksel toylar da (ulu toy) vardý. Nitekim Oðuz Han ulu toyunu dünya fethini tamamlayýp yurduna dönünce düzenlemiþti. Oðuzlar’ýn büyük hükümdarý Bayýndýr Han yýlda bir defa, Kazan Bey üç defa ulu toy verir, Oðuz beylerini ve boylarýný aðýrlardý. Bu toylarda herkesin oturacaðý yer (orun = mevki) ve önüne getirilecek et (ülüg / ülüþ = pay) önceden belliydi. Destana göre Oðuz boylarýnýn ve beylerinin toylarda, kurultaylarda oturacaklarý yeri ve önlerine getirilecek yemekleri belirleyen kiþi Oðuz Han’ýn ve oðullarýnýn bilge danýþmaný Irkýl Hoca idi. Türk hükümdarlarý, kendilerine destek veren beyler ve halk için ne kadar büyük fedakârlýk yapabileceklerini ulu toylar vasýtasýyla kanýtlamýþ oluyordu. Bu toylara herkesin ve özellikle beylerin mutlaka katýlmasý gerekirdi. Zira toya katýlma iktidarýn tanýnmasý ve devlet otoritesine itaat anlamýna gelmekteydi, aksi itaatsizlik ve isyan demekti. Bu sebeple hükümdarlar toylarýna ve kurultaylarýna katýlmayan beylerini, vasallarýný üzerlerine ordu göndermek suretiyle cezalandýrýrdý. Ulu toylarýn hem devletin hem milletin temellerini saðlamlaþtýrmasý bakýmýndan son derece önemli rolü vardý. Yönetenlerle yönetilenler bu toylar sayesinde bir araya gelmek-

te, birbirlerine karþý görev ve sorumluluklarýný hatýrlamakta, fert ile millet ve fert ile devlet arasýnda kuvvetli baðlar kurulmakta, devletle milletin bütünleþmesi saðlanmaktaydý. Türk topluluklarý, hükümdarlarýn toylarýný ihmal etmelerini veya bu toylara davet edilmemelerini hiçbir zaman hoþ karþýlamamýþ, hatta bu yüzden isyan dahi çýkarmýþtýr. Büyük Selçuklu Sultaný Melikþah, Mâverâünnehir seferlerinde toy vermeyi ihmal edince baþta Çiðiller olmak üzere bölgedeki Türkler ayaklanmýþtý. Büyük Oðuz beylerinden Kazan ulu toyuna Dýþ Oðuz kolunu davet etmemiþ, bu yüzden Dýþ Oðuz beyleri Kazan Bey’i düþman ilân ederek onunla savaþmýþtýr. Toylara dair ilk bilgiler Hunlar’a kadar gitmektedir. Çin yýllýklarýndaki kayýtlara göre Hunlar yýlýn birinci, beþinci ve dokuzuncu aylarýnda büyük toplantýlar yapmaktaydý. Bunlardan ilki dinî nitelikteydi; bu toplantýda Tanrý’ya kurban sunulmakta ve topluca yemek yenilmekteydi. Ýkincisi daha çok bayram ve þenlik türünden bir toplantý olup toydan sonra yarýþmalar ve eðlenceler düzenlenmekteydi. Asýl büyük toplantý ise Þansi bölgesindeki Tai-lin denilen yerde yapýlmaktaydý. Buradaki toplantýya baþta Hun hükümdarý ve hatun olmak üzere bütün þehzadeler (tiginler), yüksek dereceli memurlar, ordu kumandanlarý, beyleriyle birlikte tâbi boylar ve topluluklar katýlmaktaydý. Toplantýnýn baþýnda Hun hükümdarý tarafýndan büyük bir toy verilmekteydi. Ardýndan ordu teftiþ edilmekte, insan ve hayvan sayýmý yapýlmakta, ülke meseleleri görüþülmekte, devlet politikalarý karara baðlanmakta, idareye geniþ yetkiler verilmekte ve hükümdarýn meþruiyeti onaylanmaktaydý. Göktürkler ve Uygurlar’da da benzer toplantýlar düzenlenmekteydi. Göktürk kaðanlarý toplantýlarýný Hun hükümdarlarý gibi beþinci ayda ecdat maðarasýnda, Uygur kaðanlarý ise üçüncü ayda devletin merkezi Beþbalýk’taki hükümdarlýk sarayýnda veya avlusunda yapmaktaydý. Bütün bunlardan geleneksel dinî törenlerin, bayram ve þenliklerin, kurultaylarýn hep toylarla birlikte gerçekleþtiði anlaþýlmaktadýr. Esasen Türkler’de yemeksiz toplantý hiçbir zaman olmamýþtýr. Bundan dolayý devlet meclislerine (kengeþ, térnek, kurultay) toy denilmiþtir. Bu gelenek Ýslâmî dönemde Tolunoðullarý, Karahanlýlar, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçuklularý, Atabeglikler, Anadolu beylikleri, Memlükler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Osmanlýlar ve Özbekler (Þeybânîler) tarafýndan devam ettirilmiþtir. Kâþgarlý Mahmud’a göre Türk beyleri bayram-

larda ve düðünlerde minareler gibi sofralar kurduruyor, halký yedirip içirdikten sonra sofra takýmlarýný yaðmalatýyordu (Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, III, 438). Bu yaðmalý toylara XI. yüzyýlda “kençliyü” denilmekteydi. Nizâmülmülk’e göre Karahanlý hükümdarlarý gibi Büyük Selçuklu Sultaný Tuðrul Bey de ordusuyla gezintiye ve ava çýktýðý zaman muhteþem sofralar kurdururdu. Toya katýlanlar bu sofralarýn ihtiþamý karþýsýnda hayretler içinde kalýyordu. Sultanlar cömert olmak zorundaydý; aksi takdirde babalýk görevini ihmal etmiþ ve millî hukuka karþý çýkmýþ sayýlýrdý. Müslüman Türk hükümdarlarý ve beyleri toy geleneðini sürdürmüþlerdir. Tuðrul Bey, Abbâsî halifesinin kýzýyla evlenirken büyük bir toy vermiþ, toydan sonra sultanýn sofra takýmý yemeðe katýlanlar tarafýndan yaðma edilmiþtir. Nikâhýn ardýndan hem saltanat çadýrýnýn hem tahtýn önünde Türkler’in saçý âdeti icra edilmiþtir. Diðer taraftan Abbâsî halifesinin sarayýnda düzenlenen düðün eðlencesinde baþta Tuðrul Bey olmak üzere bütün Selçuklu beyleri ve kumandanlarý topluca oyunlar oynamýþlar, Türkçe ezgiler söylemiþlerdir. Sultan Muhammed Tapar 511 yýlý kurban bayramýnda (4-6 Nisan 1118) büyük bir ziyafet düzenlemiþ ve sonunda sofrasýný ve sarayýný yaðmalatmýþtý (Özaydýn, s. 149). Ýbn Bîbî, Anadolu Selçuklu sultanlarýnýn halka verdiði ziyafetlerden sýk sýk bahseder ve yemekten sonra kýymetli eþyalarýn yaðmalandýðýný belirtir. Yaðmanýn gerçekleþtiði ziyafetlerden birinin I. Keykâvus’un düðün töreninde, diðerinin Muînüddin Süleyman Pervâne’nin verdiði, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin de hazýr bulunduðu bir ziyafet sýrasýnda meydana geldiði bilinmektedir (Turan, Türkiye Selçuklularý Hakkýnda Resmî Vesikalar, s. 31). Ýbn Battûta’nýn verdiði bilgiler-

den Anadolu beyliklerinde de bu geleneðin devam ettiði anlaþýlmaktadýr (Seyahatnâme, I, 352). Aksarâyî de Muînüddin Pervâne zamanýnda cuma sabahý umumi ziyafetler düzenlendiðini belirtir (Müsâmeretü’l-aÅbâr, s. 90). BÝBLÝYOGRAFYA :

Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, III, 438; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 163; Sýbt Ýbnü’l-Cevzî, Mirßâtü’z-zamân (nþr. Ali Sevim), Ankara 1968, s. 99; Ýbn Bîbî, el-Evâmirü’l-£Alâßiyye, s. 40, 64, 140, 162, 168, 171, 265, 572; Ebü’lFerec, Târih, II, 315; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’t-tevârîÅ: Histoire des mongols de la Perse (nþr. ve trc. E. M. Quatremère), Amsterdam 1968, s. 139-140; Aksarâyî, Müsâmeretü’laÅbâr, s. 90; Ýbn Battûta, Seyahatnâme, I, 352;

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

271


TOY Dedem Korkudun Kitabý (haz. Orhan Þaik Gökyay), Ýstanbul 1973, s. 4, 145-152, CCCXIII; J. J. M. de Groot, Die Hunnen der vorchristlichen Zeit, Berlin-Leipzig 1921, s. 59; Köprülü, Edebiyat Araþtýrmalarý I, s. 85 vd.; a.mlf., Bizans Müesseselerinin Osmanlý Müesseselerine Tesiri (nþr. Orhan F. Köprülü), Ýstanbul 1981, s. 181 vd.; a.mlf., “Türk Edebiyatýnýn Menþei”, MTM, IV (1331), s. 27-34; Abdülkadir Ýnan, Makaleler ve Ýncelemeler, Ankara 1968, s. 241-254, 646; a.mlf., “Orun ve Ülüþ Meselesi”, THÝTM, I (1931), s. 121, 133; Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ýstanbul 1969, I, 102-110; a.mlf., Türkiye Selçuklularý Hakkýnda Resmî Vesikalar, Ankara 1988, s. 30-31; Zeki Velidî Togan, Oðuz Destaný: Reþideddin Oðuznamesi, Tercüme ve Tahlili, Ýstanbul 1972, s. 47, 49 vd.; Mehmet Altay Köymen, Tuðrul Bey ve Zamaný, Ýstanbul 1976, s. 119 vd.; Ýbrahim Kafesoðlu, “Eski Türklerde Devlet Meclisi (Toy)”, Birinci Millî Türkoloji Kongresi: 6-9 Þubat 1978, Tebliðler, Ýstanbul 1980, s. 205; a.mlf., Türk Millî Kültürü, Ýstanbul 2002, s. 261 vd.; Bahaeddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayýþý, Ankara 1982, s. 78 vd., 96 vd.; Abdülkerim Özaydýn, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, s. 149; Salim Koca, Türk Kültürünün Temelleri, Ankara 2003, II, 78 vd., 115 vd.; Ziya Gökalp, Kitaplar 1 (haz. Þevket Beysanoðlu v.dðr.), Ýstanbul 2007, I, 474 vd.; Tuncer Baykara, “Türklerde Þenlikler, Kutlamalar, Toylar ve Eðlenceler”, Erdem, XII/36, Ankara 2000, s. 867-898; Altan Çetin, “Memlûk Sultanlarýnýn Ýhsan ve Ýn’amlarýna Dair”, EKEV Akademi Dergisi, X/26, Erzurum 2006, s. 101-114.

ÿSalim Koca

TOYNBEE, Arnold J. (1889-1975)

˜

Ýngiliz tarihçi ve tarih felsefecisi.

14 Nisan 1889’da Londra’da doðdu. Ünlü Ýngiliz iktisat tarihçisi Arnold Toynbee’nin yeðenidir. Annesi Ýngiltere’de üniversite diplomasýna sahip ilk kadýnlardandýr. Ýngiltere’nin köklü eðitim kurumlarý Winchester College (Hampshire) ve Balliol College’da (Oxford) Yunan ve Latin klasiklerine dayanan bir eðitim aldý. 1911-1912 yýllarýnda Atina’da British Archeological School’da öðrenim gördükten sonra üç yýl Balliol College’da ders verdi. Yunanistan hükümetinin maddî desteðiyle Londra Üniversitesi’ne baðlý King’s College London bünyesinde açýlan Korais Kürsüsü’nde Bizans ve modern Yunan dili, edebiyatý ve tarihi kurucu profesörü olarak görev yaptý (19191924). Ayný üniversitede milletlerarasý tarih profesörlüðü görevinde bulundu (19251955), emekli olduktan sonra da ders vermeye devam etti. 1925-1955 yýllarý arasýnda Londra’da Kraliyet Milletlerarasý Ýliþkiler Enstitüsü’nde (The Royal Institute of International Affairs / Chatam House) araþtýrma müdürlüðü görevi yaptý. A Study

272

of History adlý on iki ciltlik temel eserinin ilk on cildini bu görevi sýrasýnda yayýmladý. I. Dünya Savaþý yýllarýnda Ýngiliz Dýþiþleri Bakanlýðý’na baðlý Savaþ ve Propaganda Bürosu’nda çalýþtý. Bu görevi kapsamýnda Lord James Bryce ile birlikte “Mavi Kitap” adýyla da bilinen The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire, 1915-1916 (London 1916) adlý propaganda amaçlý derlemeyi hazýrladý (trc. Ahmet Güner – Attila Tuygan – Jülide Deðirmenciler, Osmanlý Ýmparatorluðu’nda Ermenilere Yönelik Muamele, 1915-1916, Ýstanbul 2005).

Ayrýca Savaþ ve Propaganda Bürosu’nun her yýl çýkardýðý Survey of International Affairs’in editörlüðünü yaptý (1925-1946). 1919 ve 1946 Paris Barýþ konferanslarýnda Ýngiliz delegasyonunda görev aldý. 19431946 yýllarýnda Ýngiliz Dýþiþleri Bakanlýðý Araþtýrma Bölümü’nde araþtýrma müdürlüðü yaptý. Manchester Guardian gazetesinin muhabiri sýfatýyla 1921’de Anadolu’ya gidip Türk-Yunan savaþýný izledi. Burada geçirdiði dokuz aylýk süreçte daha önce Yunanistan’a duyduðu sempati zamanla yerini Yunan hükümetine karþý sert eleþtirilere býraktý. Gazetede Yunan ordularýnýn tutumunu kýnayan yazýlar yayýmlayarak Ýngiliz kamuoyuna iþgalci Yunan ordusunun Anadolu’da halka uyguladýðý vahþeti anlattý. Ýngiltere dönüþü, Yunanistan’ýn yenilgiye uðramasýnýn hemen öncesinde yayýmlanan The Western Question in Greece and Turkey. A Study in the Contact of Civilisations adlý kitabýný (London 1922; trc. Kadri Mustafa Oraðlý, Türkiye’de ve Yunanistan’da Batý Meselesi. Medeniyetlerin Temas Noktasýnda Bir Çalýþma, Ýstanbul 2007) hazýrlamaya ko-

yuldu. Yunanistan’a karþý takýndýðý eleþtirel tavýr, Korais Kürsüsü’nü maddî bakýmdan destekleyen Yunan hükümetinin ve kürsünün diðer baðýþçýlarýnýn tepkisini çekince 1924’te bu kürsüdeki görevinden ay-

Arnold J. Toynbee

rýlmak zorunda kaldý. Oxford, Cambridge, Birmingham, Birmingham (Alabama), Princeton, New Jersey, Columbia ve New York üniversitelerinden fahrî doktora unvaný aldý, Fransa Enstitüsü üyeliðine seçildi. 1937’de British Academy’de öðretim üyesi olarak bulundu. 22 Ekim 1975’te öldü. Toynbee’nin uzun akademik hayatýnýn seyrinde iki dünya savaþý belirleyici rol oynamýþtýr. I. Dünya Savaþý sýrasýnda medeniyet kavramýnýn, II. Dünya Savaþý sýrasýnda dinî inançlarýn önemini keþfetmiþ ve bu iki tema ekseninde birçok eser vermiþtir. 1914 sonrasý dönemde Batý medeniyetinin tehdit altýnda bulunduðu tesbitini yapan Toynbee kendine niçin bazý medeniyetler geliþirken diðerlerinin çöktüðü sorusunu sorar. Onun zihninde bu soru 1920’de, Alman filozofu Oswald Spengler’in Der Untergang des Abendlandes adlý eserini (Münih 1920-1922) okumasýyla belirir. Kültürlerin de dört mevsimi bulunduðunu söyleyen Spengler’den etkilenen Toynbee, XIX. yüzyýla damgasýný vuran ilerlemeci tarih anlayýþýna karþý döngüsel tarih anlayýþýný savunur. Fakat medeniyetlerin kaderlerinin yýkýlmak olduðu þeklindeki determinist anlayýþýna karþý çýkarak Spengler’in “medeniyetler insanlar veya yaþayan baþka organizmalar gibi çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaþlýlýk süreçlerinden geçer” þeklinde ifade ettiði organizmacý yaklaþýmýný reddeder. Toynbee, II. Dünya Savaþý’ndan sonra dinî bakýþ açýsýyla tarihin ilâhî bir gerçeklik tarafýndan biçimlendirildiði tezini savunur. Ona göre tarih Tanrý’nýn kendisini içtenlikle izleyenlere açan hareket halindeki görünümüdür. Netice itibariyle Toynbee’nin tarih görüþü Anglikan dindarlýðý ile Spengler’in sisteminin sentezinden meydana gelmektedir. Yeryüzünde bugüne kadar ortaya çýkan otuzun üzerinde medeniyet sayan Toynbee’nin geliþtirdiði medeniyet teorisine göre bir medeniyet meydan okuma ve karþýlýk verme mekanizmasý sayesinde doðar ve geliþir. Toplumlarýn mâruz kaldýðý meydan okuma coðrafî, iklimsel, askerî veya politik olabilir. Bir meydan okumanýn eyleme yol açabilmesi için ne çok sert ne de çok zayýf olmasý gerekir. Etkili bir meydan okuma insaný yaratýcýlýða teþvik eder, fakat mevcut uyumu da bozar. Dolayýsýyla baþta kötülük þeklinde görülebilir. Bir toplum meydan okumalarla karþýlaþýnca yaratýcý azýnlýðý ile bunlara baþarýlý cevaplar vererek kendi ihtiyaçlarýný giderir. Her zaman hareket halinde bulunan toplum böylece medeniyet aþamasýna ulaþýr.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TOYNBEE, Arnold J.

Arnold J. Toynbee’nin el yazýsý ve imzasý (Abdullah Uçman koleksiyonu)

Toynbee medeniyet diye adlandýrýlan geliþmenin teknolojide, bilimde ve gücün kiþisel olmayan biçimde kullanýlýþýndaki geliþmeyle meydana geldiðini, dürüstlükle ve ahlâkî geliþmeyle iliþkisi bulunmadýðýný ileri sürer. Ayrýca ona göre bir medeniyetin büyümesinde toplumun coðrafî geniþlemesi kesin bir ölçü deðildir. Medeniyetin büyümesi yalnýzca teknolojik ilerlemeden ve toplumun fizikî çevre üzerinde gitgide artan egemenliðinden de ileri gelmemektedir. Çünkü teknik ilerlediði halde duraklamýþ toplumlar bulunmaktadýr. Medeniyet, içinde bütün insanlýðýn herkesi kapsayan tek bir ailenin üyeleri gibi tam bir uyum halinde yaþayabileceði bir toplum durumu teþkil etme çabasýdýr. Bu süreçte dinin hayatî bir önemi vardýr. Bir medeniyetin varlýðýný sürdürebilmesi dinle iliþkisinin zayýflamamasýna baðlýdýr. Toynbee insanlarýn din diye inandýklarý þeylerin hayal deðil gerçek olduðu kanýsýndadýr. Onun ifadesiyle yüksek / evrensel dinlerin ortaya çýkýþý insanlýk tarihinde öyle önemli hadiselerdir ki medeniyetlerin çöküþü ya da yükseliþiyle doðduklarý söylenemez. Evrensel dinler, ölen medeniyetler üzerine konan asalaklar deðildir ve yeni uygarlýklara beþik de olmamýþtýr. Yüksek dinlerin çoðu, kendilerine beþik olan uygarlýklarýn sýnýrlayýcý kalýplarýndan kurtulma baþarýsýný göstermiþtir. Civilization on Trial adlý eserinde Toynbee, Batý medeniyetinin Greko-Romen medeniyetin temsilcisi sayýldýðýný ifade etse de Batý medeniyetini sadece Helen medeniyetinin bir sonucu diye görmenin yanlýþlýðýný vurgular. Zira Batý medeniyetinin Hýristiyanlýk aracýlýðýyla Helen medeniyeti kadar Suriye medeniyetiyle de iliþkisi vardýr. Bu sebeple Hýristiyanlýk günümüz Batý medeniyetiyle Helen medeniyeti arasýnda bir köprüdür. Batý medeniyeti tarihin-

de biri dýþ, diðeri iç kaynaklý iki büyük deðiþim yaþanmýþtýr. Devrim niteliðindeki bu deðiþimlerden birincisi Batý’nýn Hýristiyanlýðý kabul etmesiyle ortaya çýkmýþ ve kültürel bir kesintiye yol açmýþtýr. Hýristiyanlýðýn yerini üç yeni “din”e býrakmasýyla meydana gelen ikinci deðiþimde ise dýþ etkinin bir rolü yoktur. Toynbee’ye göre Hýristiyanlýðýn yerini alan Batý kaynaklý bu inançlar bilim, milliyetçilik ve komünizmdir. Dünyada Batýlý kurumlarýn, düþüncelerin ve ideallerin yayýlmasý, Batýlý olmayan halklarýn kendi din ve felsefî geleneklerine (Rusya’da Hýristiyanlýðýn Doðu Ortodoks mezhebi, Çin’de Konfüçyüsçülük, Türkiye’de Ýslâmiyet gibi) baðlýlýklarýnýn azalmasýna yol açmýþtýr. Toynbee insanlýk tarihine iki farklý gözle bakar. Aldýðý klasik eðitim ve hazýrlanmasý yýllar süren A Study of History adlý eseri geçmiþe olan derin ilgisinin göstergesidir. Royal Institute of International Affairs’de çalýþtýðý yýllarda uluslararasý iliþkiler hakkýnda yazdýðý raporlar ise yaþadýðý zamanla kurduðu sýký baðý ortaya koyar. Geçmiþle ve bugünle olan iliþkisini Toynbee þöyle ifade eder: “Bir ayaðým her zaman bugünde, bir ayaðým geçmiþte olmuþtur.” Onun bir ayaðýný yaþadýðý zamanda bulundurmaya özen göstermesi Batý medeniyetinin karþý karþýya bulunduðu tehlikeler konusundaki hassasiyetini gösterir. Toynbee’ye göre intihara eðilimli Batý medeniyetini tehdit eden baþlýca unsurlar nükleer savaþ, teknoloji, uzay keþifleri, aþýrý tüketim, hýrs, aþýrý nüfus artýþý, çevre kirliliði, kaos, ahlâkî çöküntü ve benmerkezciliktir (egosantrizm). Medeniyetlerin doðuþlarýndan çöküþlerine kadar geçen süreçler birbirine benzemektedir. 1. Geliþme çaðý. Bu evrede medeniyetler fizikî çevreleri üzerinde hâkimiyet kurar. 2. Kargaþa zamaný. Bu evrede bozulma sel, kýtlýk, is-

tilâ neticesinde deðil toplumlarýn kendi kendilerini yok eden eylemleri sonucu gerçekleþmektedir. 3. Evrensel devlet süreci. Bu aþamada yükselme nihayete erer, kargaþaya son vermek için büyük bir çaba gösterilir. Muhafazakâr bir nitelik arzeden bu evrede medeniyet donmuþ haldedir. 4. Hükümdarsýz -ara / fetret- dönem neticesinde gelen parçalanma ve yok olma. Eserleri. Medeniyet tarihinden felsefeye, din ve ahlâktan seyahat kitaplarýna kadar çok geniþ bir alanda eser veren Toynbee’nin çalýþmalarýný þu baþlýklar altýnda gruplandýrmak mümkündür: I. Dünya Savaþý sýrasýnda Ýngiliz istihbaratý için yaptýðý çalýþmalar, A Study of History, GrekoRomen araþtýrmalarý, The Royal Institute of International Affairs bünyesinde gerçekleþtirdiði yayýnlar, din meselesi ekseninde kaleme aldýðý eserler, gezi kitaplarý, otobiyografik ve biyografik eserler, yaþadýðý dönemin güncel siyasal tartýþmalarýyla ilgili yayýnlarý. 1. A Study of History. Eserin ilk hazýrlýklarýný I. Dünya Savaþý yýllarýnda yapmýþ, 1921’de yazmaya baþlamýþ ve 1934-1961 yýllarý arasýnda on iki cilt halinde yayýmlamýþtýr (I-III, London 1934; IV-VI, London 1939; VII-X, London 1954; XI, London 1956; XII, London 1961). Birçok dile çevrilen ve özellikle Amerika’da büyük yanký uyandýran bu çalýþmanýn ilk altý cildi D. C. Somervell tarafýndan özetlenerek tek cilt halinde neþredilmiþtir (London 1946). Toynbee de eserini Jane Caplan ile gözden geçirip kýsaltarak bir cilt halinde yeniden yayýmlamýþ (London 1972), bu eser Tarih Bilinci baþlýðýyla Türkçe’ye çevrilmiþtir (trc. Murat Belge, Ýstanbul 1975). Kitabýn iki cilt halinde basýlmýþ bir çevirisi daha vardýr (Ýstanbul 1978). 2. The World and the West (London 1953). Kendine geçmiþ-bugün-gelecek arasýnda ahlâkçý-tarihçi bir rol biçen ve düþüncelerini 1952’de Ýngiliz radyosunda yaptýðý konuþmalarda geniþ kitlelere ulaþtýran Toynbee geçmiþteki saldýrganlýklarýn en büyük sorumlusu olarak Batý medeniyetini gösterir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’nin, Batý’dan ödünç aldýðý “sapkýn” bir inanç olan komünizmi Batýlý liberal deðerlere karþý bir silâh þeklinde kullanmasýnýn Batý medeniyeti için büyük bir tehlike yarattýðýný ileri sürer. Eser bu radyo konuþmalarýndan meydana gelmiþtir (trc. Abdullah Zerrar, Dünya, Batý ve Ýslam, Ýstanbul 2002). 3. America and the World Revolution (New York 1962). Müellif bu çalýþmasýnda Amerika Birleþik Devletleri’nin

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

273


TOYNBEE, Arnold J.

birden zenginleþen sonradan görme bir ülke olduðunu ifade eder. Ona göre Amerika artýk dünya devriminin ilham kaynaðý ve öncüsü deðil evrensel karþý-devrim hareketinin lideridir ve kendi çýkarlarýnýn savunuculuðunu yapmaktadýr. Amerika eskiden Roma’nýn temsil ettiði þeyi temsil etmekte, bolluðun cezasýný çekmekte ve giderek dünyanýn geri kalan kýsmýndan kopmaktadýr. Toynbee’nin diðer baþlýca eserleri þunlardýr: Turkey (Kenneth P. Kirkwood ile, Londra, Benn 1926; Türkiye. Bir Devletin Yeniden Doðuþu, trc. Kasým Yargýcý, Ýstanbul 1971; Kasým Yargýcý – M. Ali Yalman, Türkiye ve Avrupa, Ýstanbul 2002; Hülya Karaca, Türkiye. Ýmparatorluktan Cumhuriyete Geçiþ Serüveni, Ýstanbul 2003). Survey of International Affairs, Royal Institute of International Affairs, yýllýk, 19251946; Civilization on Trial (London 1948; trc. Ufuk Uyan, Medeniyet Yargýlanýyor, Ýstanbul 1980; Kasým Yargýcý – M. Ali Yalman, Uygarlýk Yargýlanýyor, Ýstanbul 2004); Greek Historical Thought from Homer to the Age of Heraclius (LondonToronto 1950); An Historian’s Approach to the Religion (London 1956; Fransýzca’dan trc. Ýbrahim Canan, Tarihçi Açýsýndan Din, Ýstanbul 1978); Christianity Among the Religions of the World (NewYork 1957; trc. Mehmet Aydýn, Hýristiyanlýk ve Dünya Dinleri, Konya 2000); Hellenism: The History of a Civilization (New York 1959); Change and Habit. The Challenge of our Time (London 1966); Acquaintances (London 1967; trc. Deniz Öktem, Hatýralar: Tanýdýklarým, Ýstanbul 2005); Some Problems of Greek History (LondonNew York-Oxford 1969); Experiences (Oxford 1969). BÝBLÝYOGRAFYA : P. Geyl, Debates with Historians, London 1955, s. 91-178; A. Hourani, A Vision of History: Near Eastern and Other Essays, Beirut 1961, s. 1-34; K. Winetrout, “Toynbee, Arnold”, Thinkers of the 20 th Century (ed. E. Devine v.dðr.), New Delhi 1987, s. 574-576; “Toynbee, Arnold Joseph”, The Blackwell Dictionary of Historians (ed. J. Cannon), Oxford 1988, s. 416-417; Kemalettin Parlak, Arnold J. Toynbee ve Batý Medeniyeti Karþýsýnda Osmanlý Ýmparatorluðu (yüksek lisans tezi, 1993), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Türkkaya Ataöv, “History and Prof. Toynbee. A Critique of Western Interpretation”, Milletlerarasý Münasebetler Türk Yýllýðý, IX, Ankara 1968, s. 40-63; R. Clogg, “Politics and the Academy: Arnold Toynbee and the Koraes Chair”, MES, XXI/4 (1985), s. v-ix, 1-117; Kubilay Aysevener, “Arnold J. Toynbee’nin Tarih Görüþü”, Felsefe Dünyasý, sy. 6, Ankara 1992, s. 55-66; “Toynbee’nin Gözünde Türkler” (trc. Azmi Özcan), Ýzlenim, sy. 11, Ýstanbul 1993, s. 60-64.

ÿEnes Kabakcý

274

TOYRÂNÎ

(ö. 1897)

˜

Osmanlý âlimi, þair ve edip.

1850’de babasýnýn görev sebebiyle bulunduðu Kahire’de doðdu. Adý Hasan Hüsnü, babasýnýn adý Hüseyin Ârif, dedesinin Hasan Sührâb’dýr. Osmanlý Müellifleri’nde Toyrânî Sührâbzâde Hocaoðlu þeklinde geçer (II, 151). Toyrânî nisbesi, Makedonya’nýn güneydoðusundaki Toyran (Doyran) gölü sahilinde Yunanistan sýnýrýna yakýn bir yerde bulunan Toyran kasabasýndan gelir. Ailesinin Türk asýllý olduðu ve atalarýnýn Makedonya’da uzun süre kumandanlýk yapan Büyük Ali Paþa’ya dayandýðý kaydedilir (M. Abdülganî Hasan, s. 83). Muhtemelen Kahire’de öðrenim görmüþtür. Kaleme aldýðý eserler özellikle Arap edebiyatýna ilgi duyup kendini yetiþtirdiðini kanýtlamaktadýr (Osmanlý Müellifleri, II, 151). Tahsilini tamamladýktan sonra bazý Afrika, Asya ve Rumeli ülkelerini ziyaret etti. Bir kýsým kaynaklarda Toyran’da yaþayan amcasýnýn oðlu Ali Bey Atâullah ile yazýþtýðý zikredilmektedir (M. Abdülganî Hasan, s. 94). Otuz yaþýna geldiðinde özellikle þiir ve edebiyat alanýnda adý duyulmaya baþladý. Mýsýr’daki memuriyetlerinin yaný sýra bazý gazetelerde yazýlar yazdý. Ýstanbul’daki Cem‘iyyet-i Rusûmiyye üyeliðine tayin edildi (Osmanlý Müellifleri, II, 151). 1880’de Ýstanbul’a yerleþen Toyrânî 1884’te elÝnsân adlý Arapça bir dergi yayýmladý; kýsa bir zaman sonra dergi günlük gazeteye dönüþtü. Yine Ýstanbul’da Ýrtikå ve Zaman gibi Türkçe, el-Ý£tidâl ve es-Selâm gibi Arapça gazetelerin çýkarýlmasýnda öncülük etti. Uzun süre Ýstanbul’daki gazetelerde yazýlarý neþredildi. Daha sonra Kahire’ye gidip yerleþti. en-Nîl gazetesi, eþÞems, ez-Zirâ£a, el-Ma£ârif gibi dergilerin kuruluþunda önayak oldu ve çeþitli yazýlar yayýmladý. Hayatýnýn son yýllarýnda tekrar Ýstanbul’a dönen Toyrânî vefatýnda Þeyh Hasîb Efendi Dergâhý hazîresinde defnedildi. Toyrânî þiire, edebî nesre ve gazeteciliðe önem vermiþ, bilhassa Arap dünyasýnda Osmanlý aleyhtarlýðýna yönelik yazýlara reddiyeler kaleme almýþtýr. Kullandýðý edebî dil ve samimi üslûp onun Osmanlý Devleti’ne olan baðlýlýðýnýn iþaretidir. Toyrânî, bir taraftan Batý dünyasýný anlamaya çalýþýrken diðer taraftan Ýslâm medeniyetinin üstünlüðünü dile getirmiþ, dönemindeki ayrýlýkçý milliyetçi akýmlara karþý din faktörünü öne çýkararak Osmanlý hâkimiyeti altýnda birlik çaðrýsýnda bulunmuþtur.

Eserleri. Toyrânî’nin yazdýðý eserlerin çoðu küçük risâleler halindedir. Altmýþ civarýnda Arapça ve on civarýnda Türkçe eseri yayýmlanmýþtýr. Bu eserler arasýnda þunlar zikredilebilir: 1. ¡emerâtü’l-¼ayât (Kahire 1300). Arapça þiirlerini içeren divanýdýr. Abdülganî el-Arîsî’nin yaptýðý seçmeler el-MuÅtâr min ¡emerâti’l-¼ayât adýyla neþredilmiþtir (Kahire 1325). 2. Hülâsa-i Medeniyyet-i Ýslâmiyye (Ýstanbul 1304). Ýslâm medeniyetinin Batý medeniyeti karþýsýnda üstünlüðüne deðinilen kýrk sekiz sayfalýk Türkçe bir risâledir. 3. enNeþrü’z-zührî fî resâßili’n-neþri’d-dehrî (Ýstanbul 1306). Bazý konulara yönelik felsefî ve siyasî yorumlardan ibarettir. 4. el-Mebâdißü’l-¥üseyniyye fî u½ûli’l-¼ikmeti’d-dîniyye (Kahire 1309). Eserde usûlü’d-dîn kitaplarýndan iktibas edilmiþ elli kaide zikredilip yorumlarý yapýlmýþtýr. 5. el¥aššu rû¼u’l-fa²île (Kahire, ts.). Risâle halindeki eser felsefeyle ilgilidir. 6. Mašåle fî icmâli’l-kelâm £alâ mesßeleti’l-Åilâfe beyne ehli’l-Ýslâm (Kahire 1309). 7. ƒa¹¹ü’l-iþârât (Kahire 1310). Arapça harflerdeki nokta vb. iþaretlere dair bir risâledir. 8. el-Æavlü’l-fa½l (Kahire 1313). Ebü’lHüdâ es-Sayyâdî hakkýnda kaleme alýnan bir risâledir. Toyrânî’nin bunlardan baþka gazete ve dergilerde yayýmlanýp, baþta Süleymaniye olmak üzere çeþitli kütüphanelerde kayýtlý olan eserleri bulunmaktadýr (Osmanlý Müellifleri, II, 151-152; Serkîs, II, 1253; Yûsuf Es‘ad Dâgýr, II, 563-564). BÝBLÝYOGRAFYA :

Osmanlý Müellifleri, II, 151-152; Filib di Tarrâzî, TârîÅu’½-½ý¼âfeti’l-£Arabiyye, Beyrut 1913, II, 224; L. Þeyho, el-Âdâbü’l-£Arabiyye fi’l-šarni’ttâsi £ £aþer, Beyrut 1926, II, 102-103; Serkîs, Mu£cem, II, 1253; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 303; Ziriklî, el-A£lâm, II, 201; C. Zeydân, TârîÅu âdâbi’l-lu³ati’l-£Arabiyye, Kahire, ts. (Dârü’l-hilâl), IV, 251; M. Abdülganî Hasan, A£lâm mine’þ-þarš ve’l-³arb, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 82-94; Yûsuf Es‘ad Dâgýr, Me½âdirü’d-dirâsâti’l-edebiyye, Beyrut 1983, II, 563-564; Kåmûsü’l-a‘lâm, IV, 3028; Atanasije Uroševic, “Dojran”, Enciklopedija Jugoslavije, Zagreb 1968, III, 35-36.

ÿMuhammed Aruçi

˜

TÖHMET ( ?45 ‫) א‬ Bir kimse hakkýnda zanna dayalý olarak hüküm verme, suç isnadýnda bulunma anlamýnda fýkýh terimi.

Sözlükte “bir þeyi düþünürken aklý baþka yere kaymak; kuruntu içine düþmek” anlamlarýndaki vehm kökünden türeyen ve “zan, þüphe; suç, kabahat; zan altýna

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖHMET

sokma, suçlama” gibi mânalara gelen töhmet (tühme) fýkýhta “bir özelliðine, baþkalarýyla olan menfaat, akrabalýk gibi iliþkilerine veya eylemlerine bakarak bir kimse hakkýnda zanna dayalý kanaat belirtme ve bu sebeplerden ötürü ona suç isnat etme” þeklinde tanýmlanabilir. Ayný kökten türeyen ithâm “töhmet altýnda tutmak, suçlamak”, ittihâm “töhmet altýnda olmak” anlamýndadýr. Ýtham altýnda olan kiþiye müttehem denir. Töhmetin ispata ihtiyaç duyulmayacak derecede açýk olanýna “zâhir töhmet”, böyle olmayana “zayýf töhmet”, haksýz olanýna “bâtýl töhmet” denir. Kur’ân-ý Kerîm’de töhmet kelimesi geçmemekle birlikte birçok âyette insanlara haksýz yere isnat ve iftirada bulunulmasý kesin biçimde yasaklanmýþ, bir kimse hakkýnda kati bir delile veya bilgiye dayanmadan sadece tahmin ve ihtimallere göre hüküm verilmesi kýnanmýþtýr (Yûnus 10/36; el-Hucurât 49/12; en-Necm 53/23, 28). Hadislerde de suizandan kaçýnýlmasý istenmiþ ve hüsnüzanda bulunulmasý teþvik edilmiþtir (Müslim, “Birr”, 32; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 81). Hz. Peygamber, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kiþilerin suçlama / suçlanma ve kýnanmaya sebep olacak davranýþlar içinde olmamasýný, bunlarýn yapýldýðý yerlerde durmamasýný tavsiye etmiþtir (Buhârî, “Ý.tikâf”,11; Müslim, “Selâm”, 24). Hz. Ali de, “Ýnsanlarýn yadýrgayacaðý yerlerden uzak durun” sözüyle müslümanlarýn hoþ karþýlanmayacak, yanlýþ anlamalara ve haksýz ithamlara sebep olabilecek davranýþlardan kaçýnmalarý gerektiðini vurgulamýþtýr (Serahsî, III, 58). Öte yandan Resûlullah, yargýlama hukukuyla ilgili hadislerinde tek taraflý iddialara binaen hüküm verilmesinin hak ihlâllerine yol açacaðýný belirtmiþ (Nesâî, “Âdâbü’l-kudât”, 36) ve þüphe durumunda had cezalarýnýn düþürülmesini istemiþtir (Ýbn Mâce, “Hudûd”, 5). Mecelle’de, “Þek ile yakýn zâil olmaz” (md. 4) biçiminde ifade edilen küllî kaide, töhmet durumlarýnýn deðerlendirilmesi sýrasýnda fakihlerin öncelikle yararlandýðý bir ilke olmuþtur. Ýbâdât, muâmelât ve ukubât alanlarýnda sözlük anlamýyla sýkça kullanýlan töhmet kavramýnýn fýkýh literatüründe kuþatýcý bir tanýmýna rastlanmamýþtýr (Bender b. Fehd, s. 22). Davalarý töhmet davalarý ve bu nitelikte olmayanlar þeklinde ikiye ayýran Ýbn Teymiyye ve Ýbn Kayyim el-Cevziyye töhmet davasýný “bir kimsenin adam öldürme, yol kesme, hýrsýzlýk gibi genelde ispat edilmesi güç olan ve ispat edildiðinde cezalandýrmayý gerektiren haram bir fiili iþlediðini iddia etme” þeklinde sadece

ceza hukukundaki kullanýmý dikkate alarak tanýmlamýþtýr (e¹-ªurušu’l-¼ükmiyye, s. 93-94). Töhmet Osmanlý hukuk literatüründe “birine isnat olunan suç, kabahat; suçlama / suç isnadý” anlamlarýnda kullanýlmýþtýr. Öte yandan Ýzzeddin b. Abdüsselâm ve Þehâbeddin el-Karâfî gibi fakihler, töhmetin terim anlamýyla ilgili bir taným vermeden kadý ve þahitler hakkýnda ileri sürülebilecek töhmetleri kuvvetli ve zayýf kýsýmlarýna ayýrýp bunlarý örneklerle açýklamýþtýr (Æavâ£idü’l-a¼kâm, II, 2930; el-Furûš, IV, 43, 70). Töhmet kavramýný bazý çaðdaþ Ýslâm hukukçularýnýn “suç isnadý” þeklinde dar anlamýyla ele alýp bu çerçevede sanýk haklarý (hukuku’l-müttehem) konusunu inceledikleri görülmektedir. Ýbadetler alanýnda töhmet, bazý eylemlerine bakarak bir kimse hakkýnda olumsuz bir hükme varmayý belirtmek üzere kullanýlmýþtýr. Hasta veya yolcu olduðundan ramazan ayýnda oruç tutmama ruhsatýný kullanan bir müslümanýn bu durumu bilmeyenlerin yahut yanlýþ anlayacak kimselerin huzurunda açýktan yiyip içmesi töhmet kelimesinin bu alandaki kullanýmýna örnek gösterilebilir (Bilmen, Büyük Ýslâm Ýlmihali, s. 284; namaz konusunda bir örnek için bk. Mehmed Zihni Efendi, II, 488). Bu tür örneklerde müslümanlarýn baþkalarýnýn yanlýþ anlamalarýna, suizanda bulunup yadýrgamalarýna veya kýnamalarýna sebep olacak hal ve davranýþlardan kaçýnmalarý gerektiðine dikkat çekilmek istenmiþtir. Muâmelât alanýnda töhmet kelimesi, “herhangi bir tasarrufu hukuken aranan þart ve niteliklerine uygun biçimde yapan bir kiþinin bunu birilerinden mal kaçýrma vb. amaçlarla yaptýðýný iddia etme” anlamýnda kullanýlýr. Meselâ borca batmýþ bir kiþinin veya ölüm halindeki bir hastanýn borç ikrarýnda bulunmasý yahut karýsýný boþamasý durumunda bu iddia gündeme gelir. Zira fýkýh âlimleri, hâkim tarafýndan borç veya iflâs sebebiyle hacr altýna alýnmýþ (kýsýtlý) bir kiþinin, alacaklýlarýndan veya mirasçýlarýndan mal kaçýrma maksadýyla yaptýðý anlaþýlan borç ikrarlarýnýn ve þüpheli tasarruflarýnýn geçersiz olduðunu ifade etmiþtir. Hatta Mâlikîler ile Hanbelîler’den Ýbn Teymiyye ve Ýbn Kayyim’e göre müflis borçlunun hâkim tarafýndan iflâsýna karar verilmeden önce yaptýðý bu tür tasarruflarý bâtýldýr (Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Ý£lâmü’l-muvaššý£în, IV, 8-9). Fakihlerin büyük çoðunluðu, ölümcül bir hastalýða yakalanan kimsenin karýsýný mirastan mahrum etme düþüncesiyle boþamýþ olacaðýný ileri sürerek böyle bir boþama-

nýn geçersiz olduðu görüþündedir (Serahsî, VI, 154-156). Yargýlama hukukunda töhmet kelimesi, daha ziyade hâkimin davada tarafsýz kalamayacaðýnýn kesin olduðu durumlarý veya tarafsýzlýðýndan þüpheye düþülebilecek hal ve davranýþlar içinde bulunmasýný, þahidin de davada doðru þahitlik yapamayacaðýnýn ortaya çýktýðý yahut doðruluðunda þüphe edilmesine yol açan durumlarý belirtmek üzere kullanýlýr. Mahkemede kâtip, mübâþir, kasým, müzekkî, tercüman gibi sýfatlarla yargýlama faaliyetine katýlan kimselerin töhmete yol açacak durum ve davranýþlardan kaçýnmasý gerekli görülmekle birlikte mahkeme heyetinin baþý olan kadýnýn konumu bu açýdan merkezî bir önem taþýr. Bu sebeple fýkýh kitaplarýnda hâkimin taraflara eþit ve âdil davranmakla yükümlü olduðu sýk sýk vurgulandýðý gibi günlük yaþayýþýnda ve görevi baþýnda iþgal ettiði makamýn yüceliðiyle baðdaþmayan ve mânevî nüfuzunu kaybetmesine sebebiyet verecek hal ve davranýþlardan, özellikle taraflarýn hediyesini kabul etme, davetlerine katýlma, taraflardan birine nasihat etme, yol gösterme, görüþünü beyan etme, taraflardan biriyle tek baþýna görüþme, yargýlama sýrasýnda taraflardan birine el, göz, baþla iþaret etme yahut gizli söz söyleme gibi töhmet ve suizanna sebep olabilecek hal ve hareketlerden kaçýnmasý gerektiði ifade edilmiþtir (Mâverdî, s. 58; Bilmen, Kamus2, VIII, 220-221; Mecelle, md. 1796-1799, 1808). Ýlgili literatürde duruþmalarýn alenî þekilde halka açýk yerlerde yapýlmasý ve hâkimin yargýlama esnasýnda güvenilir kiþileri yanýnda þahit olarak bulundurmasý üzerinde ýsrarla durulduðu görülür. Bazý fakihler de hâkimin sýrf þahsî bilgisine dayanarak hüküm vermesinin töhmete yol açabileceðini belirtip kesin delillerden hareketle hüküm vermesi gerektiðini söylemiþtir (Vehbe ez-Zühaylî, VI, 490-492). Bu tavsiye ve görüþler hâkimin tarafsýzlýktan uzaklaþtýðýnýn uluorta ileri sürülmesine, böylece mânevî nüfuzunu kaybetmesine fýrsat verilmemesi amacýný taþýmaktadýr. Yine fýkýh eserlerinde hâkimin davaya bakarken tarafsýz olmasý gerektiði, taraflardan biriyle veya davanýn içeriðiyle yakýn ilgisi varsa duygularýnýn etkisinden tamamen kurtulamayýp tarafsýzlýðýný yitirebileceði vurgulanmýþ, tarafsýz kalamayacaðýnýn kesinleþtiði veya bu hususta ciddi þüphelerin bulunduðu hallerde davaya bakamayacaðý kabul edilmiþtir. Fýkýh âlimlerinin büyük çoðunluðu, hâkimin özellikle kendisinin ve lehine þahitlik yapamayaca-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

275


TÖHMET

ðý kimselerin lehine hükmedemeyeceðini, aksi takdirde bu hükmünün töhmet sebebiyle geçerli sayýlmayýp bozulacaðýný söylemiþtir (Þehâbeddin el-Karâfî, IV, 43; Abdülkerîm Zeydân, s. 271-272; Vehbe ezZühaylî, VI, 496). Hanefîler’e göre hâkim töhmet sebebiyle kendisi, üst soyundan ve alt soyundan biri, eþi, vekili, özel iþçisi, -dava konusu malda ortaklýðý varsa- ortaðý ve maddî yardýmýyla geçinen kiþinin davasýna bakamaz, onlar lehine hükmedemez (Mecelle, md. 1808); fakat lehine tanýklýk edebileceði yakýnlarýnýn davalarýna bakýp lehlerine hükmedebilir. Bu mezhepteki bir görüþe göre hâkim kendisiyle aralarýnda düþmanlýk bulunan kimselerin davalarýna bakýp onlar aleyhine de hükmedemez; diðer bir görüþe göre ise âdil olan bir hâkimin böyle bir hükmü nâfiz olur (Ýbn Âbidîn, V, 357; Bilmen, Kamus2, VIII, 224).

bul sayýlmadýðý gibi bir kimsenin üvey annesi, üvey babasý, üvey oðlu, kayýnpederi, kayýnvâlidesi gibi kimselerin lehine þehâdetinin de kabul edilemeyeceðini söylemiþlerdir. Þâfiîler’e göre karý koca birbiri lehine þahitlik yapabilir. Zâhirî fakihi Ýbn Hazm, “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun. Kendiniz, anne babanýz ve akrabanýz aleyhine de olsa Allah için þahitlik eden kimselerden olun” âyetini (en-Nisâ 4/135) ve konuya iliþkin hadisleri delil göstererek bir hakkýn ortaya çýkmasý için âdilâne bir þekilde þahitlik yapmanýn -bu þahitlik bir yakýnýn lehine veya bir düþmanýnýn aleyhine bile olsa- dinî bir vecîbe olduðunu, dolayýsýyla akrabalýk, dostluk, iþçilik, ortaklýk, kefalet, vasiyet gibi iliþkilerin þahitliðin kabulüne engel teþkil etmediðini ileri sürmüþtür (el-Mu¼allâ, VIII, 505510).

ðu için bu tür davalarda sadece ihlâlden zarar gören kimselerin deðil baþta yöneticiler o toplumda yaþayan herkesin söz hakký bulunduðu kabul edilir. Bu yetki, bir toplumda iyiliði hâkim kýlýp kötülüðü önleme yönündeki ortak görev ve sorumluluðun bir parçasýný teþkil eder. Bu tür kamu davalarýna bu iþin sýrf Allah rýzasý / kamu yararý için yapýldýðýný belirtmek amacýyla “hisbe davasý, hisbe þahitliði” adý da verilir.

Töhmet kavramý muhakeme hukukunda büyük önem taþýyan þahitlik konusuyla da yakýndan ilgilidir. Fakihler, hakkýnda töhmet bulunan kiþinin þahitliðinin delil olarak kabul edilmeyeceði hususunda görüþ birliði içindedir (Abdülkerîm Zeydân, s. 181; Vehbe ez-Zühaylî, VI, 568, 780). Ancak bazý âlimler konuyu ele alýrken töhmetin derecelerini ayýrt etmiþlerdir. Meselâ Mâlikî fakihlerinden Karâfî töhmet kuvvetli ise þahitliðin reddinde dikkate alýnacaðý, zayýf ise alýnmayacaðý hususunda icmâ bulunduðunu, kuvvetli veya zayýf diye nitelenmesi ihtilâfa açýksa dikkate alýnýp alýnmayacaðý hakkýnda farklý görüþler ileri sürüldüðünü kaydeder (el-Furûš, IV, 7071). Hanefîler’e göre þahitliðin kabul edilebilmesi için þahidin âdil olmasý, kendi davasýnda þahitlik etmemesi, aleyhine þahitlik yaptýðý kiþi ile aralarýnda bir düþmanlýðýn ve lehine þahitlik ettiði kiþi ile aralarýnda bir menfaat iliþkisinin bulunmamasý gerekir. Meselâ usul ve fürûun, karý ile kocanýn birbirleri lehine þahitliði kabul edilmez, diðer yakýnlarýn birbiri lehine þahitliði kabul edilir. Yine bir kimsenin geçimini saðladýðý insanlar veya özel iþçisi konumundakiler lehine, ortaklarýn þirket malýyla ilgili olarak birbirleri lehine, kefilin kefalet konusu meblaðýn asil tarafýndan ödendiðine dair þahitliði geçerli sayýlmaz; birbirinin mallarýnda harcama yapacak kadar samimi olmayan dostlarýn birbiri lehine þehâdeti ise kabul edilir (Mecelle, md. 17011702; Bilmen, Kamus2, VIII, 129-130). Mâlikîler, þahitle lehine þahitlik yaptýðý kiþi arasýnda kan baðýnýn ve evlilikten doðan bir yakýnlýðýn bulunmamasý gerektiðini, usul ve fürûun birbiri lehine þahitliði mak-

Ceza muhakemesinde töhmet yargý önünde zan ve þüpheye dayalý olarak birisine suç isnadýnda bulunmayý ifade eder. Böyle bir isnat halinde suçlayan “müddeî” (davacý) ve suçlanan “müddeâ aleyh” (davalý) konumunda kabul edilir. Ayrýca hakkýnda ithamda bulunulan kiþi için müttehem, maznun (sanýk) tabirleri de kullanýlýr. Ýslâm hukukçularý, suç isnadýnýn yargý makamlarý tarafýndan dinlenip hükme baðlanabilmesi için isnat edilen þuç, ithamda bulunan ve itham edilen kiþilerle ilgili bazý þartlarýn varlýðýný gerekli görürler. Þikâyet / dava konusu þuçun belli ve bilinir olmasý ve ispat edildiðinde ilgiliye belli bir ceza verilecek mahiyette bulunmasýnýn yaný sýra þarap içme, sarhoþluk, zina gibi haddi gerektiren suçlarda iþlendiði iddia edilen suçun üzerinden belli bir sürenin geçmemiþ olmasý gerekir. Zira üzerinden belli bir süre geçen bu tür suçlarýn resmî makamlara intikal ettirilmesinde geç kalýnmasý suçun ispatýný zorlaþtýracaðý gibi böyle bir suç isnadýnýn husumetten kaynaklandýðý þüphesi de gündeme gelir. Ýthamda bulunan kiþinin temyiz kudretine sahip, ad ve adresinin belli ve bilinir olmasý, sýrf kul haklarý konusunda suç isnadýnýn hak sahibi olarak veya vekil, nâib gibi temsilcisi sýfatýyla yapýlmasý, hatta bazý fakihlere göre ergenlik çaðýna ulaþmýþ olmasý þarttýr. Zira yargý makamlarý davacýsý bilinen davalarý iþleme koyabilir, sýrf kul haklarýnýn ihlâline iliþkin ceza davalarýný da hak sahibinin veya temsilcisinin talep ve takibine baðlý olarak dinleyebilir. Allah hakkýnýn galip geldiði ceza davalarý toplumun ortak düzen ve yararýnýn ihlâlini önlemeye yönelik kamu davasý mahiyetinde oldu-

(aksi ispat edilinceye kadar kiþinin suçsuz ve borçsuz kabul edilmesi) asýldýr” ilkesi gere-

276

Hakkýnda suç isnat edilen kiþinin özellikle o suçu iþleyebilecek güçte ve durumda olmasý, ad ve adresinin bilinmesi þartlarý da aranýr. Ýbn Ferhûn ve Ýbn Kayyim elCevziyye gibi fýkýh âlimleri, haklarýnda töhmet söz konusu olan kiþileri üç kýsma ayýrarak yargý makamlarýnca bunlarla ilgili hangi kurallarýn uygulanmasý gerektiðini þöyle açýklamýþlardýr: a) “Berâet-i zimmet

ðince geçmiþ töhmeti bulunmayan, toplumda itibar sahibi olan kiþileri yýpratmak amacýyla yapýlan yersiz ve tutarsýz ithamlara itibar edilmez, onlara karþý herhangi bir iþlem yapýlmaz. b) Önceden suçu sabit olup ceza almýþ kimselere karþý yapýlan ithamlar dikkate alýnarak cezaî kovuþturma baþlatýlýr. Soruþturma süresince bu kiþiler hakkýnda -gözetim altýnda tutma gibi- bazý idarî ve ihtiyatî tedbirler alýnabilir. Nitekim bir kýsým kaynaklarda Hz. Peygamber’in kendilerine suç isnat edilen kiþileri kýsa süreli olarak ihtiyaten hapsettiði nakledilmektedir (Ebû Dâvûd, “Akçýye”, 29). c) Hakkýnda suç isnadýnda bulunulan, ancak suç iþleme açýsýndan geçmiþ durumu hakkýnda bilgi edinilemeyen kiþiler de soruþturma süresince ihtiyatî tedbir mahiyetinde hapsedilebilir; bunlar, tutuksuz yargýlanmak üzere isnat edilen suçun mahiyetine göre kefaletle veya kefaletsiz serbest býrakýlabilir. Töhmet sebebiyle uygulanabilecek âzami hapis süresi tartýþmalýdýr. Konuyla ilgili hadislerde belirtildiði üzere tek taraflý iddia ve beyanlara dayanýlarak hüküm verilemez (Buhârî, “Tefsîr”, 3/2; Müslim, “Akçýye”, 1; Ýbn Mâce, “Ahkâm”, 7). Bir kimseye isnat edilen suçun kesin delillerle ispat edilmesi gerekir (Tirmizî, “Ahkâm”, 12). Ýkrar, þahitlik ve karîne-i katia bu deliller arasýndadýr. Ceza hukukunda yemin deliline istisnaî olarak baþvurulur. Mâlikîler bu tür yemine töhmet yemini adýný verirler. Meselâ vekil, mudârib, vedî gibi emin kabul edilen kimselerin ellerinde emaneten bulunan mallarýn

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖKÖLÝ, Ýmre

zayi olmasýnda bunlarýn kasýt ve kusurlarýnýn bulunduðundan þüphe edilmesi halinde bunlara bir kasýt ve kusurlarýnýn olmadýðýna dair yemin verdirilir. Ýspat yükü iddia sahibine aittir. Fakihlerin çoðunluðuna göre mütteheme suçunu itiraf etmesi için baský ve iþkence yapýlamaz. Ýslâm hukukunda þüphenin bulunmasý halinde bundan sanýðýn yararlanmasý esastýr. Hz. Peygamber’in, “Þüpheli durumlarda had cezalarýný kaldýrýn” (Ýbn Mâce, “Hudûd”, 5; Þevkânî, VII, 117-118); “Elinizden geldiði kadar müslümanlardan had cezalarýný düþürün; onun için bir çýkýþ yolu varsa býrakýn gitsin. Zira devlet baþkanýnýn afta hata etmesi cezada hata etmesinden hayýrlýdýr” (Müsned, V, 160; Tirmizî, “Hudûd”, 2) hadisleri hükmünce kesin olarak ispat edilemeyen had ve cinayet suçlarýna sadece zan, tahmin ve itham üzerine had ve kýsas cezasý uygulanamaz. Ancak þüphe ile had ve kýsas cezasýnýn düþmesi halinde sanýk berâet edebileceði gibi ta‘zir nevinden bir cezaya da mahkûm edilebilir.

mü’l-ša²âß fi’þ-þerî£ati’l-Ýslâmiyye, Baðdad 1984, s. 181, 271-272; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýšhü’l-Ýslâmî ve edilletüh, Dýmaþk 1405/1985, VI, 490492, 496, 568, 780; Tâhâ Câbir el-Alvânî, “Hukuku’l-müttehem fî merhaleti’t-tahkýk”, el-Müttehem ve ¼uš†šuhû fi’þ-þerî£ati’l-Ýslâmiyye, Riyad 1406/1986, I, 15-53; Bender b. Fehd es-Süveylim, el-Müttehem mu£âmeletühû ve ¼uš†šuhû fi’l-fýšhi’l-Ýslâmî, Riyad 1408/1987, s. 19140; Fahrettin Atar, Ýslâm Ýcrâ ve Ýflâs Hukuku, Ýstanbul 1990, s. 249, 414; a.mlf., Ýslâm Adliye Teþkilâtý, Ankara 1991, s. 120-121; “Tuhmet”, Mv.F, XIV, 92-95.

ÿFahrettin Atar

Dinin kesin esaslarýna aykýrý bir hadisin rivayetinde tek kalan veya insanlar arasýnda yalan söylediði tesbit edilen bir râviye þüpheyle yaklaþma anlamýnda terim

˜ –

BÝBLÝYOGRAFYA :

Lisânü’l-£Arab, “vhm”, “znn”, “ryb” md.leri; Tâcü’l-£arûs, “vhm”, “znn”, “ryb” md.leri; Kåmûs Tercümesi, “vhm”, “znn”, “þkk” md.leri; M. F. Abdülbâký, el-Mu£cem, “znn”, “þhd”, “hkm”, “.adl” md.leri; Wensinck, el-Mu£cem, “vhm”, “þbh” md.leri; Müsned, V, 160; Mâverdî, el-A¼kâmü’ssul¹âniyye, Kahire 1909, s. 55, 58, 70-71, 192195; Ýbn Hazm, el-Mu¼allâ, VIII, 505-510; Serahsî, el-Mebsû¹, III, 58; VI, 154-156; XVI, 64-78, 121137; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 534-536, 544-545; Kâsânî, Bedâßi £, VII, 9-14, 46; Ýbn Kudâme, el-Mu³nî (Herrâs), IX, 54-56, 81-83, 190198; Ýzzeddin Ýbn Abdüsselâm, Æavâ£idü’l-a¼kâm, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I-II, tür.yer.; Þehâbeddin el-Karâfî, el-Furûš, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), IV, 43-44, 70-71, 172; Takýyyüddin Ýbn Teymiyye, el-Fetâva’l-kübrâ, Beyrut 1408/1987, tür.yer.; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-¼ašåßiš, Bulak 1314, IV, 178, 219-221; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, e¹-ªurušu’l-¼ükmiyye, Kahire 1317, s. 93-94, 100-105; a.mlf., Ý £lâmü’l-muvaššý£în (nþr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1973, IV, 8-9; Burhâneddin Ýbn Ferhûn, Teb½ýratü’l-¼ükkâm (nþr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, I, 92, 257270; II, 156-162; Alâeddin et-Trablusî, Mu£înü’l¼ükkâm, Kahire 1310, s. 39, 217-218; Ýbnü’lHümâm, Fet¼u’l-šadîr (Bulak), V, 465-470; VI, 26-33; Þirbînî, Mu³ni’l-mu¼tâc, IV, 385, 391393, 398-400, 433-437; Muhammed b. Abdullah el-Haraþî, Þer¼u MuÅta½arý ƒalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdýr), VII, 162-164, 179-180; Þevkânî, Neylü’l-ev¹âr, VII, 117-118; Ýbn Âbidîn, Reddü’l-mu¼târ (Kahire), V, 357, 478-479; Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i Ýslâm, Ýstanbul 1313, II, 488; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, Ýstanbul 1330, tür.yer.; Elmalýlý, Hak Dini, VI, 4472; Bilmen, Kamus2, VIII, 46, 68, 129-130, 135-136, 219-221, 224-225; a.mlf., Büyük Ýslâm Ýlmihali, Ýstanbul 1986, s. 284; M. Re’fet Saîd, el-Müttehem ve ¼uš†šuhû fi’þ-þerî£ati’l-Ýslâmiyye: Ta£vî²ü’l-müttehem, Zerkå/Ürdün 1403/1983, s. 9-62; Abdülkerîm Zeydân, Ni¾â-

TÖHMETÜ’r-RÂVÎ ( + ‫? א !א‬45 )

(bk. KÝZB).

™ —

TÖKÖLÝ, Ýmre (ö. 1705)

˜

Osmanlýlar’a baðlý Orta Macar kralý ve Erdel prensi.

Bugünkü Slovakya’da Késmárk’ta 25 Eylül 1657’de doðdu. Macar kaynaklarýnda Késmárk Kontu Imre Thököly (Késmárki gróf) olarak anýlýr. Dedesi at ve sýðýr tüccarý iken hizmetleri karþýlýðýnda 1598’de kont unvaný alan Nagyszombatlý Sebestyén Thököly’dir. Babasý István Thököly, Erdel Prensi Gábor Bethlen’in erkek kardeþi István Bethlen’in yeðeniyle evlenmiþ, Nádor (Nâib) Ferenc Wesselényi’nin öncülüðünü yaptýðý, Habsburg Devleti aleyhine oluþturulan ve Macaristan’ýn Osmanlý himayesine girmesini amaçlayan organizasyonda 1664’ten itibaren yer almýþ, Aralýk 1670’te I. Ferenc Rákóczi tarafýndan Habsburglar’a karþý Yukarý Macaristan’da baþ-

Ýmre Tököli

latýlan ayaklanma sýrasýnda Arva Kalesi’nde hayatýný kaybetmiþtir. Arva kuþatmasýnda babasýnýn yanýnda bulunan Ýmre Tököli kalenin düþmesi üzerine Erdel’e kaçtý. 27 Kasým 1677’de Erdel Prensi Mihály Apafi’nin izniyle Pél Wesselényi’nin yönettiði Habsburg karþýtý ayaklanmaya katýldý. Erdel ordularýyla beraber Macar Krallýðý topraklarýna girdi. Bu sýrada Yukarý Macaristan’ýn zengin maden þehirlerini ele geçirdi. Onun kendi baþýna yaptýðý faaliyetler önceleri Osmanlýlar tarafýndan olumlu karþýlanmadý. Osmanlý tarihçisi Silâhdar Fýndýklýlý Mehmed Aða, Ýmre Tököli’nin 1672’de Kuzey Macaristan’da Osmanlý Devleti’ne baðlý yeni bir vasal devletin kurulmasýna yönelik talepte bulunduðunu belirtirse de bu doðru deðildir. Tököli, 1678 sonbaharýndan itibaren Macaristan’daki hareketini hem askerî hem politik yönden Erdel’den baðýmsýz bir yapýya kavuþturmaya gayret etti. Haziran 1679’da Mihály Apafi, Tököli’yi Mihály Teleki’nin vekili olarak Kuruz (Kurucok, Macarca’da “âsi” anlamýna gelen kelime Osmanlý kaynaklarýnda Kurs olarak geçer) askerlerinin baþýna geçirdi; 8 Ocak 1680’de Hajdúszoboszló’da generalliðe yükseltildi. 1680’deki seferde kazanýlan baþarý dolayýsýyla Ýmparator I. Leopold ile yapýlan ateþkes karþýlýðýnda Habsburg hükümeti, Kuzeydoðu Macaristan’a baðlý üç nahiyenin Kuruz askerlerinin kýþý geçirmeleri için Ýmre Tököli’ye devredilmesini kabul etti. Ayný zamanda Macaristan kralý unvanýný taþýyan Ýmparator I. Leopold ve Nâib Pál Esterházi, davete icâbet etmemeleri sebebiyle Kuruzlar olmadan meclisi 28 Nisan 1681’de Sopron’da topladý. Aðustos’ta Macar Krallýðý’na karþý Osmanlý, Erdel ve Kuruz birleþik kuvvetleri harekete geçti. Osmanlý planýna göre ele geçirilen bölgede imparatorun yönetimine son verilecek ve bölge Mihály Apafi idaresi altýnda sultanýn himayesine girecekti. Mihály Apafi’ye de Ýstanbul’dan ahidnâme gönderildi. Fakat sefer baþarýsýzlýkla sonuçlanýnca bunun sebebini Erdel prensine baðlayan Osmanlýlar ahidnâmeyi geri aldý. Ýmre Tököli ise 1682 baþýnda Osmanlý baþþehrine Kuruz elçilerini gönderdi, mayýs baþýnda Budin beylerbeyi ile görüþtü. Artýk Tököli yönetiminde yeni bir Osmanlý vasal Macar devleti fikri belirmeye baþlamýþtý. Daha 1682 Nisanýndan itibaren Egri beylerbeyinin Tököli’den Orta Macaristan’ýn seçilmiþ kralý diye bahsetmesi Osmanlý Devleti’nin politik amacýný ortaya koyar. Budin Beylerbeyi Ýbrâhim Paþa 16 Eylül’de Fülek

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

277


TÖKÖLÝ, Ýmre

Ýmre Tököli’nin 1681 tarihli istimâletnâmesi

Kalesi önünde Ýmre Tököli’ye prenslik alâmetlerini verdi; IV. Mehmed’den de berat alýnmýþtý. Buna göre Orta Macar adýyla yeni bir devlet kuruluyor, bunun baþýna Orta Macar hâkimi unvanýyla Tököli getiriliyordu. Ayný zamanda ona Macar soylularýna hitaben on dört maddelik bir ahidnâme verilmiþti. Burada Tököli’nin ölmesi durumunda bütün Katolikler mirasýn dýþýnda býrakýlýyor, vergi miktarý 40.000 kara kuruþ olarak belirleniyor ve 1664 Vasvár Antlaþmasý’nýn Macarlar’la iliþkili noktalarý geçerli kabul ediliyordu. II. Viyana Kuþatmasý sýrasýnda birkaç Macar aristokratýn dýþýnda herkes Tököli’yi ve bu çerçevede Osmanlýlar’ý destekledi. Ýmre Tököli, Vezir Merzifonlu Kara Mustafa Paþa ile Eszék’te (Osijek, bugünkü Hýrvatistan) buluþtu; kendisine Leh Kralý Jan Sobieski’nin ordusunun Viyana’ya yardýma gitmesini önleme görevi verildi. Fakat bunu gerçekleþtiremedi ve 26 Aðustos 1683’te Moravya’da yenilgiye uðradý. Kutsal Ýttifak’ýn gücüne güvenen Erdel Prensi Mihály Apafi, I. Leopold ile gizli antlaþma imzaladýðý gibi Ýmre Tököli aleyhinde hýyanet davasý açtý ve Erdel’deki topraklarýna el konuldu. Osmanlýlar da onu savaþa ve yenilgiye yol açanlar arasýnda görüyordu. 15 Ekim 1685’te Serdar Þeytan Ýbrâhim Paþa’nýn emriyle Varat (Várad) Beylerbeyi Ahmed Paþa kendisine yardým için gelen Ýmre Tököli’yi yakalattý. Osmanlýlar, onun Habsburg Ýmparatorluðu’na teslim edilmesiyle daha kabul edilebilir barýþ þartlarýný içeren bir antlaþmanýn yapýlabileceðini düþünüyordu, ancak bu mümkün olmadý. Esir alýndýðý haberinin ulaþmasýyla beraber Ýmre Tököli’nin eþi Ilona Zrínyi’nin savunduðu Munkács (Munkacevo, bugünkü Ukrayna) Kalesi’nin dýþýnda bütün kale ve þehirler teslim oldu, Kuruzlar’ýn çoðunluðu Habsburg ordusunda Macaris278

tan’ýn Osmanlýlar’dan geri alýnmasý için savaþmaya baþladý. Ýmre Tököli 2 Ocak 1686’da Belgrad’da serbest býrakýldýðýnda Orta Macar Krallýðý artýk ortadan kalkmýþtý. Bundan sonra Osmanlý ordusunun Macaristan’da giriþtiði bazý askerî harekâtlarda bulundu. Kendisine sadýk kalan Kuruz askerleriyle birlikte 1689’da Osmanlýlar’a karþý Vidin’de ayaklanan Bulgar isyanýný bastýrdý. 15 Nisan 1690’da Erdel Prensi Mihály Apafi’nin ölümü üzerine II. Süleyman, Tököli’yi onun yerine tayin ettirdi (8-17 Haziran). Hemen ardýndan 15.000 kiþilik Osmanlý, Eflak ve Kuruz askerleriyle 21 Aðustos’ta Erdelli Habsburg ordularýna arkadan saldýrarak Zernyest (Zârneþti, bugünkü Romanya) savaþýnda onlarý yenilgiye uðrattý. Ludwig von Baden’in ordularýnýn yaklaþtýðý haber alýnýnca ekimin sonlarýna doðru Eflak’a çekildi. Haziran 1697’de II. Mustafa’nýn Macaristan’a yönelik baþlattýðý yeni sefer sýrasýnda Yukarý Tisza topraklarýnda Habsburglar’a karþý isyan çýkarmakla görevlendirildi. Fakat Hegyalja’daki Kuruz ayaklanmasý kanlý bir þekilde bastýrýldý. Tököli, Elmas Mehmed Paþa’nýn hayatýný kaybettiði 11 Eylül 1697 tarihli Zenta yenilgisinde Osmanlý ordusunda yer aldý. Zenta maðlûbiyetinden sonra Ýstanbul’a geldi, kendisine Haliç’te Fener tarafýnda bir konak tahsis edildi. Karlofça Antlaþmasý’nýn ardýndan Ýzmit’e Çiçekli çayýra nakledildi (1701). 13 Eylül 1705’te burada öldü ve bir Ermeni mezarlýðýna defnedildi. 1906’da kemikleri vasiyeti gereði Késmárk’ta anavatanýnýn yeni Evangelik kilisesine gömüldü. Ölümünün 300. yýl dönümünde adý Ýzmit’teki bir sokaða verildi. BÝBLÝYOGRAFYA :

BA, Nâme-i Hümâyun Defteri, nr. 5, s. 101104, 347-352; Defterdar Sarý Mehmed Paþa, Zübde-i Vekayiât (nþr. Abdülkadir Özcan), Ankara

1995, s. 124-126, 134-135, 141, 151, 381-384, 423, 720; Silâhdar, Târih, I, 741-743; II, 525, 540, 549; G. Pray, Epistolae Procerum Regni Hungariae, Posonii 1806, III, 476-479; D. Angyal, Késmárki Thököly Imre (1657-1705), Budapest 188889, I-II; Ahmed Refik [Altýnay], Türk Hizmetinde Kýral Tököli Ýmre (1683-1705), Ýstanbul 1932; L. Benczédi (Szerk.), A Thököly-felkelés és kora, Budapest 1983; S. Papp, “Ottoman Accounts of the Hungarian Movements against the Habsburgs at the Turn of the 17 th and the 18 th Centuries”, Frontiers of Ottoman Studies (ed. C. Imber v.dðr.), London 2005, II, 37-48; I. Seres, Thököly Imre és Törökország: Imre Thököly ve Türkiye, Budapest 2006, s. 278-289; J. János Varga, Válaszúton: Thököly Imre és Magyarország 16821684-ben, Budapest 2007; Halil Edhem [Eldem], “Kara Mustafa Paþa’nýn Þopron Þehri Ahâlisine Beyânnâmesi”, TOEM, III/15 (1328), s. 925-926; Z. Veselá-Prenosilová, “Quelques chartes turques concernant la correspondance de la porte sublime avec Imre Thököly”, Ar.O, XXIX (1961), s. 546-574; R. Várkonyi Ágnes, “Thököly politikája és Magyarország esélyei a hatalmi átrendezõdés korában”, Hadtörténelmi Közlemények, CXVIII/ 5, Budapest 2005, s. 363-399.

ÿSandor Papp

TÖRE, Abdülkadir

(1873-1946)

˜

Türk mûsikisi nazariyatçýsý, hoca ve bestekâr.

Doðu Türkistan’da Kâþgar’da doðdu. Babasý, Kâþgar Emîri Muhammed Yâkub Han’ýn yeðeni ilim ve siyaset adamý Yâkub Han’dýr. Babasýnýn elçi olarak Ýstanbul’da bulunduðu sýrada dünyaya geldi. Beþ yaþlarýnda iken annesiyle birlikte gittikleri Ýstanbul’da bir süre Cerrahpaþa Camii sokaðýnda oturduktan sonra tekrar Kâþgar’a döndüler. Kâþgar’ýn Çinliler tarafýndan iþgal edilmesi üzerine ailesi Keþmir’de Srinagar’a geçti. Burada aldýðý özel derslerle öðrenimine baþlayan Abdülkadir bu ülkenin iklim þartlarýna uyum saðlayamadýðý için dört yýl sonra annesiyle birlikte Ýstanbul’a dönerek eski evlerinde ikamete devam ettiler. Aksaray’da ilk öðrenimini tamamlamasýnýn ardýndan Yusuf Paþa Rüþdiyesi ve Dâvud Paþa Ýdâdîsi’nden mezun oldu. Ünlü tarihçi Abdurrahman Þeref Bey’in müdürlüðü zamanýnda Mekteb-i Mülkiyye-i Þâhâne’de iki yýl okuduysa da mektebi bitiremedi. 1891 ve 1894 yýllarýnda babasýnýn kabrini ziyaret için Hindistan’a gitti. Abdülkadir’in Dahiliye Nezâreti Mektûbî Kalemi’nde baþlayan memuriyeti Hariciye Nezâreti Müracaat ve Tahrîriyyât-ý Hâriciyye Kalemi’ndeki mümeyyizlik göreviyle devam etti ve bu görevden emekliye ayrýldý. 27 Aðustos

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖVBE 1946’da Cerrahpaþa’daki evinde vefat etti, Eyüpsultan sýrtlarýndaki aile kabristanýnda annesinin ve kardeþinin yanýna defnedildi.

Türk mûsikisi nazariyatý konusunda yaptýðý çalýþmalarýn yaný sýra yetiþtirdiði talebeler ve bestelediði eserlerle tanýnan Abdülkadir Töre ilk mûsiki derslerine on iki yaþlarýnda baþlamýþ, Kanûnî Hüseyin Hâlid Bey’den kanun ve usul dersleri almýþ, 1899’da Kemânî Tatyos Efendi ve 1908’e kadar Kemânî Kirkor Efendi’den keman dersleri görmüþtür. Bu arada neyzen Kirkor’dan ney ve Albert Braun’dan Batý tarzý keman öðrenmiþ, sonuçta keman sazýnda karar kýlarak bundan sonraki mûsiki çalýþmalarýný kendi baþýna sürdürmüþtür. Ayrýca Seyyid Nizam Dergâhý zâkirbaþýsý ve Hekimoðlu Ali Paþa Camii müezzini Cerrah Fehmi Efendi’den yetmiþ kadar durak ve 200 kadar ilâhinin yaný sýra usul ve makam; Durakçý Hacý Nâfiz Bey’den pek çok durak ve ilâhi; Hacý Kirâmî Efendi’den fasýllar meþkederek zâkirlik ve hânendelik sahasýnda da kendini yetiþtirmiþtir. Hâlidiyye tarikatý þeyhi Küçük Hüseyin Efendi’ye intisap eden, ayný zamanda Þâbâniyye muhibbi olan Abdülkadir Töre, Nakþibendî ve Bektaþî tekkelerine devam ederek tasavvufî sahada söz sahibi olmuþtur. 1914’te açýlan Dârülbedâyi‘in Þark Mûsikisi Bölümü’nün ilmî heyetinde yer almýþ, mûsiki nazariyatý hocalýðý yapmýþ ve Tanbûrî Cemil’in vefatý üzerine (1916) ayný kurumda sersâzende görevine getirilmiþtir. Ýstanbul’da bir konservatuvarýn açýlmasýnýn gerekliliðini dile getiren ilk sanat adamlarýndandýr. Böyle bir okulun açýlmasý için 1916 yýlý baþlarýnda Maarif Nezâreti’ne yazdýðý lâyihanýn bir süre sonra gündeme gelmesi üzerine Dârülelhan’ýn açýlmasýna karar verilmiþ, teþkil edilen ilmî heyette kendisi de yer almýþ, bu kurumda nazariyat hocasý ve kemanî olarak görev yapmýþtýr. 1918-1927 yýllarý arasýnda Cerrahpaþa’daki evinde Gülþen-i Mûsiki Mektebi adýyla açtýðý okulda pek çok talebe yetiþtirmiþ, çoðunluðu hayýr cemiyetleri yararýna otuz kiþilik toplulukla verilen konserler büyük ilgi uyandýrmýþtýr. Hüseyin Sadeddin Arel’in arzusuyla Ýstanbul Belediye Konservatuvarý tarafýndan 20 Haziran 1946’da yapýlan jübilesinden sonra orta dereceli okullarýn mûsiki müfettiþliði görevinde de bulunan Abdülkadir Töre’nin son resmî görevi Dârüþþafaka Lisesi’ndeki mûsiki hocalýðýdýr. Sanat hayatýnýn büyük bir bölümünü mûsiki nazariyatý çalýþmalarýna ayýran Tö-

Abdülkadir Töre

re, Usûl-i Ta‘lîm-i Kemân adýyla bir keman metodu yayýmlamýþtýr (Ýstanbul 1329, 1339). Talebesi M. Ekrem Hulûsi Karadeniz’le birlikte hazýrlamaya baþladýðý “Esâsât-ý Mûsikiyye ve Türk Mûsikisinde Terakkî ve Tekâmül” adlý eseri ise neþredilememiþtir. Türk mûsikisinin fizik ve matematik esaslarý ve kýrk bir aralýklý dizi esasýna dayanan ve usuller ve makamlar hakkýnda geniþ bilgilerin yer aldýðý eser, kendisinin vefatýndan sonra onun planýna uygun olarak Ekrem Karadeniz tarafýndan 1965 yýlýnda tamamlanmýþsa da ancak 1983’te Türk Mûsikisinin Nazariye ve Esaslarý adýyla Ankara’da yayýmlanabilmiþtir. Karadeniz, Abdülkadir Töre’ye ithaf ettiði bu çalýþmanýn önsözünde eseri hocasýnýn kitabýndan edindiði bilgilerle hazýrladýðýný ve özünün de ona ait olduðunu belirtmektedir. Abdülkadir Töre ayrýca uzun mûsiki çalýþmalarý süresince oldukça zengin bir nota koleksiyonu meydana getirmiþtir. Türk mûsikisinin dinî, din dýþý ve klasik formlarýnda pek çok eserinin bulunduðu bu koleksiyon M. Ekrem Karadeniz’e intikal etmiþ, onun da vefatýndan sonra ailesi tarafýndan Süleymaniye Kütüphanesi’ne baðýþlanmýþtýr. Koleksiyondaki dinî eserlerin bir kýsmý Ali Rýza Þengel’in koleksiyonuyla birleþtirilerek dokuz cilt halinde Kubbealtý Akademisi Kültür ve Sanat Vakfý tarafýndan yayýmlanmýþtýr (Türk Mûsikisi Klâsikleri Ýlâhîler, nþr. Yusuf Ömürlü, V-IX, Ýstanbul 1984-1996). Bu yayýnda kendi bestelerinden yirmi ilâhinin notasý da yer almaktadýr. Mehmed Âkif Ersoy’un yazdýðý Ýstiklâl Marþý’ný besteleyenler arasýnda yer alan Töre, ilâhi, durak, peþrev, saz semâisi, beste, semâi, oyun havasý, ninni ve þarký formlarýnda 200’den fazla eser bestelemiþse de bu çalýþmalarý Türk mûsikisi repertuvarýnda pek yaygýnlýk kazanmamýþtýr (102 eserinin listesi için bk. Öztuna, II, 401-403). Onun þevkutarab faslý son derece baþarý-

lý bulunmuþ, fasýldaki þarkýlarý bu formun en güzel örnekleri arasýnda gösterilmiþtir. Abdülkadir Töre yetiþtirdiði talebelerle de ün kazanmýþ, talebelerinin kýsa zamanda ve kolayca öðrenmelerini saðlamak amacýyla kendine ait pratik metotlar geliþtirmiþtir. Eser öðreniminde usul vurmanýn vazgeçilmez olduðu üzerinde büyük hassasiyet göstermiþ, fasýllarda pest akordu deðil daima þah ve mansur akortlarý tercih etmiþtir. Tarih boyunca herhangi bir usule baðlý kalmadan serbest þekilde icra edilen duraklarýn son zamanlardaki bazý nota neþriyatýnda usullere sokularak yayýmlanmasýna üzüldüðünü, tanýdýðý üstatlarýn hiçbirinde böyle bir tavrý görmediðini ifade etmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnülemin, Hoþ Sadâ, s. 27-29; Mustafa Rona, 20. Yüzyýl Türk Mûsikisi, Ýstanbul 1970, s. 171-174; M. Ekrem Karadeniz, Türk Mûsikîsinin Nazariye ve Esaslarý, Ankara, ts. (Türkiye Ýþ Bankasý Kültür Yayýnlarý), s. XIII-XIV; Töre, Ýlâhîler, Mustafa Tahralý ve Yusuf Ömürlü’nün takdimi, V, 3-5; Özalp, Türk Mûsikîsi Tarihi, II, 119122; Hüsnü Tüzüner, “Abdülkadir Töre Gülþen-i Musiki Mektebi ve Hatýralarým”, TMD, sy. 19 (1949), s. 7, 22; sy. 20, s. 6; Þevki Muhiddin Çanga, “Gülþen-i Musiki Mektebi Hatýralarý”, MM, sy. 411 (1985), s. 10-13; Necdet Revi, “Seyyid Abdülkadir Töre ve Birkaç Hatýram”, a.e., sy. 429 (1990), s. 9-11; Öztuna, BTMA, II, 401-403; Nuri Özcan, “Karadeniz, M. Ekrem Hulûsi”, DÝA, XXIV, 390-391.

ÿNuri Özcan

— TÖVBE ( ?. ‫) א‬

˜

Günahtan dönüp Allah’a yönelme anlamýnda terim.

Arapça’da tevbe (tevb, metâb) “geri dönmek, rücû etmek, dönüþ yapmak” anlamýndadýr ve “dinde yerilmiþ þeyleri terkedip övgüye lâyýk olanlara yönelme” biçiminde tanýmlanýr. Tövbe kavramý Allah’a nisbet edildiðinde “kulun tövbesini kabul edip lutuf ve ihsanýyla ona yönelmesi” mânasýna gelir (Zeccâc, s. 61-62; Kuþeyrî, etTa¼bîr, s. 84). Kiþilerin birbirine karþý yaptýklarý hatalý davranýþlardan dönmesi için avf (af) ve i‘tizâr (özür dileme) kelimeleri kullanýlýr (krþ. et-Tevbe 9/94; en-Nûr 24/22). Kur’ân-ý Kerîm’de tövbe kavramý seksen sekiz yerde geçmekte, otuz beþ yerde Allah’a, diðerlerinde insanlara nisbet edilmektedir (M. F. Abdülbâký, el-Mu£cem, “tvb” md.). Naslarda tövbenin ve anlam yakýnlýðý içinde bulunduðu “rücû, inâbe, evbe, gufrân” ve af kavramlarýnýn kullanýlýþý göz önünde bulundurulduðunda töv-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

279


TÖVBE

benin bezm-i elestte Allah ile kul arasýnda yapýlan ahdin tazelenmesini veya her insanýn fýtrat cizgisine dönmesini ve onu korumasýný ifade ettiði anlaþýlýr. Çünkü kul selim fýtratýnda mevcut ahid þuurundan zaman zaman uzaklaþmakta veya bunu tamamen unutmaktadýr. Ahid iliþkisi Kur’ân-ý Kerîm’e göre güven, sevgi ve dostluk esasýna dayanmaktadýr (el-Bakara 2/ 30, 257; el-Mâide 5/54; el-Enfâl 8/34). Kiþinin iþlediði kötülükler Allah Teâlâ ile iman arasýndaki bu baðý zedelemekte, her zaman vaadini ve ahdini yerine getiren yüce yaratýcýdan onu uzaklaþtýrmaktadýr. Tövbe de bu uzaklaþmaya son verme çabasýdýr. Dolayýsýyla tövbe ruhun Allah’a açýlýþýný ve yüceliþini hedefleyen duaya benzemektedir. Esasen Kur’an’da ve hadislerde yer alan tövbe ve istiðfar ifadelerinin çoðu dua ve niyaz üslûbundadýr. Kur’ân-ý Kerîm’de Hz. Âdem’in, Ýbrâhim’in, Mûsâ’nýn ve Hz. Muhammed’in tövbelerinden söz edilmekte (el-Bakara 2/37, 128; el-A‘râf 7/143; etTevbe 9/117; Hûd 11/112), birçok âyette peygamberlerin maðfiret talebinde bulunduðu haber verilmekte ve bizzat Resûlullah’a Allah’tan maðfiret dilemesi emredilmektedir (en-Nisâ 4/106; Muhammed 47/ 19; en-Nasr 110/3; bk. M. F. Abdülbâký, elMu£cem, “gfr” md.). Peygamberlerin günah iþlemekten korunduðu bilinmektedir. Bununla onlarýn tövbe ve istiðfarda bulunmasý hususu nasýl baðdaþtýrýlabilir? Resûl-i Ekrem bir hadisinde þöyle demektedir: “Bazan kalbimi bir perde bürür de günde 100 defa tövbe ettiðim olur” (Müslim, “Cikir”, 41-42; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26). Mecdüddin Ýbnü’l-Esîr bu hadisin izahýnda Resûl-i Ekrem’in Allah ile daima irtibat halinde bulunduðunu, ümmetinin dünya iþleriyle ilgilenmekten ibaret olabilecek meþgalesinin bu irtibatý kesintiye uðratabileceðini söyler (en-Nihâye, s. 675). Bu yorum, sûfî Ebû Saîd el-Harrâz’ýn, “Ýtaatkâr kullarýn sevap doðuran bazý amelleri Allah’ýn has kullarý için günah sayýlabilir” sözünü (Aclûnî, I, 406) hatýrlatmakta ve Hz. Peygamber’in çokça tövbe ediþinin sebebine ýþýk tutmaktadýr. Kur’ân-ý Kerîm’de tövbe kavramýyla anlam yakýnlýðý içinde bulunan kelimelerden biri rücû olup þirk ve küfürden dönüþü ifade eder (meselâ bk. el-Bakara 2/18; el-A‘râf 7/168, 174; esSecde 32/21). “Tekrar tekrar gelmek” mânasýndaki “nevb” (nevbet) kökünden türeyen inâbeyi Râgýb el-Ýsfahânî “piþmanlýk duyup Allah’a dönme ve samimiyet duygularý içinde iyi davranýþlarda bulunma” þeklinde açýklar. Kur’an’da on sekiz yerde geçen inâbe Hz. Ýbrâhim’e, Süleyman, Dâ280

vûd, Þuayb ve Hz. Muhammed’e nisbet edilmiþtir. “Evb” de (evbe, iyâb, meâb) tövbe anlamýnda kullanýlmýþ, Hz. Dâvûd, Süleyman ve Eyyûb’a izâfe edilmiþtir (M. F. Abdülbâký, el-Mu£cem, “nvb”, “evb” md.leri). Bu kavramlarýn hepsi hadis rivayetlerinde de yer almaktadýr (Wensinck, el-Mu£cem, “tvb”, “rc.”, “nvb”, “evb” md.leri). Tövbe kavramý Wensinck’in el-Mu£cem’inde beþ sütunluk bir yer kaplamýþ, naslarda tövbe yerine kullanýlan veya onunla birlikte zikredilen “istiðfar” kelimesi de yedi sütunluk bir hacme ulaþmýþtýr. Bu zengin içerikli rivayetlerde insanýn yaratýcýsýna karþý iþleyebileceði en büyük günah olan þirk ve inkârdan baþlayarak en küçük hataya kadar bezm-i elestte yapýlan ahidden, dolayýsýyla Allah’tan uzaklaþtýracak bütün davranýþlarýn terkedilmesi çeþitli ifadelerle tavsiye edilmektedir. Kur’ân-ý Kerîm’de âlemlere rahmet olarak gönderildiði belirtilen Resûlullah kendisini tövbe ve merhamet peygamberi diye nitelendirmiþ (Müsned, IV, 395, 404; Müslim, “Feçâ,il”, 126), birçok hadiste ilâhî af ve maðfiretin enginliðini deðiþik beyanlarla dile getirmiþtir. Sahâbîlerin, onun huzurunda iken duyduklarý dinî hassasiyeti yanýndan ayrýldýktan sonra kaybetmelerinden yakýnmalarý üzerine Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: “Benim yanýmdan ayrýldýktan sonra eski halinizi koruyabilseydiniz melekler ziyaretinize gelirdi. Siz günah iþlemeyen kimseler olsanýz Allah bu fiili iþleyen baþka bir topluluk yaratýr ve onlarýn günahlarýný baðýþlardý” (Müsned, I, 289; II, 304-305; Müslim, “Tevbe”, 9-11). Resûl-i Ekrem’in bu sözleri bir taraftan Cenâb-ý Hakk’ýn gafûr, gaffâr, tevvâb gibi sýfatlarýna iþaret ederken diðer taraftan insanlarýn günah iþleyebileceðini, fakat piþman olup tövbe ettikleri takdirde baðýþlanacaklarýný vurgulamaktadýr. Resûlullah’ýn, “Þunu iyi bilin ki Allah kuluna annenin evlâdýna karþý beslediði þefkatten daha çok merhametlidir” þeklindeki sözü de (Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Tevbe”, 22) ayný mahiyettedir. Ýlâhî rahmetin geniþliðini ifade eden birçok rivayet, tövbenin Allah ile mümin arasýndaki dostluðun devamýný saðlayan bir vasýta olduðunu gösterir. Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Mes‘ûd’dan nakledilen bu nitelikteki hadislerden biri þöyledir: “Azîz ve celîl olan Allah buyurur ki: ‘Ben merhamet ve þefkat açýsýndan kulum beni nasýl düþünüp algýlýyorsa öyleyim. O beni nerede hatýrlayýp anarsa ben oradayým. Bana bir karýþ yaklaþana ben bir arþýn yaklaþýrým, bir arþýn yaklaþana bir kulaç yaklaþýrým. Kul bana yürüyerek ge-

lirse ben ona koþarak giderim.’” Hadisin diðer bir rivayetinde Hz. Peygamber þöyle demiþtir: “Allah Teâlâ’nýn mümin kulunun tövbesinden duyduðu sevinç tasvir edeceðim þu kiþinin sevincinden çok daha fazladýr: Adam tek baþýna tehlikeli bir yolda yiyeceðini ve içeceðini taþýyan bineðiyle yolculuk yapmaktadýr. Bir yerde durup dinlenirken kýsa bir süre uyur. Uyanýnca bineðinin ortadan kaybolduðunu görür. Uzun zaman ararsa da bulamaz. Bu sýrada aþýrý derecede bunalmýþ ve susamýþtýr. Nihayet, ‘Dinlendiðim yere gideyim de orada öleyim’ der. Bu yerde kýsa bir ara uykuya dalýp uyanýnca bineðini karþýsýnda görür. O kadar sevinir ki, ‘Allahým! Sen benim rabbim, ben de senin kulunum’ diyecek yerde, ‘Sen benim kulum, ben de senin rabbinim!’ der” (Müsned, I, 383; II, 534-535; Buhârî, “Da.avât”, 4; Müslim, “Tevbe”, 1-8). Tövbenin Mahiyeti. Bütün ilâhî dinlere göre insan hem iyilik hem kötülük yapma temayülüne sahip bir varlýktýr. Hz. Âdem hata etmiþ, fakat tövbe ile rahîm olan Allah’ýn affýna mazhar olmuþtur. Günah iþleyen kimse tövbe ettiði takdirde âdemiyet nesebini, aksi halde þeytaniyet vasfýný tescil ettirmiþ olur (Gazzâlî, IV, 234-235). Gazzâlî insan için hatadan korunmuþluðu imkânsýz kabul ederken hatadan dönmemeyi insanlýkla baðdaþtýramaz (a.g.e., IV, 242243). Onun bu düþüncesinin, “Her insan günah iþleyebilir, günah iþleyenlerin en hayýrlýsý tövbe edendir” meâlindeki hadisten (Müsned, III, 198; Ýbn Mâce, “Zühd”, 30) kaynaklandýðý anlaþýlmaktadýr. Aslýnda tövbe imanýn bir tezahürüdür; bezm-i elestte Allah’a verilen sözün hatýrlanmasý ve yapýlan ahdin tazelenmesidir; Kur’an’da iþaret edildiði gibi (eþ-Þems 91/9-10) nefsini kirlerden arýndýrma çabasýdýr. Ýnancýn kaynaðý olan kalp hadislerde bir aynaya benzetilir. Ebû Hüreyre’den gelen bir rivayette Hz. Peygamber bu konuda þöyle buyurmuþtur: “Mümin kul günah iþlediðinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eðer piþman olarak baðýþlanmasýný dilerse nokta silinip kalbi cilâlanýr. Günah iþlemeye devam ederse siyahlýk kalbini sarar. Cenâb-ý Hakk’ýn, ‘Onlarýn iþlemekte olduklarý kötülükler kalplerini kirletmiþtir’ þeklindeki beyanýnda (el-Mutaffifîn 83/14) yer alan kir ve pas bundan ibarettir” (Müsned, II, 297; Tirmizî, “Tefsîr”, 83/1). Diðer bir hadiste bu tür bir kalp, içine konulan þeyi tutmayan devrik testiye benzetilmiþtir (Müslim, “Îmân”, 231). Mümin, iþlediði küçük bir günahý bile tepesinde dikilip üzerine düþeceðinden korktuðu bir dað gibi görür.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖVBE

Buna karþýlýk günahý kanýksamýþ kimse onu burnunun üzerinden geçen sinek gibi kabul eder (Buhârî, “Da.avât”, 4). Aslýnda küçük günahlar büyük günahlar için birer basamaktýr. Resûlullah Hz. Âiþe’ye hitaben þöyle demiþtir: “Küçümsenen yanlýþ davranýþlardan uzak durmaya bak, zira Allah bu tür davranýþlarýn da hesabýný soracaktýr” (Müsned, V, 331; Ýbn Mâce, “Zühd”, 29). Küçük günahlar âmir konumda bulunan veya baþkalarýna örnek olacak bir mevkide yer alan kimselerce iþlendiði takdirde büyük günah durumuna geçer. Öte yandan bir hadiste de vurgulandýðý üzere (Buhârî, “Edeb”, 60; Müslim, “Zühd”, 52) günahýn açýkça iþlenmesi baðýþlanmasýnýn önünde ayrý bir engel teþkil eder. Ýslâm âlimleri günah iþleyip tövbe eden kimse ile hiç günah iþlememiþ kimseler üzerinde durmuþ, bunlardan hangisinin daha makbul sayýldýðýný irdelemeye çalýþmýþtýr. Aslýnda peygamberler hariç günah iþlemeyen hiçbir insan yoktur. Bununla birlikte farzlarý yerine getirmemek, yasaklardan kaçýnmamak gibi belirgin maddî günahlardan uzak duran kiþiler cennete gireceklerini sanýyor ve diðer insanlarý küçümsüyorsa Allah’a muhtaç olmadýklarý zannýna kapýlabilirler. Buna karþýlýk günah iþleyen, fakat piþmanlýk duyarak tövbe eden, Cenâb-ý Hakk’ýn lutuf ve baðýþlamasýna daima ihtiyaç duyan insanlar O’na diðerlerinden daha yakýndýr. Hz. Ömer’in, “Günahlarýndan tövbe edenlerle beraber bulunun, çünkü onlar hassas yürekli olur” dediði nakledilmiþtir (Ýbn Ebü’d-Dünyâ, s. 117). Ýþlenen günahýn kul hakkýný ilgilendiren yönü bir tarafa, tövbe kul ile Allah arasýnda cereyan eden mânevî bir haldir. Kul zihnî ve kalbî fonksiyonlarýna, piþmanlýðýna ve tövbeden sonraki durumuna göre günah iþlemeyen kimsenin mânevî açýdan çok gerisinde, yanýnda veya ilerisinde bulunabilir (Ýbn Kayyim el-Cevziyye, s. 15, 121-134). Günahlar ayrýca Allah’a ve insanlara karþý doðurduklarý sonuçlar bakýmýndan çeþitli tasniflere tâbi tutulabilir. Gazzâlî insan psikolojisini tahrip etmeleri bakýmýndan günahlarý üçe ayýrýr. Ýlki rubûbiyyet sýfatlarýna cürettir. Bunun kibir, övünme, övülmeye düþkün olma, þeref ve zenginlik peþinde koþma gibi yansýmalarý görülür. Ýkincisi haset, zulüm, hile, nifak vb. þeytanî davranýþlardýr. Üçüncüsünü ise yeme içme, gazap, kin, dövüp sövme ve gasp türünden hayvanî davranýþlar teþkil eder. Bu fiillerin müminin dinî hayatýna olan tahribatý sýralanýþlarýna göre çoktan aza doðru seyreder (ݼyâß, IV, 251-252).

Þartlarý ve Hükümleri. Kur’ân-ý Kerîm’de tövbe etme hakkýnýn tövbeyle, ilâhî affa mazhar olabilme imkânýnýn bilerek ve inatla deðil de cehalet yüzünden kötülük yapan kimseye verildiðine iþaret edilir (enNisâ 4/17; el-En‘âm 6/54; en-Nahl 16/119). Buradaki cehalet “bilgisizlik” anlamýna geldiði gibi “beþerî hislerin baskýsý altýnda bulunan kalbin duyarsýzlýðý” mânasýna da alýnabilir. Allah’ý rab, Muhammed’i peygamber ve Ýslâm’ý din olarak kabul eden kimsenin bu gafleti uzun sürmez, piþmanlýk duyarak tövbe eder; Nisâ sûresindeki âyetin devamý da buna iþaret etmektedir. Þu halde tövbenin ilk þartý nedâmettir, Resûlullah’ýn ifadesiyle, “Piþmanlýk duymak tövbenin kendisidir” (Müsned, I, 422-423, 433; Ýbn Mâce, “Zühd”, 30). Nedâmet halinde bulunan kiþi tövbeye konu olan günahý terkeder ve bir daha iþlememeye karar verir. Âlimler tövbenin Allah nezdinde kabul edilmesinin bu üç þartýna (nedâmet, terk, tekrar iþlememe) bir dördüncüsünü eklemiþtir; o da iyi amel iþlemek suretiyle geçmiþteki hatalarýn telâfi edilmesidir. Bu dört þartýn üçüncüsünü oluþturan günahý tekrar iþlememe hususu Allah’ýn maðfiretine kavuþmak için Kur’an’da þart koþulmuþtur (Âl-i Ýmrân 3/135). Nefsânî arzularýna kapýlabilen insan için zor bir sýnav olan bu noktada tövbe teþebbüsünde öncelik verilmesi gereken þey bir daha yapmamaya kesin karar vermektir. Bununla birlikte günahýn tekrar iþlenmesi durumunda yine piþmanlýk duyup bir daha yapmamaya azmetmek gerekir. Nitekim bir hadiste Allah’tan sürekli baðýþlanmasýný dileyen kimsenin günahýnda ýsrar etmiþ sayýlmayacaðý ifade edilmiþtir (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26; Tirmizî, “Da.avât”, 106).

Tövbenin makbul olmasý için öngörülen amel-i sâlih þartý çeþitli âyetlerde yer almaktadýr. Günahtan dolayý piþmanlýk duyularak yapýlan tövbeler için bazý âyetlerde amel-i sâlih, bazýlarýnda halini düzeltme (ýslah) þartý zikredilir (meselâ bk. elMâide 5/39; Tâhâ 20/82; M. F. Abdülbâký, el-Mu£cem, “tâbe”, “tâbû” md.leri). Bununla birlikte tövbenin kabul edilmesinin ilâhî iradeye baðlý olduðu ifade edilmiþtir (etTevbe 9/15, 27; el-Ahzâb 33/24). Hicretin 8. (630) yýlýnda Hz. Peygamber’in Tebük’e düzenlediði sefere katýlmayanlarýn ileri sürdükleri mazeretler kabul edildiði halde Kâ‘b b. Mâlik ile iki arkadaþýnýn tövbesi kabul edilmemiþ, bunlar sosyal boykotla cezalandýrýlýrken elli gün sonra ilâhî affa mazhar kýlýnmýþtýr (et-Tevbe 9/117-118; Müsned, VI, 387-390; Buhârî, “Megazî”, 80). Kâ‘b b. Mâlik ve arkadaþlarýnýn karþýlaþtýðý

muamelenin bir yorumu bu olayýn sonraki nesiller için ibret teþkil etmesi ise diðeri, Allah’ýn af ve rýzasýný kazanmanýn dünyaya özgü bir borç-alacak tasfiyesine benzemediði, kulun gerçekten affedilmeye lâyýk bir duruma gelmesi gerektiðinin vurgulanmasý olmalýdýr. Bu noktada kabule þayan tövbe “tevbe-i nasûh”tur. “Hâlis ve samimi tövbe” anlamýna gelen bu terkip Ýmam Mâtürîdî tarafýndan “kiþinin yaptýðý kötülüðe kalben piþman olmasý, bir daha iþlememeye azmetmesi, elini günahtan çekmesi, diliyle Allah’tan baðýþlanma talep etmesi, daha önce günahla zevk kazandýrdýðý bedenini bu zevkten uzaklaþma yolunda kullanmasý” þeklinde açýklanmýþtýr (Teßvîlâtü’l-Æurßân, V, 181). Amel-i sâlihin bir âyette günahlarý giderdiði ifade edilirken (Hûd 11/114) diðer bir âyette kötülükleri iyiliklere çevirdiði belirtilmiþtir (el-Furkan 25/70). Müfessirler, ilk âyetin müslümanýn bir gün içinde iþlediði küçük günahlarýn -kul hakký dýþýnda- affedilebileceðini haber verdiðini kabul etmiþtir (Taberî, XII, 171-174; Mâtürîdî, VII, 250252). Ýkinci âyette ise küfür veya þirkten dönerek iman eden ve sâlih amel iþleyen kimseler kastedilmektedir. Bunlarýn seyyiatýnýn hasenata tebdil edilmesine “kötülüklerden ibaret olan davranýþlarýnýn bu yeni dönemde iyiliklere dönüþtürülmesi” biçiminde mâna vermek mümkündür (Taberî, XIX, 58-61). Tövbe gerektiren günahlarýn en büyüðünün inkâr ve þirk olduðu konusunda ittifak vardýr. Gazzâlî bunun aþaðýsýnda kalan günahlarýn büyükten küçüðe doðru derecelendirilmesini ve en küçük günahýn belirlenmesini imkânsýz görmektedir (ݼyâß, IV, 255-256). Bununla birlikte Gazzâlî ilâhî dinlerin ortaklaþa hedeflediði Allah’a yakýn olma, can ve mal güvenliðini saðlama ilkelerinin ihlâl edilmesinin büyük günah sayýldýðýný belirtmekte ve hadiste yer alan yedi büyük günahýn bu çerçeveye girdiðini söylemektedir (a.g.e., IV, 256-258). Onun iþaret ettiði hadisin meâli þöyledir: “Ýnsaný mahvolmaya sürükleyen þu yedi þeyden kaçýnýn: Allah’a ortak koþma, büyü yapma, Allah’ýn dokunulmaz kýldýðý cana haklý bir gerekçe olmadan kýyma, ribâ yeme, yetimin malýný yeme, savaþtan kaçma, kötülüklerden habersiz iffetli mümin kadýnlara zina isnadýnda bulunma” (Buhârî, “Vesâyâ”, 23, “Hudûd”, 44; Müslim, “Îmân”, 145). Âlimler, iþlenen günahlarýn tövbeden sonra amel defterinden silinmesi için tövbekârýn bazý telâfilere giriþmesinin gerektiðini belirtir. Günahlar kul hakkýyla ilgili

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

281


TÖVBE

olmayýp sadece ilâhî haktan ibaretse ve bunlarýn içinde kazâsý mümkün farz ibadetler varsa bunlar kazâ edilmelidir. Daha çok zâhir âlimlerinin benimsediði görüþe göre kasten terkedilen namazlarýn kazâsýnýn bulunmadýðý söylenirse de büyük çoðunluk bunlarýn da kazâ edilebileceðini belirtir (Ýbn Kayyim el-Cevziyye, s. 204215). Kul hakkýna yönelik günahlara gelince bu konuda aslolan Hz. Peygamber’in þu tâlimatýdýr: “Müslüman kardeþinin malýna veya þeref ve namusuna yönelik günah iþleyen kimse altýn ve gümüþün bulunmadýðý gün gelmeden önce ondan helâllik dilesin. O gün, dünyada kötülük yapan kimsenin sevaplarý varsa haksýzlýðý kadar alýnýp maðdura verilir, yoksa onun günahýndan alýnýp berikine yüklenir” (Müsned, II, 435, 506; Buhârî, “Rikak”, 48, “Mezâlim”, 10). Yapýlan kötülükler helâllik sýrasýnda hak sahibine haber verilir, rýzasýný alacak biçimde helâllik dilenir. Maddî veya mânevî bir zarara yol açýlmýþsa o tazmin edilir. Ýþlenen kötülük kiþinin haysiyet ve þerefine yönelik olup kendisinin haberi yoksa tercih edilen görüþe göre bunlarý bildirip onu üzmek yerine genel anlamda özür dileyerek baðýþlanma istenir. Ancak kiþinin gýyabýnda yapýlan onur kýrýcý konuþmalarýn aksinin ayný mecliste söylenip telâfi yoluna gidilmesinin gerekli olduðu þüphesizdir (Kadî Abdülcebbâr, s. 799; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, s. 119-121). Hak sahibinin bulunamamasý durumunda malî ödemeler vârislerine yapýlýr. Onlarýn da bulunamamasý halinde tercih edilen görüþe göre hak sahibi adýna hayýr yollarýnda harcanýr veya devlete verilir. Gayri meþrû yollarla iþlenip þahsî hak niteliði taþýmayan zina gibi günahlar da ayný hükme tâbidir (Kadî Abdülcebbâr, s. 799; Ýbn Kayyim elCevziyye, s. 216-220). Tövbe konusu günahlar doðrudan insanlara, toplum hayatýna yönelikse bunlarýn affa uðramasý için mutlaka telâfi edilmesi gerekir. Meselâ bir yerde çalýþan kiþinin rüþvetle iþ görmesi ya da yolsuzluk yapmasý durumunda haksýz elde edilen bu kazancýn hak sahibine iade edilmesi gerektiði gibi Hz. Peygamber’in þu beyanýda hatýrlanmalýdýr: “Ýslâm toplumunda güzel bir çýðýr açýp kendisinden sonra bu yolda iþ görülen kimsenin amel defterine sonrakilere verilen sevabýn aynýsý yazýlýr; bunun yanýnda toplumda kötü bir çýðýr açýp sonraki dönemlerde ona göre davranýlan kimse için de berikilere yazýlan günahýn aynýsý yazýlýr (Müsned, IV, 357, 359-361; Müslim, “.Ýlim”, 15, “Zekât”, 69). Ýslâm’da kötü davranýþlara ait cezalarýn bir amacý 282

da ibret teþkil edip suç ve günahlarý ortadan kaldýrmaktýr. Tövbenin de böyle bir hedefi vardýr. Buna göre sosyal hayatýn bozulmasýna yol açan günahlarýn telâfisinin de sosyal bir nitelik taþýmasý gerekir. Tövbe edecek kimse haklarýna tecavüz ettiði kiþilerin haklarýný iade etmeli, bu kiþilerden alenen özür dilemeli ve kendisi gibi davranan kimseleri de uyarmalýdýr. Emanet ve güven esasýna dayalý olarak sosyal alanda ve kamu yönetiminde yetki ve sorumluluk üstlenen kimselerin suistimalde bulunmasý Kur’an’da “hýyanet” kavramýyla ifade edilmektedir. Etkisi ve tahrip alaný çok geniþ olan bu günahlarýn tövbesi ve telâfisi imkânsýz denecek kadar zordur. Bazý Ýslâm âlimleri kýsmî tövbe üzerinde durmuþ, büyük günahlardan birinin terkedilip diðerinin sürdürülmesini zehirin birini býrakýp diðerini içmeye benzeterek bu konudaki tövbenin geçerli olmayacaðýný söylemiþtir (Kadî Abdülcebbâr, s. 714-715). Burada önemli olan kalbin bütün kötülüklerden nefret edip piþmanlýk duymasýdýr. Bu durum Mâtürîdî’nin kalbin ameli teorisine benzemektedir. Bu noktadan sonra iradenin nefisle mücadelesi gelir. Ayrýca kiþilerin psikolojik durumuna göre kötü fiillerin hangisinin daha çok tahribat yaptýðýný tesbit etmek mümkün deðildir. Ýþlenen bir günahýn dünyevî cezasý çekildiði takdirde âhirette bundan sorumlu olunmayacaðýna dair Hz. Ali yoluyla bir hadis nakledilmiþtir (Müsned, I, 99, 159; Ýbn Mâce, “Hudûd”, 33; Tirmizî, “Îmân”, 11). Burada da yine kalbin nedâmeti þarttýr. Kur’an’da (Âl-i Ýmrân 3/90) iman ettikten sonra küfre saplanýp inkârda ýsrar edenlerin tövbelerinin asla kabul edilmeyeceði belirtilir. Baþka bir âyette (en-Nisâ 4/ 137) iman edip sonra inkâr edenler, sonra iman edip tekrar inkâr edenler ve nihayet inkârlarýný arttýranlarýn kesinlikle baðýþlanmayacaðý bildirilir. Burada tasvir edilen kiþilerin ilâhî aftan mahrum kalýþlarýnýn iki sebebi vardýr. Birincisi, yahudi ve hýristiyanlarda görüldüðü üzere kendi peygamberlerine ve öncekilere inandýklarý halde daha sonra gelen Hz. Muhammed’i inkâr etmeleri, ikincisi iman edip tekrar küfre dönmeyi âdet haline getirmelerine sebep olan nifaklarýdýr. Nisâ sûresinde bu husus belirtilmektedir (Taberî, V, 440-441; Mâtürîdî, II, 356-357; IV, 72-73). Tövbenin kabulünü engelleyen hususlardan biri de onun yapýlýþ anýdýr. Kur’ân-ý Kerîm’de Allah’ýn kabul edeceði tövbenin bilgisizlik yüzünden iþlenip hemen arkasýndan piþmanlýk duyulan günahlarýn tövbesi olduðu be-

yan edilmekte, ölüm sýrasýnda yapýlan tövbelerle imansýz tövbelerin de bir iþe yaramayacaðý bildirilmektedir (en-Nisâ 4/1718). Hz. Peygamber’den, ölüm sancýlarýnýn baþladýðý andan itibaren yapýlan tövbenin kabul edilmeyeceðine dair hadisler rivayet edilmiþtir (Müsned, II, 132, 153; Ýbn Mâce, “Zühd”, 30; Tirmizî, “Da.avât”, 98). Gerek iman gerekse tövbe zihin ve kalbin, dolayýsýyla iradenin katýlýmýyla meydana gelebilir. Ölüm halinin veya kýyametin kopmasýnýn yaklaþmasý durumunda gayba olan iman þartý ile irade ortadan kalkar, günahýn devam ettirilmesi de imkânsýz hale gelir. Bu durumdaki insanýn dinî deðer taþýyacak herhangi bir davranýþta bulunmasý söz konusu olmaz (Mâtürîdî, IV, 93-98). Buhârî’nin el-Câmi£u’½-½a¼î¼’inde “Ýstitâbetü’l-mürteddîn”, Müslim’de “Tevbe” bölümlerinin yanýnda Kütüb-i Sitte ile Dârimî’nin es-Sünen’inde yer alan “Du.â,”, “Cikir ve Du.â,”, “Da.avât”, “Rikak”, “Zühd”, “Cennet”, “Cehennem”, “Kýyâmet” bölümlerinde konuyla ilgili çok sayýda rivayet, ayrýca tövbeye dair âyetlerin tefsiri ve hadislerin þerhlerinde birçok açýklama mevcuttur. Tövbe hakkýnda müstakil eser telifi erken dönemlerden itibaren baþlamýþ ve günümüze kadar devam etmiþtir. Bu tür çalýþmalardan bir kýsmý þöylece sýralanabilir: Ýbn Ebü’d-Dünyâ, Kitâbü’t-Tevbe (bk. bibl.); Ebü’l-Kasým Ýbn Asâkir, et-Tevbe ve si£atü ra¼meti’llâh (nþr. Abdülhâdî Muhammed Mansûr, Beyrut 1417/1996); Muvaffakuddin Ýbn Kudâme (Kitâbü’t-Tevvâbîn: Kitâbü’t-Tevbe, nþr. George Makdisî, Dýmaþk 1961); Takýyyüddin Ýbn Teymiyye, et-Tevbe (nþr. Abdullah Haccâl, Kahire 1990); Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Kitâbü’t-Tevbe (bk. bibl.). Yeni dönemde tövbe hakkýnda yapýlan çalýþmalar arasýnda Cevdet Kâzým el-Kazvînî’ye ait et-Tevbe fi’þ-þerî£ati’l-Ýslâmiyye ile (Baðdat 1975) Seyyid Muhammed b. Fethî’nin etTevbetü’n-na½û¼’u (Tanta 1986) sayýlabilir. Erdoðan Fýrat, Þahsiyetin Geliþmesinde Tevbenin Rolü adýyla bir doçentlik tezi çalýþmasý hazýrlamýþ (Ankara 1982), Mehmet Katar’ýn Yahudilik, Hýristiyanlýk ve Ýslâm’da Tövbe adlý eseriyle (Ankara 1997) Asým Yapýcý’nýn Ýslâm’da Tövbe ve Dinî Yaþayýþtaki Yeri adlý kitabý (Ýstanbul 1997) doktora tezi olarak sunulmuþtur. Leylâ Abdullah Hasan el-Cefrî etTevbe ve ârâßü’l-£ulemâßi fîhâ (14051406, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’þþerîa) ve Nebile Aslan Dinî Ýman Suç ve Tevbe (1992, UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adýyla yüksek lisans çalýþmasý yap-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖVBE

mýþtýr. Ali Dâvûd Muhammed Ceffâl etTevbe ve e¦erühâ fî isšå¹i’l-¼udûd fi’lfýšhi’l-Ýslâmî (Beyrut 1409/1989), Nihat Dalgýn Ýslâm’da Tevbe ve Cezalara Etkisi (Trabzon 1996, 1997; Samsun 1999) adýyla birer eser yayýmlamýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Esîr, en-Nihâye (nþr. Râid b. Sabrî Ýbn Ebû Alefe), Amman, ts. (Beytü’l-efkâr ed-devliyye), s. 675; Kåmus Tercümesi, I, 150; Wensinck, el-Mu£cem, “tvb”, “gfr” md.leri; Müsned, I, 99, 159, 289, 422-423, 433; II, 132, 153, 297, 304-305, 435, 506; III, 198; IV, 217, 357, 359-361, 395, 404; V, 331; VI, 387-390; Ýbn Ebü’d-Dünyâ, Kitâbü’t-Tevbe (nþr. Mecdî Seyyid Ýbrâhim), Kahire, ts. (Mektebetü’l-Kur’ân), s. 117; Taberî, Câmi £u’l-beyân (Sýdký Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, V, 440-441; XII, 171-174; XIX, 58-61; Zeccâc, Tefsîru esmâßillâhi’l-¼üsnâ (nþr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkak), Beyrut 1395/1975, s. 61-62; Mâtürîdî, Teßvîlâtü’lÆurßân (nþr. Ahmet Vanlýoðlu), Ýstanbul 2005, II, 356-357; IV (nþr. Mehmet Boynukalýn), s. 72-73, 93-98; VII (nþr. Hatice Boynukalýn), Ýstanbul 2006, s. 250-252; a.e. (nþr. Fâtýma Yûsuf el-Hýyemî), Beyrut 1425/2004, V, 181; Kadî Abdülcebbâr, Þer¼u’l-U½ûli’l-Åamse, s. 714-715, 799; Kuþeyrî, et-Ta¼bîr fi’t-te×kîr (nþr. Ýbrâhim Besyûnî), Kahire 1968, s. 84; a.mlf., er-Risâle (nþr. M. Abdurrahman el-Mar‘aþlî), Beyrut 1419/1988, s. 160; Gazzâlî, ݼyâßü £ulûmi’d-dîn, Beyrut 1417/1997, IV, 234-235, 242-243, 251-252, 255-258; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Kitâbü’t-Tevbe (nþr. Sâbir el-Betâvî), Beyrut 1412/1992, s. 15, 119-134, 204220; Aclûnî, Keþfü’l-Åafâß (nþr. Yûsuf b. Mahmûd el-Hâc Ahmed), Dýmaþk 1422/2001, I, 406; Seyyid Mehdî Hâirî – Ali Refiî, “Tevbe”, DMT, V, 130133; F. M. Denny, “Tawba”, EI 2 (Ýng.), X, 385.

ÿBekir Topaloðlu

™ FIKIH. Þartlarý ve Hükmü. Fýkýh literatüründe tövbe ameli boyutuyla, doðurduðu hukukî sonuçlarý, özellikle de cezaya etkisi yönüyle ele alýnýr. Fakihler tövbenin þartlarýný þöyle sýralamýþtýr: Günahý hemen terketmek, yapýlan günahtan dolayý piþman olmak, ileride bir daha ayný günahý iþlememeye azmetmek. Günah kul hakkýný içeriyorsa hakkýn sahibine geri verilmesi veya helâllik dilenmesi gerekir. Öte yandan bazý günah ve suçlardan tövbe etmek için kefâret þart koþulmuþtur (bk. KEFÂRET). Yerine getirilmemiþ malî ibadetlerde tövbe hakkýn sahiplerine verilmesiyle gerçekleþir; meselâ ödenmemiþ zekâtýn veya kefâretlerin karþýlýðý ödenir. Kul haklarýnda hakkýn sahibine iadesi imkân ölçüsünde yapýlýr. Çalýnmýþ veya gasbedilmiþ mal mevcutsa aynen iade edilir; mevcut deðilse misli veya kýymeti verilir. Bu da mümkün deðilse güç yetirildiði zaman hakký sahibine ödemeye niyet edilmelidir. Eðer hak sahibi bulunamýyorsa fakirlere tasadduk edilip bulunduðu zaman sahibine kýymetini tazmin etmeye niyetlen-

melidir. Kýsas gerektiren bir suç iþlenmiþse fâil hak sahibine hakkýný alma imkânýný vermelidir. Zina ve þarap içme gibi Allah hakký olan bir günahýn iþlenmesi durumunda piþmanlýk duyarak bir daha ayný suçu iþlememeye azmetmek yeterlidir. Tövbenin kabulü için bu tür günah ve suçlarý hâkim önünde ikrar etmek gerekmez. Bazý fakihler, suçun iþlendiði bilgisi yayýlmýþsa kiþinin ikrar etmesinin efdal olacaðýný söylemiþse de çoðunluk ikrar etmemenin her hâlükârda efdal sayýlacaðý görüþündedir. Bu konuda Hz. Peygamber'in had suçu iþleyenleri suçlarýný gizlemeye teþvik etmesi (el-Muva¹¹aß, “Hudûd”, 12) ve suçunu ikrar edenleri ikrarlarýndan dönmeye yönlendirmesi (Buhârî, “Hudûd”, 2729; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 9) çoðunluk görüþünün delilleridir. Yanlýþ itikaddan tövbe etmek onu terkettiðini açýklamak ve doðrusuna iman etmekle olur. Ýleride ayný günahýn iþlenmemesine azmedildikten sonra ayný günah iþlenirse çoðunluða göre, “Günahtan tövbe eden hiç günahý olmayan kimse gibidir” hadisi gereði (Tirmizî, “Kýyâmet”, 49) önceki tövbe bozulmuþ olmaz; ancak bazý âlimler, müslüman olan kâfirin irtidad etmesi durumunda önceki küfrünün günahýnýn da avdet etmesine kýyasen bu durumda tövbenin bozulmuþ sayýlacaðýný ve önceki günahýn avdet edeceðini belirtmiþtir. Bazý âlimlerse günahýn tekrar iþlenmemesini önceki tövbenin sýhhati açýsýndan olmasa da tövbenin kemali ve faydasý bakýmýndan þart saymýþtýr. Tövbenin hukukî sonuçlarýnýn bulunduðu durumlarda tövbenin üzerinden bir müddet geçip kiþinin halinin düzeldiðinin görülmesi þart kabul edilmiþtir. Çoðunluða göre bazý günahlarý iþlemeye devam ederken baþka günahlardan tövbe etmek geçerlidir. Günahlar büyüklükküçüklük ve sayý bakýmýndan farklýlaþabildiði gibi tövbe de bölünebilir ve günahlar için ayrý ayrý tövbe yapýlabilir. Bazý günahlarý sürdürdüðü halde müslüman olan gayri müslimin Müslümanlýðý geçerli sayýldýðý gibi ayný durumdaki müslümanýn günahlarýnýn bir kýsmýndan tövbe etmesinin de geçerli sayýlmasý gerektiði ifade edilmiþtir. Bir kýsým âlimler, günahlarýn bir bölümüne devam ederken bir bölümüne tövbe etmenin geçerli olmayacaðýný ifade etmiþ bazýlarý da ayný tür günahlarý tek bir günah saymýþ ve ayný tür içindeki günahlarýn bir kýsmýný iþlemeye devam edip bir kýsmýndan tövbe etmenin geçerli sayýlmayacaðýný belirtmiþtir. Bazý fakihler tövbeyi üçüncü þahýslarýn hakkýný göz önüne alarak içten (fi’l-bâtýn)

ve dýþtan (fi’z-zâhir) veya içsel (bâtýne) ve hukuksal (hükmiyye) olmak üzere ikiye ayýrmýþtýr. Birincisi Allah ile kul arasýndaki tövbedir. O günahý iþleyen hariç kimseye zarar vermemesi ve kul hakkýný ihlâl etmemesi kaydýyla içki içmek ve yalan söylemek, namaz ve oruç gibi bedenî ibadetleri terk ve ihmal etmek gibi günahlardan tövbe bu kýsma dahildir. Ancak yerine getirilmeyen namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler tövbeden sonra kazâ edilmeli, bazý durumlarda fidye ödenmelidir. Ýkincisi ise, kul hakkýný ilgilendiren ve hukukî sonucu olan günahlardan tövbedir. Bu kýsma giren tövbede ihlâl edilen hakkýn iadesi, verilen zararýn tazmini de þarttýr. Meselâ fakirin hakký olan zekâtý ödememek, baþkasýnýn malýný gasbetmek gibi günahlardan tövbede hakkýn sahibine iadesi gerekir. Öte yandan fâsýk sayýlmayý gerektiren bir günahý iþleyen kiþinin adalet vasfýný yeniden kazanmasý, nikâhta veli olabilmesi, þahitliðinin mahkeme tarafýndan kabul edilmesi, kýsaca tövbenin hukuken muteber sayýlmasý için fakihlerin bir kýsmý altý ay veya bir sene geçmesi yahut düzelme alâmetlerinin görülmesi gibi þartlar ileri sürmüþtür. Ýþlenen günah kazif veya yalancý þahitlikse kiþinin kendini yalanlamasý gerekir. Cezalara Etkisi. Suça niyetlenen kiþinin suçun iþlenmesinden önce kendi isteðiyle suçtan vazgeçmesi durumunda yalnýz suça niyet etmesi sebebiyle ceza verilmez. Ancak niyet durumunu aþýp bazý hareketlerde bulunduðu takdirde o ana kadar yaptýðý hareketler bir suç teþkil ediyorsa bunlarýn cezasý uygulanýr. Fâil, suçun iþlenmesi yönünde icra hareketlerini tamamlayýp kötü neticeyi de gerçekleþtirdikten sonra yakalanmadan önce veya sonra piþman olduðunda suçun cezasýnýn infaz edilip edilmeyeceði fakihler arasýnda tartýþýlmýþtýr. Büyük çoðunluða göre tövbenin cezayý düþürmedeki etkisi kul haklarýna yönelik suçlarda deðil Allah (kamu) haklarýna yönelik suçlarda söz konusudur ve bu konu da Ýslâm ceza hukukunda cezalarýn tâbi tutulduðu had, kýsas ve ta‘zîr þeklindeki üçlü ayýrýma göre ele alýnmýþtýr. a) Had Cezalarýnda. Fakihler tövbenin bazý had cezalarýnýn düþmesine etkisinde ittifak ederken bir kýsmýnda ihtilâf etmiþtir. Eþkýyalýk suçunda suçlunun yakalanmadan önce tövbe etmesinin had cezasýný düþüreceðinde fakihler arasýnda görüþ birliði vardýr. Bu hususta delil gösterilen âyette, “Ancak kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler olursa bilin ki

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

283


TÖVBE

Allah çok baðýþlayan ve çok merhamet edendir” buyrulur (el-Mâide 5/34). Büyük çoðunluða göre tövbe kiþisel haklara karþý iþlenen suçlarýn cezasýný düþürmediðinden, eþkýyalýk esnasýnda gasp, yaralama veya öldürme eyleminde bulunan suçlular yakalanmadan önce tövbe etmiþ olsalar dahi iþledikleri bu suçlardan ve verdikleri zararlardan dolayý sorumludurlar. Had grubunda yer alan ve Allah hakkýna müteallik yönü aðýr basan hýrsýzlýk, zina ve içki içme suçlarýnýn cezalarý da çoðunluða göre tövbe ile düþmez; bu durum ister olay hâkime intikal etmeden önce ister sonra olsun hüküm deðiþmez; çünkü ceza iþlenen suçun kefâretidir. Fakihlerin bir kýsmýna göre ise eþkýyalýk suçuna kýyasen yakalanmadan önce yapýlan tövbe bu had cezalarýný da düþürür. Suçlunun yakalandýktan sonra yapacaðý tövbenin de cezayý düþüreceði görüþünde olan fakihler vardýr. Zina iftirasý (kazf) suçunun cezasý daha çok kiþisel haklarý ilgilendirdiði için tövbeyle düþmez; fakat çoðunluða göre maðdurun affetmesiyle ceza düþer. Ýnsanýn þahsiyetini rencide eden bir suç olmasý sebebiyle zina iftirasýnda bulunan kimsenin (kazif) tövbesinin kabulü için iftirada bulunduðu kimseyle (makzûf) helâlleþmesi gerekir. Hz. Peygamber, “Kardeþinde malý ve namusuyla ilgili bir hakký bulunan kimse kýyamet gelmeden önce onunla helâlleþsin” buyurmuþtur (Buhârî, “Mezâlim”, 10). Öte yandan kazife verilen þahitlikten men cezasýnýn tövbeyle düþüp düþmeyeceði tartýþmalýdýr. Hanefîler’e göre suçlu hadden önce tövbe ederse þahitliði kabul edilir, hadden sonra yapýlan tövbe ebediyen kabul edilmez ve bu had cezasýnýn bir parçasý sayýlýr. Çoðunluða göre suçlu kazf haddinden önce veya sonra tövbe ederse þahitlikten men cezasý düþer. Fakihler, irtidad suçunun cezasýnýn mahkeme öncesi veya sonrasýnda yapýlan tövbe ile düþeceðinde ittifak etmiþtir. Sözlükte “bir kimsenin tövbe etmesini istemek” anlamýna gelen “istitâbe” fýkýh terimi olarak irtidad, zýndýklýk, sihir ya da bazý farzlarý kasten terketmek gibi durumlarda bu fiilleri iþleyen kimseler için belirlenen cezalarý uygulamadan önce onlarý tövbe etmeye çaðýrmayý ifade etmektedir. Mürtedin tövbesinin mahkeme tarafýndan talep edilmesinin gerekip gerekmediði, gerekiyorsa bunun süresinin ne olacaðý konusunda fakihler farklý görüþlere sahiptir. Ýrtidad suçunun tekerrürü halinde fakihlerin bir kýsmý tövbenin kabul edilmeyeceði görüþünde iken çoðunluk bu durumda da tövbenin kabul edileceðini, ancak fâilin sa284

mimiyeti görülene kadar hapis vb. ta‘zîr cezalarýnýn gündeme gelebileceðini belirtmiþtir. b) Cinayetlerde. Kýsas ve diyet kul hakký aðýrlýklý cezalar sayýldýðýndan fakihler, tövbenin öldürme ve yaralama suçlarýnýn cezalarýnda herhangi bir etkisinin bulunmadýðý konusunda ittifak halindedir. “Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezasý, içinde devamlý kalmak üzere cehennemdir; Allah ona gazap ve lânet etmiþ ve onun için büyük bir azap hazýrlamýþtýr” âyetini (en-Nisâ 4/93) ve, “Allah’ýn bütün günahlarý affedeceði umulur; ancak kâfir ölen kimseyi veya bir mümini kasten öldüreni Allah affetmez” hadisini (Ebû Dâvûd, “Fiten”, 6) delil gösteren bazý âlimler insan öldürmenin uhrevî cezasýnýn tövbeyle düþmeyeceðini söylemektedir. Fakat büyük çoðunluk insan öldürmenin uhrevî cezasýnýn tövbeyle düþebileceðini, “Ey kendilerine kötülük edip aþýrý giden kullarým! Allah’ýn rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doðrusu Allah günahlarýn hepsini baðýþlar” âyetine (ez-Zümer 39/53), doksan dokuz kiþiyi öldürüp tövbe eden kiþinin konu edildiði hadise (Buhârî, “Enbiyâ,”, 54; Müslim, “Tevbe”, 46) vb. naslara dayanarak kabul etmiþtir. c) Ta‘zîr Cezalarýnda. Kul hakký olan sövme ve darbetme gibi ta‘zîr cezasý gerektiren suçlar hak sahibiyle helâlleþilmedikçe tövbe ile düþmez. Allah hakký sayýlan, ramazan ayýnda kasten oruç bozma, faiz yeme ve kumar oynama gibi fiiller için öngörülen ta‘zîr cezalarý ise tövbe ile düþmektedir. d) Þahitliðin Kabulünde. Þahitliðin kabulü için adalet vasfý þart görüldüðünden büyük günah iþleyen veya küçük günahlarda ýsrar eden kiþinin adalet vasfýný yitireceði ve tövbe etmedikçe þahitliðinin kabul edilmeyeceði ittifakla benimsenmiþtir. Kazf suçunu iþleyenin tövbesinin þahitlik yönünden kabulü ise tartýþmalýdýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbn Hazm, el-Mu¼allâ (nþr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1408/1988, XII, 14-23; Serahsî, el-Mebsû¹, IX, 176; Gazzâlî, ݼyâß (Beyrut), IV, 3-4; Kâsânî, Bedâßi £, VII, 96; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 1401/1981, II, 443, 457-458; Muvaffakuddin Ýbn Kudâme, el-Mu³nî (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1406/1986, XII, 483485; Kurtubî, el-Câmi £, III, 47; V, 85; VI, 158; XII, 177; Þehâbeddin el-Karâfî, el-Furûš, Kahire 1347 ^ Beyrut, ts. (Âlemü'l-kütüb), IV, 181; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Ý £lâmü'l-muvaššý£¢n (nþr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘`d), Beyrut 1973, II, 97-98; Ýbnü’l-Hümâm, Fet¼u’l-šadîr, V, 428-429; Þirbînî, Mu³ni’l-mu¼tâc, IV, 183-184; Ýbn Âbidîn, Reddü’lmu¼târ (Kahire), IV, 116; Abdülazîz Âmir, et-Ta£zîr fi’þ-þerî£ati’l-Ýslâmiyye, Kahire 1389/1969, s. 516-521; Abdülkadir Ûdeh, et-Teþrî£u’l-cinâßiy-

yü’l-Ýslâmî, Kahire 1977, I, 351-355, 773; II, 728; Ahmed Fethî Behnesî, es-Siyâsetü’l-cinâßiyye fi’þþerî£ati’l-Ýslâmiyye, Beyrut 1403/1983, s. 115143; a.mlf., el-Mevsû£atü’l-cinâßiyye fi’l-fýšhi’lÝslâmî, Beyrut 1412/1991, IV, 363; Bilmen, Kamus 2, III, 303-304; Ali Dâvûd M. Ceffâl, et-Tevbe ve e¦erühâ fî isšå¹i’l-¼udûd fi’l-fýšhi’l-Ýslâmî, Beyrut 1409/1989; M. Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri'l-Arabî), s. 230, 241-248; Nihat Dalgýn, Ýslâm’da Tövbe ve Cezalara Etkisi, Samsun 1999; M. Cevat Akþit, Ýslâm Ceza Hukuku ve Ýnsânî Esaslarý, Ýstanbul 2000, s. 70, 143-145; Hâmid Mahmûd Þemrûh, “et-Tevbe ve eþerühâ fî sukuti’l-.ukube”, Mecelletü Külliyyeti’þ-Þerî£a ve’d-dirâsâti’l-Ýslâmiyye, II/2, Mekke 1396-97, s. 137-152; Yaþar Yiðit, “Ýslâm Ceza Hukukunda Af ve Piþmanlýðýn (Tövbe) Cezalara Etkisi”, Diyanet Ýlmî Dergi, XXXVII/3, Ankara 2001, s. 61-74; Abdullah b. Süleyman el-Matrûdî, “Eþerü’t-tevbe .alâ .ukubeti’l-kacf fi’l-fýkhi’lÝslâmî”, Mecelletü’l-Bu¼û¦i’l-Ýslâmiyye, sy. 66, Riyad 1423/2002, s. 251-336; R. A. Nicholson, “Tevbe”, ÝA, XII/1, s. 204; “Tevbe”, Mv.F, XIV, 119-133; F. M. Denny, “Tawba”, EI 2 (Ýng.), X, 385.

ÿEmine Gümüþ Böke

™ TASAVVUF. Tasavvufî eserlerde tövbenin tariflerinden, çeþitlerinden, derecelerinden, faziletinden, lüzumundan, mahiyetinden, kapsamýndan, özelliklerinden, hükümlerinden, þartlarýndan, rükünlerinden, neticelerinden, faydalarýndan, kabul edildiðine dair alâmetlerden ve tövbekârlarýn hallerinden geniþ biçimde bahsedilmiþ, dikkate deðer psikolojik tahliller, açýklamalar, yorumlar ve deðerlendirmeler yapýlmýþtýr (Muhâsibî, er-Ri£âye, s. 68, 148, 360; Bedßü men enâbe ilallåh, s. 344-350; el-Æa½d, s. 222; Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 364394; Gazzâlî, ݼyâß, IV, 3-49). Tövbe tasavvufta çeþitli þekillerde tarif edilmiþtir. Bu tarifler tövbenin yönünü ve niteliklerini göstermesi bakýmýndan önem taþýr. Sehl et-Tüsterî, “Tövbe kulun günahýný unutmamasýdýr” derken Cüneyd-i Baðdâdî tövbeyî, “Kulun günahýný unutmasýdýr” þeklinde tarif etmiþtir. Sehl’in tarifi henüz sülûkün baþýnda olan ve günaha bulaþmasý ihtimali bulunan müridlerle, Cüneyd’in tarifi, Allah’ýn büyüklüðü düþüncesine dalan ve O’nu zikretme halinde bulunan hakikat ehli ve âriflerle ilgilidir. Cüneyd’e göre kulun tövbeden önceki günahkâr olma durumu cefa hali, tövbeden sonraki durumu ise vefa / safâ halidir. Allah bir kuluna tövbe etmeyi nasip ederek ona yakýnlýðýný lutfederse bu halde kulun aklýný geçmiþte iþlediði günahlara takmamasý, onlarý unutup sadece Allah’ýn nimet ve ihsanlarýný düþünmesi gerekir (Kelâbâzî, s. 92; Kuþeyrî, s. 259; Hücvîrî, s. 381). Günahlardan ve kötülüklerden tövbe edenle hatalardan ve gafletten tövbe eden,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖVBE

amel ve ibadetleri dikkate alýp bunlarý gözünde büyütme halinden tövbe edenler birbirinden farklýdýr. Tövbe tasavvufî makamlarýn ve menzillerin ilkidir. Bu sebeple “bâbü’l-ebvâb” (ana kapý) diye adlandýrýlýr. Tasavvufî hayata tövbe kapýsýndan girilir; takvâ, zühd, fakr, sabýr, tevekkül ve rýzâ gibi makamlarda tövbenin önemi artar ve bu durum sâlik son nefesini verinceye kadar devam eder. Sahih ve muteber bir þekilde tövbe etmeyen sâlikin mânevî halleri sahih ve muteber sayýlmaz. Bu makamdaki zafiyet ve eksiklik ondan sonra gelen bütün hal ve makamlarý olumsuz yönde etkiler. Bazý sûfîler tövbe makamýndan önce yakaza / intibah menzilinden bahseder. Yakaza sâlikin içinden gelen bir etkiyle silkinerek gaflet ve gevþeklik haline son vermesi, kendine gelmesi, aklýný baþýna toplamasý, tövbe ve istiðfar etmesidir; yakaza makam deðil haldir. Ýçten gelen bir kýpýrdanma olmadan bir insanýn ciddi ve samimi bir þekilde tövbe etmesi mümkün deðildir. Sâlik bazan dýþ sebeplerden etkilenerek intibaha gelebilir. Yakaza tövbenin temeli, tövbe yakaza halinin sürekli ve kalýcý bir duruma gelen þeklidir. Hücvîrî hatadan doðru olana, doðru olandan daha doðru olana ve nefisten Hakk’a dönme þeklinde üç türlü tövbenin bulunduðunu belirttikten sonra birincisine avamýn, ikincisine havassýn tövbesi der ve üçüncüsüne muhabbet derecesindeki tövbe adýný verir. Hak Teâlâ’nýn tecellisi karþýsýnda kendinden geçen Hz. Mûsâ’nýn kendine gelince, “Tövbe ettim, sana döndüm” demesi (el-A‘râf 7/143) doðru olandan daha doðru olana dönüþtür ve himmet ehlinin tövbesidir. Hz. Mûsâ’nýn kendi iradesiyle Allah’ý görmeyi arzulamasý onun hakkýnda tövbeyi gerektiren bir eksiklik olmuþtur. Hz. Peygamber’in, “Bazan kalbimi bir perde bürüdüðünden günde 100 defa istiðfarda bulunduðum olur” sözü (Müslim, “Cikir”, 41-42; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26) muhabbet derecesindeki tövbeyle ilgilidir. Resûl-i Ekrem sürekli Allah’a yükselme ve yakýnlaþma halindeydi, bir üst dereceye ulaþtýðýnda alttaki derecenin üstteki dereceyi kapatan bir örtü olduðunu farkediyordu. Kendinden Hakk’a dönüp devamlý yükseldiðinden tövbesi de devamlýydý (Kuþeyrî, s. 194; Hücvîrî, s. 383). Hakikat ehli denilen ârifler öyle bir hal yaþarlar ki bu halde iken Allah’tan ve O’nun tecellilerinden baþka hiçbir þey göremezler. Bu durumda kendileri fenâ halindedir, varlýklarý yok hükmündedir. Kendilerinde varlýk görmeleri bir tür günah sayýldýðýndan,

“Senin varlýðýn baþka bir günahla kýyaslanmayacak bir günahtýr” derler. Allah’ýn tevvâb, gaffâr, gafûr, afüv gibi isimleriyle iliþkili olmasý bakýmýndan tövbenin ilâhî boyutu üzerinde de durulur (Gazzâlî, el-Maš½adü’l-esnâ, s. 54, 74, 101). Allah’ýn tevvâb oluþu kuluna tövbe etmeyi kolaylaþtýrmasý, ona af ve maðfiret kapýsýný açmasýdýr. Bunun neticesinde kulun O’na dönmesi tövbedir. Tövbe Allah’ýn kuluna, kulunun da O’na dönmesidir. Allah’ýn kuluna dönmesi ona tövbeyi nasip etmesi, kulun rabbine dönmesi iþlediði günahtan ve yaptýðý kötülükten dolayý O’ndan af dilemesidir. Ebû Hafs, “Tövbe O’ndadýr, O’ndandýr” derken bunu kasteder. Tövbe kulun Allah’a dönüþüdür, ancak bunu kula nasip eden ve onu buna muvvaffak kýlan Allah’týr (Kuþeyrî, s. 254, 262). Kendilerine karþý hatalý ve kötü davrananlarýn özürlerini kabul edenler Allah’ýn tevvâb ismine mazhar olmuþlardýr. “Ýki günü eþit olan mümin aldanmýþtýr” hadisini zikreden Ebû Tâlib el-Mekkî (Ɔtü’l-šulûb, I, 173), müminin sürekli biçimde kendini geliþtirmek suretiyle her gün Allah’a biraz daha yaklaþmasý gerektiðini, bunun da tövbe ile gerçekleþeceðini söyler. Sûfîler yapýlan haksýzlýk, kötülük ve hatalardan, iþlenen günahlardan tövbe etmek gerektiðini, ancak daha iyi ve daha doðru olaný gerçekleþtirme imkânýna sahip kiþilerin daha iyi olaný yapmamalarýnýn tövbeyi gerektiren bir kusur olduðunu belirtir. Kur’an’da zikredilen “ebrâr” (el-Ýnfitâr 82/13) iyi insanlar, “mukarrebûn” (el-Vâkýa 56/11) Allah’ýn yakýnlýðýný kazanmýþ daha iyi insanlardýr. Sûfîlere göre ebrârýn sevap kazandýran amellerini mukarrebler iþlerlerse günaha girmiþ olurlar (Serrâc, s. 68; Kuþeyrî, s. 195; Hücvîrî, s. 383). Sûfîler yalnýz dille yapýlan tövbeye “yalancýlarýn tövbesi” demiþler ve bunun fâsid bir tövbe olduðunu söylemiþlerdir. Râbia el-Adeviyye’nin, “Tövbe, tövbeden tövbedir” sözü gönülden gelmeyen ve sözden ibaret kalan fâsid tövbeyi ifade eder (Kuþeyrî, s. 260). Takvâ ehlinin dil ve kalple yaptýðý tövbe sahih; dil, kalp ve bedenle yaptýðý tövbe ise daha sahih bir tövbedir. Avamýn, havassýn ve âriflerin tövbesi birbirinden farklýdýr. Zünnûn’a göre avam günahtan, havas gafletten tövbe eder (Serrâc, s. 68; Kuþeyrî, s. 260; Hücvîrî, s. 385). Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî’nin, “Tövbe Allah dýþýnda her þeyden (mâsivâ) tövbe etmektir” sözü (Serrâc, s. 68) âriflerin tövbesine iþaret eder. Ýbn Atâ, Allah’ýn azabýndan korkan kulun tövbesine “inâbe tövbesi”, O’nun kereminden hayâ eden kulun töv-

besine “isticâbe tövbesi” adýný vermiþtir (Kelâbâzî, s. 141; Kuþeyrî, s. 261; Hücvîrî, s. 385). Piþmanlýðýn ilk adýmý tövbe, ikinci adýmý inâbe, sonu evbedir diyen sûfîler de vardýr. Bu baðlamda Allah’ýn azabýndan korkanýn hali tövbe, azabýndan korkmakla beraber sevap umanýn hali inâbe, sadece emrini gözetenin hali evbe terimiyle ifade edilir. Tövbe müminlerin, inâbe evliyanýn, evbe peygamberlerin makamýdýr (en-Nûr 24/31; Sâd 38/30, 44; Kaf 50/33). Tövbe büyük günahlardan, inâbe küçük günahlardan, evbe nefisten Hakk’a dönüþtür. Herevî inâbeyi tövbeden ayrý bir menzil olarak görür. Tövbe makamýný saðlýklý bir þekilde gerçekleþtiren sâlik inâbe menziline ulaþýr. Allah sevgisi, Allah’a itaat, O’na yönelme ve O’ndan baþkasýndan yüz çevirme inâbenin özünü oluþturur. Kul elest bezminde yaptýðý ahde baðlý kalarak sözle Hakk’a döndüðünü ifade ettikten sonra buna göre davranýp inâbe sahibi olabilir (Herevî, s. 6). Kur’an’da, “Rabbinize inâbe ediniz, dönünüz” buyurulmuþtur (ez-Zümer 39/54). Ýnâbe “sâlikin Hakk’a gönül vermesidir” þeklinde de tarif edilmiþtir. Bir mürþide gönülden baðlanmaya ve ondan el almaya da inâbe denir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Muhâsibî, er-Ri £âye li-¼uš†šýllâh (nþr. Abdülhalîm Mahmûd – Abdülkadir Ahmed Atâ), Kahire 1390/1970, s. 68, 148, 360; a.mlf., Bedßü men enâbe ilallåh (Muhâsibî, el-Ve½âyâ içinde, nþr. Abdülkadir Ahmed Atâ), Beyrut 1406/1986, s. 344-350; a.mlf., el-Æa½d ve’r-rücû£ ilallåh (a.e. içinde), s. 222; Serrâc, el-Lüma£, s. 68-69; Kelâbâzî, Taarruf (Uludað), s. 92, 141-142; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ɔtü’l-šulûb, Kahire 1961, I, 173, 364394; Sülemî, ªabašåt, s. 69; Kuþeyrî, er-Risâle, s. 194, 195, 254-262; Hücvîrî, Keþfü’l-ma¼cûb, Tahran 1338, s. 378, 381, 383, 385; Herevî, Menâzil, s. 6; Gazzâlî, ݼyâßü £ulûmi’d-dîn, Kahire 1358/1939, IV, 4-59; a.mlf., el-Maš½adü’l-esnâ, Kahire 1322, s. 54, 74, 101; Ebû Mansûr el-Abbâdî, Øûfînâme (nþr. Gulâm Hüseyin Yûsufî), Tahran 1347, s. 50-54; Þehâbeddin es-Sühreverdî, £Avârifü’l-ma£ârif, Beyrut 1966, s. 475-487; Muhyiddin Ýbnü’l-Arabî, el-Fütû¼âtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, II, 183-190; Necmeddîn-i Dâye, Mir½âdü’l-£ibâd (nþr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1365, s. 257; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 198 vd.; Ýsmâil Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256/1840, s. 139; Zekî Mübârek, et-Ta½avvufü’l-Ýslâmî fi’ledeb ve’l-aÅlâš, Kahire 1954, II, 144; Seyyid Sâdýk-ý Gûherîn, Þer¼-i I½¹ýlâ¼ât-ý Ta½avvuf, Tahran 1368, II, 71; IV, 229.

ÿSüleyman Uludað

Diðer Dinlerde. Tarihten günümüze dinlerin hemen hepsinde insanýn nihaî kurtuluþu üzerinde durulmakta, bu hususta birtakým açýklamalar yapýlmaktadýr. Bunlara göre insanýn yapmasý ve yapmamasý

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

285


TÖVBE

gereken davranýþlar vardýr. Ancak insan, bazan dinlerin kendisine önerdiði kurtuluþu saðlayýcý davranýþlar yerine yanlýþ davranýþlarda bulunmakta, bu sebeple nihaî kurtuluþunu tehlikeye atmanýn yanýnda Tanrý’nýn gazabýný celbetmektedir. Dinler insanýn, bu tür olumsuz fiilleri ve kötü davranýþlarý terkedip hatalarýný telâfi edecek þeyler yapmasýný telkin etmektedir. Dinlerin, mensuplarýnýn kötü hareketlerinin sonuçlarýný ortadan kaldýrmak amacýyla önerdiði davranýþlar Ýslâmî terminolojide tövbe diye adlandýrýlmaktadýr. Fakat bütün dinler ayný türden bir tövbe anlayýþýný benimsememekte, Yahudilik, Hýristiyanlýk ve Ýslâm gibi semavî dinler tövbeye yönelirken Çin ve Hint coðrafyasýnda yaygýn dinler, tövbeden ziyade kötü fiilin sonuçlarýný gidermeyi hedefleyen ve tövbenin bir unsuru olan kefâret türü davranýþlara önem vermektedir. Yahudilik, Hýristiyanlýk ve Ýslâm, tövbeyle her türlü günahýn neticesinin ortadan kalkacaðýný kabul ederek tövbeyi dinî hayatýn âdeta merkezine koyarken bireysel kurtuluþu ön planda tutan Hint ve Çin kökenli dinler tövbe amaçlý dinî uygulamalara daha az yer vermektedir. Buna raðmen günümüzde dinlerin hemen tamamýnda bir tövbe anlayýþý ve bu amaçla yapýlan uygulamalar bulunmaktadýr. Çin’in geleneksel inancý Konfüçyüsçülük’e göre iþlenen her günahýn mutlaka bir karþýlýðý vardýr. Günahýn karþýlýðýnda çekilecek ceza, genellikle ölüm sonrasýnda ve öteki âlemde deðil dünyada uygulanacak bir ceza olarak görülmektedir. Bu sebeple günah iþleyen kiþinin günahýnýn karþýlýðýný ödeyip bunu telâfi etmeye çalýþmasý gerekir. Günah iþleyen kiþi önce oruç tutup dinen temiz hale gelmeli, ardýndan iþlediði günahýn affý için kurban kesmelidir (Budda, s. 372-373). Japon dini Þintoizm’de kötülük ve günah ahlâkî bir sorun olmaktan çok bir kirlenme þeklinde görülmektedir. Bunun için Þinto inancýný benimseyenler kötü fiillerin çaresinin arýnma ritüellerinde bulunduðuna inanmakta ve arýnmaya yönelik birçok ritüeli yerine getirmektedir. Bunlarýn en önemlisini “oho-harahe” âyini oluþturmaktadýr. Altý ayda bir yapýlan bu âyinde kiþi âyinden birkaç gün önce tapýnaktan beyaz bir kâðýt alarak bunu gömlek þeklinde keser ve üzerine kimlik bilgilerini yazar. Daha sonra bu kâðýdý bütün vücuduna sürüp nefesini üflemek suretiyle günahýný ona geçirir ve kâðýdý tapýnaða götürür. Bu kâðýtlar tapýnaktaki arýnma töreni sýrasýnda siyah bir masada toplanýr, ardýndan bir ka286

yýða konularak denize atýlýr, böylece arýnma töreni tamamlanmýþ olur. Hint yarýmadasýnýn en yaygýn ve en eski dini Hinduizm’de günah dünyanýn nizamýna karþý iþlenmiþ bir suç olarak görülmektedir (Schimmel, s. 77). Bu dinde iþlenen her günahýn karma inancý gereðince tenâsüh çemberinin süresini uzatacaðý ve zorlaþtýracaðý kabul edildiðinden (ERE, V, 659) Hindular, hemen her türlü sýkýntýnýn kaynaðý diye gördükleri günahlardan kurtulmaya büyük önem verir ve günahlarýn sonuçlarýný ortadan kaldýrmak için çeþitli kefâretler uygular. Hinduizm’de günahtan vazgeçerek arýnma çok önemli görüldüðü için erken dönem Hint kutsal metinlerinden olan Samaveda’da tövbe ve kefâret konusuna temas edilmiþ (a.g.e., a.y.), sonraki dönemin metinlerinden Manu kanunlarýnda da günahtan piþmanlýk ve arýnma amaçlý kefâret uygulamalarý üzerinde durulmuþtur (Budda, s. 159). Kutsal metinlerdeki bu vurgu sebebiyle Hinduizm’de günahtan tövbe maksadýyla kurban törenlerine büyük önem verilmiþ, bilhassa at kurbanlarýnýn günah yüzünden öfkelenen tanrýlarý yatýþtýracaðýna inanýlmýþtýr. Günümüz Hinduizm’inde de tövbe ve günahtan arýnmak için kutsal bilinen sularda yýkanýlmakta, oruç tutulmakta, bazý mekânlar ziyaret edilmekte, fakirlere yardýmda bulunmakta ve kutsal bilinen hayvanlara hizmet edilmektedir. Hinduizm’in toplumsal kast anlayýþýna ve çok tanrýcýlýðýna tepki olarak ortaya çýkan Jainizm’de kastsýz, tanrýsýz ve duasýz bir din anlayýþý savunulmuþtur. Bu dinin temel amacý Hint dinlerinin ortak karakteri olan tenâsühten kurtulmaktýr. Dolayýsýyla Jainizm dünyayý küçümseyen bir zühd hayatýný benimsemekte ve manastýr yaþamýna önem vermektedir. Bu dinde günahýn yol açtýðý karma inancýndan kurtulmak için manastýrlarda günah itiraflarýnda bulunulmakta ve çeþitli kefâret uygulamalarý gerçekleþtirilmektedir (Parrinder, s. 67). Manastýr dýþýndaki Jainistler tövbe etmek, günah itirafýnda bulunmak ve bazý yiyecekleri belirli zamanlarda tüketmemekle iþledikleri günahlardan kurtulacaklarýna inanmaktadýr. Hint kökenli bir baþka din olan Budizm’de de karma anlayýþý esas alýnmakta, her iþin, her fiil ve davranýþýn kaynaðý þeklinde görülen bu olgudan kurtuluþun imkânsýzlýðýna inanýlmaktadýr. Buna göre iþlenen her günahýn karþýlýðý (karma) mutlaka görülecektir. Bu konuda herhangi bir ilâhî veya beþerî yardým söz konusu deðildir; dolayýsýyla geleneksel anlamda töv-

benin de bir mânasý yoktur. Ancak yine de iþlenen günahlarý affettirecek bazý davranýþlarda bulunulur. Bu amaçla Budist rahipleri on beþ günde bir bölgesel toplantýlar düzenler ve bir çeþit tövbe ritüeli diye adlandýrýlabilecek alenî günah itiraflarý olur. Ayrýca yalnýz erkek rahiplerin katýldýðý, en kýdemli veya en yaþlý rahip tarafýndan gerçekleþtirilen yýllýk alenî itiraf uygulamalarý icra edilir. Baþrahip bu itiraf törenlerinde elindeki günah listesini büyük günahlardan baþlayarak okur ve diðer rahiplere bu günahlardan uzak kalýp kalmadýklarýný sorar. Günahlardan herhangi birini iþleyene gerekli kefâret cezasý verilerek âyin sona erer. Halktan Budistler ise iþledikleri günahlarý rahibe anlatýp onun belirlediði cezayý çekmek suretiyle kefâretlerini ödemektedir. Bazý bölgelerde halkýn Buda, dhamma ve sangha adýna günahlarýnýn affýný ve kötülüklerden uzak kalmayý dilediði birtakým dualar ve ölen kiþilerin günahýný affettirmeye yönelik bazý uygulamalar bulunmaktadýr. Bu uygulamaya göre ölen kiþinin akrabalarý rahiplere para, yiyecek ve giyecek türü þeyler verir, bunun karþýlýðýný ölene baðýþlar. Günümüzde Hint coðrafyasýnda varlýðýný sürdüren ve eski Ýran’daki Zerdüþtîliðin devamý olan Parsîlik’te günahtan arýnma amaçlý uygulamalara büyük önem verilmektedir. Bu dine göre tövbeyle ortadan kaldýrýlmayan günahlar her yýl biraz daha büyüyerek kiþiyi Ahura Mazda’nýn karþýsýnda zor duruma düþürürken tövbe ve kefâret bütün günahlarý bir anda yok eder. Dolayýsýyla öncelikle bir rahibe, rahibin olmadýðý durumlarda salih bir kiþiye günah itirafýnda bulunulmasý gerekir. Bu itiraflar en az yýlda bir defa Mihr ayýnda gerçekleþtirilmelidir. Bu maksatla muhtemel günahlarý içeren günah itiraflarý listesi hazýrlanýr ve bunlar zaman zaman okunur. Parsîlik’te günah itirafýnda bulunan kiþi rahibin, suçuna karþýlýk belirlediði kefâreti yerine getirmek zorundadýr. Bu kefâretler, bedenî bazý meþakkatler yanýnda çoðunlukla ibadet veya topluma hizmet türünden uygulamalarý içermektedir. Günümüz Parsîliðinde yaygýn biçimde, kiþinin ölümü ve cenazesinin kaldýrýlmasý süresince ölen adýna günah itiraflarý yapýlýr. Bu iþ için tutulan rahip günah itiraflarýný ihtiva eden dualarý okurken ölenin yakýnlarý da ona eþlik eder (ERE, V, 666). Tövbe konusu Yahudilik ve Hýristiyanlýk gibi dinlerde çok daha önemli bir yer tutmakta, yahudi kutsal kitabýnýn (Tanah [Eski Akid]) birçok bölümünde Ýsrâil kavmi

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÖVBE

tövbe etmeye çaðrýlmaktadýr. Tanah’ta tövbe kavramýný ifade etmek üzere “þuv” (dönmek) fiili kullanýlmakta, bununla fert veya toplum olarak Ýsrâil kavminin günahtan uzaklaþýp Tanrý’ya yönelmesi kastedilmektedir. Talmud’un teþekkülü sýrasýnda “þuv” fiilinden “teþuva” kelimesi türetilmiþtir. Bu kelime, kötü fiillerden piþmanlýk duyarak Tanrý’ya dönmeyi ve O’nun istediði gibi iyi iþler yapan bir kul olmayý ifade etmektedir (Montefiore, XVI [1904], s. 213). Tanah’ta tövbe konusunun sürekli iþlenmesi ve insanlarýn günahtan vazgeçip Tanrý’ya dönmeye çaðrýlmasý sebebiyle yahudi din âlimleri tövbeye büyük önem vermiþ, bunun nasýl yapýlmasý gerektiði konusunda yorumlarda bulunmuþtur. XI. yüzyýlda yaþayan Bâhya b. Yûsuf b. Pakuda tövbeyi “Tanrý’nýn çizdiði sýnýrdan çýkan kiþinin kurtuluþu isteyip O’na dönmesi” (el-Hidâye, s. 248), ondan yüzyýl sonra gelen Ýbn Meymûn ise “günahýn zihinden sökülüp atýlarak tamamen unutulmasý ve bir daha ona dönmemeye karar verilmesi” þeklinde tanýmlamýþtýr (Moore, Judaism, I, 510). Yahudilik’te günah dünyevî ve uhrevî her türlü sýkýntýnýn kaynaðý olup ondan bir an önce kurtulmak gerekir. Bu durumda Tanrý insanlarýn iþlediði günahlarýn cezasýný öteki âleme býrakmamakta, büyük bir kýsmýný bu dünyada çeþitli sýkýntýlarla ödetmektedir. Sýkýntýlardan kurtulmanýn yegâne yolu günahlardan piþmanlýk duyup tövbe etmektir. Tanah’ta, fert veya toplumun günahlardan tövbe ederek Tanrý’ya yalvarýp göz yaþý dökmesi halinde belâ ve felâketlerin son bulacaðý belirtilmektedir (Yeremya, 4/4; Hezekiel, 33/11,14-15; Yûnus, 3/8-9). Çünkü Tanrý insanlarýn günahlarý sebebiyle ölmesini deðil tövbe ile yaþamasýný ister ve tövbe etmelerini bekler (Hezekiel, 33/11). Tanrý’nýn tövbeyi beklediðine inanýldýðý için kiþinin her an tövbe etmesi mümkündür. Ayrýca O’nun kullarýna tövbelerini kabul edeceði özel bir zaman tahsis ettiði belirtilmektedir (Kitov, I, 65, 87). Bu özel dönem yahudi yeni yýlýnýn ilk gününden (Roþ-ha-þanah) baþlayarak on gün devam eder ve “tövbe günü, kefâret günü” diye adlandýrýlan Yom Kipur ile sona erer. Tövbe dönemi olarak bilinen bu sürecin ilk günü herkesin bir yýllýk kaderi Tanrý tarafýndan belirlenir. Ancak Tanrý insanlarýn geçmiþ fiillerine göre belirlediði bir yýllýk kaderi hemen mühürlemez, tövbe döneminin sonuna kadar kullarýna fýrsat verir, bu süre içinde tövbe edenlerin olumsuz kaderini deðiþtirir. Dolayýsýyla yahudiler söz konusu on günlük tövbe dö-

nemini günah itirafý, oruç ve dua ile geçirir (a.g.e., I, 23-24, 65; Katar, s. 58-59). Tövbe için herhangi bir aracýya gerek yoktur ve günahkârýn samimiyetle tövbe etmesi yeterlidir. Günahlarýn çokluðu veya tövbenin geciktirilmiþ olmasý Tanrý’nýn baðýþlamasýna engel teþkil etmez; Tanrý bütün ömrünü günahla geçirmiþ kiþilerin tövbesini bile kabul eder. Ancak baþka insanlara karþý iþlenmiþ günahlar bu affýn dýþýndadýr ve bunlarýn affý için öncelikle haksýzlýða uðrayan kiþinin rýzasýnýn alýnmasý gerekir. Hýristiyanlýða göre tövbe kiþinin yaptýðý kötülüklerin farkýna varmasý, kötülüklerden dolayý kendini kýnamasý ve günahý terkedip Tanrý’nýn rýzasýna uygun bir hayata yönelmesidir (Graham, s. 106-107). Hýristiyanlýk’ta tövbe konusu Hz. Îsâ’nýn mesajýnýn temelini oluþturur. Hz. Îsâ, tebliðde bulunduðu yahudi toplumuna Tanrý’nýn yeryüzündeki egemenliðinin yakýn olduðunu söylemiþ, onlara tövbe ederek buna yaraþýr biçimde davranmalarý çaðrýsýnda bulunmuþtu (Matta, 4/17; Markos, 1/ 15). Onun çaðrýsýna uyan kimseler tövbe etmiþ, tövbenin bir sembolü olarak su ile yýkanýp vaftiz olmuþlardýr. Bu sebeple erken dönem Hýristiyanlýðýnda su ile yýkanma tövbenin fizikî bir tezahürü þeklinde algýlanmýþtýr. Ýlk hýristiyan cemaatinde tövbe ederek vaftiz olanlar mevcut günahlarýndan arýndýklarýna inanmýþ ve Tanrý krallýðýna girmek için bir daha günah iþlememeyi amaç edinmiþtir. Dolayýsýyla vaftizin ardýndan iþlenen günahlardan tövbe etmenin mümkün olmayacaðý anlayýþý benimsenmiþtir. Ancak bir süre sonra bu idealin gerçekleþtirilemeyeceði ve insanlarýn vaftizden sonra da günah iþleyebileceði kabul edilmiþtir. II. yüzyýlýn ortalarýna doðru kaleme alýnan Hermas’ýn Çobaný adlý eserde vaftizin ardýndan küçük günahlar için tövbe edilebileceði dile getirilmiþtir. III. yüzyýlda vaftizden sonra büyük günahlarýn da iþlenebileceði ve bunlardan arýnmak amacýyla kilise görevlilerinin denetiminde bazý aðýr kefâretlerin yerine getirilmesi gerektiði inancý benimsenmiþtir. Sonraki yüzyýllarda kilise yetkililerinin kontrolünde açýktan yapýlan tövbe uygulamalarý için Paskalya öncesi kýrk günlük bir dönem oluþturulmuþ, bu dönem Lent veya Karem diye adlandýrýlmýþtýr (Instructions on the Revised Roman Rites, s. 169). Alenî itiraf sorunlara yol açtýðý ve eleþtirildiðinden XII. yüzyýla kadar kademeli biçimde terkedilmiþ, bunun yerini gizli itiraf almýþtýr. Günümüzde gizli itiraf geleneði Katolik Hýristiyanlýðý’nda hâlâ de-

vam etmekte ve günah itiraflarý, rahiple günah itirafýnda bulunan kimsenin birbirinin yüzünü görmesini önleyen bir ortamda yapýlmaktadýr. Zamanla Hýristiyanlýk’ta mükerreren büyük günah iþleyenlerin tekrar tövbe edebileceði kabul edilmiþ ve tövbe bu dinin önemli bir sakramenti haline getirilmiþtir. XIII. yüzyýlýn baþýnda herkesin yýlda en az bir defa tövbe amaçlý uygulamalara katýlmasý zorunlu tutulmuþ ve bunun Lent döneminde yapýlmasý benimsenmiþtir. Hýristiyanlar, bu anlayýþ gereðince yüzyýllar boyu Paskalya öncesindeki kýrk günlük dönemde tövbe uygulamalarýna iþtirak etmiþ, günah itiraflarýnda bulunmuþ, kýrk günlük süreyi oruçla ve proteinlerden kaçýnýlan perhizle geçirmiþlerdir. Ancak sanayi devrimi ve deðiþen hayat þartlarý sebebiyle XIX. yüzyýldan itibaren Paskalya öncesindeki Lent devri orucu büyük oranda terkedilmiþ, bu süre belirli yiyeceklerden kaçýnýlan bir perhiz dönemi haline getirilmiþtir. Günümüzde de Lent dönemi bir tövbe ve kefâret zamaný þeklinde görülmekte, bu dönemde baþta günah itiraflarý olmak üzere tövbe amaçlý çeþitli uygulamalar yapýlmaktadýr. Yýlda bir olan bu uygulamalar yanýnda bireysel günah iþleyen kiþinin itiraf ve kefâret þeklinde bazý uygulamalarla günahýndan kurtulmasý mezheplerin bakýþ açýsýna göre telkin veya tavsiye edilmektedir (bk. ENDÜLJANS). Hýristiyanlýða göre Tanrý insanlarýn tövbe ile kendisine yönelmeleri karþýsýnda ilgisiz kalmamakta, sonsuz merhametiyle tövbe kapýsýný açýk tutarak günahkâr kullarýnýn kendisine dönmesini beklemekte (Tertullian, s. 28-29), ne kadar günahkâr olursa olsun tövbe eden kulunu baðýþlamaktadýr. Katolik öðretiye göre rahipler Îsâ’nýn kendilerine verdiði yetkiye dayanarak insanlarla Tanrý arasýnda bir vasýta olmakta ve Tanrý adýna baðýþlama yetkisini ellerinde bulundurmaktadýr. Rahiplerin baðýþlama yetkisi Protestanlýk tarafýndan reddedilmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Bahyâ b. Yûsuf b. Pakuda el-Endelüsî, el-Hidâye ilâ ferâßi²i’l-šulûb (nþr. Ýbrâhim Sâlim b. Binyamin Yahûdâ), Leiden 1912, s. 248, 305; E. Osborne v.dðr., Church Fasts and Festivals, London 1905, s. 50 vd.; A. Hilmi Ömer Budda, Dinler Tarihi-I, Ýstanbul 1935, s. 159, 309-310, 372373, 381; E. B. Redlich, The Forgiveness of Sins, Edinburgh 1937, s. 227; H. Schauss, The Jewish Festivals from their Beginnings to Our Own Days (trc. S. Jaffe), Cincinatti 1938, s. 149; R. I. Epstein, Judaism, London 1945, s. 70-71; G. F. Moore, History of Religions, New York 1949, I, 105-107, 265, 346-347, 393, 397; a.mlf., Judaism in the First Centuries of the Christian Era: The Age of Tannaim, Cambridge 1950, I, 510, 511, 532, 535; B. Graham, Peace with God, London 1954,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

287


TÖVBE s. 106-107; A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriþ, Ankara 1955, s. 77; G. L. Berry, Religions of the World, New York 1956, s. 45; W. Telfer, The Forgiveness of Sins, An Essay in the History of Christian Doctrine and Practice, London 1959, s. 20, 65, 81; Tertullian, Treatises on Penance: On Penitence and On Purity (trc. W. P. Le Saint), London 1959, s. 28-29; E. G. Parrinder, Worship in the World’s Religions, London 1961, s. 67; A. Hertzberg, Judaism, New York 1963, s. 126, 134; R. C. Zaehner, Hinduism, London 1966, s. 44; J. Murphy – O’Connor, “Sin and Community in the New Testament”, Sin and Repentance (ed. D. O’Callaghan), Dublin 1967, s. 30; The High Holy Days (ed. N. Winter), Jerusalem 1973, s. 58-60; E. G. Jay, The Church its Changing Image Through Twenty Centuries, London 1977, I, 161; E. Kitov, The Book of Our Heritage (trc. N. Bulman), New York 1978, I, 23-24, 65, 87, 92; A New Catechism Catholic Faith for Adults, London 1978, s. 160; M. Ebû Zehre, Hristiyanlýk Üzerine Konferanslar (trc. Akif Nuri), Ýstanbul 1978, s. 291; Instructions on the Revised Roman Rites, London 1979, s. 169; D. A. Brown, A Guide to Religions, London 1991, s. 57, 135, 147148; Mehmet Katar,Yahudilik, Hýristiyanlýk ve Ýslâm’da Tövbe, Ankara 2003, s. 58-59, 100, 110, 118-121, 130-131, 139-141; Ali Ýhsan Yitik, Hint Dinleri, Ýzmir 2005, s. 110; C. G. Montefiore, “Rabbinic Conceptions of Repentance”, Jewish Quarterly Review, XVI, Philadelphia 1904, s. 213, 223, 226-227; J. Jolly, “Expiation and Atonement (Hindu)”, ERE, V, 659; T. W. R. Davids, “Expiation and Atonement (Buddhist)”, a.e., V, 640-641; M. N. Dhalla, “Expiation and Atonement (Parsi)”, a.e., V, 664-666; D. E. Aune, “Repentance”, ER, XII, 337.

ÿMehmet Katar

˜

TRABLUSGARP Libya’nýn baþkenti, tarihî bir þehir ve eski bir Osmanlý eyaleti.

Adý Sabratha (Zwagha), Leptis Magna (Lubdah) ve bugün merkezin olduðu yerdeki Oea adlý üç tarihî þehrin Yunanca ifadesine (üçþehir: Tripolis / Tripoli) dayanýr. Kelime Arapça’ya Tarâbulus olarak geçmiþ, Osmanlýlar, Suriye’de ayný adlý þehirle karýþmasýný önlemek ve batýda yer aldýðýný belirtmek için “garp” kelimesini ekleyerek buraya Trablusgarp demiþlerdir. Avrupalýlar ise Ortaçað ve sonrasýnda Berberistan Tripolisi anlamýnda Tripoli of Barbary, Tripoli de Barbarie þeklinde adlandýrmýþlardýr. Ayrýca Osmanlýlar þehrin merkez olduðu eyalete Bingazi, Fizan ve Kufra adlý bölgeleri de dahil ederek bugünkü Libya topraklarýnýn tamamýný kapsayacak þekilde Trablusgarp adýný vermiþtir. Avrupalýlar da þehri ve çevresindeki topraklarý Tripolitiane ismiyle anmýþlardýr. Þehir. Trablusgarp ülkenin kuzeybatýsýnda Akdeniz sahilinde uzanan, bir kýsmý

288

kayalýk olan ve limaný kuzeybatý rüzgârlarýndan koruyan bir burnun siperinde kurulmuþtur. Burasý ayný zamanda Büyük Sahrâ istikametine doðru açýlan çölün baþlangýç noktasý gibidir. Trablusgarp þehri milâttan önce VII. yüzyýlda burayý Oea diye isimlendiren Fenikeliler tarafýndan tesis edildi. Daha sonra idaresi, Berka adý da verilen doðusundaki Sirenayka (Cirenaika) bölgesinin hâkimlerinin eline geçti. Kartacalýlar’ýn ardýndan burayý Regio Syrtica olarak isimlendirip Afrika eyaletine dahil eden Romalýlar’ýn egemenliðine girdi. Romalýlar III. yüzyýlda bölgedeki Oea, Leptis ve Sabratha adlý üç þehri tek bir idare altýnda toplayarak hepsine Regio Tripolitane dediler. Ýslâm fetihleri sýrasýnda Bizans hâkimiyetinde önemli bir liman þehri durumundaki Trablusgarp, Hz. Ömer döneminde Mýsýr fâtihi Amr b. Âs tarafýndan 22 (643) yýlýnda bir aylýk kuþatmanýn ardýndan fethedildi. Bununla birlikte müslümanlarla Bizanslýlar’ýn þehir üzerindeki hâkimiyet mücadelesi devam etti. Ayrýca Emevîler ve Abbâsîler döneminde Hâricîliðin Ýbâzýyye koluna mensup Berberîler’in isyanlarýna ve egemenliðine sahne oldu. Abbâsî Halifesi Hârûnürreþîd devrinde Ýfrîkýye’de kurulan Aðlebîler hânedanýnýn yönetimine giren þehir, Ýbrâhim b. Aðleb zamanýn-

Pîrî Reis’in Kitâb-ý Bahriyye adlý eserinde Trablusgarp’ý gösteren harita (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2612, vr. 339b )

da ayaklanan Ýbâzî lideri Abdülvehhâb b. Abdurrahman tarafýndan kuþatýldý. Þehrin valisi ve Ýbrâhim b. Aðleb’in oðlu Abdullah babasýnýn vefatý üzerine Ýbâzîler’le anlaþmak zorunda kaldý ve þehrin iç kýsýmlarýný onlara býraktý (196/812). Trablusgarp’ý Tolunoðullarý’nýn kurucusu Ahmed b. Tolun’un oðlu Abbas kuþattýysa da Aðlebîler, Ýbâzîler’in desteðiyle onu maðlûp etmeyi baþardýlar (267/881). Aðlebîler’in ardýndan Trablusgarp, Fâtýmîler’in ve Zîrîler’in hâkimiyetine girdi. V. (XI.) yüzyýlda Benî Hilâl kabilesinin Kuzey Afrika’ya göçü sýrasýnda kabilenin Benî Zuðbe kolu Trablusgarp’a girdi ve þehrin valisi Zenâteli Saîd b. Hazrûn’u öldürerek buraya hâkim oldu. 541’de (1146) þehir Sicilya’dan gelen Normanlar’ýn eline geçtiyse de on iki yýl sonra halk Normanlar’ý þehirden çýkarmayý baþardý. 554’te (1159) Trablusgarp Muvahhidler’in egemenliðine girdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kumandanlarýndan Bahâeddin Karakuþ’un Kuzey Afrika’daki fetihleri sýrasýnda bir ara Eyyûbîler’in elinde kaldý. Hafsî Hükümdarý Ebû Zekeriyyâ Yahyâ döneminde (1228-1249) Hafsî hâkimiyetine girdi. Hafsîler’in iç karýþýklýklar yüzünden zayýfladýðý bir sýrada Trablusgarp’ta Ammâroðullarý hânedaný kuruldu (727/ 1327) ve 803 (1401) yýlýna kadar devam etti. Ammâroðullarý’ndan sonra Trablusgarp’ta Hafsîler’in hâkimiyeti 1510 yýlýna kadar sürdü. 1510’da Trablusgarp, Oliveto Kontu Don Pedro Navarro kumandasýndaki Ýspanyollar tarafýndan iþgal edildi; katliamdan kurtulan müslümanlar 40 km. doðudaki Tâcûrâ þehrine sýðýndý. 925’te (1519) Ýstanbul’a bir heyet yollayan Trablusgarp halký Ýspanyol istilâsýna karþý yardým talebinde bulundu. Bunun üzerine Dîvân-ý Hümâyun Enderun aðalarýndan Hadým Murad Aða beylerbeyi unvanýyla, emrine verilen bir filo ve askerlerle buraya gönderildi. Birlikler Tâcûrâ’da toplandý. Rodos’un fethinin ardýndan 1523’te Saint Jean þövalyeleri burada yerleþti; Trablusgarp bir ileri hýristiyan karakolu haline geldi. Sonunda Kaptanýderyâ Sinan Paþa kumandasýndaki Osmanlý donanmasý þehri ele geçirdi (12 Þâban 958 / 15 Aðustos 1551). Ýlk valiliðine Murad Aða tayin edildi. 1556’da Turgut Reis beylerbeyilikle buraya geldi. Turgut Reis’in dokuz yýllýk valiliði Trablusgarp tarihinde önemli bir yer tutar. Fizan’a kadar bugünkü Libya Devleti’nin tamamýna yakýnýný Osmanlý topraklarýna Murad Aða dahil ettiyse de kabileleri Turgut Reis devlete tâbi kýldý.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABLUSGARP

Hamrâ Sarayý – Trablusgarp / Libya

Trablusgarp þehri özellikle Karamanlýlar döneminde (1711-1835) dýþ baskýlarla karþýlaþtý. Karamanlý beylerinin Avrupa’dan ve Amerika Birleþik Devletleri’nden buraya gelen ticaret gemilerinden vergi almalarý ciddi problemlere yol açtý. 1663’te Ýngiliz, 1728’de Fransýz donanmasý þehri top ateþine tuttu. Özellikle Amerika 1796’da bu vergiyi ticaret gemilerinin güvenlik içinde seyretmesi için vermekteydi. 1801’de verginin miktarýnýn arttýrýlmasý iliþkileri gerginleþtirince Karamanlý idaresine karþý küçük bir donanma gönderildi. Trablusgarp Limaný 1801-1805 yýllarý arasýnda ablukaya alýndý. Bu abluka sýrasýnda kaptan William Bainbridge kumandasýndaki Filedelfiya firkateyni ele geçirilerek bütün askerleri esir edildi. Bunun üzerine William Eaton yeni sefer düzenleyip Trablusgarp’ýn doðusundan baþþehre doðru ilerledi. Ancak Derne’ye ulaþtýklarýnda 3 Haziran 1805’te iki taraf anlaþtý. 1815’te Bainbridge ve Stephen Decatur kumandasýnda yeni bir Amerikan donanmasý Trablusgarp önlerine kadar gelerek Karamanlý beylerbeyine isteklerini zorla kabul ettirdi. Trablusgarp þehrinde XX. yüzyýlýn baþýnda çoðu tarihî deðere sahip on cami, otuz bir mescid, kýrk medrese, bir rüþdiye mektebi, on yedi sýbyan mektebi, iki kýz mektebi, iki tekke, beþ zâviye, yirmi han, 2470 ev, 1100 dükkân, elli maðaza, dört hamam, elli kahvehane, bir ateþ deðirmeni, yetmiþ iki su deðirmeni, iki sabunhane, bir debbaðhane, üç eczahane, iki hastahane ve yirmi üç fýrýn bulunmaktaydý. 1910’lu yýllarýn baþýnda nüfusu 18.000’i müslüman, 4000’i yahudi, 3000’i ecnebi olmak üzere toplam 25.000 civarýndaydý. Þehirde ve buraya baðlý yerlerde yaþayan ahali baþta Berberî asýllýlar olmak üzere Araplar, Tevârikler, Tîbûlar, Türkler, Kuloðullarý, Sudanlýlar, yahudiler ve Avrupalý göçmen hýristiyanlardan meydana gelmekteydi. 1911’de Ýtalyan iþgali sýrasýnda nüfusunun önemli bir bölümü yok oldu. 1951’de baðýmsýzlý-

ðýn ardýndan nüfusu giderek arttý; daha o yýllarda 100.000 kiþiye ulaþtý, 2010’lu yýllara gelindiðinde 1 milyonu aþtý (1.025.244 nüfus). Ülkenin en büyük þehri ve limaný, ayrýca sanayi ve ticaret merkezi haline geldi. Libya’nýn baþta gelen yüksek öðretim kurumu el-Fâtih Üniversitesi buradadýr. Þehirdeki tarihî eserler arasýnda 13.000 m²’lik bir alaný kaplayan ve milâttan sonra II. asýrda Romalýlar’ca inþa edilen, XVI. asýrda Osmanlýlar tarafýndan iki kule eklenen, içinde Osmanlý vilâyet binasý ve farklý birimlerin bulunduðu es-Sarây el-Hamrâ en görkemli yapýlardan biridir. Bugün ilk dönemden baþlamak üzere ülke tarihine ýþýk tutan her türlü arkeolojik eserin sergilendiði bir müze olarak kullanýlmaktadýr. XVIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Vali Ali Paþa tarafýndan inþa ettirilen Karamanlý Evi de tarihî önemi haizdir. Liman tarafýnda Turgut Reis adýna yaptýrýlan, yaný baþýnda kabri bulunan Turgut Reis Camii ve çevresi tarihî deðere sahip en önemli mekânlarýn baþýnda gelir. 1736-1738 yýllarýnda Karaman Ahmed Paþa’nýn Medine adlý eski þehir kýsmýnda yaptýrdýðý otuz kubbeli cami ve medrese buradaki en geniþ ibadet yeridir. Gürcü Mustafa’nýn 1834’te inþa ettirdiði, kendi adýyla bilinen camisi de büyük mimari öneme sahiptir. Medine kýsmýndaki tarihî camiler arasýnda Hârûbe Camii, Nâka Camii, Osman Paþa Medresesi ve Camii, Mehmed Paþa Camii ve Reþîd Camii sayýlabilir. 1898’de II. Abdülhamid’in Trablusgarp yetim ve öksüzlerinin meslek edinmeleri için açtýrdýðý Medresetü’l-fünûn ve’s-sanâyi‘ el-Ýslâmiyye ayný amaçla hizmet vermeye devam etmektedir. Medine denilen eski çarþýlarýn olduðu kýsma günümüzde Bâbü’l-hürriyye adý verilen tarihî kapýdan girilmektedir. Geleneksel alýþveriþ yapýlan bu mekânlar Sûku attâra, Sûku Hýzýr, her türlü ticarî malýn satýldýðý, içlerinde en geniþ olaný Sûkuttürk, halý pazarý ile Sûkuþâri‘reþîd’dir. Þehirde tarihî binalar yanýnda

1 Eylül 1969 tarihinde kraliyetten cumhuriyete geçiþin hâtýrasýna inþa edilen Burcülfâtih gibi yapýlar bulunmaktadýr. Ýtalyan iþgali esnasýnda belediye binasýnýn karþýsýnda yaptýrýlan Katolik katedrali 2004 yýlýnda restore edilerek camiye çevrilmiþ ve yeniden ibadete açýlmýþtýr. Tarihî þehrin bulunduðu kýsma üç ana kapýdan girilmektedir. Bunlar batý kýsmýnda Bâbüzzenâte, güneydoðu tarafýnda Bâbülhevvâre ve kuzey tarafýnda Bâbünnûr’dur. Þehir surlarýnýn yapýlýþý Romalýlar’a kadar gitmektedir; surlar Osmanlýlar zamanýnda birçok defa tamir edilmiþ ve günümüzde geçirdiði restorasyonlarla epeyce saðlamlaþtýrýlmýþtýr. Yeni imar faaliyetleriyle, kale etrafýnda açýlan meydanlarla pek çok tarihî eser ortadan kalkarken Roma dönemine ait, þehrin kuzey sýnýrýnda 163 yýlýnda yapýlan Marcus Aurelius taký korunmuþtur. Eyalet. Osmanlý idaresi altýnda eyaletin tarihi dört döneme ayrýlýr: Osmanlýlar’ýn tam hâkimiyetindeki ilk valiler dönemi, kendi baþýna buyruk yöneticiler kabul edilen dayýlar dönemi (yeniçeriler), yarý baðýmsýz eyalet konumuna geldiði Karamanlý hânedaný dönemi, merkezî idareye doðrudan baðlandýðý ikinci valiler dönemi. Trablusgarp eyalet haline getirildikten sonra uzun süre merkezden tayin edilen beylerbeyi unvanlý valilerce idare edildi. Burada timar sistemi uygulanmadý. Zamanla bu idare deðiþen Osmanlý idarî-malî anlayýþýnýn bir yansýmasý olarak ocaklýk þekline dönüþtürüldü. 1798 yýlýna kadar idare Karamanlý ailesine mensup kimselere veraset yoluyla intikal etti. Karamanlý soyundan gelen Yûsuf Paþa’nýn merkezden vali sýfatýyla tayini üzerine yeni bir dönem baþladý. Trablusgarp mahallî yönetimi baþlangýçta beylerbeyinin idaresinde beþ üyeli divandan oluþuyordu. Adlî iþler Hanefî ve

Trablusgarp Saat Kulesi – Libya

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

289


TRABLUSGARP

lusgarp ve Bingazi’nin yýllýk geliri toplamý 400.000 dolar (1.000.000 frank) tahmin edilmekteydi. Bu gelirlerin dörtte üçü vilâyetin idarî giderlerine harcanýr, dörtte biri devlet hazinesine gönderilirdi.

Sûku’t-Türk – Trablusgarp / Libya

Mâlikî müftüleri tarafýndan halledilirdi. Divan üyeleri haznedar, defterdar, yalý kethüdâsý, atlar aðasý ve beytülmalciden ibaretken daha sonra Arap aðasý ve kuloðlu baþaðasý divana girmeye baþladý. Ýlk dönemlerde Garp ocaklarý kendi içinde sancak beyliklerine, mutemetliklere ve mütesellimliklere ayrýlýyordu. Vergiler beylerbeyleri tarafýndan çýkarýlan devriyelerce toplanýyordu. Dayýlar döneminde yeniçeriler, halk arasýnda en saygýn sýnýfý oluþturan murâbýtlara özenerek kendilerini bu adla andýlarsa da ahali arasýnda “karakoloðlu”ndan gelen “kuroðlu / kuloðlu” ismiyle tanýndý. Ýçlerinden seçtikleri “dayý” lakaplý reisleri valilerle devamlý rekabet halindeydi. Fakat zaman zaman güçlü valiler onlarýn nüfuzunu kýsýtlýyordu. Dayýlar döneminde Trablusgarp yine de geliþmesini sürdürdü; Osmanlý hâkimiyetinin devamý saðlandý. Karamanlýlar ise burada bir nevi hânedan oluþturdular, kendilerini emîrü’l-mü’minîn diye takdim etmeye çalýþtýlar. Karamanlý valiler içinde hânedanýn kurucusu Ahmed Paþa, oðlu Mehmed Paþa ve bunun torunu Yûsuf Paþa gibi üç önemli vali bu döneme damgasýný vurdu. 1835’te tekrar merkeze baðlanan Trablusgarp’ta Tanzimat ve teþkîlât-ý cedîde esnasýnda Bingazi ayrý bir mutasarrýflýk þekline dönüþtürüldü. Mahmud Nedim Paþa zamanýnda eyaletler sancaklara, kazalara ve nahiyelere ayrýlarak yeni bir idarî taksimata gidildi. Merkezden kaymakam ve nahiye müdürü gönderilmeyen yerlere yerlilerden nüfuz sahibi kimseler kuvvetli kefaletlerle memur tayin edildi. Kazalarda nüfus kayýtlarý tutulup vergiler yeniden düzenlendi, ahaliye nüfus hüviyet cüzdaný ve bir nevi pasaport olan Mecidiye mürûr tezkiresi verilmeye baþlandý. 1864’te çýkarýlan Vilâyet-i Umûmiyye Kanunu gereðince bu eyalet de diðerleri gibi vilâyete dönüþtürüldü ve Bingazi ile bir-

290

likte beþ sancaklýk bir idarî birlik kuruldu. 1872’de Trablusgarp vilâyeti ve Bingazi müstakil sancaðý adýný aldý, fakat 1879’da Bingazi Dahiliye Nezâreti’ne doðrudan baðlý müstakil bir vilâyet oldu. Osmanlý idaresinde 100’e yakýn valinin görev yaptýðý eyalette Turgut Reis baþta olmak üzere Sakýzlý Mehmed Paþa, Karamanlý Ahmed Paþa ve Yûsuf Paþa, Ali Asgar Paþa, Mehmed Emin Paþa, Hacý Ahmed Ýzzet Paþa, Mustafa Nûri Paþa, Mahmud Nedim Paþa, Ali Rýzâ Paþa, Mustafa Âsým Paþa, Ahmed Râsim Paþa, Hâfýz Mehmed Paþa, Müþir Receb Paþa gibi valiler faaliyetleri ve hizmetleriyle öne çýktý. En çok valinin tayin edildiði ikinci valiler döneminde Ahmed Râsim Paþa’ya kadar geçen kýrk yedi yýlda yirmi beþ vali görev yaptý. Valiler arasýnda beylerbeyi pâyesiyle vezir, paþa ve müþir rütbeli olanlar çoðunlukta olup diðerleri dayý, bey, çavuþ unvanýyla bilinir. Ýçlerinde Hacý Ahmed Ýzzet Paþa ile Ali Rýzâ Paþa gibi iki dönem valilik görevinde bulunanlar vardýr. Trablusgarp’ta özellikle kuloðullarý yerli asker sýnýfý oluþturarak farklý bir sosyal tabaka meydana getirmiþti. Gerekli zamanlarda 1200’ü süvari 5000 mevcutlu bu yardýmcý kuvvet mensuplarý düzenli kuvvetlere destek için silâh altýna alýnýrdý. Kumandanlarý ise valilerce içlerinden tayin edilen “þeyhülbeled” unvanlý nüfuz sahibi bir memurdu. Bunlar bilhassa tahsilât için görevlendirildiklerinden vergiden muaf tutulmaktaydý. Fakat düzenli askerlerin gelmesiyle birlikte kuloðullarýnýn görevleri azaldýðý için muafiyet durumlarý da kaldýrýldý. Trablusgarp vilâyetinin gelirleri düzenli (herkesin bütçesine uygun vergi ve askerlik bedeli), düzensiz (arazi mahsullerinden alýnan þer‘î öþür, gümrük, tütün, diðer ticaret mallarý), muhtelif (tuz, orman, madenler, posta, telgraf) vergilere ve esir ticaretine dayanmaktaydý. Trab-

1551’de Trablusgarp, Murad Aða tarafýndan ele geçirildikten sonra bugünkü Tunus sýnýrlarý içinde yer alan Kafsa, Kabis, Sefâkus, Manastýr, Kayrevan ve Mehdiye gibi þehirlerle Cerbe adasý buraya dahil edildi. 1574’te Tunus’un kesin biçimde ele geçirilmesinin ardýndan bu yerler iki eyalet arasýnda çekiþme konusu oldu. XX. yüzyýlýn ilk yýllarýnda Trablusgarp vilâyeti merkez sancaðý (dokuz kaza, altý nahiye), Lübde sancaðý (dört kaza, iki nahiye), Cebeligarbî sancaðý (üç kaza, dört nahiye) ve Fizan sancaðý (dört kaza, sekiz nahiye) yirmi kaza ve yirmi nahiye merkezinden oluþuyordu. Trablusgarp vilâyeti birinci sýnýf vilâyetlerden olup Fizan birinci sýnýf, Lübde ikinci sýnýf ve Cebeligarbî üçüncü sýnýf sancaktý. Osmanlý Devleti memurlarýnýn büyük çoðunluðu vilâyet merkezinde görevlendirilmiþtir.

Afrika kýtasýnda sömürgecilik faaliyetlerinin arttýðý XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Trablusgarp’la ilgilenen Ýtalya’nýn Trablusgarp þehrinde yaþayan vatandaþlarýný Osmanlý hükümetinden koruma bahanesiyle 1 Eylül 1911’de savaþ ilân ediþi buranýn bir Ýtalyan kolonisine dönüþünün baþlangýcýný oluþturdu. 1912’de Ýsviçre’nin Uþi (Ouchy / Lozan) þehrinde yapýlan antlaþma ile Osmanlý Devleti, Afrika’daki bu son vilâyetini Ýtalya’ya terkettiðini kabul etti, ancak halife buradaki toplumun dinî önderi olarak kalacaktý. Osmanlý askerleri yerli ahaliyle birlikte Ýtalya’ya karþý mücadeleyi sürdürdü ve 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne kadar Afrika Gruplarý Komutanlýðý adý altýnda

Karamanlý Ahmed Paþa Camii – Trablusgarp / Libya

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABLUSî, Alâeddin

Trablusgarp’ta Nâka Camii ve içinden bir görünüþ

Ýtalya’ya karþý savaþtý. Trablusgarp 1943 yýlýna kadar Ýtalyan iþgali altýnda kaldý. Ýtalya egemenliði döneminde klasik Arap þehri görünüþündeki eski þehrin doðusunda ondan tamamen farklý modern bir þehir kuruldu. Ardýndan 1951’de baðýmsýzlýk ilân edilinceye kadar Ýngiltere’nin kontrolüne girdi. Akdeniz sahilleri oldukça verimli olan Trablusgarp’ta ziraat da geliþmiþti. Osmanlý idaresinin son dönemlerinde 6.694.000 hurma aðacý, 321.557 zeytin aðacý, 40.000 incir aðacý vardý. 1881’de Trablusgarp-Ýstanbul arasýnda telgraf hattý döþendi. Bunu 1882’de deniz altýndan Malta’ya kadar bir baþka telgraf hattý izledi. Daha sonra vilâyet merkezinden Garyân, Fesato, Nâlût, Zâviye, Uceylât, Züvâre, Humus, Zilteyn, Mýsrâte, Mislâte, Tarhuna ve Urfella’ya telgraf hatlarý çekildi. BÝBLÝYOGRAFYA : Vâkýdî, Fütû¼u Ýfrîšýyye, Tunus 1966, I-II, tür.yer.; Ýbn Abdülhakem, Fütû¼u Mý½r (nþr. Muhammed el-Huceyrî), Beyrut 1416/1996, s. 295296; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 324; Ali-Ahmed Nuri, Trablusgarb, Bingazi, Fizan’a Dair Mâlûmat, ÝÜ Ktp., TY, nr. 5002, s. 28-29; Trablusgarb ve Bingazi’de Erkân-ý Harp Zeki ve Fuad Beyler Tarafýndan Yapýlan Erkân-ý Harbiyye Seyahati Hakkýnda Rapor, ÝÜ Ktp., TY, nr. 8897, s. 59; Ömer Subhi, Trablusgarb ve Bingazi ile Sahrâ-yý Kebîr ve Sudan Merkezi, Ýstanbul 1307, s. 12-13; Sadýk el-Müeyyed, Afrika Sahrayý Kebirinde Seyahat: Bir Osmanlý Zabitinin Büyük Sahra’da Seyahati (haz. H. Bostan – N. Omaç), Ýstanbul 2008, tür.yer.; Ahmed Bek enNâib el-Ensârî et-Trablusî, el-Menhelü’l-£a×b fî târîÅi ªarâblus³arb, Ýstanbul 1317, s. 8-174; Abdülkadir Câmi, Trablusgarp’tan Sahrâ-yý Kebîre Doðru, Ýstanbul 1326, tür.yer.; Ebü’l-Muzaffer Receb, Trablusgarb Ahvâli: Yeni Dünya, Ýstanbul 1327, s. 5, 10-11; Hasan Sâfi, Trablusgarb Tarihi, Ýstanbul 1328, tür.yer.; Devlet-i Aliyye-i Os-

mâniyye Salnâmesi, Ýstanbul 1329, s. 700-707; Mahmud Naci – Mehmed Nuri, Trablusgarb, Ýstanbul 1330; Aziz Samih Ýlter, Þimali Afrika’da Türkler, Ýstanbul 1937, II, 185-256; Celâl Tevfik Karasapan, Libya, Trablusgarp, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960, s. 70; Abdurrahman Çaycý, Büyük Sahra’da Türk-Fransýz Rekabeti (1858-1911), Erzurum 1970, tür.yer.; R. Mantran, “la Libye des origines à 1912”, la Libye nouvelle rupture et continuité, Paris 1975, s. 15-26; a.mlf., “Karamanlý”, DÝA, XXIV, 451-453; P. Audibert, Libye, Paris 1978, tür.yer.; Abdulwahid Dhanun Taha, The Muslim Conquest and Settlement of North Africa and Spain, London-New York 1989, bk. Ýndeks; Nadir Özkuyumcu, Fethinden Emevîlerin Sonuna Kadar Mýsýr ve Kuzey Afrika: 18-132/ 639-750 (doktora tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 67-69; Ali Rýza Seyfi, “Trablusgarp Donanmasýzlýktan Yanýyor”, Donanma, sy. 17, Ýstanbul 1329, s. 1528-1541; Hýfzý, “Osmanlý Afrikasý”, a.e., sy. 20 (1329), s. 1817-1825; Ahmet Kavas, “Büyük Sahra’da Gat Kazasýnýn Kurulmasý ve Osmanlý-Tevarýk Münasebetleri”, Ýslâm Araþtýrmalarý Dergisi, sy. 3, Ýstanbul 1999, s. 171-196; a.mlf., “Libya”, DÝA, XXVII, 174-179; Ettore Rossi – [Cengiz Orhonlu], “Trablus”, ÝA, XII/ 1, s. 445-452.

ÿAhmet Kavas

TRABLUSÎ, Alâeddin ( F .‫!א‬À ‫ א‬B ‫א‬E$ )

Ebü’l-Hasen Alâüddîn Alî b. Halîl et-Trablusî (ö. 849/1445’ten sonra)

˜

Hanefî fýkýh âlimi.

Trablusþam’da doðdu. Hayatýna dair kaynaklarda bilgi yoktur. Sultan II. Murad’a ithaf ettiði el-Ýsti³nâß adlý eserinin baþýnda Kudüs kadýsý olduðu belirtilmekte, Kâtib Çelebi 844 (1440) yýlýnda vefat ettiðini kaydetmektedir (Keþfü’¾-¾unûn, II, 1745). Ancak el-Ýsti³nâßin sonunda eserin 849

yýlý Receb ayýnda (Ekim 1445) Edirne’de yazýldýðýnýn belirtilmesi müellifin bu tarihten sonra öldüðünü göstermektedir. Trablusî, özellikle “edebü’l-kadî” türündeki kitaplarýn en mükemmel örneklerinden biri kabul edilen, gerek muhtevasý gerekse sistematiði sebebiyle büyük ilgi gören Mu£înü’l-¼ükkâm adlý eseriyle tanýnmýþtýr. Eserleri. 1. Mu£înü’l-¼ükkâm fîmâ yetereddedü beyne’l-Åa½meyni mine’la¼kâm. Yargýlama hukukunun önemi, konusu ve temel esaslarý, beyyineler ve siyâset-i þer‘iyye olmak üzere üç bölüme, her bölüm de çeþitli alt baþlýklara ayrýlmýþtýr. Müellif mukaddimede yargýlama ilminin diðer ilimlerden farkýna ve önemine iþaret etmiþ, insanlarýn hukukunu doðrudan ilgilendirmesi dolayýsýyla bu ilmin fýkhýn en hassas dallarýndan biri olduðunu ifade etmiþtir. Daha önce bu alanda yazýlan kitaplarda eksiklikler bulunduðunu ve kitabýný bunlarý gidermek amacýyla kaleme aldýðýný, yargýlama hukukunun inceliklerini tesbit ederek çetin meselelerini çözüme kavuþturmaya çalýþtýðýný belirtmiþtir. Hanefî fýkhýnýn esas alýndýðý Mu£înü’l-¼ükkâm’da mezhep içi ihtilâflara deðinildiði gibi bazý yerlerde Þâfiî ve Mâlikî mezheplerinin ve nâdiren Hanbelîler’in görüþleri de kaydedilmiþtir. Çeþitli eserlerden faydalanan müellif Þâfiîler’den Sirâcüddin Ömer b. Reslân el-Bulkýnî, Takýyyüddin es-Sübkî, Ahmed b. Mûsâ b. Nasr el-Hûyî ed-Dýmaþký (el-Âli’r-rütbe fî a¼kâmi’l-¼isbe); Mâlikîler’den Þehâbeddin el-Karâfî (e×-¬aÅîre, el-ݼkâm fî temyîzi’l-fetâvâ £ani’l-a¼kâm), Kurtubî (Tefsîr), Ebû Bekir Ýbnü’l-Arabî (A¼kâmü’l-Æurßân); Hanbelîler’den Ýbn Kay-

yim el-Cevziyye gibi âlimlere atýflarda bulunmuþtur. Günümüze birçok nüshasý ulaþan Mu£înü’l-¼ükkâm’ýn çeþitli baskýlarý yapýlmýþtýr (Bulak 1300; kenarýnda Lisânüddin Ýbnü’þ-Þýhne’nin Lisânü’l-¼ükkâm adlý eseri ile birlikte: Kahire 1310, 1393/ 1973). 2. el-Ýsti³nâß fî þer¼i’l-Višåye. Kâtib Çelebi Keþfü’¾-¾unûn’da bir yerde (II, 2021) Alâeddin et-Trablusî’nin Burhânüþþerîa Mahmûd b. Ubeydullah el-Mahbûbî’nin Višåyetü’r-rivâye adlý eserine bir þerh yazdýðýný söyler. Diðer birkaç yerde ise Mu£înü’l-¼ükkâm’a ait bir yazmanýn üzerine eserin el-Višåye’ye el-Ýsti³nâß adlý bir þerh yazan Alâeddin Ali Esved’e nisbet edildiðine dair bir not düþüldüðü (a.g.e., II, 1745), Kýnalýzâde Ali Efendi’den naklen, el-Ýstîfâß adlý bu þerhin ona deðil Hüsâmeddin el-Kûsec’e (Kösec) ait olduðu ve el-Kûseciyye diye adlandýrýldýðý (a.g.e., II, 1522, 1745), Mu£înü’l-¼ükkâm müellifinin el-Ýstîfâß adlý el-Višåye þerhi bulunduðu ve müellifi Hüsâmeddin el-Kû-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

291


TRABLUSî, Alâeddin

sec’den dolayý el-Kûseciyye diye anýldýðý (a.g.e., II, 2024) þeklinde birbiriyle çeliþen bilgiler vermektedir. Alâeddin Ali Esved’in el-Višåye’ye yazdýðý þerhin adý el-£Ýnâye olup Mu£înü’l-¼ükkâm adlý bir eseri mevcut deðildir. Hüsâmeddin el-Kûsec hakkýnda Kýnalýzâde’nin ªabašåt’ýnda, Þešåßiš ve zeyilleriyle diðer belli baþlý kaynaklarda bilgi bulunamamýþtýr. el-Ýsti³nâßin müellif nüshasýyla karþýlaþtýrýlan Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayýtlý (Fâtih, nr. 1889) bir nüshasýnýn baþýnda yazar adý Ali b. Halîl et-Trablusî þeklinde açýkça belirtildiði gibi Mu£înü’l-¼ükkâm’ýn sonunda da (s. 244) kendisine ait el-Višåye þerhine iþarette bulunulmuþtur. Süleymaniye Kütüphanesi kayýtlarýnda (Yenicami, nr. 455) Alâeddin et-Trablusî’ye nisbet edilen Teþnîfü’l-mesma£ fî þer¼i’lMecma£ adlý eser Ahmed b. Muhammed b. Þa‘bân et-Trablusî’ye (Keþfü’¾-¾unûn, II, 1600; Ömer Rýzâ Kehhâle, Mu£cemü’lmüßellifîn, I, 269), el-Mušaddimetü’l£Alâßiyye fî ma£rifeti tecvîdi’l-Æurßân ise (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 69) Ali b. Muhammed et-Trablusî’ye (Brockelmann, GAL, Suppl., II, 452; Ömer Rýzâ Kehhâle, Mu£cemü’l-müßellifîn, II, 384, 528) aittir. BÝBLÝYOGRAFYA : Alâeddin et-Trablusî, Mu£înü’l-¼ükkâm, Kahire 1310, s. 2-3, 244; a.mlf., el-Ýsti³nâß, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 1889, vr. 1b, 352b; Keþfü’¾¾unûn, II, 1522, 1600, 1745, 2021, 2024; Serkîs, Mu£cem, II, 1236; Brockelmann, GAL, II, 9899; Suppl., II, 91; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 732; Fihrisü’l-kütübi’l-mevcûde bi’l-Mektebeti’l-Ezheriyye, [baský yeri yok] 1365/1947 (Matbaatü’lEzher), II, 273-274; Ömer Rýzâ Kehhâle, el-MünteÅab min maŹû¹âti’l-Medîneti’l-münevvere, Dýmaþk 1393/1973, s. 33; a.mlf., Mu£cemü’l-müßellifîn, Beyrut 1414/1993, I, 269; II, 384, 439, 528; M. Ahmed Dernîka, ÆuŠâtü’þ-þer£ ve’l-iftâß fî ªarâblusi’l-fey¼âß £abre’l-u½ûr, Trablus 1416/1996, s. 155; Ahmet Özel, Hanefi Fýkýh Alimleri, Ankara 2006, s. 99-100.

ÿAbdullah Kahraman

– ˜ –

TRABLUSÎ, Burhâneddin (bk. SIBT ÝBNÜ’l-ACEMÎ).

TRABLUSÎ, Burhâneddin ( F .‫!א‬À ‫ א‬B ‫ א‬D!. )

— ™ —

Burhânüddîn Ýbrâhîm b. Mûsâ b. Ebî Bekr b. Alî et-Trablusî ed-Dýmaþk¢ (ö. 922/1516)

˜

Hanefî fakihi.

853 (1449) yýlýnda Trablusþam’da doðdu. Þam’da aralarýnda Kadýlkudât Þerefeddin Ýbn Îd’in (Mûsâ b. Ahmed el-Aclûnî ed-Dýmaþký) bulunduðu bir grup âlim-

292

den ders okudu. Ardýndan kadýlýk görevine tayin edilen bu hocasý ile birlikte gittiði Kahire’ye yerleþti. Müeyyidiyye’de Þeyh Selâhaddin et-Trablusî’ye mülâzemet etti. Þeyh Selâhaddin, Eþrefiyye meþihatýna tayin edildikten sonra da ondan ayrýlmadý. Ayrýca Þemseddin es-Sehâvî, Osman b. Muhammed ed-Diyemî, Sünbâtî gibi hocalardan ders aldý ve Hanefî fýkhýnda önde gelen âlimlerden biri oldu. Ýlmî birikimi ve saygýn kiþiliði yanýnda Türkçe bilmesi dolayýsýyla Memlük yöneticileri katýnda önemli bir yer edindi ve Kaçmâziyye Medresesi’nin meþihatýna getirildi. Yetiþtirdiði talebeler arasýnda Þehâbeddin Ýbnü’þ-Þelebî (Ahmed b. Yûnus el-Mýsrî), Muhibbüddin Muhammed et-Türkmânî, Zeynüddin Ömer es-Saîdî, Radýyyüddin Muhammed b. Muhammed el-Evcâkî anýlmaktadýr. Onun mezhepteki yetkinliðini ifade etmek için kaynaklarda imam ve allâme gibi unvanlar yanýnda “en-Nu‘mânü’s-sânî” (ikinci Ebû Hanîfe) tabiri de kullanýlmýþtýr. 915 (1510) yýlýnda hacca giden Trablusî, bir müddet Mekke’de mücâvir kaldýktan sonra döndüðü Kahire’de 14 Zilkade 922 (9 Aralýk 1516) tarihinde vefat etti ve Karâfe Kabristaný’na defnedildi. Eserleri. 1. el-Ýs£âf fî a¼kâmi’l-evšåf. Hassâf ve Hilâl b. Yahyâ er-Re’y’in A¼kâmü’l-vašf adlý kitaplarýndaki bilgiler kýsaltýlýp ilâveler yapýlmak suretiyle telif edilmiþtir. Trablusî, Hassâf’ýn eserinin vakýf ahkâmý konusunda temel bir eser olduðunu, fakat tekrarlar, ayrýntýlar ve çok sayýdaki bölüm dolayýsýyla hacminin arttýðýný, bu kitaptaki temel bilgileri ve burada olmayýp Hilâl b. Yahyâ’nýn eserinde bulunan mâlûmatý ihtiva edecek þekilde eseri ihtisar edip birçok meseleyi eklemek suretiyle yeniden düzenlediðini belirtir. Vakýf ahkâmýna dair daha önce yazýlan kitaplardaki bilgileri derli toplu þekilde vermesi, tertibinin güzelliði, dilinin sadeliði, müftâbih görüþleri esas almasý gibi sebeplerle çok tutulan ve çok sayýda yazma nüshasý günümüze ulaþan el-Ýs£âf’ýn çeþitli baskýlarý yapýlmýþtýr (Bulak 1292; Kahire 1320; Beyrut 1401/1981; Mekke 1986). Eser, Bénoit Adda ve Elias D. Ghaliounghi tarafýndan Droit musulman, le wakf adlý kitap içinde (Alexandria 1893) kýsmen Fransýzca’ya tercüme edilmiþtir. Emel Muhammed Selâme el-Adâliyye, Ürdün Üniversitesi’nde yüksek lisans tezi olarak eseri neþre hazýrlamýþtýr (Amman 1993). 2. Mevâhibü’rra¼mân fî me×hebi’n-Nu£mân. Ýki cilt halindeki bu eser (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1226) Muzafferüddin Ýbnü’s-Sââtî’-

nin Mecma£u’l-ba¼reyn’inin metodu ile yazýlmýþ ve müellifi tarafýndan el-Burhân þer¼u Mevâhibi’r-ra¼mân adýyla þerhedilmiþtir (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 1840; Serez, nr. 690; Yenicami, nr. 478; iki eserin yazma nüshalarý için ayrýca bk. Brockelmann, GAL, Suppl., II, 94-95). BÝBLÝYOGRAFYA :

Burhânedin et-Trablusî, el-Ýs£âf fî a¼kâmi’l-evšåf, Beyrut 1401/1981, s. 5-6; Sehâvî, eŠ-™avßü’llâmi £, I, 178; V, 140; X, 179; Abdülkadir el-Ayderûsî, en-Nûrü’s-sâfir £an aÅbâri’l-šarni’l-£âþir (nþr. Mahmûd el-Arnaût v.dðr.), Beyrut 2001, s. 162; Gazzî, el-Kevâkibü’s-sâßire, I, 112; Keþfü’¾¾unûn, I, 85; II, 1895; Tûnekî, Mu£cemü’l-mu½annifîn (nþr. Sýddîk Kemâl el-Mekkî), Beyrut 1344/ 1925, IV, 454-455; Serkîs, Mu£cem, II, 1235; Brockelmann, GAL, II, 101; Suppl., II, 94-95; Fihrisü’l-kütübi’l-mevcûde bi’l-mektebeti’l-Ezheriyye, [baský yeri yok] 1365/1947, II, 99; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 25; Temîmî, e¹-ªabašåtü’s-seniyye, I, 243-244; J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, Oxford 1964, s. 264; a.e.: Ýslâm Hukukuna Giriþ (trc. Mehmet Dað – Abdülkadir Þener), Ankara 1977, s. 293; Ahmet Özel, Hanefi Fýkýh Alimleri, Ankara 2006, s. 116; a.mlf., “etTarâblusî, Burhânüddîn”, Mv.AU, XVIII, 427-428; Mu£cemü’l-maŹû¹âti’l-mevcûde fî mektebâti Ýstânbûl ve Ânâ¹ûlî (haz. Ali Rýza Karabulut) [baský yeri ve tarihi yok], I, 49.

ÿAbdullah Kahraman

TRABLUSÞAM

( G ) ‫ א‬O .‫!א‬N )

˜

Lübnan’da tarihî bir liman þehri.

Lübnan’ýn kuzey kýyýlarýnda günümüzdeki Suriye sýnýrlarýna yakýn bir noktada Kadîþâ (Ebûali) adlý küçük bir akarsu vadisinde ve onun denize döküldüðü yerdeki tepelik alan üzerinde kurulmuþtur. Þehrin adý Grekçe Tripolis’ten gelir. Arapça kaynaklarda Tarabulus / Atrabulus þeklinde kaydedilir. Fenikeliler tarafýndan kurulan þehrin ilk adý konusunda çeþitli görüþler ileri sürülmektedir. Grek idaresi döneminde üç mahalleden ibaret bir yerleþim birimi olmasý dolayýsýyla “üç þehir” mânasýndaki Tripolis adýný aldýðý belirtilmektedir. Bu üç yerleþim birimi bölgeye gelen Surlular, Saydalýlar ve Ervâdlýlar tarafýndan iskân edilmiþti. Þehrin kuruluþ tarihiyle alâkalý kesin bilgiler bulunmamakla birlikte arkeolojik kanýtlar milâttan önce VIII-VII. yüzyýllara kadar gider. Bir müddet Pers hâkimiyetinde kalan þehir, kaynaklarda ilk defa milâttan önce 351 yýlý civarýnda önemli bir Fenike þehri diye kaydedilir; ayrýca Büyük Ýskender’in milâttan önce 333’teki Issos savaþý vesilesiyle de ismi geçer. Milâttan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABLUSÞAM

önce 258-257’de Ýskender’in haleflerinden Ptolemaio’nun kurduðu devletin sýnýrlarý içinde yer alan þehir, milâttan önce 64’te Roma Ýmparatorluðu’nun idaresi altýna girdi ve imparatorluðun ikiye ayrýlmasýnýn ardýndan Bizans hâkimiyetine intikal etti. Trablusþam, Hz. Osman döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ýn gönderdiði Süfyân b. Mücîb el-Ezdî kumandasýndaki Ýslâm ordusu tarafýndan fethedildi (25/646). Daha sonra Muâviye yahudilerle Ýranlýlar’ý þehre yerleþtirdi ve þehri korumak amacýyla Trablusþam’a Dýmaþk’tan düzenli þekilde birlikler gönderdi. Bu birlikler kýþlarý Dýmaþk’a döndüðünde þehirde küçük bir garnizon kalýyordu. Trablusþam, Ervâd ve Kýbrýs adalarýnýn fethinde önemli rol oynadý. Abdülmelik b. Mervân döneminde þehre yerleþen Bizanslýlar’ýn isyaný neticesinde elden çýkan Trablusþam daha sonra tekrar fethedildi. Þehir kalesi ve surlarý yenilenerek tahkim edildi. Trablusþam, Abdülmelikten sonraki dönemde Bizans donanmasýnýn baþarýsýz saldýrýlarýna mâruz kaldý. Abbâsîler devrinde ticarî bakýmdan giderek geliþme gösterdiyse de müslümanlarla Bizanslýlar arasýndaki çekiþmeden etkilendi. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr þehrin surlarýný tahkim ettirdi. Trablus 264 (878) yýlýndan itibaren Tolunoðullarý’nýn hâkimiyetine girdi. Ýslâm coðrafyacýlarýna göre bu dönemde Trablusþam’ýn çok sayýda gemiyi barýndýracak büyüklükte bir limaný ve tersanesi mevcuttu. III. yüzyýlýn sonlarýnda (X. yüzyýl baþlarý) Trablusþam önemli bir deniz üssü oldu ve Leo Trablusî gibi Trabluslu denizciler Bizans sahillerine pek çok akýn düzenledi. Daha sonra Ýhþîdî Devleti’nin hâkimiyetine giren

þehir, Bilâdüþþâm’ýn en önemli limaný olup etrafýnda hurma ve þeker kamýþý sahalarý bulunuyordu. 358’de (969) Bizans Ýmparatoru Nikephoros Phokas þehri tahrip etti. 360 (971) yýlý civarýnda Fâtýmî nüfuzu altýna giren Trablusþam’da Þiî nüfusu arttý. Bu mezhebi yaymak üzere çeþitli ilmî tesisler ve kütüphaneler kuruldu. Diðer sahil þehirlerini ele geçiren Ýmparator Ioannes Çimiskes 365 (976) yýlýnda Trablusþam’a hücum ettiyse de þehri ele geçiremedi. Bizanslýlar’ýn 389’daki (999) son teþebbüsü de baþarýsýz oldu. Ardýndan Bizanslýlar’la Fâtýmîler arasýnda bir güç dengesi meydana geldiði için Bilâdüþþâm istikrarlý bir yapýya kavuþtu. Trablus emîri 423’te (1032) Fâtýmî tâbiiyetinden ayrýlarak Bizans’a tâbi oldu. Bunun üzerine þehre gelen Fâtýmî ordusu çok geçmeden Trablusþam’a hâkimiyet kurdu (424/1033). 438’de (1047) þehri ziyaret eden Nâsýr-ý Hüsrev, etrafý çok iyi tahkim edilen Trablusþam’ýn Fâtýmî hâkimiyetinde bulunduðunu yazar. Nâsýr-ý Hüsrev nüfusu 20.000’e ulaþan þehrin hayli iþlek bir limaný olduðunu, dýþ ülkelerden gelen ticaret gemilerinin bol miktarda mal getirip götürdüðünü ifade eder. Þehrin gümrük gelirlerinin çok arttýðýný, þehirde þeker, cam ve kâðýt imalâthanelerinin yer aldýðýný ve halkýn çoðunluðunun Þiîliðe mütemayil bulunduðunu belirtir (Sefernâme, s. 2021). 456 (1064) yýlýndan itibaren Trablusþam’da Türk nüfuzunun arttýðý görülür. Yýva Türkleri gibi bazý Türkmen topluluklarýnýn buraya yerleþtiði anlaþýlmaktadýr. Fâtýmî valisi Muhtârüddevle’nin 462’de (1070) ölümü üzerine Trablusþam Kadýsý Emînüd-

Trablusþam’dan bir görünüþ

devle Hasan b. Ammâr baðýmsýzlýðýný ilân ederek Ammâroðullarý hânedanýný kurdu. Bu dönemde Trablusþam, medresesi ve 100.000 ciltlik kütüphanesiyle önemli bir ilim ve kültür merkezi haline geldi. Özellikle deniz ticareti büyük ölçüde geliþti. Trablusþam 1075’te Selçuklu Emîri Atsýz b. Uvak tarafýndan ele geçirildiyse de Atsýz’ýn hâkimiyeti uzun sürmedi. Haçlý seferleri baþladýðýnda Raymond de Saint Gilles büyük bir orduyla Trablusþam’ý kuþattý (495/1102), þehri almak için yakýnýndaki tepe üzerine büyük bir kule yaptýrdý. Ancak kendisi uzun süren kuþatma sýrasýnda öldü (1105). 501 (1108) yýlýnda Fâtýmî hâkimiyetine giren þehir 11 Zilhicce 502’de (12 Temmuz 1109) Haçlýlar’ýn eline geçti ve burada bir Haçlý kontluðu kuruldu (1109). Kudüs Krallýðý’na tâbi olan Trablusþam önce Bertrand, ardýndan oðlu Pons ile II. Raimond ve III. Raimond tarafýndan idare edildi. Þehir Haçlýlar’ýn elinde iken 552 (1157) ve 597’de (1201) iki büyük depreme mâruz kaldý ve hasar gördü. Eyyûbîler döneminde þehri Haçlýlar’dan geri alma faaliyetleri baþarýsýz kaldý. Memlük Sultaný I. Baybars Trablusþam’ý fethetmeye teþebbüs ettiyse de çok müstahkem olan surlar karþýsýnda o da baþarýlý olamadý. 688’de (1289) Sultan Kalavun þehri fethetti, bu esnada þehir halkýnýn bir kýsmý gemilerle Kýbrýs’a kaçtý. Kalavun Trablusþam’ýn surlarýný yýktýrýp þehri terketti ve bugün bulunduðu yerde yeniden inþa ettirdi. Kadîsâ nehrinin batý yakasýnda güney bölümünde bir hisar yapýldý. Böylece Trablusþam, Memlük idarî yapýlanmasýndaki altý büyük nâiblikten birinin merkezi oldu. Nâib sarayý ve mahkeme kalede bulunuyordu, liman ise yeni þehrin kuzeybatýsýnda eski þehir tarafýnda (el-Mînâ), Burcü’sSibâ denilen kule limanýn doðusundaydý. Yeni Trablusþam savunma düþüncesiyle sahilden 2 mil içeride yer alýyordu. Ýbn Battûta buraya geldiðinde þehrin nâibi Taylân Hâcib adlý bir memlüktü, VIII. (XIV.) yüzyýlda Trablusþam’ý ziyaret eden seyyahlar camisi, medresesi, çarþýsý olan, çevresinde bahçeleri bol, su sistemi geliþmiþ mâmur bir þehirden söz ederler. Bu dönemde þeker, zeytinyaðý ve sabun imalâthaneleri þehrin ekonomisine büyük bir canlýlýk kazandýrmaktaydý. Önemli bir ticaret merkezi olan Trablusþam IX. (XV.) yüzyýlda Avrupa ticaretine açýk olma özelliðini sürdürüyordu. Bilhassa Fransa ve Cenova ile sýký ticarî iliþkileri vardý. 1366 ve 1367’de Kýbrýs Latin Krallýðý donanmasýnýn hücumuna mâruz kaldý. Þehir bu dönemde parlak bir tica-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

293


TRABLUSÞAM

leler Alagöz, Avniyat, Bâb-ý Aktarak, Cisrülcedîd, Esendemir, Kanavât, Nâûre, Sabbâgýn, Þeyh Fazlullah, Uveyraniye ve Zukakulhumus idi. Hýristiyanlara ait mahalleler Kubbetünnasr ile Kaysâriyetülefrenç adlarýný taþýyordu. Bu dönemde limandan elde edilen vergi geliri 250.000 akçe dolayýnda idi; iskelesi için bir kanunnâme oluþturulmuþtu.

Trablusþam Kalesi içinden bir görünüþ

ret merkezi haline geldi ve Doðu Akdeniz’de ticaret gemilerinin baþlýca uðrak yeri durumundaydý. Ýhraç maddeleri içinde ipekli kumaþlar önemli bir yere sahipti. Akdeniz ticaretiyle uðraþan devletlerin burada birer temsilcileri bulunuyordu. Trablusþam, Memlükler döneminde önemli imar faaliyetlerine sahne oldu; þehirde dokuz cami, on altý medrese, beþ han, üç hamam ve bir çarþý inþa edildi. Bunlardan elCâmiu’l-Mansûrî / el-Câmiu’l-kebîr (693/ 1294), Câmiu Taynâl / Taylân (736/1336), Câmiu’l-Attâr, Câmiu’t-tevbe, Câmiu’l-Bertâsî ile Tedmüriyye, Þemsiyye, Nûriyye ve Karatâviyye medreseleri anýlabilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 181-182; Nâsýr-ý Hüsrev, Sefernâme (trc. Abdülvehap Tarzi), Ýstanbul 1950, s. 19-21; Ýbnü’l-Kalânisî, TârîÅu Dýmaþš (Zekkâr), bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, tür.yer.; Ýbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik, III, 2-13; XVII, 272-274; Ýbn Battûta, Seyahatnâme, I, 61-62; Kalkaþendî, Øub¼u’l-a£þâ (Þemseddin), bk. Ýndeks; Makrîzî, es-Sülûk (Ziyâde), I/3, s. 746-748; ayrýca bk. Ýndeks; Seyyid Abdülazîz Sâlim, ªarâblus eþ-Þâm fi’t-târîÅi’l-Ýslâmî, Ýskenderiye 1966; Ömer Abdüsselâm Tedmürî, el-¥ayâtü’¦-¦ešåfiyye fî ªarâblus eþ-Þâm Åilâle’l-£u½ûri’l-vüs¹â, Beyrut 1972; a.mlf., TârîÅu ªarâblus es-siyâsî ve’l-¼aŠârî £abre’l-£u½ûr, Beyrut 1404/1984; a.mlf., ¦âru ªarâblusi’l-Ýslâmiyye, Trablus 1414/1994; Hayat Salam-Liebich, The Architecture of the Mamluk City of Tripoli, Cambridge 1983; Runciman, Haçlý Seferleri Tarihi, I-III, bk. Ýndeks; Hikmet Beg Þerîf, TârîÅu ªarâblus min ašdemi ezmânihâ ilâ hâ×ihi’l-eyyâm (nþr. Münâ Haddâd Yeken – Mârûn Îsâ el-Hûrî), Trablusþam 1407/1987; M. Kâmil Bâbâ, ªarâblus fi’t-târîÅ, Trablus 1995; Birsel Küçüksipahioðlu, Trablus Haçlý Kontluðu Tarihi, Ýstanbul 2007; Cengiz Orhonlu, “Trablus”, ÝA, XII/1, s. 452-453; F. Buhl – [C. E. Bosworth], “Tarablus al-Sham”, EI 2 (Ýng.), X, 214-215; M. Lavergne, “Tarablus al-Sham”, a.e., X, 215-216; Abdülkerim Özaydýn, “Ammâroðullarý”, DÝA, III, 76-77; a.mlf., “Ýbn Ammâr, Fahrülmülk”, a.e., XIX, 311312.

ra 1516’da Osmanlý topraklarýna katýldý. Þehrin idarecisi olan Kurtbay burayý Osmanlýlar’a teslim etti. Canbirdi Gazâlî isyaný sýrasýnda bir ara onun egemenliði altýna girdi, isyanýn bastýrýlmasýnýn ardýndan yeniden kontrol tesis edildi. Osmanlý idaresinde iken þehir ve limaný büyük geliþme gösterdi. 925’te (1519) yapýlan ilk Osmanlý tahririne göre burada yirmi altý mahalle mevcuttu. 1165’i müslüman, 294’ü hýristiyan, doksan dördü yahudi olmak üzere toplam erkek nüfus 1553’e ulaþmýþtý (tahminen 6300 kiþi). XVI. yüzyýl ortalarýna doðru bu nüfus 2232 nefere (10.000 kiþi) yükseldi. 1003 (1594) tahrir kayýtlarýna göre 1017’si müslüman, 432’si hýristiyan ve 139’u yahudi 1588 erkek nüfusu vardý (yaklaþýk 8000 kiþi). Bu son tarihte mahalle sayýsý yirmi beþ olup bazýlarý Türkçe adlarla anýlmaktaydý. Bu durumda Trablusþam’ýn XVI. yüzyýl boyunca 6-10.000 arasýnda nüfusa sahip olduðu anlaþýlýr. Gayri müslimlerin ayrý mahalleleri bulunmakla birlikte birçok mahallede müslümanlarla karýþýk oturduklarý dikkati çekmektedir. Yalnýz müslümanlarýn ikamet ettiði mahal-

XVII. yüzyýlda Trablusþam ve yöresinde bazý olaylar meydana geldi. Maraþ Türkmenleri’nden Seyfoðlu Yûsuf Paþa bazý karýþýklýklara yol açtý. Canbolatoðlu Ali 1605’te onu yenip Trablusþam’da kontrolü ele geçirdi. Canbolatoðlu’nun katlinden sonra (1607) Yûsuf Paþa tekrar þehre döndü ve II. Osman’ýn öldürülmesi üzerine (1622) baðýmsýz hareket etmeye baþladý. Ardýndan beylerbeyi tayin edildi ve Ma‘noðlu isyaný sýrasýnda yerini daha da saðlamlaþtýrdý. Buna raðmen þehir XVI. yüzyýl sonlarýndaki nüfusunu ve fizikî yapýsýný korudu. 1645’te 1039 müslüman, 531 hýristiyan, otuz sekiz yahudi olmak üzere 1608 nefer nüfusu mevcuttu (8000 kiþi); mahalle sayýsý deðiþmemiþti. 1691’de bölgede Serhanoðullarý güç kazandý; bunlar Dürzîler’le iþ birliði yaparak pek çok mukataayý ele geçirdi, fakat güçleri kýsa sürede kýrýldý. XVII. yüzyýlda Trablus Limaný daha da geliþti; 1000 gemi alacak kapasitedeki bu liman yanýnda Kalavun’un inþa ettirdiði kule 1521’de Kanûnî Sultan Süleyman tarafýndan tamir ettirilmiþti. Evliya Çelebi biraz abartýlý olarak limanýn 1000 kalyon ve 1000 firkate ile kadýrga alacak büyüklükte olduðundan bahseder. Fakat liman aslýnda batý ve kuzey (yýldýz) rüzgârlarýna açýk bulunduðundan gemiler için çok da

ÿCengiz Tomar

Osmanlý Dönemi. Trablusþam þehri, Ya-

vuz Sultan Selim’in Suriye’ye giriþinden son294

Trablusþam’da Câmiu’lMansûrî’nin avlu ve minaresi

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABLUSÞAM EYALETÝ

uygun deðildir. Evliya Çelebi gemilerin ancak demir atarak limanda yatabileceðini belirtir. Yine ona göre mâmur kalesinin on dokuz kapýsý vardýr, varoþunda 600 hâne mevcuttur. Þehirde Sultan Kalavun, Sultan Îsâ, Câmiu’t-tevbe, Câmi-i Atâ, Câmi-i Tohân / Tahhân, Câmi-i Mahmûdiyye, Vasiyye, Tesiyye, Mahmud Bey, Tuffâhiye, Argun Þah, Taylûne ve Ýskele camilerinin bulunduðunu yazar; birçok mahalle mescidi yanýnda yedi medrese, üç dârülhadis, on yedi sýbyan mektebi, yedi tekke, on sekiz hamam, on iki han olduðunu, içinden akan Kadîsâ üzerinde iki köprü, ayrýca yetmiþ çeþme, 2700 dükkân ve bir bedesten bulunduðunu belirtir. Özellikle limanda 150 odalý bir han, yakýnýnda gümrük binasý, 200 depo, 200 tüccar evi mevcuttu (Seyahatnâme, IX, 407-412). Evliya Çelebi’nin anlattýklarýndan limanýn son derece hareketli olduðu neticesi çýkarýlabilir. XVII. yüzyýlýn sonlarýnda da þehrin ticarî hareketliliðini koruduðu anlaþýlýr. XVII. yüzyýlda ipek ticaretiyle öne çýkan Trablusþam XVIII. yüzyýl baþlarýnda Ýngiltere ile ipek ticareti yapýyordu. Ayrýca bir miktar pamuk ihraç ediliyordu. Þehirdeki gayri müslim sayýsý ticarî hareketlilik sebebiyle çok artmýþtý (BA, KK, nr. 3820). Yabancý tâcirlerin birçoðu Fransýz ve Ýngiliz’di, bunlarýn birer ticaret merkezi bulunuyordu. XIX. yüzyýlda þehrin fizikî yapýsýnda önemli geliþmeler oldu. Nüfusu nisbî bir artýþ gösterdi. 1893-1894’te 17.027 kiþinin yaþadýðý þehirde on yedi cami, mescid, otuz sekiz medrese ve kütüphane, on beþ tekke, yirmi iki mektep, on iki kilise ve manastýr vardý. Limon ve portakal bahçeleri arasýnda çeþitli ipek dokuma fabrikalarý, çiçek suyu taktirhâneleri bulu-

Trablusþam Saat Kulesi – Lübnan

Câmiu Taynâl – Trablusþam

nuyordu. Dokuma tezgâhlarýnda imal edilen kuþak ve çarþaflýk kumaþlar çok meþhurdu. Trablusþam 1918 Ekiminde Fransýzlar tarafýndan iþgal edildi. 1920 Aðustosunda Lübnan’a baðlandý. 1941’de Ýngiliz ve Fransýzlar tarafýndan tekrar iþgale uðradý. Bugün Lübnan’ýn Beyrut’tan sonra ikinci büyük ticaret ve liman þehridir. Liman olarak fonksiyonu Suriye’nin Osmanlý Devleti’nden kopmasý üzerine daha da arttý. Zira o zamana kadar Suriye ticaretinin bir kýsmýný Ýskenderun Limaný yükleniyordu. Bu etkinlik de Ýskenderun Limaný’nýn aleyhine olarak Trablus’a kaydý (DÝA, XXII, 581). 1961’de 115.000 olan nüfusu 240.000’e yükselmiþtir. Günümüzde Lübnan’ý meydana getiren altý idarî bölümden (muhafaza) biri durumundaki Þimâl valiliðinin merkezi olan þehirde sabun ve pamuklu kumaþ sanayii geliþmiþtir. Ayný zamanda petrol depolama ve iþleme merkezi fonksiyonu vardýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

TK, TD, nr. 68, 84; BA, TD, nr. 372, 513; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 181-182; Nâsýr-ý Hüsrev, Sefernâme (trc. Abdülvehap Tarzi), Ýstanbul 1950, s. 19 vd.; Urfalý Mateos Vekayi-nâmesi (9521136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (nþr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962, s. 215, 228, 237, 239; Sýbt Ýbnü’l-Cevzî, Mirßâtü’z-zamân (nþr. Ali Sevim), Ankara 1968, s. 153; Ebü’l-Ferec, Târih, II, 387, 474, 627; Ýbn Battûta, Seyahatnâme, I, 61; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 401-412; H. Maundrell, A Journey from Aleppo to Jarusalem in 1697, Beyrut 1963, s. 34; C.-F. Volney, Voyage en Egypte et en Syrie (ed. J. Gaulmier), Paris 1959, s. 231, 233, 281-286; Salnâme-i Vilâyet-i Beyrut, sene 1311-1312, s. 404, 407, 409; Barkan, Kanunlar, s. 211-216; Enver Çakar, “XVII. Yüzyýlýn Ortalarýnda Trablusþam Þehrinin Sosyal ve Ýktisadi Durumu”, TAD, XXII/ 35 (2004), s. 45-69; Realenzyklopädie, Stuttgart 1934, VII, 203-207; F. Buhl – [C. E. Bosworth], “Tarablus al-Sham”, EI 2 (Ýng.), X, 214-215; M. Lavergne, “Tarablus al-Sham”, a.e., X, 215-216; Metin Tuncel, “Ýskenderun”, DÝA, XXII, 581.

ÿDÝA

˜

TRABLUSÞAM EYALETÝ Osmanlý döneminde günümüzdeki Lübnan’ýn kuzeybatý kesimini içine alan idarî birim.

Osmanlý hâkimiyetine girdikten sonra Yavuz Sultan Selim Trablusþam’ý bir sancak haline getirip idaresini Ýskender Paþa oðlu Mustafa Bey’e verdi ve Þam beylerbeyiliðine baðladý. XVI. yüzyýlda Þam beylerbeyinin Dürzîler ve Bedevîler’in ayaklanmalarýný bastýramamasý ve asayiþi saðlayamamasý üzerine Trablusþam ve etrafýndaki bölge 987’de (1579) müstakil beylerbeyilik yapýldý. Ancak bu idarî düzenlemeye raðmen karýþýklýklar yer yer sürdü. Diðer eyaletlerde olduðu gibi Trablusþam’da da mahallî güçler sivrilmeye baþlayýnca Osmanlýlar istikrarýn temini için bunlarý kontrol altýnda tutmaya çalýþtýlar. Bunlardan Âl Assâf, Arap menþeli bir aile idi ve Trablus bölgelerine hâkimdi. Ailenin Osmanlý Devleti ile iliþkilerinde her zaman problem yaþanýyordu, çünkü bunlar çok defa malî yükümlülüklerini vaktinde yerine getirmiyorlardý. Âl Sîfe (Seyifoðullarý) ailesi Maraþ Türkmenleri’ndendi ve bu aileden Yûsuf b. Sîfe (Seyfoðlu Yûsuf Paþa) öne çýkmýþtý. Yûsuf Paþa bölgede uzun süre valilik yaptý, bir ara baðýmsýz hareket ettiyse de daha sonra Osmanlýlar ile anlaþtý ve ölümüne kadar (1625) idaresini sürdürdü. Onun ardýndan ailenin bölgedeki nüfuzu azalmadý. Ýki oðlu Ali ve Assâf, kabileleri hükümleri altýna aldýlar, Osmanlý Devleti’ne karþý isyana kalkýþtýlar ve kendilerinden istenen vergileri ödemeyi reddettiler. Trablusþam valiliðine getirilen Þâhin Paþa, Seyfoðullarý’nýn cezalandýrýlmasýyla görevlendirildi. Þâhin Paþa, Trablus’a ulaþtýðýnda önce gönüllerini alarak itaat etmelerini saðlamak istediyse de Seyfoðullarý bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Þâhin Paþa, Assâf’ý kat-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

295


TRABLUSÞAM EYALETÝ

letti, Trablus içinde ve dýþýndaki Seyfoðullarý’ný destekleyenleri tasfiye etmeyi baþardý (1048/1638). Trablus’ta bunlardan baþka Âl Serhân (Serhanoðullarý) ailesi de nüfuz kazanmýþtý. Trablusþam yakýnlarýndaki yüksek daðlýk bölgelerde yaþayan aþiretlerden oluþan bu grup Þiî temayüllü idi ve Sayda ile Beyrut’ta hüküm süren Ma‘noðullarý ile iyi iliþkileri vardý. XVII. yüzyýlýn sonlarýnda Serhanoðullarý’nýn gücü çok arttý. Serhanoðlu Hüseyin bölgenin büyük bir kýsmýna hâkim olmaya baþladý, devlet gelirlerini ele geçirdi. Osmanlý Devleti bu bölgeleri onlara iltizam yoluyla vermiþti. Fakat Serhanoðullarý topladýklarý vergileri devlet hazinesine göndermediler; Trablus’taki diðer bölge hâkimleri üzerinde de otorite kurdular. Hâkimiyet alanlarýný Cübeyl, Betrûn, Kora, Zâviye, Akar, Hýsnülekrâd, Hermel ve Zanniye’ye yaydýlar. Trablusþam’a vali tayin edilen Sürmeli Ali Paþa (1103/1692) Serhanoðullarý’na karþý harekete geçerek onlarý bertaraf etti ve Trablus eyaletine baðlý bütün bölgelerde yeniden kontrolü saðladý. Tarih boyunca Osmanlý Devleti’nin Trablusþam eyaletinin tamamýnda valiler aracýlýðýyla saðladýðý emniyet bu yoldan geçen hac kafilelerinin güvenliði için büyük önem arzediyordu. Dolayýsýyla Trablusþam valileri zaman zaman hac emirliði görevini de üstlendiler. Eyalet XIX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Mehmed Ali Paþa’nýn nüfuzu altýna girdi. 16 Haziran 1832’de Þam, Ýbrâhim Paþa tarafýndan iþgal edilince Trablusþam Valisi Halebî Mehmed Paþa’ya Mehmed Ali Paþa’nýn ordusuna karþý savaþma tâlimatý verildi. Ancak Humus yakýnlarýnda yapýlan savaþta (8 Temmuz 1832) Mehmed Paþa büyük yenilgiye uðradý. Daha sonra burada yeniden Osmanlý kontrolü saðlandý. 1918’de Fransýz iþgaliyle bu bölgeler Osmanlýlar’ýn elinden çýktý. Osmanlý idaresi altýna girdikten sonra Trablusþam sancaðý 1537’de yirmi sekiz nahiyeden (Kora, Enfe, Cübeyl, Betrûn, Fütûh Benî Rihâl, Müneytýra, Zanniye, Arka, Menâsýf, Sâfitâ, Biþrî, Akar, Zâviye, Hýsnülekrâd, Mîâd, Tartûs [Antartus], Havâbî, Kadmûs, Uleyka, Müneyka, Kehf, Kuley‘a, Merkab, Blatnis, Sahyûn, Berziye, Lazkiye, Vâdîkandîl) oluþmaktaydý. 1579’da eyalet oluþturulduðunda buraya dört livâ baðlanmýþtý (Trablusþam, Cibille / Cebele, Humus, Hama); ardýndan bunlara Halep eyaletinden ayrýlan Silmiye / Selemiye livâsý eklendiyse de XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda tekrar Halep’e nakledildi. Trablusþam XVIII. yüzyýla kadar idarî durumunu korudu. 296

XVIII. yüzyýlda Cebele livâsý Halep eyaletine baðlandý. Selemiye livâsý da mahallî olarak Deyrürahbe ile birleþtirildi. 1840’ta Sayda ve Beyrut’un ilâvesiyle oluþturulan Akkâ eyaletine dahil edilen Trablusþam 1864 Vilâyet Nizamnâmesi’ne göre Suriye vilâyetine tâbi bir sancaktý. 1869’da mutasarrýflýk oldu. XIX. yüzyýlýn sonlarýnda burasý Beyrut’a baðlý bir sancak konumuna getirildi. Trablusþam sancaðý XVI. yüzyýlda iki kasaba, 437 köy, 785 mezraadan meydana geliyordu. Ayrýca burada on üç göçebe grubu kaydedilmiþti. Bunlar arasýnda Türkmen oymaklarý da vardý (Bayýndýr, Salur / Selluriye, Avþar). Salur ve Çoðun oymaklarý Trablusþam daðlarýnda yaylamakta, kýþýn Tedmür’e inmekteydi. Bu Türkmen kabilelerinin ekserisi Hýsnülekrâd nahiyesinde toplanmýþtý; Çoðunlular ise Lazkiye nahiyesindeydi. BÝBLÝYOGRAFYA :

BA, KK, nr. 266, s. 66-67; nr. 523, s. 44; nr. 3820; BA, Bâb-ý Âsafî Ruus Kalemi, Defter, nr. 1551, s. 24-26; nr. 1572, s. 14, 15; BA, TD, nr. 372, s. 608, 626-633; BA, MD, nr. 3, s. 213, hk. 593-594; nr. 38, s. 146, hk. 293; nr. 44, s. 152, hk. 302; Koca Sinan Paþa’nýn Telhisleri (haz. Halil Sahillioðlu), Ýstanbul 2004, s. 167 (nr. 127); s. 233 (nr. 191); s. 238 (nr. 199); Selânikî, Târih (Ýpþirli), I, 235; Naîmâ, Târih, II, 5; III, 334-336; Râþid, Târih, II, 194-195, 523; Anonim Osmanlý Tarihi: 1099-1116/1688-1704 (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 2000, s. 105-107; Fazila Akbal, “1831 Tarihinde Osmanlý Ýmparatorluðu’ndaki Ýdari Taksimat ve Nüfus”, TTK Belleten, XV/60 (1951), s. 624.

ÿFazýl Bayat

˜

TRABZON Karadeniz bölgesinin Doðu Karadeniz bölümünde þehir ve bu þehrin merkez olduðu il.

Doðu Karadeniz’in önemli bir liman þehri olup Deðirmendere vadisinin Karadeniz’e ulaþtýðý yerin batýsýnda Boztepe’nin eteklerinde kurulmuþtur. Denizden itibaren basamaklý þekilde yükselen yerleþme Zaðanosdere ve Kuzgundere vadileriyle kesilerek üç parçaya bölünmüþtür. Trabzon’un ne zaman ve kimler tarafýndan kurulduðu hususunda kesin bilgi yoktur. Milâttan önce 756’da bir Milet kolonisi olarak ortaya çýktýðý ifade edilmekle birlikte doðrudan þehir ve þehrin adýndan söz eden ilk kaynak milâttan önce 400 yýlýna ait Anabasis’tir. Burada verilen bilgilere göre þehir Sinop’a baðlýydý ve ona belli bir vergi ödüyordu. Bu bakýmdan þehri Sinoplular’ýn kurduðu ve buraya Trapezus, Trapeza dedikleri zikredilir. Kelime Batý dillerinde Trapezunte, Trebizonde, Trebizond; Ýslâm kay-

naklarýnda Atrabazunde, Tarabazunde biçiminde geçer. “Masa” anlamýna gelen Trapezus adý muhtemelen þehrin ilk kurulduðu dik yamaçlar üzerindeki Aþaðýhisar kesiminin coðrafî özellikleriyle ilgilidir. Bir liman þehri olarak Ýlkçað’lardan itibaren hayli hareketli bir siyasî çekiþmeye sahne olan Trabzon bir süre Persler’in nüfuz sahasý içinde kaldý. Bir ara baðýmsýzlýðýný elde ettiyse de milâttan önce 331’de Büyük Ýskender’in idaresi altýna girdi. Onun ölümünden sonra kumandanlarýndan Eumenes’in payýna düþtü. Milâttan önce III. yüzyýlýn baþýnda I. Mithridates’in kurduðu Pontus Krallýðý kýsa zaman içinde bu bölgeye doðru nüfuzunu yaydý. VI. Mithridates Eupatos, Trabzon’un da içinde bulunduðu sahil kesimini kontrolü altýna aldý. Bu sýrada Pontus Devleti’nin maden, kereste ve gemi ihtiyacýný karþýlayan önemli bir liman þehri haline dönüþtü. Milâttan önce 64-63’te Romalý Pompeius burayý ele geçirdiyse de VI. Mithridates’in oðlu II. Farnakes Trabzon’a yeniden hâkim oldu. Ardýndan Roma idaresi tekrar kuruldu. Marcus Antonius, milâttan önce 39’da Roma ile Partlar arasýndaki sýnýr hattýnda tampon durumunda vasal krallýklar teþkil edince Pontus bölgesini II. Farnakes’in oðlu Dareios’a verdi. Milâttan önce 26’da Polemon vasal kral sýfatýyla tanýndý. Ardýndan burasý serbest þehir statüsünü elde etti, ayrýca askerî bir ikmal üssü olarak da önemi arttý. Ýmparator Nero zamanýnda 63 yýlýnda bölgede yeniden Roma idaresi kuruldu. I. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren iç kesimlerle ulaþýmýn iyileþtirilmesiyle þehir Ýran, Doðu Anadolu ve Mezopotamya’ya baðlandý, ticarî hareketlilik çok arttý; bir Roma eyaleti haline geldi, Ýmparator Hadrianus burayý iki defa ziyaret etti ve çeþitli imar faaliyetlerinde bulundu; kendi adýna izâfe edilen bir liman yaptýrdý (130-131). Ayrýca hipodrom, anfiteatr ve su kemerleri inþa edildi. Þehrin Ortahisar kýsmýnýn bu dönemde þekillendiði belirtilir. Böylece Trabzon’un bir þehir ve liman halinde fiziksel özellikleri tam anlamýyla belirlenmiþ oldu; askerî ikmal üssü niteliði taþýmasý da önemini arttýrýyordu. 257’de þehir Got saldýrýsýna uðradý, yaðma ve tahribata mâruz kaldý, eski parlak görünümünü yitirdi. Fakat Ýmparator Diokleianos (284-305) burayý yeniden mâmur hale getirdi. Ardýndan Doðu Roma’nýn kurucusu Ýmparator I. Konstantinos döneminde piskoposluk merkezi yapýldý ve yöredeki yerli halkýn hýristiyanlaþma süreci de baþladý. Doðu Roma Ýmparatorluðu zamanýnda Trabzon’un liman þehri ve aske-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABZON

rî üs fonksiyonuyla önemi arttý. I. Iustinianos burayý yeni surlarla takviye etti, su kemerleriyle su getirtti ve bunlarý þehrin mânevî kurucusu Hagios Evgenios’a ithaf etti. Ortahisar Kilisesi’nin (Ortahisar Camii) bu dönemde yapýldýðý zikredilir. Müslüman Araplar’ýn Anadolu’ya yönelik akýnlarýna hedef olmayan yerler arasýnda bulunan Trabzon müslüman tâcirler için Karadeniz ticaretinde önemli bir liman haline geldi. 1021-1022’de Ýmparator Basileios, Ani ve Vaspurakan krallarýna karþý giriþtiði harekâtta buradan askerî üs olarak faydalandý. Trabzon, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular döneminde Türk akýnlarýna hedef teþkil etti. Tarihî kayýtlar 1081’de Melikþah zamanýnda þehrin Türkler’in idaresi altýna girdiðine iþaret eder. Fakat bu uzun sürmedi ve Theodoros Gabras þehri geri aldý. Bizans döneminde Trabzon’a tayin edilen valiler genellikle imparator ailesinden seçildiðinden burada zaman zaman müstakil idareler kuruyorlardý. 1104’te Trabzon dukasý Gregorios Taronites ve Konstantin Gabras þehri âdeta baðýmsýz bir þekilde idare ettiler. Anadolu Selçuklularý devrinde Trabzon daha sýký biçimde baský altýna alýndý. 1204’te Ýstanbul’da Latin idaresinin kurulmasý üzerine Trabzon’a kaçan Aleksios Komnenos kendini imparator ilân edince þehir bu yeni devletin merkezi haline geldi. Pontus adý da bu tarihten itibaren söz konusu devlet için kullanýlmaya baþlandý. Daha sonra I. Alâeddin Keykubad, oðlu Gýyâseddin Keyhüsrev’i Trabzon üzerine sevketti. Denizden ve karadan kuþatýlan Trabzon ele geçirilemedi; Gýyâseddin Keyhusrev esir düþtü, ardýndan antlaþma yapýldý ve serbest býrakýldý (625/ 1228). Anadolu’nun Moðollar’ýn vesâyeti altýna girdiði XIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Trabzon, Karadeniz-Ýran ticaret yolunun

önemli bir noktasý haline geldi. Marco Polo da 1295’te Tebriz-Trabzon yoluyla ülkesine dönmüþtü. Trabzon’da ayrýca Ceneviz ve Venedik ticarî kolonisi meydana geldi. Özellikle Cenevizliler II. Aleksios zamanýnda (1297-1330) büyük ticarî haklar elde ettiler. Bunlarýn Dapnus’ta (Güzelsaray) antrepolarý mevcuttu; Aleksios onlardan gelebilecek bir tehdidi göz önüne alýp kale ile deniz arasýnda sur inþa ettirdi. Bu sýralarda Ýlhan nüfuzu altýna giren Trabzon, 1320’li yýllardan itibaren giderek yörede etkili olmaya baþlayan Türkmenler’in hedefi haline geldi. Trabzon’un civarý ve özellikle batý ve güneydeki daðlýk alanlar Türkmenler’in eline geçti. Bayram Bey, Trabzon’a yürüyüp Assemeta mevkiine kadar ilerledi. Akkoyunlular da Trabzon’a yönelik faaliyetlerini arttýrdýlar. 1346’da bir Türkmen grubu Trabzon önlerine kadar geldi. Bunlarýn baþýnda bulunan Yûsuf Bey yaptýðý savaþta hayatýný kaybetti, kardeþleri esir düþtü. Onun intikamýný Tur Ali Bey aldý, imparatorun kýzý Despina’yý esir etti. 1348’de Erzincan ve Bayburt emîrleriyle birlikte hareket ederek kaleyi kuþattý, fakat bir sonuç alamadý. III. Aleksios etrafýný saran Türkmenler’le iyi geçinmek amacýyla siyasî evliliklere baþvurdu ve kýz kardeþini Tur Ali Bey’in oðlu Kutlu Bey’e, diðer kýz kardeþini Ordu-Bayramlý Beyi Hacý Emîr’e ve kýzýný Kelkit havzasýnýn güçlü Türkmen emîri Tâceddin Bey’e verdi. Trabzon Komnenoslarý ile Akkoyunlular arasýndaki iliþkiler giderek iyileþti. Bu sýrada Venedikliler de Trabzon’da ticarî faaliyetlerini arttýrmýþlardý. Yýldýrým Bayezid nüfuzu SamsunCanik bölgesine kadar yayýldýðýnda Trabzon’la da ilgilendi. Fakat Ankara Savaþý’nda uðranýlan maðlûbiyet bu ilgi ve etkinin sona ermesine yol açtý. Osmanlýlar’ýn Trabzon’u hedef alan doðrudan ilk harekâtý II. Murad döneminde gerçekleþti. 1442’de ge-

XX. yüzyýlýn baþýnda Trabzon Kalesi ve Efrenciyan mahallesini gösteren fotoðraf (ÝÜ Ktp.,

Albüm, nr. 90441)

milerle Trabzon’a ulaþan bir Osmanlý birliði yaðma ve tahribatta bulundu. Ýstanbul’un fethinin ardýndan Trabzon Ýmparatoru Kalo Ioannes, Fâtih Sultan Mehmed’e vergi vermeye baþladý. Fakat tam bu sýrada Canik bölgesine gelip buradaki Türkmenler’i kendisine katan Þeyh Cüneyd, Trabzon’a yürüyerek þehri ele geçirmeyi ve Komnenoslar’a son vermeyi hedefledi. Trabzon merkezli yeni bir devlet kurmak istediði anlaþýlan Þeyh Cüneyd ve Türkmenler, Trabzon önlerine kadar geldilerse de þehri alamadýlar (1456). Þehir bundan beþ yýl sonra, Ýstanbul’u aldýðýndan Bizans’ýn eski topraklarýnda hak iddia etmeye baþlayan Fâtih Sultan Mehmed’in hedefi haline geldi. Önce Hýzýr Bey’i donanmayla Trabzon’a gönderip bir keþif harekâtý yaptýrdý, ardýndan Trabzon üzerine yürüdü. Gelibolu sancak beyi Kasým Bey donanma ile bu askerî harekâta destek verdi. Karadan çetin ve zorlu yollarý aþarak Trabzon’a ulaþan Fâtih þehri kuþattý. Bazý kaynaklara göre altý, bazýlarýna göre dört hafta süren kuþatmanýn ardýndan þehir teslim oldu (Aðustos veya Eylül 1461). Þehre giren Fâtih birkaç gün burada kaldý ve idaresini Gelibolu sancak beyi Kasým’a býraktý. Trabzon Osmanlý idaresine girdikten sonra hýzla bir Türk-Ýslâm þehri haline dönüþtü. Kale surlarý tamir edildi, kiliselerin bir bölümü camiye çevrildi, halkýn bir kýsmý baþka bölgelere sürüldü, yerlerine Türkler yerleþtirilmeye baþlandý. Trabzon’un önemi dolayýsýyla burada hânedana mensup þehzadeler idarecilik görevi yaptý. II. Bayezid’in oðullarý Abdullah ve ardýndan Selim sancak beyi olarak Trabzon’da bulundu. Özellikle Selim yirmi dört yýl kadar burayý yönetti, oðlu Süleyman Trabzon’da doðdu. Selim, idareciliði sýrasýnda Osmanlý nüfuzunu Gürcistan’a doðru yaydýðý gibi Safevîler’le de mücadele etti. Çaldýran seferinde Trabzon bölgede önemli bir askerî üs konumuna geldi. Özellikle XVI. yüzyýlýn sonlarýndan baþlayýp 1639’a kadar devam edecek olan Osmanlý-Safevî mücadelesinde Trabzon büyük bir askerî ikmal merkezi oldu. Bu durumunu XVIII. yüzyýlda da sürdürdü. Osmanlý idaresinde Trabzon’da bazý küçük hadiseler dýþýnda önemli bir olay meydana gelmedi. XVIII. yüzyýlda giderek güçlenen âyanlar bazý karýþýklýklara yol açtý. Bunlardan bir kýsmý devletin desteðiyle güçlendi ve Trabzon’a vali tayin edildi. Bilhassa Canikli sülâlesi mahallî derebeyleri bertaraf ederek kuvvet ve nüfuz kazandý. Canikli Ali Paþa, Trabzon valiliði sýrasýnda bazý önemli askerî hare-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

297


TRABZON

kâtlara katýldý. Fakat daha sonra devlet merkeziyle anlaþmazlýða düþüp Kýrým’a kaçtý, ardýndan affedilerek yeniden Trabzon’a döndü (1781). Trabzon, özellikle Batum taraflarýnda üslenen bazý eþkýyanýn önemsiz baskýnlarýna uðramasýnýn dýþýnda ilk ciddi dýþ tehlikeyi Osmanlý-Rus savaþý sýrasýnda yaþadý. 1810’da Ruslar sahillere asker çýkarýp büyük endiþeye yol açtýlar. Mahallî âyandan Tuzcuoðullarý Trabzon’u da nüfuzlarý altýna aldý. Memiþ Aða’nýn Trabzon’u iþgale kalkýþmasý üzerine merkezden buraya yardým için küçük bir filo yollandý. Bölgedeki âyanlarý kendi yanlarýna alan Tuzcuoðullarý Trabzon’u kuþatarak ele geçirdi, þehir yaðma ve tahribata uðradý (18 Aðustos 1816). Devlet güçleri az sonra duruma hâkim oldu ve Tuzcuoðullarý’ný þehirden çekilmeye mecbur býraktý. Trabzon I. Dünya Savaþý’nda Ruslar tarafýndan iþgal edildi. Rus birlikleri 14 Nisan 1916’da Karadere’deki savunma hattýný yarýp 16 Nisan’da Yomra’ya ulaþmýþ, ayný günün gecesi Trabzon’un Türk nüfusu þehri boþaltmýþtý. 18 Nisan’da þehre giren Ruslar 24 Þubat 1918’de çekilene kadar burayý iþgalleri altýnda tuttular. Ruslar’ýn þehri boþaltmasýnýn ardýndan Pontusçuluk faaliyetleri hýz kazandý. Trabzon’da Ermeni-Rum çetelerine karþý örgütlenmeler baþladý. Bölgedeki sosyal çalkantýlar Millî Mücadele’nin ardýndan yatýþtý. Fizikî, Sosyal ve Ekonomik Yapý. Trab-

zon fizikî açýdan asýl þeklini 1204’ten sonraki dönemde kazanmýþtýr. Karadeniz’e yukarýdan bakan, kuzeyde bir pazar yeri ve limanla doðu ve batýsýnda varoþlarý bulunan, sarp kayalýklar üzerinde yer alan þehir surlarla çevrili bir yerleþim alanýydý. Süreklilik kazanan Türk akýnlarýndan sonra Ýmparator Aleksios Komnenos hem limaný hem aþaðý þehri içine alan yeni bir sur inþa ettirmiþti. Pek çok kilisesiyle birlikte ticarî saha ve birbirinden ayrý Venedik ile Ceneviz kolonileri doðu varoþlarý boyunca uzanmaktaydý. Þehrin o dönemden kalan pek çok mahallesinin adý daha sonraki Türk belgelerinde geçmektedir. XIII. yüzyýldan XV. yüzyýlýn ortalarýna kadarki mimari kalýntýlar nüfusun az olduðuna iþaret eder. 1437-1438’de Ýspanyol seyyahý Pero Tafur þehri ziyaret ettiðinde buranýn 4000 civarýnda bir nüfusu olduðunu yazmýþtýr. Bu dönemlerden kalan eserler içinde birçoðu XIII ve XIV. yüzyýla kadar giden surlar ve pek çok kilise bulunmaktadýr. Kiliselerin en önemlileri arasýnda XV. yüzyýlýn baþlarýnda yeniden inþa edilen ve 1572’de camiye çevrilen Ayasofya, muhtemelen I. Manuel Komnenos zamanýnda (1143298

1180) yapýlan Saint Sophia Manastýrý, 1291’de inþa edilen Saint Eugenios Kilisesi (1500’lerde Câmi-i Cedîd / Yeni Cuma Camii), Virgin Chrysokephalos Katedrali (1214’te yeniden inþa edilen, imparatorun taç giydirildiði kilise olup 1461’deki Osmanlý fethinin hâtýrasýna Câmi-i Atîk’e çevrildi) ve þehirdeki en eski hýristiyan mâbedi olan, 885’te yeniden onarýlan Saint Anne Þapeli zikredilebilir. Þekilleri ve inþa tarihleri göz önüne alýndýðýnda þehrin ayakta kalan kiliselerinin çoðunun XV. yüzyýlýn ilk yarýsýna kadar gittiði görülür. Komnenoslar’ýn sarayý da sur içinde bulunmaktadýr ve hem Clavijo hem de Bessarion tarafýndan tasvir edilmiþtir.

Komnenoslar döneminde baþþehir Trabzon 250 yýllýk sürede varlýðýný ve merkez olma özelliðini korumuþtur (1204-1461). Bunun sebebi Doðu Karadeniz daðlarýnýn doðal bir engel teþkil edip geçit vermemesi ve þehrinin saðlam surlarýydý. Ayrýca þehrin geliþen ticarî hareketliliði (hem Venedik hem Ceneviz kolonilerinin mevcudiyeti bunu doðrular) ve Komnenoslar’ýn yürüttüðü siyasî evlilik diplomasisi imparatorlarýn güçlü yönetimlerin altýnda vasal statüsünü kabul etme arzularý da (Selçuklular 1214-1243, 1243’ten sonra Moðollar, 1402’de Timur ve 1456’dan sonra Osmanlýlar) imparatorluðun uzun sürmesinde rol oynamýþtýr. Trabzon 1461’de Osmanlýlar’a teslim olunca antlaþma þartlarý gereði Ýmparator David Komnenos ve ailesinin bütün fertleri taþýnabilir eþyalarýyla birlikte gemilerle Ýstanbul’a gönderildi. Ýmparatorun hizmetindeki devlet görevlileri, þehrin diðer asilleriyle varlýklý kiþileri de aileleri ve eþyalarýyla Ýstanbul’a sevkedildi. Ýmparatora Makedonya’nýn Serez bölgesinde geniþ topraklar verilirken asilzadelerinin çoðuna timar tahsis edilmiþtir. Fâtih Sultan Mehmed, þehir ve çevresinden 1500 kadar genç erkek ve kadýn seçerek erkeklerden 800’ünü Yeniçeri Ocaðý’nda eðitmek üzere Ýstanbul’a yolladý. Geri kalanlar da padiþahýn özel hizmetine ayrýldý ve saraya getirildi. Þehirde býrakýlan halkýn mülkiyeti onaylandý ve çeþitli vergilere tâbi tutuldu. Trabzon’da yeni bir idare kuruldu, bir dizi kanun yürürlüðe girdi. 400 kiþilik bir yeniçeri birliðiyle bir azeb askerî grubu þehirde býrakýldý. Mescidler açýldý, Ýstanbul’a gönderilen hýristiyanlarýn boþalttýðý evlere Türkler yerleþtirildi. Selânik ve Ýstanbul’un yeniden iskânýnda uygulanan yolu takip eden Fâtih Sultan Mehmed nüfusa müslüman unsuru eklemek için sürgün politikasýna baþvurdu, gelenlere mülk verileceðini bildirdi. 1486

tahrir kayýtlarý aralarýnda Niksar, Amasya, Ladik, Bafra, Çorum, Merzifon, Tokat ve Samsun’un da bulunduðu yirmi Anadolu þehrinden sürgün edilerek gelmiþ olanlarla (201 hâne) kendi istekleriyle þehre yerleþmiþ bulunan elli altý hâneden söz eder. Yeni müslüman yerleþimcilerin sayýsý toplamda þehir nüfusunun % 19,22’sini oluþturmaktaydý. Bunlar deftere geldikleri yerler belirtilerek ayrý topluluklar halinde yazýlmýþtý. Müslüman mahallesi olarak Azebler ve Amasya Mescidi adlý iki birimin adýna rastlanmaktadýr. Ayný tahrire göre þehirde fetihten sonra ikametlerini sürdüren üç gayri müslim topluluðu bulunuyordu. Bunlarýn % 65,16’sýný Rumlar, % 12,49’unu Ermeniler, % 3,13’ünü Latin Katolikler (Ceneviz ve Venedikliler) teþkil ediyordu. Dâimî vergi ödeyen nüfus 1385 hâne idi. Bu da 6700-6800 dolayýnda nüfusa tekabül eder. Bunlara þehirdeki askerler (400 yeniçeri, 203 kale muhafýzý) ve idareci grup da katýlmalýdýr (2000-3000 kiþi). Gayri müslim nüfus bu tarihte on beþ mahallede ikamet etmekteydi. Bu mahalleler Trabzon’un fetih öncesi fizikî durumunun da belirleyicisidir (Pikþid, Dafnunda, Meydan, Zoðraf, Aya Yani, Aya Ayas, Kokorilu, Aya Preskevi, Meso Kastro, Aya Sofya, Tokari, Mandarun, Efrenciyân-ý Venedik, Efrenciyân-ý Ceneviz, Ermeniyân). Maiyetinde kalabalýk saray eþrafý ve muhafýz bulunan Þehzade Selim’in idaresi esnasýnda (1487-1510) geçici bir nüfus artýþý olan Trabzon’un 1523 tarihli ikinci tahrir kayýtlarý müslüman nüfusun sayýsýnda bir azalmayý gösterir ve bu durumun Selim’in þehirden ayrýlmasýnýn ardýndan gerçekleþtiðine iþaret edilir. Muhtemelen baþlangýçta sürgün yoluyla gelen ailelerin bir bölümü memleketlerine dönmüþtü. 1523 dolayýnda þehirdeki müslüman unsuru toplam nüfusun % 14,32’si olarak hesaplanmýþtýr ve þehirde sürekli kalan en yüksek nüfus miktarý sadece 300 kadar artmýþ olup toplam nüfus 7000 kiþi civarýna ulaþmýþtýr. 1523 vergi kayýtlarýndan sonra otuz yýllýk bir zaman diliminde þehirde meydana gelen demografik deðiþiklikler 1553 tarihli defterde yer alýr; buna göre Trabzon’un genel nüfusu % 13 gerilemiþ (6100 kiþi), bunun içinde müslümanlarýn sayýsý bir öncekine nisbetle iki katýna ulaþmýþtýr. Sonuç itibariyle müslüman cemaati ilk defa þehrin en büyük grubunu oluþturmuþtur (genel nüfusun % 47’si). Rum nüfusu % 42’ye gerilemiþtir. Daha küçük sayýda Ermeni ve Latin Katolik cemaatleri de benzer þekilde sýrasýyla % 40 ve % 35,5 oranýnda düþmüþtür. Þehrin nüfus yapýsý hak-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABZON

kýndaki bu çarpýcý görünüþ hýristiyan dininden dönüþlerin neticesinde ortaya çýkmýþtýr. Bu tarihlerde müslümanlara ait yirmi beþ mahalle ve bir cemaat kaydedilmiþtir. Bunlardan on ikisinin yeni kurulmuþ olmasý da nüfus artýþýnýn bir yansýmasýdýr. Hýristiyan mahallesi sayýsý on dokuzdur. Ýlginç olan husus hýristiyanlarýn % 17’sinin þehir dýþýndan gelenlerden teþekkül etmesidir; on bir mahalle daha önce adlarý geçmeyen yeni mahallelerdir. 1583’te yapýlan tahrir Trabzon’un aradan geçen otuz yýllýk sürede belirgin þekilde büyüdüðüne iþaret eder. 1553 yýlýnda görülen yaklaþýk 6100 kiþilik nüfus 1583’te 10.500’ü aþmýþtýr (genel artýþ % 73,36). Bu nüfus içinde müslümanlar % 53,62 ile ilk defa çoðunluðu oluþtururken Rum ve Ermeni Ortodokslar % 38,34 (% 5,82’si Ermeni), küçük Katolik cemaati ise % 2,62’lik bir oranda kalmýþtýr. Müslüman nüfusun artmasýnda dýþ göçlerin yanýnda kýsmen din deðiþtirmelerin rol oynadýðý anlaþýlmaktadýr. Ancak gayri müslim nüfusta da 1553’e göre artýþ olduðu göz önüne alýnýrsa þehre yönelik bir dýþ göçün varlýðý söz konusudur. Bu tarihte müslüman nüfusun % 13,5’i Ortahisar, % 10,7’si Aþaðýhisar, % 29,5’i doðu varoþlarý, % 40,2’si batý varoþlarý, % 1,4’ü güney varoþlarý kesiminde ikamet ediyordu. Toplam mahalle sayýsý yirmi sekizdi. Þehirde hýristiyanlar yirmi altý mahallede oturuyordu. Bunlarýn on biri 1553’te adýna rastlanmayan yeni yerleþim birimleriydi. Hýristiyanlar þehrin doðu ve batý varoþlarýnda yoðunlaþmýþtý. Trabzon’a ait 1092 (1681) tarihli Avârýz Defteri’nde eðer eksik deðilse toplam on yedi mahallenin adý verilir. Bunlardan sadece iki mahallede müslüman ve hýristiyanlar müþterek oturmaktadýr. Müslümanlara ait mahallelerden Tabakhane ve Boztepe dýþ mahalleleri teþkil eder. Buranýn halký, Trabzon Kalesi’nin Tabakhane Kapýsý karþýsýnda Fâtih Sultan Mehmed’in yaptýrdýðý çeþmenin su yollarý ile Boztepe’-

nin yollarýnýn bakýmýyla görevlendirilmiþti. Avârýz hâne sayýsý 158’i müslüman, 219’u hýristiyan toplam 377 kadardý. Bu rakam gerçek nüfusu yansýtmamaktadýr (BA, KK, nr. 2297). Þehrin XVII-XVIII. yüzyýllardaki nüfus durumu hakkýnda seyyahlarýn verdiði bilgilerin çoðu abartýlýdýr. Fakat bu yüzyýllarda Trabzon’un özellikle Ýran’a yönelik savaþlar dolayýsýyla hayli hareketli bir sosyal yapý kazandýðý düþünülürse 15.000 dolayýnda bir nüfusa sahip bulunduðu söylenebilir. XX. yüzyýlýn ilk dönemlerindeki nüfus istatistikleri 1583 tarihindekiyle açýk benzerlik taþýr. 1834 nüfus sayýmýnýn müslümanlara ait kýsmýnda otuz iki mahalle, 6700 dolayýnda erkek nüfus tesbit edilmiþti. Bunun yanýnda Trabzon sancaðý mutasarrýfý Haznedarzâde Osman Paþa’nýn maiyetinde 452 kiþi bulunuyordu. En kalabalýk mahalleler Tabakhane, Ýskenderpaþa, Faroz, Çarþý, Zeytinlik, Teke, Boztepe idi; bunlar 200-480 arasýnda erkek nüfusa sahipti (BA, NFS, nr. 1149). Gayri müslimler millet-i Rûm, millet-i Ermeni ve millet-i Katolik þeklinde üç grup halinde zikredilmiþti. Rumlar biri müslümanlarla müþterek sekiz mahallede, Ermeniler yedi mahallede, Katolikler ise bir mahallede ikamet ediyordu. Rumlar 1586, Ermeniler 882, Katolikler ise 305 olmak üzere toplam 2773 hýristiyan erkek nüfus mevcuttu. Katolikler Ýskenderpaþa mahallesinden baþka diðer mahallelere de daðýlmýþlardý. Ýskenderpaþa mahallesinde ayrýca Ermeni nüfus meskûndu. Bu durumda Ýskenderpaþa mahallesinin þehrin bütün sosyal profilini gösteren bir özellik kazandýðý söylenebilir. Rumlar ise daha çok Tozluçeþme, Kemerkaya, Çömlekçi mahallelerinde toplanmýþtý (BA, NFS, nr. 1152-1153). Bu tarihlerde müslüman ve gayri müslim toplam nüfusun 20.000’i biraz geçtiði tahmin edilebilir. 1847’de nüfusun 33.000 þeklinde gösterilmesi tam olarak doðru olmamalýdýr. Feruhan Bey þehirde 5000 ev bulunduðunu

Trabzon surlarý

yazar (3000 Türk, 1000 Rum, 588 Ermeni, 140 Katolik, dokuz Protestan Ermeni). Bu rakamlar þehir büyüklüðünün üçe katlandýðýna iþaret eder. Son nüfus tahminleri dört dinî cemaatin oranýnýn hâlâ XVI. yüzyýldaki oranlara yakýn olduðunu ortaya koyar. Nitekim müslümanlarýn oraný 1583 Tahrir Defteri’nde % 53,62 hesaplanmýþtý, þimdi ise bu oran % 56,08 kadardý. Rum Ortodokslar’ýn oraný % 38,34 iken þimdi % 26,25, % 5,82 olan Ermeni Ortodokslar’ýn nüfus oraný % 14,52 ve XVI. yüzyýlýn sonunda toplam nüfusun % 2,62’sini oluþturan Latin Katolikleri’nin oraný ise 1902’de % 3,15’e çýkmýþtý. 1881 yýlý salnâmesi þehirde otuz altý mahalle ve 10.383 erkek nüfusu (6450 Türk, 1799 Rum, 1609 Ermeni) kaydeder. Tarih boyunca Trabzon þehrinin nüfusunu etkileyen çeþitli etkenler içinde veba ve diðer salgýn hastalýklar öne çýkar. Trabzon þer‘iyye sicillerindeki kayýtlardan 1565-1566 ve 1633’te veba salgýný çýktýðý ve þehrin nüfusu üzerinde yýkýcý bir etki yaptýðý tesbit edilmektedir. Nitekim þehirden ayrýlmayý arzu ettikleri için hamamlara ödedikleri kiralardan muaf olmak isteyen þahýslarla ilgili mahkeme vak‘alarý dikkati çeker (Jennings, s. 27-36). Trabzon’un fizikî yapýsýnda yeni inþa edilen camiler önemli yer tutar. Camiye dönüþtürülen pek çok Bizans kilisesinin yanýnda Trabzon’da Osmanlý döneminde de mimari eserler meydana getirilmiþtir. Bunlardan Ýskender Paþa Camii ve Hatuniye Camii (Ýmaret Külliyesi) dikkat çekicidir. Hatuniye Camii zengin vakýflarýyla þehrin sosyal ve ekonomik hayatýnda önemli rol oynamýþtýr. Hatuniye Medresesi’nden daðýtýlan baðýþlar, 1050 (1640) yýlýndaki seyahatinde þehri “emsalsiz” diye anlatan Evliya Çelebi’yi de etkilemiþ, þehrin misafirperverliðinin talebelere ve fakirlere olduðu kadar deniz yolculuðuna çýkanlara ve denizcilere de gösterildiðini belirtmiþtir. Bütün ziyaretçilere gün içerisinde iki defa birer kâse çorba ve beyaz ekmek hazýrlanýyor, cuma akþamlarý ise buna zerde pilâvý ve yahni ekleniyordu (Seyahatnâme, II, 49-55). Ancak Evliya Çelebi, Trabzon’la ilgili bilgileri kendisi de bir Trabzonlu olan Âþýk Mehmed’in eserinden almýþtýr. Dolayýsýyla tasvirini yaptýðý Trabzon’u bir bakýma þehri ziyaret ettiði 1640 yýlýndan çok Âþýk Mehmed’in çocukluk yýllarýný geçirdiði 1555-1575 tarihlerindeki durumunu nakleder. Karadeniz ticaretinde önemli bir liman þehri olmasýnýn yanýnda Trabzon doðudan gelen mallarý batýya ulaþtýran bir merkez konumundaydý. Ortaçað’larda Ýran’dan yo-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

299


TRABZON

la çýkan kervanlarýn son duraðýydý ve Kýrým’la da baðlantýlýydý. Kuzeyden ve güneyden gelen yollar burada kesiþiyor, yünlü kumaþ, keten, ipekli mâmuller dýþarýya satýlýyordu. Ortaçað coðrafyacýlarýndan Þerîf el-Ýdrîsî’ye göre Trabzon halifeler devrinden beri Rumlar’ýn ve müslümanlarýn bir ticaret antreposuydu ve halký çok zengindi. Þehrin ticarî önemini diðer bazý Arap coðrafyacýlarý da tekrarlar. Hem Bizans hem Osmanlý döneminde þehir tarihi boyunca ekonomik deðerini deniz ticaretine borçluydu. Venedikliler ve Cenevizliler, 1461 Osmanlý fethinin gerek öncesinde gerek sonrasýnda þehrin ekonomik yaþamýnýn önemli bir varlýðý oldu. XX. yüzyýlýn baþýna kadar da durumlarýný korudular. Osmanlý devrinde þehirde alýþveriþ mekâný Çarþý adýyla anýlan mahallenin yer aldýðý Aþaðýhisar’ýn doðu kýsmýnda, kuzeyde denizden baþlayarak güneye doðru yükselen meyilli arazi üzerindeydi. Âþýk Mehmed, Trabzon zanaat ehlinin çarþý ve bedestenin Aþaðýhisar’ýn dört kapýsýndan biri olan Mumhane Kapýsý dýþýnda bulunduðunu söyler. Bu çarþýlar topluluðu XVIII. yüzyýlda bedesten, han ve çok sayýda dükkândan oluþmaktaydý. Ayrýca kalenin içinde ve aþaðý kesiminde yer alan Pazarkapý mahallesi, Ortahisar’ýn doðusundaki Tabakhane mahallesi ve Ortahisar mahallesiyle kale dýþýnda tarihî Trabzon-Tebriz Ýpek yolunun baþlangýcýnda bulunan meydanlýk alanda ekonomik faaliyetler yoðunlaþmýþtý.

tüccarýn da bulunduðu, özellikle kumaþ alým satýmýnýn öne çýktýðý bir ticarî merkezdi. Bu ticarî hareketliliðin bir baþka yansýmasý hanlardý. XVIII. yüzyýlda Yeni Han yabancý tüccarýn tercih ettiði konaklama yeriydi. Ayrýca Taþ Han, Hüseyin Efendizâde Haný, Ýkizzâde Haný, Müftü Efendi Haný, Karaçengeloðlu Haný, Ýkilikapýlý Han, Murathanzâde Mahzeni, Alaca Han, Hacý Yahyâ Haný, Zincirli Han, Yalý Haný tüccarýn raðbet ettiði, mal depoladýðý binalardý. Þehrin büyük limaný olan Çömlekçi yanýnda Kanida, Tuzluçeþme, Taþdirek, Kemerkaya, Mumhane, Moloz adlý küçük limanlar ithalât ve ihracata açýktý. XIX. yüzyýlda yollarýn emniyetinin saðlanmasýyla ticarî geliþme hýzlandý. 1830-1900 yýllarý arasýnda Ýran’a yapýlan ihracat ve Ýran’dan ithalât açýsýndan Trabzon ana liman olunca ekonomik açýdan önemi çok arttý. Ýngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve Osmanlý Devleti bayraklarý taþýyan buharlý gemiler büyüyen limanýn içinde ve dýþýnda mal taþýdýlar; öyle ki Trabzon Limaný, Osmanlý sýnýrlarý içerisinde aktif olan en büyük ikinci ticarî liman haline geldi. 1900’lü yýllardan itibaren bu ticaret sayesinde 487 buharlý gemi ve mal taþýmacýlýðý yapan sayýsýz küçük tekneyle birlikte Trabzon Limaný’ndan 522.000 ton mal taþýnmýþtýr. 1890’da Trabzon’un ekonomik yaþamýný tasvir eden V. Cuinet þehrin ticaretinin fýndýk, tütün ve baklagillerin yanýnda ipek ve pamuktan ibaret olduðunu söyler ( I, 3-84).

XVII. yüzyýlýn baþlangýcýyla birlikte yýllýk ticaret gelirlerinin azalmasý þehrin bir ticaret merkezi halinde oynadýðý rolün düþüþte olduðunu gösterir. Þehrin doðu-batý ticaret yolunu etkileyen ve süregiden Osmanlý-Ýran savaþlarý bunun kýsmen sebebidir. Ayrýca Celâlî isyanlarý da bunda pay sahibidir. Trabzon’u 1610’da ziyaret eden Fransýz seyyahý Julien Bordier 1608-1609 yýllarýnda Celâlîler’in þehri yaðmaladýðýný, dýþ mahallelerdeki pek çok hýristiyan ahalinin burnunu ve kulaklarýný kestiklerini ve surlarýn içerisindeki þehre girmeden ayrýldýklarýný bildirir. Bordier’in Trabzon’da Arap, Ýranlý ve Gürcü tüccarlarýn varlýðýndan söz etmesi, Osmanlý-Ýran savaþýnýn etkisinin þehirdeki ticareti ve tüccarlýðý tamamýyla sona erdirmediðini gösterir. Ancak zaman içerisinde Karadeniz ticaretinde Batýlýlar’ýn giderek aðýrlýk kazanmasý þehrin geliþmesinde önemli rol oynadý. XVIII. yüzyýlda Trabzon Bedesteni bu ticaretin mahiyeti açýsýndan belirleyicidir. 1632’de Kazak saldýrýlarýyla yýkýldýktan sonra yeniden inþa edilen bedesten yabancý

Osmanlý Devleti’nin çöküþüne yol açan I. Dünya Savaþý þehre ve bölgeye toplu halde demografik deðiþiklikler getirdi. 1915’te Ermeni tehciri, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan arasýndaki nüfus mübadelesi hýristiyan nüfusun çekilmesiyle sonuçlandý. Cumhuriyet döneminde bölgenin ekonomisi çok ciddi yapýsal sorunlarla uðraþtý. Tarým öncelikli önemini

300

korusa da Karadeniz’den güneye daðlara doðru uzanan dik yamaçlý, vadilerle yarýlmýþ daðlýk alanlar artan nüfus için yeterli miktarda ekilebilir yer tedarikine imkân tanýmýyordu. Küçük aile þirketleri çay, fýndýk ve tütün üretimine devam ediyordu; ancak uluslararasý pazarýn beklenmeyen þartlarý göz önünde bulundurulduðunda bu üretimleri sadece geçimlerini saðlamaya yetiyordu. Sonuç olarak yüksek nüfus yoðunluðu sebebiyle ülkenin diðer bölgelerine dâimî bir göç zarureti ortaya çýkmýþtýr. Tarihî Eserler. Trabzon bugüne ulaþan tarihî eserleriyle de dikkat çeker. Trabzon Kalesi’nin kalýntýlarý hâlâ mevcuttur. Kale güneyden baþlayarak Yukarýhisar (Kulehisar/Ýçkale), Ortahisar, Aþaðýhisar olmak üzere üç bölümdür. Ortahisar’da Fâtih Camii manastýrdan çevrilmiþtir. Hatuniye (Ýmaret) Camii, Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun adýna inþa edilmiþtir (911/ 1505-1506). Bunun güneyinde Gülbahar Hatun’un yattýðý türbe vardýr. Yeni Cuma Camii, Aþaðýhisar karþýsýnda olup Saint Eugenios’a ithafen yapýlan kiliseden bozmadýr. Erdoðdu Bey Camii, Hatuniye’nin güneyinde bir mescid þeklinde yapýlmýþ, Erdoðdu Bey burayý 985’te (1577) cami haline getirmiþtir. Ýskender Paþa Camii, Gâvur Meydaný’nýn doðu tarafýnda 936’da (1530) yapýlmýþtýr. Ayasofya Camii, batý varoþunda ayný adlý mahallede yüksek bir tepe üzerinde Iustinianos’un inþa ettirdiði büyük kiliseden çevrilmiþtir. Burasý Trabzon âyanýndan Kürt Ali Bey tarafýndan 980’de (1572) camiye tahvil edilmiþtir. Julien Bordier 1610’da buranýn iþlek bir yer olmadýðýna temas eder. Çarþý Camii de Çarþý mevkiinde kiliseden çevrilmiþtir. Tavanlý Cami, Boztepe mahallesindedir. Mûsâ Paþa Camii ayný adý taþýyan mahallede 1079’da (1668) yapýlmýþtýr. Diðer camiler arasýnda Kasým Aða Konaklý Camii, Kabak

XX. yüzyýlýn baþýnda Yeni Cuma Camii ve çevresini gösteren fotoðraf (ÝÜ Ktp.,

Albüm, nr. 90441)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABZON

Meydan Camii (Süleyman Bey Camii), Karabaþ Camii (eski bir kilise olup Mumhaneönü Ýskelesi’nde idi) sayýlabilir. Ayrýca pek çok mescid kayýtlarda zikredilir. XVI. yüzyýlda þehirde altý zâviye kaydedilmiþtir. Bunlarýn yaný sýra hýristiyanlara ait kilise ve manastýrlar mevcuttur. 480’de yapýlan Aya Vasil Kilisesi, Saint Anne Kilisesi, Asduadzadzin, Surp Stephanos, Surp Okstent (Sulu Manastýr), Saint George, Aya Gorgor (Rum piskoposluk makamý idi), Aya Pondi, Aya Yorgi gibi kiliseler yanýnda bazý manastýrlar da mevcuttu. Ayrýca pek çok han, hamam, medresenin varlýðý bilinmektedir. Ýdarî Yapý. Trabzon’un ele geçirildikten sonra ilk olarak nereye baðlandýðý konusu kesinlik kazanmamýþtýr. Þehrin sancak haline getirildiði ve ilk sancak beyinin Kasým Bey olduðu kayýtlýdýr. Trabzon sancaðýnýn nereye baðlý olduðu konusundaki belirsizlik özellikle Yavuz Sultan Selim’in sancak beyi sýfatýyla idareciliði döneminde daha da öne çýkmýþtýr. Yavuz Sultan Selim burayý âdeta müstakil bir sancak gibi idare etmiþtir. Dönemin bazý kaynaklarýnda Trabzon’dan “Ermeniyye-i Suðrâ vilâyetinin merkezi” diye söz edilir. 1514’te Çaldýran Savaþý’ndan sonra stratejik açýdan önemi dolayýsýyla Bayburt yöresine vali tayin edilen Býyýklý Mehmed [Paþa], Trabzon’un kontrolünü de üstlenince yeni bir idarî sistem teþekkül etti; Vilâyet-i Rûm-ý Hadîs adlý yeni idarî birime baðlandý (1520). Irakeyn Seferi sýrasýnda bu vilâyet yeni kurulan Erzurum beylerbeyiliðine dahil edildi (1535). Sancak Trabzon, Giresun, Kürtün, Torul, Of, Rize, Pazar (Atina), Arhavi, Hemþin adlý kazalardan oluþuyordu. Trabzon kazasý Akçaabat, Maçka, Yomra ve Sürmene nahiyelerinden müteþekkildi. 1578 Osmanlý-Ýran seferi esnasýnda lojistik destek bakýmýndan önemi arttýðý için Batum’la birlikte müstakil beylerbeyilik haline getirildi. XVII. yüzyýl baþlarýnda her ikisi beylerbeyilik / eyalet olarak anýldý. Buraya Batum ve Gönye sancaklarý dahildi. 1632-1641’de Trabzon’dan “Eyâlet-i Batum nâm-ý dîger Trabzon” þeklinde bahsedilir. Evliya Çelebi Trabzon eyaletine Gümüþhane, Aþaðý ve Yukarý Batum, Gönye sancaklarýnýn baðlý olduðunu bildirir. Trabzon sancaðý ile birlikte beþ idarî birimden meydana geldiði anlaþýlýr. 1653-1669 yýlý kayýtlarý buraya sadece Batum ve Trabzon sancaðýnýn baðlý olduðunu ifade eder. Artýk burasý Trabzon eyaleti diye anýlmýþtýr. XVIII. yüzyýldaki savaþlar döneminde Batum ve Trabzon sancaðý paþa sancaðý (idareci valinin oturduðu sancak) diye belirlenmiþtir. 1732-1740 yýllarýnda merkez san-

cak Trabzon olup Gönye ve Batum baðlý sancaklardý. XVIII. yüzyýlýn ortalarýnda Batum’un alaný Anapa’ya kadar geniþlerken Trabzon’un batýsýndaki Canik sancaðý 1760 dolayýnda Trabzon eyaletine katýlmýþ, böylece Doðu Karadeniz kýyýlarýnýn tamamý Trabzon eyaletinin kapsamýna alýnmýþtýr. XIX. yüzyýlda eyaletin güney sýnýrlarýnda bazý yeni geliþmeler görüldüðü gibi farklý idarî düzenlemeler de yapýlmýþtýr. 1860’ta Trabzon vilâyeti Rize’nin tâbi olduðu Trabzon sancaðý, Giresun’un baðlý olduðu Ordu sancaðý, Karahisar sancaðý, Batum ve Acara’nýn içinde bulunduðu Lazistan sancaðý ve Gümüþhane sancaðýndan oluþuyordu. 1871 salnâmesine göre Trabzon merkez sancaðýna Ordu, Giresun, Tirebolu, Of kazalarý baðlýydý. Eyalete tâbi diðer sancaklar Lazistan, Canik ve Gümüþhane idi. BÝBLÝYOGRAFYA:

BA, MAD, nr. 828; BA, TD, nr. 53, 210, 288, 387, 613; TK, TD, nr. 29; Trabzon Vilâyeti Salnâmesi (haz. Kudret Emiroðlu), Ankara 1993-2008, I-XXII; Trabzon Nüfus Kütüðü: 1834 (haz. Süleyman Bilgin v.dðr.), Ýstanbul 2010, s. 22-23, 57196; Ducas, Decline and Fall of Byzantium to the Ottoman Turks (trc. H. J. Magoulias), Detroit 1975, s. 259; Kritovulos, History of Mehmed the Conqueror (trc. Charles T. Riggs), Princeton 1954, s. 173-176; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nþr. A. Mertol Tulum), Ýstanbul 1977, s. 105, 109, 111; Ýbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, Ankara 1954, VII, 197; Âþýk Mehmed, Menâzýrü’l-avâlim (haz. Mahmut Ak), Ankara 2007, III, 1017-1027; Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Daðlý), II, 49-55; J. P. de Tournefort, A Voyage into the Levant, Paris 1717, II, 233-236; J. Philipp Fallmerayer, Geschichte des Kaiserthums von Trapezunt, München 1827; a.mlf., Fragmente aus dem Orient, StuttgardTügingen 1845, s. 141; L. Chalkokondyles, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae, Bonn 1842, XXXII, 495-498; G. Finlay, The History of Greece from its Conquest by the Crusaders to its Conquest by the Turks, and of the Empire of Trebizond: 1204-1461, Edinburgh 1851; Þakir Þevket, Trabzon Tarihi, Ýstanbul 1294; Cuinet, I, 3-84; W. Miller, Trebizond: The Last Greek Empire, London 1926; P. Tafur, Travels and Adventures 1435-1439 (trc. M. Letts), London 1926, s. 131; R. G. de Clavijo, Embassy to Tamerlane: 1403-1406 (trc. G. le Strange), London 1928, s. 104; Ömer Akbulut, Trabzon Kitabeleri, Ýstanbul 1954; Said Bilâl Çakýroðlu, Tarihî, Ekonomik, Sosyal Yönleriyle Trabzon, Ankara 1964; Mükerrem Anabolu, Trabzon’daki Bizans Çaðý Yapýlarý, Ýstanbul 1969; Mahmut Goloðlu, Trabzon Tarihi: Fetihten Kurtuluþa Kadar, Ankara 1975; M. Býjýþkyan, Karadeniz Kýyýlarý Tarih ve Coðrafyasý 1817-1819 (trc. H. D. Andreasyan), Ýstanbul 1969, s. 38-59, 71-76; A. Bryer, The Empire of Trebizond and the Pontus, London 1980; a.mlf., Peoples and Settlement in Anatolia and the Caucasus, 800-1900, London 1988, tür.yer.; a.mlf. – D. Winfield, The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos, Washington 1985, I, tür.yer.; A. Üner Turgay, “Ottoman-British Trade Through Southeastern Black Sea Ports During the Nineteenth Century”, Economie et societes

dans l’empire ottoman (fin du XVIII e -debut du XX e siècle) (trc. J. L. Bacque - Grammont – P. Dumont), Paris 1983, s. 297-315; R. Jennings, “Plague in Trabzon and Reactions to it According to Local Judicial Registers”, Humanist and Scho-

lar: Essays in Honor of Andreas Tietze (ed. H. W. Lowry – D. Quataert), Ýstanbul-Washington 1993, s. 27-36; H. W. Lowry, “Süleyman’s Formative Years in the City of Trabzon: Their Impact on the Future Sultan and the City”, Süleymân the Se-

cond and His Time (ed. Halil Ýnalcýk – Cemal Kafadar), Ýstanbul 1993, s. 21-36; a.mlf., The Islamization & Turkification of the City of Trabzon (Trebizond), 1461-1583, Ýstanbul 2009 (Türkçe’si için bk. Trabzon Þehrinin Ýslamlaþmasý ve Türkleþmesi 1461-1583 [trc. Demet Lowry – H. W. Lowry], Ýstanbul 2005); a.mlf., “The Question of Trabzon’s Efrenciyan Population: 1486-1583”, Boðaziçi Üniversitesi Dergisi, IV-V, Ýstanbul 197677, s. 103-110; a.mlf., “From Trabzon to Istanbul: The Relationship Between Süleyman the Lawgiver & His Foster Brother (Süt Karýndaþý) Yahya Efendi”, Osm.Ar., sy. 10 (1990), s. 39-48; R. Shukurov, “Eastern Ethnic Elements in the Empire of Trebizond”, Acts: XVIII th International

Congress of Byzantine Studies: Selected Papers, Main and Communications (ed. I. Šev¸enko – G. Litavrin), Shepherdstown 1996, II, 75-81; Bir Tutkudur Trabzon (haz. Ý. Gündað Kayaoðlu v.dðr.), Ýstanbul 1997; Trabzon Tarihi Ýlmî Toplantýsý (6-8 Kasým 1998), Bildiriler (haz. Kemal Çiçek v.dðr.), Trabzon 1999; Murat Yüksel, Trabzon’da Türk-Ýslâm Eserleri ve Kitabeler, Trabzon 2000, I-V; Öncesi ve Sonrasýyla Trabzon’un Fethi (haz. Ýsmail Hacýfettahoðlu), Ankara 2001; M. Hanefi Bostan, XV-XVI. Asýrlarda Trabzon Sancaðý’nda Sosyal ve Ýktisadî Hayat, Ankara 2002; Trabzon ve Çevresi Uluslararasý Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri (haz. Mithat Kerim Arslan v.dðr.), Trabzon 2002, I-II; A. Bryer v.dðr., The Post-Byzantine Monuments of the Pontos, London 2002; Necmettin Aygün, Onsekizinci Yüzyýlda Trabzon’da Ticaret, Ýstanbul 2005; W. G. Palgrave, “A Tour in North-Eastern Anatolia”, Proceedings of the Royal Geographical Society, XVI, London 1872, s. 222-224; J. Bordier, “Relation d’un voyage en orient par Julien Bordier, écuyer de Jean Gontaut, baron de Salignac, ambassadeur à Constantinople (16041612)”, Archives historiques de la Gascogne, XVI, Paris 1888, tür.yer.; F. W. Hasluck, “Genoese Monuments at Trebizond”, The Annual of the British School at Athens, XVIII, London 191011, s. 141-142; Halil Edhem, “Trabzon’da Osmanlý Kitâbeleri”, TOEM, VIII/48 (1334), s. 320-358; F. Babinger, “La date de la prise de Trebizonde par les turcs (1461)”, REB, VII (1950), s. 205-207; S. Ballance, “The Byzantine Churches of Trebizond”, Anatolian Studies, X, Ankara 1960, s. 141-175; M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Yüzyýl Baþlarýnda Trabzon Livâsý ve Doðu Karadeniz Bölgesi”, TTK Belleten, XXVI/102 (1962), s. 293-337; C. Issawi, “The Tebriz-Trabzon Trade, 18301900”, IJMES, I (1970), s. 18-27; H. Andreasyan, “XIV ve XV. Yüzyýl Türk Tarihine Ait Ufak Kronolojiler ve Kolofonlar”, TED, sy. 3 (1972), s. 83148; N. Beldiceanu, “Biens monastiques d’après un register ottoman de Trébizonde”, REB, XXXV (1977), s. 175-213; M. C. Þehabeddin Tekindað, “Trabzon”, ÝA, XII/1, s. 455-477; Suraiya Faroqhi, “Tarabzun”, EI 2 (Ýng.), X, 216-219.

ÿ Heath W. Lowry – Feridun Emecen

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

301


TRABZON nýna 1954 yýlýnda kavuþtu). El sanatlarý ara-

Ýskender Paþa Camii – Trabzon

Bugünkü Trabzon. Kuruluþundan beri Doðu Karadeniz kýyýlarýný iç kesimlere baðlayan önemli bir liman ve ticaret þehri olan Trabzon bu özelliðini Cumhuriyet dönemine yaklaþýldýðý yýllarda yitirmiþ bulunuyordu. Bilhassa liman faaliyetinde görülen bu gerilemenin sebepleri arasýnda 1869’da Süveyþ Kanalý’nýn açýlmasýyla deniz ticaretinin baþka bir istikamete kaymasý, 1872 sonlarýnda Poti-Tiflis demiryolunun tamamlanmasýyla Doðu Karadeniz’de Trabzon’a rakip bir baþka limanýn (Poti) parlamasý, 1883’te Batum-Tiflis-Bakü demiryolunun inþasýyla Batum Limaný’nýn eskiden Trabzon Limaný’na yönelen ticarî faaliyetin bir kýsmýný kendisine çekmesi, XIX. yüzyýlýn baþlarýnda Çarlýk Rusyasý’nýn Ýran ticaretini denetlemek için Batum Limaný inþaatýna önem vermesi ve Tebriz-Culfa demiryolunu Tiflis’e kadar uzatarak Tebriz-Culfa-Tiflis-Batum demiryolunu tamamlamýþ olmasý sayýlabilir. Trabzon’un ticarî faaliyetine alternatif limanlarýn ortaya çýkmasýnýn yanýnda I. Dünya Savaþý sýrasýnda yaklaþýk iki yýl süren Rus iþgalinin (18 Nisan 1916 – 24 Þubat 1918) sýkýntýlý günleri dolayýsýyla Trabzon, Cumhuriyet dönemine eski ihtiþamýný kaybetmiþ küçük bir þehir halinde girmiþti. Cumhuriyet’in baþlarýnda 1926 yýlý nüfus müdürlüðü kayýtlarýna göre belediye sýnýrlarý içerisinde 30.080 nüfus yaþýyordu. Cumhuriyet’in ilk nüfus sayýmýnda (1927) þehrin nüfusunun 25.000’i henüz bulmadýðý görüldü (24.634). Trabzon’un nüfusu 1950 yýlýna kadar (1940 sayýmýndaki istisna dýþýnda [32.789]) hep 30.000’in altýnda kaldý (1935’te 29.682, 1945’te 29.824). Þehir nüfusunun devamlý þekilde artma sürecine girmesi 1950 (33.990) yýlýndan sonra gerçekleþti. Cumhuriyet’in bu ilk döneminde þehir nüfusunda hareket açýsýndan kaydedilmesi gereken bir olay, Lozan Antlaþmasý’nýn mü-

302

badele protokolüne göre Trabzon’a yerleþtirilen Yunanistan doðumlu Türkler’dir. Bunlardan þehir içine iskân edilenler daha çok liman yakýnýndaki Çömlekçi mahallesine yerleþtirildi. Bunlarýn yerine Yunanistan’a yollanan Rumlar’ýn büyük bir kýsmý da söz konusu mahalleden gönderilmiþti. Ayný dönemdeki mekânsal düzenlemelere gelince, önemli þehir içi eksenleri doðu-batý doðrultusunda olan (Uzun sokak, Maraþ caddesi, Kunduracýlar caddesi gibi) Trabzon þehrinin, topografyasýnýn özelliðinden dolayý ihmal edilen güney-kuzey doðrultulu yollarýn açýlmasýna ve iyileþtirilmesine özen gösterilmesi zikredilebilir (bu caddelerden biri olan Gazi caddesinin temel atma merasimi, 15-18 Eylül 1924 tarihleri arasýnda Trabzon’a gelen Mustafa Kemal’in bizzat iþtirak ettiði bir törende yapýlmýþtýr). Bu düzenlemeyle ilgili olarak 1937’de telif edilen ve 1938’de yürürlüðe giren Lambert planýndan söz edilebilir. Fransýz þehircilik mimarý Jacques H. Lambert’in gerçekleþtirdiði bu planda doðu-batý doðrultulu ana eksenlere yine ayný doðrultuda paralel yollar açýlmasý teklif edilmiþti. Bu tekliflerden hareketle sonraki þehir planlarýndan kuzeydeki kýyý yoluna (günümüzde Akçaabat-Trabzon-Yomra ekseninde yoðunlaþmaya sebep olan yol) ve güneyde þehre teðet geçen Tanjant yola önem verildiði görülecektir. Þehrin geliþmeye baþladýðý 1950 yýlýnda 540 hektarlýk bir alaný kaplayan, on yedi mahalleli, 4575 hâneye sahip (1930’lu yýllarýn baþýnda on altý mahalle ve 3824 hâne vardý) Trabzon’da sanayi faaliyeti olarak sadece bir balýk yaðý fabrikasý, on yedi adet fýndýk kýrma makinesi bulunuyordu. Tarihinin bütün dönemlerinde bir iskele þehri olmasýna raðmen henüz modern liman tesislerine kavuþmamýþtý ve gemiler açýkta demirliyordu (þehir modern lima-

sýnda bakýrcýlýk, yorgancýlýk, dökmecilik, tabaklýk, doðramacýlýk (bu arada tahta kaþýk üretimi) baþlýca türleri oluþturuyordu. Nüfusun artma eðilimine geçmesi (1955’te 42.110, 1960’ta 53.039, 1965’te 65.516) mekân açýsýndan tarihî merkezden (Çarþý, Ýskenderpaþa, Kemerkaya, Ortahisar mahalleleri gibi) çevreye doðru geniþlemesine yol açtý. Þehir doðuda Yomra, batýda Akçaabat doðrultusunda büyümeye baþladý. Bu geniþleme, 1970 yýlýna yaklaþýlýrken eski plan çalýþmalarýnýn yetersizliðini ve yeni bir þehir planý tasarýsýný gündeme getirdi. 1968’de telif edilen ve 1970’te onaylanan plan çalýþmasý 1937 tarihli Lambert planýndan ilham alýp þehre güney kenarýndan teðet geçen, bu sebeple halkýn da benimsediði isimle Tanjant yol denilen, çeþitli dönemlerde tartýþma ve dava konusu olan (Gerçek, sy. 458 [1998], s. 35-37) yolu Trabzon’a kazandýrdý. Bu plan ayrýca þehrin çizgisel þehir tipi formunu koruyarak baþlýca geliþme alanlarýnýn güney sýrtlarý ile doðu ve batýdaki alanlara doðru olmasýný öneriyordu. Geliþmeler sonucunda þehrin 1970’te nüfusu 80.000’i geçti (80.795), 1973’te þehrin alaný 1450 hektara ulaþtý; 1975 sayýmýnda nüfusu 100.000’e çok yaklaþtý (97.210). Birçok defa yeniden tasarlanan, fakat birbirinden pek farklý sayýlmayan imar planlarý üzerinde etkili olan faktör Trabzon þehrinin kurulduðu yerin coðrafî topografik özelliðidir. Esasen þehrin içindeki kýyý taraçalarý da (Karadeniz’in jeolojik dönemlerdeki farklý seviyelerini gösteren kýyý kademeleri) þehrin yayýlýþ þekli üzerinde (doðu-batý doðrultusunda uzanan çizgisel þehir tiplerine örnek oluþu), þehir içindeki önemli eksenlerin istikametlerinin tayininde (Maraþ caddesi, Uzun sokak, Kunduracýlar caddesi gibi þehir içi yollarýn doðubatý doðrultusunda uzanmasý) ve bazý kamu kuruluþlarýnýn yerlerinin tayininde (havaalaný, Karadeniz Teknik Üniversitesi Kampüsü vb.) etkili olmuþtur. Trabzon þehrinde mevcut kademelerden önemli olan üç kademeden denize en yakýn olaný üzerinde (denizden 10-12 m. kadar yükseklikte) havaalaný, Trabzon Teknik Üniversitesi ana kampüsüne ait binalar; denizden 20-30 metreler arasýnda yükseklikte bulunan ikinci kademe üzerinde Taksim Meydaný (Gâvur Meydaný, XIX. yüzyýlda çok sayýda konsolosluðun bu yörede toplanmasýndan), Kunduracýlar caddesi, Uzun

sokak ve Maraþ caddesi vardýr. Ýþgal döneminde þehrin tarihî dokusunda büyük deðiþiklikler yapan Ruslar Maraþ cadde-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRABZON

sini, Kunduracýlar caddesiyle Uzun sokak arasýndaki birkaç Türk mahallesini yýkarak Trabzon’a getirdikleri savaþ malzemesini kýyýya ve iç kesimlere nakledebilmek için yer açmýþlardý. Önceleri Orta cadde denilen bu caddeye 1920’de Trabzon Belediye Encümeni’nin kararýyla Maraþlýlar’ýn kurtuluþtaki üstün baþarýsýndan dolayý Maraþ caddesi adý verilmiþ, buna karþýlýk 1966’da Kahramanmaraþ’taki bir caddeye Trabzon caddesi denilmiþtir (DÝA, XXIV, 197). Bu kademe üzerinde ayrýca eski hükümet konaðý (günümüzde kültür merkezi), Ortahisar Camii ve Ortahisar mahallesi bulunmaktadýr. Tabakhane ve Zaðnos derelerinin derin yarýlmýþ vadileri dýþýnda bu kademe bir düzlük halindedir ve þehrin en canlý kesimlerini oluþturur. 60-90 m. arasýnda deðiþen üçüncü kademe üzerinde Tekke mahallesi ve Tekke Camii, Bahçecik mahallesi, Trabzon Ýmam-Hatip Lisesi, Tekfurçayýrý mahalleleri yerleþtirilmiþtir. Bu üç taraçayý birbirinden ayýran yüzeyler belirgin þekildeki diklikleriyle dikkati çeker. Nitekim ikinci kademeden üçüncü kademeye çýkýlýrken karþýlaþýlan dik kenar o kadar belirgindir ki bu kenara týrmanan sokaklar merdivenli yapýlmýþtýr. Ayný þekilde Tekfurçayýrý mahallesini kendisinden daha aþaðý kademedeki Kavak Meydaný’ndan (Kabak Meydaný) ayýran dik kenar daha da belirgindir. Bu diklikler jeolojik devirlerde deniz seviyesinin gerisindeki falezlere tekabül eder. Fakat bunlar coðrafyada “ölü falez” adý verilen, günümüzdeki kýyý çizgisine göre epeyce içeride kalmýþ þekillerdir. Deniz seviyesinin kenarýnda Kale Gazinosu’nun eteðindeki dik yamaç ise “diri falez” örneðini oluþturur. Bu yayýlýþ biçimiyle Trabzon, Türkiye’deki þehir tipleri arasýnda az sayýda olan kýyý taraçalarý üzerinde kurulan þehirlerin ilginç bir örneðini teþkil etmektedir (bu tipin diðer örnekleri Samsun, Tekirdað ve Fethiye’dir). Tarihî merkezden çevreye doðru geniþleme 1980 yýlýna yaklaþýlýrken hýzlanmaya baþladý. Buna paralel olarak þehir nüfusu ilk defa 1980 sayýmýnda 100.000’i aþtý ki (108.403 nüfus) o tarihte Türkiye’de nüfusu 100.000’i aþan þehirlerin sayýsý yirmi sekizdi. 1980-1990 arasýndaki dönemde ve özellikle 2000’e doðru þehrin hem mekânsal geliþimi hem de bu nüfus geliþimi hýzlandý (1985’te 142.009, 1990’da 143.941 olan nüfus 2000 yýlýnda 200.000’i aþarak 214.949’u buldu). Bu devirdeki geliþ-

me þehrin ticarî hayatýndaki geliþme ile de yakýndan ilgilidir. Ticareti geliþtiren önemli

Trabzon’dan genel bir görünüþ

faktörlerden biri 1988 yýlýnda Türkiye-Gürcistan sýnýrý üzerindeki Sarp Sýnýr Kapýsý’nýn açýlmasýdýr. Bu olay, Sovyetler Birliði’nin daðýlarak Baðýmsýz Devletler Topluluðu’na dönüþmesiyle Türkiye’nin baþta Rusya Federasyonu ve Türk cumhuriyetleri olmak üzere topluluk üyesi ülkelerle yeni ticarî iliþkilerin kurulmasýna yol açtý. Bu ticaret öteki Doðu Karadeniz þehirlerini etkilese de en büyük payý Trabzon aldý. Ayrýca kýsa sürede baþka yörelerde de açýlan ve Rus pazarý denilen pazarlarýn en büyüðünün Trabzon’da kurulmasýný saðladý. Þehir kýsa sürede tarihî geçmiþinde olduðu gibi yeniden canlý bir ticaret merkezi durumuna geldi. Söz konusu ülkelere yönelik ticaretin etkinliði arttýðý gibi yeni dýþ ticaret firmalarý kurulmasý yoluna gidildi. Sarp Sýnýr Kapýsý’nýn açýlýþýndan önce sadece üç adet dýþ ticaret þirketinin bulunduðu Trabzon’da 2000’li yýllara gelirken þirketlerin sayýsý 400’e yaklaþmýþtý (Hacýsalihoðlu, sy. 32 [1997], s. 287). Bu ticaret etkinlikleri þehrin faaliyet merkezlerinin yerlerinde ve görünümlerinde de deðiþimlere yol açtý. Halkýn deyimiyle “bavul ticareti” faaliyetinin yoðunlaþtýðý saha limanýn gerisinde yer alan Çömlekçi mahallesinin kýyý kesimidir (Rus pazarý da Çömlekçi caddesine paralel uzanýr). Buradaki ticaret þehrin bu mahalleye yakýn olan kesimlerine sýçrama eðilimi gösterdi. Meselâ þehirde eskiden beri ticaret etkinliðiyle tanýnan Kunduracýlar caddesinin doðusunda deri giyim eþyalarý satan ticarethanelerin yoðunlaþtýðý görüldü. Ayný þekilde liman civarýnda ve Çömlekçi cadde-

sine açýlan sokaklarda dýþ ticarete yönelik yeni yerler açýldý. Deðirmendere ve Liman caddeleri de Baðýmsýz Devletler Topluluðu ülkelerine yönelik ticaretin etkisi altýna girdi. Ticarî faaliyete baðlý olarak konaklama yerleri ihtiyacý Çömlekçi caddesinin görünümünü deðiþtirdi. Birçok eski ev otel ve pansiyon haline dönüþtürüldü; bu da geleneksel bir eksenin yenilenerek ve onarýlarak daha yeni bir görünüm almasýný saðladý. 2000’li yýllardan sonra Rus pazarý etkinliði ilk yýllarýndaki canlýlýðýný yitirse de þehre kazandýrdýðý dolaylý etki devam ederek þehir büyümeye devam etti; 2007’de 228.926’ya çýkan nüfusu 2010 sayýmýna göre 234.063’e yükseldi. Þehirde günümüzde çimento, gýda ve tarým ürünleri, orman ürünleri sanayii ön plana çýkmaktadýr. Trabzon bir sanayi þehri olarak nitelendirilemese de önemli bir liman ve ticaret þehri, 1963’te kavuþtuðu üniversitesiyle ve turist çeken tarihî eserleriyle bir kültür þehri hüviyetini kazanmýþ bulunmaktadýr. Trabzon þehrinin merkez olduðu Trabzon ili Rize, Bayburt, Gümüþhane ve Giresun illeri, kuzeyden de Karadeniz ile çevrilmiþtir. Merkez ilçeden baþka Akçaabat, Araklý, Arsin, Beþikdüzü, Çarþýbaþý, Çaykara, Dernekpazarý, Düzköy, Hayrat, Köprübaþý, Maçka, Of, Sürmene, Þalpazarý, Tonya, Vakfýkebir ve Yomra adlý on yedi ilçeye ayrýlýr. 4664 km² geniþliðindeki Trabzon ilinin sýnýrlarý içinde 2010 yýlý sayýmýna göre 763.714 kiþi yaþýyordu, nüfus yoðunluðu 164 idi. Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na ait 2007 yýlý istatistiklerine göre Trab-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

303


TRABZON

zon’da il ve ilçe merkezlerinde 309, kasabalarda 417 ve köylerde 1087 olmak üzere toplam 1813 cami bulunmaktadýr. Ýl merkezindeki cami sayýsý doksan üçtür. BÝBLÝYOGRAFYA :

Belediyeler Yýllýðý, Ankara 1950, III, 585; Mustafa Reþit Tarakçýoðlu, Trabzon’un Yakýn Tarihi, Trabzon 1986; A. Üner Turgay, “Trabzon”, Doðu Akdeniz’de Liman Kentleri: 1800-1914 (ed. Çaðlar Keyder v.dðr.), Ýstanbul 1994, s. 45-69; Rahmi Çiçek, “Trabzon’da Yerel Yönetim Düþüncesi ve Þehirleþme Çalýþmalarý (1919-1933)”, Trabzon Tarihi Ýlmî Toplantýsý (6-8 Kasým 1998), Bildiriler (haz. Kemal Çiçek v.dðr.), Trabzon 1999, s. 591608; Cumhur Odabaþýoðlu, Trabzon 1869-1933 Yýllarý Yaþantýsý, Ankara, ts.; Rükneddin Tözüm, Karaköse’den Ýstanbul Üniversitesine, [baský yeri ve tarihi yok], s. 23-27; Mehmet Akif Bal, Hatýralarda Trabzon’un Yakýn Tarihi (1860-1950), Ýstanbul 2004; Trabzon 2000 (Trabzon Valiliði Yayýný), [baský yeri ve tarihi yok]; Ahmet Seyyar, Trabzon’un Sosyo-Ekonomik Geliþimi: 1900-1950 (yüksek lisans tezi, 2010), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Ardel, “Trabzon ve Civarýnýn Morfolojisi Üzerine Gözlemler”, Türk Coðrafya Dergisi, sy. 1, Ankara 1943, s. 71-85; a.mlf., “Samsun’la Hopa Arasýndaki Kýyý Bölgesinde Coðrafî Müþahedeler”, ÝÜ Coðrafya Enstitüsü Dergisi, VII/13, Ýstanbul 1963, s. 45; Oðuz Erol, “Trabzon Sekileri Hakkýnda Bir Not”, DTCFD, X/1-2 (1952), s. 125-135; Metin Tuncel – Kemal Göçmen, “Köyceðiz-Fethiye Yöresinde Bazý Coðrafî Gözlemler”, ÝÜ Coðrafya Enstitüsü Dergisi, X/18-19, Ýstanbul 1973, s. 127; Ýlhan Yaþar Hacýsalihoðlu, “Trabzon Þehrinde Sarp Sýnýr Kapýsýnýn Açýlýþýndan Sonra Ticaret Fonksiyonundaki Deðiþimler

(The Changes in the Function of Commerce After the Opening of Sarp Border Gate in Trabzon)”, Türk Coðrafya Dergisi, sy. 32, Ýstanbul 1997, s. 281-299; Bekir Gerçek, “Trabzon’un Kalbine Saplanan Yol”, Arkitekt, sy. 458, Ýstanbul 1998, s. 35-37; Suraiya Faroqhi, “Tarabzun”, EI 2 (Fr.), X, 234-236; Ýdris Bostan, “Batum”, DÝA, V, 210; Metin Tuncel, “Kahramanmaraþ”, a.e., XXIV, 197.

ÿMetin Tuncel

— TRABZONÎ, Mehmed (ö. 1200/1786)

˜

Osmanlý âlimi.

XVII. yüzyýlýn sonlarýnda Trabzon’da doðduðu anlaþýlmaktadýr. Babasýnýn adý Mahmud, dedesinin adý Sâlih’tir. Bir süre Medine’de ikamet ettiði için Medenî Mehmed Efendi diye tanýnýr. Ýstanbul’da öðrenim gördükten sonra Þam, Kudüs, Mekke ve Medine gibi merkezlerde tahsiline devam etti. Hicaz’da iken 1157’de (1744) Muhammed b. Tayyib el-Fâsî el-Mâlikî’den Buhârî ve Müslim’in el-Câmi£u’½-½a¼î¼’leri ile Tirmizî’nin eþ-Þemâßil’i, Zeynüddin el-Irâký’nin el-Elfiyye’si ve Fîrûzâbâdî’nin el-Æåmûsü’l-mu¼î¹’i (Mecmû£a, Sü304

leymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1071, vr. 96a); 1170’te (1757) Muhammed b. Hasan b. Himmât’tan el-Muva¹¹aß, Kütüb-i Sitte, Dârimî’nin es-Sünen’i ve Delâßilü’lÅayrât (a.g.e., vr. 98a-b); Mescid-i Harâm müderrislerinden Yahyâ b. Sâlih’ten hadis ve fýkýh tedrîsi için (a.g.e., vr. 100a-101b) genel icâzet aldý. Hicaz’dan Ýstanbul’a dönünce Süleymaniye Medresesi’nde müderris ve hâfýz-ý kütüb olarak görevlendirildi. Süleymaniye Kütüphanesi’nde onun tarafýndan istinsah veya mukabele edildiði bilinen pek çok kitap bulunmaktadýr. Vefatýndan kýsa bir süre önce 5 Cemâziyelâhir 1199’da (15 Nisan 1785) 226 kitabýný Süleymaniye Camii’ndeki kütüphaneye vakfetti (DÝA, XXIII, 282). Ayný zamanda bir Kadirî þeyhi olan Trabzonî yaþadýðý dönemin dinî, ahlâkî ve sosyal meseleleriyle yakýndan ilgilendi, özellikle bir müslümaný tekfir etmenin tehlikeleri üzerinde durdu, o yýllarda buna öncülük eden Necidli bir þeyhe (muhtemelen Muhammed b. Abdülvehhâb) reddiyeler yazdý (aþ.bk.). Bursalý Mehmed Tâhir 1123 (1711) yýlýnda Medine’de öldüðünü zikretmekteyse de (Osmanlý Müellifleri, I, 167) Mehmed Süreyyâ 15 Ramazan 1200’de (12 Temmuz 1786) Ýstanbul’da vefat ettiðini ve Karacaahmet Mezarlýðý’nda defnedildiðini belirtir (Sicill-i Osmânî, IV, 262-263). Eserleri. 1. Tertîbü evâßili âyâti’lÆurßân £alâ ¼urûfi’l-hicâß (Süleymaniye Ktp., Hacý Mahmud Efendi, nr. 389). 2. Risâle fî fe²âßili’s-süver ve’l-âyât (ed-

Dürerü’¦-¦emîne fî fe²âßili’l-âyât ve’s-süveri’l-£a¾îme) (Süleymaniye Ktp., Süleymani-

ye, nr. 1041, vr. 202a-244a; Fâtih, nr. 754). 3. Risâle fi’t-tecvîd ma£a ×elleti’l-šårî (Câlibü’l-ferec ve sâlibü’l-¼arec). Kur’ân-ý Kerîm’i kolay öðretmekle ilgili hadisleri, tecvidle ilgili bilgileri ve fakihlerin Kur’an tilâvetiyle ilgili görüþlerini ihtiva etmektedir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 109a-161a). 4. el-Ýt¼âfâtü’s-seniyye fi’l-e¼âdî¦i’l-šudsiyye. Baþta Süyûtî’nin Cem£u’l-cevâmi£i olmak üzere alfabetik hadis kitaplarýndan faydalanýlarak üç bölüm halinde düzenlenmiþtir. Birinci bölümde “< ”, ikinci bölümde “ < " ” lafzýyla baþlayan kutsî hadisler, üçüncü bölümde diðer kutsî hadisler alfabetik olarak sýralanmýþ, bunlarýn kaynaklarý zikredilmiþtir (Ýstanbul 1293; Haydarâbâd 1323/1905, 1358/1939). 5. el-Câmi£u’l-a£¾am fî esmâßi nebiyyine’l-mu£a¾¾am. Þemseddin eþ-Þâmî’nin Sübülü’l-hüdâ ve’r-reþâd’ý esas alýnarak yazýlan eserde Hz. Peygam-

ber’e nisbet edilen 783 isim ve sýfat açýklanmaktadýr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1032, vr. 11a-56a). 6. Þer¼u esmâßi ehli Bedr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1032, vr. 64a-171a; Hacý Selim Aða Ktp., nr. 810). 7. Temyîzü’l-fâ²ýl £ani’lmef²ûl. Eserde peygamberlerin, meleklerin, ashabýn, tâbiînin, kadýnlarýn ve sahâbe evlâdýnýn birbirlerine üstünlüðü konu edilmektedir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1032, vr. 58a-63a). 8. Tu¼fetü’l-iÅvân fi’l-¼arâm ve’l-¼elâl mine’l-¼ayevân. Ali el-Karî’nin Behcetü’linsân fî ma¼icceti’l-¼ayevân adlý kitabýnýn muhtasarýdýr. Eserde garîb kelimeler açýklanmýþ, hayvanlarla ilgili çeþitli hükümler zikredilmiþ ve hayvan isimleri alfabetik olarak sýralanmýþtýr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 402). 9. MuÅta½aru øunyeti’l-mütemellî fî þer¼i Münyeti’l-mu½allî ve ¼âþiyetü Mu¼ammed e¹-ªrabzonî. Ýbrâhim el-Halebî’nin ¥alebî Øa³¢r adýyla da bilinen eserine yazýlmýþ bir hâþiyedir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 437). 10. Risâle fi’d-duÅân Hâdi’l-£umâ ilâ câddeti’¹-¹arîš. Yaþadýðý dönemde tartýþma konusu olan tütün içmenin hükmü konusundaki bu eserinde müellif tütünün helâl veya haram oluþuna dair bir hüküm bulunmadýðýný belirtmiþ, bununla birlikte sultan tarafýndan yasaklandýðýný ve bu emre uyulmasý gerektiðini vurgulamýþtýr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 169b-186b). 11. Risâle fî beyâni mâ vaša£a mine’l-evhâm fî Øý¼â¼i’l-Cevherî. Eserde Cevherî’nin e½-Øý¼â¼’ta yaptýðý hatalardan Fîrûzâbâdî’nin tesbit ettikleri bir araya getirilmiþtir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 78a-92b). 12. Risâle fî beyâni’le²dâd. Müellif, el-Æåmûsü’l-mu¼î¹’i esas alarak karþýt anlamlý kelimeleri bir araya getirmiþ, risâlenin sonuna ezdâd hakkýnda nakledilen farklý görüþleri eklemiþtir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 92b-97b). 13. Risâle fî beyâni müsellesâti’l-lu³aviyye (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 98a-107b). Nihal Deðer eseri tahkik ederek yüksek lisans tezi olarak sunmuþtur (2000, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü). 14. £Ucâletü’z-zâd fî þer¼i ¬uÅri’l-me£âd fî mu£âra²ati Bânet Sü£âd. Ýbn Hacer el-Askalânî’ye ait ¬uÅrü’l-me£âd fî mu£âra²ati Bânet Sü£âd adlý kasidenin Muhammed b. Abdülmelik b. Anîn el-Yemenî tarafýndan el-Ý£dâd ve’z-zâd adýyla yapýlan þerhinin muhtasarýdýr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1050, vr. 79a-256b). 15. Rusey-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRAMPA

yile fî beyâni’l-elfâ¾ elletî yestevî fîhe’l-müfred ve’l-mü¦ennâ ve’l-cem£ ve’l-mü×ekker ve’l-müßenne¦ (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 107b108a). 16. ed-Dürrü’l-mu£a¾¾am fî þer¼i ¥izbi’l-a£¾am. Ali el-Karî’ye ait dua mecmuasýnýn þerhidir (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1559). 17. el-Maš½adü’l-esnâ fî þer¼i esmâßi’l-¼üsnâ (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1032, vr. 2a-9b). 18. Mevlidü’r-Resûl ½allallåhü £aleyhi ve sellem (Kahire 1279/1862). 19. Nefe¼âtü’lšurab ve’l-itti½âl bi-i¦bâti’t-ta½arruf lievliyâßillâhi ve’l-kerâme ba£de’l-intišål. Vezir Abdurrahman Paþa’nýn huzurunda bir mecliste evliyanýn kerametinin vefatýndan sonra devam edip etmeyeceðinin sorulmasý üzerine yazýlmýþtýr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 196a-200b). 20. Øârimü’l-vâridât. Muhammed b. Abdülvehhâb olduðu tahmin edilen Necidli bir þeyhin asýlsýz iddialarýna karþý kaleme alýnmýþ bir reddiyedir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 188a195a). 21. e½-Øârimü’l-meslûl li-men ta½addâ bi-cehlihî ša½½a a¼kâmi’r-Resûl. Eserin birinci bölümünde Ýstanbul’da evlerine nazar için sarmýsak takanlarýn tekfir edilmesiyle ilgili sorulara müellifin verdiði cevap yer almakta, ikinci bölümde fakihlerin bu konudaki görüþleri zikredilmekte, üçüncü bölümde kýssacýlarýn vehimleriyle müslümanlarýn tekfir edilemeyeceði belirtilmektedir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 166a169a). 22. Risâletü ¹arîši’l-i¼tisâb ve’nna½î¼a. Ýbrâhim el-Lekanî’nin Cevheretü’t-tev¼îd’indeki bazý beyitlerin þerhidir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 164b). 23. Risâle fî £ademi tekfîri’lmüslimîn (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 162a-164a). BÝBLÝYOGRAFYA :

Trabzonî, Risâle fî fe²âßili’s-süver ve’l-âyât, Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1041, vr. 261b; a.mlf., Tertîbü âyâti’l-Æurßân £alâ ¼urûfi’l-hicâß, Süleymaniye Ktp., Hacý Mahmud Efendi, nr. 389, vr. 70a; Mecmû£a, Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1071, vr. 98a-b, 99a, 100a-101b; Sicill-i Osmânî, IV, 262-263; Osmanlý Müellifleri, I, 167; Hediyyetü’l-£ârifîn, II, 345; Kehhâle, Mu£cemü’lmüßellifîn, XII, 262; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü’lfehâris, II, 1068; Sâlihiyye, el-Mu£cemü’þ-þâmil, V, 63; Ebû Muhammed Abdülmehdî b. Abdülkadir, ªurušu taÅrîci ¼adî¦i Resûlillâh, Kahire, ts. (Dârü’l-i‘tisâm), s. 245-247; Abdullah Muhammed el-Habeþî, Câmi £u’þ-þürû¼ ve’l-¼avâþî, Ebûzabî 1425/2004, I, 381-383; II, 819-820; Mu£cemü’lmaŹû¹âti’l-mevcû-de fî mektebâti Ýstânbûl ve Ânâ¹ûlî (haz. Ali Rýza Karabulut), [baský yeri ve tarihi yok], III, 1386; Ýsmail E. Erünsal, “Ýstanbul (Ýstanbul Kütüphaneleri)”, DÝA, XXIII, 282.

ÿAli Benli

˜

TRAMPA Ferden muayyen hale getirilmiþ iki malýn birbiriyle deðiþimini konu edinen akid.

Sözlükte “ivaz” anlamýndaki kayç kökünden türeyen mukayeda (bir mal için karþýlýk ödeme) fýkýhta malýn malla deðiþimini ifade eden trampa akdinin karþýlýðýdýr. Mutlak mânada malýn malla mübadelesi trampa diye nitelendirilirken bedellerden birini paranýn teþkil etmesi halinde normal satým akdi (bey‘) söz konusu olur. Tarihte en eski mübadele þekli olan trampa paranýn ortaya çýkmasýndan sonra da varlýðýný sürdürmüþ, ancak günümüzde akidlerde ve ticarî iþlemlerde geniþ çapta paranýn kullanýlmasý trampa akdinin uygulama alanýný giderek daraltmýþtýr. Buna karþýlýk tarihte para iþlevi gören araçlarýn çoðunun günümüzde mal sayýlmasý, geçmiþte normal satým sayýlan bazý iþlemlerin zamanýmýzda trampa grubunda yer almasý sonucunu doðurmuþtur. Mukayeda terimi erken dönem fýkýh kaynaklarýnda geçmese de bu kapsamda deðerlendirilebilecek iþlemlerden bahsedilmektedir. Meselâ belli miktarda kuru hurmanýn tahminen ayný miktardaki taze hurmayla deðiþtirilmesini ifade eden ariyye (çoðulu arâyâ) böyle bir iþlemdir. Bir tür trampa olan ve aðaç üzerindeki olgunlaþmýþ taze hurmanýn kuru hurma karþýlýðýnda satýlmasýný ifade eden müzâbene, karþýlýklý bedeller arasýnda denklik saðlanmasý imkâný bulunmadýðýndan Hz. Peygamber tarafýndan yasaklanmýþ, ancak ihtiyaçtan dolayý bu iþleme sýnýrlý miktarda olmak þartýyla cevaz verilmiþ, buna da ariyye / arâyâ denilmiþtir. Fýkýh eserlerinde ribâ, mukayeda türü satýþlarda daha çok gündeme gelmiþtir. Ancak ribâ mislî mallarla ilgili olarak tartýþýlmýþ, mukayeda daha ziyade ribâ çerçevesi dýþýnda kalan mübadelelerde söz konusu edilmiþtir. Öte yandan erken dönem fýkýh metinlerinde satým akdinin türleri ele alýnýrken yapý itibariyle trampa sayýlabilecek iþlemlerin ayrý adlarla ele alýndýðý, mukayedanýn terimleþmesi ve yaygýn kullanýmýnýn mezhep fýkýhlarýnýn tedvin edildiði dönemde ortaya çýktýðý, özellikle Hanefî literatüründe kelimenin kavramsal çerçevesinin ayrýntýlý biçimde belirlenerek sýkça kullanýldýðý görülür. Dolayýsýyla Hanefî mezhebinin metinleri bu kavramla ilgili ipuçlarýný diðerlerine göre daha fazla barýndýrmaktadýr. Klasik fýkýh eserlerinde çeþitli satým türleri deðiþik adlarla anýlmýþ ve ince ayýrým-

larla birbirinden tefrik edilmiþtir. Tamamýnýn ortak paydasýný iki ekonomik varlýðýn birbiriyle deðiþimi oluþturmaktadýr. Mevcut bir malýn para veya para hükmünde bir varlýkla deðiþimi mutlak anlamda bey‘, peþin bedelle veresiye mal deðiþimi selem, paranýn parayla deðiþimi sarf, ferden muayyen iki malýn deðiþimi mukayeda diye adlandýrýlmýþtýr. Trampada iki bedelden biri ferden muayyen hale getirilmemiþse yapýlan satým trampa sayýlmaz. Ferden muayyen hale getirilmeyen bedel vadeli ise selem, peþin ise mutlak bey‘ söz konusudur. Selemin vadeli olmasýný þart koþmayan Þâfiîler ise o bedel vadeli olmasa da bunu selem kabul etmiþlerdir. Bu yaklaþým farklýlýðýna raðmen hiçbir görüþ böyle bir iþlemi trampa saymamýþtýr. Modern hukukta ise bu tür bir iþlem trampa sayýlmakta, bunun normal satým kabul edilebilmesi için bedellerden birinin para veya para hükmünde bir deðer olmasý aranmaktadýr. “Bey‘-i mukayeda ayný ayna, yani gayr ez nakdeyn malý mala mübadele etmektir ki lisân-ý Türkî’de trampa denilir” þeklindeki tanýmla Mecelle’de de (md. 122) benzeri bir yaklaþým mevcuttur. Buna göre klasik Ýslâm hukukunun trampa anlayýþý ile modern hukukun trampa anlayýþý birbiriyle tamamen örtüþmemektedir. Bu anlayýþ farklýlýðý dikkate alýnmadan yapýlan deðerlendirmeler yanlýþ sonuçlara götürebilir. Diðer bir yanlýþlýk da trampa yerine takas kelimesinin kullanýlmasýdýr. Halbuki takas zimmette yer alan alacak ve borçlar arasýnda gerçekleþir. Mübadele edilen bedellerden birinin mal, diðerinin emek olmasý durumunda trampa deðil hizmet akdi (icâre) söz konusu olur. Bey‘in bir alt türü olduðu için kuruluþu ve geçerliliði bakýmýndan bey‘de aranan bütün rükün ve þartlar mukayedada da aranýr. Semene iliþkin hükümler hariç bey‘deki hükümlerin tamamý mukayeda için de geçerlidir. Klasik fýkýh literatüründe yer alan trampa ile ilgili deðerlendirmelerin önemli noktasýný her iki bedelin de mebî‘ þeklinde algýlanmasý fikri oluþturur. Normal satýmda bedellerden biri gerçek anlamda mebî‘, diðeri semen sayýlýrken burada her iki bedel de gerçek anlamda mebî‘ sayýlmaktadýr. Dolayýsýyla her iki bedele de mebî‘ hükümleri uygulanmýþ, her iki edim de ayýp, görme muhayyerliði, mülkiyetin intikali, tecile elveriþsizlik, ifa sýrasý, hapis hakký, imkânsýzlýk sebebiyle infisah ve ikale gibi meselelerde ortak hükümlere tâbi tutulmuþtur. Meselâ ifa sürecinde her iki bedel mebî‘ özelliði taþýdýðýndan eþ zamanlý ifa prensibi öngörül-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

305


TRAMPA

mektedir. Normal bey‘de ise Ăśnce ifasĂ˝ gereken edim semendir. Semen ifa edilinceye kadar karÞý taraf mebĂŽâ€˜ Ăźzerinde hapis hakkĂ˝ ileri sĂźrebilir. Burada her iki taraf hapis hakkĂ˝na sahiptir. Yine normal bey‘de mebĂŽâ€˜ tek olduĂ°u için onun ifa Ăśncesinde helâk olmasĂ˝ akdin infisahĂ˝na yol açarken trampada her iki bedel de mebĂŽâ€˜ konumunda bulunduĂ°undan bedellerden birinin helâki akdin infisahĂ˝nĂ˝ gerektirmez. ÇßnkĂź geride bir mebĂŽâ€˜ daha bulunmaktadĂ˝r. Her iki mebĂŽâ€˜ de akid için amaç konumundadĂ˝r. Bu açýdan trampa bey‘den farklĂ˝ bir durum arzetmektedir. Normal bey‘de semen deĂ°il mebĂŽâ€˜ akdin maksadĂ˝ sayĂ˝lmýÞtĂ˝r. Semenin helâki akdin varlýðýnĂ˝ etkilemezken mebĂŽâ€˜in helâki etkiler. Trampada ise bedellerden hiçbiri semen konumunda deĂ°ildir. Ă?nfisah açýsĂ˝ndan bey‘ ile trampa arasĂ˝ndaki bu fark ikale hakkĂ˝nda da geçerlidir. Normal bey‘de mebĂŽâ€˜ konumundaki bedel helâk olduĂ°unda ikale yapma imkânĂ˝ kalmazken semenin helâki ikalenin yapĂ˝lmasĂ˝na engel teĂžkil etmez. Trampa akdindeki her iki bedelin mebĂŽâ€˜ niteliĂ°i taÞýmasĂ˝ sebebiyle bedellerden biri helâk olsa bile geride yine mebĂŽâ€˜ konumunda bir bedel vardĂ˝r ve bunun varlýðý ikalenin hâlâ mĂźmkĂźn olduĂ°unu gĂśsterir. Bu durumda ikale yoluna gidilmiĂžse helâk olan bedelin kĂ˝ymeti Ăśdenir. Ă–te yandan bedellerden birinin zapta uĂ°ramasĂ˝ durumu farklĂ˝ deĂ°erlendirilmiĂž ve akdin varlýðýna engel sayĂ˝lmýÞtĂ˝r. Trampa ekonomisinden paralĂ˝ ekonomiye geçiĂži hedefleyen Hz. Peygamber ribevĂŽ mallar arasĂ˝nda gerçekleĂžen trampa için daha sĂ˝kĂ˝ Ăžartlar getirmiĂžtir. AralarĂ˝nda cins birliĂ°i ve eĂžitlik bulunmasĂ˝, peĂžinen mĂźbadele edilmesi Ăžeklinde Ăśzetlenebilecek olan bu Ăžartlar fĂ˝kĂ˝hta geniĂž tartýÞmalara yol açmýÞ ve geniĂž anlamĂ˝yla bey‘ akdine dair fĂ˝khĂŽ hĂźkĂźmlerde mĂźctehidlerin ribâ yasaĂ°Ă˝nĂ˝n gerekçesine (illet) dair benimsediĂ°i farklĂ˝ yaklaÞýmlar ekseninde ĂžekillenmiĂžtir (bk. FAĂ?Z). HanefĂŽler’e gĂśre para taraflarĂ˝n belirlemesine raĂ°men muayyen hale gelmeyeceĂ°inden para mĂźbadelesinin hiçbir Ăžekilde trampa sayĂ˝lmayacaĂ°Ă˝ açýktĂ˝r. BuĂ°day, arpa, hurma gibi ribevĂŽ mallarĂ˝n mĂźbadelesinde trampadan sĂśz edilebilmesi için iki bedelin de akdin kuruluĂžu sĂ˝rasĂ˝nda ferden muayyen hale getirilmesi gerekir. Bu durumda ise faizden kaçýnmak için iki bedel arasĂ˝nda cins birliĂ°i, peĂžin ve eĂžit miktarda olma ĂžartlarĂ˝ aranacaktĂ˝r. Bu sebeple ribevĂŽ mallarĂ˝n trampasĂ˝nĂ˝n pratik bir deĂ°eri pek yoktur. Sadece bedellerden birinin ribevĂŽ mallardan ol306

masĂ˝ ribâ hĂźkĂźmlerini gĂźndeme getirmez. Bu durumda bedeller arasĂ˝ndaki nisbetsizlik ribâ deĂ°il gabn olarak nitelenir. Her iki bedelin peĂžin kararlaĂžtĂ˝rĂ˝lmasĂ˝ yĂśnĂźyle trampa selemden, her iki bedelin ferden tayin edilmesi yĂśnĂźyle de mutlak bey‘den ayrĂ˝lĂ˝r. Trampada mĂźbadele edilen iki ayn arasĂ˝nda deĂ°er yĂśnĂźnden denklik saĂ°lamak için bedellerden birine para eklenebilir. Bu durumlarda gerçekleĂžen karma iĂžlem yapĂ˝ itibariyle çift iĂžlem sayĂ˝lĂ˝r. ParanĂ˝n tekabĂźl ettiĂ°i kadarĂ˝yla normal bey‘, geri kalan kĂ˝smĂ˝ bakĂ˝mĂ˝ndan trampa kabul edilir; çßnkĂź iĂžlemin asĂ˝l hedefi mĂźbadele edilen mallardĂ˝r, diĂ°eri ise tâli niteliktedir. Ana iĂžlem trampa, tâli olanĂ˝ normal bey‘dir. BĂśyle bir iĂžlemde akid kurulduktan sonra ifa edilinceye kadarki aĂžamada ortaya çýkacak sorunlar açýsĂ˝ndan akdin bu karma yapĂ˝sĂ˝ problem çÜzĂźmĂźnde Ăśnemini korur ve asla yok sayĂ˝lmaz. Zira karÞýlĂ˝klĂ˝ bedeller arasĂ˝ndaki dengeyi saĂ°layan bu tâli iĂžlemdir ve asĂ˝l akdin gerçekleĂžmesinde taraflarĂ˝n iradesini belirleyecek Ăśneme sahiptir. Trampa akdinde Þßf‘a ve gĂśrme muhayyerliĂ°inin varlýðý Ăśzel ihtimamĂ˝ gerektiren bir husustur. Trampaya konu olan bedellerden birinin Þßf‘a hakkĂ˝ barĂ˝ndĂ˝rmasĂ˝ ve hak sahibinin bu hakkĂ˝nĂ˝ kullanmaya kalkmasĂ˝ halinde karÞý bedel olarak kararlaĂžtĂ˝rĂ˝lan mal taayyĂźn ettiĂ°i için Þßf‘a hakkĂ˝ sahibinin bu malĂ˝ aynen temin etmesi çoĂ°u zaman imkânsĂ˝zdĂ˝r. Bu durumda o malĂ˝ sahibinden rayiç bedel Ăźzerinden satĂ˝n alĂ˝p satĂ˝cĂ˝ya teslim edebilir. Mal sahibi malĂ˝nĂ˝ satmaya yanaĂžmazsa malĂ˝n kĂ˝ymetini Ăśdeme yoluna gider. AynĂ˝n deĂ°eri bilirkiĂži tarafĂ˝ndan belirlendikten sonra bu miktara diĂ°er taraf itiraz etse bile malĂ˝n bizzat kendisinin temininde Ă˝srar etmesine itibar edilmez. DiĂ°er tarafĂ˝n bu Ă˝srarĂ˝na itibar edilip satĂ˝cĂ˝ da bunu satmaya yanaĂžmazsa veya bu durumu fĂ˝rsat bilip gerçek deĂ°erinin Ăźzerinde bir fiyat talep ederse Þßf‘a hakkĂ˝ sahibinin bu hakkĂ˝nĂ˝ kullanmasĂ˝ zora sokulmuĂž olur. Ancak trampanĂ˝n yapĂ˝sĂ˝ gerekçe gĂśsterilip Þßf‘a hakkĂ˝nĂ˝n iptali yoluna gidilemez. Trampaya konu olan bedellerden biri veya her ikisi taraflarca gĂśrĂźlmeden akde konu yapĂ˝lmýÞsa bu takdirde her iki taraf gĂśrme muhayyerliĂ°ine sahiptir. Bu durum gĂśrme muhayyerliĂ°ini geçerli sayan HanefĂŽler için sĂśz konusudur. Bunu geçerli saymayan ĂžâfiĂŽler için bĂśyle bir ihtimal gĂźndeme gelmez. Trampada taraflardan biri veya her ikisi için Ăžart muhayyerliĂ°i ileri sĂźrĂźlmßÞse bu muhayyerlik etkisiz hale gelmedikçe akid baĂ°layĂ˝cĂ˝lĂ˝k kazanmaz.

BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

Lisânß’l-ÂŁArab, “kyçâ€? md.; Muhammed b. Hasan eĂž-ĂžeybânĂŽ, el-A½l (nĂžr. Ebß’l-Vefâ el-EfganĂŽ), Beyrut 1410/1990, V, 60; SerahsĂŽ, el-Mebsݚ, XII, 110-114; KâsânĂŽ, BedâĂ&#x;i ÂŁ, V, 134; Burhâneddin el-MergĂ˝nânĂŽ, el-Hidâye, Kahire 1355/1936, III, 42; Osman b. Ali ez-ZeylaĂŽ, TebyĂŽnß’l-ÂźaĹĄĂĽĂ&#x;iĹĄ, Bulak 1314, IV, 45, 307; Ă?bnß’l-HĂźmâm, FetÂźu’l-ĹĄadĂŽr, VI, 10, 338, 497; VII, 55, 107, 155; Ă?bn NĂźceym, el-BaÂźrß’r-râĂ&#x;iĹĄ, V, 105, 282, 292; Ă?bn Hacer el-HeytemĂŽ, el-Fetâva’l-kĂźbra’l-fýťhiyye, Kahire 1308, II, 227; Abdurrahman ĂžeyhĂŽzâde, MecmaÂŁu’l-enhur (nĂžr. HalĂŽl Ă?mrân el-MansĂťr), Beyrut 1419/1998, III, 3; Ă?bn Ă‚bidĂŽn, Reddß’l-muÂźtâr (Kahire), IV, 501, 504; V, 97, 113, 134, 208, 560; VI, 158; Haluk TandoĂ°an, Borçlar Hukuku: Ă–zel Borç Ă?liĂžkileri, Ă?stanbul 1988, I, 335-340; “Mukayeçaâ€?, Mv.F, XXXVIII, 343-345; Ali BardakoĂ°lu, “Trampaâ€?, Ă?slâm’da Ă?nanç Ă?badet ve GĂźnlĂźk YaĂžayýÞ Ansiklopedisi (ed. Ă?brahim Kâfi DĂśnmez), Ă?stanbul 2006, IV, 2061.

ĂżBilal Aybakan

–

TRANSKRĂ?PSĂ?YON

—

Bir alfabede yer alan harflerin bazĂ˝ Ăśzel iĂžaretler ilâvesiyle baĂžka bir alfabenin karakterlerine çevrilmesi, çevriyazĂ˝. ™ Ëœ

Bir alfabede mevcut seslerin / harflerin bazĂ˝ Ăśzel iĂžaretler kullanĂ˝larak baĂžka bir alfabenin harflerine dĂśnßÞtĂźrĂźlĂźp onlarla gĂśsterilmesini ifade eden transkripsiyon (Fr. transcription) uygulamada diĂ°er alfabelerin, yaygĂ˝nlýðý sebebiyle Latin alfabesine çevrilmesi Ăžeklinde kendini gĂśsterir. Transkripsiyon GĂśktĂźrk, Uygur, Kiril, Grek vb. alfabelerin seslerinin Latin alfabesindeki karakterlere çevrilmesi Ăžeklinde gĂśrĂźldßðß gibi daha çok Ăžarkiyat çalýÞmalarĂ˝na paralel olarak Arapça metinlerin, Arap alfabesinin kullanĂ˝ldýðý Farsça ve Urduca metinlerin ve aynĂ˝ alfabeyle yazĂ˝lmýÞ TĂźrkçe metinlerin Latin harflerine dĂśnßÞtĂźrĂźlmesi Ăžeklinde uygulanĂ˝r. Ă–zellikle Ăžarkiyatçýlarla bazĂ˝ çaĂ°daĂž TĂźrk âlimlerinden bilimsel çalýÞma ve neĂžir yapanlar arasĂ˝nda yaygĂ˝ndĂ˝r. Bu tĂźr metinlerin Latin harfleriyle yazĂ˝lmasĂ˝na “Latinizasyonâ€?, bu duruma getirilmiĂž metinlere “Latinizeâ€? denilir. Teoride yazĂ˝ çevrimi karÞýlýðýnda “transkripsiyonâ€? ve “harf çevrimiâ€? anlamĂ˝nda transliterasyon diye anĂ˝lan iki yĂśntem sĂśz konusudur. Transkripsiyon usulĂźnde her harfe karÞýlĂ˝k bir harf kullanĂ˝lĂ˝r. Arap alfabesinde sesli harfler bulunmadýðýndan bu yĂśntemde ĂźnlĂźler çeviriye yansĂ˝tĂ˝lmaz: “ 4J C K4 7 _. W - ! B( â€?: “Mn ‘yyr ‘ph b-cnb lm ymt htty y‘mlhâ€? gibi. Transliterasyon yĂśnteminde ise okuyuĂž ve telaffuza yansĂ˝yan harflerin karÞýlanmasĂ˝ esas olduĂ°u için Arap alfabesindeki ĂźnlĂźler (harekeler) bu yĂśntemde karÞýlĂ˝k bulur: “Men

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRANSKRÝPSÝYON

.ayyere epâhu bi-zenbin lem yemüt hattâ ya.melehû” gibi. Bu yöntem daha yaygýn görülür ve transkripsiyon denince bu uygulama akla gelir. Anýlan metinlerin orijinal harfleriyle (Arap harfleri) yazýlmasý esas olmakla birlikte gerek Türkiye’de gerekse diðer ülkelerde eserlerin Latin alfabesine çevrilmesi bir bakýma ihtiyaç halini almýþtýr ve özellikle þarkiyatçýlar için bir zorunluluk olmuþtur. Öte yandan Türkiye’de Arapça metinlerin yaný sýra Arap alfabesiyle yazýlmýþ Türkçe metinlerdeki “ ]mD ” (hph), “ nap ” (þss) “ RkTi ” (czçz), “ #o ” (tt) gibi benzer sesleri birbirinden ayýrmadan okuma alýþkanlýðý onlarýn Latin harfleriyle gösterilmesini gerekli kýlmýþtýr. Bu seslerin birbirinden ayrýlmadan yazýlmasý bilimsel metoda aykýrý olduðu gibi kelimelerin asýllarý konusunda da problemler ortaya çýkarmaktadýr. Ayrýca Hamza el-Ýsfahânî, Bîrûnî ve Ýbn Hazm gibi âlimlerin belirttiði gibi Arap alfabesinde sadece noktalarla birbirinden ayrýlan, ayný þekle sahip harflerin mevcudiyeti, ünsüzler için müstakil þekillerin bulunmayýp sadece harekelerle gösterilmesi, ibare içinde yer alan kelimelerin sonlarýndaki ünlülerin (i‘rab harekeleri) tayininde güçlüklerin bulunmasý gibi özellikler tarih boyunca “tashif” ve “tahrif” diye anýlan birçok hatalý okumaya ve yazýma yol açmýþtýr. Bu da söz konusu metinlerin sakýncalarý bertaraf edecek bir transkripsiyon sistemiyle yazýlmasýný zorunlu hale getirmiþtir. Latin harflerini kullanan milletler Arapça metinler için transkripsiyon sistemleri geliþtirmiþ, þarkiyatçýlar ülkeden ülkeye az çok deðiþen þekiller kullanmýþtýr. Londra’da kurulan The Royal Asiatic Society, Doðu dilleri için ilk defa standart bir transkripsiyon sistemi belirlemek amacýyla bir komisyona hazýrlattýðý Sanskrit ve Arap alfabelerini karþýlayan harfler listesini 1894’te Journal of the Asiatic Society (JRAS) aracýlýðýyla yayýmlamýþtýr. 1925’te Kopenhag’da düzenlenen konferansta “Transkription phonétique et translitération” baþlýðýyla transkripsiyon ve transliterasyon sistemlerini içeren bir bildiri yayýmlanmýþ ve 1926’da bir kitapçýk halinde basýlmýþtýr. Alman Þarkiyat Cemiyeti (DGM) bünyesinde Ýslâm Eserleri Transkripsiyon Komisyonu oluþturulmuþ, 1935 yýlýnda Roma’da düzenlenen XIX. Milletlerarasý Müsteþrikler Kongresi’nde olduðu gibi deðiþik þehirlerde düzenlenen toplantýlarda transkripsiyon sorunu ele alýnmýþtýr. Franz Taeschner transkripsiyon önerilerini þu eserlerinde ortaya koymuþtur: Vorschlang eines internationalen Transkriptionss-

ystems für die islamischen Literatursprachen, dem 18. Internationalen Orientalistenkongress vorgelegt (Glückstadt-Hamburg 1931); Die Transliteration der arabischen Schrift in ihrer Anwendung auf die Hauptliteratursprachen der islamischen Welt (Leipzig 1935; Wiesbaden [Steiner] 1969). Ruhi Özcan, Ýlmî, Millî ve Amelî Transkripsiyon Ýmlâsý (ÝMAT) adýyla bir kitapçýk yayýmlamýþ (Ýstanbul 1977) ve uygulama kolaylýðý sebebiyle (-h)m ،(.h)] ،(.s)n (-k)l ،(-z)i ،(-t)o ،(-d)T ،(-s)p ،(-z)R (yumuþak) karþýklýklarýný önermiþtir. Alman þarkiyatçýsý Carl Brockelmann’ýn Geschichte der arabischen literatur’unda (GAL) uyguladýðý transkripsiyon sistemi bir iki deðiþiklikle Ankara Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi ve M. Fuat Sezgin’in Geschichte des arabischen schriptums (GAS) adlý kitabý gibi eserler için benimsenmiþtir. GAL transkripsiyon dizgesinde “lq, qš ve [ð” iken anýlan dergide “lk, qþ, [ c” olarak deðiþtirilmiþ, “m p, ] h, n t w / u, r g, s ., i ç, o t, p þ, R d” karþýlýklarýnda ve diðer harflerde uyum saðlanmýþtýr. Hemze baþta a, i, u, içte ve sonda “ ’ ” ile; üstün a, esre i, ötre u ile; uzatma harfin üzerine konan tire (-) ile; diþil takýsý ( ? ) duruþta a, geçiþte t ile gösterilmiþ; harf-i ta‘rif ( <‫ ) א‬kamerî harflerde al-, þemsî harflerde idgamla (aþ-, an- gibi) ve tamlama þeklindeki özel isimler tek kelime halinde yazýlmýþtýr. Ýstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nce düzenlenen Türk bilimsel çevriyazý Türkçe Ýslâm Ansiklopedisi, Türk üniversitelerinin bilimsel çalýþma ve neþirleri, Arapça, Farsça metin, eser adý, özel isim ve yer adlarýyla Arap alfabesiyle yazýlmýþ eski Türkçe metinler için uygulanmýþtýr. Bunun önceki sistemden farký Arap dili seslerinin yanýnda Farsça ve Türkçe’ye özgü “t =:” seslerinin p, ç, j, n, g þeklinde karþýlanmýþ olmasý, ayrýca “R z, n s, l k, T c d, q þ” karþýlýklarýnýn deðiþikliði, Türk dilinin fonetik özelliði dikkate alýnarak ünlülerin “a, ýi, oö, uü” biçiminde karþýlanmasý, a ile gösterilen üstün harekesinin sadece Muhammed ve Ahmed isimlerinde e ile gösterilmiþ olmasýdýr. Yine bu sistemde i‘rab ünlüleri belirtilmemiþ, harf-i ta‘rif þemsî harflerde de küçük harfle ve “al-” (al-Nacm) þeklinde, ulama halinde kesmeyle ayrýlarak (va’l-) gösterilmiþtir. Kitap adlarýnda sadece birinci kelimenin ilk harfi büyük yazýlmýþtýr. Baþta “ibn”, baba-oðul arasýnda ise bin (b.) olarak kaydedilmiþ, uzatma iþareti (-) (Abu) ulama halinde Abu’lNasr þeklinde yazýlmamýþ, harf-i cerler mecrurlarýndan tire ile (-) ayrýlmýþtýr.

Zeki Velidi Togan, Tarihte Usûl adlý eserinde bunlardan farklý olarak “Qñ, lq, mx” karþýlýklarýna yer vermiþ, transkripsiyon sisteminde kelime sonu ünlülerinin (i‘rab harekeleri) gösterilmemesi (sahib al-gavs alhadýd), gösterilmesi halinde ise tire (-) iþaretiyle kelimeden ayrýlmasý (sahib-u’lgavs-i’l-hadýd) veya hem ayrýlmasý hem küçük punto ile yazýlmasý (sahib-ü’l-gavs-i’lhadýd) þeklinde üç seçeneðe yer vermiþtir. Alman Þarkiyat Cemiyeti’nin Ýslâm Eserleri Transkripsiyon Komisyonu’nun sunduðu raporda kelime sonu ünlülerini çizgi ile ayýrmadan Arapça için dört, Farsça için iki ve Türkçe için beþ biçim önerilmiþtir. Türkiye Diyanet Vakfý Ýslâm Ansiklopedisi’nde (DÝA) Türkçe Ýslâm Ansiklopedisi’nin transkripsiyon sistemi uygulanmýþ, ancak burada Türkçe okuyuþ esas alýnarak harf-i ta‘rif “al-” deðil “el-” þeklinde ve þemsî harflerle birlikte idgamla (eþþems, en-necm) yazýlmýþ, üstün (-) kalýn ünsüzlerde a, ince ünsüzlerde e ile karþýlanmýþ, kelime sonu ünlülerinin harekeleri gösterilmiþtir. Arapça-Farsça kelime, özel isim ve yer adlarýnýn imlâsýnda Türkçe söyleyiþe riayet edilmekle birlikte harf devriminden önceki ve sonraki döneme ait isimlerde farklý bir yöntem uygulanmýþtýr. Buna göre açýk hecelerdeki uzunluklar düzeltme ( ˆ ) iþaretiyle (Mâtürîdî), kapalý hecelerdeki uzunluklar ise daha çok terkiplerde gösterilmiþtir (Necmeddin ^ Necmeddîn-i Kübrâ). Kaf ve gayýn harfinden sonra gelen ünlünün kalýn olarak uzatýlmasý için düz çizgi (-) kullanýlmýþ (Kasým, müttaký, Galib), hece sonundaki gayýnlar ise “ð” harfiyle belirtilmiþtir (Suðrâ, fârið). Hece sonunda ayýn ve hemzelerle bir sessizden sonra hece baþýnda bulunan ayýn ve hemzeler “ ‘ ’ ” iþaretleriyle gösterilmiþtir (Ca‘fer, Mes‘ûd; lü’lü’, Me’mûn). Kelime sonundaki ayýnlar genellikle belirtilirken hemzeler belirtilmemiþtir (Abdünnâfî‘, Sebe [Sebe’]). Kiþi adlarýnda -baþtaki isim zinciri dýþýnda- “b.”den sonra gelen, -isim halinde kullanýlan- harf-i ta‘rifli kelimelerin baþýndaki “el-” yazýlmamýþ (Abdullah b. Mübârek), sýfat ve nisbelerde ise korunmuþtur (Abdullah el-Harrâz, Abdülkahir el-Baðdâdî). Arapça, Farsça ve Urduca kitap ve makale adlarýnda Türkçe okuyuþ esas alýnmak suretiyle tam transkripsiyon uygulanmýþtýr (TârîÅu Ba³dâd, Dâßiretü’l-Ma£ârif-i Büzürg-i Ýslâmî, Æurßân-ý Kerîm key Urdû Terâcim, kitâbiyât). Daha çok

Türk okuyucusuna hitap eden transkripsiyon sistemlerinde harf-i ta‘rifin “el-” deðil “al-” þeklinde, ayrýca þemsî harflerle de

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

307


TRANSKRÝPSÝYON

seslerinin, ayrýca özgün sesler olan “:p “t g ,s., ot, pþ, ]h harflerinin gösterilmesinde uzlaþma bulunduðu, yine özgün sesler olan “ l r i T q R m = [ n: Rz, d, dh; mp, kh, x; =ç, ®; [dj, ð; ns, t, th;

idgam edilmeden yazýlmasý isabetli görünmemektedir. Bu transkripsiyon sistemlerinin incelenmesi, dillerde yaygýn ve iþlek olan “#t, \b “Hy, Dh, n, Gm, <l, Qk, Vf, as, kz, 8r, 1d

O, U

U

U

E Hw

ß

ß

ß I

- -

-

¢

-

Â

-

U ß

ß U

Û ß

ß

ß

ß Î

Ý -

H‫ א‬،Hw ‫ א‬، x \

B

:

P

#

U B

B

P

P

T

T

E Ý O U ß È

i

Ý

{

YU

B

B

B

B

T

T

T

T

n

S

TH

TH

T

T

T, S

T

S

[

C

DJ

DJ

Ð

C

Ð

Ð

C

=

Ç

C

Ç

]

¥

¥

¥

¥

¥

¥

¥

¥

¥

¥

m

ƒ

KH

KH

ƒ

X

ƒ

ƒ

ƒ

ƒ

1

D

D

D

D

D

D

D

D

R

z

DH

DH

D

D

D

z

8

R

R

R

R

R

D, z R

R

k

Z

Z

Z

Z

Z

Z

Z

J

J

´

a

S

S

S

S

S

S

S

S

S

S

S

S

q

Þ

SH

SH

Š

Þ

Š

Š

Þ

Þ

Þ

W

SH

p

½

½

½

½

½

½

½

½

½

½

}

SH¸

T

¿

™, ¾

¿

¿, ™

o

ª

ª

ª

ª

ª

ª

ª

ª

¾

¾

¾

¾

¾

ª ¾, Z

ª

i

¾

¾

¾

¾

s

£ GH

£ GH

£ ø

£ ø

£ ø

£ ø

£ ø

£ ø

£ ø

+

r

£ ø

g

£ G

V

F

F

F

F

F

F

F

F

F

F

F

F

Æ

Æ

Æ

k

K

K

K

K Q

YA __

Æ

Æ

Æ

Q

Q

Q

K

K

K

K

K

G

G

G

t

Q ~ K,ñ,gg

B

Ъ

A

B

l

B

A E Ы O Y

Latince

U

ß, A

Karþýlýðý

U

ß, A

Kiril Alfabesi

O, U

DÝA

‫א‬ ‫א‬

(Ankara)

Ý

ß

Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi

I

Türk Ýlmî Transkripsiyon Sistemi

Ý

(Paris)

Ý

A

Arabica

‫א‬w

Revue des Etudes Islamiques (Paris)

GAL

(Yeni neþir)

A

(Yeni neþir)

A

Encyclopédie l’Islam

A

The Encyclopedia of Islam

‫א‬:

bul)

Þarkiyat Mecmuasý (Ýstan-

A

Ýslâm Ansiklopedisi

ß, A

Arap-Fars Alfabesi

Supplement

Arap, Fars ve Kiril harflerinin Latin harflerine çevrilmesine dayalý bazý transkripsiyon sistemleri tablosu (diðer alfabe harflerinin Latin harflerinden karþýlýklarý için bk. HARF)

B

B

p

P

T

T

t

T

T

S

c

TS __

C

C h

¸

ƒ

X

KH ___

D

D

d

D

D

z

R

R

R

r

R

Z

Z

Z

z

Z

"

´

P T

T

Ç

J

Q K

G

.

V, V.

G

~

~

N

<

L

L

L

L

L

L

L

L

L

L

L

L

G

M

M

M

M

M

M

M

M

M

M

M

M

N

N

N

N

N

N

N

N

N

N

N

N

V

W

W

W, U

W

W, V

W

V

W, U

V

V

V

D

H

H

H

H

H

H

H

H

H

H

j

Y

N

L

_

H

Y

Y

Y

Y, Ý

Y

Y

Y

Y

Y, ¢

Y

A,E

A

A

A

A

A

A

A, E

A, E

A, E

I, Ý

I, Ý

I, Ý

I, Ý

I, Ý

ý: + ،

O,Ö,U,Ü O, U …

¢,i¢,i ، O,Ö,U,Ü O, U

308

I, Ý

I, Ý

I, Ý

I, Ý

I, Ý

O, U

O, U

O, U

O, U

O, U

¢,i- -

O, U

¢,i- -

O, U

¢,i- -

O, U

¢,i- -

O, U

¢,i- -

O, U

O, U O,U,Ö,ÜO,Ö,U,Ü …

¢,i- -

O, U

¢,i- -

O, U

 ΠÔ, Û

r g, gh; i ç, z-; T c, d; q þ, š, sh; j, ÿ; v, w; l k, q” þeklinde deðiþik karþýlýklarla

gösterildiði sonucuna götürmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

C. Brockelmann v.dðr., Die Transliteration der arabischen Schrift: Denkschrift dem 19. internationalen orientalistenkongreß in Rom, Leipzig 1935; Türk Ýlmî Transkripsiyonu Kýlavuzu, Ýstanbul 1946; Transcription phonétique et translittération, Oxford 1962; Transliteration of Arabic Caracters BS. 4280, London 1968; Zeki Velidi Togan, Tarihte Usûl, Ýstanbul 1969, s. 312320; Yusuf Ziya Kavakcý, Ýslâm Araþtýrmalarýnda Usûl, Ankara 1976, s. 122-130; Tahsin Banguoðlu, “Arapça Metinlerin Transkripsiyonu Üzerine”, AÜÝFD, VIII (1961), s. 179-180; Sâlim Neysârî, “Transliteration of Oriental Words into Latin Characters”, Journal of the RCD Institute, I/3, Tahran 1963, s. 5-11; II/2 (1969), s. 122-127; B. S. Amoretti, “L’onomasticon Arabicum”, L’Oriente Islamica, II, Roma 1971, s. 291-306; “Mukaddime”, ÝA, I, s. XX-XXII; “Liste des translittérations”, EI 2 (Fr.), I, s. XIII; DÝA, I, “Transkripsiyon Ýþaretleri”.

ÿÝsmail Durmuþ

– ˜

TRAVNÝK Bosna-Hersek’te tarihî bir kasaba.

— ™

Bosna’nýn orta kesimlerinde Saraybosna’nýn 90 km. kuzeybatýsýnda deniz seviyesinden 504 m. kadar yüksekte yer alýr. Derin vadisinde kuzeydeki Vlaši@ ile (1943 m.) güneydeki Vilenica (1235 m.) daðlarýnýn arasýnda uzanan küçük bir akarsu olan Lašva ýrmaðý þehri ikiye böler. Travnik’in 12 km. güneyinde endüstri bölgesi Yeni Travnik (Novi Travnik) bulunmaktadýr. Travnik Osmanlý döneminde XVI. yüzyýlda ortaya çýkmýþtýr. Zamanla hýzlý þekilde büyüyerek ülkenin taþra merkezlerinin en büyüklerinden biri haline gelmiþtir. 16991851 yýllarý arasýnda Bosna vezirlerinin ikamet ettiði yer olup bu dönemde pek çok cami, okul, hamam, tekke ve diðer binalarla donatýlmýþtýr. Osmanlý döneminde Travnik’in ana nüfusunu müslümanlar teþkil etmiþtir. Þehir çevredeki daðlardan görüldüðü üzere, Osmanlý geçmiþinin bir görüntüsünü sunar. Travnik’in bulunduðu yer tarih öncesinden itibaren yerleþime açýk olmuþtur. Pek çok arkeolojik bulgunun, paranýn, seramiðin ve yapý kalýntýlarýnýn ortaya koyduðu gibi burada Roma dönemine kadar inen bir yerleþme yeri mevcuttu. VI ve VII. yüzyýllardaki Slav iþgalleri esnasýnda bu yöre tamamen ýssýzlaþtý. Yeniden iskânýn oluþtuðuna dair izler XIII. yüzyýldan itibaren görülür. 1244’te Laþva bölgesi (^upa) Macar Kralý II. Bela’nýn hâkimiyetindeydi. Laþ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRAVNÝK

Travnik’ten bir görünüþ

va’dan 1371 ve 1380 yýllarýnda da söz edilir. Bölge Ortaçað’daki Bosna Devleti’nin merkezine baðlýydý. Travnik adý ilk defa 1463’te Fâtih Sultan Mehmed’in Bosna seferiyle ilgili olarak zikredilir. O zamanlar Travnik nehrin yukarýsýnda bulunan, ulaþýlmasý güç kayalýk tepenin üzerinde küçük bir kaleydi. Halk geleneðinde kalenin Kral II. Tvrtko tarafýndan (1404-1409, 1421-1443) yaptýrýldýðý söylense de güvenli kaynaklar bunun yanlýþ olduðunu belirtir. Büyük bir ihtimalle kale 1430’lardaki savaþlardan kalmadýr. Osmanlý döneminin baþlarýnda Travnik 1 hektardan daha az bir alaný kaplayan tepedeki kaleyle temsil ediliyordu. Önce kalede herhangi bir askerî birlik yoktu. 1480’de Saraybosna’ya karþý Vuk Grgurevi@’in yýkýcý Macar saldýrýsý neticesinde Travnik Kalesi’ne bir garnizon yerleþtirildi ve II. Bayezid bir cami yaptýrdý. Kalenin aþaðýsýnda suru olmayan açýk bir yerleþim alaný ortaya çýktý. Bu yerleþim birimine ilk defa 890 (1485) tarihli Bosna Ýcmal Defteri’nde rastlanýr. Burasý Bosna sancak beyinin hassýnýn parçasý idi ve defterde “nefs-i Pazar-ý Travnik tâbii-Laþva” þeklinde zikredilmiþti. On bir müslüman ve otuz altý hýristiyan hânesiyle birlikte kýrk yedi hâne (% 25’i müslüman 200 civarýnda sivil nüfus) mevcuttu (BA, TD, nr. 16, s. 18). 1485-1516 yýllarý arasýnda geçen otuz bir yýl içerisinde tehlikeli sýnýr boyunda bulunmasý ve 72 km. uzaklýktaki Jajce (Yayçe) þehri yakýnýnda bir yerleþim yeri olmasý sebebiyle Travnik nisbeten yavaþ büyüdü. 922 (1516) tarihli Bosna Ýcmal Defteri’nde, yirmi sekizi müslüman ve kýrk beþi hýristiyan toplam yetmiþ üç hânesi bulunan (% 38’i müslüman 350 civarýnda nüfus) “nefs-i varoþ-i Travnik” diye geçer (BA, TD, nr. 56, s. 35). Ayrýca muhtemelen kalede otuz-kýrk kadar asker mevcuttu. 1528’de Macaristan’ýn önemli askerî istihkâmlarý Jajce, Banyaluka ve bölgesi, Ga-

zi Hüsrev Paþa ile Yahya Paþazâde Mehmed Bey kumandasýndaki Osmanlý ordusu tarafýndan ele geçirildi. Böylece sýnýr hattý 160 kilometreden daha fazla kuzeye doðru çekildi. Macar tehdidinin ortadan kaldýrýlmasýyla Travnik’in geliþme süreci de baþladý. 1516-1562 yýllarýnda kasaba beþ kat büyüdü; üçte ikisi hýristiyan olan küçük bir beldeden tamamýyla geliþmiþ müslüman bir kasabaya dönüþtü. Otuz dört hânelik iki hýristiyan mahallesine karþýlýk altý mahallede yaþayan 357 müslüman hânesine, bir cuma camisine (1549’da Dizdar Hasan tarafýndan yapýlmýþtýr) ve beþ mescide sahip bir yerdi (BA, TD, nr. 1071, s. 194-201). Þehrin toplam 391 hânelik (yaklaþýk 2000 kiþi) nüfusu vardý (% 91’i müslüman, bunlarýn % 9’u yeni müslüman olmuþtu).

Bu da Ýslâmlaþma’nýn büyük oranda bir nesil öncesine indiðine, güçlü Macar Krallýðý’nýn yýkýlmasý (1526) ve Osmanlýlar’ýn Jajce’yi almasýnýn da bunda etkisi bulunduðuna iþaret eder. Nüfusun büyük çoðunluðu küçük el sanatlarýyla (dokumacý, terzi, ayakkabýcý, tabakçý, saraç, ibrikçi, nalbant ve demirci) meþguldü. 1562-1604 arasýnda geçen kýrk iki yýl boyunca Travnik hemen hemen iki kat büyüdü. Üç yeni mahalle ortaya çýktý. Ayrýca dört cami (Sultan Bayezid, Hasan Dizdar, Osman Bey, Hacý Câfer), beþ mescid ve % 95 nisbetinde eskisinden daha kalabalýk bir müslüman nüfusu mevcuttu. 663 müslüman ve otuz sekiz hýristiyan hânesi olmak üzere toplam hâne sayýsý 701’e (yaklaþýk 3500 kiþi) yükseldi. Bu haliyle Bosna’nýn en büyük ikinci þehri konumuna geldi. XVII. yüzyýlda þehrin büyümesi durdu. 1626’da bir Venedik casusunun raporuna göre Travnik’te 600 ev ve kaleyi koruyan elli asker bulunmaktaydý. 1655’te Piskopos Marovi@ 700 evin varlýðýndan söz eder. 1660’ta Travnik’i ziyaret eden Evliya Çelebi burayý “cennet bahçeleri kadar güzel bir

yer” diye tanýmlar. Mahalle sayýsýný on bir olarak doðru þekilde verir, cami ve mescid sayýsýný da yine doðru bir þekilde on yedi diye belirtir. Þehirdeki ev sayýsýný 2000 göstermesi abartýlýdýr. Travnik daha önce ileri sürüldüðü gibi, 1638’de deðil, Prens Eugen kumandasýndaki Habsburg ordularýnýn Saraybosna’yý yýkmasýndan hemen sonra 1699 yýlýnda Bosna valilerinin ikamet merkezi oldu ve iki kýsa kesintiyle birlikte bu özelliðini 1851’e kadar korudu. Bu durum þehrin daha da büyümesini saðladý. Valilerin adamlarýnýn ve devlet görevlilerinin gelmesinin yanýnda geliþen el sanatlarý ve ticaret þehrin dört misli büyümesine yol açtý. 1117’de (1705-1706) Elçi Hacý Ýbrâhim Paþa zengin kütüphanesi olan bir medrese, bir Halvetiyye tekkesi ve bir mektep inþa etti. 1751-1756 ve 1757-1760 yýllarý arasýnda Bosna valisi olan Mehmed Paþa Kukavica 1171’de (1757-58) bir cami, medrese, hamam ve bedesten yaptýrdý (Mujezinovi@, Islamska Epigrafika, II, 352-354). Vezîriâzam Muhsinzâde Mehmed Paþa iki dönem valilik yaptýðý Travnik’te bir cami, medrese ve mektep inþa ettirdi. Vezir Süleyman Paþa, Skopljak’ta 1815-1816’da alt katýnda bir bedestenin yer aldýðý Travnik’in en büyük, en zengin süslemeli camisini yaptýrdý. Diðer paþalar da bu yapýlara türbeler, iki saat kulesi, köprüler ve pek çok çeþme ekledi. XIX. yüzyýlýn ilk çeyreðinde Fransa Cumhuriyeti ile (1806-1814) Avusturya-Macaristan Ýmparatorluðu (1808-1820) Travnik’te konsolosluk açtý. 1809’da Avusturyalý J. P. Mitesser’in raporu Travnik’i on camisi, 3000 civarýnda evi ve 12.000 kiþilik nüfusu bulunan, on iki mahalleye bölünmüþ bir þehir olarak tasvir eder. 1827’de korkunç bir yangýn baþta mahkeme ve bütün arþiv olmak üzere þehrin önemli bir kýsmýný tahrip etti. 1903’te çýkan yangýndan sonra Travnik’teki Vezir Divan Arþivi ve Defterhanesi’nde bulunan evrak Ömer Paþa Latas’ýn emriyle Ýstanbul’a nakledildi (a.g.e., II, 326). 1828’de Thielen, Travnik’i ayný adlý bir sancaðýn merkezi þeklinde zikreder. Thielen’e göre Travnik, Laþva nehri kýyýsýnda açýk bir þehir olup Kostajnica’dan Banyaluka yoluyla Selânik’e giden önemli bir yol üzerindedir. Bir kale tarafýndan korunmakta, 2500 evi ve 8000 nüfusu bulunmaktadýr. 1846’da Dalmaçya hükümeti sekreteri Richard Erko’ya göre Travnik evleri ahþaptan yapýlmýþ, sacla kaplanmýþ çatýlý evler olup çoðu Türk, birkaç hýristiyan ve az sayýda Çingene’den meydana gelen 9000

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

309


TRAVNÝK

Travnik’in kaleden görünüþü

civarýnda nüfusa sahiptir. Þehrin civarýnda 3000 Katolik yaþamaktadýr. 1851’de Bosnalý bir Hýrvat olan Frano Juki@, Travnik’in 1500’ü müslüman ve 450’si hýristiyan hânesiyle toplam 12.000 nüfusu ve on altý camisi bulunduðunu yazar. 1851’de valilerin Saraybosna’ya geri dönmesiyle birlikte Travnik gerilemeye baþladý. 1879’da Avusturya-Macaristan iþgalinin hemen sonrasýndaki bir sayýma göre 3482 müslüman, 1455 Katolik, 576 Ortodoks (Sýrp) ve 374 yahudi nüfusla birlikte % 59’u müslüman olan toplam 5887 kiþi mevcuttu. Avusturya-Macaristan döneminde (1878-1918) Travnik’te önemli deðiþimler meydana geldi. Þehirde mevcut her iki hýristiyan cemaati kendileri için büyük kiliseler ve okullar inþa etti. Bunlarýn dýþýnda rüþdiyelerde bütün gruplar için Türkçe eðitim saðlandý. Katolikler, Travnik’in hemen dýþýnda Katolik nüfusun dinî ve kültürel yaþamýnda büyük rol oynayacak olan bir Fransisken manastýrý yaptýrdýlar. 1903’teki büyük yangýn yüzünden dükkânlarýn ve ahþap evlerin yer aldýðý þehir merkezindeki tarihî binalarýn çoðu yandý. Þehir Orta Avrupa inþa geleneðinin mahallî bir versiyonuna göre tekrar ihya edildi. Yýkýlan ya da zarar gören bazý Ýslâmî binalar Fâtýmî, Memlük ve Kuzey Afrika mimarisi tarzýnda yeniden yapýldý. XVI. yüzyýlýn baþýnda ahþap ve kerpiçten inþa edilen, çatý kaplamasý olarak padavranýn kullanýldýðý kalenin hemen altýndaki Varoþ Camii, Ziba Hatun Arnautovi@ (Kopci@) tarafýndan 1906’da yeniden yaptýrýldý. Arap stilinde inþa edilen bu caminin projesi M. Miloševi@ tarafýndan hazýrlandý ve 12.000 kruna sarfedildi (a.g.e., II, 404-405). Büyük ve tarihî bir eser olan Feyziye Medresesi (Elçi Ýbrâhim Pasa Medresesi) 1894-1895’te tamamlandý. Burasý Elçi Ýbrâhim Paþa tarafýndan yaptýrýlan ancak daha sonra yýkýlmýþ olan cami, tekke ve 310

medresenin yerinde yükseldi. Üzerinde yer alan kitâbesi Travnikli hattat Fevzi Efendija Duli@ tarafýndan yazýlmýþ olup Balkanlar’ýn en güzel kitâbe örneklerinden biridir (a.g.e., II, 368-372). Avusturya-Macaristan döneminde Travnik’in müslüman nüfusu azalma eðilimi gösterdi. 1879’da % 59 iken 1910’da bu oran % 41’e düþtü. Katolik nüfus % 25’ten % 41’e yükseldi. Ortodoks ve yahudiler de hýzlý olmayan bir büyüme seyri izledi. 1913’te Travnik’te 6600 kiþi yaþýyordu. I. ve II. Dünya savaþlarý arasýnda Krallýk Yugoslavyasý kontrolündeki Sýrbistan’ýn bir parçasý halindeki Travnik herhangi bir geliþme göstermedi. Bununla beraber Tito yönetiminde yeni aðýr sanayi yakýnýndaki sanayi þehri Yeni Travnik’te kuruldu ve þehir hýzla bu yeni yerleþmeye doðru büyüdü. 1948’de 7960 olan nüfusu 1991’de 19.041’e yükseldi. Bunun % 39’u kendilerini müslüman olarak göstermekle birlikte aslýnda bütün müslümanlarýn toplamý

% 45 civarýnda idi. Günümüzde merkezî Bosna kantonunun baþþehridir. Bosna savaþý esnasýnda (1991-1995) Travnik’in nüfusu çok zarar gördü. Ayný dönemde Boþnak ve Hýrvatlar arasýnda karýþýklýklar çýktý. Travnik demografik özellikleri bakýmýndan son yýllarda önemli deðiþiklikler gösterdi. 1991’de yapýlan sayýmda belediye alanýndaki nüfus 70.747 idi. Bunun % 45’ini Boþnaklar, % 37’sini Hýrvatlar, % 11’ini Sýrplar oluþturuyordu. Savaþla birlikte yaþanan kaos ortamýnda binlerce Sýrp ve Hýrvat bölgeyi terketti. Diðer taraftan farklý bölgelerde müslümanlara yönelik saldýrý ve katliamlardan kaçan binlerce Boþnak müslüman Travnik’e akýn etti. Kasým 1997’de nüfusu 59.367’ye geriledi. Bunun % 82’si Boþnaklar, % 15’i Hýrvatlar, % 1’i Sýrplar’dan meydana geliyordu. Son yýllardaki nüfus bilgileri tamamen tahmine dayalýdýr. Mültecilerin geri dönmesi ve doðum oranlarýndaki artýþ sebebiyle bölge nüfusunun 70.000’lere, merkezinin 26.000 civarýna çýktýðý sanýlmaktadýr. Günümüzde bölgenin en yaygýn ekonomik faaliyetleri tarým ve hayvancýlýktýr. Et ve süt ürünleriyle ilgili gýda iþletmeleri vardýr. Nobel ödüllü Yugoslav roman yazarý Ývo Andriç 1892 Travnik doðumludur. Çoðunluðu Tito zamanýnda restore edilen bütün tarihî eserler hâlâ ayakta olup toplu yýkýmlar gerçekleþmemiþtir. Geçmiþten kalan Ýslâmî ve tarihî eserlere hem Travnik Belediyesi hem Travnik Müftülüðü sahip çýkmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Evliya Çelebi, Seyahatnâme, V, 442-443; M. F. Thielen, Die Europäische Türkey, Ein Handwörterbuch für Zeitungsleser, Wien 1828, s. 286; M. Mandi@, Vezirski Grad Travnik Nekada i Sada, Zagreb 1931, tür.yer.; M. Vego, Naselja bosanske srednjevjekovne dr´ave, Sarajevo 1957, s. 116;

1906 yýlýnda yeniden yapýlan Varoþ Camii’nin eski bir fotoðrafý ile Travnik’te Süleyman Paþa Camii – Bosna-Hersek

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TREBÝNYE H. Kreševljakovi@ – Derviš Korkut, Travnik u pro{losti 1464-1878, Travnik 1961, tür.yer.; M. Udovi@, Travnik u vrijeme vezira (1699-1851), Travnik 1973, tür.yer.; K. Papi@, Travnik, grad regija, Travnik 1975; Mehmed Mujezinovi@, Islamska Epigrafika Bosne i Hercegovine, Sarajevo 1977, II, 325-426; a.mlf., “Turski nadpisi u Travniku i njegovoj okolini”, POF, XIV-XV (1964-65), s. 141187; XVI-XVII (1966-67), s. 213-306; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlý Mimârî Eserleri II, III, 434-452; Adem Handÿi@, Op{irni popis Bosanskog sand´aka iz 1604. godine, Sarajevo 2000, I/2, s. 205216; M. N. Batini@, “Nekoliko priloga k Bosanskoj crkvenoj povjesti” (Georgiceo), Starine Jugoslavenske Akademije Znanosti i Umjetnosti, XVII, Zagreb 1885, s. 147; Djoko Mazali@, “Travnik i Torican, prilog Bosanskoj arhitekturi srednjeg vijeka”, Glasnik Zemaljskog Muzeja, III, Sarajevo 1948, s. 145-166; Hamdija Kreševljakovi@, “Stari Bosanski gradvi”, Na{e Starine, I, Sarajevo 1953, s. 19; a.mlf. – Hamdija Kapidÿi@, “Podaci o tvrdjavama u Derventi i Travniku iz pocetka XIX stoljeca”, a.e., IV (1957), s. 205-212; A. Bejti@, “Podaci za kulturnu povijest vezirskoga grada Travnik”, a.e., II (1954), s. 151-166; a.mlf., “Bosanski namjesnik Mehmed paša Kukavica i njegove zaduzbine u Bosni”, POF, VI-VII (1956-57), s. 77-114; Zdravko Kajmakovi@, “Ornamenti na fasadami Sulejmanije Dzamije u Travniku”, Na{e Starine, VI (1959), s. 259-264; S. Lozi@, “Konzervatorski radovi na starom gradu Travniku”, a.e., VIII (1962), s. 175-178; Zdenko ^eravica, “Travnik, Stari Grad”, Arheolo{ki Pregled, sy. 27, Ljubljana 1986, s. 285; Alexandre Popovi@, “Travnik”, EI 2 (Ýng.), X, 572-574; K. P@., “Travnik”, Enciklopedija Jugoslavije, Zagreb 1971, VIII, 359-360.

ÿMachýel Kýel

TREBÝNYE

˜ Bosna-Hersek’te tarihî bir þehir. ™ Günümüzde Trebinje olarak adlandýrýlan þehir Güney Hersek’te bölgenin en büyük merkezi durumundadýr. Trebišnjica nehrinin her iki yakasýnda deniz seviyesinden 273 m. yükseklikte kurulmuþtur. Bizans Ýmparatoru VII. Konstantinos Porphyrogennetos X. yüzyýlýn ortalarýnda buradan Terebun diye söz eder. Aslýnda bu isim þehrin deðil þehrin yer aldýðý bölgenin (^upa) adýdýr. Bu bölge yüksek ve kýraç daðlarla çevrilmiþ olup Trebišnjica nehri ve kollarý tarafýndan þekillendirilmiþtir. Bölgenin köylerinde XII. yüzyýldan kalma Kiril (Slav) yazýtlarýnýn saklandýðý XIII ve XIV. yüzyýl kilisesi bulunmaktadýr. Trebinye bir þehir halinde Karlofça Antlaþmasý’ndan sonra 1699 yýlýnda Osmanlýlar tarafýndan kurulmuþtur; Slav hâkimiyetindeki Ortaçað süresince önemli bir sýnýr istihkâmý durumundaydý. Ayrýca bir gümrük merkezi ve önemli bir ticaret mahalli olan Dubrovnik’ten Balkanlar’ýn içlerine doðru uzanan ticaret yolunun üzerinde bir geçit yeriydi. Kral Tvrtko’nun idaresi zamanýnda (1353-

1391) bölge Bosna’ya dahil edildi. XV. yüzyýlýn ortalarýnda Dük / Hersek Stefan Vukçiç Kosaça, Bosna’dan baðýmsýz bir idare kurdu (Hersek kesimi) ve Trebinye’nin bulunduðu ^upa buraya dahil edildi. 1466’da Trebinye hemen hemen bütün Hersek bölgesiyle birlikte Osmanlýlar tarafýndan ele geçirildi. 873 (1468-69) tarihli Bosna’nýn en eski Osmanlý Tahrir Defteri’nde burasý Trabina adýyla bir nahiye merkezi þeklinde geçer. Baðlý köy sayýsý yirmi altýdýr. Köyler biri müslüman, ikisi yeni müslüman olmuþ, on dokuzu hýristiyan yirmi iki timarlý sipahiye aitti. Bu bilgiler Ýslâmiyet’in bölgeye yavaþ yavaþ yayýldýðýna iþaret eder. 993 (1585) tarihli Tahrir Defteri’nde, Nova (Hersek Novi) kazasýna tâbi olan Trebina nahiyesinin küçük ve daðýnýk haldeki köylerinde yaþayan sadece ufak bir müslüman gruptan söz edilir. Bugünkü Trebinye’ye yakýn Çiçevo mezraasýnda yaþayanlarýn yarýsýndan fazlasý müslümandý. 1570’lerde bölgede büyük bir inþa faaliyeti baþladý. 1572 yýlýnýn baþlarýnda Dubrovnik’ten Ýstanbul’a seyahat eden Fransýz Du Fresne-Canaye, Trebišnjica nehrinden köprü olmadýðý için bir sandalla geçmiþti. 1574’te ise Pierre Lescalopier, yaný baþýnda kurþunla kaplanmýþ büyük bir kervansaray bulunan güzel bir köprünün üzerinden geçtiðini bildirir. Bu iki yapý, Hersek sancak beyi iken genç yaþta ölen Vezîriâzam Sokullu Mehmed Paþa’nýn oðlu Kurt Kasým Bey’in adýna 981’de (1573-74) yaptýrýlmýþtýr. Halk arasýnda Arslanaða Köprüsü diye bilinen Sokullu Mehmed Paþa’nýn bu köprüsü Viþegrad’daki ile birlikte Balkanlar’ýn en güzel Osmanlý eserleri arasýnda yer alýr (bk. ARSLANAÐA KÖPRÜSÜ). Kasým Paþa vakfýnýn Arapça vakfiyesi (Süleymaniye Ktp., Lala Ýsmâil, nr. 737) bir mescid, bir su yolu ve bir taþ kaldýrýmdan da bahsetmektedir. Mahallî geleneðe göre Trebinye bölgesinde ilk cami, XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Police köyünde Trebinye’nin bir þehir olarak ortaya çýktýðý yerde inþa edilmiþtir. Pek çok müslüman, Hersek’in kýyý kasabalarýndan Novi, Risan ve Perast’ýn 1687’de Venedikliler tarafýndan ele geçirilmesi üzerine bu bölgeye göç etti.

Trebinye kesimi, 1664’ten hemen önce Girit savaþý sýrasýnda Venedik saldýrýlarýna karþý bir askerî bölge (kaptanlýk / kapetanija) haline getirildi. 1687 ve 1699 yýllarýnda Trebinye bölgesini Venedik güçleri iþgal etti ve büyük tahribatta bulundu. Police Camii yakýldý. Bölgedeki pek çok müslüman Napoli, Floransa ve Cenova’nýn köle pazarlarýnda satýlmak üzere götürüldü. Karlofça Antlaþmasý’ndan (1699) sonra Os-

manlýlar, Trebišnjica nehrinin kýyýsýndaki düzlüklerde çok iyi tedbirler alarak savunmayý güçlendirmeye çalýþtýlar. Altý tabyalý, 1 kilometreden daha uzun büyük taþ duvar inþa ettiler. Banvir diye adlandýrýlan yeni kale 1706’da tamamlandý. 1715’te içi su ile doldurulan geniþ bir hendekle daha da güçlendirildi. Kale 4 hektarlýk bir alaný kaplamakta ve 1000 civarýnda kiþiyi barýndýrmaktaydý. III. Ahmed, 1706’dan itibaren surlarýn içerisinde þekillenmeye baþlayan yeni þehirde 1720’de bir cami inþa ettirdi. 1726’da Trebinye kaptaný Osman Paþa Resulbegoviç, Trebinye’de bir medrese, bir okul, bir saat kulesi, seyyahlarla misafirlerin üç gün kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir imaret yanýnda ikinci bir büyük cami yaptýrdý (Mujezinovic, III, 357-359). Ardýndan Trebinye bir kaza merkezi haline getirildi. XVIII ve XIX. yüzyýllarda burada müderrisler ve müftüler yetiþti. Bosnalý müslümanlarýn Alhamijado literatürünün en meþhur þairlerinden Muharrem Dizdareviç (ö. 1905) bunlarýn arasýndadýr. XVIII. yüzyýl boyunca Trebinye askerî önemini korudu. Temmuz 1795 tarihli bir berat Trebinye kaptanlýðýnýn askerî durumunu gösterir (892 asker: 390’ý süvari, kýrk yedisi hýristiyan martolos). XIX. yüzyýlda kalenin dýþýnda yeni bir çarþýyý da içeren bir yerleþim yeri ortaya çýkmaya baþladý. 1850’de Fransisken âlimi, keþiþ Frano Jukiç, Trebinye nüfusunun hýristiyan, Ortodoks ve müslümanlardan oluþan 3000 kiþiye ulaþtýðýný; bir kadý, bir müftü ve bir askerî birliðin bulunduðunu yazar. 1878’den sonra çetin bir müdafaa sonrasý bölge Avusturyalýlar tarafýndan iþgal edildi ve 1918’e kadar onlarýn elinde kaldý. 1913’te Avusturya ve Macaristan için çýkarýlan bir rehber, Trebinye’yi 4600 kiþilik nüfusu, bunun yanýnda 3000 kiþilik garnizonuyla renkli bir þehir olarak tasvir eder. Çevresinde çok kaliteli tütün ve þehirde þarap üretimi yapýlmaktaydý. Þehre hâkim olan tepelerde Avusturya idaresi çok sayýda saðlam istihkâm yapmýþtý. 1918-1941 yýllarý arasýnda Trebinye fazla bir geliþme göstermedi. II. Dünya Savaþý’nda ise yýkýma uðramadý. Tito Yugoslavyasý yýllarýnda þehir dört kat büyüyerek bölgesel öneme sahip bir endüstri merkezi haline geldi. Sokullu Mehmed Paþa Köprüsü ve Dobrilevo Manastýrý, Trebišnjica nehri üzerinde yapýlan bir baraj gölünün tehdidi altýna girince büyük bir taþýma operasyonu gerçekleþtirildi. Her iki eser itinalý bir þekilde sökülerek daha yüksek bir yere yeniden kuruldu (büyük köprü 1970-1972 yýllarýnda

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

311


TREBÝNYE 3,5 km. batýya). Trebinye 1948’de 5120 kiþilik nüfusa sahipken 1961’de 4073’e düþtü, 1981’de 17.270’e ve 1991’de 21.870’e yükseldi. Çoðunluðu Sýrp olan nüfusun 4228’i müslümandý (% 19). Bosna savaþý esnasýnda (1992-1995) Sýrp milliyetçi güçleri Trebinye’de kontrolü ele geçirdi. Þehrin müslüman nüfusu ve çevredeki köylüler sürüldü, camileri havaya uçuruldu, arazileri parklara veya arsalara çevrildi. 20042005’te Trebinye’nin eski müslüman nüfusunun çoðu evlerine geri döndü. Dýþarýdan aldýklarý destekle daha önce yapýldýðý gibi Üçüncü Ahmed Camii’ni yeniden inþa etmeyi baþardýlar. BÝBLÝYOGRAFYA :

P. Contarini, Diario del viaggio da Venezia Constantinopoli di Paolo Contarini che andavo bailo per la Repubblica Veneta alla Porta ottona nel 1580, Venezia 1856, s. 13-14; Philippe Dufresne-Canaye, Le voyage de Levant, 1573Publié et annoté par (ed. M. H. Hauser), Paris 1897, s. 23-24; Mustafa Busuladÿi@, “Osman-paša Resulbegoviç”, Kalendar Gajret 1939, Sarajevo 1938, s. 276; Ivan Frano Juki@, Putopisi i istorisko-etnografski radovi, Sarajevo 1953, s. 388389; Hamdija Kreševljakovi@, Hanovi i karavansaraji u Bosni i Hercegovini, Sarajevo 1957, s. 54-55; a.mlf., Kapetanije u Bosni i Hercegovini, Sarajevo 1980, s. 137-143; a.mlf. – H. Kapidÿi@, “Stari Hercegovacki Gradovi”, Nase }tarine, II, Sarajevo 1954, s. 15-17; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlý Mimârî Eserleri II, III, 467-471; Mehmed Mujezinovi@, Islamska Epigrafika Bosne i Hercegovine, Sarajevo 1982, III, 357-363; Mato Njavro – Sulejman Bali@, Herzegovina, Geschichte, Kultur, Kunst, Zagreb 1985, s. 106-114; M. Gojkovi@, Stari Kameni Mostori, Beograd 1989, s. 92100; Hivzija Hasandedi@, Muslimanska Ba•tina u Isto®noj Hercegovini, Sarajevo 1990, s. 231251; Ahmed S. Alici@, Sumarni popis sand´aka Bosne iz 1468/69 godine, Mostar 2008, s. 151154; Vladislav Skari@, “Trebinje u XVIII vijeku”, Glasnik Zemaljskog Muzeja u Bosni i Hercegovini, XLV, Sarajevo 1933, s. 39-70; Aleksandar Solovjev, “Trgovina bosanskim robljem od godine 1661”, Glasnik Zemaljskog Muzeja (Sarajevo 1946), s. 139-162; S. Ti., “Trebinje”, Enciklopedija Jugoslavije, Zagreb 1971, VIII, 362.

ÿMachýel Kýel

TRÝNÝDAD ve TOBAGO Güney Amerika’nýn kuzeyinde adalardan oluþan ülke. I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA II. TARÝH

˜

III. ÜLKEDE ÝSLÂMÝYET

Karaib denizinin (Antil denizi) güneydoðu ucunda iki büyük ve birkaç küçük adadan meydana gelir. 1962 yýlýnda baðýmsýzlýðýna kavuþan ülkenin resmî adý Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti (Republic of Trinidad and Tobago), yüzölçümü 5130 km², nüfu312

su 1.300.000 (2007), baþþehri Port of Spain (50.000), ikinci önemli þehri San Fernando’dur (61.000). I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA

Ülkeyi teþkil eden iki adanýn büyüðü Trinidad 4828 km² yüzölçümüne sahiptir. Ada, kuzey-güney doðrultusunda 80, doðu-batý doðrultusunda 60 km. kadar uzunluktadýr. Trinidad’ýn 32 km. kuzeydoðusunda güneybatýya doðru uzanan Tobago 301 km²’dir. Yüzey þekillerinin silik olduðu her iki ada aslýnda Venezuela kýyý daðlarýnýn doðudaki uzantýlarýndan ibarettir. Trinidad adasýnda Kuzey daðlarý, Merkez daðlarý ve Güney daðlarý adýyla üç dað sýrasý yer alýr. Kuzey daðlarý üzerindeki Cerro del Aripo 940 m. ile adanýn ve ülkenin en yüksek noktasýdýr. Bu dað sýralarý kuzeyde Caroni, güneyde Naparima ovasý gibi alçak alanlarla ayrýlmýþtýr. Güney daðlarý kabaca doðu-batý doðrultulu faylarla parçalanmýþtýr. Bunlardan Los Bajos fayý çevresinde çamur volkanlarý bulunmaktadýr. Tobago adasýnýn en yüksek yeri 572 metredir. Ülke kuzeydoðu yönlü alize rüzgârlarýnýn etkisi altýndadýr. Tropikal savan ikliminin hâkim olduðu adalarda yaðýþ miktarlarý yer yer 3000 milimetreyi bulur. Trinidad’ýn güneyindeki alçak alanlarda ise 1500 milimetreye kadar düþer. Trinidad’da kurak mevsim ocak-nisan, yaðýþlý mevsim mayýs-aralýk arasýndadýr. Eylül ya da ekim ayý genellikle duraðan bir dönemdir. Yýllýk ortalama sýcaklýk 25°C dolayýndadýr. Kurak mevsimde gece sýcaklýk 20°C’ye kadar iner. Sýcaklýklar nemli mevsimde gün içinde 30°C’yi geçer ve nem oraný da % 90’ý bulur. Tobago tropikal fýrtýna kuþaðýnýn güneyinde yer almakla beraber zaman zaman bu fýrtýnalardan etkilenir (1963 Flora kasýrgasý gibi). Trinidad’ýn baþlýca akarsularý Ortoire, Caroni ve Guayamare, Tobago’nun Courland’dýr. Ülke topraklarýnýn flora ve faunasý Karaib denizinin öteki adalarýndan çok Güney Amerika anakarasýna benzerlik gösterir. Yüksek kesimleri kaplayan tropikal yaðmur ormanlarý büyük ölçüde tahrip edilmiþtir. Alçak ve nisbeten kurak olan kesimlerde savanlar, akarsu boylarýnda yoðun orman topluluklarý ve kýyýlarda çoðunlukla mangrovlar yer alýr. Florasýna 2280 kadar çiçekli bitki kayýtlýdýr, bunlarýn 215’i bu adalara özgüdür. Faunasýnda da 100’den fazla memeli hayvana, yetmiþ kadar sürüngene ve 400’den fazla kuþ türüne rastlanmaktadýr. Trinidad ve Tobago’nun korunan doðal alanlarý yüzölçümünün yak-

laþýk % 5’ini meydana getirir. Çok sayýda bitki ve hayvan türüne yaþam alaný olan Nariva (6234 hektar) ve Caroni (5611 hektar) bataklýklarý ülkenin önemli sulak alanlarýnýn baþýndadýr. Trinidad mangrovlarýnýn % 60’ýný içine alan Caroni bataklýðýndaki en yaygýn bitkiler “rziphora” ve “avicennia” türleridir. Mangrov ormanlarý Tobago’nun daha çok güneybatýsýnda (özellikle Bon Accord lagünü, Buccoo körfezi) yoðunlaþýr. 2002 yýlý verilerine göre 1.262.366 olan nüfus 2007 yýlýnda 1.3 milyonu aþmýþtýr; kilometrekareye 253 kiþi düþmektedir. Nüfusun % 75’i þehirlerde, % 25’i kýrsal alanlarda yaþamaktadýr. Geliþmekte olan birçok ülke gibi burada da þehirlerde yaþayanlarýn çokluðu kýrsal kesimdeki ekonomik koþullarýn uygun olmamasýyla ilgilidir. Halk yerli dili konuþmakla beraber ülkenin resmî dili Ýngilizce’dir. Fransýzca, Ýspanyolca ve Çince diðer yaygýn dillerdir. Ülkede hýristiyanlarýn oraný % 53 (Katolikler % 34, Protestanlar % 19), müslümanlarýn oraný % 10 civarýndadýr. Nüfusun % 37’si çeþitli inançlara sahiptir.

Belli baþlý ticaret ürünleri çeltik, kakao, kahve, þeker kamýþý ve þekerdir; narenciye ve kurutulmuþ hindistan cevizi diðer tarýmsal gelir kalemlerini oluþturur. XVIII. yüzyýlýn ilk çeyreðinden beri ülkede kakao plantasyonlarý kurulmuþtur. Kaynaklarda dünyanýn en iyi kakaosunun burada yetiþtiði belirtilmektedir. Bunlarýn yanýnda ham petrol ve petrol ürünleri, doðal gaz, kimyasallar ve demir çelik ürünleri, azotlu gübreler baþlýca tarým dýþý ihraç mallarýdýr. Makineler, ulaþým araçlarý, çeþitli mâmuller, gýda maddeleri ve canlý hayvan baþlýca ithalât konusu mallarý teþkil etmektedir. Trinidad ve Tobago, Karaib topluluðu ve serbest pazarý (CARICOM) üyesidir. Trinidad adasýnýn güneybatý kesiminde yer alan Pitch Lake (Asphalt Lake) dünyanýn en önemli doðal asfalt kaynaklarýndan biridir. Turizm açýsýndan birçok güzelliði barýndýran (Port of Spain þehrinin güneyindeki Caroni bataklýðýnda görülen kuþ çeþitliliði, Tobago adasýnýn güneybatýsýndaki geniþ kumsallar vb.) Trinidad ve Tobago’da turizm gelirleri yýldan yýla büyük deðiþim göstermektedir. Bu deðiþimde doðal âfetler etkili olduðu gibi zaman zaman turist gemilerinin rotalarýnda yapýlan deðiþiklikler de önemli rol oynamaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

W. B. Chaitan – V. R. Graterol, “A Gravity Investigation of the Pitch Lake of Trinidad and Tobago”, Transactions of the 2 nd Geological Conference of the Geological Society of Trinidad and

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRÝNÝDAD ve TOBAGO Tobago, 3-8 April, Port of Spain 1990, s. 49; Demographic Yearbook: Economic and Social Affairs, New York 2009, s. 98, 183, 259, 467, 498, 545, 642, 646; A. N. Dia v.dðr., “Trinidad Mud Volcanoes: Where do the Expelled Fluids Come From?”, Geochimica et Cosmochimica Acta, LXIII/7-8, Amsterdam 1999, s. 1023-1038; M. J. Day – M. S. Chenoweth, “The Karstlands of Trinidad and Tobago, Their Land Use and Conservation”, GJ, CLXX/3 (2004), s. 256-266; J. Leiter – S. Harding, “Trinidad, Brazil and Ghana: Three Melting Moments in the History of Cocoa”, Journal of Rural Studies, XX/1, Amsterdam 2004, s. 113-130; E. K. Ramchran, “Mid-to-late Holocene Sea Level Influence on Coastal Wetland Development in Trinidad”, Quaternary International, CXX/1, Amsterdam 2004, s. 145-151; B. Ramlal – S. M. J. Baban, “Developing a GIS Based Integrated Approach to Flood Management in Trinidad, West Indies”, Journal of Environmental Management, LXXXVIII/4, Amsterdam 2008, s. 1131-1140; C. Gibbes v.dðr., “Wetland Conservation: Change and Fragmentation in Trinidad’s Protected Areas”, Geoforum, XL/1, Amsterdam 2009, s. 91-104; Global Forest Resources

Asessement 2005-Thematic Study on Mangroves Trinidad and Tobago Country Profile (Draft, August 2005), http://www.fao.org/forestry/89851-199.pdf (09.10.2010).

ÿMeral Avcý

II. TARÝH

Avrupalýlar, Trinidad ve Tobago’dan ilk defa 1498 yýlýnda Kristof Kolomb’un üçüncü keþif gezisinde Ýspanyol gemicilerinin ada sahillerine çýkmasýyla haberdar oldular. Bu sýrada adalarda Aravak dili konuþan çeþitli gruplarla Karaib yerlileri yaþýyordu. Trinidad, Ýngilizler tarafýndan iþgal edildiði 1797 yýlýna kadar Ýspanyol sömürgesi halinde kaldý. 1802’den itibaren resmen Ýngiliz sömürgesi yapýldý. Tobago adasý, iki yüzyýl boyunca birçok defa el deðiþtirerek çeþitli Avrupalý devletlerin, nihayet 1814’te Ýngiliz sömürgeci yönetiminin hâkimiyetine girdi. 1889’da Ýngiliz hükümeti her iki adayý tek yönetim altýnda topladý. Trinidad ve Tobago, 1958-1962 yýllarý arasýnda Ýngiltere’nin bölgede baðýmsýz bir federasyon þeklinde kurduðu The West Indies’in bir parçasý oldu. 31 Aðustos 1962’de bu federasyondan ayrýlan Trinidad ve Tobago, Ýngiliz Milletler Topluluðu’na baðlý müstakil bir statü kazandý. 1976’da ülke yeni bir anayasa ile cumhuriyet rejimine geçti. 1980’de Tobago adasý özerklik için bazý haklar aldý. 1996’da parlamento adaya daha geniþ bir özerklik tanýyýnca Tobago Meclisi adanýn özerk yönetiminden sorumlu tek kurum haline geldi. III. ÜLKEDE ÝSLÂMÝYET

Ýslâm dininin ülkeye giriþi XVIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýna kadar uzanýr. Atlantik köle ticareti esnasýnda 1777’de Batý Afrika’-

dan þeker kamýþý tarýmýnda çalýþtýrýlmak üzere getirilen köleler arasýnda bulunan müslümanlarla Trinidad’da Ýslâm’ýn varlýðý duyulmaya baþlandý. Bu müslümanlarýn çoðu Senegal’de yaþayan Mandingo kabilesine mensuptu ve Arapça konuþmaktaydý. Ýlk getirilen köleler daha çok Port of Spain þehrinde ikamet etti. 1802 yýlýnda adalara sevkedilen kölelerin sayýsý 20.000’e ulaþtý. Bölgede yer alan müslüman köleleri özgürlüklerine kavuþturmak amacýyla çeþitli kuruluþlar oluþturuldu (Free Mandingo Society). 1840’lý yýllarda Hindistan’dan getirilen ve þeker kamýþý tarlalarýnda çalýþtýrýlan anlaþmalý iþçiler arasýndaki müslümanlar adalara gelen ikinci müslüman grubu meydana getirmektedir. 1881’de bölgede bulunan Hintli iþçi sayýsý 50.000’e çýktý. Hindistanlý iþçilerin adalara getirilmesi XX. yüzyýl baþlarýna kadar sürdü. Bunlarýn arasýndaki müslümanlar çoðunlukla Sünnî Hanefî idi; aralarýnda az sayýda Þiî de vardý. Ýþçilerin genellikle çalýþma sürelerinin dolmasýnýn ardýndan ülkelerine dönmeyip adalara yerleþmeleri sebebiyle 19141921 arasýnda bölgedeki topluluklara Ýslâm’ý öðretmek üzere Hindistan’dan din adamlarý geldi. 1924 yýlýna kadar Hindistan’dan getirilen çok miktarda Hint kökenli iþçinin yaklaþýk altýda biri müslümandý. Hýristiyanlýðý kabul etmeleri için çeþitli baskýlara mâruz kalan müslümanlar, bu baskýlardan ancak ülkenin Ýngiliz sömürgesinden ayrýlýp baðýmsýz olduðu 1962 yýlýnda kurtulabildi. Hint kökenli müslümanlar daha çok Trinidad, Afrika kökenliler ise Tobago adasýnda yerleþmiþti. Ülkede ayrýca Çin’den gelen küçük bir grup müslüman yaþamaktadýr. XIX. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren müslüman toplumun ihtiyaçlarýnýn giderilmesi ve haklarýnýn savunulmasý amacýyla pek çok teþkilât kuruldu. Ýlk teþkilâtlanma 1883’te ülkeye anlaþmalý iþçi olarak gelen Seyyid Abdülazîz adlý bir Afganlý ile baþladý. Seyyid Abdülazîz, sözleþme süresinin dolduðu 1893’ten sonra kurduðu Doðu Hindistan Cemiyeti’nin (The East Indian Association) baþkanlýðýný yaptý. Birçok caminin inþasýna öncü olan Seyyid Abdülazîz 1907’de Trinidad’a kadý tayin edildi. 1927’de Takviyetü’l-Ýslâm Cemiyeti’ni (Tackveyatul-Islami Association [TIA]) teþkil etti. Ardýndan gelen Ýslâmî kuruluþlarýn en önemlisi 1930’larda oluþturulan ve müslümanlarýn % 80’ini temsil eden, yönetim tarafýndan müslümanlarýn resmî temsilcisi kabul edilen Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Cemiyeti’dir (Anjuman Sunnatul Jamaat Association [ASJA]). Trinidad Muslim League

(TML), Trinidad Islamic Association (TIA)

ve on dört küçük cemaati bir araya getiren The United Islamic Organization diðer önemli Ýslâmî kuruluþlardýr. Bunlarýn yanýnda Güney Amerika ve Karaibler Ýslâm Tebliðcileri ile Ýslâmî Vakýf ve Teblið Cemaati gibi bölgenin genelinde teþkilâtlanmýþ cemiyetler de ülkede faaliyet göstermektedir. Ýslâmî gruplar arasýnda siyasî açýdan en tanýnmýþ olaný ise 1980’lerin ortalarýnda Yâsîn Ebû Bekir’in kurduðu Jamaat alMuslim’dir (JAM). Örgüt sonradan Ýslâmiyet’i seçmiþ, çoðunluðu Afro-Trinidad kökenli müslümanlarý temsil eder. Yâsîn Ebû Bekir liderliðindeki silâhlý kiþiler 27 Temmuz 1990’da parlamentoyu basarak baþbakaný ve bazý devlet yöneticilerini rehin aldýlar ve bir darbe giriþiminde bulundular. Ancak bu teþebbüs hükümet kuvvetleri tarafýndan bastýrýldý. Bu örgüt daha sonraki yýllarda da bazý olaylara karýþtý. Nijerya Fülâni Devleti’nin kurucusu dinî lider Osman b. Fûdî (Osman dan Fodio) geleneðinin Afro-Trinidad kökenli müslümanlar üzerinde büyük etkisi vardýr. Bu sebeple ülkede Þeyh Osman b. Fûdî Cemaati (Jama’at of Shaykh Uthman b. Fudi) adlý bir grup bulunmaktadýr. Trinidadlý müslümanlar XIX. yüzyýlýn ortalarýnda Port of Spain’de bir mektep kurdular. Batýlý misyonerler, 1870 civarýnda ülkede ilk mescidlerin görüldüðünü kaydeder. 1930’lu yýllarýn baþlarýnda dinî eðitimin verildiði ilk mektepler açýldý. Ancak bunlar planlý bir müfredata ve iyi hocalara sahip olmayan gayri resmî okullardý. Düzenli okullarýn ilki 1930’larýn sonlarýna doðru Hint kökenli müslümanlar tarafýndan Chaguanas’ta hizmete sokuldu. Müslümanlarýn daha etkin biçimde teþkilâtlanmasýyla birlikte okul ve cami sayýsý artmaya baþladý. Günümüzde ülkede 100 civarýnda cami bulunmaktadýr. Bunlarýn % 70’i Anjuman Sunnatul Jamaat Association, diðerleri Trinidad Muslim League ve Trinidad Islamic Association’a baðlýdýr. Trinidad’da Ahmediyye tarikatý önemli nüfuza sahiptir. Ülkede müslümanlarýn banka ve þirketleri de vardýr. Trinidad ve Tobago Devleti müslümanlarýn bazý kutsal günlerini ve bayramlarýný tanýmaktadýr. Müslümanlarýn çýkardýðý baþlýca süreli yayýnlar arasýnda The Torch of Islam (The Islamic Herald), Anjuman Sunnat-ul-Jamaat Association’un resmî yayýn organý Muslim News, Cemâat-i Müslimîn’in yayýn organý Al-Nur, Müslüman Gençler Cemiyeti’nin çýkardýðý Al-Naadiyah ve Ýslâm Vakfý’nýn (Islamic Trust) yayýn organý Muslim Standart sayýlabilir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

313


TRÝNÝDAD ve TOBAGO BÝBLÝYOGRAFYA :

L. A. A. De Verteuil, Trinidad: Its Geography, Natural Resources, Administration, Present Condition and Prospects, London-New York 1884; J. H. Stark, Stark’s Guide-Book and History of Trinidad, London 1897; E. Williams, History of the People of Trinidad and Tobago, New York 1964; Yogendra Kumar Malik, The Democratic Labour Party of Trinidad: An Attempt at the Formation of a Mass Party in a Multi-Ethnic Society (doktora tezi, 1966), University of Florida; H. I. Woodcock, A History of Tobago, London 1971; J. Millette, Society and Politics in Colonial Trinidad, London 1985; A. J. Payne, “Trinidad and Tobago History”, South America Central America and the Caribbean 1988, London 1987, s. 623-624; M. Abdullah al-Ahari, “The Caribbean and Latin America”, Islam outside the Arab World (ed. D. Westerlund – I. Svanberg), Richmond 1999, s. 447-452; A. Meredith John, The Plantation Slaves of Trinidad 1783-1816, Cambridge 2002; M. Arnet, “The Trinidad Muslim League”, MW, XLVIII/1 (1958), s. 52-62; Omar Hasan Kasule, “Muslims in Trinidad and Tobago”, JIMMA, VII/1 (1986), s. 195-213; C. G. Mackenzie, “Muslim Primary Schools in Trinidad and Tobago”, IQ, XXXIII/1 (1989), s. 5-16; R. Fernandes, “Islam and Inter-Religious Encounter in Trinidad”, The Bulletin, XV/1-2, Hyderabad 1996, s. 41-51; Halima Kassim, “Muslims and Missionaries of Trinidad”, ISIM Newsletter, sy. 2, Leiden 1999, s. 27; L. Luxner, “Trinidad and Tobago”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. J. L. Esposito), New York 1995, IV, 234-235; Ferîd Kasýmlû, “Trînidâd ve Tûbâgu, Müselmânân”, Dâniþnâme-i Cihân-ý Ýslâm, Tahran 1382/2003, VII, 273-276.

ÿRýza Kurtuluþ

(bk. TRABLUSGARP).

˜ –

˜

TRÝPOLÝ

™ —

TRÝPOLÝÇE Yunanistan’da Mora yarýmadasýnda tarihî bir þehir.

Günümüzde Tripoli (Tripolis) adýyla anýlan þehir verimsiz daðlýk Arkadya bölgesinin en önemli yerleþim merkezidir. Mora yarýmadasýnýn orta kesiminde denizden 660 m. yükseklikte önemli bir geçiþ yolu üzerinde yer almaktadýr. Bir þehir olarak Osmanlý döneminde ortaya çýkmýþ ve özellikle XVIII. yüzyýlda önemli bir Ýslâmî merkez haline gelmiþtir. XIX. yüzyýlda kullanýlmaya baþlanýlan Tripoli (üç þehir) ismi kendisinden pek uzak olmayan antik üç þehre (Mantinea, Pallantion ve Tegea) iþaret etmektedir. Bu isim Slavca olup antik dönemle bir ilgisi bulunmamaktadýr. Daha önceki devirlerde kullanýlan Trobolitsa adý muhtemelen eski Slavca Dabr ile yer belirten “ište”den gelmektedir. 900’lü yýllar314

da Slavca’nýn deðiþime uðramasýyla yer eki “itsa”, “itza”ya dönüþmüþtür. Böylece Trobolitsa “meþe aðaçlý yer, meþelik” anlamý kazanýr. Bu ad 900 yýlýndan önce ortaya çýkmýþ olmalýdýr. Trobolitsa ilk defa 1467’de Stefano Magno tarafýndan zikredilmiþtir. Tripoli’nin günlük konuþma dilinde adý hâlâ Trobolitza þeklinde geçer. Tripoliçe yöresi 1460’ta Osmanlý idaresi altýna girdi. Arkadya bölgesindeki baþlýca þehir, o zamanlarda antik Tegea’nýn devamý olup Tripoliçe’nin 12 km. doðusunda yer alan Muchli idi. Muchli çok zor ulaþýlabilen bir yerde kurulmuþtu. Osmanlý döneminde Tripoliçe büyük bir kasaba olma sürecine girince Muchli zamanla terkedildi. XVI. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Tripoliçe büyük bir hýristiyan köyünden bir Osmanlý kasabasýna doðru geliþme gösterdi. 1540’lara ait tahrir defterinde Tripoliçe’de 234 hýristiyan hânesine karþýlýk sadece yedi müslüman hânesinin bulunduðu belirtilir (BA, TD, nr. 560). II. Selim döneminde (1566-1574) yapýlan tahrirde burada giderek artan müslüman cemaatine hizmet veren bir cami, bir okul ve bir hamam kaydedilmiþtir. Bu nüfus müslüman olan yerli Yunan ve Arnavut hýristiyanlarla daha da büyüdü (BA, TD, nr. 446, s. 297). Tripoli ve çevresi baþlangýçta Argos kadýlýðýna baðlý idi. Daha sonra özellikle XVII. yüzyýlda kasabanýn ve köylerinin nüfusu arttýðýndan Argos’tan ayrýldý ve müstakil bir kadýlýk haline geldi. 1078 (166768) tarihli Rumeli kadýlýklarýna ait resmî listede buranýn altýncý derece kadýlýk olduðu belirtilir. 1668 yýlýnýn yaz sonunda Evliya Çelebi çok müreffeh, çekici ve güzel bir þehir diye nitelendirdiði kasaba hakkýnda geniþ bilgi verir. Þehir bahçeler ve meyvelikler arasýnda yer alan taþtan yapýlmýþ, kiremitle kaplý binlerce güzel eve sahiptir. Ýki camisi vardý. Bunlardan Çarþý Camii’nin Mora’da bir benzeri bulunmamaktadýr. Kitâbesi bu caminin 1067’de (1657) yapýldýðýný belirtir. Ahmed Aða tarafýndan inþa ettirilen diðer cami ise kubbelidir. Bunlarýn dýþýnda altý mahalle mescidi, iki medrese, çocuklar için üç mektep ve iki tekke mevcuttur. Ahmed Aða Camii’nin avlusundaki Hüseyin Efendi Tekkesi büyük bir yapýdýr; burada gelip geçenlere bol miktarda yiyecek daðýtýlýr. Tekke Halvetiyye tarikatýna aittir. Þehirde bir hamam, tüccarlar için bir han ve seyyahlar için bir misafir evi vardýr. Evliya Çelebi bu tasvirinin sonunda 420 hýristiyan mahallesi bulunduðunu yazar, ancak bunun mahalle deðil hâne olmasý gerekir. Eðer böyle ise Tripoliçe’-

nin nüfusunun yarýsýndan fazlasýný müslümanlarýn teþkil ettiði düþünülebilir. Kasabanýn deniz seviyesinden yüksekte bir yerde kurulmasý sebebiyle iklimi yaþamaya elveriþlidir, ancak kýþlarý çok soðuk geçer. Bütün nüfus Yunanca (Rumca) konuþur ve halký çok misafirperverdir. 1679’da Bernard Randolph, yanlýþlýkla antik bir þehir olan Megalopolis’le karýþtýrdýðý Trapolizza’yý ziyaret etti. Ona göre burasý Mora yarýmadasýndaki diðer yerler gibi büyük deðildir, bununla birlikte bütün Arkadya bölgesinin en önde gelen mekânýdýr. Geniþ topraklara ve hayvan sürülerine sahip pek çok zengin Türk Tripoliçe’de yaþamaktadýr. 1686’da müttefik hýristiyan devletlerle yapýlan uzun savaþlar sýrasýnda Venedik ordusu Tripoliçe’yi ve bütün Mora’yý Osmanlýlar’dan aldý. Müslümanlarýn bir kýsmý kaçtý, çoðu katledilerek ortadan kaldýrýldý, evleri yakýldý. 1702 tarihli bir Venedik sayýmý Tripoliçe’nin sadece 274 hýristiyan hânesine sahip olduðunu, kadýnlar ve çocuklarla birlikte nüfusun 966’yý bulduðunu belirtir. 1127’de (1715) Osmanlý ordusu Venedikliler’i Mora’dan çýkartýnca Tripoliçe yeniden Osmanlý idaresine girdi. 1128 (1716) tarihli yeni tahrir kayýtlarýna göre burada hepsi hýristiyan olup ispençe ödeyen 664 yetiþkin erkek nüfus mevcuttu. Tahrir heyeti Tripoliçe’de daha önce yaþayan müslüman nüfusun mülklerini, evlerini ve bahçelerini bulmuþ, bunlarýn “mâmur ve harap 384 bab” olduðunu kaydetmiþtir (TK, TD, nr. 24, vr. 143b-146a). Bu rakam, 1686 yýlýndan önce ortadan kaybolan müslüman nüfusun durumu hakkýnda bir gösterge teþkil eder. 1718’de Mora’nýn merkezi kýyýdaki Nauplia’dan (Anabolu) içerdeki Tripoliçe’ye taþýnýnca kasaba büyük bir geliþme içine girdi. Mora paþasý, idareciler ve askerî birimlerden meydana gelen gruplar fizikî büyümede rol oynadý. 1132’de (1720) Topal Osman Paþa þehir merkezinde büyük bir cami inþa ettirdi. Oðlu Râtib Ahmed Paþa buna bir mektep ekledi. Cerrâhî þeyhi Yahyâ Þerefeddin Moravî þehirde Mora’daki Ýslâmî restorasyonun odak noktasý olacak bir Halvetî tekkesi yaptýrdý. Topal Osman Paþa Camii’nin 1657 tarihli Çarþý Camii’nin yeniden inþa edilmiþ hali ya da tamamýyla yeniden yapýlmýþ bir bina olup olmadýðý bilinmemektedir. 1153 (1740) yýlý civarýnda Mora Valisi Elhac Ebûbekir Paþa, Tripoliçe’nin merkezinde bütün Güney Yunanistan’ýn en büyük külliyesini yaptýrdý. Bu külliye kubbeli bir cami, bir medrese, bir mektep, bir hamam, bir bedesten ve büyük bir han

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TRITTON, Arthur Stanley

içermekteydi. 1793’te Tecellî Mehmed Efendi yeni bir cami inþa ettirdi. 1796’dan önce Yûsuf Âgâh Efendi b. Süleyman Penah Efendi bir kütüphane kurdu ve mektep yaptýrdý. Rusya tarafýndan örgütlenen Mora isyanýný izleyen yýllarda 1770’ten 1779 yýlýna kadar paralý Arnavut askerleri ve yaðmacý çetecilerin faaliyetleri þehre zor günler yaþattý. Bu yýllarda pek çok köyde müdafaasý kolay olan kule evler yapýldý, Tripoliçe saðlam bir surla çevrildi, bir tabya ve iç kale ile güçlendirildi. William M. Leake, Tripoliçe’nin 1805’te 1000’i Yunanlýlar’a ait toplam 2500 hânesi olduðunu belirtir. 1813’te Henry Holland Tripolitza’nýn büyük, surla çevrili bir þehir olduðunu, üçte biri veya dörtte biri Türk 15.000 kiþilik bir nüfusu bulunduðunu yazar. Ayný yýl Tripoliçe’yi gören Gell ise 20.000 ile 30.000 arasý bir nüfustan söz eder. 1828’de daha eski bir bilgiye dayanan Maximilian Thielen kitabýnda Tripolitza’yý bir duvarla çevrilmiþ, altý kapýlý, yüksek zeminde bir iç kaleye sahip istihkâmlý bir þehir diye anlatýr; dört büyük camiyi, altý Yunan kilisesini ve birkaç vakfý, pek çok hamamý, þehrin ortasýnda bir pazarý ve geniþ caddeleri kaydeder. Thielen ayrýca Tripolitza’da çok hareketli bir ticarî hayatýn olduðunu, burada 12.000 civarýnda nüfusun bulunduðunu tahmin eder. 1822 Ekiminde Yunan isyaný sýrasýnda þehir bölgedeki diðer yerleþim yerlerinden kaçan müslümanlarla doldu. Burasý Yunanlý âsilerce ele geçirildi ve müslüman nüfusun tamamý katledildi. Bunlarýn sayýsý birçok kaynakta 25.000-30.000 olarak verilir. Tripoliçe 1825 Haziranýnda Kavalalý Ýbrâhim Paþa tarafýndan savaþsýz geri alýndý. Þehir 1828’de tamamen tahrip edildi. 1830’larda Yunanistan baðýmsýz bir devlet haline gelince Fransýz askerî mühendisleri yeni bir plana göre þehrin tekrar inþa edilmesine yardýmcý oldu. Ayný yýllarda þehrin ismi Tripolis þeklinde deðiþtirildi. Bugün medrese diye isimlendirilen ve Aghios Dimitrios Meydaný’nda bulunan taþtan yapýlmýþ saðlam bir köþkle XVIII. yüzyýlýn sonlarýyla XIX. yüzyýlýn ilk dönemlerinden kalma mezar taþlarý dýþýnda Osmanlý Tripoliçesi’nden herhangi bir þey kalmamýþtýr. Þehirde bazý önemli Osmanlý siyaset adamlarý ve yazarlarý yetiþmiþtir. Bunlar arasýnda Vezîriâzam Moralý Damad Hasan Paþa ile âlim, þair ve siyasetçi Abdurrahman Sâmi Paþa zikredilebilir. Tripoliçe günümüzde 25.000 dolayýnda nüfusuyla Mora’nýn idarî bir merkezi ve yollarýn düðüm noktasýnda tarýmsal bir pazar yeri konumundadýr.

BÝBLÝYOGRAFYA :

Libro di Ristretti della famiglie e anime effettive in territori del Regno di Morea, Venice, State Archive, nr. Grimani A1, servi 54; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, VIII, 356-358; B. Randolph, Present State of the Morea, Called Anciently Peloponnesus, Oxford 1686, tür.yer.; F. C. H. L. Pouqueville, Voyage en Morée à Constantinople, Paris 1805, I, 71-73; H. Holland, Travels in The Ionian Isles, Albania, Thessaly, Macedonia &c during the Years 1812 and 1813, London 1815, s. 428; M. F. Thielen, Die Europäische Türkey, Ein Handwörterbuch für Zeitungsleser, Wien 1828, s. 287288; W. M. Leake, Travels in the Morea, London 1830, I, 87-89; G. Fougères, Mantinee et l’Arcadie Orientale, Paris 1898, s. 598-599; U. Wolfart, Die Reisen des Evliyå ‡elebi durch die Morea, München 1966, s. 90-93, 172-173; Nejat Göyünç, “Osmanisch Türkische Bautätigkeit auf Morea”,

Actes de II. Congres International des Etudes Sud-Est Européennes, Athenes 1981, s. 371375; a.mlf., “Mora’da Osmanlý-Türk Ýnþaat Faaliyeti”, GDAAD, I (1972), s. 13-18; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlý Mimârî Eserleri IV, s. 252 vd.; A. Petronotis, “Ottoman Monuments of Arkadia (Tripolis)”, Mélanges Prof. Machiel Kiel (ed. Abduldjelil Temimi), Zaghouan 1999, s. 379-418.

ÿMachýel Kýel

TRITTON, Arthur Stanley

(1881-1973)

˜

Ýngiliz þarkiyatçýsý.

25 Þubat 1881’de Ýngiltere’nin Norfolk bölgesinde bir sahil kasabasý olan Great Yarmouth’da doðdu. Kasabadaki Protestan (Congregational) kilisesinde din adamý olan babasýnýn hastalýðý sebebiyle ailesi beþ yýl sonra Wandsworth’a göç etti. Tritton orta öðrenimini Londra’da United Westminster School’da tamamladý. Yüksek öðrenimini Londra Üniversitesi’nde Ýngiliz dili ve edebiyatý ile (1900) Oxford Üniversitesi Mainsfield College’da teoloji (1906) olmak üzere iki alanda yaptý. Morcombelake kasabasýndaki Protestan kilisesinde bir yýl dinî hizmette bulundu. Göttingen Üniversitesi’nde J. Wellhausen’ýn danýþmanlýðýnda iki dönem teoloji çalýþmalarýný sürdürdü. 1909 yýlýnda Lübnan’ýn Bürümmâne kasabasýndaki Friends’ Mission School’da öðretmen olarak çalýþtý. 1911-1916 arasýnda Edinburgh Üniversitesi Ýbrânî ve Sâmî dilleri kürsüsünde asistanlýk yaptý. Bu arada Aden’de birkaç ay misyonerlik faaliyetinde bulundu. 1914’te Londra Üniversitesi’nde Arap dili ve edebiyatý alanýnda yüksek lisans derecesini aldý. “The Rise of the Imams of Sanaa” adlý teziyle 1918 yýlýnda Edinburgh Üniversitesi’nde doktorasýný tamamladý. 1921’de Aligarh Üniversitesi’ne Arapça profesörü olarak tayin edildi.

Encyclopedia of Islam için yazdýðý “Aligarh” maddesinde dokuz yýl süreyle çalýþtýðý bu üniversite hakkýnda önemli objektif bilgiler yer almaktadýr. 1931’de Londra’daki School of African and Oriental Studies’in (SOAS) Arap Dili ve Edebiyatý Bölümü’ne öðretim üyesi tayin edildi. Farklý statülerde çalýþtýktan sonra 1938’de H. Gibb’in ardýndan profesörlüðe yükseltildi ve bölüm baþkanlýðýna getirildi. 1946 yýlýnda emekliye ayrýlmasýna raðmen bu kurumda ders vermeyi sürdürdü. Ayný yýl School of African and Oriental Studies’in þeref üyeliðiyle ödüllendirildi, ayrýca kendisine “professor emeritus” unvaný verildi. Emekliliði döneminde School of African and Oriental Studies yanýnda British Museum’un þarkiyat çalýþmalarý bölümüne devam etti. Royal Asiatic ve Royal Central Asian Societies gibi kurumlarýn ilmî toplantýlarýna katýldý. 8 Kasým 1973’te öldü. Özenli ve dikkatli bir öðretim üyesi, istikrarlý bir ilim adamý olan Tritton’un ilmî çalýþmalarý derinlikli olmaktan çok Arapça, Ýbrânîce ve Süryânîce’den Ýslâm dini, Ýslâm tarihi, Ýslâm eðitim kurumlarýndan kelâm ve itikadî mezheplerine kadar çok geniþ bir alana yayýlmaktadýr. Konularý ele alma yöntemi tahlil ve yorumlara deðil araþtýrmalarýný hassas bir þekilde kaydederek bulgularýný tanzim etmeye dayanmaktadýr. Konunun aslýný gölgeleyecek abartýlý ifadelerden kaçýnmaya özen göstermiþ, bozuk üslûpla yazýlan ve gramer hatalarý içeren bazý eserler hakkýnda tanýtým ve deðerlendirme yazýsý kaleme almayý kabul etmemiþtir. Eserleri. 1. The Rise of the Imams of Sanaa (Oxford 1925). 2. The Caliphs and their non-Muslim Subjects (London: Oxford University Press 1930). Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Ýslâm topraklarýndaki gayri müslim unsurlarýn dinî, sosyal ve kültürel hayatýnýn ele alýndýðý eser Hasan el-Habeþî tarafýndan el-ƒulefâß ve reßâyâhüm min ³ayri’l-müslimîn adýyla Arapça’ya çevrilmiþtir (Kahire 1949). 3. Teach Yourself Arabic (London 1943, 1947, 1958, 1967). Temel sarf ve nahiv kurallarýyla konuþma dilinde geçen bazý ifade kalýplarý ve cümleleri içeren kendi kendine Arapça öðrenme kitabýdýr. 4. Muslim Theology (Bristol 1947). Kelâm ilminin oluþum süreci, itikadî mezhepler ve bazý kelâm meselelerine dair olan eseri Mehmet Dað Ýslâm Kelâmý adýyla Türkçe’ye çevirmiþtir (Ankara 1983). 5. Islam: Beliefs and Practices (London 1951, 1954, 1957, 1962, 1966). Eserde Hz. Muhammed ve Kur’an, Ýslâm’da ibadetler, hadis ve sünnet, iman

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

315


TRITTON, Arthur Stanley

esaslarý, þeriat, itikadî mezhepler, tasavvuf, hilâfet ve devlet sistemi, Ýslâm toplumunda sosyal hayat ve son dönem dinî akýmlar üzerinde durulmaktadýr. 6. Materials on Muslim Education in the Middle Ages (London 1957). Ortaçað’da Ýslâm dünyasýnýn farklý bölgelerinde eðitim faaliyetleri ve medreseler çeþitli istatistik bilgilerle deðerlendirilmektedir. Tritton özellikle Bulletin of the School of Oriental and African Studies, Journal of the Royal Asiatic Society ve Oriens gibi yayýnlarda ve bir süre editörlüðünü yaptýðý The Encyclopaedia of Islam gibi ansiklopedilere çok sayýda makale ve madde yazmýþ, sadece Bulletin of the School of Oriental and African Studies’de 140 kitap hakkýnda deðerlendirme yazýlarý çýkmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Necîb el-Akýký, el-Müsteþriš†n, Kahire 1980, II, 110-111; Abdurrahman Bedevî, Mevsû£atü’lmüsteþriš¢n, Beyrut 1984, s. 95; Yahyâ Murâd, Mu£cemü esmâßi’l-müsteþriš¢n, Beyrut 1425/ 2004, s. 228-229; W. Behn, Concise Biographical Companion to Index Islamicus: An International Who’s Who in Islamic Studies from its Beginnings Down to the Twentieth Century, Leiden 2004, III, 535; Abdülhamîd Sâlih Hamdân, ªabašåtü’l-müsteþriš¢n, Kahire, ts. (Mektebetü Medbûlî), s. 108-109; C. F. Beckingham, “Arthur Stanley Tritton”, BSOAS, XXXVII (1974), s. 446447; A. S. Tritton, “Aligarh”, EI, I, 299-300.

ÿMustafa Sinanoðlu

TSCHUDI, Rudolf

(1884-1960)

˜

Ýsviçreli þarkiyatçý, tarih âlimi.

2 Mayýs 1884’te Ýsviçre’nin Glarus þehrinde doðdu. Yüksek öðrenimini Basel Üniversitesi’nin Klasik ve Þark Filolojisi bölümlerinde 1904 yýlýnda tamamladý. 1910’da Erlangen’da Georg Jacob’un gözetiminde Das …safnåme des Lutfi Pascha adlý teziyle doktor unvanýný aldý. Bu sýrada hocasýnýn teþvikiyle Türkçe öðrendi. Ardýndan Hamburg’da bulunan Koloni Enstitüsü’nün Tarih ve Kültür Semineri’nde Carl Heinrich Becker’in yanýnda asistanlýða baþladý. Tübingen’de doçentliðe hazýrlanýrken I. Dünya Savaþý’nýn çýkmasý yüzünden çalýþmasý yarým kaldý. 1914’te Becker’in yerine Hamburg’daki Koloni Enstitüsü’ne tayin edildi. Savaþtan sonra 1919’da Zürih Üniversitesi’ne profesör olarak gitti. 1922’de Basel Üniversitesi’ne geçti. Öðrencisi Fritz Meier’e profesör kadrosunu açabilmek için 1949’da bu görevinden istifa etti, fakat ayný üniversitede ders vermeyi

316

sürdürdü. 1952’de Deutsche Morgenländische Gesellschaft’ýn, 1959’da Peru’daki Ýnstituto Peruano de Altos Estudios Ýslamicos’un þeref üyeliðine getirildi. Yetmiþ yaþýnda iken bir ameliyat geçirdi ve daha sonra 11 Ekim 1960’ta Basel’de öldü. Rudolf Tschudi’nin bilim anlayýþýnýn þekillenmesinde iki akademisyenin etkisi olmuþtur. Bunlardan biri doktora hocasý Georg Jacob, diðeri Carl Heinrich Becker’dir. Jacob, Arap dili ve edebiyatýnda kendisine rehberlik etmiþ, bu vesileyle Türkçe’ye ve derviþlik öðretisine ilgi duyarak bu alanlara yönelmiþtir. Ardýndan Türkiye’ye gitmiþ, Türkiye’de iken Türkçe, Arapça ve Farsça pek çok yazma eser toplayarak Ýsviçre’ye götürmüþtür. Bu eserleri önemli bir koleksiyon niteliðinde Basel Üniversitesi Kütüphanesi’ne hediye etmiþtir. Becker’in þahsýnda gerçek anlamda tarihçiliði bulan Tschudi, antik dünyanýn devam edegelen etkisi ve Ýslâm kültüründe bir rönesansýn eksik olduðu inancýný hocasýyla birlikte benimsiyordu. Bu dönemde derviþliðe olan ilgisi zayýflamýþ ve daha çok tarih yazýcýlýðýyla uðraþmýþ, çalýþmalarýnda Osmanlý-Türk tarihi araþtýrmalarýna aðýrlýk vermiþtir. Öðrencisi Fritz Meier hocasýnýn yetmiþinci doðum günü dolayýsýyla bir hâtýra kitabý yayýmlamýþtýr (Westöstlische Abhandlungen. Rudolf Tschudizum siebzigsten Geburstag Über reicht von Freunden und Schülern, Wiesbaden 1954). Eserleri. 1. Das …safnåme des Lutfi Pascha (doktora tezi, Berlin 1910). Eserin giriþinde Lutfi Paþa’nýn hayatýna ayrýntýlý biçimde yer verilmiþ ve Âsafnâme’nin yazma nüshalarý üzerinde durulmuþtur. Kitabýn iki ana bölümünden ilki Âsafnâme’nin Almanca tercümesini açýklamalý dipnotlarýyla içerir. Dipnotlar daha ziyade bazý kavramlarýn Almanca karþýlýklarýyla þahýs isimleri hakkýndaki izahlardan ibarettir. Ýkinci bölümde kitabýn tam metni yer almaktadýr. 2. Das Vilâjet-nâme des Hâdschim Sultan (Berlin 1914). Bu çalýþma da iki bölümden meydana gelir. Ýlkinde eserin Almanca çevirisi dipnotlarla birlikte verilir; ikinci bölüm eserin metninden oluþur. 3. Das Chalifat (Tubingen 1926). Türkiye’de hilâfetin kaldýrýlmasýndan yaklaþýk bir yýl sonra Basel’de bir konferansta sunulduktan sonra yayýmlanan küçük bir risâledir. Burada halifeliðin kaldýrýlmasýnýn Türkiye’nin Ýslâmî gelenekten tamamen kopmasý anlamýna geldiði ve bunun Türkiye’nin Avrupalýlaþmasý amacýna yönelik olduðu belirtilir. 4. Vom alten osmanischen Reich (Tubingen 1930). Bu çalýþma da bir konferanstan geliþtirilmiþ

Rudolf Tschudi

dipnotlu yirmi sekiz sayfalýk bir metindir. Giriþte Anadolu’da millî bir Türk Devleti’nin ortaya çýktýðý ve Osmanlý Devleti’nin milletler üstü Ýslâmî alâmetlerinin terkedildiði vurgulanýr; Avrupalýlaþma’nýn geçmiþten tamamen kopma amacýný taþýdýðý ifade edilir. Tschudi’nin diðer çalýþmalarý þunlardýr: “Ein Schreiben Sülejmans I. an Ferdinand I.” (Festschrift Georg Jacob, Leipzig 1932, s. 317-328); “Vom Islam zur Zeit der Kreuzzüge” (Festschrift Otto Franke, Asia Major, IX, Leipzig 1933, s. 441-454); “Die osmanische Geschichte bis zum Ausgang des 17. Jahrhunderts” (Neue Propyläen Weltgeschichte, III, Berlin 1941, s. 567-600); “Die Bekehrung des Kaighusuz” (Festschrift Karl Meuli in Heimat und Humanität, Basel 1952, s. 203-207); “Das osmanische Reich” (Hesperia, sy. 10 [Zürih 1953], s. 52-70); “Die Ausbreitung des Islam bis zum Jahre 750” (Historia Mundi, V, Bern 1956, s. 357-390); “Bektaschi” (Enzyklopädie des Islam, I [1954], s. 1161-1163). BÝBLÝYOGRAFYA :

Abdurrahman Bedevî, Mevsû£atü’l-müþteþriš¢n, Beyrut 1984, s. 95-97; F. Meier, “Rudolf Tschudi”, Isl., XXXVII (1961), s. 138-140; Fr. Taeschner, “Rudolf Tschudi”, ZDMG, CXII (1962), s. 3-5.

ÿNecmettin Alkan

TUAREG (bk. TEVÂRÝK).

˜ –

˜

TÛBÂ ( C. N ) Cennetteki bir aðaçla iliþkilendirilen Kur’an terimi.

— ™ —

Ýslâm kaynaklarýnda tûbâ kelimesinin kökeni ve anlamýyla ilgili farklý açýklamalar mevcuttur. Bu kelimenin Arapça “tyb” kökünden türeyip “güzellik, hoþluk, iyilik,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛBÂ

göz aydýnlýðý” gibi mânalara geldiði, cennetteki bir aðacý ifade ettiði, Habeþ veya Hint dillerinde cennetin ismi olarak kullanýldýðý belirtilmiþtir (Lisânü’l-£Arab, “tyb” md.; Taberî, XIII, 99; Fahreddin er-Râzî, XIX, 50-51). Kur’an’da yalnýz bir yerde, “iman edip sâlih amel iþleyenlere ne mutlu (tûbâ lehüm), varacaklarý yer ne güzeldir!” meâlindeki âyette (er-Ra‘d 13/29) geçen tûbâ kelimesi için klasik tefsirlerde benzer rivayetler nakledilmiþtir. Vâkýa sûresindeki âyetlerde (56/17-40) cennet tasvirleri içerisinde cennet aðaçlarý (bk. AÐAÇ) anlatýlýrken de ayný rivayetlere yer verilmiþtir. Bu rivayetlerin bir kýsmý doðrudan tûbâ ismine atýfla cennetteki bir aðacý tasvir etmekte, bir kýsmý da sadece cennet aðacý tasvirlerinden bahsetmektedir. Elmalýlý Muhammed Hamdi âyette geçen “tûbâ lehüm” ifadesinin “selâmün aleyküm” gibi bir dua cümlesi olduðunu ileri sürmüþtür (Hak Dini, IV, 2986; tûbâ kelimesinin bu anlamda kullanýldýðý hadisler için bk. Wensinck, el-Mu£cem, “tyb” md.). Resûl-i Ekrem’in, “Ey Allah’ýn elçisi, seni görüp de sana iman edene ne mutlu!” diyen bir kiþiye, “Beni görüp de bana iman edene ne mutlu! Fakat beni görmeden bana iman edene -tûbâ kelimesini kullanarak üç defa- ne mutlu!” dediði, adamýn tûbânýn ne olduðunu sormasý üzerine Resûlullah’ýn, “O cennette yüz yýl boyunca (altýnda) yürünebilecek büyüklükte bir aðaçtýr; cennetliklerin elbiseleri o aðacýn tomurcuklarýndan yapýlýr” dediði (Müsned, III, 71), bir baþka rivayette bir bedevînin, “Ey Allah’ýn elçisi, cennette meyve var mýdýr?” diye sorduðu ve Hz. Peygamber’in, “Evet, orada bir aðaç vardýr ki ona tûbâ denilir” dediði, arkasýndan bedevî, “Bizim arazimizdeki hangi aðaç ona benzer?” diye sorunca, “Senin arazindeki hiçbir aðaç ona benzemez, ancak Þam’da ceviz denilen bir aðaç ona benzer, tek bir gövde üzerinde biter, yukarýya doðru dallanýr, budaklanýr” þeklinde cevap verdiði, adamýn bu defa, “Gövdesinin büyüklüðü ne kadardýr?” sorusu üzerine Hz. Peygamber’in, “Ailene ait üç yaþýný doldurmuþ bir deve yola çýkýp yaþlýlýk sebebiyle köprücük kemiði kýrýlýncaya kadar yürüse yine de onun çevresini dolaþmýþ olamaz” dediði ifade edilmiþtir (a.g.e., IV, 183-184). Diðer bir rivayette ise cennette tûbâ adý verilen bir aðacýn bulunduðu, bir süvariye güçlü ve hýzlý bir at verilse onun gölgesinde yüz yýl ilerleyeceði, yapraðýnýn ve henüz olgunlaþmamýþ yemiþinin yeþil ve serinletici, çiçeðinin sarý, ince ve hafif, dallarýnýn kadife, reçinesinin zencefil ve bal gibi olduðu belirtilmiþtir

(Ýbn Ebü’d-Dünyâ, hadis nr. 53). Bir baþka rivayette de tûbânýn cennette bir aðacýn adý olduðu, cennetteki bütün evlerin onun dallarýndan yapýldýðý, dallarýnýn evlerin üzerine sarktýðý, cennettekilerin meyvelerini yemeyi arzuladýklarýnda aðacýn kendilerine doðru eðildiði, onlarýn da o aðaçtan diledikleri kadar yedikleri bildirilmiþtir (Ebû Nuaym el-Ýsfahânî, III, 249). Yine bir rivayette, “Cennette bir aðaç vardýr; eðitilmiþ süratli bir ata binen süvari yüz yýl gider de onun gölgesini bitiremez” denilmiþtir (Müslim, “Cennet”, 6, 8). Hadisin açýklamasýnda aðacýn gölgesinden muradýn dallarýnýn kapladýðý yerler, isminin de tûbâ olduðu belirtilmiþtir (Davudoðlu, XI, 235).

Diðer dinlerdeki cennet tasvirlerinde de çeþitli aðaçlardan söz edilir. Yahudiliðe göre yeryüzü cennetinde binbir aðaç vardýr ve bu aðaçlar arasýnda ölümsüzlük bahþeden hayat aðacý ile iyiyi kötüyü bilmeye yarayan bilgi aðacýnýn ayrý bir önemi vardýr. Ezoterik Ýbrânî öðretisinde hayat aðacý yukarýdan aþaðýya doðru uzanýr, o her þeyi aydýnlatan güneþtir. Talmud’a göre hayat aðacý o kadar büyüktür ki çevresi ancak beþ asýrda katedilebilir. Öte yandan Hint geleneðinde kâinatýn, kökü yukarýda, dallarý aþaðýya doðru inen kozmik bir aðaç biçiminde tasvir edildiði inanýþlar bulunmaktadýr. Ýslâm kaynaklarýndaki rivayetlerde tûbâ meyvesinden yenilen, çiçeðinden elbise yapýlan, gölgesinde istirahat edilen, cennetliklerin pek çok ihtiyacýnýn karþýlandýðý aðaç þeklinde nitelenmektedir. Tûbânýn kelime anlamýndan hareketle bu aðacýn cennetlikleri rahat ettiren, onlarý hoþnut kýlan, bünyesinde çeþitli nimetleri barýndýran bir esenlik ve mutluluk aðacý olduðu söylenebilir. Bu durumda tûbâ aðacý cennetliklerin mutluluk ve huzur kaynaðýný meydana getiren bir sembole karþýlýk gelmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Râgýb el-Ýsfahânî, el-Müfredât, “tyb” md.; Wensinck, el-Mu£cem, “tyb” md.; Müsned, III, 71; IV, 183-184; Ýbn Ebü’d-Dünyâ, Øýfatü’l-cenne (nþr. Abdürrahîm Ahmed Abdürrahîm el-Asâsile), Amman 1417/1997; Taberî, Câmi £u’l-beyân (Bulak), XIII, 98-101; Ebû Nuaym el-Ýsfahânî, Øýfatü’l-cenne (nþr. Ali Rýzâ Abdullah), Beyrut-Dýmaþk 1407/ 1987, III, 249; Fahreddin er-Râzî, Mefâtî¼u’l-³ayb, XIX, 50-51; Ýbn Kesîr, Tefsîrü’l-Æurßân, II, 531-532; Süyûtî, ed-Dürrü’l-men¦ûr, Beyrut 1403/1983, IV, 643; E. Mongenot, “Arbres de la vie et de la science”, DB, I/1, s. 895-897; Elmalýlý, Hak Dini, IV, 2985-2986; M. Eliade, Patterns in Comparative Religion (trc. R. Sheed), London 1958, s. 265280; Ahmet Davudoðlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Þerhi, Ýstanbul 1978, XI, 235.

ÿAli Erbaþ

Kültür ve Edebiyat. Tûbâ müslüman milletlerin kültür, sanat ve edebiyatýnda kökü Hz. Peygamber’in makamý olan “vesîle” cennetinde, dallarý en üstten alta doðru bütün cennet tabakalarýna ulaþacak þekilde tasavvur edilen aðaçtýr. Nahl-i tûbâ, tûbâ-yý cinân diye de anýlýr. Türkçe’de “baþý göðe ermek” deyiminden hareketle “baþý tûbâya ermek” tabirine de rastlanmaktadýr. Bu konuda dinî ve edebî metinlerden halk kültürü ve edebiyatýnýn yazýlý, sözlü kaynaklarýna, tasavvufî eserlere kadar zengin bir malzeme oluþmuþtur. Kelimenin, Kur’an’da “ne mutlu!” mânasýna da olsa zikredilmesi yanýnda bu aðacýn hadislerde belirtilen hârikulâde özelliklerinden dolayý son dönemlerde Türkçe’de kýz adý olarak kullanýldýðý görülmektedir.

Ýslâm kültüründe tûbâ ve çevresinde yer alan diðer unsurlarla zenginleþip çeþitlenen bilgiler mi‘rac âyetlerinin yorumu ve hadislerdeki bilgilerle sýnýrlý kalmamýþ, Ýsrâiliyat’a kadar uzanan deðiþik kaynaklardan gelen verilerle karýþarak çeþitlenmiþtir. Abdülkadir-i Geylânî’nin øunyetü’¹-¹âlibîn’inde diðer tasavvufî eserlerde tekrarlanan þu ifadeler yer almaktadýr: “Resûlullah efendimiz tûbâ aðacý için þöyle buyurmuþtur: Cennette bulunan hemen herkesin bir aðacý vardýr. Bu aðacýn adýna tûbâ denir. Ehl-i cennetten biri üstüne yeni bir elbise giymek istediði zaman o aðacýn yanýna gider; aðacýn çiçekleri açýlýr; bunlarýn içinden rengârenk elbiseler çýkar. Bu çiçekler altý renk olup her biri ayrýca yetmiþ renge ayrýlýr. Bunlardan meydana gelen elbiseler ne renk ne de þekil olarak birbirine benzer. O kimse bunlardan hangisini isterse onu alýr.” Tûbâ, Arap, Fars þair ve yazarlarýnýn deðiþik algýlayýþ biçimleri yanýnda hayal dünyalarýnýn da katkýsýyla zenginleþerek abartýlý biçimde anlatýlan dinî-edebî bir kavram haline gelmiþtir. Bu þekliyle Türk edebiyatýnda özellikle divan þiiri ve nesrine intikal etmiþ, divan edebiyatý mazmun ve remizleri arasýna girmiþtir. Ayrýca þairler tarafýndan verimli bir mitolojik malzeme kabul edilmiþ, tasavvufî anlayýþ ve açýklamalarýn geliþtirdiði yorumlarla bu alana mahsus bir terim halinde deðiþik mânalar kazanmýþtýr. Nitekim tasavvuf sözlüklerinde tûbâ Hak ile üns makamýný ifade eden bir kavram olarak tanýmlanmýþ, bu tür metinlerde Allah’ýn huzurunda mutluluk, sükûn ve huzur içinde bulunma halini anlatmak için de kullanýlmýþtýr. Arap, Fars ve Türk edebiyatlarýnda kaside ve gazellerde müstakil beyitler ya-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

317


TÛBÂ

nýnda mesnevilerde, cennet hakkýnda bilgiler içeren Muhammediyye, Envârü’lâþýk¢n ve Mârifetnâme gibi tasavvufî ve edebî eserlerle hilyelerde, siyer, mevlid ve mi‘râciyyelerde bu hususta zengin anlatýmlara rastlanmaktadýr. Bu konudaki bilgileri derleyen ve kavramý halk kültürüne yerleþtiren metinlerin en eskilerinden olan Muhammediyye’nin “Faslün fî makamâti’l-cenneti ve derecâtihâ” bölümünde vesîle cenneti anlatýlýrken tûbânýn Resûlullah’ýn cennetteki evinden çýkan bir aðaç olduðu ifade edilmektedir: “Vesîle cenneti anda olur kamudan a‘lâdýr / Habîbullaha mahsustur o adn içre bu a‘lâ dâr // Resûlün dârý içinde bir aðaç var adý tûbâ / Biter anun budaðýnda ne denlü var ise esmâr // Ol aðacýn dibi dürden budaklarý zebercedden / Yücesi arþa mülhaktýr aþaðýsý yere berdâr // Onun kamu budaklarý der ü dîvârýna erip / Ne kim var gurfe vü hücre doluptur baðçe vü gülzâr.” Muhammediyye’nin bazý matbu nüshalarýnda bu beyitler “Mir’âtü’l-mahþer” baþlýklý çizimde resmedilmiþtir. Tûbânýn müstakil olarak çizildiði bir baþka resim ayrýca yaldýzla basýlmýþtýr. Diðer halk kitaplarýnda da rastlanýlan ve Osmanlý dünyasýna Ýran etkisiyle girdiði düþünülen bu çizimlerin Türk dinî halk resimleri arasýnda önemli bir yeri vardýr. Mi‘râciyyelerde anlatýldýðýna göre tûbâ cennetteki aðaçlarýn en büyüðüdür. Kökü arþtadýr. Dallarý cennet halkýnýn meyvelerini kolayca toplayabilmesi için cennetin üstünden zemine doðru sarkmýþ, ters duran bir aðaçtýr. Yüz bin dalý budaðý vardýr. Budaklarý la‘l, yapraklarý mücevherdendir. Her bir yapraðý binbir türlü görünür. Her dalýnda çeþit çeþit, bir yiyenin bir daha yediði, dünyadaki yemiþlere benzemeyen meyveleri vardýr. Baldan, þekerden tatlý ve lezzetlidir. Tûbâ aðacý Hz. Muhammed’e ve ümmetine hastýr. Abdülvâsi Çelebi’nin Mi‘râciyye’sinde “Sýfat-ý tûbâ” baþlýðý altýndaki þu beyitler bu özellikleri anlatmaktadýr (Akar, s. 369-370): “Görünür göze bir yapraðý anýn / Hezâran türlü kim imrene cânýn // Onun bir yapraðýnda vardý her reng / Olur gören onu hayran hem deng // Hezâran türlü var yetmiþ yemiþler / Saâdet isleri andan yemiþler // Üzüm incir enâr çok hurma / Kavun karpuz hýyâr armud u elma // Ki bir dalýnda bitmiþ idi anýn / Dahý envâ yemiþleri cihânýn // Dedim Cebrâil’e ben kim i kardaþ / Bu aðaca ne derlerdi i yoldaþ // Dedi Cibrîl bu tûbâ deðil mi / Bunu bilenlere tûbâ deðil mi // Bu aðacýn bu dem yüz bin dalý var / Ki her bir dalý bu 318

dünyâca ey yâr // Senin ümmetlerine veriser Hak / Bu aðacý eyit onlara mutlak.” Na‘tlar ve methiyelerde, kasriyye, bahâriyye ve mesnevilerde tûbânýn dal ve yapraklarýnýn parlaklýðý, güzelliði, boyu, gövdesinin kalýnlýðý, azamet ve ululuðu, kurumayan dallarý, dökülmeyen yapraklarý, kaybolmayan tazeliði, tükenmeyen meyvesiyle teþbih, temsil ve telmih konusu olmuþtur. Türk dinî mûsikisinde mevlid ve mi‘râciyyeler yanýnda bazý Mevlevî âyinlerinde, na‘tlarda, tevþihlerde, ilâhi ve nefeslerde tûbâya daha çok tasavvufî anlayýþ çerçevesinde yer verilmiþtir. Tûbâ yine cennet bitkilerinden olan sidrenin yanýnda bulunmaktadýr ve çok defa sidre ile birlikte anýlýr. Mehmed Necib Efendi’nin hilyesindeki, “Kadd-i tûbâsý idi sidre-makam / Enbiyâ zümresine oldu imâm” beyti Hz. Peygamber’in boyu için “kadd-i tûbâ”, derecesi için “sidre-makam” tabirinin kullanýlýþýna bir örnektir. Divan edebiyatýnda baþta boyu olmak üzere övülenin bazý vasýflarý için teþbih unsuru halinde kullanýlan tûbânýn bu özelliði Ahmed Paþa’nýn þu beytinde görülmektedir: “Tûbâ boyun çü cennet-i kûyunda salýna / Cibrîl sidreden diye doðrusu müntehâ.” Beyitte tûbâ etrafýndaki sidre-müntehâ-Cibrîl gibi kelimeler tenasüp sanatýna örnektir. Tûbâ kelimesi boy için kullanýlan endam, kamet-kýyâmet, serv, ra‘nâ, elif, nihal, gül, sabâ, bülend, bâlâ, hýrâman, revan gibi kavramlar yanýnda cennetle ve mi‘racla ilgili kelimelerle de kullanýlarak mürâât-ý nazîr, leff ü neþr gibi sanatlar gerçekleþtirilir. Sevgilinin veya övülenin boyu tûbâ ile mukayese edildiðinde çoðu zaman tûbâdan uzun gösterilir. Cem Sultan’ýn sevgilisi için, “Görelden sidre kaddini çemende tûbî-i cennet / Dedi kim kadd-i bâlâda bu resme müntehâ olmaz” beyti buna örnektir. Fuzûlî’nin, “Hûr u tûbâ vasfýn ey vâiz bugün az eyle kim / Hemdem ol tûbâ-hýrâm u hûr-peykerdir bana” beyti kavramýn dinî baðlamýn dýþýnda beþerî ölçülerde kullanýmýný gösterir. Ahmed Paþa’nýn bir kasrý tasvir eden kasidesindeki, “Þol serv ki dîvârýna nakþ eyledi nakkaþ / Teþbîh olunmaða yarardý ona tûbâ” beyti ayný zamanda saray ve konaklarýn duvarlarýný tûbâ aðacý resimlerinin süslediðini ortaya koymaktadýr. Ahmed-i Dâî’nin tevhidindeki, “Celâl-i rif‘atin künhü bilinmez akl-ý cüz’îden / Eriþmez serçe ger bin yýl uçarsa þâh-ý tûbâya” beyti, serçe-þah(dal)-rif‘at-tûbâ tenasübüyle Allah’ýn azamet ve kudretinin insan aklý tarafýndan yeterince kavranama-

yacaðýna iþaret etmektedir. Neccârzâde Rýzâ Efendi’nin na‘týndaki, “Sidre oldu kamet-i tûbâsýnýn âvâresi / Server-i her müntehâ oldu Cenâb-ý Mustafâ” beyti Hz. Peygamber’in boyundan hareketle deðerinin yüceliðini anlatýr. Tûbânýn dinî anlayýþtaki yerine Gelibolulu Gurûrî’nin, “Sidre vü tûbâ deðil arþ-ý muallâdan geçer / Hakk’a kim pervâz ederse þehper-i tevhîd ile” beyti örnek verilebilir. Þair burada Allah’ýn birliðine hakkýyla inanýp onu zikretmek suretiyle tevhid kanatlarýný takan kiþilerin sadece sidre ve tûbâ aðaçlarýnýn zirvelerinden deðil arþ-ý muallâdan bile ötelere yükseleceðini söylemektedir. Böylece her iki aðacýn cennetteki beraberliðine iþaret ettiði gibi tevhidin kiþiyi ulaþtýracaðý yüce mertebeleri vurgulayan bir ifade olarak dikkat çekmektedir. Yûnus Emre’nin þiirlerinde tûbâ ölmeden önce ölen ve nefsini düþman bilen âþýklarýn makamýdýr: “Kevser havzýna dalanlar ölmezden öndin ölenler / Nefsini düþman bilenler konar tûbâ dallarýna.” Ancak ilâhî aþk þarabýný (þarâb-ý tahûr) içenler bu yüce makamdan da ötelere yönelir: “Tûbâ dalýndan uçanlar yüce makamdan geçenler / Þarâben tahûr içenler banmaz dünya ballarýna.” Tûbânýn mutasavvýf þairler nezdinde boy ile ilgisine dair bir örnek Seyyid Nesîmî’nin þu beytinde görülmektedir: “Servin kadinde sidre vü tûbâ revân olur / Lâ‘l-i lebin þarâbýný içen revân olur.” Tûbâ halk þiirinde ve özellikle Alevî-Bektaþî edebiyatýnda da yer alýr. Kul Himmet’in, “Tûbâ aðacýndan aldý dört yaprak / Pençe-i Abâ’ya taksim kýlarak / Bir hýrka ayýrdý içinde erzak / Giyindi eðnine dolandý Ali” kýtasýnda tûbâ aðacý-elbise iliþkisine atýf yapýlmaktadýr. Dertli, “Dedim evvel haber ver kamet-i kaddi a‘râzýndan / Dedi sanma sakýn servi deðil tûbâ vü ar‘ardýr” beytinde boy-servitûbâ-ar‘ar kelimelerini yan yana kullanýrken tûbâ ile ar‘arý birbirine denk kabul etmesiyle farklý bir yaklaþým ortaya koymaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Abdülkadir-i Geylânî, Gunyetü’t-tâlibîn: Ýlim ve Esrar Hazinesi (trc. A. Faruk Meyan), Ýstanbul 1971, I-II, s. 269; Yazýcýoðlu Mehmed, Muhammediyye, Ýstanbul 1280, s. 1-2, 4-5, 18; a.e. (haz. Âmil Çelebioðlu), Ýstanbul 1996, II, 470, 486-487; Ahmed Bîcan, Envârü’l-âþýk¢n, Ýstanbul 1301, s. 442443; Ali Nihad Tarlan, Þeyhî Divanýný Tetkik, Ýstanbul 1964, s. 153; Malik Aksel, Türklerde Dini Resimler, Ýstanbul 1967, s. 146; Harun Tolasa, Ahmet Paþa’nýn Þiir Dünyasý, Ankara 1973, s. 278-279; Metin Akar, Türk Edebiyatýnda Manzum Mi‘râc-nâmeler, Ankara 1987, s. 276-278, 369-370; Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatýnda Mazmunlar ve Ýzahý (haz. Cemâl Kurnaz), Ankara 1992, s. 417; Süleyman Uludað, Tasav-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TĂ›FAN vuf Terimleri SĂśzlßðß, Ă?stanbul 1995, s. 537; Cemâl Kurnaz, HayâlĂŽ Bey DĂŽvâný’nĂ˝n Tahlili, Ă?stanbul 1996, s. 280, 524-525; Mustafa Tatçý, Yunus Emre DivanĂ˝ I: Ă?nceleme, Ă?stanbul 1997, I, 437; a.mlf., HayretÎ’nin DinĂŽ-TasavvufĂŽ DĂźnyasĂ˝, Ankara 1998, s. 71, 75; Ă?skender Pala, Ansiklopedik Divan Ăžiiri SĂśzlßðß, Ă?stanbul 1999, s. 400; Mustafa Uzun, “Sidretß’l-mĂźntehââ€?, DĂ?A, XXXVII, 152-153.

ĂżMustafa Uzun

–

˜

—

TĂ›FAN ( Ă€ ‍) ×?‏ Hz. NĂťh’un kavminin cezalandĂ˝rĂ˝lmasĂ˝ için meydana gelen bĂźyĂźk su felâketi.

™

SĂśzlĂźkte tĂťfân “sel getiren Ăžiddetli yaĂ°mur, su baskĂ˝nĂ˝, her yeri kaplayan suâ€? anlamĂ˝na gelmektedir (Lisânß’l-ÂŁArab, “tvfâ€? md; Tâcß’l-ÂŁarĂťs, “tvfâ€? md). TĂťfanĂ˝n karÞýlýðý Ă?brânĂŽce’de mabul, Akkadca’da abubu, Latince’de diluvium olup hepsi de “yaĂ°mur fĂ˝rtĂ˝nasĂ˝, sel, her Ăžeyi kuĂžatan su baskĂ˝nĂ˝â€? mânasĂ˝ndadĂ˝r (IDB, II, 279). TĂťfan sadece su ile deĂ°il ateĂž, deprem, kan, kar gibi unsurlarla meydana gelen felâketlerin de adĂ˝dĂ˝r; ancak genelde su ile gelen felâket anlamĂ˝ Ăśn planda olup bu yĂśnĂźyle tarihte pek çok ĂśrneĂ°ine rastlanmakta, Ăśzellikle Hz. NĂťh zamanĂ˝nda meydana gelen ve her Ăžeyi su altĂ˝nda bĂ˝rakan bĂźyĂźk felâketi ifade etmektedir. SemavĂŽ felâketlerle alâkalĂ˝ mitler dĂźnyanĂ˝n nasĂ˝l yĂ˝kĂ˝lĂ˝p bir çiftin veya bir grubun dýÞýnda insanlarĂ˝n yok edildiĂ°ini nakleder. TĂťfan rivayetleri kozmik felâketler içinde en çok ve en yaygĂ˝n olanlarĂ˝dĂ˝r. DiĂ°er bazĂ˝ felâketler de -depremler, yangĂ˝nlar, daĂ°larĂ˝n yĂ˝kĂ˝lmasĂ˝, salgĂ˝n hastalĂ˝klarinsanlarĂ˝n yok olmasĂ˝na sebebiyet vermiĂžtir. Bu rivayetlerin yer aldýðý kĂźltĂźrlere gĂśre tĂťfan, tanrĂ˝lar tarafĂ˝ndan gĂźnah iĂžleyen insanlarla birlikte dĂźnyada mevcut bĂźtĂźn canlĂ˝ varlĂ˝klarĂ˝ ortadan kaldĂ˝rmak Ăźzere gerçekleĂžtirilen ve bĂźtĂźn dĂźnyayĂ˝ istilâ ettiĂ°ine inanĂ˝lan su felâketidir. Bu tĂźr felâketlerin sĂśz konusu edildiĂ°i rivayetlerde insanlýðýn yĂ˝kĂ˝lýÞýnĂ˝ yeni bir hastalýðýn doĂ°uĂžu izlemektedir. TĂťfan yĂźce kudretin Ăśfkesini celbeden gĂźnahlara baĂ°lanmakta, bazan da ulĂťhiyyetin insanlýða son verme arzusu veya dĂźnyanĂ˝n yaĂžlanmýÞlýðý tĂťfana sebep olmaktadĂ˝r (EUn., V, 405). Nitekim Tevrat’a gĂśre yeryĂźzĂźnde insanĂ˝n kĂśtĂźlßðß çoĂ°alĂ˝nca TanrĂ˝ insanlarĂ˝ yok etmeye karar vermiĂž (TekvĂŽn, 6/5-7, 13), Kur’an’a gĂśre ise yalnĂ˝z Hz. NĂťh’un kavminden inanmayan ve Allah’ýn elçisini kabul etmeyenler bu yolla cezalandĂ˝rĂ˝lmýÞtĂ˝r.

TĂťfan hadisesi Yahudilik, HĂ˝ristiyanlĂ˝k ve Ă?slâm gibi semavĂŽ dinlerin yanĂ˝ sĂ˝ra mahiyeti farklĂ˝lĂ˝klar taÞýsa da Afrika kĂ˝tasĂ˝ ile Asya’nĂ˝n bazĂ˝ bĂślgeleri hariç birçok kĂźltĂźrde; Filistin, Yunanistan, Asur, Amerika, Avustralya, Hindistan, Tibet, Çin, Malezya, Litvanya gibi çeĂžitli Ă˝rklara ve bĂślgelere ait çok sayĂ˝da halkĂ˝n geleneĂ°inde de bulunmaktadĂ˝r (NDB, s. 178; Eliade, Histoire, I, 75; IDB, II, 280). TĂťfanĂ˝n mitolojik bir hikâye veya asĂ˝lsĂ˝z bir efsane olduĂ°u gĂśrßÞß ise bunun yaygĂ˝nlýðý ve kutsal metinlerde yer alýÞý dikkate alĂ˝ndýðýnda savunulabilir deĂ°ildir. TĂťfan hikâyesi GĂźneydoĂ°u Asya’da, Malenezya’da ve Polinezya’da yaygĂ˝ndĂ˝r. Avustralya’da tĂťfan anlatĂ˝mlarĂ˝nda bĂźtĂźn sularĂ˝ yutan dev bir kurbaĂ°adan bahsedilir. Susuzluktan kĂ˝rĂ˝lan hayvanlar bu kurbaĂ°ayĂ˝ gĂźldĂźrmeye karar verirler. Kahkaha patlatan kurbaĂ°anĂ˝n aĂ°zĂ˝ndan çýkan sular tĂťfana yol açar (H. Cazelles, III, 573; EUn., V, 405). Hindistan’da Vedalar’da yer almayan tĂťfan hadisesi ilk defa Catapatha Brâhmanâ’da nakledilir. Bir balĂ˝k insan Ă˝rkĂ˝nĂ˝n atasĂ˝ olan Manu’yu gerçekleĂžmesi çok yakĂ˝n olan tĂťfandan haberdar eder ve bir gemi yapmasĂ˝nĂ˝ Üðßtler. TĂťfan baĂžladýðýnda balĂ˝k gemiyi kuzeye doĂ°ru çeker ve bir daĂ°Ă˝n yanĂ˝nda durdurur. Mahabharata ve Bhagavata Purana’da tĂťfan hikâyesinin kĂ˝smen farklĂ˝ versiyonlarĂ˝ bulunmaktadĂ˝r (M. Delahoutre, I, 453; ERE, IV, 555). Ă?ran’da mevcut inanýÞa gĂśre dĂźnya, korkunç bir kýÞ mevsiminde biriken karlarĂ˝n erimesiyle oluĂžan tĂťfan neticesinde son bulmaktadĂ˝r. Ahura Mazda ilk insan ve ilk kral Yima’ya bir kaleye çekilmesini Üðßtler. Yima da insanlarĂ˝n en iyileriyle çeĂžitli tĂźrde bitki ve hayvanlarĂ˝ yanĂ˝na alarak bu kaleye sýðýnĂ˝r ve kopan tĂťfan altĂ˝n çaĂ°a son verir. Yunan mitolojisine gĂśre tanrĂ˝ Zeus gĂźn geçtikçe daha çok gĂźnah iĂžleyen insanlarĂ˝ bir tĂťfanla yok etmeye karar verir. Promethee, oĂ°lu Deucalion’u Zeus’un bu kararĂ˝ndan haberdar eder ve ona bir tekne yapmasĂ˝nĂ˝ Üðßtler. Deucalion tekneyi yaparak karĂ˝sĂ˝yla birlikte bu tekneye biner ve dokuz gĂźn dokuz gece sularda sĂźrĂźklendikten sonra tĂťfanĂ˝n sona ermesiyle Parnassos daĂ°Ă˝na ayak basar (Necatigil, s. 64; EUn., V, 405; ERE, IV, 554-555). GĂźney Amerika kabilelerinin inancĂ˝nda tĂťfan efsanevĂŽ ikizlerden birinin yere vurup yer altĂ˝ sularĂ˝nĂ˝ fýÞkĂ˝rtmasĂ˝yla meydana gelir. Orta ve Kuzey Amerika’da çok sayĂ˝da tĂťfan hikâyesi vardĂ˝r, bunlarda nakledildiĂ°ine gĂśre sĂśz konusu felâket genellikle su taĂžmalarĂ˝yla veya yaĂ°murla olmaktadĂ˝r (EUn., V, 405).

TĂťfanla ilgili en eski rivayetler ve kutsal metinlerde aktarĂ˝lanlara en yakĂ˝n olanlar OrtadoĂ°u menĂželi çivi yazĂ˝lĂ˝ geleneĂ°e aittir (Sumer, Bâbil, Asur). Ă?lk yazĂ˝lĂ˝ belgeler Sumerler’den kalmadĂ˝r ve Bâbil tĂťfan hikâyesi de Sumer menĂželidir. TĂťfanĂ˝n Sumer versiyonu fragmanlar biçiminde pek çok boĂžluĂ°u olan bir metin halinde gĂźnĂźmĂźze ulaĂžmýÞtĂ˝r. Sumer ve Akkad’da tĂťfan beĂžer tarihinin en bĂźyĂźk felâket gĂźnlerinden biri olarak hatĂ˝rlanmaktadĂ˝r. Sumerler’e ait krallar listesi sekiz kralĂ˝ zikreder, ardĂ˝ndan Ăžu açýklama gelir: “TĂťfan oldu. TĂťfan her Ăžeyi gĂśtĂźrdßðßnde gĂśkten gelen âfet krallýðý alçalttýðýnda krallĂ˝k KiÞ’te idiâ€? (NDB, s. 179). Sumer versiyonuna gĂśre tanrĂ˝lar tĂťfan koparmaya ve insanlýðý yok etmeye karar verirler, ancak tanrĂ˝lardan bazĂ˝larĂ˝ bundan hoĂžlanmaz. TanrĂ˝lardan biri dindar, TanrĂ˝ korkusu bilen, ilâhĂŽ vahiyler alan Kral Ziusudra’ya bir tĂťfan kopacaĂ°Ă˝nĂ˝ haber verir ve ondan bir gemi yapmasĂ˝nĂ˝ ister. TĂťfan yedi gĂźn yedi gece boyunca Ăźlkeyi kaplar. Ziusudra bir gemi yapmak suretiyle tĂťfandan kurtulur, gemiden çýkĂ˝nca kurban takdim eder ve ilâhlar onu ĂślĂźmsĂźzleĂžtirerek gĂźneĂžin doĂ°duĂ°u yere, Dilmun’a yerleĂžtirirler (Kramer, s. 128-132). Sumerce yazĂ˝lan bu tabletin yanĂ˝nda Eski Babilonya dilinde yazĂ˝lmýÞ, tĂťfanĂ˝ anlatan, birkaç satĂ˝rdan ibaret ikinci bir fragman daha bulunmuĂžtur. Burada da Tanrý’nĂ˝n yeryĂźzĂźnĂź bir tĂťfanla yok etme kararĂ˝ndan, “hayat kurtaranâ€? adlĂ˝ bir geminin yapĂ˝lýÞýndan sĂśz edilmektedir. Gemide yerde yaĂžayan hayvanlar ve gÜðßn kuĂžlarĂ˝ vardĂ˝r (IDB, II, 282). Ă?kisi Eski Babilonya, ikisi Asur versiyonu toplam dĂśrt fragmanda tĂťfan olayĂ˝ndan bahseden Atrahasis destanĂ˝na gĂśre En-lil, insanlýðý cezalandĂ˝rmak için Ăźzerlerine birtakĂ˝m felâketler gĂśnderir ve sonunda tĂťfan koparmaya karar verir. TanrĂ˝ Ea, Atrahasis’e rĂźyasĂ˝nda bu durumu haber verir, Atrahasis kendisine verilen tâlimat doĂ°rultusunda bir gemi inĂža eder (a.g.e., II, 282; Limet, I, 450). TĂťfanla ilgili Sumer, Bâbil ve Asur rivayetleri kĂ˝smĂŽ farklĂ˝lĂ˝klar taÞýmaktadĂ˝r. BĂźyĂźk Ă?skender zamanĂ˝nda Bâbil’de yaygĂ˝n olan tĂťfan hikâyesini nakleden Bâbilli din adamĂ˝ Berossus’un tĂťfan Ăśncesine ait verdiĂ°i on kiĂžilik krallar listesindeki son isim, tĂťfanĂ˝n kahramanĂ˝ olan ve Sippar’da yaĂžayan Xisouthros’tur. Bir gemi yapma emri alan Xisouthros erzakla birlikte gemiye ailesini, samimi dostlarĂ˝nĂ˝, kuĂžlarĂ˝ ve dĂśrt ayaklĂ˝larĂ˝ alĂ˝r. YaĂ°mur dindiĂ°inde kuĂžlarĂ˝ gĂśnderir, kuĂžlar geri dĂśner; birkaç gĂźn sonra tekrar bĂ˝rakĂ˝r, ayaklarĂ˝ çamurlu olarak dĂśnerler; ßçßncĂź-

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

319


TÛFAN

sünde artýk dönmezler. Gemi karaya oturmuþtur. Xisouthros ailesiyle birlikte gemiden çýkar ve bir þükür kurbaný takdim eder, daha sonra da diðerleri çýkarlar (NDB, s. 179; IDB, II, 282). Bâbilliler’e ait en tam sayýlan tûfan hikâyesi Gýlgamýþ destanýnda bulunur. Destanla ilgili eldeki metin Asurbanipal (669626) Kütüphanesi’nden gelmektedir ve çok eski orijinal metinlerin kopyasýdýr. Destan on iki tablete yazýlmýþtýr, tûfan on birinci tablettedir: Uruk þehrinin kralý Gýlgamýþ, dostu Engidu’nun ölümü üzerine onu tekrar hayata döndürmek amacýyla tûfandan kurtulup ölümsüzlüðe eren Ut-napiþtim’i (Uta-napiþtim, Sumerce’si Ziusudra) bulup kendisinden ölümsüzlüðün sýrrýný öðrenmek ister. Ut-napiþtim ona tûfan olayýný anlatýr. Ut-napiþtim, Fýrat kenarýndaki Þuruppak þehrinin kralýdýr. Ýnsanoðlunun aþýrý gürültüsünden rahatsýz olan ilâhlar insan neslini tûfanla yok etmek isterler; fakat Tanrý Ea, Ut-napiþtim’i haberdar eder ve ailesiyle birlikte belli sayýda hayvaný kurtarmak için bir gemi yapmasýný söyler. Geminin eni boyuna eþit olacaktýr. Hemen iþe koyulurlar ve beþinci günün sonunda geminin 3600 m²’lik omurgasý kurulur. Geminin bordasý 60, dýþ yüzeyi ise 240 m²’dir. Alt ve üst güverteleri yedi, ambarý dokuz bölmeye ayrýlmýþtýr. Yedinci günde geminin yapýmý tamamlanýr. Ut-napiþtim gümüþünü, altýnýný, ailesini, kýrlarýn evcil ve yabani hayvanlarýnýn hepsini gemiye alýr. Tûfan sel gibi yaðan bir yaðmurla baþlar ve bu yaðmur altý gün, yedi gece sürer; âdeta göklerin vanalarý açýlýr, yerin bentleri yýkýlýr, sonunda her yeri su kaplar. Yedinci gün fýrtýna diner ve gemi Nissir daðýna oturur. Ayný gün Ut-napiþtim bir güvercin, sonra bir kýrlangýç gönderir, fakat kuþlar geri döner. Nihayet bir karga gönderir, karga geri dönmez. Bunun üzerine Ut-napiþtim, Nissir daðý üzerindeki gemiden iner ve ilâhlara kurban sunar. Ýnsan neslinin yok olmadýðýný gören ilâh En-lil öfkelenir, fakat Utnapiþtim’e tûfaný haber veren Ea, bütün insanlýðý helâk etme kararý sebebiyle Enlil’i eleþtirerek suçlu kim ise onu cezalandýrmasýný ve günahýn cezasýný da sadece iþleyenlerin çekmesi gerektiðini söyler. Bunun üzerine En-lil, Ut-napiþtim ve eþinin ölümsüz olmasýna ve nehirlerin buluþtuðu yerde yaþamalarýna karar verir. Çok sonralarý Gýlgamýþ ölümsüzlüðü ararken Ut-napiþtim’i orada ziyaret eder ve kendisinden tûfan hadisesini öðrenir (NDB, s. 179; Bottero, s. 188-202; IDB, II, 280281; ERE, IV, 550-554). Arkeolojik araþtýr320

malar Sumer ve Akkad’ýn korkunç sel felâketlerine mâruz kaldýðýný göstermektedir. Bu su baskýnlarýndan biri Kiþ’te meydana gelmiþ, ortalama 30-40 cm. kalýnlýðýnda bir çamur kütlesi þehrin medeniyetini oluþturan her þeyi kaplamýþtýr. Benzer bir su baskýný milâttan önce IV. binyýlýn sonuna doðru Jemdet Nasr þehrinde yaþanmýþtý; ayný dönemde Þuruppak’ta da tûfan izlerine rastlanmaktadýr. Ancak Ur þehrini kuþatan tûfanýn izleri daha belirgindir. Nitekim Woolley, 1927-1929 arasýnda Ur’da yaptýðý araþtýrmalarda 2,5 m. kalýnlýðýnda bir çamur tabakasý bulmuþtur. Bu tabakanýn oluþumu, su ile getirildiðini gösteriyordu ve çamur tabakasýnýn altýnda eski bir medeniyetin mevcudiyeti görülmekteydi (NDB, s. 179; IDB, II, 283). Yahudilik’te tûfan hadisesiyle alâkalý bilgiler Tevrat’a dayanmaktadýr (Tekvîn, 6/ 5-9/17). Tûfanla ilgili Tevrat metninin bir kýsmý (Tekvîn, 6/5-8, 7/1-5, 7, 8-9, 10, 12, 16b, 17b, 22-23; 8/2b, 3a, 6-12, 13b, 20-22) Yahvist, bir kýsmý ise (6/9-22, 7/6, 11, 1316a, 17a, 18-21, 24; 8/1-2a, 3b-5, 13a, 14-19; 9/1-17) Ruhban kaynaðýna aittir. Tevrat’taki tûfan kýssasýna göre Yahve yeryüzünde insanlarýn kötü olduðunu ve içlerinden devamlý kötü düþünceler geçirdiklerini görür. Ýnsanlarý yarattýðýna piþman olarak, “Yarattýðým insanlarý, hayvanlarý, sürüngenleri ve gökteki kuþlarý yeryüzünden sileceðim, çünkü onlarý yarattýðýma piþmaným” der. Göklerin altýnda soluk alan bütün canlýlarý yok etmek için üzerlerine su tûfanýný göndereceðini, her canlýnýn öleceðini, sadece Nûh ve ailesinin kurtulacaðýný bildirerek (Tekvîn, 6/5-13, 17; 7/4) Nûh’tan verilen ölçülere göre gofer (servi) aðacýndan bir gemi yapmasýný (Tekvîn, 6/1416), kendisinin ve eþinin, eþleriyle birlikte oðullarýnýn gemiye binmelerini, ayrýca her canlý türünden bir erkekle bir diþiyi gemiye almasýný bildirir. “Her türdeki kuþtan, her türdeki çiftlik hayvanýndan, her türdeki sürüngenden biri erkek, biri diþi olmak üzere ikiþer tanesi sað kalmak için sana gelecekler. Yanýna hem kendin hem de onlar için yenilebilecek ne varsa al, ileride yemek üzere depola” der ve Nûh kendisine emredilen þeyi yapar (Tekvîn, 6/1820; 7/2-9,13-16). Diðer taraftan yine Tevrat’ta temiz sayýlan hayvanlardan erkek ve diþi olmak üzere yediþer çift, temiz olmayan hayvanlardan erkek ve diþi olmak üzere ikiþer çift, kuþlardan yediþer çift almasýný ister (Tekvîn, 7/2-3). Yahudi kaynaklarý temiz hayvanlardan yediþer çift alýnmasýný karaya çýktýktan sonra kurban edilmeleri amacýyla açýklar. Hayvanlar Nûh’a ken-

di istekleriyle gelmiþler ve Nûh da onlarý gemiye almýþtýr. Geminin uzunluðu 300 arþýn, geniþliði 5O arþýn ve yüksekliði 30 arþýn olacaktýr. Geminin içi ve dýþý ziftle sývanacak ve bölmelere ayrýlacaktýr. Gemide boyu yukarýya doðru bir arþýný bulan bir pencere yapýlacak, geminin kapýsý yan tarafa konulacak, ayrýca alt, orta ve üst güverteler olacaktýr (Tekvîn, 6/14-16). Yahvist metne göre Tanrý Hz. Nûh’a, “Sen bütün evindekilerle gemiye gir; çünkü seni önümde bu nesil içinde salih gördüm. Yedi gün sonra yeryüzünde kýrk gün kýrk gece yaðmur yaðdýracaðým, yarattýðým bütün varlýklarý yeryüzünden sileceðim” der (Tekvîn, 7/1-4). Nûh ve oðullarý Sâm, Hâm, Yâfes, Nûh’un karýsý ve oðullarýnýn karýlarý olmak üzere toplam sekiz kiþi gemiye girerler. Yahve’nin emrettiðine göre temiz olanlardan yediþer ve temiz olmayan hayvanlardan ikiþer ve kuþlardan ve toprak üzerinde sürünenlerin hepsinden erkek ve diþi olarak ikiþer ikiþer gemiye girerler (Tekvîn, 7/7-9). Yedi günün sonunda büyük enginin bütün kaynaklarý fýþkýrýr, göklerin kapaklarý açýlýr, tûfan sularý yeryüzüne iner, kýrk gün kýrk gece yaðmur yaðar. Yahve geminin kapýsýný kapar, sular yükselir ve daðlarý 15 arþýn aþar; yeryüzünde olanlarýn hepsini, insanlardan dört ayaklýlara, sürüngenlere ve kuþlara kadar bütün varlýklarý yok eder; sadece ailesinden yedi kiþi ile Nûh ve gemide bulunanlar kalýr (Tekvîn, 7/10, 12, 16b, 22-23). Tûfan sýrasýnda Nûh 600 yaþýndadýr. Nûh’un hayatýnýn 600. yýlýnda ikinci ayda ayýn on yedinci gününde tûfan baþlar, kýrk gün kýrk gece yaðmur yaðar ve 150 gün boyunca süren yaðmurun sularý yeryüzünü kaplar. Nihayet Tanrý, Nûh’la beraber gemide bulunan bütün vahþi ve evcil hayvanlarý hatýrlar, yeryüzünde bir rüzgâr estirir ve sular alçalýr. Enginin kaynaklarý ve göklerin pencereleri kapanýr, yaðmur kesilir. 150 gün sonra sular azalýr ve gemi yedinci ayda ayýn on yedinci gününde Ararat daðlarý üzerine oturur (Tekvîn, 8/1-4). Sular onuncu aya kadar gittikçe azalýr. Onuncu ayda ayýn birinci gününde daðlarýn baþlarý görünür. Yaðmurun baþlamasýndan daðlarýn zirvelerinin tekrar görünmesine kadar geçen süre on aydýr. Bundan kýrk gün sonra da Nûh geminin penceresini açar (Tekvîn, 8/5-6) ve önce kuzgunu, sonra güvercini gönderir. Güvercin geri gelir. Yedi gün sonra güvercini tekrar gönderir ve o aðzýnda yeni koparýlmýþ zeytin yapraðýyla geri gelir. Yedi gün daha bekler ve güvercini tekrar gönderir, bu defa güvercin geri dönmez. Nûh geminin

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛFAN

örtüsünü kaldýrýp bakar ve topraðýn kuruduðunu görür. Bu, ikinci ayýn on yedinci günü 27 Ekim’e, yani güneþ takvimine göre tûfanýn baþlangýcýndan tam bir yýl sonrasýna rastlamaktadýr. Yahudi âlimi Raþi’ye göre tûfan sýrasýnda dünya tam 365 gün boyunca üzerinde hiçbir canlý barýndýrmamýþtýr. Tanrý’nýn emri üzerine Nûh ve ailesiyle gemidekiler karaya çýkarlar; Nûh bir sunak yapar, Yahve’ye temiz hayvan ve kuþlardan takdimeler sunar. Tanrý da Nûh ve oðullarýný kutsar, bütün canlýlarý bir daha yok etmeyeceðini, yeryüzünü yok eden tûfanýn bir daha olmayacaðýný bildirir (Tekvîn, 8/6-22; 9/1-17). Gemiye giren hayvanlarla ilgili her iki metindeki bilgiler arasýnda farklýlýk vardýr. Yahvist metinde, “Kendine her temiz hayvandan erkek ve diþi olarak yediþer ve temiz olmayan hayvanlardan erkek ve onun diþisi olarak ikiþer, göklerin kuþlarýndan da erkek ve diþi olarak yediþer alacaksýn” denilirken (Tekvîn, 7/2-3) Ruhban metninde, “Her türdeki kuþtan, her türdeki çiftlik hayvanýndan ve her türdeki sürüngenden erkek ve diþi olmak üzere iki hayvan gemiye getireceksin” denilmektedir (Tekvîn, 6/19-20). Ruhban metninde tûfan bir yýl, Yahvist metinde ise kýrk gün sürmüþtür (Tekvîn, 7/4, 12, 17; 8/6). Yahvist metne göre tûfan yaðmurla meydana gelmiþtir (Tekvîn, 7/4), Ruhban metnine göre ise enginlerin kaynaklarý fýþkýrmýþ ve göklerin kapaklarý açýlmýþ, böylece tûfan olmuþtur (Tekvîn, 7/11; 8/2). Ýnciller’de tûfanla ilgili Tevrat’ta anlatýlanlara atýf vardýr, dolayýsýyla hýristiyanlar Tevrat’ta nakledilenleri kabul etmektedir. Ahd-i Atîk’te gemide Nûh ile birlikte yedi kiþinin bulunduðu bildirilmektedir (I. Petrus, 3/20-21). Tûfan kelimesi Kur’ân-ý Kerîm’de iki yerde geçmekte, birinde Firavun ve Mýsýr halkýna (el-A‘râf 7/133), diðerinde Nûh kavmine (el-Ankebût 29/14) gelen su felâketi bahis konusu edilmektedir. Kur’an’da Hz. Nûh’un teblið faaliyeti ve kavmini Allah’a kulluða daveti, kavminin onu dinlemeyip inkârda ýsrar etmesi üzerine ceza olarak tûfan musibetinin geldiði bildirilmekte, tûfanýn cereyan ediþ tarzý ile Nûh’un ilâhî emre uyup gemi yapmasý ve kendisine inananlarla birlikte tûfandan kurtulmasý, inanmayanlarýn boðulmasý anlatýlmakta, geminin þekli ve ölçüleri, gemiye binenlerin türü ve sayýlarý, tûfanýn süresi gibi konularda bilgi yer almamaktadýr. Nûh kýssasý A‘râf, Yûnus, Þuarâ ve Nûh sûrelerinde de geçmekle birlikte en ayrýntýlý biçimde Hûd sûresinde nakledilmektedir. Kur’ân-ý Kerîm’de bildirildiðine göre Nûh

tûfanýnýn muhatabý Nûh kavminin inanmayanlarýdýr ve tûfan onlarý cezalandýrmak için gönderilmiþtir. Nûh’un davetini duymayanlarýn cezalandýrýlmasý ilâhî adaletle baðdaþmaz, dolayýsýyla Nûh tûfanýnýn yalnýz Nûh kavminin yaþadýðý bölgeye has olmasý gerekir. Hz. Nûh’un peygamber gönderildiði kavim, putperestti. Nûh onlarý bir olan Allah’a kulluða davet ettiði, putlarý býrakýp Allah’a dönmeleri için çok uðraþtýðý halde onlar putlara tapmaktan vazgeçmedikleri gibi, “Sakýn ilâhlarýnýzý býrakmayýn; hele Ved’den, Süvâ‘dan, Yegus’tan, Yeûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin” diyerek (Nûh 71/23) insanlarý Nûh’un davetinden uzaklaþtýrmýþlardý. Hz. Nûh, kavmini Allah’tan baþkasýna tapmama konusunda uyarmýþ, aksi takdirde baþlarýna gelecek azabý kendilerine haber vermiþ (Nûh 71/1-4), uzun mücadeleler sonunda kavminin putperestlikten vazgeçmediðini görünce inanmayanlarý cezalandýrmasý için Allah’a dua etmiþ (eþ-Þuarâ 26/118-119; Nûh 71/1-28), Allah da onun duasýný kabul etmiþ ve inkârcý kavminin tûfanla helâk edileceðini, kendisinin ve inananlarýn kurtulacaðýný bildirerek bir gemi yapmasýný istemiþtir (Hûd 11/36-39). Kur’an’da bu gemiyle ilgili olarak sadece tahtalardan yapýldýðý ve çivilerle çakýldýðý bilgisi yer almakta (el-Kamer 54/13), geminin diðer nitelikleri hakkýnda bilgi verilmemektedir. “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarýnca gemiyi yap” emri gelince (Hûd 11/37) rivayete göre Hz. Nûh tahtayý nereden bulacaðýný sorar, ona aðaç dikmesi emredilir ve o da Hint meþesi denilen aðaçlarý diker. Kýrk yýl sonra bu aðaçlarý keserek gemiyi yapar. Ona geminin nasýl yapýlacaðýný Cebrâil öðretir. Geminin baþý horozun baþý, gövdesi kuþ gövdesi, arka kýsmý horozun kuyruðunu andýrmaktadýr. Ýki yanýnda kapýlar vardýr ve üç kattýr. Uzunluðu 660, geniþliði 330, yüksekliði 33 zirâdýr. Geminin ölçüleriyle ilgili olarak 80 × 50 × 30 zirâ rivayeti de vardýr (Sa‘lebî, s. 55; Fîrûzâbâdî, VI, 29). Bu konudaki baþka bir rivayete göre ise havâriler Hz. Îsâ’ya gelerek tûfan hakkýnda bilgi verecek birini diriltmesini isterler. Hz. Îsâ da Nûh’un oðlu Sâm’ý diriltir, o da gemi ve tûfanla ilgili bilgiler verir (Sa‘lebî, s. 59; ÝA, IX, 345). Gemi yapýlýrken kavmi Nûh ile alay etmiþ, gemiyi tamamlayýnca Nûh’a canlýlarýn her birinden birer çift ile “haklarýnda hüküm verilmiþ olanlar dýþýnda” ailesini ve iman edenleri gemiye bindirmesi emredilmiþtir (Hûd 11/40). Tevrat’ta Nûh’un üç oðlunun eþleriyle birlikte gemiye bindiði belirtilirken Kur’an’da daha önce haklarýnda hüküm verilmiþ olanlar dýþýnda ka-

lan ailesi söz konusu edilmekte, Nûh’a inanmayan karýsý ile (et-Tahrîm 66/10) oðlunun (Hûd 11/43) gemiye binmedikleri ve boðulduklarý belirtilmektedir. Gemiye alýnan hayvanlara gelince, Tevrat’takinin aksine Kur’an’da birer çift alýndýðý kaydedilmektedir. Bu hayvanlarýn yeryüzündeki bütün canlý türlerinden deðil, Nûh’un sahip olduðu evcil hayvanlardan damýzlýk olarak alýnmýþ olmasýnýn daha mâkul görüldüðü ifade edilmektedir (Muhammed Esed, s. 432; Sarýkçýoðlu, IX/1-4 [1996], s. 200). Kýsas-ý enbiyâ kitaplarýnda gemiye alýnan hayvanlarla ilgili rivayetler vardýr. Nûh gemiye önce karýncalarý, en sonda merkebi alýr. Merkep aðýr aðýr girer, çünkü Ýblîs onu kuyruðundan çekmektedir. Sabýrsýzlanan Nûh, “Þeytanla beraber olsan da yine gir” diye baðýrýnca þeytan da gemiye girer. Filin kuyruðundan domuz, aslandan da kedi dünyaya gelir. Aslanýn yanýnda öküz, kurdun yanýnda keçi, yýrtýcý kuþlarýn yanýnda güvercinin yaþayabilmesi için Allah onlarýn yýrtýcýlýk güdülerini köreltir. Hz. Nûh evcil hayvanlarý ve yýrtýcý kuþlarý birinci kata, vahþi hayvanlarý orta kata koyar, kendisi ve inananlar da üst kata yerleþir. Kýssaya göre gemideki insanlarýn sayýsý yedi ile seksen arasýnda deðiþmektedir. Kabil’in zürriyeti boðulur. Nûh gemiye Âdem’in naaþýný da alýr. Gemidekilerin nefislerine hâkim olmalarý gerekmektedir ve bu emri unutan Hâm’ýn derisi siyahlaþýr. Harem-i þerif ve Kudüs’teki kutsal mekânlar tûfandan etkilenmez. Kâbe tûfan sýrasýnda göðe kaldýrýlýr (Sa‘lebî, s. 56-57; ÝA, IX, 345). Daha sonra göðün kapýlarý açýlmýþ, yerin kaynaklarý fýþkýrmýþ, göðün ve yerin sularý birleþmiþ, gemi azgýn sularýn üzerinde yüzerken Nûh ve beraberindekiler kurtulmuþ, Nûh’un eþi ve bir oðlu dahil inanmayanlar boðulmuþtur (Hûd 11/4047; el-Mü’minûn 23/26-29; el-Furkan 25/ 37; el-Kamer 54/9-17). Kýrk gün, kýrk gece gök suyunu boþaltmýþ, yer suyunu fýþkýrtmýþ, daha sonra gemi yüzmeye baþlamýþ ve altý ay su üzerinde kalmýþtýr (Sa‘lebî, s. 58). “Ey yer suyunu yut, ey gök suyunu tut” denilmek suretiyle tûfan sona erince gemi Cûdî’ye oturmuþ (Hûd 11/44), ve Nûh’a, “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte olanlara bizden selâm ve bereketle gemiden in” denilmiþtir (Hûd 11/48). Kur’an’da geminin oturduðu bildirilen Cûdî’nin hangi dað olduðu konusunda âlimler arasýnda farklý görüþler vardýr (a.g.e., s. 58; bk. CÛDÎ DAÐI); bunun bir daðýn özel adý olmayýp “bereketli topraklar” anlamýna geldiði ve Nûh ile beraberindekilerin tûfan sonrasý bereketli topraklara indirildikleri de ifade edilmektedir (Sarýkçýoðlu, IX/1-4

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

321


TÛFAN [1996], s. 203). Ýslâmî kaynaklarda yer alan rivayetlere göre tûfan Ab ayýnýn 13’ünde ve Hz. Nûh 600 yaþýnda iken baþlamýþ, 10 Receb’de Nûh ve beraberindekiler gemiye binmiþ, altý ay gemide kalmýþ ve 10 Muharrem’de gemiden çýkmýþtýr. Gemiden inen Nûh ve beraberindekiler Cezîre diyarýnda Sûk Semânin adý verilen bir köy kurmuþtur (Sa‘lebî, s. 60).

Tevrat’ýn Sumer ve Bâbil rivayetlerinin etkisini taþýyan, Nûh tûfanýnýn bütün dünyayý kapladýðý þeklindeki ifadesi tartýþmalara yol açmýþ, bu yüzden de Nûh tûfanýnýn evrenselliðine veya mahallî oluþuna dair çeþitli görüþler ileri sürülmüþtür. Nûh tûfanýnýn evrenselliðini savunanlarýn en önemli delili tûfan rivayetlerinin neredeyse bütün dünyayý kaplayacak þekilde yaygýn oluþudur. Nitekim Tevrat’a göre tûfan bütün yeryüzünü kaplayan, Nûh ve ailesi dýþýnda bütün insanlýðý yok eden su felâketidir. Tûfan bütün yeryüzünü kaplayýnca daðlar sular altýnda kalmýþ, sular en yüksek daðlarý on beþ arþýn aþmýþtýr (Tekvîn, 6/5-8, 13, 17; 7/4). Sadece Nûh ile ona inananlarýn kurtulduðu ve diðer bütün canlýlarýn öldüðü, Nûh’un insanlýðýn ikinci atasý sayýldýðý inancý nazarý dikkate alýnýrsa hemen hemen bütün dünyada yaygýn olan tûfan rivayetlerinin menþeinin bir olduðu ve oradan bütün dünyaya yayýldýðý düþünülebilir. Fakat çeþitli kültürlerde mevcut tûfan rivayetlerinin birçoðu Kitâb-ý Mukaddes ve Kur’an’daki tûfan kýssasýndan farklýlýk taþýmaktadýr. Bu rivayetlerden bazýlarýnda tûfan dünya çapýnda deðil mahallîdir ve çok defa olayýn kahramanlarý kendilerini tanrýlarýn yardýmý olmadan gemiyle veya daðlara týrmanarak kurtarmakta, tûfan da birkaç günden birkaç yýla kadar sürmektedir (IDB, II, 280). Diðer taraftan eski çaðlarda yaþayan insanlar dünya denilince sadece kendi bulunduklarý ülkeyi ya da bilebildikleri yerleri anlýyorlardý. Meselâ Kral Sargon tarafýndan yaptýrýlan haritada sadece Mezopotamya ve çevresi gösterilmiþ, bu yüzden de Mezopotamya’da meydana gelen tûfanýn dünya çapýnda olduðu sanýlmýþtýr. Mezopotamyalýlar’a göre evren yalnýz kendi yaþadýklarý yerlerden ibaretti. Onlar baþka kýtalarýn, ülkelerin varlýðýndan haberdar deðildi. Bu sebeple karþýlaþtýklarý bir âfeti evrensel diye nitelendirmelerini tabii karþýlamak gerekir. Tevrat’ýn verdiði bilgilerden hareketle ortaya çýkarýlan kronolojik tabloya göre Hz. Ýbrâhim, Nûh tûfanýndan 292 yýl sonra doðmuþtur (NDB, s. 134); bu da tûfanýn milâttan önce XXII veya XXI. yüzyýllarda vuku bulduðunu göste322

rir. Öte yandan yahudilerin kullandýðý takvime göre 2010 yýlý 5771’e tekabül etmektedir ve Nûh tûfaný günümüzden 4115 yýl önce meydana gelmiþtir. Halbuki o dönemde yeryüzünde birçok medeniyet vardý, bu medeniyetler tûfan sonrasýnda da yaþamýþtýr. Ayrýca Kur’ân-ý Kerîm’e göre Hz. Nûh kendi kavmine peygamber olarak gönderilmiþ (eþ-Þuarâ 26/106) ve tûfan Nûh’un kavminden iman etmeyenleri cezalandýrmak için gelmiþtir (el-A‘râf 7/59-64; Hûd 11/25-49; el-Furkan 25/37; eþ-Þuarâ 26/ 105-122; el-Kamer 54/9-16); dolayýsýyla bir kavmin inanmayanlarý için gelen bir felâketi bütün dünyaya teþmil edip bazý inançsýzlar sebebiyle canlýlarý yok etmek ilâhî adaletle baðdaþmamaktadýr. Ýnsanlýk için gönderilen tek peygamber Hz. Muhammed’dir. Bu gerekçelerden hareketle genellikle tûfanýn sadece Nûh’un yaþadýðý bölgeye özgü olduðu ve gemiye alýnan hayvanlarýn da Nûh’un kendi çiftliðindeki evcil hayvanlar olduðu görüþü benimsenmektedir (Köksoy, s. 107; Ateþ, XVI, 274; Sarýkçýoðlu, IX/1-4 [1996], s. 199). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ali b. Hamza el-Kisâî, Æý½a½ü’l-enbiyâß (nþr. I. Eisenberg), Leiden 1922, s. 85-99; Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), I, 179-193; a.mlf., Câmi £u’l-beyân, XXIX, 90-102; Sa‘lebî, £Arâßisü’l-mecâlis, Kahire 1954, s. 54-60; Fîrûzâbâdî, Be½âßirü ×evi’t-temyîz (nþr. Abdülalîm et-Tahâvî), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), VI, 26-30; E. Mangenot, “Deluge”, DB, II/2, s. 1343-1358; H. Cazelles, “Deluge”, Catholicisme, III, 572-573; Behçet Necatigil, 100 Soruda Mitologya, Ýstanbul 1978, s. 64; NDB, s. 134, 177-181; H. Limet, “Déluge (religions mésopotamiennes)”, Dictionnaire des religions, Paris 1984, I, 450-451; M. Delahoutre, “Déluge (dans l’hindouisme)”, a.e., I, 453; M. Eliade, Histoire des croyances et des idées religieuses, Paris 1984, I, 74-75; a.mlf., “Deluge (Mythes du)”, EUn., V, 405-406; Bilal Aksoy, Çaðdaþ Bilimlerin Iþýðýnda Nuh’un Gemisi ve Tufan, Ankara 1987; S. N. Kramer, Tarih Sümer’de Baþlar (trc. Muazzez Ýlmiye Çýð), Ankara 1990, s. 128-132; Muhammed Esed, Kur’an Mesajý (trc. Cahit Koytak – Ahmet Ertürk), Ýstanbul 2001, s. 432; Mümin Köksoy, Yerbilimlerinin Katkýsýyla Nuh Tufaný ve Sümerlerin Kökeni, Ankara 2003; J. Bottero, Gýlgamýþ Destaný (trc. Orhan Suda), Ýstanbul 2006, s. 188202; Süleyman Ateþ, Kur’ân Ansiklopedisi, Ýstanbul, ts. (Kur’ân Araþtýrmalarý Müessesesi), XVI, 259-288; A. Hilmi Ömer [Budda], “Sümer Dininin Bâbil, Ýbrâni, Ýslâm Dinleri Üzerinde Yaptýðý Tesirler, Tufan Hikayesi, Ýbrâni ve Ýslâm Dinlerinde”, DÝFM, V/23 (1932), s. 53-64; V/24 (1932), s. 33-45; Ekrem Sarýkçýoðlu, “Kur’an ve Arkeoloji Iþýðýnda Hz. Nuh ve Tufan Olayýna Yeni Bir Yaklaþým”, Ýslâmî Araþtýrmalar, IX/1-4, Ankara 1996, s. 197-203; J. H. Marks, “Flood (Genesis)”, IDB, II, 278-284; B. Heller, “Nûh”, ÝA, IX, 344-346; a.mlf., “Nuh”, EI 2 (Fr.), VIII, 111-112; F. H. Woods, “Deluge”, ERE, IV, 545-557; J. Rudhardt, “Flood”, ER, V, 3130-3133.

ÿ Ömer Faruk Harman

™ TÜRK EDEBÝYATI. Eski çaðlardan beri efsaneler ve dinlerin konularý arasýnda yer alan tûfan hadisesi pek çok sanat alanýný etkilemiþ, bilhassa tezyinî sanatlarla destanlarýn baþlýca konularý arasýnda yer almýþtýr. Ýlkçað duvar ve tablet resimlerinden itibaren hýristiyan ikonlarýnda ve Ýslâm minyatürleriyle halk resimlerinde tûfan ve Nûh’un gemisi tasvirlerine sýkça rastlanmaktadýr. Tûfan sözlü gelenekte de güçlü bir yer edinmiþ, en eski masallar ve destanlardan itibaren edebî eserlerde anlatýlan motiflerden biri haline gelmiþtir. Nitekim Nûh peygamber yerine Ut-napiþtim’un yer aldýðý bir tûfan hikâyesi Gýlgamýþ destanýnda etraflýca anlatýlmaktadýr (Gýlgamýþ Destaný, s. 61-66; Kramer, s. 128-132; Bottero, s. 188-202). Ortadoðu destanlarýnda (Mutlu, s. 105) ve Aðrý daðý çevresinde geliþen efsanelerde de (Püsküllüoðlu, s. 50-57) tûfan motifi sýk görülür. Firdevsî Þâhnâme’de, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Me¦nevî’de tûfan hadisesine göndermede bulunmuþtur. Ýslâmî edebiyatlarda tûfan, Kur’an’da anlatýlan þekliyle ve daha ziyade felsefî düþünceleri açýklamak yahut didaktik hikmetleri ortaya koymak amacýyla zikredilir. Nûh peygamberin kavmini doðru yola çaðýrmasý, onlarý defalarca uyarmasý, nihayet kavminin bir tûfanda yok edilmesi þairlere kendi zamanlarýndaki birtakým uygulamalar hakkýnda teþbih imkâný vermiþtir (“Eyyâm-ý inbisât iledir lezzet-i hayât / Tûfân-ý gamda âdeme lâzým mý ömr-i Nûh”: Hayatýn tadý rahatlýk günlerinde çý-

kar. Belâ tûfaný içindeyken insana Nûh ömrü lâzým deðildir – Esad). Tûfan hadisesinin genelde gam ve kederle aynîleþtirilerek ele alýndýðý divan edebiyatýnda þairlerin çoðu tûfandan bahsederken denizcilik terimleri kullanarak tenasüp sanatý ortaya koyarlar (“Hücûm-ý gamda bana aný etti zevrak-ý mey / Kim etmedi aný tûfan olanda keþti-i Nûh”: Keder hücum ettiðin-

de içki gemisiyle yüzmenin verdiði zevki, tûfanda Nûh’un gemisi ona vermemiþtir – Fuzûlî). Tûfan felekten þikâyet için de elveriþli bulunmuþtur. Ancak bazý þairlerin yakalandýklarý gam tûfanýný hiçe saydýklarý (“Tûfan ise dünyâ gamý biz keþti-i Nûh’uz”: Eðer dünya dertleri tûfan ise biz Nûh’un gemisiyiz – Rûhî), bazýlarýnýn da gamdan kurtulmak adýna Allah’ýn yardýmýna sýðýndýklarý görülür (“Nâhudâ eylemese Nûh’u bu keþtîye Hudâ / Mevc-i tûfâna ne yelken dayanýr ne seren”: Allah Nûh’a tûfandan

gemiyle kurtulacaðýný söylemeseydi, tûfan dalgalarýna ne direk ne yelken dayanýrdý – Ýzzet Molla). Divan þairleri gam ha-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUFEYL b. AMR

li dýþýnda da tûfan hadisesinden geniþ ölçüde yararlanmýþlar, bazan dünyadaki iyikötü, ferahlýk-darlýk, güzel-çirkin vb. zýtlýklarý ifade etmek üzere (“Belâ tûfanýna sabr eyleyen mânend-i Nûh âhir / Çýkar deryâ-yý gamdan bir kenâra rûzigâr ile”:

Belâ tûfanlarýna Nûh gibi sabýr gösteren sonunda uygun bir rüzgârla gam denizinden kenara çýkar – Lâedrî), bazan da bir atasözünü hatýrlatmak için tûfaný anmýþlardýr (“Mâhî-i deryâ eder mi mevc-i tûfândan hazer”: Balýklar tûfan dalgalarýndan çekinir mi? – Nev‘î). Hatta tûfandan bir aþk anlatýmý çýkaranlar bile olmuþtur (“Nûh-ý nâcî garktan rehyâb oluptur aþk ile / Keþti-i aþka giren âzâde-i tûfân olur”: Nûh tû-

fandan aþký, baðlýlýðý sebebiyle kurtulmuþtur: Aþk gemisine giren boðulmaktan kurtulur – Lâedrî).

Tasavvuf edebiyatýnda tûfan anlatýlýrken divan þiirinden daha geniþ bir mecazlar ve semboller diline yer verilir. Allah’ýn kudreti, celâl ve cemal sýfatlarý, insan hayatýnýn evreleri, kulun aczi, mûcizelerin tecellisi gibi sebepler göstererek tûfan hadisesinden sýkça bahsedenlerin baþýnda Yûnus Emre gelir: “Hem ilkim hem son / Nûh’a tûfaný verenim / Nûh oldum tûfan için / Çok dürüþtüm [uðraþtým] dîn için”. Sûfiyâne þiirlerden devriyelerde tûfan insanlýðýn geliþim aþamalarýndan biri kabul edilmiþ ve þairler daha ziyade tûfanýn sýkýntýsýný Nûh ile birlikte çektiklerini ima etmiþlerdir (Yûnus ile balýk beni / Çekti deme yuttu beni / Zekeriyyâ ile kaçtým / Nûh ile tûfanda idim – Yûnus Emre; Âdem’in sulbünden Þît olup geldim / Nûh-ý nebî olup tûfana girdim [Þîrî]). Türk saz þiirinde tûfan genellikle ibret dolu bir sahne þeklinde anýlýr ve didaktik mesajlar için kullanýlýr (Nûh’un gemisine bühtan edenler / Yelken açýp yel kadrini ne bilir – Karacaoðlan). Tûfan modern Türk þiirinde de önemli bir mecaz olarak görülmüþ ve sýkça iþlenmiþtir. Ziya Gökalp’in Çanakkale zaferini anlattýðý “Köy” baþlýklý þiiri (Bir tûfandan himmetiyle Nûh’unun / Çanakkale mûcizesi parlatýr); Cahit Sýtký Tarancý’nýn “Ýnsanoðlu” adýný taþýyan modern devriye sayýlabilecek kýsa þiiri (Âdem’le Havvâ’dan geldiðim doðru / Vurulmuþum bir kere elma dalýna / Hâlâ aklýmda o tûfan yaðmuru / Þükür çýktýðýma Nûh’un salýna); Faruk Nafiz Çamlýbel ile Arif Nihat Asya’nýn Nûh kýssasýný ve tûfaný tarihsel açýdan ele aldýklarý “Nûh’un Gemisi” baþlýklý þiirleri bunlar arasýnda sayýlabilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Gýlgamýþ Destaný (trc. Teoman Duralý), Ýstanbul, ts. (Çantay Kitabevi), s. 61-66; F. Nafiz Çam-

lýbel, Heyecan ve Sükûn, Ýstanbul 1959, s. 183184; Belkýs Mutlu, Efsanelerin Ýzinde Yakýn Doðudan Kuzey Avrupaya, Ankara 1968, s. 105; Ali Püsküllüoðlu, Efsaneler, Ankara 1971, s. 5057; Ziya Gökalp ve Külliyâtý I: Þiirler ve Halk Masallarý (haz. Fevziye Abdullah Tansel), Ankara 1977, s. 125; Behçet Necatigil, 100 Soruda Mitologya, Ýstanbul 1978, s. 64; S. N. Kramer, Tarih Sümer’de Baþlar (trc. Muazzez Ýlmiye Çýð), Ankara 1990, s. 128-132; J. Bottero, Gýlgamýþ Destaný (trc. Orhan Suda), Ýstanbul 2006, s. 188-202; Gencay Zavotçu, Divan Edebiyatý Kiþiler-Kiþilikler Sözlüðü, Ankara 2006, s. 385-387; Ýskender Pala, Müstesna Güzeller, Ýstanbul 2007, s. 212213; a.mlf., Ansiklopedik Divan Þiiri Sözlüðü, Ýstanbul 2007, s. 460; a.mlf., Dört Güzeller: Toprak, Su, Hava, Ateþ, Ýstanbul 2008, s. 90-92; Nimet Yýldýrým, Fars Mitolojisi Sözlüðü, Ýstanbul 2008, s. 554-558.

ÿÝskender Pala

TUFEYL b. AMR ( !4 B. 9À ‫) א‬

et-Tufeyl b. Amr b. Tarîf el-Ezdî ed-Devsî (ö. 12/633)

˜

Kabilesinin Ýslâm’a girmesine vesile olan sahâbî.

Yemenli Ezd kabilesinin Devs boyunun ileri gelenlerindendir. Müslüman olmadan önce cömertliði ve þairliðiyle tanýnýrdý. Bazý kaynaklara göre Amr b. Tarîf’in deðil Amr b. Humeme b. Râfi‘ ed-Devsî’nin oðludur (Ýbn Asâkir, XXV, 7-10; Ýbn Hacer, II, 225). Kendisinin Amr ve Hâris adlý iki oðlu vardýr. Ýslâmiyet’i kabul ettikten sonra “Zinnûr” lakabýný aldý. Hicretten önce müslümanlarýn muhasara altýnda bulunduklarý dönemde Ýslâm’a girmek için Yemen’den Mekke’ye geldi. Þehre ulaþtýðýnda Kureyþ’in ileri gelenleri kendisine Hz. Peygamber’i bir tefrikacý ve fitneci diye tanýttýlar ve sözlerini dinlememesini istediler. Bu telkin üzerine dikkatli davrandýðý, hatta Resûl-i Ekrem’i iþitmemek için kulaklarýna pamuk týkadýðý halde onu Kâbe’nin önünde namaz kýlarken gördü ve okuduklarýný duydu. Âyetlerden etkilenen Tufeyl kendisi de bir þair olduðu için insan sözü ile Tanrý kelâmýný birbirinden ayýrt edebilecek durumdaydý. “Söyledikleri güzelse kabul ederim, deðilse býrakýrým” diyerek Hz. Peygamber’le konuþmaya karar verdi. Kendisiyle tanýþtýktan sonra ona bazý þiirlerini okudu. Resûl-i Ekrem de ona Ýhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okuyarak kendisini Ýslâm’a davet etti. O zamana kadar böyle güzel bir söz duymadýðýný söyleyen Tufeyl Müslümanlýðý benimsedi. Mekke’de kýsa bir süre kaldýktan sonra memleketine döndü. Annesi, babasý, ka-

rýsý, oðlu ve bazý rivayetlere göre Ebû Hüreyre (a.g.e., a.y.) onun davetiyle Ýslâmiyet’i kabul etti. Ancak Devsliler Tufeyl’in davetine ilgi göstermediler. Tufeyl de kabilesini Hz. Peygamber’e þikâyet etmek üzere Mekke’ye gitti (Ýbn Sa‘d, IV, 239). Kendisini dinleyen Resûlullah, “Allahým, Devs’e hidayet eyle ve onlarý bize getir!” diye dua etti (Buhârî, “Megazî”, 75; Müsned, II, 243, 448, 502). Tufeyl’e de davete devam etmesini ve kabile mensuplarýna iyi davranmasýný tavsiye etti. Ayrýca Resûl-i Ekrem’in, Tufeyl’in davetini kolaylaþtýrmasý için, “Allahým, ona nur ver ve bir alâmet lutfet!” þeklinde dua ettiði, bunun üzerine alnýnda bir ýþýðýn peyda olduðu, Tufeyl onu alnýnda deðil kamçýsýnýn ucunda isteyince ýþýðýn kamçýya geçtiði rivayet edilmiþ, “Zinnûr” (ýþýk sahibi) lakabý da bu ýþýkla ilgili görülmüþtür (Ýbn Abdülber, II, 231-232). Tufeyl’in yýllar süren gayretleriyle Devsliler arasýnda Ýslâmiyet yayýldý. 7 (628) yýlýnda aralarýnda Ebû Hüreyre’nin de bulunduðu yaklaþýk seksen hânelik bir kafile Hz. Peygamber’i ziyaret etmek üzere Medine’ye geldi. Resûl-i Ekrem’in savaþ için Hayber’de bulunduðunu öðrenince oraya gittiler. Resûlullah kendilerini sevinçle karþýladý ve savaþýn sonuna yetiþmiþ olmalarýna raðmen Hayber ganimetlerinden onlara da pay verdi. Devsliler o günden itibaren savaþlarda “mebrûr” parolasýný kullanmýþlardýr (Ýbn Sa‘d, IV, 239). Hayber dönüþü kabilesinin bazý mensuplarýyla birlikte Medine’de Harretüddeccâc’a yerleþen Tufeyl (a.g.e., I, 353) Hz. Peygamber’in vefatýna kadar burada kaldý. Tufeyl, Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber tarafýndan Amr b. Humeme ed-Devsî'nin putu diye bilinen ve Devsliler’ce yapýlan Zülkeffeyn’i imha edip kabilesinin Tâif Gazvesi’ne katýlmasýný saðlamakla görevlendirildi. Ahþaptan olan söz konusu put yanarken Tufeyl þu þiiri söylüyordu: “Ey Zülkeffeyn! Ben sana hiç tapmadým. Dünyaya senden çok önce geldim. Bak kalbini nasýl ateþe verdim.” Bu olayýn ardýndan Devsliler topluca müslüman oldular (a.g.e., IV, 240). Tufeyl onlardan topladýðý 400 kiþilik kuvvetle Tâif’teki Ýslâm ordusuna katýldý. Yanlarýnda getirdikleri mancýnýk ve debbâbeler bu savaþta kullanýldý (a.g.e., II, 157). Tufeyl’in Yemâme Savaþý’na giderken gördüðü bir rüyayý bu savaþta kendisinin þehid olacaðýna, sahâbeden olan (Ýbnü’l-Esîr, IV, 243) oðlu Amr’ýn ise yaralanacaðýna ve daha sonra þehid olacaðýna yorduðu, nitekim kaynaklarda kendisinin Yemâme’de, Amr’ýn da Yermük Savaþý’nda þehid düþtüðü kaydedilmiþtir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

323


TUFEYL b. AMR BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

MĂźsned, II, 243, 448, 502; Ă?bnß’l-KelbĂŽ, Kitâbß’l-E½nâm (nĂžr. Ahmed M. Ubeyd), EbĂťzabĂŽ 1424/ 2003, s. 74; Ă?bn HiÞâm, es-SĂŽretß’n-nebĂŽ (nĂžr. M. Muhyiddin AbdĂźlhamĂŽd), Beyrut, ts. (Dârß’l-fikr), I, 407-411; Ă?bn Sa‘d, eš-ÂŞabaĹĄĂĽt, I, 353; II, 108, 157; IV, 237-240; TaberânĂŽ, el-MuÂŁcemß’l-kebĂŽr (nĂžr. HamdĂŽ AbdĂźlmecĂŽd es-SilefĂŽ), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-tĂźrâsi’l-ArabĂŽ), VIII, 325-327; Hâkim, el-MĂźstedrek, III, 290-291; IV, 86; Ă?bn AbdĂźlber, el-Ă?st룉b, II, 230-235; Ă?bn Asâkir, TârĂŽĂ…u DĂ˝maÞť (AmrĂŽ), XXV, 8-20; XLVI, 105-108; Ă?bnß’l-EsĂŽr, Ăœsdß’l-³übe, III, 78-81; IV, 243; ZehebĂŽ, AÂŁlâmß’nnĂźbelâĂ&#x;, I, 344-347; Ebß’l-Fidâ Ă?bn KesĂŽr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nĂžr. Abdullah b. AbdĂźlmuhsin et-TĂźrkĂŽ), CĂŽze 1417-18/1997, IV, 242-249; VII, 301-303; Ă?bn Hacer, el-Ă?½âbe, II, 225-226; Bedreddin el-AynĂŽ, ÂŁUmdetß’l-ĹĄĂĽrĂŽ, Kahire, ts. (Ă?dâretß’ttĂ˝bâati’l-mĂźnĂŽriyye), XIV, 207-208; XVIII, 34; Ă?smail L. Çakan, “Amr b. Tufeylâ€?, DĂ?A, III, 93; Mustafa Fayda, “Devs (BenĂŽ Devs)â€?, a.e., IX, 253.

ĂżZekeriya GĂźler

–

—

TUFEYL el-GANEVĂŽ ( + 3; ‍ ×?‏9N ) EbĂť Kurrân Tufeyl b. Avf b. Kâ‘b b. Halef el-GanevĂŽ (Ăś. m. 610 [?] )

˜

Câhiliye devri Þairi.

™

Kays Aylân kabilesinin kßçßk bir kolu olan GanĂŽoĂ°ullarý’na mensuptur. Bu kolun ilk yerleĂžim yeri Mekke yakĂ˝nlarĂ˝nda iken sonralarĂ˝ Necid’e gÜç etmiĂž, bugĂźnkĂź Hâil Ăžehri yakĂ˝nlarĂ˝nda Tay daĂ°larĂ˝nĂ˝n gĂźneydoĂ°usunda yaĂžayan Ca‘fer b. Kilâb oĂ°ullarĂ˝na komĂžu olmuĂžtur. Tufeyl’in kabilesi, savaĂžlarda elde ettiĂ°i ganimetin dĂśrtte birini kendisinin savaĂžta gĂśsterdiĂ°i yararlĂ˝klar sebebiyle, ayrĂ˝ca Câhiliye dĂśneminde Ăžairlere ganimetten pay verilmesi geleneĂ°ine uyarak Tufeyl’e verirdi. Ebß’l-Ferec elĂ?sfahânĂŽ, Tufeyl’in iyi bir savaÞçý olduĂ°unu ve kendi kabilesiyle Tay kabilesi arasĂ˝nda cereyan eden savaĂžta bĂźyĂźk yararlĂ˝klar gĂśsterdiĂ°ini belirtmektedir (el-E³ünĂŽ, XV, 340). Câhiliye dĂśneminin gßçlĂź Ăžairlerinden kabul edilen Tufeyl, Ăžiirlerini Ăźzerinde uzun sĂźre çalýÞtĂ˝ktan sonra Ăžiir tenkitçilerine sunduĂ°undan “muhabbirâ€? (sĂźsleyen, gĂźzelleĂžtiren) ve Ăžairler arasĂ˝nda en iyi at tasviri yapanlardan biri olduĂ°u için “Tufeylß’lhaylâ€? lakabĂ˝yla anĂ˝lmýÞtĂ˝r. Ebß’l-Ferec elĂ?sfahânĂŽ, EbĂť Duâd el-Ă?yâdÎ’nin hayatĂ˝nĂ˝ anlatĂ˝rken (a.g.e., XVI, 404-405) AsmaÎ’den naklen Tufeyl’in, EbĂť Duâd ve Nâbiga elCa‘dÎ’nin Câhiliye devrinde en iyi at tasviri yapan Ăžairler olduĂ°unu ve kimsenin bunlara eriĂžemediĂ°ini kaydeder. Nitekim Ă?slâmĂŽ dĂśnemde “Kitâbß’l-Hayl, KitâbĂź Nese324

bi’l-hayl, KitâbĂź Esmâi hayli’l-Arabâ€? vb. adlarla telif edilen eserlerde Tufeyl’in Ăžiirlerinden çokça Ăśrnek verildiĂ°i gĂśrĂźlĂźr. AsmaĂŽ, Tufeyl’in bazĂ˝ Ăžiirlerini Ă?mruĂźlkays’ýn Ăžiirlerinden ĂźstĂźn bulur (AbdĂźlkadir elBaĂ°dâdĂŽ, IX, 47); ayrĂ˝ca EmevĂŽ Halifesi Muâviye b. EbĂť SĂźfyân’ýn, “Tufeyl’in Ăžiiri ZĂźheyr’den Ăśnceki Ăžairlerin Ăžiirine benzerâ€? dediĂ°ini nakleder (FuŸÝletß’Þ-ĂžuÂŁarâĂ&#x;, s. 10). Ă?bn Kuteybe de EmevĂŽ halifelerinden AbdĂźlmelik b. Mervân’ýn ata binmeyi Üðrenmek isteyenlerin Tufeyl’in Ăžiirini rivayet etmesini tavsiye ettiĂ°ini belirtir (eĂž-ĂžiÂŁr ve’Þ-ĂžuÂŁarâĂ&#x;, I, 364). ZĂźheyr b. EbĂť SĂźlmâ, Evs b. Hacer’in yanĂ˝ sĂ˝ra Tufeyl’in de râvisiydi. YaklaÞýk 370 beyitten oluĂžan Tufeyl’in divanĂ˝ birkaç uzun kaside ile on kĂ˝ta ve mĂźstakil beyitlerden meydana gelmektedir. Câhiliye dĂśnemi savaÞçý Ăžairlerinin geleneĂ°ine uygun biçimde daha çok fahr Ăžiirleri içeren divanda mersiye, medih ve gazel ikinci plandadĂ˝r. At tasviriyle ilgili Ăžiirler beklendiĂ°i kadar fazla deĂ°ildir. Eksik olan divanĂ˝ Sa‘leb rivayet edip (Ă?bnß’n-NedĂŽm, s. 76) Ă?bnß’s-SikkĂŽt ĂžerhetmiĂžse de (AbdĂźlkadir el-BaĂ°dâdĂŽ, IX, 45; X, 107) bunlar gĂźnĂźmĂźze ulaĂžmamýÞtĂ˝r. AbdĂźlkadir elBaĂ°dâdĂŽ, Ă?bnß’s-SikkĂŽt’in Ăžerhinden faydalanmýÞtĂ˝r (a.g.e., III, 642-643; IV, 236-237). F. Krenkow, Tufeyl’in Ă?bnß’s-SikkĂŽt rivayeti ve Ăžerhiyle intikal eden bir kasidesini divanĂ˝nĂ˝n neĂžrinden çok Ăśnce Ă?ngilizce çevirisiyle birlikte yayĂ˝mlamýÞtĂ˝r (bk. bibl.). Divan ilk defa F. Krenkow tarafĂ˝ndan British Museum’da bulunan (Or., nr. 6771, vr. 1a-28b) yazmaya dayanĂ˝larak TĂ˝rĂ˝mmâh b. HakĂŽm’in Ăžiirleriyle birlikte The Poems of ÂŞufail b. ÂŁAuf al-Ghanaw¢ and eš-ÂŞirimmĂĽÂź Ă?bn ÂĽak¢m at-Tayy¢ adĂ˝yla ve Ă?ngilizce tercĂźmesiyle beraber neĂžredilmiĂž (London 1927), daha sonra AsmaĂŽ tarafĂ˝ndan derlenip Ăžerhedilen ve EbĂť Hâtim es-SicistânĂŽ tarafĂ˝ndan rivayet edilen divanĂ˝ Muhammed AbdĂźlkadir Ahmed (ÂŞufeyl el-øanevĂŽ: ÂĽayâtĂźhĂť ve ĂžiÂŁruh, Beyrut 1968) ve Hasan FellahoĂ°lĂŽ (DĂŽvânĂź ÂŞufeyl el-GânevĂŽ: ĂžerÂźu’l-A½maÂŁĂŽ, Beyrut 1998) yayĂ˝mlamýÞtĂ˝r. Tufeyl’in bazĂ˝ Ăžiirleri, el-Methafß’l-Irâký’de nĂźshasĂ˝ bulunan (nr. 1469) derleyeni meçhul DĂŽvânß’Þ-ĂžuÂŁarâĂ&#x;i’l-CâhiliyyĂŽn adlĂ˝ eserde yer almaktadĂ˝r; M. AbdĂźlkadir neĂžri de bu yazmaya dayanmaktadĂ˝r. HâtĂťn AbdĂźlazĂŽz el-BĂźreykân, Ăžâ£iriyyetß’š-ÂŞufeyl el-øanevĂŽ adĂ˝yla yĂźksek lisans tezi hazĂ˝rlamýÞtĂ˝r (Câmiatß’l-Melik SuĂťd el-Ă‚dâb el-Lugatß’l-Arabiyye, Riyad 1406). BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

AsmaĂŽ, FuŸÝletß’Þ-ĂžuÂŁarâĂ&#x; (nĂžr. Ch. C. Torrey), Beyrut 1389/1971, s. 10; Ă?bn Kuteybe, eĂž-Ăži ÂŁr

ve’Þ-ĂžuÂŁarâĂ&#x;, Beyrut 1964, I, 364-365; SĂťlĂŽ, Edebß’l-kĂźttâb, s. 105; Ebß’l-Ferec el-Ă?sfahânĂŽ, elE³ünĂŽ (nĂžr. YĂťsuf Ali et-TavĂŽl), Beyrut 1407/1986, XV, 337-343; XVI, 404-405; Ă‚midĂŽ, el-MĂźĂ&#x;telif, s. 147; Ă?bnß’n-NedĂŽm, el-Fihrist, s. 76; AbdĂźlkadir elBaĂ°dâdĂŽ, Ć’izânetß’l-edeb, III, 642-643; IV, 236237; IX, 45-47; X, 107; Blachère, TârĂŽĂ…u’l-edeb, s. 296; C. Zeydân, Ă‚dâb (Dayf), I, 174-175; Ă–mer Ferruh, TârĂŽĂ…u’l-edeb, I, 175-178; Sezgin, GAS (Ar.), II/2, s. 179-181; F. Krenkow, “Tufail al-GhanawĂ˝: A Poem from the Asma’Îyât in the Recension and with the Comments of Ibn as-SikkĂ˝tâ€?, JRAS (1907), s. 815-877; P. Schwartz, “Tufail alGanawĂ˝â€?, OLZ, XXXII (1929), s. 369-374; HalĂŽl Merdem Bek, “Tufeyl el-GanevĂŽâ€?, MMĂ?ADm., XVI (1941), s. 46-48; J. E. Montgomery, “Tufayl b. .Awfâ€?, EI 2 (Ă?ng.), X, 586; a.mlf., “Tufayl ibn .Awf al-GhanawĂŽâ€?, Encyclopedia of Arabic Literature (ed. J. S. Meisami – P. Starkey), London 1998, II, 783; Ali EbĂť Zeyd, “Tufeyl el-GanevĂŽâ€?, el-MevsÝ£atß’l-ÂŁArabiyye, DĂ˝maĂžk 2005, XII, 584.

ĂżKenan Demirayak

–

TĂ›FĂŽ ( Ă€ ‍) ×?‏

—

Ebß’r-RebĂŽâ€˜ NecmĂźddĂŽn SĂźleymân b. AbdilkavĂŽ b. AbdilkerĂŽm b. SaĂŽd et-TĂťfĂŽ el-HanbelĂŽ (Ăś. 716/1316)

˜

Kelâm âlimi, HanbelÎ fakihi ve mßfessir.

™

670 (1271) yĂ˝lĂ˝ civarĂ˝nda BaĂ°dat’ýn Sarsar kasabasĂ˝nĂ˝n TĂťfâ kĂśyĂźnde doĂ°du. Ă?lk eĂ°itimini kĂśyĂźnde aldĂ˝ktan sonra Sarsar’a yerleĂžti. 691’de (1292) BaĂ°dat’a geçerek MĂźstansĂ˝riyye Medresesi’nde EbĂť Abdullah Muhammed b. HĂźseyin el-MevsĂ˝lĂŽ ve EbĂť Bekir el-KalânisĂŽ gibi âlimlerden ders aldĂ˝. 704’te (1304) DĂ˝maĂžk’a gitti, ismini ĂśvgĂźyle andýðý ve hakkĂ˝nda Ăžiirler yazdýðý Ă?bn Teymiyye’nin derslerine katĂ˝ldĂ˝. AyrĂ˝ca YĂťsuf b. Abdurrahman el-MizzĂŽ, DĂ˝maĂžk’taki HanbelĂŽ KadĂ˝sĂ˝ TakĂ˝yyĂźddin SĂźleyman b. Hamza el-MakdisĂŽ ve diĂ°er bazĂ˝ âlimlerden hadis dersleri gĂśrdĂź. Ertesi yĂ˝l Kahire’ye geçip MansĂťriyye ve NâsĂ˝riyye medreselerinde muĂŽd sĂ˝fatĂ˝yla ders verdi, ayrĂ˝ca kendisi çeĂžitli hocalardan ders aldĂ˝. 711’de (1311) hocasĂ˝ HanbelĂŽ KadĂ˝lkudâtĂ˝ Mesâ€˜Ăťd b. Ahmed el-HârisĂŽ ile aralarĂ˝nda çýkan anlaĂžmazlĂ˝k sonucunda ĂžiĂŽlik’le itham edildi, gĂśrevinden alĂ˝narak Ăśnce hapse atĂ˝ldĂ˝, ardĂ˝ndan GĂźney MĂ˝sĂ˝r’daki Kus Ăžehrine sĂźrĂźldĂź. HayatĂ˝nĂ˝n en verimli dĂśnemlerinden birini geçirdiĂ°i Kus’tan 714 yĂ˝lĂ˝ sonlarĂ˝nda (Mart 1315) hacca gitti; bir yĂ˝l kadar Mekke ve Medine’de kaldĂ˝. Ertesi yĂ˝l ikinci haccĂ˝nĂ˝ yaparak Filistin’e dĂśndĂź ve henĂźz genç denilebilecek bir yaĂžta 716 yĂ˝lĂ˝nĂ˝n Receb ayĂ˝nda (EylĂźl-Ekim 1316) el-

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛFÎ

Halîl þehrinde vefat etti. Safedî, Süyûtî ve Kâtib Çelebi gibi müellifler onun 710 veya 711’de öldüðünü ileri sürmüþse de Tûfî’nin hayatýyla ilgili diðer bilgiler göz önüne alýndýðýnda bu tarihlerin yanlýþ olduðu anlaþýlmaktadýr. Tûfî’nin Ehl-i sünnet akaidine ve Hanbelî mezhebine baðlýlýðýna dair biyografi eserlerinde kesin ifadeler yer almamaktadýr. Bazý kaynaklarda baþlangýçta Þiî eðilimli olmakla birlikte sonradan Sünnîliðe döndüðü zikredilirken Ýbn Receb gibi Hanbelî âlimleri bunu takýyye þeklinde deðerlendirmiþtir (e×-¬eyl, II, 369, 370). Maslahatla ilgili fikirlerini esas alan bir kýsým müellifler Tûfî’nin Þiî kimliðini gizleyip kendisini Hanbelî gibi takdim ettiðini ileri sürmüþtür (M. Zâhid Kevserî, s. 119-121, 333; M. Ebû Zehre, s. 324-326; Stewart, s. 7072). Ancak söz konusu iddianýn yer aldýðý kaynaklardaki deliller güçlü deðildir. Meselâ Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Âiþe’ye yönelik hicivler arzeden þiirlerden biri ona ait olmayýp Sünnî bakýþ açýsýný savunurken Þiîler’in görüþüne atfen nakledilmiþtir (£Alemü’l-ce×el, s. 222). Kendisine isnat edilen el-£A×âbü’l-vâ½ýb £alâ ervâ¼i’n-nevâ½ýb adlý, Sünnîliðe karþý olduðu belirtilen eser günümüze ulaþmamýþtýr. Tûfî’nin Þiîlik’le baðlantýsý konusunda Uleymî gibi klasik yazarlar da kesin bir hüküm vermekten kaçýnmýþtýr (el-Menhecü’l-a¼med, V, 7). Ayrýca klasik Þiî biyografilerinde onun hiç zikredilmemesi dikkate deðer bir husustur. Ýlk defa Tûfî’ye yer veren yakýn dönem Þiî müellifi Hânsârî de bu durumu göz önüne alýp tereddütlerini belirtir (Rav²âtü’lcennât, IV, 89-90). Öte yandan Tûfî’nin eserleri incelendiðinde onun Þiîlik’le baðlantýsýný kuracak delillere rastlanmaz; aksine bu mezhebe karþý eleþtirileri daha çok göze çarpar (EI 2 [Ýng.], X, 588). Ashabýn tamamýna saygý gösteren Tûfî baþta imâmetle ilgili görüþleri olmak üzere Þiî yaklaþýmýný eleþtirir (Derßü’l-šavli’l-šabî¼, s. 105, 190-191, 346). Kelâmî bakýþ açýsýný ortaya koyduðu Kur’an tefsirinde Þiîler’in düþünce ve yorumlarýna karþý çýktýðý gibi onlarýn imâmetle ilgili olarak öne sürdükleri açýklamalarý da zayýf, asýlsýz ve aþýrý bulur (el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye, II, 105, 119-124, 313314). Tûfî’nin deðiþik görüþ ve inançlarý deðerlendirirken kullandýðý objektif dil ve sahip olduðu özeleþtiri kabiliyetinin o dönemdeki rekabet ortamý içinde bu tür suçlamalara yol açmasý mümkündür. Muhtemelen müslümanlar arasýnda mevcut görüþ ayrýlýklarý ve uyumsuzluklardan rahatsýz olup problemlerin kaynaðýný incelemesi ve yeni deðerlendirmeler yapmasý

Sünnîliðe baðlýlýðýnýn sorgulanmasýna yol açmýþtýr (Heinrichs, LVIII [2005], s. 147). Ýtikadî Görüþleri. Selefîliðin içinde farklý bir çizgide seyreden Tûfî aklî istidlâle yer vermiþ, bazan eleþtiriler yöneltse de çoðunlukla kelâm metodunu savunmuþtur. Mantýk ve kelâm ilimlerini müdafaa amacýyla Def£ü’l-melâm £an ehli’l-man¹ýš ve’l-kelâm adlý bir eser yazdýðýný belirtmiþ (el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye, III, 305), ancak bu eser günümüze ulaþmamýþtýr. Usûlü’ddîn konularýyla uðraþmayý farz-ý kifâye olarak deðerlendiren Tûfî, inanç esaslarýnýn Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlenip akýlla desteklenmesinden yanadýr. Ancak aklýn tek baþýna gerçeðe ulaþtýramadýðý fikrinden hareketle itikadî alanda aklý esas alan felsefî kelâmý eleþtirmiþ, bu tür kelâmýn bir yönüyle övülürken diðer bir yönüyle kýnanabileceði sonucuna ulaþmýþtýr (a.g.e., I, 206-209). Tûfî, övgüye lâyýk kelâmla meþgul olanlarýn durumunu Kur’an’da iþaret edilen akýl yürütmeler ýþýðýnda deðerlendirmiþ, Allah’ýn ezelîliði ve âlemin yaratýlmýþlýðý konusundaki kelâm delillerini Hz. Ýbrâhim’in Allah’ý arayýþ çabasýna benzetmiþ (el-En‘âm 6/75-79), kelâmcýlarý “Ýbrâhim’in öðrencileri” diye nitelendirmiþtir (a.g.e., II, 178-180). Ona göre Kur’ân-ý Kerîm, Hz. Ýbrâhim modelini örnek gösterip (en-Nahl 16/121) akýl yürütmeyi insanlar için en doðru yöntem olarak belirlemiþtir. Ayrýca kelâm nefsin mânevî terbiyesi için bir ön hazýrlýk niteliðindedir. Zira insanlarýn keþfî bilgilere ulaþabilmesi için öncelikle nazarî ilimlerle donatýlmýþ olmasý gerekir (a.g.e., II, 385).

Ýmaný sadece kalp ile tasdik etmekten ibaret sayan Tûfî dil ile ikrarý gerekli görmez. Ýmanla ameli birbirinden ayýrýr ve Ýslâm’ý imanýn görünen tarafý, imaný da Ýslâm’ýn görünmeyen yönü olarak deðerlendirir (¥allâlü’l-£ušad, vr. 5a-b). Mu‘tezilî yaklaþýmý eleþtirirken hüsün ve kubhun akýl tarafýndan bilinebileceðini bütünüyle inkâr etmese de akla fiiller hakkýnda fayda ve zarar ölçüsüne göre hüküm verme yetkisi tanýmaz. Kader dairesi içinde kulun bir nevi ilâhî mecburiyet altýnda bulunduðunu söyleyen Tûfî kaderi köprüye benzetir; akan sularýn insaný köprünün üzerinden geçmeye mecbur etmesi gibi sebep ve þartlarýn da kulu kader çizgisinde yürümeye zorladýðýný belirtir (Derßü’l-šavli’l-šabî¼, s. 89, 92, 220). Cenâb-ý Hak insanlarý kendi istekleriyle baþ baþa býraksaydý, tarihin akýþý mevcuttan farklý bir durum arzetmez, Hz. Mûsâ yine itaatkâr bir nebî, Firavun da doðru yoldan sapmýþ bir isyankâr olurdu. Çünkü Allah insanlarýn

yaratýlýþ özelliklerini ezelî ilmiyle kuþatýr, onlarýn irade ve yöneliþlerini önceden bilir (¥allâlü’l-£ušad, vr. 12a-b). Ýlâhî sýfatlar konusunda en isabetli yol tenzih ve ispatý birleþtirip ikisine de yer veren dengeli tutumdur (el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye, III, 222-223). Bazý âyet ve hadislerde Allah’a atfedilen el, yüz, ayak gibi haberî sýfatlar konusunda Tûfî ne Mücessime gibi antropomorfik yaklaþýmý ne de Mu‘tezile gibi zâhiri büsbütün reddeden te’vil yolunu benimser. Ona göre bu sýfatlar Allah ile yaratýlmýþlar arasýnda ortak sayýlan isimler cinsindendir. Nitekim hem insanýn hem de Allah’ýn zâtý vardýr, ancak bunda isim benzerliðinden baþka bir ortaklýk yoktur (¥allâlü’l-£ušad, vr. 13a). Âyetlerde görülebilecek teâruz durumlarýný kendine has bir yöntemle vahyin orijinalliðine baðlayan Tûfî, bunu Hz. Peygamber’in doðruluðunu ve nübüvvetinin ispatýný gösteren deliller içinde sunar (Shihadeh, VIII/2 [2006], s. 1216). Âhiret inancýyla ilgili olarak mükellefleri kâfir ve mümin diye iki kategoride inceleyen Tûfî’ye göre kâfir ebediyen cehennemde kalacak, günahkâr mümin cezasýný çektikten sonra cennete gidecektir. Rü’yetullahý kabul edip onun âhiret þartlarý içinde gerçekleþeceðini söyler; bunu inkâr eden Mu‘tezile ile konuyu dünya þartlarýna baðlayan ve Ýttihâdiyye olarak adlandýrdýðý sûfî gruplarý eleþtirir (e½-Øa£šatü’l-³aŠabiyye, s. 396-407; el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye, II, 186-190, 234-237). Tûfî diðer dinleri de inceleyip tahlillerde bulunur ve bunu kelâm ilminin ayrýlmaz bir parçasý olarak görür. Onun Hýristiyanlýk’la ilgili çalýþmalarý dikkat çekicidir. Geleneksel reddiye literatürü çizgisini takip ettiði gibi eserlerinde pek çok açýdan orijinal sayýlabilecek tahliller de ortaya koyar. Hýristiyanlýk’la ilgili deðerlendirmelerinde Kitâb-ý Mukaddes’i inceleyip hýristiyan teolojisine karþý deliller geliþtirir. Tûfî’yi bu konuda diðer müslüman müelliflerden ayýran en önemli husus hýristiyan kutsal kitabýný tefsir ederek bu alanda müstakil bir çalýþma kaleme almýþ olmasýdýr. Böylece o, hem Kur’ân-ý Kerîm hem de Kitâb-ý Mukaddes üzerine tefsir yazan ilk müslüman müellif unvanýný kazanmýþtýr. Felsefeyle de ilgilenen Tûfî çeþitli görüþ ve yaklaþýmlarýndan dolayý felsefe mensuplarýna eleþtiriler yöneltir. Ona göre felsefenin kendisi deðil kullanýlýþ biçimi eleþtiriye tâbi tutulmalýdýr. Zira doðru yöntemler kullanýldýðý takdirde felsefe de kiþiyi inanca ve itaate ulaþtýrýr (a.g.e., II, 207). Eserleri. A) Tefsir ve Hadis. 1. Beyânü mâ vaša£a fi’l-Æurßân mine’l-a£dâd. Ber-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

325


TÛFÎ

lin’de bir nüshasý mevcuttur (Staatsbibliothek, Landberg, nr. 752). 2. el-Ýksîr fî £ilmi’t-tefsîr. Ziyâeddin Ýbnü’l-Esîr’in el-Câmi£u’l-kebîr fî ½ýnâ£ati’l-man¾ûm mine’l-kelâm ve’l-men¦ûr adlý eserinin özetlenerek bazý ilâvelerin yapýlmasýyla meydana gelmiþtir. Ýbnü’l-Esîr’in kitabý belâgat hakkýnda yazýlmýþ olmakla birlikte Tûfî yazdýðý mukaddime, açýklayýcý notlarý ve ele aldýðý âyetlerle eseri bir tefsir usulüne dönüþtürmeye çalýþmýþtýr. Bu sebeple eserin temel konusu lugavî tefsir olup dil ve belâgat ilimlerini âyetlerle anlatan bir telif olarak görülebilir (nþr. Abdülkadir Hüseyin, Kahire 1977). Hüseyin Yýldýrým, Necmeddin Tûfî’nin el-Ýksîr fî £ilmi’t-tefsîr Adlý Eserinin Kur’an Ýlimleri Açýsýndan Deðerlendirilmesi baþlýðýyla yüksek lisans çalýþmasý yapmýþ (2005, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), eser üzerine Abdülkerim Seber tarafýndan bir makale kaleme alýnmýþtýr (bk. bibl.). 3. βâ¼u’l-beyân £an ma£nâ ümmi’l-Æurßân. Fâtiha sûresinin tefsiri olup son kýsmýnda Felak ve Nâs sûrelerinin açýklamasýna da yer verilmiþtir (nþr. Ali Hüseyin el-Bevvâb, Mecelletü’l-bu¼û¦i’l-Ýslâmiyye, XXXVI [Riyad 1992-1993], s. 335-361). 4. el-Ýnþišåš, Æåf, en-Nebeß, el-Æýyâme, e¹-ªârýš. Ali Hüseyin el-Bevvâb eseri Tefsîrü süveri Æåf, el-Æýyâme, en-Nebeß, el-Ýnþišåš, e¹-ªârýš adýyla yayýmlamýþtýr (Riyad 1992). 5. MuÅta½arü’t-Tirmi×î. el-Câmi£u’½-½a¼î¼’in iki cilt halindeki muhtasarý olan eserin Kahire’de yazma nüshasý bulunmaktadýr (Dârü’l-kütübü’l-Mýsriyye, nr. 487). 6. Þer¼u’l-Erba£în. Nevevî’nin kýrk hadisinin þerhidir (Kitâbü’tTa£yîn fî þer¼i’l-Erba£în, nþr. Ahmed Hâc Muhammed Osman, Beyrut-Mekke 1998). Bilhassa Tûfî’nin maslahatla ilgili fikirlerini ortaya koyduðu “lâ darare ve lâ dýrâr” hadisinin þerhiyle alâkalý kýsmý pek çok defa basýlmýþ (meselâ bk. Cemâleddin el-Kasýmî, Risâle fi’l-me½âli¼i’l-mürsele, Mecmû£u resâßil fî u½ûli’l-fýšh, Beyrut 1324/1906, s. 37-70; Reþîd Rýzâ, “Edilletü’þ-þer. ve takdîmü’l-maslaha fi’l-mu.âmelât .ale’n-nas”, el-Menâr, IX [Kahire 1324/1906], s. 745770; Mustafa Zeyd, el-Ma½la¼a fi’t-teþrî£i’lÝslâmî ve Necmüddîn e¹-ªûfî, Kahire 1384/ 1964; Abdülvehhâb Hallâf, Me½âdirü’t-teþrî£i’l-Ýslâmî fîmâ lâ na½½a fîhi, Küveyt 1402/ 1982, s. 105-144; Risâle fî ri£âyeti’l-ma½la¼a, nþr. Ahmed Abdürrahîm es-Sâyih, Ka-

hire 1413/1993), bu kýsým ayrýca Türkçe’ye tercüme edilmiþtir (Ýsmail Hakký Ýzmirli, Ýlm-i Hilâf, Ýstanbul 1330, s. 100-105 [muhtasar tercüme]; Kâþif Hamdi Okur, “Nas ve Maslahat”, Kur’an’ýn Tarihsel ve Evren-

326

sel Okunuþu [ed. Mevlüt Uyanýk], Ankara 1997, s. 219-246; a.mlf., “Nas ve Maslahat [Risâle fi’l-me½âli¼i’l-mürsele]”, Mašå½ýd ve Ýctihâd [nþr. Ahmet Yaman], Ýstanbul 2010, s. 357-377; Süleyman Ateþ, “Ýslâm Hukuk Metodolojisinde Çok Önemli Bir Risâle”, Kur’ân Mesajý: Ýlmî Araþtýrmalar Dergisi, sy. 22-24/2 [Ýstanbul 1999-2000], s. 80100; Ali Pekcan, “Necmuddin Tufî [ö. 716/ 1316]’nin Maslahat Risâlesi”, Din Bilimleri Akademik Araþtýrma Dergisi, III/1 [Samsun

2003], s. 267-313). B) Fýkýh ve Kelâm. 1. e½-Øa£šatü’l-³aŠabiyye fi’r-red £alâ münkiri’l-£Arabiyye. Tûfî’nin ilk eserlerinden olup fýkhî meselelerin anlaþýlmasýnda Arapça’nýn önemini vurgulamak üzere kaleme alýnmýþ ve Hanbelî fürû eserlerinin sistematiðine göre tertip edilmiþtir (nþr. Muhammed b. Hâlid el-Fâzýl, Riyad 1417/1997). Eser üzerine Ali b. Ýbrâhim b. Kusayyir bir makale yazmýþtýr (ed-Der£iyye, X/37-38 [1428/2007], s. 359-431). 2. el-Bülbül fî u½ûli’l-fýšh. Muvaffakuddin Ýbn Kudâme’nin Rav²atü’nnâ¾ýr adlý eserinin muhtasarý olduðu için MuÅta½arü’r-Rav²a olarak da bilinir (Riyad 1383; nþr. Saîd Muhammed Lahhâm, Beyrut 1420/1999). Tûfî, Rav²a’daki mantýða dair mukaddimeyi eserine almamýþ, ancak esere yeni bazý meseleler eklemiþtir. Alâeddin Ali b. Muhammed b. Ali elKinânî el-Askalânî eseri Sevâdü’n-nâ¾ýr ve þešåßišu’r-Rav²i’n-nâ¾ýr adýyla þerhetmiþ (nüshasý için bk. Kahire, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, nr. 283), bu þerh doktora tezi olarak tahkik edilmiþtir (nþr. Hamza b. Hüseyin b. Hamza el-Fi’r, 1399/1979, Ümmülkurâ Üniversitesi). Ýbn Nasrullah esere ¥avâþ £alâ MuÅta½ari’¹-ªûfî adýyla bazý ilâveler yapmýþ ve eseri Na¾mü MuÅta½ari’¹-ªûfî ismiyle manzum hale getirmiþtir. Ýzzeddin Ebü’l-Berekât Abdülazîz b. Ali, Ýzzeddin el-Askalânî ve Ali b. Süleyman el-Merdâvî’nin de birer þerhi bulunmaktadýr. 3. Þer¼u MuÅta½ari’r-Rav²a (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, I-III, Beyrut 1987-1989; nþr. Ýbrahim b. Abdullah b. Muhammed Âl-i Ýbrâhim, I-III, Riyad 1409/1989). Bir önceki eserin þerhidir. 4. Nihâyetü’s-sûl fî £ilmi’l-u½ûl (Æå£idetün celîle fi’l-u½ûl) (Dârü’l-kütübi’l-Mýsriyye, Usûl, Teymûr, nr. 179). 5. £Alemü’lce×el fî £ilmi’l-cedel. Kur’an’da geçen münazara örneklerinin sistematik bir deðerlendirmesini içerir (£Alam al-jadhal fi

£ilm al-jadal. Das Banner der Fröhlichkeit über die Wiessenschaft vom Disput, nþr.

Wolfhart Heinrichs, Wiesbaden 1987). Nâsýr Abdürrâzýk el-Müvâfî, “Fennü’l-münâçara .inde Necmiddîn et-Tûfî: Dirâse fî Ki-

tâb £Alemü’l-ce×el fî £ilmi’l-cedel” baþlýklý bir makale yazmýþtýr (Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb Câmi£atü’l-Æåhire, LX/1 [2000], s. 47-72). 6. ¥allâlü’l-£ušad fî beyâni a¼kâmi’l-mu£tešad (Æudvetü’l-mühtedîn ilâ mašå½ýdi’d-dîn). Cibrîl hadisi diye bilinen hadis esas alýnarak iman, Ýslâm ve ihsan þeklinde üç bölüme ayrýlmýþ olan eserde inanç esaslarý, dinî vecîbelerin hikmetleri, ihlâsýn önemi, riyakârlýðýn kötülüðü ve tövbenin þartlarý üzerinde durulmuþtur. Tek nüshasý Berlin’dedir (Staatsbibliothek, Landberg, nr. 752). 7. Derßü’lšavli’l-šabî¼ bi’t-ta¼sîn ve’t-tašbî¼. Hüsün ve kubuh ile kader meseleleri hakkýndadýr (Süleymaniye Ktp., Þehid Ali Paþa, nr. 2315; nþr. Eymen M. Þehâde, Riyad 1425/2005). 8. el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye ile’lmebâ¼i¦i’l-u½ûliyye. Özellikle akaid ve usûl-i fýkýh meseleleri esas alýnarak yazýlmýþ olup Tûfî’nin vefatýndan birkaç ay önce tamamladýðý son eseridir (nþr. Ebû Âsým Hasan b. Abbas b. Kutb, I-III, Kahire 2002; nþr. Muhammed Hasan Ýsmâil, Beyrut 2005). Abdurrahman Taþ bu eserden hareketle bir yüksek lisans tezi hazýrlamýþtýr (bk. bibl.). C) Diðer Eserleri. 1. et-Ta£lîš £ale’lEnâcîli’l-erba£a ve’t-ta£lîš £ale’t-Tevrât ve £alâ ³ayrihâ min kütübi’l-enbiyâß. Dört Ýncil, Tevrat’ýn Tekvîn bölümü ve Kitâb-ý Mukaddes’in diðer bazý kýsýmlarýnýn (Ýþaya, Yeremya, Hezekiel, Daniel, Hoþea, Yûnus, Habakkuk ve Malaki) tefsiri olup Hýristiyanlýða reddiye þeklinde kaleme alýnmýþtýr. Eserin edisyon kritiði ve tahlili Leylâ Demîrî (Lejla Demiri) tarafýndan doktora tezi olarak hazýrlanmýþtýr (2008,

A Medieval Muslim Commentary on the Bible: Najm al-Din al-Tufi’s Response to the Christians, Cambridge Üniversitesi). 2. el-Ýnti½ârâtü’l-Ýslâmiyye fî def£i þü-

behi’n-Na½râniyye. Adý bilinmeyen bir kiþinin Ýslâm dinine karþý yazdýðý reddiyeye cevaptýr (el-Ýnti½ârâtü’l-Ýslâmiyye fî £ilmi mušåreneti’l-edyân, nþr. Ahmed Hicâzî es-Sekka, Kahire 1983; el-Ýnti½ârâtü’l-Ýslâmiyye fî keþfi þübehi’n-Na½râniyye, nþr. Sâlim b. Muhammed el-Karnî, I-II, Riyad 1999). 3. Mevâßidü’l-¼ays fî fevâßidi Ýmrißi’l-Æays. Ýslâm öncesi Arap þiir ve edebiyatýna dair bir eserdir (nþr. Mustafa Uleyyân, Amman 1994). 4. eþ-Þi£âr £alâ muÅtâri’l-eþ£âr (Zâhiriyye Ktp., nr. 232; Brockelmann, Suppl., II, 134). Bunlarýn dýþýnda Tûfî’ye pek çok eser nisbet edilmekte, ayrýca çok sayýda hadis ve usûl-i fýkýh eserini ihtisar ettiði belirtilmektedir. Tûfî’nin na‘t ve methiye türü þiirler de yazdýðý bilinmektedir (eserlerinin tam listesi için

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛFÎ bk. Emine Selîm, s. 24-27). Bedreddin ezZerkeþî ve Celâleddin es-Süyûtî gibi âlimler üzerinde etkisi görülen Tûfî’nin özellikle maslahat anlayýþý yakýn dönemde Reþîd Rýzâ, Cemâleddin el-Kasýmî, Seyyid Bey ve Ýzmirli Ýsmail Hakký gibi ýslahatçý müelliflerin ilgisini çekmiþ, buna karþýlýk M. Zâhid Kevserî’nin sert muhalefetiyle karþýlaþmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Tûfî, £Alemü’l-ce×el fî £ilmi’l-cedel (nþr. W. Heinrichs), Wiesbaden 1408/1987, s. 222; a.mlf., es-Øa£šatü’l-³aŠabiyye fi’r-red £alâ münkiri’l£Arabiyye (nþr. Muhammed b. Hâlid el-Fâzýl), Riyad 1417/1997, s. 396-407; a.mlf., el-Ýþârâtü’lilâhiyye ile’l-mebâ¼i¦i’l-u½ûliyye (nþr. Ebû Âsým Hasan b. Abbas b. Kutb), Kahire 1423/2002, I-III, tür.yer.; a.mlf., Derßü’l-šavli’l-šabî¼ bi’t-ta¼sîn ve’t-tašbî¼ (nþr. Eymen M. Þehâde), Riyad 1425/ 2005, s. 89, 92, 105, 190-191, 220, 346; a.mlf., ¥allâlü’l-£ušad fî beyânî a¼kâmi’l-mu£tešad, Staatsbibliothek, Landberg, nr. 752, vr. 5a-b, 12a-b, 13a, 27a-b; Ýbn Ebû Ya‘lâ, ªabašåtü’l-¥anâbile, s. 52; Zehebî, el-£Ýber, IV, 44; Safedî, el-Vâfî bi’l-vefeyât (nþr. Rýdvân es-Seyyid), Wiesbaden 1413/ 1993, XIX, 62-63; a.mlf., A£yânü’l-£a½r (nþr. Ali Ebû Zeyd v.dðr.), Beyrut-Dýmaþk 1418/1998, II, 445-447; Ýbn Receb, e×-¬eyl £alâ ªabašåti’l-¥anâbile (nþr. M. Hâmid el-Fýký), Kahire 1372/1952, II, 366-370; Takýyyüddin el-Fâsî, TârîÅu £ulemâßi Ba³dâd: el-MünteÅabü’l-MuÅtâr (nþr. Abbas elAzzâvî), Beyrut 1420/2000, s. 48-49; Ýbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, II, 154-157; Süyûtî, Bu³yetü’l-vu£ât, I, 599-600; Ebü’l-Yümn el-Uleymî, elÜnsü’l-celîl bi-târîÅi’l-Æuds ve’l-ƒalîl, Necef 1388/ 1968, II, 257-258; a.mlf., el-Menhecü’l-a¼med (nþr. Abdülkadir el-Arnaût v.dðr.), Beyrut 1997, V, 5-7; Keþfü’¾-¾unûn, I, 59, 143, 248, 363, 559, 837, 878, 939; II, 1359, 1738, 1790; Ýbnü’l-Ýmâd, Þe×erât, VI, 39-40; Hânsârî, Rav²âtü’l-cennât (nþr. Esedullah Ýsmâiliyyân), Kum 1391, IV, 8990; Nu‘mân b. Mahmûd el-Âlûsî, Cilâßü’l-£ayneyn, Bulak 1298, s. 23; Brockelmann, GAL, II, 132; Suppl., II, 133-134; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 400401; M. Zâhid Kevserî, Mašålât (nþr. Râtib Hâkimî), Humus 1388; M. Ebû Zehre, Ýbn ¥anbel: ¥ayâtühû ve £a½rüh ârâßühû ve fýšhüh, Kahire 1981, s. 316-326; D. J. Stewart, Islamic Legal Orthodoxy: Twelver Shiite Responses to the Sunni Legal System, Salt Lake City 1998, s. 7072; Emîne Selîm, e¹-ªûfî el-Ba³dâdî ve ârâßühü’lbelâ³ýyye ve’n-našdiyye, Kahire 1420/1999, s. 15-32; Abdurrahman Taþ, Necmuddin et-Tufi, Hayatý, Eserleri ve Tefsirdeki Metodu (yüksek lisans tezi, 2003), Ondokuz Mayýs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Abdullah Muhammed elHabeþî, Câmi £u’þ-þürû¼ ve’l-¼avâþî, Ebûzabî 1425/2004, III, 1632; Mu£cemü’l-maŹû¹âti’l-mevcûde fî mektebâti Ýstânbûl ve Ânâ¹ûlî (haz. Ali Rýza Karabulut), [baský yeri ve tarih yok], I, 567; Lejla Demiri, “Hanbalite Commentary on the Bible: Analysis of Najm al-Dýn al-Tufý’s (d. 716/1316) Al-Ta.lýq”, The Bible in Arab Christianity (ed. D. Thomas), Leiden 2007, s. 295-313; G. C. Anawati, “Textes arabes anciens édités en Egypte au cours des années 1985-1986”, MIDEO, XVIII (1988), s. 292-295; C. Gilliot, “Textes arabes anciens éditée en Egypte au cours des années 1992 à 1994”, a.e., XXII (1994), s. 393; Nâsýr Abdürrâzýk el-Mevâfî, “Fennü’l-münâzara .inde Necmiddîn

et-Tûfî: Dirâse fî kitâbi .Alemi’l-cecel fî .ilmi’lcedel”, Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb, LX/1, Kahire 2000, s. 47-72; W. P. Heinrichs, “Naðm al-Dýn al-Tufý on the Incorrect Reading of the Fatiha and other Thought Experiments”, MUSJ, LVIII (2005), s. 145-161; a.mlf., “al-Tufý”, EI 2 (Ýng.), X, 588-589; Abdülkerim Seber, “Necmeddin et-Tûfî’nin ‘el-Ýksîr fî ‘ilmi’t-tefsîr’ Ýsimli Eserinin Tefsîr Usûlü Açýsýndan Deðerlendirilmesi”, DÜÝFD, sy. 24 (2006), s. 25-59; Ayman Shihadeh, “Three Apologetic Stances in al-Tufý: Theological Cognitivism Noncognitivism and a Proof of Prophecy from Scriptural Contradiction”, Journal of Qur’anic Studies, VIII/2, London 2006, s. 1-23.

ÿLejla Demiri

™ FIKIH. Tûfî tefsir, hadis ve dil ilimlerine dair eserleri yanýnda kelâm ve fýkýh usulü alanlarýna daha fazla eðilim göstermiþtir. Hýrâký’nin el-MuÅta½ar’ýna yazdýðý yarým kalmýþ bir þerh ile Þâfiîler’den Muzaffer b. Ahmed et-Tebrîzî’nin el-MuÅta½ar’ý için kaleme aldýðý bir þerhi bulunmakla birlikte fürû sahasýnda eser telifiyle daha az meþgul olduðu, ancak kavâid alanýnda iki eser yazdýðý (bu eserlere atýflarý için bk. Þer¼u MuÅta½ari’r-Rav²a, III, 139, 330, 661) anlaþýlmaktadýr. Tûfî’nin usulle ilgili ana eserleri Ýbn Kudâme’ye ait Rav²atü’n-nâ¾ýr’ýn muhtasarý ile bu eserin þerhidir (ayrýca TelÅî½ü’l-hâ½ýl adlý bir eserinin bulunduðunu kendisi ifade eder, a.g.e., III, 199, 426). Þerhi telif ederken kullandýðý usul eserleri (a.g.e., III, 750-751), meseleleri tartýþma üslûbu ve çeþitli konulardaki görüþlerinden de anlaþýldýðý üzere fýkýh usulü alanýnda kelâmcý geleneðine yakýn bir çizgiyi benimseyen Hanbelî usulcüleri arasýnda yer alan Tûfî, kendisinden sonra gelen Ali b. Süleyman elMerdâvî ve Ýbnü’n-Neccâr el-Fütûhî gibi önemli Hanbelî usulcülerini etkilemiþtir. Tûfî bilgi deðeri bakýmýndan þer‘î hükümleri üç kýsma ayýrýr. Bir bölümü yaratýcýnýn varlýðý, tevhid, âlemin hudûsu ve diðer temel itikadî hükümlerde olduðu gibi kat‘îdir; bir bölümü zannî ve ictihadîdir; bir bölümü de kat‘î ve zannî arasýnda bir mertebededir. Tûfî fürû hükümleriyle fýkýh usulü konularýnýn çoðunun ikinci kýsýmdan olduðu kanaatindedir. Üçüncü kýsma örnek olarak ümmetin fýrkalarý arasýnda ihtilâflý bulunan akaid konularýný verir (a.g.e., III, 616). Þer‘î deliller konusundaki bir eserinde Gazzâlî’ye benzer þekilde dört aslî ve dört ihtilâflý delilden bahsederken (a.g.e., II, 5; III, 169) bir diðer eserinde týpký Þehâbeddin el-Karâfî’de görüldüðü üzere tartýþmalý deliller dahil bütün delillerin on dokuz olduðunu söyler (elÝþârâtü’l-ilâhiyye, I, 209-212). Bu on do-

kuz delil arasýnda “þer‘u men kablenâ”ya yer vermemekle beraber eserlerinde ihtilâflý bir delil olarak ondan da bahseder (a.g.e., III, 296; ayrýca bk. Þer¼u MuÅta½ari’r-Rav²a, III, 169). Deliller içinde neshin câri olmamasý sebebiyle icmâý Kitap ve Sünnet’ten daha kuvvetli bir delil olarak görür (a.g.e., I, 111). Fýkhý “siyâset-i þer‘iyye” diye tanýmlayan Tûfî’ye göre fýkhýn esasý þeriata saygý, gayesi taat ve adalet, meyvesi âhirette saadettir (el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye, I, 213). Ona göre Kur’an’da bahsedilen hikmet Allah’ýn varlýðýný, O’nun hakkýnda câiz olaný ve olmayaný ve O’nunla nasýl iliþki kurulacaðýný tanýmaya götüren ilim olup bunu da usûlü’d-dîn, fýkýh, ahlâk ve kalp amelleri ilmi incelemektedir; hikmetin rükünlerini teþkil eden bu üç ilmin sahipleri kelâmcýlar, fakihler ve muhakkik sûfîlerdir (a.g.e., I, 362-363). Kelâm ve fýkýh usulü konularýnda delil olarak kullanýlan veya kullanýlabilecek âyetleri incelediði son eseri el-Ýþârât’ta usûlü’d-dînde kader, fýkýh usulünde umum ve husus mevzularýnýn Kitap ve Sünnet’te çokça rastlanan genel ve kapsamlý konular olduðunu, kader mevzuunda müstakil bir eser yazdýðý gibi umum ve husus konusunda da bir eser yazmak istediðini, ancak bundan vazgeçip konuyu bu eserde ele aldýðýný söyler (a.g.e., I, 214); umum ve hususla ilgili özet bilgi verir (a.g.e., I, 224-232). Eser boyunca âyetlerin tefsirinde baþta umum ve husus olmak üzere usul konularýna deðinir (meselâ bk. a.g.e., I, 273-276, 285-290, 295-296, 305-307; II, 42-46, 49-56, 239-242, 393-394; III, 30-31, 227, 330-332). Arapça dil ilimlerini öðrenmenin gerekliliðine tahsis ettiði bir baþka eserinde þer‘î hükümleri bilmede Arapça’nýn önemine vurgu yapar, kendi döneminde bazý kimselerin dil eðitimini küçümsemesinden yakýnýr ve ictihad derecesinin taklidden daha üstün olduðunu, bu dereceye ulaþmak için dil ilimlerini bilmenin gerekliliðini belirtir. Fakihlerin fýkýh usulü bilmelerinin farz olduðunu, fýkýh usulünün kelâm, Arap dili ve bir ölçüde fürû bilgisine dayandýðýný söyler (e½-Øa£šatü’l³aŠabiyye, s. 266-279). Modern dönemde Tûfî’nin tanýnmasýna yol açan yönü maslahatla ilgili görüþleridir. Tûfî maslahata riayeti fýkýh usulündeki delillerden biri, hatta muâmelât sahasýnda en muteberi olarak görmüþ ve buna baðlý yeni bir ictihad metodu önermiþtir. Nevevî’nin el-Erba£în adlý eserinin þerhinde, “Zarar vermek de zarara zararla mukabele etmek de yoktur” hadisini (Ýbn Mâce, “Ahkâm”, 17) incelerken orta-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

327


TÛFÎ

ya koyduðu görüþlerin kendi döneminde ve sonrasýnda fazla yanký bulmadýðý anlaþýlmaktadýr (Mustafa Zeyd, s. 161-164). Modern dönemde bu görüþler ilk defa Cemâleddin Kasýmî ve Reþîd Rýzâ tarafýndan tanýtýlmýþ, ilgili bölüm müstakil bir risâle halinde defalarca basýlmýþ ve hacimli çalýþmalara konu olmuþtur. Maslahata itibar hususunda aþýrý gidenlerin bayraktarý diye nitelenen Tûfî (M. Ebû Zehre, Mâlik, s. 311, 329-334) 713 (1313) yýlýnda, yani tanýnmýþ usul eserlerinden sonra ve el-Ýþârât’tan önce kaleme aldýðý bu eserinde ileri sürdüðü görüþlere diðer eserlerinde atýf yapmamýþ, bu da söz konusu görüþünden dönmüþ olabileceði þeklinde yorumlanmýþtýr (Mustafa Zeyd, s. 162). Buna karþýlýk maslahatla ilgili görüþleri arasýnda bir süreklilik ve geliþme bulunduðu ileri sürülmüþtür (Opwis, s. 224). Son eseri olan el-Ýþârât’ta maslahat-ý mürsele dýþýnda hadis þerhindeki maslahatla ilgili görüþlerine deðinmemesi dikkat çekicidir. Öte yandan þerhteki ibâdât-âdât ayýrýmý ile icmâýn meþruiyetine yönelik tartýþma benzer ifadelerle orada da yer alýr (el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye, I, 214; II, 49-56). Tûfî usul eserinde maslahat-ý mürselenin muteber bir delil olduðunu, maslahatlarý muteber, mülga, mürsele gibi kýsýmlara ayýrmanýn gerekmediðini, þeriatýn genelde maslahatlara itibar ettiðini söylemenin yeterli sayýlacaðýný belirtir, “maslahî ictihâd” tabirini kullanýr ve naslarýn umumunun maslahatla tahsisine cevaz verir (Þer¼u MuÅta½ari’r-Rav²a, III, 211, 214217). Ancak maslahata riayet konusunda sonradan geliþtirdiði metodoloji bu eserinde yer almaz. Maslahat-ý mürseleden daha kapsamlý olduðunu özellikle vurguladýðý yeni metodunu açýkladýðý hadis þerhinde (et-Ta£yîn, s. 239-280) maslahata riayetin þer‘î bir delil olduðunu ispatlamak üzere naslardan deliller getirir. Maslahatý “ibadet veya âdet olsun þâriin amaçlarýna götüren sebep” þeklinde tarif eder ve onu þâriin kendi hakký için kastettiði (ibadetler), yaratýlmýþlarýn faydasý ve durumlarýný düzene koymak için kastettiði (âdetler) þeyler olmak üzere iki kýsma ayýrýr. Ýbadetlerde ve had cezalarý gibi mukadderattaki maslahat ancak þâri‘ cihetinden bilinebileceðinden bunlarda lafýzlarda nakledilen hükümlere aynen uymak gerekir; öte yandan muâmelât vb.nde insanlar akýl ve tecrübeleriyle kendi haklarýna dair maslahatý bilebileceklerinden diðer delillerle maslahat arasýnda teâruz bulunmasý ve aralarýný cemetmenin mümkün olma328

masý durumunda maslahata riayet tercih edilir. Zira þeriatýn temel maksadý mükelleflerin maslahatlarýný korumaktýr, hükümler ise buna vesiledir. Tûfî maslahatýn her yönden kat‘î bir nasla teâruz halinde olamayacaðý, has lafýzla sabit hükümlerin bulunduðu yerlerde o hükümlerin esas alýnacaðý, maslahatýn ise âm naslara tahsis ve beyan yoluyla takdim edileceði kanaatindedir. Þerhin giriþinde saydýðý on dokuz þer‘î delil içinde en kuvvetli delillerin icmâ, nas ve maslahata riayet olduðunu söyleyen Tûfî maslahata riayetle diðer ikisi arasýnda karþýlaþtýrma yapar. Ýcmâýn her yönden kat‘î ve maslahata riayet kadar kuvvetli olmadýðýný göstermek üzere icmâa yönelik itirazlarý sýralar; icmâý kabul etmeyenlerin bile maslahata riayeti kabul ettiðini ve Zâhirîler dýþýnda maslahata itibar konusunda ittifak bulunduðunu ileri sürer. Naslara gelince bunlarý dört kýsma ayýrýr. 1. Senedi mütevâtir, hükme delâleti sarih ise metin ve delâlet bakýmýndan kat‘îdir, fakat umum ve ýtlâk bakýmýndan ihtimal vârittir; eðer bu yönlerden de kat‘î ise maslahatla teâruzu mümkün ve vâki deðildir; 2. Senedi mütevâtir, hükme delâleti ihtimalli; 3. Senedi âhâd ve delâleti sarih; 4. Âhâd ve ihtimalli olmasý seçeneklerinde ise naslar hep ihtimallidir. Ýhtimalli seçeneklerin tamamýnda teâruz halinde tahsis ve beyan yoluyla maslahata riayet takdim edilir. Tûfî burada hedefinin, mezheplerin içine düþtüðü çatýþmaya son verecek ve mükelleflerin halini düzene kavuþturacak bir çözüm bulmak olduðuna iþaret eder (a.g.e., s. 251-273). Önerdiði metodun tamamlayýcý unsuru olarak hem ibadetler hem de muâmelâtta tercih hiyerarþisini ayrý ayrý inceleyen Tûfî, muâmelât vb.nde maslahatla diðer þer‘î delillerin teâruzu halinde önce cem‘ metodunun uygulanacaðýný, bu mümkün deðilse yukarýdaki hadis gereði maslahatýn diðer delillere takdim edileceðini söyler. Zira bu hadis maslahata riayet ve zararý izâle konusunda hastýr ve onun takdimi gereklidir. Tûfî’nin bu görüþleri çeþitli açýlardan eleþtiriye uðramýþtýr. Zâhid Kevserî, onun ibadetlerle muâmelât arasýnda yaptýðý ayýrýmýn mesnetsizliðine vurgu yaparak muâmelât vb. konularda dayanaðýn maslahat olduðuna dair iddialarýn þeriatýn arzu ve hevesle deðiþtirilmesi anlamýna geleceðini ileri sürer ve eðer maslahatla þer‘î maslahatlar kastediliyorsa bunu öðrenmenin tek yolunun vahiy olduðunu belirtir (Mašålât, s. 118-119, 332). Hallâf, mas-

lahat-ý mürselenin nassýn bulunmadýðý alanda delil olarak kullanýlmasýna raðmen Tûfî’nin onu nassýn bulunduðu alana taþýmakla naslarý yok etme ve mücerred re’ye dayalý olarak nas ve icmâý neshetme kapýsýný açtýðýný, maslahatla hükmü teâruz eden naslara dair tek bir örnek dahi vermediðini söyler (Me½âdirü’t-teþrî£i’l-Ýslâmî, s. 101). Ramazan el-Bûtî de onun iddiasýnýn maslahatýn nas veya icmâa muhalif olmasýný var saymak gibi vukuu tasavvur edilemeyecek muhal bir temel üzerine kurulduðunu, halbuki bir âyetin gerçek bir maslahata aykýrýlýðýnýn imkânsýz olacaðýný, böyle bir varsayým yapýlsa bile þeriatýn sadece maslahata riayetin gerektirdiði þeylerden daha umumi olduðunu, bunun ise maslahatýn þer‘î hükümleri anlamakta yetersiz kalacaðýný gösterdiðini, ayrýca maslahatýn nas ve icmâdan daha kuvvetli kabul edilmesinin maslahatýn nas ve icmâdan müstakil bir delil olarak kabulünün bir ayrýntýsý olduðunu söyler. Bûtî icmâýn maslahat veya baþka bir delille tahsis edildiðini hiç kimsenin söylemediðini, zira icmâ sabit olduktan sonra her yönüyle kesin bir delil haline geleceðini, nassýn maslahat olduðu söylenen þeylerle tahsisinin mümkün görülmediðini, aksi halde tahsisle nesih arasýnda herhangi bir fark kalmayacaðýný ve herkesin tahsis iddiasýyla þeriattan ayrýlabileceðini ileri sürer (™avâbi¹ü’l-ma½la¼a, s. 209-213). Hüseyin Hâmid Hassân ise Tûfî’nin nazariyesinin esaslarýný aklýn maslahat ve mefsedeti idrakte baðýmsýz olduðu, maslahatýn naslardan baðýmsýz þer‘î bir delil sayýldýðý, uygulama alanýnýn muâmelât ve âdetlerle sýnýrlý bulunduðu, en kuvvetli þer‘î delil olduðu þeklinde özetler ve Tûfî’nin maslahatýn zannî naslara takdimini benimsediðine, kat‘î naslarla teâruzunu ise imkânsýz gördüðüne iþaret eder. Hassân, Tûfî’nin maslahatlarda ihtilâfýn olmayacaðý ve icmâdan daha kuvvetli olduðu þeklindeki görüþünü eleþtirir ve aksine, maslahatý reddedenlerin icmâý kabul etmesi sebebiyle icmâýn daha kuvvetli olduðunu, maslahatý kabulde ittifak bulunmadýðýný, ayrýca maslahatý kabul ettiði söylenen imamlarýn görüþünün maslahat-ý mürsele ile ilgili olmasý sebebiyle Tûfî’nin onlardan destek alamayacaðýný belirtir (Na¾ariyyetü’l-ma½la¼a, s. 529-568). Yukarýdaki tenkitlerin yaný sýra Tûfî’nin nazariyesindeki çeþitli belirsizliklere dikkat çekilmiþ, onun maslahattan tam olarak neyi kastettiðini açýklamadýðý, kapsamýný belirlemediði, görüþlerini teoride iþleyip fýkhî örneklerle ortaya koymadýðý ve

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛFÎ

yaklaþýmýnýn basitliðine karþýlýk yeterince iþlenmemiþ olduðuna iþaret edilmiþtir (Mustafa Zeyd, s. 190; Wael b. Hallaq, s. 152; Opwis, s. 200, 241, 245; Tûfî’nin maslahatla ilgili görüþlerine dair genel bir deðerlendirme için ayrýca bk. MASLAHAT). Tûfî’nin görüþlerindeki belirsizliklerden biri maslahata riayet hakkýnda delil, sebep ve tarîka (metot) gibi farklý terimler kullanmasý, ayrýca onu þer‘î maksat ve gaye yahut söz konusu hadisten ve diðer delillerden çýkarýlan küllî bir kaide olarak gördüðü izlenimi vermesidir. Bunlar arasýnda ince bir ayýrým yapmamasý belirsizliði arttýrdýðý gibi þerhin sonlarýna doðru maslahat-ý mürsele ile bu metodun karýþtýrýlmamasýný vurgulamasýna raðmen þerhin baþýnda saydýðý on dokuz delil arasýnda maslahat-ý mürsele dýþýnda maslahatla ilgili herhangi bir delile yer vermemesi, öte yandan maslahata riayetten delil olarak bahsetmesi ve on dokuz delil içinde en kuvvetli delillerin maslahata riayet, icmâ ve nas olduðunu söylemesi de bakýþ açýsýný belirsizleþtirmektedir (Mustafa Zeyd, ek, s. 16-17, 29, 42, 43). Bir baþka ifadeyle delil olarak görüyorsa maslahat-ý mürsele dýþýnda ayrýca bir maslahata riayet delilinden bahsetmemesi, ictihad ve tercih metodu olarak görüyorsa icmâ ve nasla mukayesesi bir çeliþki olacaktýr. Tûfî’nin maslahat nazariyesine yöneltilen belirsizlik eleþtirisinin bir baþka yönü bir þeyin maslahat oluþunun tesbiti hususudur. Tûfî, “Allah maslahatlarýmýzý âdeten bilmemiz için bir yol gösterdi” demekle yetinir (a.g.e., ek, s. 41) ve bütün maslahatlarý açýk ve anlaþýlýr bularak maslahatlarla naslarýn teâruz edebileceðini var sayar. Bir þeyin maslahat olabilmesi için þâriin temel amaçlarý içine girmesi, kitap, sünnet ve kýyasa aykýrý bulunmamasý ve kendisinden daha önemli bir maslahatý iptal etmemesi þartý arandýðýna göre (M. Saîd Ramazan el-Bûtî, s. 119-272) bunlara muhalif bir hükmün maslahat diye adlandýrýlmasýnýn bir çeliþki sayýlacaðý, ayrýca maslahatýn þâriin beyanlarýndan alýnmasý durumunda söz konusu delilleri maslahatýn deðil onun dayandýðý kitap, sünnet, icmâ, kýyas gibi delillerin tahsis etmesi gerektiði ileri sürülmüþtür (ayrýca bk. Koca, Ýslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, s. 272-278; I/1 [1996], s. 93-122). Hüseyin Hâmid Hassân da Tûfî’nin, özellikle maslahatlarýn âdetler ve tecrübelere dayalý olarak akýl tarafýndan naslardan baðýmsýz bir þekilde bilinebileceði görüþünü benimsediðini söyleyip eleþtiriler yöneltir.

Ancak Tûfî’nin hüsün-kubuh meselesinde Mu‘tezile ve felâsifeyi tenkit ettiði göz önünde bulundurulduðunda maslahatlarý þer‘î ahkâmýn dýþýnda veya karþýsýnda bir alan gibi algýladýðýna dair bir neticeye varmak mümkün deðildir. Tûfî, Fahreddin erRâzî ve Þehâbeddin el-Karâfî’de görüldüðü üzere hüsün-kubuhun üç anlamda kullanýldýðýný söyleyerek hüküm koyma anlamýnda hüsün-kubuhun aklîliðini reddeder (Derßü’l-šabî¼, vr. 68b vd.). Bunun tabii neticesi, bir þeyin maslahat oluþunun bizzat þâriin beyanýyla yahut bu beyanlardan istikrâ yoluyla bilinebileceðinin kabul edilmesidir ve bu durumda, Kitap ve Sünnet’in lafýzlarýyla onlardan elde edilen maslahatlar arasýnda bir teâruzun nasýl olabileceðini açýklamamasý nazariyesinde müphem bir nokta halinde kalýr. Ancak Tûfî, hüsünkubuhun “kiþilerin tabiatlarýna uygun olup olmama” veya “kemale götürüp götürmeme” þeklindeki anlamlarýný esas alýp muâmelâtla ilgili maslahatlarýn günlük hayatta herkes tarafýndan ve ittifakla bilinebilir olduðunu var saymýþ görünmektedir. Aslýnda bu anlamda dünyevî maslahatlarýn çoðunun aklen bilinebileceði Ýzzeddin Ýbn Abdüsselâm tarafýndan da ifade edilmiþtir (Æavâ£idü’l-a¼kâm, I, 4, 8). Tûfî’nin ondan ayrýldýðý husus, Ýbn Abdüsselâm’ýn yaptýðý gibi maslahattan ne anladýðýný ayrýntýlý biçimde ortaya koymamasý ve maslahata riayeti en güçlü delil olarak kabul etmesidir. Tûfî’nin bu görüþünde müphem kalan bir baþka husus da onun has kabul ettiði yukarýdaki hadisle âm naslar arasýndaki zaman iliþkisidir. Tahsisle nesih arasýndaki farký belirtmek için Hanefîler hâssýn âm nassa eþ zamanlý (mukarin) olmasýný, cumhur ise hâssýn en azýndan söz konusu âm nas ile amel edilmeye ihtiyaç duyulduðu andan sonra gelmiþ olmamasýný þart koþmuþtur. Bu iki yaklaþýma göre husus delilinin âmmýn beyanýna ihtiyaç duyulduðu zamandan önce gelmesi gerekir. Halbuki Tûfî’nin iddialarý arasýnda tahsis delilinin zamanýyla ilgili bir açýklama bulunmamaktadýr. Dolayýsýyla o, maslahata riayetin âmma sadece tahsis ve beyan yoluyla takdim edileceðini belirterek bu iþlemin adýna tahsis demiþ olsa bile (et-Ta£yîn, s. 236237, 277, 280) bu durum maslahata riayetin tahsisi deðil maslahatýn âm nassý neshetmesi veya bu maslahatýn dayandýðý delillerin tahsisi anlamýna gelecektir. Âyet ve hadisleri nesheden delillerle ilgili þartlara bakýldýðýnda bunlar arasýnda maslahata riayet prensibi bulunmadýðý gibi bu

prensibin çýkarýldýðý savunulan hadisin de nâsih olabilmesi için onun neshedilenden (mensuh) sonra gelmiþ olmasý gerekir. Halbuki burada, söz konusu hadisin hangi âm naslardan sonra gelip de onlarý neshettiðine dair bir bilgi bulunmamaktadýr. Ayrýca maslahata riayet prensibinin zaman içerisinde hangi naslarla çatýþacaðý belli olmadýðýna göre burada mensuh olarak kabul edilecek naslarýn da nitelik ve nicelikleri bilinmemektedir. Tûfî’nin nazariyesi kendi döneminde yaygýn olan maslahat, küllî kaideler ve þer‘î makasýda dair görüþlerden yola çýkýlarak yeni bir metodoloji ortaya konulmasý yönünde bir teþebbüstür. Ýçerdiði müphemlikler ve ifade ediliþindeki aþýrýlýklar dolayýsýyla bu teþebbüste tenkide açýk hususlar mevcuttur. Ancak modern dönemdeki ictihad ve reform arayýþlarý çerçevesinde Tûfî’nin nazariyesi onun zihin dünyasýnda bulunmayan bir baðlamda ele alýnmýþ ve tartýþmalarýn çoðu aslýnda bu modern yorumlar çerçevesinde yürütülmüþtür. Halbuki usul eserleriyle birlikte hadis þerhindeki görüþleri incelendiðinde onun þer‘î delillere ve lafýzlara itibar etmeme, keyfî bir maslahat yorumuyla þer‘î hükümleri iþlevsiz kýlma gibi bir anlayýþla hareket etmediði görülür. Ýbadetler ve âdetler arasýnda yaptýðý ayýrým o dönemde birçok usulcüde görülür ve aslýnda ta‘lîl edilebilen ve edilemeyen naslar arasýnda ayýrým yapmanýn bir baþka ifadesidir. Kelâmcýlarýn usul anlayýþýnda olduðu gibi âm lafýzlarýn delâletini zannî ve ihtimalî görerek maslahatýn bilinebildiði hususlarda naslarý maslahata uygun biçimde yorumlama, böylece mezheplerin aþýrý yorum, kýyas ve tahrîc yoluyla daralttýðý alaný geniþleterek þeriatýn tatbikinde ve sorunlarýn çözümünde kolaylýk saðlama þeklinde bir tavýr sergilediði, bu noktada Karâfî’nin fýkhî yaklaþýmlarýna benzer bir tavýr ortaya koyduðu görülür. Fýkhýn küllî kaidelere bina edilmesini savunan, emir ve nehyin maslahat ve mefsedete tâbi olduðunu, fakat bunun Mu‘tezile’nin öne sürdüðü gibi aklî vücûb gereði deðil Allah’ýn lutuf ve fazlýnýn bir sonucu olduðunu belirten Karâfî’ye benzer þekilde Tûfî de maslahata riayetin Allah’ýn lutfu sonucu olduðunu vurgular. Tûfî, Karâfî’nin, “Kulun hakký maslahatlarýdýr” ifadesine (Þer¼u Tenš¢¼i’l-fu½ûl, s. 80) benzer ifadeler kullanýr (Mustafa Zeyd, ek, s. 48). Tûfî’nin görüþlerini deðerlendirirken hüsün-kubuh, þer‘î deliller, umum-husus ve maslahatla ilgili görüþleri baþta olmak üzere bütün usul görüþlerinde Karâfî’nin ve Âmidî’nin büyük

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

329


TÛFÎ

etkisinin bulunduðunu göz önünde bulundurmak gerekir. Bir bakýma o, Karâfî’nin baþlattýðý maslahatý kýyastan ayýrma yönündeki süreci tamamlamýþ ve maslahat düþüncesini bir adým daha ileriye götürmüþtür (Opwis, s. 242). Öte yandan Tûfî’nin farklý düþündüðü husus, icmâý bir yandan kat‘î bir delil olarak nitelendirirken bazý açýlardan zannî ve naslardaki âm lafýzlar gibi tahsise elveriþli görmesi, maslahatý her cüz’î meselede kendisine þahit getirilmesine gerek olmayan geçerli bir delil þeklinde vazetmesi ve kýyasýn unsuru olmaktan çýkarýp deliller hiyerarþisinde en üst noktaya yerleþtirmesidir. Bu yönüyle onun nazariyesi maslahat düþüncesinin sunduðu imkânlarý en uç noktaya taþýmakta, basit fakat ihtilâflarý sona erdirme hedefine ulaþmayan yeni bir bakýþ açýsý ortaya koymaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Tûfî, £Alemü’l-ce×el fî £ilmi’l-cedel (nþr. W. Heinrichs), Wiesbaden 1408/1987, s. 4, 243; a.mlf., Þer¼u MuÅta½ari’r-Rav²a (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1407-10/1987-90, tür.yer.; ayrýca bk. neþredenin giriþi, I, 9-51; a.mlf., e½-Øa£šatü’l-³aŠabiyye fi’r-red £alâ münkiri’l£Arabiyye (nþr. Muhammed b. Hâlid el-Fâzýl), Riyad 1417/1997, s. 266-279; a.mlf., et-Ta£yîn fî þer¼i’l-Erba£în (nþr. Ahmed Hâc M. Osman), Beyrut-Mekke 1419/1998, s. 234-280; a.mlf., el-Bülbül fî u½ûli’l-fýšh (nþr. Saîd Muhammed el-Lahhâm), Beyrut 1420/1999, s. 8; a.mlf., el-Ýþârâtü’l-ilâhiyye ile’l-mebâ¼i¦i’l-u½ûliyye (nþr. Ebû Âsým Hasan b. Abbas b. Kutb), Kahire 1423/2002, tür.yer.; a.mlf., Derßü’l-šabî¼ fi’t-ta¼sîn ve’t-tašbî¼, Süleymaniye Ktp., Þehid Ali Paþa, nr. 2315, vr. 64b-147b; Ýzzeddin Ýbn Abdüsselâm, Æavâ£idü’l-a¼kâm, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 3-8; Þehâbeddin el-Karâfî, Þer¼u Tenš¢¼i’l-fu½ûl, Beyrut 1424/2004, s. 80; Ýsmail Hakký Ýzmirli, Ýlm-i Hilâf, Ýstanbul 1330, s. 100-105; M. Ebû Zehre, Mâlik: ¥ayâtühû ve £a½rüh ârâßühû ve fýšhüh, Kahire 1952, s. 311, 329-334; a.mlf., Ýbn ¥anbel: ¥ayâtühû ve £a½rüh ârâßühû ve fýšhüh, Kahire 1981, s. 316; Mustafa Zeyd, el-Ma½la¼a fi’t-teþrî£i’l-Ýslâmî ve Necmüddîn e¹-ªûfî, Kahire 1954, s. 113-191, ek, s. 2-48; M. Reþîd Rýzâ, Yüsrü’l-Ýslâm ve u½ûlü’t-teþrî£i’l-£âm, Kahire 1375/ 1956, s. 69-75; M. Zâhid Kevserî, Mašålât (nþr. Râtib Hâkimî), Humus 1388, s. 118-119, 332; Abdülkadir Bedrân, el-MedÅal ilâ me×hebi’l-Ýmâm A¼med b. ¥anbel (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1401/1981, s. 404, 460-461, 463, 466; Hüseyin Hâmid Hassân, Na¾ariyyetü’lma½la¼a fi’l-fýšhi’l-Ýslâmî, Kahire 1981, s. 529568; Abdülvehhâb Hallâf, Me½âdirü’t-teþrî£i’l-Ýslâmî fîmâ lâ na½½a fîh, Küveyt 1402/1982, s. 96103; M. Saîd Ramazan el-Bûtî, ™avâbi¹ü’l-ma½la¼a fi’þ-þerî£ati’l-Ýslâmiyye, Beyrut 1982, s. 119-272 vd.; Abdallah M. al-Husayn al-Amirî, atTufi’s Refutation of Traditional Muslim Juristic Sources of Law and His View on the Priority of Regard for Human Welfare as the Highest Legal Source or Principle (doktora tezi, 1982), University of California; M. Mazhar Beka, Mu£cemü’lu½ûliyyîn, Mekke 1414, II, 127-129; Nazly Hanum Lubis, Al-Tûfî’s Concept of Maslahah: A

330

Study in Islamic Legal Theory (yüksek lisans tezi, 1995), McGill University, s. 104-108; Ferhat Koca, Ýslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, Ýstanbul 1996, s. 272-278; a.mlf., Ýslam Hukuk Tarihinde Selefî Söylem: Hanbelî Mezhebi, Ankara 2002, s. 94, 170-171, 226, 242-243, 247, 257; a.mlf., “Ýslâm Hukukunda Maslahat-ý Mürsele ve Necmeddin et-Tûfî’nin Bu Konudaki Görüþlerinin Deðerlendirilmesi”, ÝLAM Araþtýrma Dergisi, I/1, Ýstanbul 1996, s. 93-122; Wael b. Hallaq, A History of Islamic Legal Theories, Cambridge 1997, s. 150-152, 185; F. M. Maria Opwis,

Ma½la¼a: An Intellectual History of A Core Concept in Islamic Legal Theory (doktora tezi, 2001), Yale University, s. 194-245; M. Hamed el-Garâyibe, el-Ýmâm Süleymân e¹-ªûfî el-¥anbelî u½ûliyyen ve faš¢hen, Amman 1425/2005, s. 211222; Mehmet Dirik, Tûfî’ye Göre Ýslam Hukuk Metodolojisinde Maslahat (doktora tezi, 2005), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ali Tülü, Tûfî’nin Maslahat Anlayýþý (yüksek lisans tezi, 2006), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 115-139; Ali Pekcan, “Necmuddîn Tûfî’nin Maslahat Risalesi”, Dinbilimleri Akademik Araþtýrma Dergisi, III/1 (2003), s. 267-313; Ali b. Ýbrâhim b. el-Kusayyir, “Menhecü’t-Tûfî fî taprîci’l-fürû.i’l-fýkhiyye .ale’l-usûli’l-lugaviyye min kitâbihi’s-Sa.kati’l-gadabiyye fi’r-red .alâ münkiri’l.Arabiyye”, ed-Dir£iyye, X/37-38, Riyad 1428/ 2007, s. 359-430; Saim Kayadibi, “Al-Tufý-Centred Approach to al-Maslahah al-Mursalah (Public Interest) in Islamic Law”, Ýslam Hukuku Araþtýrmalarý Dergisi, sy. 10, Konya 2007, s. 71-95.

ÿFerhat Koca

˜

TUÐ Türk devletlerinde siyasî ve askerî otoriteyi temsil eden bayrak ve sancak benzeri alâmet.

Türk tarihinde tuð hükümranlýk ve baðýmsýzlýk anlamlarý taþýyan, bayrak, sancak, alem gibi askerî ve siyasî bir güç ve yetki iþaretidir. Ýslâmiyet’in kabulünden önceki devirlerde sancakla beraber ve ayný makamda kullanýlýr, bayrakla birlikte ordu ve birliklerin önünde taþýnarak yol gösterir. Tuð kaynaklarda tepesine at kuyruðu baðlanmýþ, ucuna altýn yaldýzlý top geçirilmiþ, mýzrak türünden bir alâmetin adý olarak açýklanýr. Önceleri Çinliler ile Türkler’ce kutsal sayýlan uzun tüylü yak öküzünün kuyruðundan yapýlýrken sonradan at kuyruðundan yapýlmaya baþlandýðý, Osmanlý döneminde tuðlarýn daima at kuyruðundan olduðu, hanlýk alâmeti þeklinde eski Türkler’de, Çinliler’de ve Hintliler’de görüldüðü belirtilir. Ayrýca bazý kaynaklarda bir savaþ alâmeti veya aleti þeklinde geçer. Baþlarý at kýllarýyla süslenmiþ gönderlere takýldýðý, Çin’deki rahip tuðlarý ile þamanlarýn perçemli tuðlarý birer baston gibi iken savaþ tuðlarýnýn gönder ve sýrýk-

larýnýn çok uzun olduðu, bu sebeple çok uzaklardan görülebildiði ifade edilir. Þekil bakýmýndan tuðu ön plana çýkaran özellik yak ya da at kýlýdýr. Yak yabani bir sýðýr türüdür, asýl vataný Tibet kabul edilir. Vahþi ve ürkütücü olan bu tür Orta Asya Türk yurtlarýnda evcilleþtirilmiþ yumuþak ve uzun tüylü bir hayvandýr. Kutuz, kotuz, hotuz gibi adlarla da anýlan ve bozkýr þartlarýnda yaþayabilen güçlü bir tür olduðundan Türk mitolojisinde hayvan-atalar grubunda yer almýþ ve kutsal sayýlmýþ, gök unsurlarýyla iliþkilendirilmiþtir. Zaman içinde kotuz yerine at kýlý ve perçemlerinin kullanýlmasý da eski Türk inanýþlarýyla ilgilidir. Þamaný gökyüzüne taþýyan binek hayvaný niteliðiyle at kutsal bir hayvandýr. Bu sebeple kuyruk ve perçem kýllarý da kutsal sayýlmýþ ve bununla ilgili ritüeller geliþtirilmiþtir. Atýn bu özelliði Ýslâmiyet’in kabulünden sonra müslüman Türk topluluklarý tarafýndan cihadla alâkalý olarak Ýslâmî inanýþa uyarlanmýþtýr. Kâþgarlý Mahmud’un sözlüðünde tuð, davul (kös), bayrak ayný anlama gelmekte ve baðýmsýzlýk alâmeti kabul edilmektedir. Kutadgu Bilig’de, “Gök gürledi, vurdu nevbet tuðu, þimþek çaktý, hakanýn tuðunu / bayraðýný çekti” denir. Burada toplanma ve birlik olmaya çaðýran nöbet davulu kösle tuð ve bayrak ayný bütünün parçalarý þeklinde baðýmsýzlýðý belirtmektedir. Davul / kös, tuð ve bayrak yine baðýmsýzlýk timsali olarak mehterde yer almaktadýr. Mehter takýmýnýn büyüklüðü takýmdaki tuðlarýn sayýsýna baðlýdýr; bir, üç, beþ, yedi, dokuz kat mehter diye anýlýr. Dokuz ve yedi kat mehterlere “mehterhâne-i hâkanî” denir. Kâþgarlý Mahmud’un eserinde geçen “dokuz tuðluk han” ifadesinden hanlarýn dokuz tuðu olduðu anlaþýlmaktadýr.

XVII-XVIII. yüzyýllara ait Osmanlý tuðu ile (Varþova Polonya Ordu Müzesi) XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsýna ait Osmanlý tuðu (Almanya Karlsruhe Müzesi)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐ

Türk kültüründe gerek duvar ve kaya resimlerindeki tasvirlerden gerekse yazýlý kaynaklardan ve efsanelerden tuð ile davul / kös / tabl arasýnda tarih boyunca hamâsî bir bað kurulur. Semerkant / Efrâsiyâb sarayý duvar resimlerindeki bir sahne tarihî ve ikonografik açýdan önemlidir. VI-VIII. yüzyýllara tarihlenen, Göktürkler’e ait bu resimlerden birinde aslan lakabýyla bilinen, Çinliler’in T’amon-Chulo (605-616) dedikleri kahraman tasvir edilmiþtir. Burada ortadaki hükümdarýn al bayraðý olmak üzere dikilmiþ on bir tuðun kotuz olduðu, daha uzun olan at kuyruðu tuðundan farkedilebildiði, tuðlarýn önünde boynuzlu maskelerle süslenmiþ davullarýn durduðu görülür. Diðer bir resimde ise belki T’amon-Chulo olabilecek bir süvarinin eyerinde al bayraða baðlý bir ak-kotuz tuðu dikilidir. Türkler’de kotuz tuðunu tasvir eden birçok eser vardýr. Bunlar arasýnda, Göktürkler’in doðudaki merkezi olan Ötüken daðlarýnda bir kaya üstünde kotuz tuðu taþýyan atlý alplerin resimleri özellikle dikkat çeker. Karluk dönemine (766-840) atfedilen bir gümüþ tabakta ve Kâbil’deki Türk-Þâhî sülâlelerinin bir sikkesinde kotuz tuðu görülür (Esin, s. 186-187). Alp mezarlarýna dikilen tuðun dinî anlamý üzerinde de durulur. Uygur resimleri ise tuðun Budizm ile alâkasýný tasvir eder. Buda muhafýzlarý ak kotuz kuyruðundan yelpaze tutarlar. Kuzey yönü gözcüsü sayýlan kuzeyin simgesi, hilâlden hâlesi olan Alp-Tanrý Basaman’ýn tuðu ise yine kuzeye atfedilen kara renkte gösterilmiþtir. Kutsal sayýlan kotuz ongun ve tamga þeklinde sikkelerde de kullanýlmýþtýr. Uygur devrinde yazýlmýþ Oðuz Kaðan destanýnda geçen, “Güneþ tuðumuz, gök de otaðýmýz olsun” ifadesi Oðuz Kaðan’ýn kendi soyuna ve nesline buyruðu gibidir. Burada otaðlarýn önüne yüksek gönderlere takýlý olarak dikilen tuðla dünyayý ýsýtan ve aydýnlatan güneþ eþ koþulmuþtur. Öte yandan ünlü Türk destaný Manas’ta, “Kýzýl tuðun dibini yere sançýnýz, baþýný göklere yayýnýz” yazýlýdýr. Destanýn bu bölümünde, tuð bayrakla ayný anlamda deðerlendirilip yüceliðini vurgulamak için topraktan gökyüzüne kadar uzandýðý ve iki dünyayý birleþtirdiði belirtilmek istenmiþtir. Moðollar’da da Cengiz Han’ýn hanlýk alâmeti tuð ve davuldu. Bunlarýn korunmasýna büyük önem verilirdi. Timurlular döneminde öncüler fethedilen kale burçlarýna tuðlarýný dikerlerdi. Eski Türkler’de ayný makamda kullanýlan tuð veya sancaklarýn gönderlerinin tepesinde hâkimiyet unsuru sayýlan çeþitli semboller bulunmak-

taydý. Bunlar hayvan totemler ve göksel simgeler biçimindeydi. Bu tuð tepelikleri kurt, kartal, þahin, yaban keçisi, ay, güneþ gibi semboller yanýnda mýzrak ucu þeklinde de olabilirdi. Ýslâmî döneme geçildiðinde özellikle Osmanlý devrinde hilâl, evren / güneþ / dünyayý temsil eden küre, mýzrak ucu biçiminde tuð tepelikleri kullanýlmýþtýr. Tuðlarýn ucunun mýzrak ucu þeklinde olabildiðini gösteren örnekler gerektiðinde silâha dönüþtürüldüklerini düþündürür. Ýlk Osmanlý kroniklerinde Osman Gazi’ye baðýmsýzlýk alâmeti olarak Selçuklu sultaný tarafýndan gönderilenler içinde tuð da vardýr. Bu durum davul / kös veya tabl ve alemle birlikte önemli bir sembol niteliðini Osmanlýlar döneminde sürdürdüðünün iþaretidir. Osmanlýlar’da padiþahlarýn tuðlarýný taþýyan görevliler kapýkulu süvarilerinin Silâhdar bölüklerine mensup Tuðciyân-ý Hâssa birliðindendi. Birliðin baþýna “ser-tuðciyan” denilirdi. Padiþah ve büyük devlet adamlarýnýn tuðlarýna genelde “tûð-ý hümâyun” adý verilirken tuð sahiplerinin kendilerine verilen tuð sayýsýna baðlý þekilde devlet hazinesine ödedikleri vergiye “tûð-ý hümâyun câizesi” denilmekteydi. Osmanlý hâkimiyetini kabul eden beylerle voyvodalara yetki ve rütbe alâmeti olarak

XIX. yüzyýla ait Moðol tuðlarý

tuð verilir, bunun karþýlýðýnda hazineye intikal eden bir miktar para tahsil edilirdi. Hükümdarlýk, vezirlik, beylerbeyilik, sancak beyliði gibi görev ve memuriyet iþareti sayýlan tuðlarýn sayýsý vazifenin derecesine ve ehemmiyetine göre deðiþirdi. Osmanlýlar’da genelde padiþahýn yedi, sadrazamlarýn beþ, vezirlerin üç, beylerbeyinin iki, sancak beylerinin ve mirlivâlarýn birer tuðu bulunurdu. XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsýna ait Marsigli’nin eserinde yayýmladýðý gravürde açýk arazide kurulmuþ çift direkli bir vezîriâzam otaðý görülür. Sokaklara ayrýlmýþ otaðýn avlusunun giriþ kapýsý önünde sadrazamlýðý temsilen beþ adet tuð dikilidir. Devlet törenlerinde, seferlerde veya bir savaþ tâlimi sayýlan sultanlarýn ava çýkýþ merasimlerinde hiyerarþik diziliþ içinde tuðlar da yer alýrdý. Yürüyüþ sýrasýnda bir görevli tarafýndan taþýnan tuðlar konaklama ve savaþ düzeninde ait olduklarý birliklerin önüne ve yere dikilirdi. Bu muntazam diziliþ ordunun tertibini gösterirdi. Buna baðlý olarak serdar, uzun gönderleriyle ve aidiyetlerini belirten sayýlarýyla ilk bakýþta farkedilen tuðlarý görüp uzaktan orduyu sevk ve idare edebilirdi. Her sipahi bölük aðasýnýn bir tuðu bulunurdu. Osmanlý Devleti’nde ordunun sefere çýkmasý kararý alýnýnca padiþah tuðlarý da (özellikle zafer görmüþ iki tuð) meydana çýkarýlýrdý. Sefer süresince ilk konak alanýna götürülür ve burada otað-ý hümâyunun önüne dikilirdi. Padiþah ilk konaklama yerine ulaþtýðýnda bir sonraki konaklama yerini hazýrlayacak, çadýr mehteri denilen otað-ý hümâyunu kurmakla görevli birlik tûð-ý hümâyunlardan ikisini alarak ikinci konaklama yerini hazýrlamak üzere yola çýkardý. Daha önceden belirlenen bu alana vardýklarýnda ordugâhla birlikte sultan çadýrýný da kurar ve önüne bu iki tuðu dikerdi. Bu uygulama son konaklama yerine kadar tekrarlanýrdý. Savaþ alanýna en yakýn son konak yerine varýldýðýnda iki padiþah tuðu sýnýra kadar önde giderdi. Bu tuðlar savaþýn neticesine göre zafer görmüþ olarak geri dönerdi. Almanya’da Haiderberg Karlsruhe Müzesi’nde bulunan XVII. yüzyýla ait bir Osmanlý tuðunun Viyana muhasarasýnda Avusturyalýlar’ýn eline geçtiði kabul edilir. Tuðun ahþap bir gönder üzerinde beyaz, sarý, kýrmýzý ve yeþil renklerle boyalý at kýllarý ile süslenmiþ olduðu görülür. Tepelik kýsmý muntazam kesilmiþ perçemler ve bunlarýn altýna baðlanmýþ uzun saçaklar þeklinde at kuyruklarý ve gövdeyi saran dokuma desenli geometrik motifleriyle

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

331


TUÐ

renkli bir örnektir. Tuð saçaklarýnýn baþlangýç yerinde tombak bilezik ve bundan sarkan iki halka sallanmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Marsigli, Osmanlý Ýmparatorluðunun Askeri Vaziyeti, tür.yer.; Mahmud Þevket Paþa, Osmanlý Teþkilât ve Kýyâfet-i Askeriyyesi, Ýstanbul 1325, I, 38; Uzunçarþýlý, Saray Teþkilâtý, s. 243, 275; Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriþ: Türklerde Tuð ve Bayrak, Ankara 1984, s. VIII-IX, 1, 3, 7; a.mlf., “Tuð”, ÝA, XII/2, s. 1-5; E. Petrasch v.dðr., Die Karlsruher Türkenbeute, München 1991, s. 77; Emel Esin, Türklerde Maddi Kültürün Oluþumu, Ýstanbul 2003, s. 186-187, rs. 185, 198-201; Yaþar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Ana Hatlarý, Ýstanbul 2010, s. 162-163, 166; Tülin Çoruhlu, “Savaþ ve Sanat”, P Sanat Kültür Antika, sy. 30, Ýstanbul 2003, s. 80-86, 95; Pakalýn, III, 522-523.

ÿTülin Çoruhlu

˜

TUÐLUKÂBÂD ( 1 . ; ) Tuðluklular döneminde Delhi yakýnýnda kurulan þehir.

Afganistan’ý ele geçiren Çaðataylýlar’ýn Hindistan’a akýn yapmalarý ve Delhi’yi iki defa abluka altýna almalarý Delhi Türk sultanlarýný müstahkem kale-þehirler kurmaya sevketmiþtir. Melik Gazi unvanýyla tanýnan Tuðluklu hânedanýnýn kurucusu Gýyâseddin Tuðluk’un (1320-1325) Yeni Delhi’nin yaklaþýk 15 km. güneydoðusunda kurduðu Tuðlukâbâd þehri de bunlardan biridir. Tuðlukâbâd’ýn mimarý, aslen Anadolulu bir kumandan olan, þahne-i imâret Melikzâde Ahmed b. Ayaz-ý Rûmî’dir. Arkeolojik buluntulara ve kaynaklarýn verdiði bilgilere göre þehirde halkýn temel ihtiyaçlarýný karþýlayabilecek su ve yiyecek depolarý, alýþveriþ merkezleri, camiler, evler, hükümdar sarayý, çevgân alanlarý, tören ve toplantý yerleri, surlar ve istihkâmlar bulunuyordu. Bu tarz þehirlerden ilki, Delhi Türk Sultaný Alâeddin Halacî tarafýndan 1303 yýlýnda kurulan Delhi yakýnlarýndaki Sîrî’dir. Ancak bu þehirden günümüze birkaç duvar yýkýntýsý dýþýnda hiçbir þey kalmamýþtýr. Tuðlukâbâd ise ayný amaçla tesis edilen þehirlerin zamanýmýza en iyi korunarak ulaþanýdýr. Ýlk kuruluþunda Delhi’den ayrý bir þehir gibi olan Tuðlukâbâd, Delhi’nin çok hýzla büyümesi sonucunda bu þehrin sýnýrlarý içinde bir semt durumuna geldi.

masýný tavsiye etmesidir. Bununla birlikte o dönemde Hindistan hükümdarlarý arasýnda yeni baþþehir inþasý eðilimi yanýnda Tuðlukâbâd’ýn yeni bir hânedanýn kuruluþunun göstergesi olduðunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Tuðlukâbâd’ýn Gýyâseddin’in saltanatýnýn ilk iki yýlý içinde tesis edildiði anlaþýlmaktadýr. Nitekim Berenî, 721 (1321) yýlý olaylarýndan bahsederken genel kabullerin hâlâ Sîrî’deki Halacîler’in sarayýnda yapýldýðýný, ancak Varangal’ýn yeniden fethinin (723/1323) hem Sîrî’de hem Tuðlukâbâd’da kutlandýðýný belirtmektedir. Dolayýsýyla Tuðlukâbâd’ýn 1323’te baþþehir olduðu ve Sultan Gýyâseddin, emîrler, melikler, âlimler ve devlet ricâlinin burada evler yaptýrýp oturmaya baþladýklarý anlaþýlmaktadýr. Þehir, Gýyâseddin Tuðluk Þah’ýn ölümünden sonra kýsa bir süre daha devlet merkezi olarak kaldý. Muhammed Þah Tuðluk, babasýnýn veliahdý sýfatýyla Tuðlukâbâd’da tahta oturdu. Fakat kýrk gün sonra Delhi’ye gitti ve âdete uygun biçimde eski sarayda tahta çýktý. Ardýndan saray ve hükümet binalarýnýn bulunduðu Tuðlukâbâd’a kýsa bir süre için geri döndü (725/ 1325). Muhammed Þah, bastýrdýðý bilyon (alaþým) paralarý tedavülden kaldýrmak istediðinde bunlarý altýn ve gümüþ paralarla deðiþtirme iþini de Tuðlukâbâd’da gerçekleþtirdi. Tuðlukâbâd, Muhammed Þah Tuðluk’un tahta çýkmasýndan sonra önemini kaybetmeye baþladý. Onun ilk icraatlarýndan biri

babasýnýn sarayýný terketmek ve kendisine baþka bir saray yaptýrmak oldu. Þüphesiz bu davranýþý kendisinden önceki sultanlarýn ve babasýnýn uyguladýðý bir âdetti. Muhammed Þah Tuðluk, Tuðlukâbâd’ýn dýþýnda Âdilâbâd þehrini inþa ettirdi. Ardýndan yeni yaptýrdýðý Cihanpenâh’a taþýndý. Baþþehrin Devâgirî’ye (Devletâbâd) taþýnmasýndan sonra Delhi’ye ve Cihanpenâh’a döndüyse de Tuðlukâbâd’da oturmadý. Ýbn Battûta’nýn seyahati esnasýnda Tuðlukâbâd artýk baþþehir deðildi, fakat eski ihtiþamýndan henüz bir þey kaybetmemiþti. Ayrýca þehirde kiremitleri altýnla yaldýzlanmýþ, göz kamaþtýrýcý görkemli bir köþk vardý. Rivayete göre Tuðluk Þah bu saraydaki havuzun içinde altýn eritmiþ ve havuz tek parça altýna dönüþmüþtü. Fîrûz Þah Tuðluk ise (1351-1388) Delhi’yi imar ettirdi ve yeni binalar yaptýrdý. Ancak Tuðlukâbâd bu imar çalýþmalarý içinde yer almadý. Fîrûz Þah da kýsa süre sonra Delhi’nin bir baþka bölümünde yaptýrdýðý Fîrûzâbâd’a taþýndý. Böylece Tuðlukâbâd kaderine terkedildi. Tuðlukâbâd’dan günümüze saðlam olarak ulaþan tek yapý þehrin dýþýnda bulunan Gýyâseddin Tuðluk Þah’ýn türbesidir. Þehir üç müstahkem bölgeye ayrýlmýþtýr: Aþaðý þehir (pâyîn-þehr), yukarý þehir (bâlâþehr) ya da kale (hisâr) ve saray. Þehir bu yapýsýyla Ýslâmî-Horasânî tarzda olup planý Tûs, Nîþâbur ve Büst þehirlerine benzemektedir. Þehrin kurulduðu arazi muson yaðmurlarý mevsiminde suyun toplandýðý

Tuðlukâbâd’dan bir görünüþ

Ýbn Battûta’ya göre Tuðlukâbâd’ýn kuruluþ sebebi, Halacîler’den Kutbüddin Mübârek Þah’ýn Melik Gazi Tuðluk’a bir gün sultan olmasý halinde yeni bir þehir kur332

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐLUKLULAR

havza ile çevrili bir tepedir. Birçok su bendinin inþasýyla þehrin güneyinde kalan arazi büyük bir göl haline getirildi. Sultan Gýyâseddin, türbesini bu gölün ortasýnda yaklaþýk 300 metrelik bir geçit yolla kaleye baðlý suni bir adanýn üzerine yaptýrdý. Tuðlukâbâd’ýn çevresi yaklaþýk 6 km. uzunluðunda, þehirdeki ana caddeler 2 kilometreden biraz kýsadýr. Þehrin dýþ hatlarý geometrik formda olmayýp kayalýk tepenin sýnýrlarýný takip ettiðinden girintili çýkýntýlý yamuk biçimindedir. Þehir, üzerinde büyük yuvarlak kulelerin bulunduðu saðlam duvarlar tarafýndan korunmaktadýr. On ikisi dýþa açýlan, ikisi dýþ kale ile þehir arasýnda, biri de dýþ kaleyi iç kaleye baðlayan olmak üzere toplam on beþ kapýsý vardýr. Bunlara Muhammed Þah Tuðluk’un kendi sarayýna giriþ için yaptýrdýðý Âdilâbâd Kapýsý da eklenirse bu sayý on altýya çýkar. Günümüze iyi durumda ulaþan Andheri Kapýsý dýþýndaki bütün kapýlar haraptýr. Þehrin inþasýnda gereken taþlar yine þehrin kurulduðu yerden saðlanmýþ, kale ve iç kaledeki bazý taþ ocaklarý su deposu haline getirilmiþtir. Surlarýn yapýmýnda kullanýlan taþlar büyük ebattadýr ve ortalama 50 × 50 × 200 cm. boyutlarýndadýr. Surlarýn kalýnlýðý çeþitlilik gösterir. Bazý yerlerde doðrudan sarp kayalar üzerine yapýlan duvarlar oldukça incedir; ancak diðer yerlerde surlarýn kalýnlýðý 10 metreyi bulmaktadýr. Surlarýn yüksekliði dýþ ve iç kalenin bazý bölümlerinde 30 metreye ulaþmaktadýr. Fakat ortalama yükseklikleri 10-15 m. arasýndadýr. Hem surlar hem kuleler dýþtan ve kale alanýnda temelden yukarý doðru meyilli olup üç katlý bir savunma sistemine sahiptir. Ýlk katýn çok keskin bir eðimi vardýr; 12 m. yüksekliðinde, 2 metreden daha geniþtir ve bütün kale ile iç kaleyi çevreler. Bu güçlü savunma sistemi kaleye heybet vermektedir. Ýç kale sultana ait özel binalarýn yer aldýðý en saðlam bölümdür. Ýç kalenin tek kapýsý dýþ kaleye açýlan batý duvarýnýn ortasýnda bulunmaktadýr. Bundan baþka muhtemelen gizli yollarla çýkýþa giden küçük bir kapý daha vardýr. Ýç kaledeki en belirgin yapý hemen hemen ortada yer alan Cihannümâ adlý köþktür. Planý kare þeklinde bir platform üzerinde basamaklý bir piramit formunda olup etrafý saray yapýlarýyla çevriliydi. Ýç kalede su ihtiyacýný karþýlamak üzere bir sarnýç, ayrýca küçük bir mescid bulunuyordu. Tuðlukâbâd’da 180 × 120 m. boyutlarýnda sarayýn avlusuna bakan geniþ bir meydan vardý. Burasý çevgân alaný deðil büyük ihtimalle törenler ve

saray toplantýlarý için kullanýlýyordu. Bu mimari özellikleriyle Tuðlukâbâd, Hindistan’da sonraki tarihlerde inþa edilen kale-þehirlere örnek olmuþtur. BÝBLÝYOGRAFYA :

Berenî, TârîÅ-i Fîrûz Þâhî (nþr. Seyyid Ahmed Han), Osnabrück 1981, s. 449-450, 456, 476; Ýbn Battûta, Seyahatnâme (trc. M. Sait Aykut), Ýstanbul 2004, II, 612, 644; Seyyid Ahmed Han, ¦ârü’½-½anâdîd, Leknev 1876, s. 19-20; M. Shokoohy – N. Shokoohy, “Tughluqabad, The Earliest Surviving Town of the Delhi Sultanate”, BSOAS, LVII/3 (1994), s. 516-550; K. A. Nizami, “Delhi”, DÝA, IX, 126.

ÿS. Haluk Kortel

˜

TUÐLUKLULAR Delhi’de hüküm süren Türk-Ýslâm hânedaný (1320-1414).

Hânedanýn kurucusu Gýyâseddin Tuðluk, Sind ile Türk ülkeleri arasýnda kalan daðlýk Karavna bölgesi Türkler’indendir. Alâeddin Halacî devrinde (1296-1316) Hindistan’a gelerek sultanýn Sind ve Mültan valisi olan kardeþi Uluð Han Elmas’ýn hizmetine girdi, ordunun yaya ve atlý sýnýflarýnda yer aldýktan sonra emirliðe yükseldi. Moðollar’a karþý yapýlan savaþlarda gösterdiði baþarýlar neticesinde ün kazandý ve “Melik Gazi” unvanýyla anýlmaya baþlandý. Uzun yýllar kuzeybatý sýnýrý eyaletlerinden Dipâlpûr, Sâmâna ve Mültan’ýn idareciliðini yürüttü ve Kutbüddin Mübârek Þah’ýn hükümdarlýðý sýrasýnda (1316-1320) ayný görevi sürdürdü. Saltanat nâibi Hüsrev Han 720’de (1320) Kutbüddin Mübârek Þah’ý öldürerek tahta çýktý. Mühtedi bir Hindu olan Hüsrev Han ülkede Hinduluðun yeniden üstünlük kazanmasý için giriþimlerde bulundu. Melik Tuðluk ona tâbi olmayý reddetti ve Ýslâm hâkimiyetini yeniden saðlamak amacýyla emrindeki kuvvetlerle Delhi üzerine yürüdü. Lohrâvat ovasýnda yapýlan savaþý Tuðluk kazandý. Hüsrev Han kaçtýysa da yakalanarak idam edildi. Ertesi gün saraya gelen Tuðluk, Halacîler’den hiçbir þehzadenin hayatta kalmadýðýný öðrenince tahta oturdu (1 Þâban 720 / 6 Eylül 1320). Tuðluk Þah’ýn ilk iþi tarýmý teþvik edici tedbirler almak oldu. Çiftçilerin ödediði arazi vergilerini önemli ölçüde hafifletti. Taþra idarecilerinin çiftçilere vergi konusunda zulüm yapmalarýný önleyen kanunlar koydu. Ardýndan orduyu yeniden teþkilâtlandýrdý. Delhi’deki hânedan deðiþikliðinden sonra tâbi Hindu racalarýndan Varangal Racasý Pratap Rudra Deva baðýmsýz hareket

etmeye baþladý. Bunun üzerine Tuðluk Þah, oðlu Uluð Han Fahreddin Muhammed Cavna (Cûne) Han’ý 721’de (1321) kalabalýk bir orduyla Varangal’e gönderdi. Cavna Han, Varangal’i kuþattýysa da orduda çýkan karýþýklýklar yüzünden baþarýlý olamadý ve Delhi’ye döndü. Tuðluk Þah, baþta þair Ubeyd ve Þeyhzâde Dýmaþký olmak üzere askerleri isyana teþvik edenleri idam ettirdikten sonra Cavna Han’ý yeniden Varangal’e gönderdi (723/1323). Önce Varangal civarýný ve Bîder bölgesini ele geçiren Cavna Han ardýndan Varangal’i zaptetti. Merkezi Varangal olan Telingana Racalýðý merkeze baðlý bir eyalet haline getirilerek topraklarý iktâlara ayrýldý. Adý Sultanpûr olarak deðiþtirilen Varangal’de bir cami inþa edildi. Cavna Han, Varangal’den geri dönüþü sýrasýnda Raca II. Bhânudeva idaresinde Utkala Racalýðý’nýn hâkimiyet sahasý olan Orissa’yý da (Cacnagar) ele geçirdi. Öte yandan Bengal hâkimi Þemseddin Fîrûz Þah’ýn 718 (1318) yýlýnda vuku bulan ölümünün ardýndan oðullarý arasýnda saltanat mücadelesi baþlamýþtý. Bunlardan Nâsýrüddin’in Delhi Sultanlýðý’ndan yardým istemesi Tuðluk Þah’a Bengal’e müdahale fýrsatý verdi. Tuðluk Þah’ýn kuvvetleri, Nâsýrüddin Þah ile birleþerek muhalifleri maðlûp ettiler, kardeþlerden Gýyâseddin Bahadýr’ý esir aldýlar. Nâsýrüddin Þah vasal hükümdar sýfatýyla Leknevtî’de Batý Bengal tahtýna geçirildi. On üç yýldan beri Bahadýr’ýn idaresindeki Doðu Bengal ise merkeze baðlý bir eyalet haline getirildi. Tuðluk Þah daha sonra Tirhut üzerine yürüdü ve iki üç haftalýk bir kuþatmanýn ardýndan burayý fethetti. Sefer dönüþü Tuðlukâbâd yakýnlarýndaki Afganpûr köyünde oðlu Fahreddin Cavna Han’ýn düzenlediði karþýlama töreni sýrasýnda kurulan ahþap köþkün çökmesi sonucu öldü (725/1325). Yerine veliaht tayin ettiði Cavna Han, Muhammed Þah unvanýyla tahta çýktý. Cavna Han, Halacîler devrinde “dâdbeg” ve “âhûrbeg” olarak görev yapmýþ, babasý Tuðluk’un tahta çýkmasý üzerine “Uluð Han” unvanýyla veliaht tayin edilmiþti. Yeni sultan, öncelikle amcazadesi Sagar Valisi Bahâeddin Gerþâsb’ýn isyanýyla uðraþmak zorunda kaldý. Kampila racasýyla ittifak kuran Bahâeddin aylar süren bir takipten sonra yakalanýp idam edildi (727/1327). Ertesi yýl Dekken’deki Kondhana Kalesi sekiz aylýk bir kuþatma sonucunda Hindular’ýn elinden alýndý. Muhammed Þah, Güney Hindistan’da yapýlan fetihler sebebiyle orada yeni bir baþþehir kurma fikrini benimsedi. Bu amaçla Devâgirî’yi (Deogiri) yeniden inþa ettirdi ve Devletâ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

333


TUÐLUKLULAR

bâd adýyla baþþehir edindi (727/1327). Görevliler, âlimler ve halktan birçok kimsenin yeni baþþehre yerleþmesi sultaný tatmin etmedi ve iki yýl sonra Delhi halkýný Devletâbâd’a göç etmeye zorladý. Ancak yeterli araþtýrma yapýlmamasýndan ve sultanýn sert davranýþýndan dolayý bu teþebbüs olumlu sonuç vermedi. Göçe zorlananlarýn birçoðu yolda öldü, oraya ulaþanlar da iklime uyum saðlayamadýlar. Delhi ise boþ ve bakýmsýz kaldý. Bunun üzerine sultan geri dönmeye karar verdi. Bu arada Mültan Valisi Behrâm Ay-aba Kiþli (Kiþlû) Han ile Leknevtî Valisi Gýyâseddin Bahadýr Bora’nýn çýkardýðý isyanlar ordu tarafýndan þiddetle bastýrýldý. Ay-aba ve Bahadýr yakalanýp idam edildi (728-729/1328-1329). Muhammed Þah, tahta çýkýþýndan kýsa bir süre sonra yaptýðý seferle Kalânor ve Peþâver’i ele geçirerek bu bölgedeki Moðol nüfuzunu kýrmýþtý. Buna karþýlýk Çaðatay Haný Tarmaþirin 729 (1329) yýlýnda Pencap üzerinden Hindistan’a girdi ve Bedâûn vilâyeti sýnýrýna kadar geçtiði yerleri yaðmalayýp tahrip ettikten sonra geri döndü. Muhammed Þah, Tarmaþirin’i Ravi nehrinin güneyindeki Kalânor’da yakalayýp bozguna uðrattý. Ayný yýl Ganj ve Cemne (Cumne) nehirleri arasýndaki Düâb bölgesi halký ziraî vergilerin arttýrýlmasý yüzünden ayaklandý ve eþkýyalýða baþladý. Muhammed Þah’ýn Düâb’a ordu göndermesi bölgenin boþalmasýna ve ziraî üretimin durmasýna yol açtý. Delhi’de hububat ve erzak sýkýntýsý baþ gösterdi. Bunun üzerine sultan, Delhi halkýný Eved vilâyetinde Ganj ýrmaðý kýyýsýnda yeni kurduðu Svargadvara (Sanskritçe cennetin kapýsý) þehrine naklettirdi. 731-732 (1331-1332) yýllarýnda bakýr ve bronz paralar tedavüle çýkaran Muhammed Þah bunlarýn gümüþ ve altýn paralara eþdeðer sayýlmasýný emretti. Bu durum kalpazanlarýn iþine yaradý. Sonuçta sultan sahte paralarý gümüþle deðiþtirmek zorunda kaldý ve devlet hazinesi aðýr kayýplara uðradý. Muhammed Þah devleti eski malî gücüne kavuþturabilmek için büyük arazileri (iktâlarý) iltizam usulüyle vermeye baþladý. Ancak tecrübesiz mültezimler, devlete ödemeyi taahhüt ettikleri yüksek paralarý veremeyince cezalandýrýlmaktan korkup isyan ettiler. Sultan bu hatalý uygulama neticesinde hayatýnýn sonuna kadar isyanlarla mücadele ettiyse de ülkenin bölünmesini engelleyemedi. Sahvan’da Üner ve Kayser-i Rûmî adlý iki kumandan valiyi öldürüp isyan etti. Mültan Valisi Ýmâdülmülk Sertîz bu isyaný bastýrdý (734/1333). Bu defa Ma‘ber Valisi Sey-

334

yid Celâleddin Ahsen Þah ayaklanarak baðýmsýzlýðýný ilân etti. Sultan onun üzerine yürüdü, fakat ordusunda salgýn hastalýk çýkýnca geri dönmek zorunda kaldý. Böylece devletin en güneydeki eyaleti olan Ma‘ber, Delhi Sultanlýðý’nýn idaresinden çýkmýþ oldu (735/1334-35). 737 (1336-37) yýlýnda Tibet ve Çin’i fethetmek amacýyla gönderilen 80-100.000 askerden oluþan ordu, Himalaya daðlarýnýn eteklerinde Kumaon Garhval bölgesindeki Karaçil’de soðuk yüzünden tamamen yok oldu. Bu olay devletin askerî gücünü önemli ölçüde zayýflattý. Bir yýl sonra sultan ordunun baþýnda bizzat Nagarkot seferine çýktý ve bu kaleyi zaptetti. Sultanýn üvey kardeþi Behrâm Han’ýn ölümü üzerine Melik Fahreddin Mübârek Þah, Doðu Bengal’de baðýmsýzlýðýný ilân etti (739/1338-39). Ayný yýl Karra’da mültezim Nizâm Muîn vaad ettiði parayý hazineye ödeyemeyince ayaklandý. Ayaklanma Eved (Dudh) ve Zaferâbâd Valisi Aynülmülk Mültânî tarafýndan bastýrýldý ve Nizâm Muîn idam edildi. Eyaletinin vergisini ödeyemeyen Tâcülmülk Nusret Han’ýn Muhammedâbâd’da (Bîder) ve Ali Âdil Þah Nathu’nun Gülberge ve Bîder’de çýkardýðý isyanlarý sultanýn nâibi Kutluð Han bastýrarak âsileri cezalandýrdý (740/1339). Ardýndan Melik Aynülmülk Mültânî isyan etti. Sultan bütün güçlüklere raðmen Aynülmülk’ü maðlûp etmeyi baþardý. Aynülmülk hapsedildiyse de sonradan sultan onu affetti. 742 (1341) yýlýnda Mültan Valisi Bihzâd’ý öldüren Þâhû, Afgan’da isyan etti; sultan ordusuyla üzerine yürüyünce de Gucerât’a kaçtý. Muhammed Þah, müslümanlar arasýnda kaybettiði itibarý yeniden kazanmak için Mýsýr’daki Abbâsî Halifesi Müstekfî-Billâh’a elçi gönderdi, onun adýna hutbe okuttu ve para bastýrdý. Halife Müstekfî, 744’-

Fîrûz Þah Tuðluk’un Delhi dýþýndaki türbesi

te (1343-44) yolladýðý elçilik heyeti aracýlýðýyla onun sultanlýðýný onayladý. Ardýndan Muhammed Þah, Hacý Receb-i Barkaî’yi deðerli mücevherler ve hediyelerle Kahire’ye gönderdi. Barkaî, yaklaþýk iki yýl sonra Mýsýr Þeyhüþþüyûhu Rükneddin el-Malatî ile birlikte Delhi’ye döndü ve Halife Hâkim-Biemrillâh’ýn yolladýðý yeni hil‘ati sultana takdim etti (Muharrem 746 / Mayýs 1345). Ancak bu teþebbüs de siyasî birliði korumaya yetmedi. Ülkede yeni isyanlar patlak verdi. Devletâbâd’da ayaklanan taþra teþkilâtý görevlilerinden “emîrân-ý sade” diye bilinen Dekken soylularý Ýsmâil Muh adýnda birini “Nâsýrüddin” lakabýyla Dekken sultaný ilân ettiler. Bunun üzerine Muhammed Þah Devletâbâd’a yürüdü. Þehri zaptederek âsileri iç kalede kuþattý. Fakat bu sýrada Gýyâseddin Tuðluk’un Türk memlüklerinden þahne-i bârgâh Tagý’nin Gucerât’ta isyan etmesi yüzünden kuþatmayý kaldýrýp oraya gitmek zorunda kaldý. Uparkot Kalesi’ni ele geçirdi ve kale yakýnlarýna bir cami inþa ederek ayrý bir þehir kurdu (Cunâgerh). Muhammed Þah, Tagý’yi Sind’de üç yýl takip ettiyse de yakalamayý baþaramadý ve Tatta (Thatta) yakýnýnda hastalanarak öldü (21 Muharrem 752 / 20 Mart 1351). Bu arada Devletâbâd’da süren karýþýklýklar sonucu Dekken, Delhi Sultanlýðý’nýn idaresinden kesin þekilde çýktý ve yeni kurulan Behmenîler Devleti’nin hâkimiyetine girdi (1347). Aldýðý idarî ve askerî önlemler, Muhammed Þah’ýn son derece yetenekli ve ileri görüþlü bir hükümdar olduðunu göstermektedir. Fakat bunlar gerekli alt yapý hazýrlanmadan gerçekleþtirildiði için baþarýsýzlýða uðramýþtýr. Muhammed Þah aydýn, bilime deðer veren ve müslüman-Hindu ayýrýmý yapmadan halka adaletli davranan bir hükümdardý. Kendisinden önceki sultanlarýn aksine Hindular’a müsamaha gösterdiði ve onlarý üst düzey görevlere tayin ettiði kaydedilmektedir. Sultan Muhammed’in âni ölümünden üç gün sonra devlet ileri gelenleri ve kumandanlar amcasýnýn oðlu Kemâleddin Fîrûz’u “Fîrûz Þah” unvanýyla tahta çýkardýlar (24 Muharrem 752 / 24 Mart 1351). Ordunun üç gün baþsýz kalmasýný fýrsat bilen Delhi Sultanlýðý hizmetindeki Moðol asýllý kumandan Nevrûz Kargan, Çaðataylý kuvvetlerini Hindistan’a davet etti. Moðollar, sultanlýk ordusuna karþý þiddetli akýnlarda bulunarak birkaç gün boyunca rahatsýzlýk verdiler. Bu esnada Vezir Hâce-i Cihân Ahmed Ayaz, Muhammed Þah’ýn oðlu olduðu iddia edilen Mahmûd’u Delhi’de tahta oturtmuþtu (752/1351). Hâce-i

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐLUKLULAR

Cihân, Fîrûz Þah’ýn Delhi’ye doðru ilerlediðini öðrenince ondan af diledi; ancak sultanýn adamlarý cezalandýrýlmasýnda ýsrar ederek onu öldürttüler. Tahta çýkýþýndan kýsa bir süre sonra Mýsýr’daki Abbâsî Halifesi Mu‘tazýd-Billâh, Fîrûz Þah’a hil‘at ve menþur gönderip hükümdarlýðýný tasdik etti (754/1353). Fîrûz Þah, Delhi Sultanlýðý’nýn büyük ölçüde daralan hâkimiyet sahasýný geniþletmek istiyordu. Bu amaçla, elden çýkan eyaletlerden Bengal’e 754 (1353) ve 760 (1359) yýllarýnda iki sefer düzenledi. Sonuçta Bengal Hükümdarý Ýskender Þah sultana itaat etmeyi ve yýllýk vergi ödemeyi kabul etti. Cacnagar (Orissa) (761/1360), Nagarkot (1363) ve Tatta’ya (1365-1366) yapýlan seferler de baþarýyla sonuçlandý ve bu yerler Fîrûz Þah’ýn hâkimiyetine girdi. 779’da (1377) Etâve’de, 782’de (1380) Katehar’da (Rohilkend) çýkan isyanlar da sert bir þekilde bastýrýldý. Fîrûz Þah ölümünden az önce tahtý veliaht tayin ettiði oðlu Muhammed ile paylaþtý (Aðustos-Eylül 1387). Fakat Muhammed’in idareye hâkim olacak gücü gösterememesi üzerine torunu Tuðluk Þah’ý veliahtlýða getirdi ve kýsa bir süre sonra öldü (18 Ramazan 790 / 20 Eylül 1388). Fîrûz Þah Tuðluk zamanýnda Delhi Sultanlýðý topraklarýnýn bir kýsmýný kaybetmiþ ve nüfuz sahasý önemli ölçüde daralmýþtýr. Fîrûz Þah devri daha çok bilim, kültür, bayýndýrlýk iþleri yönünden parlak geçmiþtir. Âlimleri himaye eden Fîrûz Þah fakir talebelere ve din görevlilerine hazinesinden para baðlatmýþ, açtýrdýðý su kanallarý ve kuyular sayesinde tarým alanýnda verim artmýþ, halkýn refah düzeyi yükselmiþtir. Ayrýca ceza kanunlarý hafifletilmiþ, iþkence ve hafiyelik kaldýrýlmýþ, açýlan birçok hayýr kurumu ile hasta, iþsiz ve fakirlerin sýkýntýlarý giderilmiþtir. Bu devirde askerî iktâ sistemi yeniden önem ka-

Gýyâseddin Tuðluk’un Tuðlukâbâd’daki türbesi

zanmýþ, memlük müessesesi yeni kurulan Dîvân-ý Bendegân’ýn denetiminde geliþme göstermiþtir. Þefkati ve adaleti bakýmýndan örnek bir hükümdar olan Fîrûz Þah gayri þer‘î yirmi sekiz vergiyi kaldýrtmýþ ve Brahmanlar’ýn cizye vermesini zorunlu kýlmýþtýr. Fîrûz Þah’tan sonra tahta geçenlerin devleti idare etme yeteneðinden yoksun olmalarý emîr ve meliklerin elinde âdeta kukla haline gelmelerine yol açtý. Bu durum Delhi Sultanlýðý’ný iyice zayýflattý; ülkede siyasî istikrar kalmadý. Fîrûz Þah’ýn torunu II. Gýyâseddin Tuðluk Þah (1388-1389) amcasý Muhammed Han ile girdiði mücadelede baþarý saðladý ve onu Nagarkot’a çekilmek zorunda býraktý. Fakat kendini içki ve eðlenceye kaptýrarak kontrolü kaybetti. Neticede emîr ve melikler Fîrûzâbâd Sarayý’nda isyan ettiler. II. Gýyâseddin, veziri Melik Fîrûz ile birlikte kaçtýysa da Cemne ýrmaðý kýyýsýnda yakalanýp öldürüldü. Onun yerine geçen Ebû Bekir Þah’a Fîrûz Þah Tuðluk’un en küçük oðlu Nâsýrüddin Muhammed Han rakip oldu. 1390 yýlýna kadar devam eden mücadeleyi þahne Melik Server’in desteklediði Muhammed Han kazandý ve Delhi’ye girerek tahta oturdu. Mivat’a kaçan Ebû Bekir Þah yakalandý ve hapsedildiði Mîrat Kalesi’nde öldü. Muhammed Þah, Etâve’de isyan hazýrlýðý yapan Barsingh idaresindeki Hindular’ý maðlûp ederek Etâve Kalesi’ni yýktýrdý. Ardýndan Kannevc ve Dalmu’daki Hindular’ý cezalandýrdý (794/1392). Ertesi yýl Kannevc bölgesinde bazý Hindu reislerinin isyan etmesi üzerine sultan Melik Mukarrebülmülk’ü bölgeye gönderdi. Âsilerden biri Etâve’ye kaçabildi, diðerleri öldürüldü. Muhammed Þah, 1393’te Mivat bölgesini yaðmalayýp kendi inþa ettirdiði Muhammedâbâd Kalesi’ne dönerken hastalandý ve birkaç ay sonra öldü (17 Rebîülevvel 796 / 20 Ocak 1394). Yerine oðlu Hümâyun, Alâeddin Ýskender Þah adýyla tahta çýktý. Ancak ülkenin batýsýný yöneten emîr ve melikler kardeþi Mahmûd Nâsýrüddin Þah’ý sultan ilân ettiler. Ýki kardeþ arasýnda bir yýl süren mücadele devleti iyice zayýflattý. Ýskender’in ölümünden sonra ileri gelen emîrlerden Saâdet Han, Feth Han’ýn oðlu Nusret Þah’ý tahta oturttu (797/1395). Böylece biri Delhi’de, diðeri Fîrûzâbâd’da iki sultan ortaya çýktý. Nihayet Mallu Ýkbal Han, uzun mücadelelerin ardýndan Nusret Þah’ý destekleyen emîrleri bertaraf etti ve Mahmûd Þah’ýn Delhi sultaný olmasýný saðladý (Zilkade 800 / Temmuz-Aðustos 1398).

Bu sýrada Hindistan olaylarýný yakýndan izleyen Timur 1397’de torunu Pîr Muhammed aracýlýðýyla Mültan’ý ele geçirdi, 1398 yýlýnda kalabalýk bir ordunun baþýnda Ýndus nehrini aþtý. Yolu üzerindeki þehir ve kaleleri yakýp yýkarak Delhi’ye ilerledi. Delhi Sultaný Mahmûd Nâsýrüddin Þah elindeki yetersiz kuvvetlerle Timur’a karþý koymaya çalýþtý. Fakat Delhi önündeki savaþta kesin bir yenilgiye uðradý ve baþþehri terketmek zorunda kaldý. Timur, Delhi ve civarýný yaðmaladýktan sonra Mültan’da, önceleri Delhi sultanlarýnýn hizmetindeki emîrlerden kendi tarafýna geçen Mültan Valisi Hýzýr Han’ý býrakarak ertesi yýl ülkesine döndü. Timur’un Tuðluklular’a indirdiði aðýr darbe Hindistan’da baðýmsýz devletçiklerin artmasýna yol açtý; 1394’te Jaunpûr, 1401’de Mâlvâ ve 1407’de Gucerât’ta müslüman hânedanlarý kuruldu. Timur’un çekilmesinin ardýndan Mahmûd Nâsýrüddin Þah, 801 (1399) yýlýnda Delhi’ye gelerek yeniden tahta çýktýysa da önce Mallu Ýkbal Han’ýn, daha sonra Devlet Han Lûdî’nin elinde bir kukla hükümdar olarak kaldý. Mahmûd Nâsýrüddin Þah 815’te (1412) öldü. Devlet Han Lûdî onun adýna Delhi ve çevresinde 817 (1414) yýlýna kadar hüküm sürdü. Ancak Seyyidler hânedanýnýn kurucusu Hýzýr Han þehri zaptederek iktidarý ele geçirdi (817/1414); böylece Tuðluklular hânedaný sona ermiþ oldu. Tuðluklular devri, Delhi Sultanlýðý’nýn siyasî tarihinde bir gerileme devri olmakla birlikte kültür hayatý ve imar faaliyetleri açýsýndan parlak bir dönem olmuþtur. Ülke ekonomik ve sosyal açýdan bir refah dönemini geçirmiþ, birçok müessese ve mescid yapýlmýþtýr. Ayrýca sosyal hayatta deðiþimler ve bazý ýslahatlarýn gerçekleþtirildiði dönem olarak dikkat çekmektedir. Özellikle Gýyâseddin Tuðluk Þah’ýn sosyal alanda ýslahata büyük önem verdiði görülmektedir. Moðollar’dan kaçan pek çok ilim adamý Hindistan’a sýðýnmýþ, faaliyetlerini burada devam ettirmiþtir. Tuðluklu hükümdarlarýnýn saraylarýndaki toplantýlarda âlimler, sanatkârlar, þairler ve müzisyenlerin daima özel bir yeri vardý. Pek çok edip ve þair Gýyâseddin Tuðluk’tan himaye görmüþ, þair, tarihçi ve mutasavvýf Emîr Hüsrev-i Dihlevî Tu³lušnâme adlý eserini ona ithaf etmiþtir. Bu devirde bayýndýrlýk alanýnda önemli eserler ortaya konulmuþtur. Bunlarýn baþlýcalarý Gýyâseddin Tuðluk Þah’ýn kurduðu Tuðlukâbâd, Muhammed Þah Tuðluk’un inþa ettirdiði Cihanpenâh ve Fîrûz Þah’ýn kurduðu Fîrûzâbâd þehirleridir. Bilhassa Fîrûz Þah zamaný imar faaliyetleri açýsýndan çok önem-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

335


TUÐLUKLULAR

lidir. Bu dönemde çok sayýda mescid ve medrese yaptýrýlarak vakýflar tahsis edilmiþtir. Bunlar arasýnda Mescid-i Câmî ve Medrese-i Fîrûz Þah dikkat çeken eserlerdir. Gýyâseddin Tuðluk Þah ile Fîrûz Þah Tuðluk’un türbeleri bu dönemin önemli mimari yapýlarýndandýr. Mültan’da Þeyh Rükniâlem Türbesi, Yeni Delhi’de Nizâmeddin Evliyâ Türbesi, Cihanpenâh’ta Begümpûr Camii ve Delhi’de Hýrki Camii de bu eserler arasýndadýr. Tuðluklular döneminin sûfî, âlim ve devlet adamlarý arasýnda Burhâneddîn-i Garîb, Hamid Kalender, Hân-ý Cihân Makbûl, yedi yýl kadýlýk yapan Ýbn Battûta, Þerefeddin Mânerî Mîrhord ve Muînüddin Ýmrânî zikredilebilir.

TUÐLUKLULAR I. Gýyâseddin Tuðluk Þah

(720/1320)

Gýyâseddin II. Muhammed Þah

(725/1325)

Mahmud Þah

(752/1351)

III. Fîrûz Þah

(752/1351)

II. Gýyâseddin Tuðluk Þah

(790/1388)

Ebû Bekir Þah

(791/1389)

Nâsýrüddin III. Muhammed Þah

(792/1390)

Alâeddin I. Ýskender Þah

(796/1394)

II. Mahmûd Nâsýrüddin Þah

(birinci saltanatý, 796/1394)

Nusret Þah (Fîrûzâbâd’dan II. Mahmûd Þah ile iktidar mücadelesi) (797/1395) II. Mahmûd Nâsýrüddin Þah Devlet Han Lûdî

(ikinci saltanatý, 801/1399)

(815-817/1412-1414)

BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýsâmî, Fütû¼u’s-selâ¹în (nþr. Âga Mehdî Hüseyin), Agra 1938, s. 364-525; Berenî, TârîÅ-i Fîrûz Þâhî (nþr. Seyyid Ahmed Han), Osnabrück 1981, s. 411-602; Ýbn Battûta, er-Ri¼le (nþr. Abdülhâdî et-Tâzî), Rabat 1417/1997, III, 82-249 (Türkçe trc. için bk. Ýbn Battûta, Seyahatnâme, II, 8200); Þemseddîn-i Sirâc Afîf, TârîÅ-i Fîrûz Þâhî (nþr. M. Vilâyet Hüseyin), Kalküta 1890, s. 36503; Yahyâ b. Ahmed es-Sirhindî, The Tår¢kh-i Mubårakshåh¢ (trc. K. K. Basu), Karachi 1977, s. 92-186; I. Prasad, A History of the Qaraunah Turks in India, Allahabad 1936, s. 1-305; Agha Mahdi Husain, The Rise and Fall of Muhammad bin Tughluq, London 1938, s. 16-191; a.mlf., Tughluq Dynasty, Calcutta 1963, tür.yer.; J. M. Banerjee, History of Firuz Shah Tughluq, Delhi 1967, s. 10-200; R. C. Jauhari, Firoz Tughlaq (1351-1388 A. D.), Agra 1968, s. 1-196; CHIn., V, 465-629; Erdoðan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, s. 330-335; P. Jackson, The Delhi Sultanate: A Political and Military History, Cambridge-New York 1999, s. 255-320; a.mlf., “Muhammad b. Tughluk”, EI 2 (Ýng.), VII, 411-412; Iqtidar Husain Siddiqi, Perso-Arabic Sources of Information on the Life and Conditions in the Sultanate of Delhi, New Delhi 1992, s. 90101; a.mlf., “Sultan Muhammad b. Tughluq’s Foreign Policy: A Reappraisal”, IC, LXII/4 (1988), s. 1-22; Rizaul Islam, “A Note on the Position of

336

the Non-Muslim Subject in the Sultanate of Delhi under the Khaljis and the Tughluqs”, JPHS, XLV/3 (1997), s. 215-229; a.mlf., “Fýruz Shah Tughluk”, EI 2 (Ýng.), II, 924-925; Âtýf Mansûr Ramazan, “Meskûke cehebiyye teckâriyye bi-münâsebeti te,sîsi devleti Benî Tugluk bi’l-Hind”, ed-Dâre, XXXI/1, Riyad 2005, s. 135-153; P. Hardy, “Dihlý Sultanate”, EI 2 (Ýng.), II, 269-270; Aziz Ahmad, “Ghiyath al-Dýn Tughluk I”, a.e., II, 1076-1077; Hüdâ Seyyid Hüseyinzâde, “Tugluk Þâhyân”, DMBÝ, XV, 653-656.

ÿS. Haluk Kortel

— TUÐRA

˜

Türkler’de devleti temsil eden hükümdarlýk alâmeti.

“þah” ve “han” sýfatlarý, ayrýca “el-muzaffer dâimâ” duasý eklenmiþtir. Bu unsurlarý taþýyan, harflerin noktasýz olarak kullanýldýðý bir tuðra þu bölümlerden teþekkül eder: 1. Padiþahýn ve babasýnýn isimleriyle “el-muzaffer dâimâ” duasýnýn yer aldýðý kürsü (sere); 2. Buradan sola doðru kavis çizerek giden iç içe iki beyza; 3. Beyzalarýn saða ve aþaðýya doðru uzantýsý olan kol (hançer); 4. Sereden yukarýya doðru yükselen üç tuð (elif) (tuðra metninde geçen eliflerin az veya çok sayýda oluþu bu üç adedini deðiþtirmez); 5. Tuðlarýn tepesinden sol

aþaðýya kývrýlarak inen üç zülfe.

Oðuz hakanlarýndan Osmanlý padiþahlarýna kadar Türk hükümdarlarýný temsilen kullanýlan yazýlý alâmet ve iþaretler tuðra adýyla anýlýr. Orta Türkçe’de “hükümdarýn mühür ve imzasý” anlamýnda tugrag þeklinde yer alan kelime Farsça’ya niþân, Arapça’ya tevký‘ ve alâmet olarak geçmiþtir. Bunun karþýlýðýnda Osmanlýlar’da tevký‘, niþan, tuðra ve alâmet kelimeleri kullanýlmýþtýr. Belgelerde “tevký‘, tevký-i hümâyun, tevký-i refî‘, tevký-i refî‘-i hümâyun, niþan, niþân-ý hümâyun, niþân-ý þerîf-i âlî-þân-ý sultânî ve tuðrâ-yi garrâ-yi sâmî-mekân-ý hâkanî, tuðrâ-yi hümâyun ve misâl-i meymûn, niþân-ý hümâyun ve tuðrâ-yi meymûn, tuðrâ-yi garrâ, niþân-ý þerîf-i âlî-þân, alâmet-i þerîfe” ifadeleri bulunur. Tuðranýn hazýrlanýþý ise “yazmak” yerine “çekmek” fiili ile ifade edilir. Osmanlýlar’da aklâm-ý sittenin tevký‘ çeþidiyle çekilen ve önceleri basit çizgilerden meydana gelen tuðralarda padiþahýn ismi babasýnýnkiyle beraber Arapça söyleniþe göre yer alýrdý. Zaman içinde buna

Orhan Gazi’nin tuðrasý (Ýstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplýðý)

Hükümdar namýna bir belgenin üst tarafýna yazýlan isim, elkab ve dua cümlesinin adý olan tuðranýn, Ýslâm ülkelerindeki Dîvân-ý Ýnþâ yerine Selçuklular’daki Dîvân-ý Tuðra reisliði (tuðrâîlik) müessesesi vasfýyla hânedanýn kurucusu Tuðrul Bey’den itibaren var olduðu, bu müessesenin Oðuzlar’da hükümranlýk alâmeti sayýlan tuðradan çýktýðý, Tuðrul Bey tuðrasýnýn Selçuklu madenî paralarýnda rastlanan ok ve yaydan ibaret Kýnýk damgasý olduðu kabul edilmekteyse de bunlarýn asýllarý zamanýmýza kadar gelmemiþtir. Kalýn bir tevký‘ hattýyla yalnýz “sultan” yazýlý birkaç Selçuklu fermanýna bakýlýrsa bunun tuðranýn sadeleþmiþ þekli olabileceðini, hatta kelimede geçen üç elifin ve sondaki nûn kavisinin ilk Osmanlý tuðralarýnýn da ilham kaynaðý sayýlabileceðini düþünenler vardýr (Wittek, XX [1950], s. 289 vd.). Selçuklular’dan muhtemelen Eyyûbîler vasýtasýyla Mýsýr Memlükleri’ne geçen ve Sultan el-Melikü’l-Eþref Þa‘bân devrine (1363-1376) kadar kullanýlan tuðranýn þekil itibariyle Osmanlý tuðrasý ile hiç benzerliði bulunmaz. Bu tuðralar dörtgen biçiminde olup elkabýn dipte sýralanmasýna ve mevcut dik konumlu harflere aþýrý uzunluk verilmesine dikkat edilmiþtir. Osmanlýlar’da ilk tuðra Orhan Gazi ile baþlar (1324), Osman Gazi’nin tuðrasýna rastlanmamýþtýr. “Orhan b. Osman” ifadesinde yer alan üç elif yukarýya, üç nûn ise sola doðru birbiri içinde uzatýlarak sonraki padiþah tuðralarýnýn esasý belirlenmiþtir. Orhan Gazi’nin 1348 tarihli diðer tuðrasýnda “nûn”lar kavise dönmeye baþlamýþ, eliflerin saðýna da zülfe iþareti konulmuþtur. I. Murad tuðrasýnda eliflerin zülfesi sola geçmiþ, elif aralarýna vasla iþareti getirilmiþtir. Daha önce kavis haline dönüþen “nûn”lar burada ikiye inerek iç ve dýþ beyza þeklini bulmuþtur. Hammer’in, Osmanlýlar’la Raguza Cumhuriyeti arasýndaki ahidnâmeyi tasdik için I. Murad’ýn

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐRA

imza yerine baþ ve serçe parmaklarý ayrý, diðer üç parmaðý birbirine yakýn þekilde elini mürekkebe batýrýp bastýðý, bundan da padiþah tuðralarýnýn çýktýðý yolunda verdiði bilgi artýk tamamen bir tarafa býrakýlmýþtýr. Anadolu beyliklerinde de bey adýna ayný üslûpta tuðra çekildiði görülmektedir. Yýldýrým Bayezid tuðralarýnda beyzalarýn saðdaki tuðlarý kesip uzatýlmasýyla kol ortaya çýkarak baba adýna han unvaný eklenmeye baþlanmýþ, bu uygulama, han kelimesinin I. Mahmud’dan itibaren babadan alýnýp padiþah adýna eklenmesiyle sürdürülmüþtür. Tuðralara dua cümlesinin ilâve edilmesi I. Murad’da “muzaffer dâimâ”, Fâtih Sultan Mehmed’de “el-muzaffer dâimâ” þekliyle baþlar; “el-” harf-i ta‘rifi sonraki bazý padiþahlarda görülse de II. Süleyman’dan itibaren kesinlik kazanmýþtýr. Þah unvaný Yavuz Sultan Selim’le kullanýlmaya baþlanýr: “Selîm Þah b. Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ.” Kanûnî Sultan Süleyman tuðralarýnda bu unvaný babasý için de ekler: “Süleyman Þah b. Selîm Þah Han el-muzaffer dâimâ.” Þah unvanýnýn III. Mehmed dýþýnda tahta geçen padiþahlar için II. Mahmud’a kadar kullanýlmasý sürdürülmüþ, ancak þahýn “þâ”sý teke inmiþ, iki he ise okunmadan tezyinî mahiyette yer almýþtýr. Osmanlý Devleti’nde padiþahýn tuðrasýný çekmekle vazifeli yüksek dereceli me-

Sultan III. Mustafa’nýn tezhipli tuðrasý (TSMA, Envanter nr. K 6226)

mura “niþancý, tuðraî, tevkýî, muvakký‘” adý verilir. Tuðra çekmenin öðrenilmesine “meþk-i tuðrâ” denilir. Mustafa Râkým Efendi’den sonra sanat niteliði aðýr basan tuðralarýn meþki Dîvân-ý Hümâyun’da sürdürülürdü. Niþancýlýk ilga edildikten sonra tuðra çekenlere “tuðrakeþ” denilmesi âdet olmuþ, bu durum 1922 yýlýna kadar gelmiþtir. Ýstanbul dahili için Dîvân-ý Hümâyun’dan tuðrasýz ferman sâdýr olabilir, ancak taþra için mutlaka tuðra konulurdu. Osmanlý tuðralarýndaki geliþmeyi ve zamanla tuðrada ortaya çýkan farklýlýklarý gösteren bir örnek vermek gerekirse Osmanlý Devleti’nin son tuðrakeþi Ýsmail Hakký Altunbezer, Fâtih Sultan Mehmed devrindeki üslûba göre çektiði bir tuðranýn XX. asýr anlayýþýna göre çekilmesi halinde nasýl olmasý gerektiðini gösteren dikkate deðer bir çalýþma yapmýþtýr. Tuðra bilhassa XV. asrýn sonlarýndan baþlayarak âdeta tezyinî bir mahiyet kazanmýþ, tamamýný teþkil eden harflerin aralarý, çoðu zaman da üst tarafý -gelin duvaðý gibi- bezenmiþtir. XVI. asýrda her sahada olduðu gibi tezhip sanatýnda da zirvede bulunulduðu göz önüne alýnýrsa bunu tabii karþýlamak icap eder. Hatta tuðranýn is mürekkebi yerine ezilmiþ varak altýnla çekilip harflerin farklý renklerle tahrirlendiði görülür. Önemli kiþilere gönderilecek fermanlarýn tuðralarýna ayrý bir özen gösterilmiþtir. Tezhipli tuðralar önceden hazýrlanýp sayýsý resmen belirlenir ve bir senet karþýlýðýnda hazineye teslim edilirdi. Kullanýlacaðý zaman yine senetle alýnan tezhipli tuðra ayný cins ve ebattaki kâðýda yazýlmýþ olan fermanýn baþ tarafýna yapýþtýrýlýr ve niþancý her iki kâðýda taþacak þekilde “sahhü’l-vasl” yazarak bu birleþmenin doðruluðunu beyan ederdi. Padiþah ve þehzadelerden baþka vezirlerin de tuðralarý padiþah adýna çekilen ferman yazma yetkileri vardý. Kendilerine sefere çýkmadan önce sayýlý miktarda beyaz tuðralý ahkâm kâðýdý teslim edilir, buraya gereken emir yazýldýktan sonra muhataba gönderilir, Ýstanbul’a dönüþte bunlarýn hesabý üst makama verilirdi. Sýnýr boylarýndaki eyaletlerde valilik yapan vezirler de tuðra çekme hakkýna sahipti. Ancak vezir sayýsýnýn artmasý üzerine Sadrazam Kemankeþ Mustafa Paþa bu uygulamayý kaldýrmýþtýr. Sadrazam baþta olmak üzere Osmanlý eyaletlerindeki vezir, beylerbeyi, sancak beyi, mutasarrýf ve mütesellimlerle Haremeyn Vakfý nâzýrý Dârüssaâde aðalarý tarafýndan imza yerine kullanýlan alâmete “pençe” adý verilirdi. Bun-

lar tuðra gibi üst tarafa konulmayýp emir metninin baþladýðý tarafýn saðýndaki boþluða tek beyzalý, keþîdeli veya imza þeklinde yerleþtirilirdi (bk. PENÇE). XVI. yüzyýlýn bezenmiþ tuðralý ferman ve beratlarýndaki bu þaþaa tuðranýn biçim ve yapýsýndaki estetik noksanlýðý örtüp gizlemeye yaramýþtýr. Zamanla tezyinattaki gerileme gittikçe deðiþen tuðraya aksedince kusurlar daha ziyade ortaya çýkmýþtýr. XVIII. asýrda tezhipsiz olarak yalnýz mürekkeple çekilen tuðralarda veya taþa oyulan celî (iri) tuðra örneklerinde eskiden mevcut cazibe ve zarafet kalmamýþtýr. Bütün bunlara raðmen yine ayný yüzyýlda tuðraya bir ölçü getirme gayreti söz konusudur. Bunun baþlangýç tarihi ve ilk defa uygulayaný henüz bilinmemekle beraber kürsü ölçüsü esas alýnarak dýþ beyza, iç beyza, zülfe bölümlerinin buna uydurulduðu, tuðra yüksekliðinin de kürsü boyunun iki katý kabul edildiði anlaþýlmaktadýr. Fakat bu çabalar tuðranýn âhengini saðlamaya yetmemiþtir. XIX. asrýn ilk yýllarýnda Mustafa Râkým Efendi’nin tuðra üzerinde yaptýðý deðiþiklikler þöylece sýralanabilir: a) Hat deðiþikliði. Tuðra harf yapýsý itibariyle aslýnda tevký‘ hattýndan doðmuþtur, esasen bu kelime “imza” mânasýna gelir. Kamýþ kalemle yazýldýðý için incelik ve kalýnlýk nisbetleri kalemin elde tutuluþuna göre bir tenasüp ve muvazene gösterir. Mustafa Râkým Efendi, sülüs ve celî sülüste çýðýr açacak mertebede nâdir yetiþen bir üstat olduðundan tuðrayý teþkil eden harfleri kendi zevkine göre teker teker ýslah ederek güzelleþtirmiþtir. Eski

II. Abdülhamid’in Sultanahmet’teki Alman Çeþmesi’nin kubbesi içindeki tuðrasý

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

337


TUÐRA

tuðra örneklerinde ise kalemin verdiði güzellik neredeyse farkedilmez. b) Ýstif deðiþikliði. Harflerin üst üste istiflenmesiyle meydana gelen tuðra tertibinin eski biçiminde harf aralarýndaki boþluklarýn âhenkli bir daðýlma göstermesine dikkat edilmemiþtir, bu yüzden okunmalarý da güçleþmiþtir. Hattatlýðýnýn yaný sýra figürist bir ressam olan Mustafa Râkým Efendi muayyen þekilleri yazý ile doldurmakta dâhiyâne bir ustalýða sahiptir. Bu sebeple tuðradaki harflerin taksimatýný ustaca gerçekleþtirmiþtir. Yine o zamana kadar hemen hemen düz olan tuðlarý belli bir nokta ölçüsüyle sola doðru yatýrmakla görünüþe bir letafet katmýþtýr. c) Þekil deðiþikliði. Mustafa Râkým Efendi kendi devrinden önceki tuðralarda tabiiliðe aykýrý, yayvan bir dolgunluk gösteren sere kýsmýný tâdil etmiþ, tuðranýn dýþ beyza, iç beyza, tuð, zülfe, kol gibi isimler alan diðer bölümleriyle serenin riyâzî münasebetini kaideye baðlamýþtýr. Mustafa Râkým Efendi’nin bunu hangi tarihte gerçekleþtirdiðini söylemek güçtür. Ýstanbul'daki âbideler üstünde nâdiren rastlanýlan III. Selim tuðralarý hep eski anlayýþa uymakla beraber bunlardan biri Mustafa Râkým’ýn getirdiði yeniliðe kýsmen yaklaþmýþtýr. Eskiden Üsküdar’ýn Çiçekçi semtinde ana caddedeki bir çeþmenin üzerinde durmakta iken 1970’li yýllarda Saraçhanebaþý’ndaki Vakýflar Ýnþaat Eserleri Müzesi’ne kaldýrýlan -taþa hakkolunmuþ- bu tuðranýn sað tarafý kýrýktýr. Getirildiði çeþmenin -imza bulunmamakla beraber Yesârîzâde Mustafa Ýzzet Efendi’ye ait olduðu bilinen- celî ta‘lik kitâbesi 1217 (1802) tarihini taþýdýðýna göre tuðranýn da ayný yýla ait olduðu muhakkaktýr. Mustafa Râkým Efendi muhtemelen bu sýralarda yenilik tecrübesine henüz girmiþti. Ayný üslûp daha yerleþmiþ biçimde IV. Mustafa için çektiði 1223 (1808) tarihli tuðrada görülür. Nihayet II. Mahmud namýna çektiði tuðralarda Mustafa Râkým kendine yaraþan sanat gücünü göstermiþ, 1815 yýlýndan itibaren tekâmülün zirvesine ulaþmýþtýr. Bütün bu deðiþmeler sýrasýnda kürsü yapýsýndaki farklar, kol uzunluklarý, beyza, tuð ve zülfelerde en güzeli arama gayreti daima hissedilmektedir. Topkapý Sarayý’nýn giriþ kapýsý üzerinde yer alan 1230 (1815) tarihli II. Mahmud tuðrasý bunun en açýk örneklerindendir. Tuðranýn sað üst köþesine padiþahýn ikinci ismini veya mahlasýný sülüs hattýyla yazma âdeti de Mustafa Râkým Efendi ile baþlar. II. Mahmud’un “Adlî” mahlasý bu þekilde tuðralarýnda yer almýþtýr. Daha ön338

ceki devirde bu kýsým bazan bir çiçek demetiyle tezyin edilmekteydi. Mustafa Râkým’ýn vefatýndan sonra talebesinden Hâþim Efendi ayný yolda tuðrakeþliðe devam etmiþtir. Tuðranýn padiþah namýna çekildiði yerler dýþýnda (âyet, hadis ve tarikat pîrlerinin isimleri gibi) kullanýlmasýnda da ayný þekil deðiþikliðine uyulduðu görülmektedir Mustafa Râkým’la birlikte eski tarz tuðra kalkmýþ, bu yolu benimsemiþ olanlar, hatta Mahmud Celâleddin Efendi gibi yeniden ihyaya kalkýþanlar onun karþýsýnda birer birer silinip gitmiþtir. Estetik gücün bu dereceye yükseliþiyle tuðranýn harf aralarýna ve üstüne tezhip yapýlmasýna da artýk gerek kalmamýþ, icap ediyorsa bir yazý levhasý gibi dört tarafýndan tezyin edilmiþtir. Osmanlýlar’da tuðranýn kâðýt ve madenî paralar üzerinde geniþ kullanýmý dýþýnda taþ üzerinde de kitâbelerle birlikte uygulanmasý XVIII. yüzyýldan baþlayarak gelenek halini almýþtýr. Bunun daha eskiden kalma istisnaî iki örneði zamanýmýza ulaþmýþtýr: Selânik’teki Yedikule Kalesi’nin kapýsý üzerinde bulunan 834 (1431) tarihli ve II. Murad tuðralý kitâbe, Ýstanbul’un Çarþamba semti yakýnýndaki Niþancý Mehmed Paþa Camii’nin kitâbesi üzerine konulan, bânisinin -vazifesi icabý- çekmeye alýþýk olduðu bir III. Murad tuðrasý (resmi için bk. DÝA, XXXIII, 160) III. Ahmed’le baþlayan tuðralý kitâbe âdetinin ilk örneði Büyük Bend’in 1135 (1723) tarihli tamir kitâbesidir. Padiþahlar arasýnda tek tuðrakeþ olan ve on tuðradan meydana gelen bir murakka‘-ý hâs býrakan III. Ahmed’in Hýrka-i Saâdet Dairesi kapýsýnýn iki tarafýndaki “Cihânýn mâliki hâkan-ý emced þeriat sâliki Sultan Ahmed” tuðralarý dikkat çeker.

Sultan V. Mehmed’in tuðrasý (M. Uður Derman koleksiyonu)

Ýstanbul dahilinde ilk tuðralý kitâbe Tophâne-i Âmire üzerindeki 1156 (1743) tarihli olanýdýr ve I. Mahmud’a aittir. Tuðralý kitâbe tertibine baþlandýktan sonra yeniden fethedilen yerlerde bunun uygulanmasýna bir örnek, Belgrad’ýn 1739’da tekrar Osmanlý idaresine giriþinde buraya konulan I. Mahmud tuðralý kitâbedir. Ancak Avusturya ordusu 1789’da Belgrad’ý ele geçirdiðinde ordunun kumandaný General Gidon Ernst von Laudon, bu tuðralý kitâbeyi Viyana yakýnlarýndaki Hadersdorf’ta bulunan mâlikânesinin bahçe ormanýna taþýtmýþtýr. Ayrýca ta‘lik harfleri kullanýlarak çekilen tuðralar mevcuttur. Kazasker Mustafa Ýzzet Efendi tevký‘ yerine ta‘lik harfleriyle II. Mahmud için tuðra çekmiþtir. Bunun iðneli kalýbý zamanýmýza kadar geldiðine göre devrinde taþ üstüne hakkedilmiþ olsa gerektir. Müstakimzâde, Tuhfe-i Hattâtîn’inde ta‘lik tuðra mûcidinin Çalkandýzâde Mustafa Ârif Efendi olduðunu bildirir. Çalkandýzâde’nin çektiði ta‘lik tuðraya henüz rastlanmamakla beraber Kazasker Mustafa Ýzzet Efendi gibi bir üstadýn bu tarzýn güzel bir örneðini verdiðinde þüphe yoktur. Ancak ta‘lik tuðra esas tuðra karþýsýnda tutunamadýðýndan unutulup gitmiþtir. Sultan Abdülmecid devrinde Topkapý Sarayý’ndaki Arz Odasý kapýsýnýn iki tarafýna sultan adýna ta‘likle tuðra hakkolunmuþtur ve hâlâ yerinde durmaktadýr. Mustafa Râkým Efendi'den sonra yeni padiþahlarýn tuðralarýna þekil veren tuðrâ-yý hümâyun ressamý önemli tuðrakeþler þöylece sýralanabilir: Hâþim Efendi: II. Mahmud, Abdülmecid; Abdülfettah Efendi: Sultan Abdülaziz, V. Murad, II. Abdülhamid; Mehmed Þevket Vahdetî Bey: Sultan Abdülaziz; Sâmi Efendi: Sultan Abdülaziz, V. Murad, II. Abdülhamid, V. Mehmed Reþad; Ýsmail Hakký: Mehmed Reþad, VI. Mehmed. XX. asrýn baþlarýnda önceleri Mustafa Râkým Efendi yolunda tuðra çeken hattat Sâmi Efendi’nin 1905’te resmettiði II. Abdülhamid tuðrasý padiþah tuðralarý içinde hat sanatý bakýmýndan en fazla estetik güce sahip olanýdýr. Tuðranýn yukarýda zikredilen kýsýmlarýnýn ölçü birliðinden baþka harflerin muayyen noktalarý arasýndaki mesafenin en az yirmi dokuz yerde hiç fark göstermeden ayný boyda olduðu bu tuðra üzerinde ayrýca yarým kürsü boyunda olan mesafeler on iki yerde görülmektedir. Bundan sonraki tuðralarda da ayný ölçülere uyulmuþtur. Fakat son Osmanlý padiþahýnýn tuðrasýnda, Vahdeddin ismi eðer sað üst köþeye alýnýrsa tuðranýn V. Mehmed’inkinden bir

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐRÂÎ

farký kalmayacaðý göz önünde tutularak kürsü içinde yerleþtirilmiþ, dolayýsýyla bu kýsým pek kalabalýk olduðundan alýþýlmýþ görünüþün dýþýna mecburen çýkýlmýþtýr. Padiþah tuðralarýnýn celî boylarý -bilhassa II. Mahmud’dan itibaren- kitâbeye baðlý olmaksýzýn taþa hakkolunmuþ þekilde Ýstanbul’da görülmeye baþlar; kitâbelerdeki gibi kabartma olan yazý kýsmý varak altýnla kaplanýp zemin koyu renge (siyah, ördekbaþý yeþil, koyu mavi, viþneçürüðü) boyanýrdý. Ýstanbul’da mozaikle oluþturulan iki tuðra vardýr: Sultan Abdülmecid’in, Ayasofya Camii’ni 1849’da Mimar Fossati’ye esaslý bir þekilde tamir ettirdikten sonra Iustinianos’un mozaik resmine bakarak kendisinin de burada bir hâtýrasýný görmek istemesi üzerine Fossati’nin binadaki mozaik stokundan kullanýp yaptýðý celî tuðra (nr. 596) ve Sultanahmet’teki mozaikle kaplý Alman Çeþmesi’nin kubbe dahilinde celî sülüs kitâbeyle birlikte II. Abdülhamid’in tuðrasý. Tuðraya ister bir saltanat armasý ister figürsüz mücerret bir resim gözüyle bakýlsýn, matematik ölçülerle estetiðin birleþip en yüce mertebeye çýkarýlýþý hususunda son devir padiþah tuðralarý incelenmeye deðer bir konu teþkil etmektedir. Osmanlý madenî paralarýnýn bir yüzünde devrin padiþahýnýn tuðrasý, diðerinde basýldýðý yeri ve tarihi gösteren “durube fî ...” yazýsý yer aldýðý için halk arasýndaki söyleniþiyle paranýn bir tarafýna yazý, diðerine tura denilmesi âdeti zamanýmýzda hâlâ sürmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA : Hammer (Atâ Bey), I, 215-216; R. Ekrem Koçu, Topkapý Sarayý, Ýstanbul, ts., s. 47; Midhat Sertoðlu, Osmanlý Türklerinde Tuðra, Ýstanbul 1975; Suha Umur, Osmanlý Padiþah Tuðralarý, Ýstanbul 1980; Mübahat S. Kütükoðlu, Osmanlý Belgelerinin Dili (Diplomatik), Ýstanbul 1994, s. 7179; Ali Aktan, Osmanlý Paleografyasý ve Siyasî Yazýþmalarý, Ýstanbul 1995, s. 80-92; H. W. Lowry, Osmanlý Döneminde Balkanlarýn Þekillenmesi: 1350-1550 (trc. Ahmet Cemal), Ýstanbul 2008, s. 107-138; M. Uður Derman, Murakka’-ý Has, Ýstanbul 2009; a.mlf., “Padiþah Tuðralarýndaki Þekil Inkýlabýna Dair Bazý Gerçekler”, Hat ve Tezhip Sanatý (ed. Ali Rýza Özcan), Ankara 2009, s. 126-135; Ali, “Tuðrâ-yý Hümâyûn”, TOEM, sy. 43 (1333), s. 53-58; sy. 44 (1333), s. 109-125; Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý, “Tuðra ve Pençeler ile Ferman ve Buyruldulara Dair”, TTK Belleten, V/1718 (1941), s. 101-157; Zarif Orgun, “Tuðra; Tuðralarda el-Muzaffer Dâima Duasý ve Þâh Unvaný, Þehzade Tuðralarý, Mehmed II’nin Tuðra, Ýmza ve Mühürleri”, Türk Tarih, Arkeologya ve Etnografya Dergisi, sy. 5, Ýstanbul 1949, s. 203-220; P. Wittek, “Notes sur la tughra ottomane”, Byzantion, XVIII, Bruxelles 1948, s. 311-334; XX (1950), s. 267-293; Pakalýn, I, 227; II, 700; III, 525-529; “Tuðra”, ÝA, XII/2, s. 5-12; Sema Doðan, “Niþancý Mehmed Paþa Külliyesi”, DÝA, XXXIII, 160.

ÿM. Uður Derman

— TUÐRÂ-yi MEÞHEDÎ ( H 5)( H‫;!א‬N ) (ö. 1078/1668’den önce)

˜

Ýranlý þair ve münþî.

Meþhed’de doðdu. Asýl adý Ali Ýbrâhim Han’dýr. Meþhed’de eðitim aldý. Þiirlerinde “Tuðrâ”nýn yaný sýra bazan “Þîfte” ve “Vahþet” mahlaslarýný da kullanmýþtýr. Hayatýna dair yeterli bilgi yoktur. Bâbürlü Hükümdarý Cihangir’in (1605-1627) son dönemlerinde Hindistan’a gittiði ve Haydarâbâd Dekken’e yerleþtiði bilinmektedir. Ardýndan burada Þah Cihan’ýn (1628-1658) sarayýna girdi ve Þehzade Murad Bahþ’ýn yakýn dostu olarak münþîlik yaptý. 1057 (1647) yýlýnda onunla birlikte Belh seferine katýldý. Bu sýrada Belh ve Bedahþan fetihlerini anlattýðý Mirßâtü’l-fütû¼ adlý eserini kaleme aldý. Hayatýnýn sonlarýnda Keþmir bölgesi divanýnýn sahibi Kadîzâde Mirza Ebü’l-Kasým’ýn davetiyle Keþmir’e gitti ve burada münzevi bir hayat yaþadý. 1078’de (1668) yazýlan Mirßâtü’l-£âlem adlý eserde Tuðrâ’nýn vefatýndan söz edildiðine göre bu tarihten biraz önce ölmüþ olmalýdýr. Muhammed Kudretullah Gûpâmevî’nin Netâßicü’l-efkâr adlý eserinde XI. (XVII.) yüzyýlýn sonlarýnda öldüðü kaydedilir (Râþidî, II, 742, 743). Mezarý Keþmir’de Kelîm-i Kâþânî’nin türbesi yanýndadýr. Tuðrâ-yi Meþhedî Farsça þiir ve inþâ alanýnda tanýnmýþ olup Muhammed Cân Kudsî, Kelîm-i Kâþânî, Sâib-i Tebrîzî, M. Tâhir Ganî-yi Keþmîrî, Muhammed Kulý Selîm-i Tahrânî gibi çaðdaþý bir kýsým þair ve yöneticileri hoþ olmayan bir üslûpla hicvetmiþtir. Nesirde kendine özgü bir üslûp geliþtirmiþ, risâleleri XX. yüzyýla kadar Hint yarýmadasýnda medreselerde okutulmuþtur. Tuðrâ-yi Meþhedî’nin divaný yanýnda þiirleri birçok risâlesinde yer almaktadýr. British Museum’da otuz bir, Karaçi Pakistan Millî Müzesi’nde yirmi dokuz risâlesi ve diðer bazý kütüphanelerde muhtelif risâleleri mevcuttur. British Museum’daki (Rieu, II, 742-744) risâleleri þunlardýr: Cûþ-i Bülbül (Mi£yârü’l-idrâk), Firdevsiyye (Keþmir’in güzelliklerine dairdir), Ta¼š¢šåt, Mecma£u’l-garâßib, Mürtefi£ât (Cihangir dönemiyle ilgilidir), Mirßâtü’lfütû¼, Ýlhâmiyye, Te×kiretü’l-etšýyâ (Çaðdaþý Keþmirli on iki tanýnmýþ þahsiyet hakkýndadýr), Tecelliyyât (Keþmir’in vasfýyla ilgilidir), Kenzü’l-me£ânî (Þah b. Þücâ‘ýn methine dairdir), Tâcü’l-medâßi¼

(Þehzade Murad Bahþ’ýn methine dairdir), Müþâbehât-ý Rebî£î, ƒamse-i Nâšý½a, Mirßâtü’l-£uyûb, Molla Sâtý£, £Anbernâme (£Ýbretnâme), Ruša£ât (kýsa edebî mektuplardýr), Kelimetü’l-¥aš, Envârü’l-meþâriš, Hûd Kâþte, Âþûbnâme, Ta£dâdü’n-nevâdir, Cülûsiyye (Sultan Evrengzîb’in taç giymesiyle ilgilidir), PerîÅâne, ¿iyâfet-i Ma£nevî, Girye-i Æalem, Mi£râcü’l-fe½â¼at, Çeþme-i Feyz, Semere-i ªýbbî, Vecdiyye-i Cân, Nümûne-i Ýnþâ (Evrengzîb’in methine dairdir). Diðer kütüphanelerde bunlardan baþka Vecdiyye, Tesvilât ve Ýltimâsnâme gibi bazý risâleleri görülmektedir. Risâlelerin on yedisi Resâßil-i Tu³râ adýyla Kanpûr (1871, 1903) ve Leknev’de (1885) basýlmýþtýr. Külliyatý içinde yer alan divanýndaki þiirler 10.000 beyit kadardýr. Gazeller, kasideler ve mesneviler yanýnda terciibend, terkibibend ve tahmîsleri, beyit ve kýtalarý mevcuttur. BÝBLÝYOGRAFYA :

M. Tâhir Nasrâbâdî, Te×kire-i Na½râbâdî (nþr. Vahîd Destgirdî), Tahran 1361 hþ., s. 339-340; Rieu, Catalogue of the Persian Manuscripts, II, 742744; E. D. Ross – E. G. Browne, Catalogue of Two Collections of Persian and Arabic Manuscripts, London 1902, s. 105, 112; Ahmed Gülçîn-i Meânî, Te×kire-i Peymâne, Meþhed 1359 hþ., s. 277289; Safâ, Edebiyyât, V/3, s. 1770-1774; Seyyid Hüsâmeddin Râþidî, Te×kire-i Þu£arâ-yý Keþmîr, Lahor 1982, II, 730-769; Bürüzger, “Tugrâ-yi Meþhedî”, Dâniþnâme-i Edeb-i Fârsî (nþr. Hasan Enûþe), Tahran 1380 hþ., IV, 1645-1647; Muhammed Riyâz, “Mollâ Tugrâ-yi Meþhedî ve Risâle-i Tecelliyât vey der Ýnþâ,”, Hüner u Merdüm, XIII/ 151, Tahran 1354 hþ., s. 7-13; Munibur Rahman, “Tughra, Mulla”, EI 2 (Ýng.), X, 598-599.

ÿRýza Kurtuluþ

TUÐRÂÎ ( d‫;!א‬À ‫) א‬

Ebû Ýsmâîl Müeyyidü’d-dîn el-Hüseyn b. Alî b. Muhammed b. Abdi’s-Samed el-Ýsfahânî el-Münþî el-Vezîr (ö. 515/1121)

˜

Lâmiyyetü’l-£Acem adlý eseriyle tanýnan Arap þairi, kâtip ve kimya âlimi.

453 (1061) yýlýnda Ýsfahan’da doðdu. Mesleðinden dolayý, resmî yazýþmalarda besmelenin üzerine yazýlan ve hükümdarýn adýyla lakap ve sýfatlarýný içeren tuðraya (turre) nisbetle Tuðrâî diye ün yaptý. Soyu, Basralý Ebü’l-Esved ed-Düelî’ye baðlanmaya ve Araplýk kimliðine vurgu yapýlmaya çalýþýlsa da (Rezzûk Ferec Rezzûk, XIV/4 [1985], s. 169) bunu ihtiyatla karþýlamak gerekir. Çünkü Tuðrâî’nin þiirlerinde doð-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

339


TUÐRÂÎ

duðu yer olan Ýsfahan’a baðlýlýðý vurgulandýðý gibi bazý kaynaklarda onun Fars kökenli bir aileden geldiði kaydedilir. Tuðrâî küçük yaþlarda dil ve edebiyat öðrenimi görmeye baþladý. Bunun yaný sýra baþta kimya olmak üzere felsefe, tabiat ve din ilimlerinde kendini yetiþtirdi. Þiirde çok beðendiði Mütenebbî ile Þerîf er-Radî’den etkilendi. Önce Selçuklu Veziri Muînülmülk Muhammed b. Fazlullah’ýn hizmetine girdi ve ondan yakýn ilgi gördü. Vezir sayesinde vezirin kayýnpederi Nizâmülmülk’le tanýþarak Alparslan’ýn oðlu Melikþah zamanýnda (1072-1092) Selçuklular’a hizmet etti. Melikþah’ýn oðlu Muhammed Tapar’ýn (1105-1118) “münþî, mütevellî dîvâni’t-tuðrâ, sâhibü dîvâni’l-inþâ” unvanlarýyla baþkâtipliðine kadar yükseldi. Bu unvan Selçuklu Devleti’nin sivil idaresinde vezirden sonra gelen kiþiyi ifade ediyordu. Çok hýrslý þahsiyetiyle nihaî hedefi vezirlik olan Tuðrâî, Sultan Muhammed Tapar döneminde rakiplerinin tertibiyle birkaç defa görevinden alýndý; çok geçmeden Baðdat’taki görevinden azledilince Ýsfahan’da uzlete çekilerek kimya ilmiyle uðraþmaya baþladý. Nihayet 509 (1115) yýlýnda Ýsfahan’da kendisine yeniden tuðra görevi verildi. 511’de (1118) Muhammed Tapar ölünce yerine geçen oðlu Sultan Mugýsüddin Mahmud onu Dîvân-ý Tuðrâ ve Dîvân-ý Ýnþâ’ya tayin ettiyse de 505 (1111) yýlýnda görevinden ilk azli esnasýnda kaleme aldýðý Lâmiyye’sinde hakkýnda küçümseyici ifade ve târizlere yer verdiði için amansýz düþmaný olan Dîvân-ý Ýstîfâ sahibi Vezir Nizâmeddin es-Sümeyrimî’nin entrikasýyla görevinden uzaklaþtýrýldý.

ne hükümdar onun serbest býrakýlmasýna izin verdi (þiir için bk. Yâkut, X, 59). Ancak Tuðrâî’yi öteden beri kendisi için büyük rakip gören Vezir Nizâmeddin es-Sümeyrimî, bir müddet sonra onu muhtemelen kimya / simya ve felsefeyle uðraþmasý, sultanlarý ulûhiyyete yakýþýr sýfatlarla övmesi veya Þiî olmasý sebebiyle zýndýklýkla suçladý. Bu arada birçok yalancý þahit buldu ve Rebîülevvel 515’te (Mayýs-Haziran 1121) tarihçilerin ittifakla belirttiðine göre Tuðrâî’yi haksýz yere idam ettirdi. Fakat Tuðrâî’nin intikamýnýn alýnmasý uzun sürmedi. Rivayete göre Sümeyrimî ertesi yýl Baðdat Nizâmiye Medresesi yanýnda Tuðrâî’nin eski kölelerinden birinin suikastý neticesinde öldürüldü.

Tuðrâî bunun üzerine Muhammed Tapar’ýn diðer oðlu Gýyâseddin Mesud’un hâkim olduðu Musul’a gitti, onun yanýnda bir yýldan fazla vezirlik görevi yaptý; bu sýrada Sultan Mahmud aleyhine halký kýþkýrtmaya çalýþtý. Sultan Muhammed Tapar, Musul’da öldüðünde Ýsfahan’da bulunan Vezir Sümeyrimî sultanýn diðer oðlu Mugýsüddin Mahmud’un Selçuklu Devleti’nin yeni hükümdarý olduðunu bildirdi. Ýki yýl sonra da Musul’da bulunan Gýyâseddin Mesud kardeþi Mahmud’a baþ kaldýrýp hükümdarlýðýný ilân etti. Bu durum iki kardeþ arasýnda Hemedan yakýnlarýnda savaþ çýkmasýna yol açtý ve Gýyâseddin Mesud maðlup oldu. Mugýsüddin Mahmud kardeþini affettiyse de onu kendisine karþý kýþkýrtan Tuðrâî’nin öldürülmesini emretti. Emir yerine getirileceði sýrada Tuðrâî’nin, kalbinde sevgiden baþka bir þey taþýmadýðýna iliþkin bir þiir söylemesi üzeri-

Eserleri. 1. Dîvân. Tuðrâî’nin geride býraktýðý divanýn biri kendisi tarafýndan tertip edilen ve kafiyelerine göre alfabetik düzenlenen, diðeri bir torununun konularýna göre düzenlediði olmak üzere iki versiyonu bulunmaktadýr. Kendi tertibi olan divaný ilk defa Ýstanbul’da (1300) bazý gazel-i gýlmân parçalarý çýkarýlarak basýlmýþ, ilmî neþri ise Ali Cevâd et-Tâhir ve Yahyâ el-Cebûrî tarafýndan gerçekleþtirilmiþtir (Baðdat 1396/1976; Küveyt 1403/1983). Divanda Sultan Mesud, Sultan Muhammed Tapar, Nizâmülmülk, Melikþah’ýn diðer bir veziri Muînülmülk ve daha baþka kiþiler için söylenmiþ methiyelerle genç yaþta kaybettiði eþine mersiyeler, þekvâ, fahr, hikemiyat, tasvir ve gazel temalarýnda þiirler yer alýr. 2. Lâmiyyetü’l-£Acem. Dîvân-ý Tuðrâ ve Dîvân-ý Ýnþâ’daki görevinden ilk azlini takiben yazdýðý, Lâmiyye ve Bâßiyye adýyla tanýnan iki kasideden meþhur ola-

340

Tuðrâî, kimya alanýnda ortaya koyduðu çok sayýdaki kitap ve risâlesinden dolayý üstat unvanýyla ün yapmýþtýr. Eserleri arasýnda en öne çýkaný Ýbn Sînâ’nýn kimya ile ilgili görüþlerine cevap niteliði taþýyan ¥ašåßišu’l-istiþhâd’dýr. Ýbn Sînâ bir risâlesinde her mineralin kendine has özellikleriyle ayrý bir türe ait bulunduðunu, dolayýsýyla bir mineralin cismen baþka bir minerale dönüþümünün mümkün olmadýðýný ifade etmiþti; Tuðrâî bu eserinde Ýbn Sînâ’nýn klasik kimyayý (simya) reddetmesine cevap verir. Kendisi de her mineralin kendine özgü farklýlýðýný kabul etmekle birlikte simyagerin bir minerali diðer bir minerale dönüþtürebilecek ilâhî bir karýþým için madde hazýrlayabileceðini savunur. Kaynaklar Tuðrâî’nin el yazýsýnýn güzelliði yanýnda üslûbunun mükemmelliðini övseler de resmî yazýþmalarýndan günümüze herhangi bir örnek ulaþmamýþtýr.

nýdýr. Ýçerdiði hikmet dolu beyitlere raðmen þöhretini büyük ölçüde Câhiliye dönemi þairlerinden Þenferâ’nýn Lâmiyyetü’l-£Arab adlý kasidesiyle olan isim benzerliðine borçludur. Kasidede adýnýn çaðrýþtýrdýðýnýn aksine Araplar’a karþý Acem taassubuna iliþkin beyitler bulunmamaktadýr. Ayrýca esere bu isim þair tarafýndan verilmemiþtir. Lâmiyyetü’l-£Acem adý þairin kendi erdemlerinden, zamandan ve zamane insanlarýnýn vefasýzlýðýndan söz etmesi, içerdiði zengin mesel ve hikemiyat sebebiyle Lâmiyyetü’l-£Arab’a benzediði için ilk defa Yâkut el-Hamevî (ö. 626/ 1229) tarafýndan kullanýlmýþ, daha sonra Safedî ünlü þerhinde bunu devam ettirmiþtir. Baðdat’taki görevinden azledilmesinden sonra Ýsfahan’a göç etmesi sebebiyle Baðdat’taki Arap rakiplerine bir gönderme þeklinde þairi sevenlerce kasideye bu adýn verilmiþ olmasý da mümkün görünmektedir. Lâmiyyetü’l-£Acem ilk defa Jacobus Golius tarafýndan Latince çevirisiyle birlikte yayýmlanmýþtýr (Leiden 1629). Latince bir versiyonu ile beraber Edward Pococke’un yaptýðý baskýsý (Oxford 1661) muhtemelen Batý’da Arap þiirine iliþkin ün yapan ilk baþ eser niteliðindedir. Johann Jacob Reishe eseri Almanca’ya tercüme etmiþtir (Dresden 1756). J. D. Carlyle’in neþrettiði Specimens of Arabic Poetry adlý kitapta (Oxford 1796) þiirin Ýngilizce bir çevirisi yer almaktadýr. Lâmiyyetü’l£Acem Ýsmail Hatip Erzen tarafýndan yayýmlanmýþ (Ankara 1945), Nurettin Ceviz ve M. Sadi Çöðenli eseri Türkçe’ye çevirerek Arapça metniyle birlikte Lâmiyyetu’lArab, Unvânu’l-Hikem, Lâmiyyetu’lAcem ve Tercümeleri adlý eser içinde neþretmiþtir (Erzurum 2000). Lâmiyye üzerine pek çok þerh yazýlmýþ olup en eskisi Ebü’l-Beka el-Ukberî’nin (ö. 616/1219) þerhi (nþr. Muhammad Ubeyd Abdülvâhid Gurmân, Beyrut 1404/1984), en ünlüsü Safedî’nin Kahire, Ýskenderiye ve Beyrut’ta defalarca basýlan el-øay¦ü’l-müseccem fî þer¼i Lâmiyyeti’l-£Acem adlý þerhidir. Bu þerh üzerine ihtisar, hâþiye ve reddiye mahiyetinde çeþitli eserler kaleme alýnmýþtýr. Bunun dýþýnda Lebîb Efendi’nin Türkçe þerhi (Ýstanbul 1271), Bahrak (Kahire 1283, 1309), Yûsuf el-Mâlikî (Bulak 1288, 1303, 1321), Muhammed el-Minyâvî (Kahire 1324/1906), Muhammed el-Mekkî (Fas 1346) ve Yûsuf Þelfûn þerhleri basýlmýþtýr. Lâmiyyetü’l-£Acem’e nazîre (muâraza), taþtîr ve tahmîs þeklinde birçok kaside yazýlmýþ, Seyyid el-Mersafî (Bulak 1312), Muhammed el-Cenbihî (Bulak 1318) ve

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐRUL I

Mahmûd Kâmil’in (Kahire 1344) tahmîsleri yayýmlanmýþtýr. Tuðrâî’nin çoðu yazma halinde olan klasik kimya ile felsefe ve tabiata dair eserleri de þunlardýr: Dîvânü’l-mašå¹î£ fi’½½an£ati’l-¼ikemiyye fi’l-kîmiyâß (Hermes, Heraklios, Rûsimus, Mariyye, Hâlid b. Yezîd b. Muâviye, Câbir b. Hayyân, Zünnûn el-Mýsrî, Ýbn Vahþiyye gibi þahýslardan intikal eden kadîm kimya kültürünü oluþturan bilgilerin 100 kaside ve kýtaya yakýn þiir parçalarý halinde naklinden ibarettir; eser hakkýnda Rezzûk Ferec Rezzûk bir makale yayýmlamýþtýr [bk. bibl.]); ¥ašåßišu’l-istiþhâd (nþr. Rezzûk Ferec Rezzûk, Baðdat 1981; Amman 1982); ¬âtü’lfevâßid fi’l-kîmiyâß (nþr. Rezzûk Ferec Rezzûk, Mevrid, III/3 [Baðdat 1974], s. 195-206);

Mefâtî¼u’r-ra¼me ve me½âbî¼u’l-¼ikme (kimyacýlarý en çok etkilediði eseridir); Câmi£u’l-esrâr ve terâkîbü’l-envâr; Øýrrü(E½rârü)’l-¼ikme fî þer¼i Kitâbi’r-Ra¼me (li-Câbir b. ¥ayyân); elEsrâr fî ½ý¼¼ati ½ýnâ£ati’l-kîmiyâß; elCevherü’n-naŠîr fî ½ýnâ£ati’l-iksîr; erRisâletü’l-ƒâtime; Va½iyyetü’t-ªu³râßî min Tedâbîri Câbir; Risâle fi’¹-¹abî£a; el-Ýrþâd ile’l-evlâd (eserlerin yazma nüshalarý için bk. Brockelmann, I, 288). M. Emîn Mahmûd e¹-ªu³râßî: ¥ayâtühû ve þi£ruhû adýyla bir doktora tezi hazýrlamýþtýr (1408, Câmiatü’l-Ýmâm Muhammed b. Suûd el-Ýslâmiyye [Riyad]). BÝBLÝYOGRAFYA :

Tuðrâî, Dîvân (nþr. Ali Cevâd et-Tâhir – Yahyâ el-Cübûrî), Küveyt 1403/1983, neþredenlerin giriþi, s. 9-26; Lâmiyyetu’l-Arab, Unvânu’l-hikem, Lâmiyyetu’l-Acem ve Tercümeleri (trc. ve nþr. Nurettin Ceviz – M. Sadi Çöðenli), Erzurum 2000, s. 59-84; Râvendî, Râ¼atü’½-½udûr, s. 225, 239241; Yâkut, Mu£cemü’l-üdebâß, X, 56-79; Ýbnü’lEsîr, el-Kâmil, X, 395-396; Ýbn Hallikân, Vefeyât, II, 185-189; Necmeddin Ebü’r-Recâ Kummî, TârîÅu’l-vüzerâß (nþr. M. Taký Dâniþpejûh), Tahran 1363 hþ., s. 226-229; C. Brockelmann, GAL, I, 288; Ali Cevâd et-Tâhir, Lâmiyyetü’¹-ªu³râßî, Baðdad 1962; a.mlf., e¹-ªu³râî ¼ayâtühû þi £rühû Lâmiyyetühû, Baðdad 1963; a.mlf., eþ-Þi £rü’l£Arabî fi’l-£Irâš ve bilâdi’l-£Acem fi’l-£a½ri’s-Selcûš¢, Beyrut 1985, s. 101-130; Þevký Dayf, TârîÅu’l-edeb, V, 582-585; Abdülkerîm M. Es‘ad, “etTugrâ,î: Hayâtühû aþârühû þi.rühû Lâmiyyetühû”, Mašålâtün münteÅabe fî £ulûmi’l-lu³a, Riyad 1415/1994, s. 512-561; Abdullah Muhammed el-Habeþî, Câmi £u’þ-þürû¼ ve’l-¼avâþî, Ebûzabî 1425/2004, III, 1504-1510; Ahmed Ateþ, “Ýbn Sina ve el-Kimya”, AÜÝFD, I/4 (1952), s. 47-62; Muzaffer Bahtiyâr, “Zindegânî Üstâd Mü,eyyidüddîn Tugrâ,î Ýsfahânî”, Mecelle-i Dâniþkede-i Edebiyyât, XII/3-4, Tahran 1344/1965, s. 373452; Rezzûk Ferec Rezzûk, “el-Mekatî.-Dîvânü þi.rî ta.lîmî fi’l-Kîmyâ, li-Mü,eyyidi’d-dîn Ebî Ýsmâ.îl el-Hüseyn b. .Alî ed-Dü,elî el-ma.rûf bi’tTugrâ,î”, el-Mevrid, XIV/4, Baðdad 1985, s. 169172; Ahmed el-Irâký, “el-Mu.âraçâtü’l-Magribiyye li-Lâmiyyeti’t-Tugrâ,î: Mu.âraçatü Ebî Hafs

el-Fâsî”, Âfâšu’¦-¦ešåfe ve’t-türâ¦, IV/16, Dübey 1417/1997, s. 92-98; Abdullah Ali es-Süvey‘î, “Muptasaru Þerhi Lâmiyyeti’l-.Acem li’l-Mekkî b. Muhammed”, Mecelletü Külliyyeti’d-da£veti’l-Ýslâmiyye, XXII, Trablus 1373/2005, s. 202207; F. C. de Blois, “al-Tughra,ý”, EI 2 (Ýng.), X, 599-600; Mahmûd Sâlim Muhammed, “et-Tugrâ,î”, el-Mevsû£atü’l-£Arabiyye, Dýmaþk 2005, XII, 568-569; a.mlf., “Lâmiyyetü’l-.Acem”, a.e., XVI, 827-828.

ÿRahmi Er

TUÐRUL I

Rüknü’d-dünyâ ve’d-dîn Ebû Tâlib Tuðrul b. Muhammed Tapar (ö. 529/1134)

˜

Irak Selçuklu hükümdarý (1132-1134).

Muharrem 503’te (Aðustos 1109) doðdu. Sultan Muhammed Tapar’ýn oðludur. Babasý 504 (1110-11) yýlýnda emîrlerden Anuþ Tegin Þîrgîr’i atabeg tayin ederek Cibâl (Irâk-ý Acem) bölgesinin önemli bir kýsmýný ona iktâ etmiþti; iktâlarý arasýnda Gence merkez olmak üzere civar bölgeler de yer almaktaydý (ÝA, XII/2, s. 15). Muhammed Tapar vefat edince yerine büyük oðlu Mahmud sultan ilân edildi. Sultan Mahmud, Emîr Gündoðdu’yu kardeþi Tuðrul’a atabeg tayin edip onu kendisine getirmesini istedi. Fakat Gündoðdu, Tuðrul’u aðabeyine karþý isyana teþvik etti. Bunun üzerine Sultan Mahmud, Enûþirvân b. Hâlid ile kardeþine hil‘atler, armaðanlar ve 30.000 altýn göndererek huzura çaðýrdý ve dirliðini arttýracaðýný vaad etti. Tuðrul gelmeyince sultan bir baskýnla kardeþini yakalamak istediyse de zamanýnda haber alan Tuðrul atabegiyle Gence’ye gidip yakalanmaktan kurtulduðu gibi Arrân’ý da hâkimiyeti altýna aldý. Melikþah ve Muhammed Tapar devirlerinde saldýrýya cesaret edemeyen Gürcüler, Mahmud zamanýnda durumu uygun görüp komþu Ýslâm topraklarýna birbiri arkasýndan yaðma akýnlarý düzenlemeye baþladýlar. Bunun üzerine Melik Tuðrul Gürcistan seferine çýktý. Kumandanlar arasýnda Necmeddin Ýlgazi, Dübeys b. Sadaka ve Atabeg Gündoðdu’nun da bulunduðu Selçuklu ordusu Tiflis yakýnlarýnda yapýlan savaþta Gürcüler’e karþý baþarý saðlayamadý (514/1120 veya 515/1121). Atabeg Gündoðdu’nun ölümünden sonra Merâga hâkimi Aksungur el-Ahmedîlî onun yerini alýp Tuðrul’u aðabeyine karþý kýþkýrttý; Tuðrul’un eski atabegi Þîrgîr de onlara katýldý. Fakat Emîr Cüyûþ Bey Ay-aba’nýn kalabalýk bir askerle Azerbaycan’a gelmekte

olduðunu duyunca Sultan Mahmud’a itaat arzettiler. Abbâsî Halifesi MüsterþidBillâh’ýn düþmanca tavýr takýndýðý Dübeys b. Sadaka, Arrân’a giderek Tuðrul’u Irak’ýn kolayca fethedileceðine kandýrmýþtý. Fakat Irak’a ulaþtýklarýnda karþýlarýnda büyük bir ordu buldular. Bunun üzerine Dübeys ile Tuðrul, Merv’deki büyük sultan Sencer’in yanýna gittiler. Dübeys’i Sultan Mahmud’un maiyetine verip ona iyi davranmasýný söyleyen Sencer aðabeyine sorun çýkarmamasý için Melik Tuðrul’u yanýnda alýkoydu (522/1128). Sultan Mahmud’un vefatý üzerine yerine oðlu Dâvud geçirildi. Sultan Sencer yeðeni Tuðrul ile birlikte 526 (1132) yýlýnda Rey’e geldi. Bu sýrada Muhammed Tapar’ýn oðullarýndan Mesud, Selçuk ve Halife Müsterþid-Billâh’ýn Sultan Sencer’e karþý savaþmak amacýyla ant içtikleri haber alýndý. Tuðrul’un da katýldýðý Dînever’de cereyan eden savaþ Sultan Sencer’in zaferiyle sonuçlandý (8 Receb 526 / 25 Mayýs 1132). Sultan Sencer zaferin ardýndan Mesud’u huzuruna getirtti ve onu Arrân meliki olarak Gence’ye gönderdi. Tuðrul’u da Hemedan’da Irak Selçuklular’ý tahtýna oturttu; Ebü’l-Kasým Dergezînî’yi yeni hükümdarýn vezirliðine tayin etti (Þâban 526 / Haziran 1132) ve Horasan’a döndü. Sultan Sencer Merv’e ulaþmadan Dâvud, amcasý Tuðrul’un sultanlýðýný kabul etmeyerek Arrân ve Azerbaycan askeriyle Hemedan üzerine yürüdü. Hemedan yakýnlarýnda yapýlan savaþta Dâvud yenildi ve atabegi Aksungur el-Ahmedîlî ile birlikte Baðdat’a kaçtý. Halife Irak’ý kendi idaresine almak istediðinden onlarý iyi karþýladý. Dört beþ ay sonra Gence’de bulunan Melik Mesud da Baðdat’a geldi. Baðdat’ta Dâvud ile Mesud adýna hutbe okundu ve sultanlýðýn Tuðrul’un elinden alýnmasý için anlaþmaya varýldý. Mesud ve Dâvud, Azerbaycan’a gidip mücadeleye oradan baþlayacaklardý, halife de onlara asker verecekti. Mesud, Tuðrul’a baðlý emîrleri Erdebil’de kuþattý; burada olanlardan çoðunu öldürdü; geri kalanlar bozgun halinde kaçtýlar. Ardýndan Mesud Hemedan’a yürüdü. Ýki kardeþ Hemedan önünde karþýlaþtý ve savaþ Mesud’un zaferiyle sonuçlandý. Bozguna uðrayan Sultan Tuðrul Rey’e çekildi; Mesud Hemedan’da yerleþti (527/ 1133). Sultan Tuðrul Rey’den Kum’a, oradan Ýsfahan’a gitti; Ýsfahan’da kalýp kendini savunmayý düþündüyse de halkýna güvenemediðinden Fars’a yöneldi. Ancak yanýndaki askerlerin kardeþinin tarafýna geç-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

341


TUÐRUL I

mesinden endiþe ederek Fars’tan tekrar Rey’e doðru yola çýktý. Yolda baþýna gelenlerden sorumlu tuttuðu veziri Ebü’l-Kasým Dergezînî’yi öldürttü. Daha sonra Mesud Tuðrul’a yetiþti, vuku bulan savaþta Tuðrul yine bozguna uðradý. Sultan Tuðrul amcasý Sultan Sencer’in idaresindeki Rey’e, Mesud da Hemedan’a döndü. Tuðrul, Rey’den Mâzenderan Emîri Ali’nin yanýna gitti. Ali kendisine ve askerlerine karþý çok iyi davrandý. Bahar gelince Muhammed b. Þah Melik, ilk atabegi Anuþ Tegin Þîrgîr’in oðlu Emîr Haydar ve Yarýnkuþ ezZekevî gibi emîrler kendisine katýldý; Fars hâkimi Mengü Pars da Boz-apa kumandasýnda 2000 atlý gönderdi. Sultan Tuðrul bunlarla mücadeleyi kazanacaðýna inandý. Mesud bu esnada Azerbaycan’da bulunuyordu. Ýki kardeþ son defa Kazvin düzlüðünde karþýlaþtý. Mesud’un ordusundaki bazý emîrler Sultan Tuðrul’un sancaðýný görünce onun tarafýna geçti, kalanlar da kaçtý (Ramazan sonlarý 528 / Temmuz 1134). Bu arada Melik Dâvud’un kendisine itaat etmediðini duyan Sultan Tuðrul, Emîr Karasungur’u onun üzerine gönderdi. Azerbaycan’a giden Karasungur, Dâvud’u yenip Sultan Tuðrul’a itaat ettirdi. Mesud güçlükle Baðdat’a ulaþabildi. Halife onun bütün ihtiyaçlarýný karþýladý ve asker toplayýp Sultan Tuðrul’la mücadele etmesini istedi. Mesud ise onu oyalamaya çalýþýyordu. Nihayet halife kendisinin de sefere katýlacaðýný bildirdi. Ancak bir süre sonra bazý emîrler yüzünden Mesud ile halifenin arasý açýldý. Tam bu sýrada Sultan Tuðrul vefat etti (Muharrem 529 / Kasým 1134) ve Hemedan’da defnedildi. Ölümüne kulunç tedavisi için içtiði ilâcýn yol açtýðý söylenir. I. Tuðrul’un Nahcývan’da türbesi bulunan eþi Mü’mine Hatun kendisinden sonra Ýldenizliler hânedanýnýn kurucusu Þemseddin Ýldeniz ile evlendi. Ýbnü’l-Esîr, Sultan Tuðrul’un iyi kalpli, akýllý, adalet sever, halka iyi davranan bir kiþi olduðunu yazar. Ýmâdüddin el-Ýsfahânî de Tuðrul’un saltanat için gerekli meziyetlere sahip olmakla beraber iþlerinde kimseye danýþmadýðýný söyler ve ayak takýmýný yükselttiði için onu eleþtirir. Sultan Tuðrul’un Alparslan, Melikþah, Muhammed ve Arslanþah adlý dört oðlu vardý. Yerine kardeþi Mesud geçti. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Kalânisî, TârîÅu Dýmaþš (Amedroz), s. 205, 210, 230, 243, 282; Urfalý Mateos Vekayinâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (nþr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962, s. 263, 268, 271, 275; Ýbnü’l-Ezrak elFâriký, TârîÅu Meyyâfâriš¢n, British Museum, Or., nr. 5803, vr. 161a-b; a.e.: Meyyâfîrikîn ve Âmid

342

Tarihi: Artuklular Kýsmý (trc. Ahmet Sarvan), Erzurum 1992, s. 34, 35, 44, 45; Ýbnü’l-Ýmrânî, elÝnbâß fî târîÅi’l-Åulefâß (nþr. Kasým es-Sâmerrâî), Leiden 1943, s. 217, 218; Ýbnü’l-Cevzî, el-Munta¾am, X, 35-36, 41, 53; Râvendî, Râ¼atü’½-½udûr, s. 67, 85, 112, 208-214, 226, 283; a.e. (Ateþ), I, 201-202, 203, 217, 270, 290; AÅbârü’d-devleti’s-Selcûšýyye, s. 99-105; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, tür.yer.; XI, 12, 19, 24, 79; Bündârî, Zübdetü’n-Nu½ra, s. 155-173; a.e. (Burslan), s. 146160; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’ttevârîÅ (nþr. Ahmet Ateþ), II/5, s. 110-112, 113; M. F. Brosset, Histoire de la Géorgie, Petersburg 1849, I, 364-368; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu Ýmparatorluðu Tarihi, Ankara 1952, II, bk. Ýndeks; a.mlf., “Tuðrul I.”, ÝA, XII/2, s. 14-19; Hüseyin Emîn, TârîÅu’l-£Irâš fi’l-£a½ri’s-Selcûš¢, Baðdad 1385/1965, s. 98, 103-104, 143, 327328; C. E. Bosworth, “The Political and Dynastic History of the Iranian World (A.D. 1000-1217)”, CHIr., V, 119-120, 123-124, 126; Coþkun Alptekin, “Selçuklu Paralarý”, Selçuklu Araþtýrmalarý Dergisi, III, Ankara 1971, s. 547; M. T. Houtsma, “Toghril (II)”, EI 2 (Ýng.), X, 554.

ÿFaruk Sümer

TUÐRUL II

Rüknü’d-dünyâ ve’d-dîn Ebû Tâlib Tuðrul b. Arslanþâh b. Tuðrul (ö. 590/1194)

˜

Irak Selçuklu Devleti’nin son hükümdarý (1177-1194).

564 (1169) yýlýnda doðdu. Sultan Arslanþah b. Tuðrul’un oðludur. Babasýnýn 572’de (1177) ölümüyle Atabeg Muhammed Cihan Pehlivan, Tuðrul’u tahta çýkardý. Sýbt Ýbnül-Cevzî, Cihan Pehlivan’ýn halife Müstazî-Biemrillâh’tan Tuðrul’un sultanlýðýnýn onaylanmasýný ve adýna hutbe okutulmasýný istediðini, fakat sert bir þekilde reddedildiðini yazarsa da bunun doðruluðu þüphelidir. Halife, Irak Selçuklularý’nýn komþu devletler üzerindeki hâkimiyetini göz önünde tutarak Cihan Pehlivan’ýn isteðini kabul etmek zorunda kaldý, ayrýca Tuðrul’a “Rüknü’d-devle ve’d-dîn kasîmü emîri’lmü’minîn” lakabýný verdi (Muharrem 573 / Temmuz 1177). Arslanþah’ýn ölümünün ardýndan Gürcü kralýnýn Ýslâm ülkesine yürümek amacýyla hazýrlýk yaptýðý ve yeni sultan Tuðrul’un amcasý Melik Muhammed’in tahtý ele geçirmek için harekete geçtiðine dair haberler çýkýnca Atabeg Cihan Pehlivan süratle Gürcü topraklarýna girdi ve hiçbir mukavemetle karþýlaþmadý. Gürcüler’le barýþ yaptýktan sonra Ýsfahan’a gidip Melik Muhammed’i bozguna uðrattý. Melik Muhammed, Vâsýt taraflarýna kaçtý, fakat orada ancak üç gün kalabildi; Baðdat’a gelmesine izin verilmediðinden Fars’a geçerek Salgurlular’dan Atabeg Zengî’ye

sýðýndý. Bunu duyan Cihan Pehlivan Fars’a girdi, ülkeyi yaðma ve tahrip etti. Cihan Pehlivan ile tek baþýna mücadele edemeyeceðini anlayan Zengî, Melik Muhammed’i teslim etmek zorunda kaldý. Sercehan Kalesi’nde zindana atýlan Muhammed çok geçmeden orada öldü. Cihan Pehlivan ayný tavrý Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye karþý gösteremedi. Damadý Ahlatþah II. Sökmen’in 579’da (1183) çocuksuz ölmesi üzerine Ahlat’ý ülkesine katmak istediyse de Selâhaddin buna engel oldu. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Cihan Pehlivan’dan Kazvin ve Bistâm yörelerindeki Bâtýnîler’in varlýðýna son vermek için geçiþ izni talep etti, ancak Pehlivan, Selâhaddin’in idare ettiði yerleri elinden almak istediði vehmine kapýlarak rahatsýzlandý ve çok geçmeden Rey’de öldü (581/1186). Bu sýrada on yedi yaþýnda olan Tuðrul, Sâve þehrinde bulunuyordu. Emîrler, Nahcývan’da olan Cihan Pehlivan’ýn kardeþi Kýzýlarslan Osman’ý Hemedan’a çaðýrdýlar. Kýzýlarslan kalabalýk bir orduyla Hemedan’a geldi ve genç sultanýn atabegliðini üstlendi. Atabeg Kýzýlarslan, muhalif kumandanlarý bertaraf etmek için Sultan Tuðrul ile Rey’e geldiðinde onlarýn Damgan taraflarýna gittiðini öðrendi. Ýnanç Hatun ile oðullarý Kýzýlarslan’ý karþýladýlar ve kaleyi kendisine teslim ettiler. Ardýndan sultan, kendisini muhafaza altýnda tutanlardan kurtulup muhalif kumandanlarýn bulunduðu yere gitti; böylece sultanla atabegi arasýndaki düþmanlýk ortaya çýktý ve aralarýnda mücadele baþladý. Kýzýlarslan, Tuðrul’u yakalamak için Simnân’a gittiyse de yapýlan savaþta yenildi; Rey’e ve daha sonra Hemedan’a döndü. Fakat sultanýn gelmekte olduðu haberini duyunca Azerbaycan’a geçti. Kýzýlarslan, Tuðrul’u tek baþýna yenemeyeceðini anlamýþtý. Bundan dolayý Abbâsî halifesine mektup yazarak yardým istedi ve sultanýn kendisi için de sýkýntý doðurabileceðini söyledi. Ýbnül-Esîr, Sultan Tuðrul’un Abbâsî halifesine elçi gönderip Baðdat’ta babalarýna ait sarayýn tamir edilmesini talep ettiðini, ancak halifenin cevap dahi vermeyip sultanýn elçisini geri çevirdiðini, Selçuklu sultanlarýna ait sarayýn yýkýlmasýný emrettiðini ve bu emrin yerine getirildiðini, saraydan bir iz daha kalmadýðýný söyler. Fakat diðer kaynaklarda bu haberi teyit eden bir ifade görülmez. Ayný kaynaða göre Kýzýlarslan’ýn elçisi çok iyi kabul görmüþ ve teklifine müsbet cevap verilmiþtir. Abbâsî halifeliðine eski gücünü kazandýrma amacýný taþýyan Halife Nâsýr-Lidînillâh, 15.000 kiþilik bir orduyu veziri Celâleddin Ýbn Yûnus kuman-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐRUL II

dasýnda Kýzýlarslan’a yardýma gönderdi. Bu ordu Hemedan yakýnýnda Sultan Tuðrul’un askerleriyle karþýlaþtý. Sultan ordusunun sayýca az olmasýna raðmen savaþý kazandý (6 Rebîülevvel 584 / 5 Mayýs 1188). Savaþýn kazanýlmasýnda önemli rolü bulunan Tuðrul elinde topuzla ön safta çarpýþmýþtý. Zaferin ardýndan Merâga sahibi Alâeddin Palaspûþ, Hûzistan hâkimi Avþar Þümle’nin oðlu Garsüddin ve baþkalarý Hemedan’a sultanýn katýna geldiler. Ancak sultan kendisine tahakküm etmek istediklerini söyleyerek Ay-aba ile Öz-aba adlý kumandanlarý öldürttü. Bu olay üzerine endiþeye kapýlan Pehlivan’ýn oðlu Kutluð Ýnanç ile Merâga’nýn kuvvetli emîri Alâeddin Sultan, Tuðrul’un hizmetinden ayrýldýlar ve onu zayýf duruma düþürdüler. Kýzýlarslan halifenin gönderdiði ikinci ordu ile Esedâbâd’da buluþarak Hemedan’a geldi. Sultan Muhammed Tapar’ýn çocuk yaþtaki torunu Sencer Mirza b. Süleyman Þah tahta çýkarýldý (Receb 584 / Eylül 1188); adýna hutbe okundu ve para kesildi. Halifenin adamlarý Irak þehirlerinin idaresinin kendilerine devredilmesinde ýsrar edince iki tarafýn arasý açýldý. Kýzýlarslan Azerbaycan’a gitti, Baðdatlýlar ülkelerine, Sultan Tuðrul da Hemedan’a döndü. Sultan Tuðrul’un bazý emîrleri öldürtmesi aleyhindeki cereyaný daha da güçlendirdi. Kutluð Ýnanç bu fýrsattan yararlanýp Ýsfahan’ý zaptedince Ýsfahan þahnesi Özdemir, Sultan Tuðrul’dan yardým istedi. Özdemir’i öldürten Kutluð Ýnanç Azerbaycan’a kaçtý, orada amcasý Kýzýlarslan’ý sultanýn üzerine yürümeye ikna etti. Sultan Tuðrul çok az bir kuvvete sahip olduðu için Hemedan’a gelen Kýzýlarslan’ýn önünden çekildi, fakat atabeg arkasýný býrakmadý. Sultan hazinesini ve aðýrlýðýný kaybeden sultanýn askerinin bir kýsmý Kýzýlarslan tarafýna geçti. Sultan maiyetindeki az sayýda adamla Azerbaycan’a gitti ve orada Türkmen beylerinden Kýpçak Bey’in oðlu Ýzzeddin Hasan’la buluþtu; baþlarýna

10.000 kadar Türkmen toplandý. Bu askerlerle Azerbaycan’daki Uþnu, Urmiye, Hoy ve Selmâs þehirlerini yaðmaladýlar. Hemedan’a gelen Kýzýlarslan, Sencer Mirza’yý yeniden tahta çýkardý. Sultan Tuðrul ile Ýzzeddin Hasan bozgun halinde Hasan Bey’e ait Zap suyuna yakýn Kerhânî Kalesi’ne kapandýlar. Sultan burada Hasan Bey’in kýz kardeþi ile evlendi, ancak bu evlilik ümitsizliðini hafifletmedi. Halifeye çocuk yaþtaki oðlu Alparslan’ý göndererek ordusuna mukavemet ettiði için baðýþlanmasýný diledi (7 Muharrem 586 / 14 Þubat 1190). Halife Nâsýr-Lidînillâh, Alparslan’a hil‘at giydirip boynuna altýn gerdanlýk taktýysa da onu rehine olarak Baðdat’ta alýkoydu ve Sultan Tuðrul için hiçbir þey yapmadý.

Selâhaddîn-i Eyyûbî, Sultan Tuðrul ile atabegi barýþtýrmak için teþebbüse geçti, fakat Sultan Tuðrul’un sabýrsýzlanýp Azerbaycan’a dönmesi bu teþebbüsü sonuçsuz býraktý. Bazý kaynaklarda Sultan Tuðrul’un, üzerine gelen atabegin önünden çekilerek Hemedan’a geldiði kaydedilirken bazýlarýnda Kýzýlarslan’ýn sultana mukavemet edemeyeceðini anlayýp hileye baþvurduðu yazýlýdýr. Neticede Azerbaycan Kýzýlarslan’da, Irak sultanda kalmak þartýyla barýþ yapýldý. Sultan barýþa güvenip Ýzzeddin Hasan Bey’in askerlerini memleketlerine yollayýnca Kýzýlarslan sultana hücum ederek onu bozguna uðrattý. Sultan 100 askerle Hemedan’a çekildi, iki gün sonra gelen Kýzýlarslan’ý karþýladýysa da yakalandý (Ramazan 586 / Ekim 1190) ve oðlu Melikþah ile birlikte Tebriz’e yakýn Kehrân Kalesi’ne gönderildi. Râvendî, Tuðrul’un Hemedan’a gelince atalarýnýn türbesine kapandýðýný, Kýzýlarslan’ýn gönderdiði Iraklý emîrlere kanarak türbeden þehir meydanýna geldiðini, emîrlerin orada etrafýný çevirip atabegin kararýný kendisine bildirdiklerini kaydeder. Atabeg Kýzýlarslan halifenin telkiniyle Sencer Mirza’yý kaleye göndererek saltanat tahtýna oturdu ve sarayýn önünde

II. Tuðrul’u tahtýnda tasvir eden bir minyatür (The Library of University Edinburg, Arab, nr. 20)

günde beþ defa nevbet çaldýrmaya baþladý. Selçuklular’ýn törenlerle ilgi usullerini kaldýrdý. Sürekli þarap içen Kýzýlarslan eþi Ýnanç Hatun’u da ihmal ediyordu. Neticede Ýnanç Hatun sarhoþ durumda yatmakta olan Kýzýlarslan’ý kölelerine öldürttü (Þâban 587 / Eylül 1191). Kýzýlarslan’ýn öldürülmesinden sonra Irak’ýn idaresi Mahmud Kutluð Ýnanç’a geçti ve Irak emîrleri ona baðlandý. Sultan Tuðrul’un Kehrân Kalesi’nde yaklaþýk bir buçuk yýl kaldýðý tahmin edilmektedir. Kendisini kaleden Türkmen Emîri Mahmûd b. Anasýoðlu ile Bedreddin Dizmârî çýkardý. Tebriz’e gelen sultan þehri almak istediyse de çok az askeri bulunduðundan baþarý saðlayamadý. Azerbaycan ve Arrân hâkimi Pehlivan’ýn büyük oðlu Ebû Bekir’in kalabalýk askerle gelmekte olduðunu duyunca Zencan’a gitti; oranýn hâkimleri olan Türkmen Kafþut oðullarý kendisine katýldý. Sultan Tuðrul buradan Hemedan’a geçti. Fakat Mahmud Kutluð Ýnanç ile kardeþi Emîr-i Emîrân Ömer’in Irak askerinin baþýnda üzerine geldiklerini öðrenince Kazvin’e gitti; buranýn sahibi Nûreddin Kara askeriyle kendisine katýldý. Sultan Tuðrul, Kutluð Ýnanç’ýn ordusunu Kazvin düzlüðünde aðýr bir yenilgiye uðrattý (15 Cemâziyelâhir 588 / 28 Haziran 1192) ve Hemedan’a döndü. Bu zafer sultana Irak’ý kazandýrdý. Hârizmþah Alâeddin Tekiþ’in Rey’de bulunduðunu haber alarak oraya gitti ve müzakereler neticesinde Rey’i Hârizmþah’a býrakmak zorunda kaldý. Hemedan’a dönerek burada Ýnanç Hatun ile evlendi (Ramazan 588 / EylülEkim 1192). 589 (1193) yýlýnda Rey’e giden Sultan Tuðrul, Hârizmþah Alâeddin Tekiþ’in kumandaný Tamgaç’a aman verip Hârizmliler’i þehirden ve Taberek Kalesi’nden çýkardý; Taberek Kalesi’ni yýktýrdý. Hârizmliler’in Rey’e saldýrdýklarýný duyunca oraya yöneldi; onlarý yenerek Mayacýk, Savtaþ, Muhammed Han gibi yirmi beþ kadar emîri esir aldý (Muharrem 590 / Ocak 1194). Râvendî, sultana Ýnanç Hatun’un önceki kocasý Kýzýlarslan’a yaptýðýný kendisine de yapacaðýnýn söylenmesi üzerine onu boðdurduðunu belirtir. Ýbn Ýsfendiyâr ise Ýnanç Hatun’un, oðlunu Selçuklu tahtýna çýkarmak için Tekiþ’i Sultan Tuðrul’un üzerine yürümeye teþvik ettiðinin anlaþýlmasý yüzünden öldürüldüðünü yazar. Bazý kaynaklar ise Ýnanç Hatun’un eceliyle öldüðünü kaydeder.

Hârizmþah Alâeddin Tekiþ, Sultan Tuðrul’dan intikam almak için Rey’e geldi. Ýb-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

343


TUÐRUL II

nü’l-Esîr, Halife Nâsýr-Lidînillâh’ýn Tekiþ’e elçi gönderip Tuðrul’dan þikâyetçi olduðunu ve ülkesini elinden almasýný istediðini, Tuðrul’un ülkesinin kendisine iktâ edildiðini gösteren bir menþur yolladýðýný söyler. Hârizmþah da Rey üzerine yürüdü. Yine Ýbnül-Esîr, Tuðrul’un daðýnýk haldeki askerlerini toplamaya lüzum görmeden yanýndaki az bir kuvvetle Hârizmþah’ý karþýlamaya gittiðini, kendisine bunun büyük bir hata olduðunun söylendiðini, fakat bu sözleri dinlemediðini belirtir. Tuðrul askerlerini Hârizm ordusu karþýsýnda muharebe nizamýna soktu. Hârizm ordusunun merkez kuvvetini Mahmud Kutluð Ýnanç’ýn kumandasýndaki Irak emîrlerinin askerleri teþkil ediyordu. Sultan bunlarý görünce hücuma geçti. Onlar açýlarak sultaný pek az askeriyle aralarýna alýp çevirdikten sonra attan düþürdüler. Sultanla karþýlaþan Mahmud baþýný keserek Tekiþ’e götürdü (29 Rebîülevvel 590 / 24 Mart 1194). Tekiþ, Irak emîrlerinin sultanýn baþýnýn halifeye gönderilmesi teklifini kabul etti ve baþsýz cesedin Rey pazarýnda asýlý olarak teþhir edilmesine tepki göstermedi. Sultan Tuðrul’un cesedi büyük amcasý Tuðrul Bey’in Rey’deki türbesine defnedildi. Böylece Irak Selçuklularý Devleti sona ermiþ oldu. Sultan Tuðrul’un Melikþah, Berkyaruk, Mesud, Alparslan ve Alp Melik adlý beþ oðlu, iki de kýzý vardý. Kýzlarýndan biri Tekiþ’in oðlu Yûnus Han, diðeri Pehlivan’ýn oðlu Özbek ile evlenmiþtir. Çok yakýþýklý bir genç olduðu kaydedilen Sultan Tuðrul iyi tahsil görmüþ bir hükümdardý. Þairleri himaye ettiði gibi kendisi de þiir yazardý. Þiirlerinin birçoðu günümüze kadar gelmiþtir. Ayný zamanda iyi bir hattat olup Râvendî’nin dayýsý Zeynüddin Mahmud onun hocasý idi. Halka karþý âdil ve þefkatli davranmýþtýr; ayný zamanda cömert bir kimseydi. Fakat tedbirli hareket etmemiþ ve dirayetli bir hükümdarlýk yapamamýþtýr. Ýçkiye ve eðlenceye çok düþkündü. Nizâmî-i Gencevî kendisi için þiir yazmýþ, Muhammed b. Mahmûd b. Ahmed et-Tûsî £Acâßibü’lmaÅlûšåt adlý coðrafya kitabýný, Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî Selçuknâme’yi onun adýna kaleme almýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Râvendî, Râ¼atü’½-½udûr, s. 331-374; a.e. (Ateþ), s. 302-344; Ýbn Ýsfendiyâr, TârîÅ-i ªaberistân (nþr. Abbas Ýkbâl), Tahran 1320 hþ., II, 152154, 156; AÅbârü’d-devleti’s-Selcûšýyye, s. 171194; Ýbnül-Esîr, el-Kâmil, XI, 446, 526, 560; XII, 24, 94, 106, 107, 433, 471; Avfî, Lübâbü’l-elbâb (nþr. Saîd-i Nefîsî), Tahran 1335 hþ., s. 433, 435, 795; Bündârî, Zübdetü’n-Nu½ra, s. 301-304; a.e. (Burslan), s. 268-272; Sýbt Ýbnü’l-Cevzî, Mirßâtü’zzamân, VIII/1, s. 330; VIII/2, s. 400-401; Cüvey-

344

nî, TârîÅ-i Cihângüþâ, s. 28-33, 156; Ýbn Vâsýl, Müferricü’l-kürûb, II, 163-164, 306; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’t-tevârîÅ (nþr. Ahmet Ateþ), Ankara 1960, s. 176-194; Müstevfî, TârîÅ-i Güzîde (Nevâî), s. 463-471; Hüseyin Emîn, TârîÅu’l-£Irâš fi’l-£a½ri’s-Selcûš¢, Baðdad 1385/ 1965, s. 91-92, 95, 100, 105, 114, 115, 120, 124, 321, 327; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler) Tarihleri Boy Teþkilâtý, Destanlarý, Ankara 1967, s. 102, 127, 130, 328, 352; C. E. Bosworth, “The Political and Dynastic History of the Iranian World (A. D. 1000-1217)”, CHIr., V, 180-182; A. Hartmann, an-Nåsýr li-D¢n Allåh: 1180-1225, Berlin-New York 1975, s. 72-75; V. V. Barthold, Mo-

ðol Ýstilâsýna Kadar Türkistan (haz. Hakký Dursun Yýldýz), Ankara 1990, s. 369-370; Mehmet Altay Köymen, “Tuðrul II.”, ÝA, XII/2, s. 19-25; M. T. Houtsma – [C. E. Bosworth], “Toghril (III)”, EI 2 (Ýng.), X, 554-555.

ÿFaruk Sümer

TUÐRUL BEY

es-Sultânü’l-muazzam Þâhânþâh Rüknüddîn Ebû Tâlib Tuðrul Bey Muhammed b. Mîkâîl b. Selçuk (ö. 455/1063)

˜

Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarý (1040-1063).

Seyhun boylarýndaki Cend þehrinde doðdu. Yetmiþ yaþlarýnda vefat ettiðine göre 385’te (995) dünyaya geldiði söylenebilir. Babasý Mîkâil gayri müslim Türkler’le yapýlan bir savaþta þehid düþtüðünden Tuðrul ile aðabeyi Çaðrý’yý dedeleri Selçuk Bey büyüttü. Selçuk Bey’in ölümünün ardýndan yerine oðullarýndan Arslan (Ýsrâil) Yabgu geçti. Arslan Yabgu, Cend yöresinde fazla kalamadý. Muhtemelen Cend hâkimi Emîr Þah Melik’in hücumuna uðrayarak Buhara’nýn kuzeyindeki Nûr yöresine göç etmek zorunda kaldý. Bir süre sonra Mâverâünnehir’e gelen Gazneli Mahmud tarafýndan hile ile yakalanýp Hindistan’daki Kalincâr Kalesi’ne hapsedildi (1025). Burada iken yeðenleri Tuðrul ile Çaðrý beylere haber göndererek onlarý Gazneliler’le mücadeleye teþvik etti. Arslan Yabgu’nun ölümü üzerine (423/1032) yerini Selçuk’un hayatta kalan tek oðlu Mûsâ Ýnanç Yabgu aldý. Ancak idare fiilen Tuðrul ve Çaðrý beylerin elindeydi. Karahanlýlar ile Selçuklular arasýndaki dostluk Ali Tegin’in 426’da (1035) ölümüyle sona erdi. Ali Tegin’in oðullarýnýn çocuk yaþta olmasýndan faydalanarak Karahanlý iktidarýný eline geçiren beylerin düþmanca tavýrlarý yüzünden Nûr yöresinde kalamayacaklarýný anlayan Tuðrul ve Çaðrý beyler, Hârizm’e göç edip Hârizmþah Hârun ile dostluk münasebet-

lerini kuvvetlendirmeye çalýþýrken Cend hâkimi Þah Melik’in baskýnýna uðradýlar. Hârizmþah Hârun’un bir suikastta öldürülmesiyle Hârizm’de daha fazla kalamadýlar ve Gazneli Devleti’ne ait Horasan’a geçtiler (Receb 426 / Mayýs 1035); Merv, Serahs, Ferâve arasýndaki Nesâ yöresini yurt tuttular. Ýnanç Yabgu, Tuðrul ve Çaðrý beyler Gazneli Hükümdarý Sultan Mesud’a gönderdikleri mektupta hizmetine girmek istediklerini bildirdiler. Sultan Mesud bu isteði reddetti ve onlarý Horasan’dan çýkarmak için bir ordu yolladý. Selçuklular, Hisâr-ý Tâk’ta vuku bulan çarpýþmada Gazneliler’e karþý parlak bir zafer kazandýlar (19 Þâban 426 / 29 Haziran 1035). Bunun üzerine Sultan Mesud Nesâ’yý Tuðrul Bey’e, Dihistan’ý Çaðrý Bey’e, Ferâve’yi Ýnanç Yabgu’ya verdi. Nesâ’da kazandýklarý zafer Tuðrul ve Çaðrý beylerin Horasan’da bir devlet kurabilecekleri düþüncesini güçlendirdi. Bu sebeple yeniden akýnlara baþladýlar. Selçuklu akýnlarýný önlemek isteyen Gazneliler’le Serahs yakýnlarýnda Talhâb mevkiinde yapýlan savaþta yine galip gelince (Þâban 429 / Mayýs 1038) Horasan’ýn bir kýsmýný iþgal ettiler ve kendilerine hükümdar gözüyle bakmaya baþladýlar. Aralarýndaki anlaþmaya göre Tuðrul Bey Nîþâbur’a, Çaðrý Bey Merv’e, Mûsâ Ýnanç Yabgu Serahs’a hareket etti. Tuðrul Bey anne bir kardeþi Ýbrâhim Yinal’ý kendisinden önce 200-300 atlý ile Nîþâbur’a yolladý. Nîþâbur camilerinde Tuðrul Bey adýna “Melikü’l-mülûk” unvanýyla hutbe okundu. Ardýndan Tuðrul Bey 3000 atlý ile Nîþâbur’a gelip Sultan Mesud’un tahtýna oturdu. Kolunda Oðuz elinde hükümdarlýk alâmeti sayýlan gerilmiþ bir yay, kemerinde de üç ok bulunuyordu. Ordularýnýn sürekli yenilmesi üzerine Sultan Mesud bizzat sefere çýktý ve Ulyââbâd ovasýnda yapýlan savaþta Çaðrý Bey’i bozguna uðrattý (Receb 430 / Nisan 1039). Savaþtan sonra Tuðrul ve Çaðrý beylerle Mûsâ Ýnanç Yabgu durumu deðerlendirdiler. Tuðrul Bey ve Mûsâ Yabgu, Sultan Mesud’la mücadelenin güçlüðünü ileri sürerek Irâk-ý Acem ve Cürcân’a gidildiði takdirde oralarýn kolayca elde edilebileceðini ve Anadolu’ya akýnlar yapýlabileceðini söylediler. Çaðrý Bey ise Gazneli ordusunun zayýf taraflarýný anlatarak burada kalýp savaþmaktan yana tavýr aldý. Sonunda Çaðrý Bey’in görüþü benimsendi. Serahs çölünde yapýlan savaþta (2 Þevval 430 / 27 Haziran 1039) Gazneliler galip geldilerse de bu kesin sonuçlu bir zafer deðildi. Ardýndan Sultan Mesud barýþ teklifinde bulundu; Tuðrul ve Çaðrý beyler bu teklifi kabul

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐRUL BEY

etti. Ancak Herat’ta dinlenip eksiklerini tamamlayan Sultan Mesud, barýþý bozup Nîþâbur’daki Tuðrul Bey’in üzerine yürüyerek onu Ferâve çölüne kadar takip etti; baharda da Merv’e yürüdü. Merv yakýnlarýndaki Dandanakan Kalesi önünde cereyan eden savaþý Selçuklular kazandý (8 Ramazan 431 Cuma / 23 Mayýs 1040). Tuðrul Bey zaferin ardýndan kurulan Büyük Selçuklu Devleti’nin sultaný ilân edildi.

Tuðrul Bey adýna hutbe okunmasýný, vergi verilmesini istedi. Ýmparator camiyi tamir ettirmiþ, hatta caminin mihrabýna Tuðrul Bey’in sembolü olan ok ve yay iþaretini koydurmuþ, ancak vergi ödemeyi kabul etmemiþtir.

Ýnanç Yabgu’nun oðlu Hasan Bey’in 439 (1047) yýlýnda Aras kýyýsýnda Becni yaký-

Tuðrul Bey, 441’de (1049) isyan eden ve yapýlan savaþta yenilerek bir kaleye sýðýnan Ýbrâhim Yinal’ý baðýþlayýp eski mevkiini iade etti. Ayný yýl Âmid, Meyyâfârikýn, Erzen ve Bitlis yörelerinin hâkimi olan Mervânîler’den Nasrüddevle, Tuðrul Bey’in isteðiyle camilerde hutbeyi onun adýna okuttu. Tuðrul Bey 442 yýlýnýn ilk ayýnda (Haziran 1050) Büveyhîler’in egemenliðindeki Ýsfahan’ý kuþattý ve bir yýl sonra þehre girdi. Ýsfahan’ý bir süre baþþehir edindi, fakat ayný yýl tekrar Rey þehrini merkez yaptý. 446’da (1054) Tebriz’e gitti, Azerbaycan Hükümdarý Ebû Mansûr Vehsûdân hutbeyi onun adýna okuttu. Tuðrul Bey, Van gölü havzasýndaki Bargiri’yi aldýktan sonra Malazgirt’i kuþattý; büyük çaba gösterilmesine raðmen müstahkem þehir fethedilemedi. Tuðrul Bey kýþýn gelmesi üzerine muhasarayý kaldýrýp Azerbaycan’a döndü. Gence önlerinde Þeddâdîler itaat arzetti. Ermeniler’e karþý gerçekleþtirilen akýnlara katýlan Tuðrul Bey, 447 (1055) yýlýnda Halife Kaim-Biemrillâh’ýn davetiyle kalabalýk bir ordunun baþýnda Baðdat’a girdi. Bundan tedirgin olan Büveyhîler’in hizmetindeki Türk askerleri ve Türk asýllý kumandan Arslan el-Besâsîrî karýþýklýklar çýkarýnca Tuðrul Bey, Büveyhî Hükümdarý elMelikü’r-Rahîm’i tutukladý ve Irak’taki Büveyhî hâkimiyetine son verdi. Ýlk giriþinde 13 ay 13 gün kaldýðý Baðdat’ta Dicle kýyýsýnda bir cami, kendisi için saray, beyleri için konaklar ve askerleri için kýþlalar ve çarþý yaptýrdý. Kaynaklarda ayrýca burada bir þehir (Medînetü Tuðrul Bey) inþa ettirdiði kaydedilir. Ancak bunun daha sonraki sultanlar zamanýnda yapýlan ilâvelerle bir þehir görünümü kazanmýþ olmasý daha muhtemeldir.

nýnda Bizanslýlar tarafýndan pusuya düþürülerek öldürülmesi üzerine Tuðrul Bey, Ýbrâhim Yinal’ý gönderdi. Yinal’ýn yanýnda Arslan Yabgu’nun oðlu Kutalmýþ da vardý. Selçuklu ordusu Erzurum’u fethettikten sonra Pasin ovasýnda Bizans ordusunu aðýr bir yenilgiye uðrattý (440/1048); Selçuklular’ýn eline çok sayýda esir ve ganimet geçti. Tuðrul Bey, Bizans imparatorunun isteðiyle esirlerden Gürcü prensini fidye almadan serbest býrakýp elçisiyle birlikte Ýstanbul’a yolladý. Bu elçi, imparatordan Ýstanbul’daki caminin onarýlmasýný ve

Þevval 448’de (Aralýk 1056-Ocak 1057) Tuðrul Bey, Kutalmýþ’ý Rahbe’ye kaçmýþ olan Arslan el-Besâsîrî’ye karþý gönderdi, Sincar yakýnýnda yapýlan savaþta Kutalmýþ yenilgiye uðradý. Yanýnda bulunan Musul Emîri Kureyþ b. Bedrân savaþtan sonra Arslan el-Besâsîrî’ye katýldý. Kureyþ ve Arslan, Musul’da hutbeyi Fâtýmî Halifesi Müstansýr-Billâh adýna okuttu. Bunu haber alan Tuðrul Bey Baðdat’tan ayrýldý. Yolda Çaðrý Bey’in oðullarýndan Alp Sungur Yâkutî kendisine katýldý. Musul’un idaresini Ýbrâhim Yinal’a veren Tuðrul Bey, Musul’-

Savaþtan sonra Çaðrý Bey Merv’de kaldý; Mûsâ Ýnanç Yabgu Herat’ý almak için yola çýkarken Tuðrul Bey Nîþâbur’a hareket etti. 433’te (1041-42) Cürcân’ý zaptederek idaresini Deylem prenslerinden Merdâvîc b. Bisû’ya (Biþûî) verdi. Merdâvîc buna karþýlýk her yýl Tuðrul Bey’e 50.000 altýn gönderecekti. Merdâvîc, Taberistan’ý da ele geçirip Tuðrul Bey adýna hutbe okuttu. Tuðrul Bey 434’te (1042-43) Hârizm’i fethetti. Þehre hâkim olan Selçuklular’ýn eski düþmaný Emîr Þah Melik, Tuðrul Bey karþýsýnda bozguna uðrayýp Dihistan’a kaçtýysa da yakalanarak Çaðrý Bey’in emriyle öldürüldü. Tuðrul Bey’in ayný yýl Rey’e gönderdiði Ýbrâhim Yinal þehri imar etti ve baþþehir olarak hazýrladý. Arslan Yabgu’ya baðlý Oðuzlar da bu yöredeydi. Baþlarýnda Göktaþ, Boða, Mansûr ve Anasýoðlu adlý beyler bulunuyordu. Tuðrul Bey onlara elçi gönderip hizmetine girmelerini istediyse de kabul etmeyerek el-Cezîre’ye gittiler; daha sonra Azerbaycan’a gelip muhtemelen Tuðrul Bey’e itaat ettiler. 437’de (1045-46) Ýbrâhim Yinal, Tuðrul Bey’in emriyle Hemedan’la Dînever’i ve diðer bazý yerleri fethetti. Nâsýr-ý Hüsrev onun ayný yýl Ýsfahan üzerine yürüdüðünü kaydeder. Ýbnü’l-Esîr bunu 438 (1046-47) olaylarý arasýnda zikreder ve Tuðrul Bey’in Ýsfahan’ý alamadýðýný, ancak þehrin hâkimi olan Ferâmurz b. Alâüddevle’nin vergi vermek ve hutbelerde adýný okutmak suretiyle Selçuklu hükümdarýnýn tâbileri arasýna girdiðini söyler.

dan Baðdat yakýnlarýna geldiðinde halifenin gönderdiði Reîsürrüesâ Ýbnü’l-Müslime ile birçok emîr tarafýndan karþýlandý. Birkaç gün sonra yapýlan muhteþem bir törenle Tuðrul Bey o güne kadar hiç görüþmediði Halife Kaim-Biemrillâh’ýn huzuruna kabul edildi. Halife 7 arþýn yüksekliðinde bir taht üzerinde oturuyordu; sýrtýnda Hz. Peygamber’in hýrkasý, elinde de altýndan bir asâ bulunuyordu. Tuðrul Bey de yüksek bir taht üzerine oturtuldu. Halife Tuðrul Bey’i takdir ettiðini, Allah’ýn kendisine ihsan ettiði ülkelerin ve memleketlerin idaresini ona verdiðini ve bu ülkeleri adaletle yönetmesini söyledi. Tuðrul Bey de onun emirlerini yerine getirmek için Allah’ýn yardýmýna güvendiðini belirtti. Ardýndan Tuðrul Bey’e yedi iklimin idaresinin sembolü olarak yedi siyah hil‘at giydirildi. Baþýna da mücevherlerle süslenmiþ bir taç konuldu. Halife Kaim-Biemrillâh, Tuðrul Bey’i doðunun ve batýnýn hükümdarý ilân etti ve bizzat eliyle kýlýç kuþattý (25 Zilkade 449 Cumartesi / 23 Ocak 1058). Tuðrul Bey de halifeye 50.000 altýn, deðerli kumaþlar, silâhlar ve soylu atlar sundu. Ýbrâhim Yinal ertesi yýl Musul’u býrakýp Hemedan’a gitti. Tuðrul Bey bunu Yinal’ýn yeni bir isyan çýkaracaðýnýn iþareti saydý ve Yinal’dan Baðdat’a gelmesini istedi, o da þehre geldi. Kýsa bir süre sonra Besâsîrî ile Kureyþ b. Bedrân’ýn Musul’u kuþattýklarý haber alýndý. Tuðrul Bey’in kumandanlarý iç kalede dört ay dayandý. Tuðrul Bey çok az sayýdaki askerle Musul’a gidince orada kimseyi bulamadýðýndan Nusaybin’e geçti. Bu esnada Ýbrâhim Yinal kendisinden ayrýlýp Hemedan’a hareket etti, sultan da arkasýndan gitti. 26 Ramazan’da (16 Kasým 1058) Hemedan’a ulaþan Yinal’ýn arkasýndan sultan da þehre vardý. Ýbrâhim Yinal, Hemedan yöresindeki Oðuzlar’ýn yanýna giderek onlarýn desteðini aldýktan sonra Tuðrul Bey’i Hemedan’da kuþattý. Oðuzlar’ýn hazineyi yaðmalamak amacýyla kuþatmayý býrakmasýndan faydalanan Tuðrul Bey, Hemedan’dan Rey’e geçti. Yeðenleri Alparslan, Kavurd Bey ve Yâkutî yardýma geldiler. Ýbrâhim Yinal ve Tuðrul Bey, Rey yakýnlarýndaki Heftâze Bulan’da karþýlaþtýlar. Maðlûp olan Yinal ve yeðenleri esir alýndý. Tuðrul Bey bu defa Yinal’ý affetmedi ve yayýnýn kiriþiyle onu boðdurdu (9 Cemâziyelâhir 451 / 23 Temmuz 1059). Fâtýmî halifesiyle Arslan el-Besâsîrî’nin Ýbrâhim Yinal’ý saltanatý ele geçirmek için Tuðrul Bey ile mücadeleye teþvik ettikleri söylenir. Musul hâkimi Kureyþ b. Bedrân’ýn akrabasýnýn nezaretinde bulunan Halife Kaim-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

345


TUÐRUL BEY

Biemrillâh Baðdat’a götürülmek üzere yola çýkarýldý. Sultan Tuðrul Bey, halifeyi Baðdat yakýnlarýndaki Nehrevan’da karþýladýktan sonra Arslan el-Besâsîrî’nin arkasýndan gitti. Kûfe taraflarýnda maðlûp edilen Besâsîrî öldürüldü. Tuðrul Bey, Çaðrý Bey’in ölümünün ardýndan onun oðullarýndan Süleyman’ýn annesiyle evlendi ve kendi çocuðu olmadýðýndan Süleyman’ý veliaht ilân etti. 453’te (1061) Horasan’da Damgan yöresindeki Girdkûh Kalesi’ne kapanan Kutalmýþ Sultan Tuðrul Bey’e isyan etti ve onun gönderdiði kuvvetleri yenilgiye uðrattý. Kutalmýþ’ýn isyaný sultanýn ölümüne kadar sürdü. Ayný yýl Sultan Tuðrul Bey halifenin kýzý ile evlenmeye tâlip oldu. Halife bunu kesinlikle kabul etmedi, hatta ýsrar edildiði takdirde Baðdat’tan çýkýp gideceðini söyledi. Ancak sultanýn kararýndan dönmeyeceðini anlayýnca istemeyerek razý oldu. Sultan Tuðrul Bey ile halifenin kýzý Seyyide Hatun’un nikâhlarý Tebriz dýþýnda kýyýldý (13 Þâban 454 / 22 Aðustos 1062). Sultan, huzuruna gelen Tebriz hâkimi Memlân’dan yýllýk verginin çoðunu aldýktan sonra Nahcývan’a geçti. Nahcývan hâkimi Ebû Dülef eþ-Þeybânî ile Ýrmîniye hâkimi Ýbn Celîl’i kendine tâbi kýlýp Hoy þehrine yöneldi. Þehri zaptederek yeni idareciler tayin etti ve ardýndan Urmiye’ye hareket etti. Tuðrul Bey’in Urmiye’de hastalanmasý Baðdat’ta onun öldüðü yolunda bir þâyianýn çýkmasýna sebep oldu. Tuðrul Bey, Baðdat’a dönünce görkemli bir düðün merasimi yapýldý; büyük toy verildi. Kýsa bir süre sonra tekrar hastalanan sultan Seyyide Hatun ile birlikte Baðdat’tan ayrýldý. Altý ay sonra yetmiþ yaþlarýnda Rey’de vefat etti (8 Ramazan 455 / 4 Eylül 1063); Rey’de kendi adýyla anýlan türbesine (Günbed-i [Burc-i] Tuðrul Beg) gömüldü. Kaynaklar Tuðrul Bey’i kan dökmekten hoþlanmayan, merhametli, asil davranýþlý, kusur ve hatalarý baðýþlayan, sabýrlý, kibirden uzak, cömert, dürüst ve dindar bir hükümdar olarak tanýtýr. Ýmâdüddin elÝsfahânî, Tuðrul Bey’in devrini gül bahçelerine benzetir. Baþlýca amaçlarýndan biri hac yolunu güvenilir duruma getirmek, diðeri de Fâtýmîler’in varlýðýna son vererek Ýslâm âlemini birleþtirmekti. Çevresindekilere yaðmacýlýkla yaþamanýn mümkün olmadýðýný anlatmak için büyük gayret sarfetmiþtir. Çaðrý Bey’in Nîþâbur’un yaðmalanmasýnda ýsrar etmesi karþýsýnda çok öfkelenmiþ, ýsrarýný sürdürmesi halinde kendini öldüreceðini söylemiþtir. Zamanýnýn çoðunu savaþlarla geçirmesine raðmen imar faaliyetleriyle de ilgilenmiþ; Nîþâbur, Rey, Ýsfahan ve Baðdat gibi þehirlerde ca346

mi ve medreseler yaptýrmýþtýr. Tuðrul Bey birçok þair ve edip tarafýndan övülmüþtür. Fahreddîn-i Gürgânî, Vîs ü Râmîn adlý eserinin giriþ kýsmýnda ona bir methiye yazmýþ, Ýbn Hassûl, Kitâbü Taf²îli’l-etrâk £alâ sâßiri’l-ecnâd adlý kitabýný Tuðrul Bey’e okunmak üzere Amîdü’l-mülk Kündürî’ye takdim etmiþtir. 1040-1060 yýllarýnda Nîþâbur’da Tuðrul Bey adýna altýn para bastýrýlmýþtýr; bu paralarýn çoðunda “es-Sultânü’l-muazzam” unvanýyla anýldýðý görülmektedir. Belge ve sikkelerde Tuðrul Bey için kullanýldýðý belirtilen unvan ve lakaplarýn bir kýsmý þöylece sýralanabilir: el-Emîrü’l-celîl, Rüknü’d-devle ve’d-dîn, Yemînü emîri’l-mü’minîn, Melikü’l-Ýslâm ve’l-müslimîn, Burhânü emîri’l-mü’minîn, þâhânþah, melikü’l-meþrik ve’l-maðrib, gýyâsü’l-müslimîn, mugýsü ibâdillâh. Tuðrul Bey’in tevkii “i‘timâdî ale’llah”týr.

Selçuklu Devleti ile Abbasi Halifeliði Münasebetleri (doktora tezi, 1994), MÜ Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü, tür.yer.; Abdülkerim Özaydýn, “Büyük Selçuklular’da Unvan ve Lakaplar”,

Prof. Dr. Iþýn Demirkent Anýsýna (haz. Abdülkerim Özaydýn v.dðr.), Ýstanbul 2008, s. 424-425, 431-432; Ýbrahim Kafesoðlu, “Selçuk’un Oðullarý ve Torunlarý”, TM, XIII (1958), s. 117-130; G. Makdisi, “The Marriage of Tughril Beg”, IJMES, I/3 (1970), s. 259-275; Bahaeddin Ögel, “Tuðrul Bey’in Adý Hakkýnda”, Selçuklu Araþtýrmalarý Dergisi, III, Ankara 1971, s. 201-207; Coþkun Alptekin, “Selçuklu Paralarý”, a.e., III (1971), s. 443-467; Yar Muhammad Khan, “Tughrul Bey and the Consolidation of the Seljuq State”, Journal of Central Asia, IV/1, Islamabad 1981, s. 108121.

ÿFaruk Sümer

TUÐRUL ÞAH

(ö. 622/1225)

˜

II. Kýlýcarslan’ýn oðlu, Elbistan ve Erzurum meliki.

BÝBLÝYOGRAFYA :

Muhammed b. Abdülcebbâr el-Utbî, TârîÅu’lYemînî (Ahmed el-Menînî, Fet¼u’l-vehbî £alâ TârîÅi Ebî Na½r el-£Utbî içinde), Kahire 1286, I, 335-336, 341; II, 79, 84; Gerdîzî, Zeynü’l-aÅbâr (nþr. Abdülhay Habîbî), Tahran 1347 hþ., s. 176, 189, 190, 192; Muhammed b. Hüseyin el-Beyhaký, TârîÅ (nþr. Kasým Ganî – Ali Ekber Feyyâz), Tahran 1324 hþ., tür.yer.; Ýbnü’l-Cevzî, el-Munta¾am, VIII, tür.yer.; Râvendî, Râ¼atü’½-½udûr, s. 65, 85, 94, 97-112, 116, 117; AÅbârü’d-devleti’s-Selcûšýyye, bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX-X, tür.yer.; Bündârî, Zübdetü’n-Nu½ra, s. 5-29; Sýbt Ýbnü’l-Cevzî, Mirßâtü’z-zamân (trc. Ali Sevim, TTK Belgeler, XVIII/22 [1997] içinde), s. 3-90; Ýbn Hallikân, Vefeyât, V, 63-68; Ebü’l-Ferec, Târih, bk. Ýndeks; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’ttevârîÅ (nþr. Ahmed Ateþ), Ankara 1960, s. 12, 13, 15-29, 31, 42; M. Halil Yinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I: Anadolu’nun Fethi, Ýstanbul 1944, tür.yer.; J. Walker, “A Unique Medal of the Seljuk Tuqhrilbeg”, Centennial Publication of the American Numismatic Society, New York 1958, s. 691-695; Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-Ýslâm Medeniyeti, Ankara 1965; A. K. S. Lambton, “The Internal Structure of the Saljuq Empire”, CHIr., V, 215, 218, 223, 229; C. E. Bosworth, “The Political and Dynastic History of the Iranian World (A.D. 1000-1217)”, a.e., V, 18, 20-22; a.mlf., “Toghril (I) Beg”, EI 2 (Ýng.), X, 553-554; E. Honigmann, Bizans Devletinin Doðu Sýnýrý (trc. Fikret Iþýltan), Ýstanbul 1970, s. 170 vd.; R. W. Bulliet, “Numismatic Evidence for the Relationship Between Tughril Beg and Chaghrý Beg”, Near Eastern Numismatics, Ico-

nography Epigraphy and History: Studies in Honor of George C. Miles (ed. D. K. Kouymjian), Beirut 1974, s. 289-296; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu Ýmparatorluðu Tarihi I: Kuruluþ Devri, Ankara 1975; a.mlf., Tuðrul Bey ve Zamaný, Ýstanbul 1976; a.mlf., “Tuðrul Bey”, ÝA, XII/2, s. 25-41; V. V. Barthold, Moðol Ýstilâsýna Kadar Türkistan (haz. Hakký Dursun Yýldýz), Ankara 1990, bk. Ýndeks; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teþkilatý, Destanlarý, Ýstanbul 1992, s. 87-92; Hasan Hüseyin Adalýoðlu,

Anadolu Selçuklu Sultaný II. Kýlýcarslan yaþlýlýk çaðýnda eski Türk geleneðine uyarak ülkesini on bir oðlu arasýnda bölüþtürmüþ ve Tuðrul’a Elbistan’ý vermiþtir. Kýlýcarslan’ýn oðullarý “melik” veya “þah” unvaný taþýyor, babalarýný metbu tanýmak þartýyla kendi adlarýna hutbe okutuyor ve para kestiriyorlardý. Fakat daha babalarýnýn saðlýðýnda kardeþler arasýnda mücadele baþlamýþ, onun ölümünden sonra þiddetlenerek devam etmiþtir. Bazý tarihçiler, Ermeni Kralý II. Leon’un bu mücadelelerden faydalanarak Selçuklular’a ait bir kýsým yerleri eline geçirdiðini ve Elbistan Meliki Tuðrul Þah’ý da kendisine tâbi kýldýðýný, onu Sivas ve Aksaray hâkimi Kutbüddin Melik Þah’ýn saldýrýlarýna karþý koruduðunu kaydeder. Kardeþler arasýndaki mücadeleyi Tokat Meliki II. Süleyman Þah kazandý. Süleyman Þah kardeþlerinden çoðunun sahip olduðu yerleri ellerinden aldý, bazýlarýný kendisine tâbi kýlarak Selçuklu Devleti’nin siyasî birliðini yeniden saðladý. Tuðrul Þah da II. Süleyman Þah’ý metbu tanýyýp (594/1198) ülkesini muhafaza etti. II. Süleyman Þah, komþu Ýslâm ülkelerine saldýrýlarý gittikçe artan Gürcüler’e aðýr bir darbe vurmak ve Doðu Anadolu’ya hâkim olmak için kalabalýk bir ordu ile harekete geçtiðinde yanýnda Elbistan Meliki Tuðrul Þah da bulunuyordu. Erzurum’a ulaþtýklarýnda bölgenin sahibi Saltuklular’dan Melik Alâeddin Melikþah, Selçuklu sultanýný gerektiði þekilde karþýlamasýna raðmen geç kaldýðý ve kusurlu davrandýðý bahanesiyle ülkesi Tuðrul Þah’a verildi (2 Þevval 598 / 25 Haziran 1202). II. Süleyman’ýn bu davranýþý þüphesiz Tuðrul Þah’ý Elbis-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐTEGÝN

tan’dan uzaklaþtýrmak içindi. Tuðrul Þah da Elbistan’a nisbetle daha mamur ve geniþ bir ülkeye sahip olduðundan memnun kalmýþ olmalýdýr. Süleyman Þah kalabalýk ordusuna raðmen 598 Zilkade ayý baþlarýnda (Temmuz sonlarý 1202) ErzurumKars arasýndaki Micingerd Kalesi ovasýnda Gürcüler’e yenildi. Düþmanýn eline pek çok ganimet geçtiði gibi baþta Erzincan hâkimi Mengücüklüler’den Fahreddin Behram Þah olmak üzere birçok emîr esir düþtü. Fakat Gürcüler kayda deðer bir toprak elde edemediler. Saltuklular da ülkelerini geri almak için herhangi bir harekette bulunmadýlar. Gürcüler akýnlarýný daha ziyade zenginliði dillere destan olan Ahlat’a yönelttiler. 601 (1204-1205) yýlýnda Azerbaycan’a bir akýn yaptýktan sonra Malazgirt yöresine indiler, karþýlarýna kimse çýkmadýðýndan çevreyi yaðmaladýlar. Ayný yýl tekrar buralarda göründüler. Ýlk önce Erciþ dolaylarýnda tahriplerde bulunan Gürcüler’in Hýsnü’t-tibn’e (Samankale) yürümeleri üzerine Ahlatþah Begtemür oðlu Muhammed, Gürcüler’e karþý harekete geçti ve Erzurum Meliki Tuðrul Þah’tan da yardým istedi. Ahlatþah ve Tuðrul Þah, Gürcüler’i aðýr bir yenilgiye uðrattý. Gürcü baþkumandaný Küçük Zaharya ölüler arasýndaydý. Bu zafer sayesinde müslümanlarýn eline çok ganimet geçti. Ancak Gürcüler ertesi yýl tekrar saldýrýya geçtiler. Eyyûbîler’den Meyyâfârikýn hâkimi elMelikü’l-Evhad Necmeddin Eyyûb, 604 (1207-1208) yýlýnda Ahlatþah Seyfeddin Balaban’ýn hâkimiyetindeki Muþ ve çevresini ele geçirdikten sonra Ahlat’ý kuþattý. Balaban, Tuðrul Þah’tan yardým istedi; Tuðrul Þah’ýn yardýmýyla Evhad’ý yenip Meyyâfârikýn’e dönmeye mecbur býraktý. Ardýndan Necmeddin Eyyûb’un elindeki Muþ’u kuþattýlar. Þehir alýnmak üzere iken Tuðrul Þah Ahlatþah Balaban’ý öldürdü. Hiçbir þey elde edemeyen Tuðrul Þah, itibarýný kaybederek ülkesine dönmeye mecbur kaldýðý gibi Ahlatþahlar Devleti’nin sona ermesine de yol açtý. 606’da (1209-10) Musul Hükümdarý Nûreddin Arslanþah, Erbil hâkimi Kökböri, Eyyûbîler’in Halep Hükümdarý el-Melikü’z-Zâhir Gazî, Eyyûbîler’den el-Melikü’l-Âdil’e karþý bir ittifak meydana getirdikten sonra Selçuklu Sultaný I. Keyhusrev ile Erzurum Meliki Tuðrul Þah’a bu ittifaka girmeleri için elçiler gönderdiler. Ertesi yýl aðabeyi I. Keykâvus’un Kayseri’de tahta geçirildiðini haber alan Tokat Meliki Alâeddin Keykubad, saltanatý ele geçirmek amacýyla harekete geçerken vaadlerde bulunarak yanýna aldýðý Tuðrul Þah ve Ermeni Kralý Leon ile birlikte Key-

kâvus’u Kayseri’de kuþattý. Fakat çok geçmeden Kral Leon, Keykâvus tarafýndan elde edildiðinden gizlice ülkesine döndü, bunu haber alan Tuðrul Þah da Erzurum’a hareket etti. Onun Keykubad’ý terketmesinin bir sebebi de Keykâvus’un Türk memlüklerinden oluþan bir hassa ordusuna sahip Eyyûbî el-Melikü’l-Eþref’ten yardým istemesiydi. 616 (1220) yýlýnda I. Keykâvus’un çocuk býrakmadan ölümü üzerine tahta çýkarýlmasý düþünülen üç kiþiden biri Tuðrul Þah idi. I. Alâeddin Keykubad hükümdar olunca Tuðrul Þah’ýn el-Melikü’l-Eþref’in yardýmý ile saltanat davasýna kalkýþacaðýndan endiþe ettiyse de o herhangi bir harekette bulunmadý. Gürcü Kraliçesi Rusudan, Tuðrul Þah’ýn yakýþýklýlýðýyla meþhur oðlu ile evlendi, bu evlilikten Thamara ve David adlý iki çocuðu doðdu. Bunlardan David’in annesinin ölümünden sonra Gürcistan kralý olduðu bilinmektedir. Thamara ise Selçuklu Hükümdarý II. Keyhusrev ile evlendi. Ardýndan Müslümanlýðý kabul etti ve Gürcü Hatun adýyla tanýndý. Gürcü kaynaklarýna göre Tuðrul Þah devrinde Erzurum, Gürcüler’e haraç veren þehirler arasýndaydý. Tuðrul Þah’ýn Konya tarafýndan gelebilecek bir tehlikeye karþý Eyyûbîler’le dostça geçindiði anlaþýlmaktadýr. Onun vefatýndan sonra yerine oðlu Rükneddin Cihan Þah geçti. Tuðrul Þah’ýn egemenliðindeki topraklar hakkýnda kesin bir bilgi olmamakla beraber Erzurum’dan baþka Bayburt, Ýspir, Avnik, Micingerd þehir ve kalelerini içine aldýðý söylenebilir. Tuðrul Þah, Bayburt’u üstâdüddâr ve sipehsâlâr Lü’lü vasýtasýyla iyice tahkim ettirmiþti. Onun Ýspir’e de hâkim olduðunu oradaki bir mescid kitâbesi göstermektedir. Kitâbeye göre Ýspir Mescidi’ni Atabeg Þemseddin Erdemþah, Tuðrul Þah için yaptýrmýþtýr. Tuðrul Þah devrinde Erzurum’dan Trabzon, Gürcistan ve Ýran’a koyun ve yün ihraç ediliyordu. Erzurum bölgesinden en iþlek ticaret yollarýnýn geçmesi ve Erzurum’un bir mübadele merkezi olmasý bölgenin ekonomik geliþmesini etkilemiþtir. Ayrýca Bayburt’ta çýkarýlan gümüþ madeninin ülke ekonomisinde önemli bir yeri vardý. Tuðrul Þah, kestirdiði gümüþ ve bakýr sikkelerde genellikle “melik”, bazan da “es-sultânü’l-muazzam” unvanýyla anýlmýþtýr. Yâkut el-Hamevî, Tuðrul Þah’ýn âdil ve halka karþý þefkatli davrandýðýný yazar. Ýbn Bîbî de bu hususta Yâkut’u teyit eder. Ancak kitâbelerde kendisine “el-Murâbýt, el-Mücâhid, Kamiu’l-kefere” lakaplarý verilen Tuðrul Þah’ýn Elbistan melikliði sýrasýnda Ermeni kralýný metbu tanýdýðý, Erzurum melik-

liði esnasýnda Gürcü kralýna vergi verdiði, Gürcü kraliçesiyle evlenebilmesi için oðlunu Hýristiyanlýðý benimsemeye teþvik ettiði dikkate alýnarak onun âciz ve dirayetsiz bir hükümdar olduðu söylenebilir. Müttefiki Balaban’ý öldürmesi de güvenilmezliðini ve gaddarlýðýný ortaya koyar. Ayrýca eðlence ve içkiye düþkündü. Tuðrul Þah’ýn Erzurum’da herhangi bir eser yaptýrdýðýna dair bilgi yoktur. BÝBLÝYOGRAFYA :

Yâkut, Mu£cemü’l-büldân (nþr. F. Wüstenfeld), Leipzig 1866, I, 361 vd.; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XII, 204-205, 416-417; Muhammed b. Ahmed en-Nesevî, Sîretü’s-Sul¹ân Celâliddîn Mengübertî (nþr. Ahmed Hamdî), Kahire 1953, s. 217; Ýbn Nazîf, et-TârîÅu’l-Man½ûrî (nþr. P. A. Gryaznevitch), Moskova 1960, s. 308, 349; Ýbn Bibî, el-Evâmirü’l£Alâßiyye, I, 30, 56 vd., 105 vd., 163, 166, 168, 276; Ebü’l-Ferec, Târih, s. 474, 487, 490, 505; Ýbn Vâsýl, Müferricü’l-kürûb, III, 176, 195, 217; Ýsmâil Galib, Takvîm-i Meskûkât-ý Selçukiyye, Ýstanbul 1309, s. 13-15; S. Lane-Poole, Catologue of Oriental Coins in the British Museum, London 1881, III, 111, addition I-IV, 295; Ahmed Tevhid, Meskûkât-ý Kadîme-i Ýslâmiyye Katoloðu, Ýstanbul 1321, IV, 123; Abdürrahim Þerif Beygu, Erzurum: Tarihi, Anýtlarý, Kitabeleri, Ýstanbul 1936, s. 239-243; Ýbrahim Hakký Konyalý, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Erzurum Tarihi, Ýstanbul 1960, s. 509; Osman Turan, Selçuklular Zamanýnda Türkiye, Ýstanbul 1971, s. 257, 259, 307, 373, 374, 376; a.mlf., “Süleyman-Þah II”, ÝA, XI, 224-228; Þevki Nezihi Aykut, Türkiye Selçuklu Sikkeleri I: I. Mesud’dan I. Keykubad’a Kadar (510-616/ 1116-1220), Ýstanbul 2000, bk. Ýndeks; Selim Kaya, I. Gýyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanþah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211), Ankara 2006, bk. Ýndeks; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanýnda Anadolu’da Ermeniler, Ankara 2007, s. 160, 165-166; Faruk Sümer, “TuðrulÞah”, ÝA, XII/2, s. 41-44.

ÿFaruk Sümer

TUÐTEGÝN

(ö. 522/1128)

˜

Tuðteginliler’in kurucusu (1104-1128).

Türk (Türkmen) asýllý olmasý dýþýnda ailesi hakkýnda bilgi yoktur. Adýnýn “ucuna at kuyruðu baðlý alem” anlamýndaki tuð ile ilgisinin olmadýðý “tok, sýký, dolu” anlamýndaki tog ile tegin kelimelerinden meydana geldiði (Toðtegin) ileri sürülmektedir. Suriye’ye gitmeden önce Anadolu gazâlarýna katýldýðý, Tuðrul Bey’den sonra Sultan Alparslan’a hizmet ettiði, onunla birlikte 456’da (1064) kendi teþvikiyle çýkýlan Gürcistan seferinde ve 462’de (1070) Halep muhasarasýnda bulunduðu, aþiretinin kalabalýk olduðu kaydedilmektedir. Ardýndan Suriye Selçuklu Meliki Tutuþ’un hizmetine girdi ve oðlu Dukak’a atabeg ta-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

347


TUÐTEGÝN

yin edildi. Tuðtegin, Tutuþ’un Melikþah’ýn ölümü üzerine (485/1092) girdiði saltanat mücadelesinde onun yanýnda yer aldý. Diyarbekir seferi sýrasýnda Meyyâfârikýn valiliðine tayin edildi. Tutuþ yeðeni Sultan Berkyaruk ile Rey’de yapýlan savaþta ölünce (488/1095) yanýnda bulunan oðlu Dukak Dýmaþk’a kaçarken Tuðtegin esir düþtü. Bu süreçte Dukak Dýmaþk’ta, aðabeyi Rýdvân Halep’te melik ilân edildi (488/1095). Tuðtegin esaretten kurtulduktan sonra Dýmaþk’a gitti. Her iki melikin yanýnda bulunan Türk beylerinin tahrikiyle þiddetlenen Halep-Dýmaþk çekiþmesinde Dukak, Rýdvân’ýn üstünlüðünü tanýmak zorunda kaldý. Bu mücadelelerde Tuðtegin etkin rol oynadý. Haçlý ordusunun Antakya’yý kuþatmasý esnasýnda Yaðýsýyan’ýn yardýmýna giden Dukak ve Tuðtegin, Bara mevkiinde cereyan eden savaþta aðýr kayýplar verip yurtlarýna döndüler; ardýndan Sultan Berkyaruk’un emriyle Antakya’ya yardýma gelen Kürboða idaresindeki Selçuklu ordusuna katýldýlar (Receb 491 / Haziran 1098). Antakya’nýn Haçlýlar’ýn eline düþmesi üzerine bir defa daha baþarýsýzlýða uðramýþ olarak Dýmaþk’a çekildiler (Ýbnü’l-Kalânisî, s. 134-136). Melik Dukak’ýn Ammâroðullarý ailesinin idaresindeki Cebele’yi kuþatmasý sýrasýnda yaralanan Tuðtegin, Dýmaþk’a döndükten sonra Cebele hâkimiyle yaptýðý anlaþma neticesinde þehri teslim aldý (30 Temmuz 1101) ve oðlu Böri’nin idaresine verdi. Rahbe’nin ve ardýndan Humus’un ele geçirilmesindeki hizmetlerine karþýlýk Humus nâibliðine tayin edildi. Melik Dukak ölünce (497/1104) vasiyeti gereði oðlu Tutuþ melik ilân edildi. Tuðtegin üç ay sonra Tutuþ’un on iki yaþýndaki aðabeyi Ertaþ’ý (Bektaþ) melik tayin etti. Tuðtegin’in kendisini öldüreceðinden ve Dýmaþk Selçuklu Melikliði’ni tasfiye edeceðinden korkan Ertaþ Dýmaþk’tan gizlice ayrýldýktan kýsa bir süre sonra öldü. Yeniden Melik Tutuþ adýna hutbe okutan Tuðtegin onun da ölümüyle kendi adýna bir siyasî birlik kurmayý baþardý (498/1104). Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasýyla ortaya çýkan atabegliklerin ilki olan Tuðteginliler (Dýmaþk Atabegliði, Böriler) bölge dengeleri içerisinde önemli roller üstlendiler. Atabegliðin topraklarý baþta Urfa, Antakya ve Kudüs, Suriye ve Filistin sahil þeridinde küçük devletçikler kuran Haçlýlar’ýn tehdidi altýnda bulunuyordu. Tuðtegin, Haçlýlar’a karþý Fâtýmî ordusuna yardým etmek için Emîr Sabar idaresinde 1300 kiþilik bir kuvvet gönderdi. Fâtýmî ordusunun 27 Aðustos 1105’te Kudüs Kralý Baudouin idaresindeki Haçlý ordusuyla giriþ348

tiði þiddetli muharebede her iki taraf da aðýr kayýplar verdi. Emîr Sabar, dönüþ yolunda Melik Ertaþ’a yardým eden Busrâ þehrini zaptetti. Tuðtegin de Franklar’ýn Taberiye yöresinde inþa ettirdiði, atabegliðin güvenliðini ve ticarî menfaatlerini tehlikeye sokan kaleyi tahrip etti (Rebîülâhir 499 / Aralýk 1105). Bu sýrada Emîr Sabar, Vâdiimûsâ civarýnda Haçlýlar’ýn baskýnýna uðradý. Bunun üzerine Tuðtegin, Taberiye Kontluðu’nu ortadan kaldýrmak amacýyla sefere çýktý. Taberiye yakýnlarýnda yapýlan savaþta Kont Gervaise ve askerlerinin bir kýsmý esir düþtü (501/1108); anlaþma saðlanamayýnca kont öldürüldü (a.g.e., s. 158159, 161-162). Tuðtegin, Haçlýlar’ýn karadan ve denizden kuþattýklarý Sayda’ya yardým gönderdi ve Fâtýmî donanmasýnýn da yardýmýyla düþman yenilgiye uðratýldý. Kudüs Kralý Baudouin, Tuðtegin’e anlaþma teklifinde bulununca 502’de (1108-1109) bir barýþ antlaþmasý imzalandý. Tuðtegin’in Haçlýlar tarafýndan kuþatýlan Arka Kalesi’ne yardým giriþimi baþarýsýzlýkla sonuçlandý. 502 (1109) yýlýnda Kont Guillaume idaresindeki Haçlý birliklerinin baskýnýna uðrayan Tuðtegin maðlûp oldu. Ayný yýl Trablusþam ve Cebele Haçlýlar’ýn eline geçti. Sadece Rafeniye’nin muhasara edilmesine engel olabilen Tuðtegin, Antakya prinkepsiyle Müneytýra ve Ýbn Akkar kalelerinin Haçlýlar’a terkedilmesi, Bika‘ bölgesi mahsulünün üçte birinin Haçlýlar’a verilmesi, Masyât, Tûfân ve Ekrâd kalelerinin her yýl vergi ödemesi þartýyla antlaþma yapmak zorunda kaldý (a.g.e., s. 164-165). Tuðtegin, 503 Þevvalinde (Mayýs 1110) Emîr Mevdûd b. Altuntegin idaresindeki Selçuklu ordusunun I. Urfa Kuþatmasý’na katýldý. Kudüs kralýnýn, topraklarýna saldýracaðýna dair haberler gelmesi üzerine yollarý denetim altýna aldý. Kudüs Krallýðý ile daha önce yapýlan barýþ antlaþmasýnýn teyidi yoluna gidildi. Haçlýlar’ýn kuþattýðý Þeyzer hâkiminin yardým çaðrýsýna uyarak harekâta devam eden Tuðtegin ve Emîr Mevdûd bazý çatýþmalarýn ardýndan kýþ yaklaþýnca ülkelerine döndüler. Kudüs Kralý Baudouin, Fâtýmîler’e baðlý Sûr’a yönelince Sûr valisi Tuðtegin’den yardým istedi. Tuðtegin’in gönderdiði 200 kiþilik yardým kuvveti muhasaradan önce þehre girmeyi baþardý. Haçlýlar’ýn dikkatini kendi üzerine çekmek isteyen Tuðtegin, Habîs Kalesi’ne saldýrdý. Kale alýnarak içindekilerin tamamý kýlýçtan geçirildi. Tuðtegin, Haçlýlar’ýn kara ikmal yollarýný kestikten sonra Sayda Limaný’ndaki Haçlý gemilerini tahrip ederek denizden yardým almalarýný engelleyince Baudouin

çekilmek zorunda kaldý (505/1112). Ardýndan Baudouin Sûr’u tekrar kuþatmaya teþebbüs ettiyse de Dýmaþk kuvvetlerinin yardýma gelmesiyle bir sonuç alamadý. Kudüs Kralý Baudouin, ertesi yýlýn ilkbaharýnda Dýmaþk Atabegliði’ne baðlý Beseniye bölgesini yaðmalattý. Daha önce de Dýmaþk’tan Mýsýr’a gitmekte olan bir ticaret kervaný vurulmuþ, yol güvenliði iyice bozulmuþtu. Tuðtegin, Emîr Mevdûd b. Altuntegin ve Melik Rýdvân b. Tutuþ’tan yardým istedi. Türk kuvvetlerinin âni baskýnýna uðrayan Haçlý ordusu 2000 kadar kayýp verdi (11 Muharrem 507 / 28 Haziran 1113); kral esir düþtü, fakat Türk askerlerince tanýnmadýðýndan kaçarak Taberiye’ye sýðýndý. Tuðtegin, Melik Rýdvân’ýn seferden sonra yalnýz 100 atlý gibi sembolik bir yardým kuvveti göndermesine kýzarak hutbeden adýný çýkardý (a.g.e., s. 187188). Kudüs kralý Taberiye seferinin ardýndan 502 (1108-1109) yýlýnda yapýlan barýþ antlaþmasýný yenileme talebinde bulundu ve ele geçirdiði yerlerin Tuðtegin’de kalmasý þartýyla anlaþma saðlandý (507/1113-14). Selçuklu sultaný ile ihtilâfa düþen Tuðtegin ve Ýlgazi, Antakya Prinkepsi Roger de Salerne’den yardým istediler. Bunun üzerine Kudüs kralý ve Trablus kontunun da katýlýmýyla oluþturulan Haçlý ordusu Antakya’da toplandý, ancak Selçuklu ordusuna saldýrmaya cesaret edemedi. Ýki ay kadar bekledikten sonra Haçlý ve Selçuklu ordularý ülkelerine döndüler. Ardýndan Tuðtegin, Haçlýlar’ýn iþgal ettiði Rafeniye’yi âni bir baskýnla kurtardý (Cemâziyelâhir 509 / Kasým 1115). Bir süre sonra Sultan Muhammed Tapar’dan faaliyetlerinden dolayý özür dilemek için Baðdat’a hareket etti (Zilhicce 509 / Nisan 1116). Bu ziyaret sýrasýnda affedildi ve Tapar’dan Suriye valiliðine tayin edildiðine dair bir menþur aldý (a.g.e., s. 193-197). Ayný yýl Musul Valisi Aksungur el-Porsuký’nin Haçlýlar’a karþý düzenlediði sefere katýldý; Trablus Kontu Pons’un ordusuna aðýr kayýplar verdirildi; 3000’den fazla þövalye kýlýçtan geçirilirken birçok esir ve ganimet elde edildi. Haçlýlar, Urfa Kontu Baudouin’in (II. Baudouin) Kudüs krallýðýna seçilmesinin ardýndan Habîs Kalesi’ni ele geçirip etrafý yaðmalamaya devam ettiler. Tuðtegin’in düþman üzerine gönderdiði oðlu Böri yenilerek Dýmaþk’a döndü. Yeni Haçlý saldýrýlarýna karþý yardýmýný istediði Necmeddin Ýlgazi ile birlikte Türkmen kuvvetleri toplamak amacýyla Mardin bölgesine gidip görüþmeler yapan Tuðtegin, Mayýs-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUÐTEGÝNLÝLER

Haziran 1119’da geri dönüp beklemeye baþladý. Ýlgazi’nin harekete geçmesi sýrasýnda Haçlýlar’ýn Halep’i kuþattýðý haberini alýnca buraya yöneldi. Ýlgazi, Kýnnesrîn’de Tuðtegin’i beklerken Antakya hâkimi Roger de Salerne’in ordusunu pusuya düþürerek imha etti. Tuðtegin, Artah Kalesi’ni kuþatmakta olan Ýlgazi’ye bir süre sonra katýldý. Esârib’in ardýndan Zerdenâ Kalesi ele geçirildi. Türk ordusu bu savaþlarda ganimet elde etti. Kudüs kralý Trablus kontundan da yardým alýp Tel Dânis’e geldi (513/1119). Tuðtegin, Trablus Kontluðu askerini püskürttü ve Zerdenâ Kalesi’ni hedef alan Haçlý birliðini pusuya düþürerek yenilgiye uðrattý. Tuðtegin 515’te (1121) Haçlýlar’a karþý çok baþarýlý bir sefer daha yaptý. Elde ettiði ganimetlerin bir kýsmýný Halife Müsterþid-Billâh’a ve Sultan Sencer’e gönderdi. 517 Rebîülevvel ayý sonunda (Mayýs 1123) Humus’u geri alma giriþimi sonuçsuz kaldý. Fakat ayný yýl Hama’yý zaptetti. Haçlýlar’ýn Sûr’u kuþatacaðýný öðrenen Fâtýmî Halifesi Âmir-Biahkâmillâh þehrin valilik menþurunu Tuðtegin’e gönderip atabegliðin güvenliði bakýmýndan çok önemli olan bu þehri onun himayesine býraktý. Haçlýlar denizden takviye alarak Sûr’u kuþattýlar. Tuðtegin, Mýsýr’dan beklenen yardým gelmeyince kýtlýk yüzünden þehrin teslim edilmesine karar verdi (518/1124). 519 (1125) yýlýnda Halep’i ele geçirerek Haçlýlar’la komþu olan Musul Valisi Aksungur el-Porsuký, Halep’in güvenliði açýsýndan Haçlýlar’a karþý daha etkili bir politika izleme düþüncesiyle bahar aylarýnda ileri harekâta baþladý. Yardýmýný istediði Tuðtegin ile Hama’da buluþtuktan sonra Kefertâb’ý aldý. Halep yakýnlarýndaki Azâz’a geldiklerinde Kudüs Kralý II. Baudouin önlerine çýktý. Birkaç küçük çatýþmanýn ardýndan Haçlýlar’ýn taktik gereði çekilmesi Türk ordusunun düzenini bozdu. Þiddetli çarpýþmalarda iki taraf da aðýr kayýplara uðradý. Aksungur ve Tuðtegin yenilip çekilirken Haçlýlar kendilerinde onlarý takip edecek güç bulamadýlar. Ancak kral Kudüs’e dönmeyip Dýmaþk Atabegliði topraklarýna saldýrdý. Âcil yardým talebinde bulunan Tuðtegin, Zilhicce 519’da (Ocak 1126) Mercüssuffer’de Haçlýlar’la savaþa girdi. Haçlý piyadeleri büyük kayýplar verirken Türk süvarileri bozguna uðradý. Tuðtegin, Trablus Kontu Pons’un Rafeniye muhasarasýna müdahale edemeyince atabegliðe ait bu önemli sýnýr þehri Haçlýlar’ýn eline düþtü. Zor durumda kalan Tuðtegin, 520’de (1126) Bâtýnîler’le iþ birliði yaparak Haçlýlar’a karþý bir üs þeklinde kullan-

malarý için Banyas Kalesi’ni onlara verdi. Bir yýla yakýn bir süre hasta yatan Tuðtegin, atabegliðin ileri gelenlerini toplayýp yerine oðlu Tâcü’l-Mülûk Böri’nin geçmesini vasiyet etti. 8 Safer 522’de (12 Þubat 1128) Dýmaþk’ta öldü. Haçlýlar’la yaptýðý cihadla tanýnmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Kalânisî, TârîÅu Dýmaþš (Amedroz), s. 130-131, 134-136, 139, 142, 144-151, 156-218; Ýbn Asâkir, Vülâtü Dýmaþš fi’l-£ahdi’s-Selcûš¢ (nþr. Selâhaddin el-Müneccid), Beyrut 1981, s. 20-21; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 443, 594, 647; ayrýca bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-¼aleb, II, 186-189, 232-233; ayrýca bk. Ýndeks; Muammer Kemal Özergin, Dimaþk Melikliði ve Dimaþk Atabegi Zahireddin Toðtegin (doçentlik tezi, 1965), ÝÜ Edebiyat Fakültesi; Coþkun Alptekin, Dimaþk Atabegliði (Tog-teginliler), Ýstanbul 1985; Abdülkerim Özaydýn, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, bk. Ýndeks; Þâkir Mustafa, “Tugtekîn: Re,sü’l-üsreti’l-Bûriyye ve mü,essisü’n-nizâmi’l-Atâbekî”, Mecelletü Külliyyeti’l-âdab ve’tterbiye, sy. 2, Küveyt 1972, s. 35-87; Ali Sevim, “Tuðtegin”, ÝA, XII/2, s. 44-46; Anne-Marie Eddé, “Tugtigin”, EI 2 (Ýng.), X, 600.

ÿGülay Öðün Bezer

˜

TUÐTEGÝNLÝLER Dýmaþk merkez olmak üzere bu yöredeki bazý þehirlerde hüküm süren bir Türk-Ýslâm hânedaný (1104-1154).

Tuðteginliler’in (Toðteginliler, Böriler, Dýmaþk Atabegliði) kurucusu Tuðtegin’dir. Hânedanýn adý Arapça kaynaklarda Bûriyye þeklinde yer almadýðý halde ilk defa 1893’te yayýmlanan The Mohammadan Dynasties adlý eserinde (s. 161) Stanley Lane Pool, ardýndan Zambaur ve Haçlý seferleri tarihiyle uðraþan tarihçiler bu adý Tuðtegin’in oðlu Böri’ye nisbetle Bûriyye, Bûrids, Burides þeklinde kaydetmiþlerdir. Tuðtegin’in 522’de (1128) vefatýyla yerine oðlu Böri geçti. Bâtýnîler, Tuðtegin’in ölümünü fýrsat bilerek Haçlýlar’la, Sûr’un kendilerine verilmesi þartýyla onlarýn Dýmaþk'ý zaptýna yardým etmek üzere gizli bir antlaþma yaptýlar. Ancak Böri, Bâtýnîler’i þiddetli bir þekilde cezalandýrdý (523/ 1129). Bâtýnî desteðinden mahrum kalmalarýna raðmen ilerlemeye devam eden Haçlýlar Dýmaþk’ý kuþattýlar; yaðmaya çýkan 1000 kiþilik bir Haçlý kuvveti Böri’nin müdahalesiyle imha edilince çekilmek zorunda kaldýlar. 521’de (1127) Irak Selçuklu sultaný tarafýndan Musul valiliðine tayin edilen Atabeg Ýmâdüddin Zengî bir sü-

re sonra baþta Halep olmak üzere bütün Suriye’ye hâkim olmak için mücadeleye giriþti. Tuðtegin’in ölümü ona bu yolda büyük fýrsat verdi. Zengî Halep’i alýnca Haçlýlar’a karþý cihad çaðrýsý yaptý. Dýmaþk’tan 500 kiþilik bir kuvvet gönderen Böri, Hama valisi olan oðlu Sevinç’e Ýmâdüddin Zengî’ye katýlmasýný emretti. Zengî önce iyi karþýladýðý Sevinç ve adamlarýný daha sonra tutuklattý; böylece korunaksýz duruma düþürdüðü Hama’yý zaptetti (Þevval 524 / Eylül 1130). Dýmaþk’ta Bâtýnîler’e karþý yürüttüðü mücadele sebebiyle onlarýn hedefi haline gelen Böri, bütün tedbirlerine raðmen 525’te (1131) suikasta uðramaktan kurtulamadý. Yaralarý yüzünden son bir yýlýný hasta olarak geçirdi ve 21 Receb 526’da (7 Haziran 1132) Dýmaþk’ta vefat etti. Yerine geçen oðlu Þemsülmülûk Ýsmâil’in ilk iþi Bâtýnîler’in Haçlýlar’a terkettiði Banyas þehrini geri almak oldu (Safer 527 / Aralýk 1132). Ardýndan Zengî’nin Haçlýlar’la uðraþmasýndan faydalanýp Hama’yý da geri aldý (Þevval 527 / Aðustos 1133). Þeyzer’i kuþatan Ýsmâil Akkâ, Nâsýra ve Taberiye bölgelerine düzenlediði akýnlardan zengin ganimetlerle geri döndü. Þemsülmülûk Ýsmâil, baþarýlý bir dýþ siyaset izlemesine raðmen sert yönetimi ve koyduðu aðýr vergiler yüzünden halk tarafýndan sevilmiyordu. Bir av partisinde suikasta uðramasý onu daha da acýmasýz hale getirdi. Atabegliðinin bazý ileri gelenlerini ve kardeþi Sevinç’i ortadan kaldýrdý. Dýmaþk’ý kendisine teslim etmek üzere Ýmâdüddin Zengî’yi davet eden Ýsmâil’in bu teþebbüsü annesi Zümrüd Hatun’un emriyle öldürülmesine yol açtý (14 Rebîülâhir 529 / 1 Þubat 1135). Ýsmâil’in yerine kardeþi Þehâbeddin Mahmud atabeg oldu. Bu arada Ýmâdüddin Zengî, Ýsmâil’in davetini bahane ederek Dýmaþk önlerine geldi. Zengî’nin elçilerini iyi karþýlayan Þehâbeddin Mahmud ondan geri dönmesini istedi. Dýmaþk’ýn dýþ mahallerinde cereyan eden küçük çaplý çarpýþmalardan bir netice alamayacaðýný anlayan Zengî, Þehâbeddin Mahmud’un hutbeyi atabegi olduðu Irak Selçuklu Meliki Alparslan b. Mahmûd adýna okutmasý þartýyla çekilmeye razý oldu. Bu olayýn ardýndan Zengî’nin tehdit ettiði Humus hâkimi Humârtaþ þehri Þehâbeddin Mahmud’a býraktý. Mahmud, Humus’u kuvvetli bir garnizon haline getirdi ve erzak stoklarýyla takviye etti. Zengî, bütün Suriye'yi savaþla alamayacaðýný anlayýp barýþ yoluyla bazý teþebbüslerde bulunmaya karar verdi. Mahmud’a elçiler yollayarak annesi Zümrüd Hatun ile evlenmek istediðini

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

349


TUÐTEGÝNLÝLER

bildirdi; Zengî’nin bu teklifi kabul edildi. Humus, Zümrüd Hatun’un çeyizi olarak Musul Atabegliði’ne býrakýldý (Ramazan 532 / Mayýs 1138). 531’de (1137) Türkmenler’le takviye edilen Tuðteginli ordusu Emîr Bazvac kumandasýnda Trablus Kontluðu topraklarýna girdi. Kont Pons ile Biþhop Gerald esir alýndý, birçok ganimet elde edildi. Emîr Bazvac ayný yýl Kudüs Krallýðý’na ait Nablus’a, iç kaleye sýðýnanlarýn canýný kurtarabildiði ve þehrin büyük ölçüde yaðmalandýðý bir sefer daha düzenledi. Mahmud da Haçlýlar’ýn Banyas çevresini yaðmalamalarý üzerine bizzat sefere çýktý, Haçlýlar geri çekilince Dýmaþk’a döndü. Mahmud kýsa bir süre sonra Ermeni asýllý üç hizmetkârý tarafýndan uyurken öldürüldü (23 Þevval 533 / 23 Haziran 1139). Bu olayýn sipehsâlâr Muînüddin Üner ile Mahmud’un kardeþi Cemâleddin Muhammed’in tertibi olduðuna dair bazý ip uçlarý vardýr (Ýbnü’l-Kalânisî, s. 268-269).

gî’nin öldürülmesinden yararlanýp Ba‘lebek’i geri aldý (541/1146). Babasýnýn Halep ve civarýndaki topraklarýna hâkim olan Nûreddin Mahmud Zengî, Haçlý tehlikesi yüzünden kendini Dýmaþk yönünde emniyet altýna almak istiyordu. Bundan dolayý Abak ile bir dostluk antlaþmasý yaptý. Vezir Üner, Havran’da bulunan Sarhad Kalesi’ni muhasara ettiði sýrada bizzat yardýmýna geldi. Þehrin valisi Altuntaþ, Kudüs kralýndan yardým isteyince Haçlýlar harekete geçtiler, fakat Bara’da müttefik Türk kuvvetlerine yenildiler. Busrâ ve Sarhad atabegliðin topraklarýna katýldý (Muharrem 542 / Haziran 1147).

Muînüddin Üner, Mahmud’un Ba‘lebek valisi olan kardeþi Cemâleddin Muhammed’i Dýmaþk’a getirtip tahta oturttu, kendisi de vezirliðe tayin edildi. Öte yandan Cemâleddin Muhammed’in Ýmâdüddin Zengî’ye sýðýnan kardeþi Behramþah ve annesi Zümrüd Hatun, Zengî’yi Dýmaþk’ý zaptetmeye teþvik ediyordu. Zengî hemen Dýmaþk Atabegliði topraklarýna girdi ve þiddetli bir muhasara neticesinde Ba‘lebek’i zaptetti (534/1139). Buradan Dýmaþk’a yürüdü, Cemâleddin’e Dýmaþk karþýlýðýnda istediði bir yeri vermeyi teklif etti; ancak teklif reddedildi. Zengî, içeriye soktuðu casustan kendisine karþý þiddetli bir direniþ olacaðýný öðrenip þehri kuþatmaktan vazgeçti. Cemâleddin Muhammed bu olaydan kýsa bir süre sonra yakalandýðý hastalýktan kurtulamayýp öldü (8 Þâban 534 / 29 Mart 1140).

Urfa’nýn fethi üzerine baþlatýlan II. Haçlý Seferi’ne katýlan ordular hem Nûreddin Mahmud Zengî hem de Dýmaþk Atabegliði ile savaþmaya karar verdi. Haçlý ordusunun ilk hedefinin Dýmaþk olmasý ihtimaline karþý surlar tahkim edilirken düþmanýn iâþe imkânlarý yok ediliyordu. Kalabalýk bir Haçlý ordusu 543’te (1148) þehri kuþattý. Emîr Üner bir yandan komþu idarecilerden yardým isterken diðer yandan çeþitli vesilelerle Haçlý kont ve liderlerinin gönlünü alýp kuþatmanýn gevþetilmesini saðladý. Dýmaþk önlerinde çok uzun zaman kaybeden Haçlýlar yiyecekleri azalýnca geri çekildiler. Alman imparatoru ve Fransa kralý ülkelerine döndü. Nûreddin Mahmud, Antakya bölgesinde akýnlara devam ettiði sýrada Kudüs Krallýðý’na baðlý kuvvetler Dýmaþk’a baðlý yerleri yaðmaladý. Atabeg Abak, Musul ve Halep atabeglikleriyle ittifakýna raðmen onlardan gelebilecek tehditlere karþý Haçlýlar’la iliþkilerini düzeltmek istiyordu. Bu amaçla Kral III. Baudouin ile iki yýllýk bir barýþ antlaþmasý imzalandý (544/1149). Öte yandan Nûreddin Mahmud’un Antakya’ya düzenlediði sefere yardýmcý birlikler gönderdi.

Üner onun yerine oðlu Mücîrüddin Abak’ý atabeg ilân etti. Dýmaþk’ta meydana gelen bu deðiþiklik üzerine Ýmâdüddin Zengî bir defa daha þehri alma giriþiminde bulundu. Üner, Kudüs Kralý Fulk ile yýlda 20.000 dinar ödenmesi ve Zengî’nin zaptettiði Banyas’ýn geri alýndýktan sonra Haçlýlar’a terkedilmesi þartýyla anlaþma yaptý. Kral da Üner’e askerî yardýmda bulunacaktý. Dýmaþk, Antakya ve Trablusþam kuvvetlerinin ortak harekâtýyla Banyas alýnýp Haçlýlar’a býrakýldý. Ancak Zengî, Dýmaþk’ý kuþatmaktan vazgeçmedi. Haçlýlar’ýn desteðine raðmen Zengî’nin þehrin iâþe imkânlarýný neredeyse yok etmesi karþýsýnda Abak, adýný hutbede okutmak suretiyle Zengî’nin hâkimiyetini kabul etmeye mecbur kaldý. Üner daha sonra Ýmâdüddin Zen-

Abak, Muînüddin Üner’in Rebîülâhir 544’te (Aðustos 1149) ölümüyle yetkileri kendi eline aldý. Bu durum Dýmaþk’ta þehir reisinin baþlattýðý bir isyana sebebiyet verdi. Bu geliþme Nûreddin Mahmud için bir fýrsat teþkil etti. Nûreddin bir yandan Abak’ýn emîrlerini kendi saflarýna çekti, diðer yandan Haçlýlar’a karþý bir sefer için 1000 kiþilik kuvvet verilmesini istedi; böylece þehrin savunmasýný zayýflatmayý planlýyordu. Abak, yardým çaðrýsýna Kudüs kralý ile yaptýðý antlaþmayý ihlâl edeceði için olumsuz cevap verdi. Zilhicce 544’te (Nisan 1150) Dýmaþk’ý kuþatan Nûreddin Mahmud, Haçlýlar’ýn müdahale etmesi ihtimaline karþý hâkimiyetinin tanýnmasý þartýyla Abak’la anlaþtý. Böylece Abak’ýn atabegliði Nûreddin Mahmud’un tâbiyetine girmiþ

350

oluyordu. Nûreddin Mahmud’un ertesi yýl Dýmaþk’ý alma teþebbüsü Kudüs Krallýðý kuvvetlerinin Abak’a yardýma gelmesi üzerine baþarýsýzlýða uðradý. Nûreddin, Dýmaþk’tan çekildikten sonra da akýnlar devam etti. Neticede Nûreddin Mahmud’un Dýmaþk’taki egemenlik hakkýný güçlendiren ve Abak’ý onun nâibi konumuna düþüren bir antlaþma yapýldý (10 Rebîülâhir 546 / 27 Temmuz 1151). Abak, Nûreddin Mahmud’un Fâtýmîler’e ait Askalan’ý zaptý sýrasýnda onun yanýnda yer almakla birlikte Dýmaþk’ýn tehdit altýna girdiðini görerek Kudüs kralý ile yeniden temasa geçti. Abak’ýn bu tutumu þehirde huzursuzluða yol açtý. Adamlarý vasýtasýyla olaylarý yakýndan izleyen Nûreddin Mahmud Safer 549’da (Nisan 1154) þehri kendi topraklarýna kattý. Abak’ýn þahsî mallarýný alýp Bâlis’e gitmesine izin verdi. Baðdat’a giderek halifenin himayesine giren Abak ölünceye kadar (564/1169) burada yaþadý. Nûreddin Mahmud’un Dýmaþk’ý ele geçirmesi ve atabegliðe baðlý diðer þehirlerin teslim olmasýyla Tuðteginliler hânedaný tarihe karýþtý. Tuðteginliler elli yýl boyunca Suriye ve Filistin’de Haçlýlar’a karþý bir kalkan vazifesi yapmýþ, Antakya’dan Kudüs’e kadar uzanan bölgenin Haçlýlar’ýn elinde birleþmesine engel olmuþtur. Tuðteginli atabegleri ekonomik ve sosyal hayatý geliþtirmek için büyük çaba sarfetmiþtir. Büyük Selçuklu Devleti zamanýnda ivme kazanan medrese inþasý geleneði Tuðteginliler zamanýnda da sürdürülmüþ, Dýmaþk’ta Hanefî, Þâfiî ve Hanbelîler için birçok medrese yaptýrýlmýþtýr. Emînüddevle Gümüþtegin, Muînüddin Üner, Nâsýrüddevle Tarhan, Emîr Mücâhidüddin Bozan, Þerefülislâm Ebü’l-Kasým Ýbnü’l-Hanbelî, Emîr Üner’in kýzý Ýsmet Hatun, Câruh et-Türkmânî, Mismâr el-Hilâlî’nin yaptýrdýðý medreseler bunlar arasýnda sayýlabilir. Atabeg Böri’nin hanýmý Saffetülmülk Zümrüd Hatun da Dýmaþk’ta Kur’an ve hadis tahsil etmiþ, kelâm ilmiyle ilgilenmiþ ve bir medrese yaptýrmýþtýr. Tuðteginliler zamanýnda Ebû Ýshak Ýbrâhim b. Osman elGazzî, Ýbnü’l-Ebbâr Ebû Muhammed Hasan b. Yahyâ, Ýbn Kuseym el-Hamevî, Ýbn Münîr et-Trablusî, Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Kayserânî, Ebü’l-Hasan b. Ebü’l-Hayr ed-Dýmaþký ve Ebü’l-Hasan Þemseddin Ali b. Servân el-Kindî gibi çok sayýda edip ve þair yetiþmiþ, bunlar kasidelerinde atabegleri övmüþtür. Ýbnü’l-Kalânisî ile Ebü’l-Kasým Ýbn Asâkir’in dönemin meþhur tarihçileri arasýnda seçkin bir yeri vardýr. Dýmaþk’ta ilk hastahane Melik Du-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUHFE-i HATTĂ‚TĂŽN

kak zamanĂ˝nda yapĂ˝lmýÞtĂ˝r. SaffetĂźlmĂźlk, Kubbetß’t-Tavâvis ve ZĂźmrĂźd Hatun Mescidi adĂ˝yla anĂ˝lan iki mescid, Vezir MezdegânĂŽ iki minareli bĂźyĂźk bir mescid inĂža ettirmiĂžtir. Sarhad Valisi MĂźcâhidĂźddin Bozan, Mescidß’n-nakkâÞ adĂ˝yla bilinen bir mescid yaptĂ˝rmýÞtĂ˝r. Suriye’nin en bĂźyĂźk ve en Ăśnemli yerleĂžim merkezi olan DĂ˝maĂžk’ta canlĂ˝ bir ticaret ve sanayi hayatĂ˝ vardĂ˝. Tarla ve bahçelerin sulanmasĂ˝ için su kanallarĂ˝ ve su dolaplarĂ˝ kurulmuĂžtur. TuĂ°tegin, Ăžehrin kenar mahallelerindeki araziyi halka daĂ°Ă˝tarak burada ziraatĂ˝n geliĂžmesi ve halkĂ˝n refah seviyesinin artmasĂ˝ için çalýÞmýÞtĂ˝r. Melik Dukak ve Atabeg TuĂ°tegin, DĂ˝maĂžk civarĂ˝nda deri imalâthaneleri kurmuĂžlardĂ˝. Ăžehirde ayrĂ˝ca iki demir ve bir cam eritme fĂ˝rĂ˝nĂ˝, zeytinyaĂ°Ă˝ ve susam yaĂ°Ă˝ atĂślyeleri bulunuyordu. VI. (XII.) yĂźzyĂ˝lda DĂ˝maĂžk’ta kâðýt sanayiinde bĂźyĂźk geliĂžme olmuĂžtur. Bu dĂśnemde DĂ˝maĂžk’ta buĂ°day sapĂ˝ndan kâðýt Ăźreten iki kâðýt imalâthanesinin varlýðý bilinmektedir. Sermin’de sabun, CebelisĂźmmâk’ta mutfak malzemeleri yapan atĂślyeler, Ăžehir merkezinde dokuma tezgâhlarĂ˝, deri ve demir iĂžleyen imalâthane ve iĂž yerleri vardĂ˝.

TuĂ°tegin

498 (1104)

BĂśri

522 (1128)

�smâil

526 (1132)

Mahmud

529 (1135)

Abak

bilir. MĂźstakimzâde çeĂžitli tarihler dßÞßrĂźr, hattatlar için baĂžkalarĂ˝ tarafĂ˝ndan sĂśylenilmiĂž tarih mĂ˝sralarĂ˝nĂ˝ da nakleder. BĂśylece Tuhfe-i HattâtĂŽn’de ebcedle tesbit edilmiĂž binlerce tarih karÞýlýðý bulunmaktadĂ˝r. MĂźellif Tuhfe’yi hazĂ˝rlarken 170’i aĂžkĂ˝n yazma eserden faydalanmýÞ, bunlarĂ˝ ya mĂźellifin ya da kitabĂ˝n adĂ˝nĂ˝ veya her ikisini yazarak belirtmiĂžtir. Bir kĂ˝smĂ˝ artĂ˝k bilinmeyen bu eserleri incelediĂ°i, hatta GĂźlzâr-Ă˝ Savâb, Devhatß’l-kĂźttâb gibi bazĂ˝larĂ˝nĂ˝ kĂźtĂźphanesi için Ăśnceden istinsah ettiĂ°i anlaÞýlmaktadĂ˝r. Zaman zaman kaynaklardaki hatalara iĂžaret ederek bunlarĂ˝ tashih etmiĂžtir. OsmanlĂ˝ devri için ĂžifahĂŽ tesbitleri de ayrĂ˝ bir gayret gerektirmiĂžtir.

Re,sß’l-Ăźsreti’l-BĂťriyye ve mĂź,essisß’n-nizâmi’lAtâbekĂŽâ€?, MecelletĂź KĂźlliyyeti’l-âdâb ve’t-terbiye, sy. 2, KĂźveyt 1972, s. 35-87; Anne-Marie EddĂŠ, “Tugtiginâ€?, EI 2 (Ă?ng.), X, 600.

Kendi dĂśneminden Ăśnceki on bir asĂ˝rlĂ˝k Ă?slâm tarihinde yetiĂžmiĂž kalem ehlini kaynaklardan tesbit eden MĂźstakimzâde, “emsalsiz bir hat-Ăžinâsâ€? vasfĂ˝yla andýðý KiriÞçizâde Yahyâ’dan Tuhfe’deki mâlĂťmatĂ˝n toplanmasĂ˝nda gĂśrdßðß yardĂ˝mĂ˝ da belirtmektedir (s. 579). MĂźellif, eski hattatlarĂ˝ yazarken uygulayamadýðý bir ilkeyi OsmanlĂ˝ hattatlarĂ˝ hakkĂ˝nda gerçekleĂžtirmiĂž ve hiç olmazsa bir eserini bile gĂśrmediĂ°i kimseler için mĂźstakil hal tercĂźmesi vermemiĂžtir. Bu hususa Ăśrnek olarak kitaptaki Ăžu hâÞiye gĂśsterilebilir (s. 144): Elsiz ve ayaksĂ˝z bir garibin Bolu’dan Ă?stanbul’a gelip Suyolcuzâde’den hat Üðrendikten sonra padiĂžahĂ˝n huzurunda yazarak ihsanlara nâil olmasĂ˝ keyfiyetine kendisinin RâÞid Târihi’nde rastladýðýnĂ˝ belirtmiĂž, “Lâkin bir eser ibkasĂ˝ vâki olmamakla dercolunmadĂ˝â€? cĂźmlesiyle, bu hattata ancak hâÞiyede yer vermiĂžtir.

ĂżGĂźlay Ă–Ă°Ăźn Bezer

–

533 (1139) 534-549 (1140-1154)

BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

Ă?bnß’l-KalânisĂŽ, TârĂŽĂ…u DĂ˝maÞť (Amedroz), s. 131-140, 158-165, 193-197; ayrĂ˝ca bk. Ă?ndeks; Ă?bn Asâkir, VĂźlâtĂź DĂ˝maÞť fi’l-ÂŁahdi’s-SelcÝť¢ (nĂžr. Selâhaddin el-MĂźneccid), Beyrut 1981, s. 2021; Ă?bnß’l-Ezrak el-FârikĂ˝, TârĂŽĂ…u Meyyâfâriť¢n ve Ă‚mid (nĂžr. BedevĂŽ AbdĂźllatĂŽf Avad), Kahire 1959, s. 236-237, 239; Ă?bnß’l-EsĂŽr, el-Kâmil, X, 37-38, 248-269, 443-467; ayrĂ˝ca bk. Ă?ndeks; Ă?bnß’l-AdĂŽm, ZĂźbdetß’l-Âźaleb, II, 186-189, 232-233; ayrĂ˝ca bk. Ă?ndeks; Ă?bn Hallikân, Vefeyât, I, 296; Ebß’l-Ferec, Târih, II, 351-352, 356; UrfalĂ˝ Mateos Vekâyi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (11361162) (nĂžr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962, s. 192, 252, 257-258, 281, 282, 284, 287; S. Lane-Pool, The Mohammadan Dynasties, Westminster 1893 ^ Beirut 1966, s. 161; Muammer Kemal Ă–zergin, DimaĂžk MelikliĂ°i ve DimaĂžk Atabegi Zahireddin ToĂ°tegin (doçentlik tezi, 1965), Ă?Ăœ Ed. Fak.; N. ElissĂŠeff, N†r ad-D¢n, Damas 1967, II, tĂźr.yer.; III, bk.dizin; Zambaur, Manuel, s. 225; IÞýn Demirkent, Urfa HaçlĂ˝ Kontlu-

— TUHFE-i HATTÂTÎN ( B N À *9 z )

˜

TU�TEG�NL�LER (DýmaÞk Atabegleri)

Muhammed

Ă°u Tarihi: 1098’den 1118’e Kadar, Ă?stanbul 1974, s. 121-128; CoĂžkun Alptekin, The Reign of Zangi, Erzurum 1978, s. 34, 35, 58-59, 62; a.mlf., DimaĂžk AtabegliĂ°i (ToĂ°-teginliler), Ă?stanbul 1985; Ali Sevim, Suriye ve Filistin SelçuklularĂ˝ Tarihi, Ankara 1984, s. 166-173, 246-249, 254-260; a.mlf., “TuĂ°teginâ€?, Ă?A, XII/2, s. 44-46; Runciman, HaçlĂ˝ Seferleri Tarihi, I, 165,169; II, bk. Ă?ndeks; Jamal al-Zanki, The Emirate of Damascus in the Early Crusading Period (488-549/1095-1154), (doktora tezi, 1989), University of St. Andrews; AbdĂźlkerim Ă–zaydĂ˝n, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, s. 102-108, 109-116, 123-126, 128129, 135, 137; J. M. Mouton, Damas et sa principautĂŠ sous les saljoukides et les bourides: 468-549/1076-1154, Le Caire 1994; B. Lewis, HaÞÎÞÎler (trc. Ali Aktan), Ă?stanbul 1995, s. 89-90, 91; Taef Kamal el-Azhari, The Salj†qs of Syria: During the Crusades 463-549 A.H./1070-1154 A.D., Berlin 1997, tĂźr.yer.; Ăžâkir Mustafa, “TugtekĂŽn:

MĂźstakimzâde SĂźleyman Sâdeddin Efendi’nin (Ăś. 1202/1788) hat ve hattatlara dair eseri.

™

OsmanlĂ˝lar’da hĂźsn-i hat ve hattatlar hakkĂ˝nda MenâkĂ˝b-Ă˝ HĂźnerverân, GĂźlzâr-Ă˝ Savâb, Devhatß’l-kĂźttâb adlĂ˝ kitaplardan sonra konusunda yazĂ˝lmýÞ en kapsamlĂ˝ eserdir. MĂźstakimzâde ilim tahsilinin yanĂ˝ sĂ˝ra sĂźlĂźs-nesih yazĂ˝larĂ˝nĂ˝ EĂ°rikapĂ˝lĂ˝ Mehmed Râsim, ta‘lik hattĂ˝nĂ˝ FĂ˝ndĂ˝kzâde Ă?brâhim, Kâtibzâde Mehmed RefĂŽ ve Dedezâde Mehmed efendilerden meĂžketmiĂžtir. Geçimini yazma kitap istinsahĂ˝yla saĂ°ladýðýndan -kendi ifadesiyle- ancak “okunabilir yazĂ˝ yazmayĂ˝ imkân nisbetindeâ€? ÜðrenebilmiĂžtir. ZamanĂ˝mĂ˝za ulaĂžan bir hĂźsn-i hat ĂśrneĂ°i yoktur. MĂźstakimzâde imzasĂ˝yla rastlanan hat eserleri onun amcasĂ˝ MĂźstakimzâde Mustafa Vefâ Efendi’ye aittir. MĂźstakimzâde’nin en mĂźhim eserleri arasĂ˝ndaki Tuhfe-i HattâtĂŽn’in ismi aynĂ˝ zamanda yazĂ˝lmaya baĂžlandýðý 1173 (1759-60) tarihini ebced hesabĂ˝yla gĂśstermektedir. Esasen mĂźellifin hususiyetlerinden biri, eserinde yĂ˝l olarak tesbit edilen tarih rakamlarĂ˝nĂ˝n yanĂ˝nda ebcedle karÞýlĂ˝klarĂ˝nĂ˝ da bulmasĂ˝dĂ˝r. Verilen tarih çok defa konusuna uygun bir veya birkaç kelimeden ibarettir. Bazan da hiç alâkasĂ˝ bulunmayan, sayĂ˝ itibariyle ebcede uymasĂ˝ yeterli gĂśrĂźlen bir kelime ola-

Eserde MĂźstakimzâde’nin faydalandýðý kaynaklardan veya ĂžahsĂŽ dalgĂ˝nlýðýndan doĂ°an bazĂ˝ hatalar vardĂ˝r. Kilisli Rifat Bilge, MuÂŁcemß’l-bĂźldân adlĂ˝ eserin Yâkut elHamevÎ’ye ait olduĂ°u halde Tuhfe’de (s. 577) Yâkut-Ă˝ MevsĂ˝lÎ’ye nisbet edildiĂ°ini (GĂźlzâr-Ă˝ Savâb, s. 40), Ă?bnß’l-Bevvâb’ýn Ă?bnß’s-SitrĂŽ olan diĂ°er ismini MĂźstakimzâde’nin (Tuhfe-i HattâtĂŽn, s. 331) Ă?bnß’Þ-ĂžerĂŽ diye tesbit ettiĂ°ini (GĂźlzâr-Ă˝ Savâb, s. 43) yazmaktadĂ˝r. Devhatß’l-kĂźttâb’ýn 14-15. sayfalarĂ˝ndaki hâÞiyelerde Tuhfe’nin 67 ve 124. sayfalarĂ˝nda gĂśrĂźlen iki hataya iĂžaret edilmektedir. AyrĂ˝ca eserde Ăžu yanlýÞlar gĂśze çarpmaktadĂ˝r: 1. SĂźleymaniye’deki Mimar Sinan Sebili ve Merkadi’nin hattĂ˝ Ahmed KarahisârÎ’ye ait olamaz (s. 94), çßnkĂź kendisi 963’te (1556) vefat etmiĂžtir, halbuki bunlar 996 (1588) tarihlidir. 2. II. Bayezid’in tahta çýkmadan Ăśnce hacca gittiĂ°i sadece KaramanĂŽ Târihi’ne daya-

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

351


TUHFE-i HATTÂTÎN

nýlarak kabul edilmektedir (s. 140-141). 3. Kûfîden sülüse nâkil-i hakîkînin Hasan-ý Basrî olduðu kanaati (s. 164) bugün artýk geçerliliðini kaybetmiþ, sülüsün müstedir yazýdan doðduðu anlaþýlmýþtýr. 4. Abdurrahman es-Sâbið adý (s. 253) Abdurrahman Ýbnü’s-Sâið olacaktýr. 5. “Ebrî tâbir olunan münakkaþ, musanna‘ kâðýt” Ayasofya hatibi Mehmed Efendi’nin icadý (s. 386) olmayýp yüzyýllar öncesinden beri yapýlýyordu. Ancak bu zat “Hatîb ebrîsi” tarzýný bulmuþtur. 6. Kasîde-i Râiyye, Ýbn Mukle’nin deðil (s. 429) Ýbnü’l-Bevvâb’ýndýr. 7. Müstakimzâde, Edirneli Yahyâ Sûfî’yi (ö. 882/1477) ondan 100 küsur yýl önce Ýran sahasýnda yaþayan bir baþka Yahyâ Sûfî ile karýþtýrýp bu sonuncuya kitabýnda hiç yer vermemiþtir (s. 583). Gülzâr-ý Savâb’da her iki hattat ayrý ayrý kayýtlýdýr. 8. Osmanlýlar’da ta‘lik denilen nesta‘lik hattýnýn Mîr Ali Tebrîzî tarafýndan vazedildiði bilgisi de (s. 688-689) artýk geçerliliðini kaybetmiþtir. 9. Ýmâd-i Hüseynî adý (s. 695) Ýmâd-i Hasenî olacaktýr. Bu liste, daha derin araþtýrmalarla geniþletilebilir. Müstakimzâde’nin bir ifade hususiyeti de bazan þahýslarýn vefatýný doðrudan yazmayýp onlarýn mesleðine uygun bir tarzda anlatýþýdýr. Meselâ bir hattat için, “Kalem-i cismini vaz‘-ý kubûr eyledi” denilmesi onun kalem benzeri bedeninin kubûr denilen kalem kutusuna konulmasýdýr; kubûr ayný zamanda kabir kelimesinin çoðuludur. Hattýn yaný sýra okçuluk sporuyla da uðraþan bir baþkasýnýn ölümü, “Tîr-i rûhu kemân-ý bedenden hedef-i âlem-i ervâha küþâd bulmuþ” (Ruh oku beden yayýndan ruhlar âlemini hedef alarak açýlmýþ) cümlesiyle anlatýlýr. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir. 1173’te (1759-60) baþladýðý Tuhfe-i Hattâtîn’in yazýmýný on yýlý aþkýn bir müddet içinde bitiren Müstakimzâde eserini 1184’te (1770) temize çektiðini belirtmektedir (s. 6). Bu tarihten sonra eserini hayli zaman dinlendirmiþ, elde ettiði yeni bilgilerin yaný sýra arada vuku bulan hattat ölümlerini de hemen kaydetmiþtir. Nitekim 23 Þevval 1202’de (27 Temmuz 1788) vuku bulan kendi vefatýndan evvel ölen hat erbabýnýn 1202 yýlý Muharreminin sonlarýna (Kasým 1787) kadar kitapta tesbit edildiði görülmektedir. Yaþadýklarý tarih itibariyle Tuhfe’de bulunmasý gereken Ýsmâil Zühdü, Mustafa Râkým ve Abdülkadir Þükrü gibi -o sýralarda henüz genç olan- hattatlarýn kitapta yer almayýþý herhalde temize çekilme esnasýnda ilâve edilmelerinin unutulmasýndandýr. 352

Tuhfe-i Hattâtîn’in birinci kýsmýnda aklâm-ý sitte adýyla anýlan sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevký‘, rika‘ yazýlarýnýn tamamý yahut bir kýsmýyla ve bu yazýlarýn celî denilen iri þekliyle, ayrýca kûfî vb. kadîm yazýlarla meþgul olan 1697 hattatýn hayatý ve eserleri tanýtýlmaktadýr. Müellifin bahsi geldikçe “Tuhfe-i Kübrâ” (bir yerde “Mecelle-i Erbâb-ý Sülüs”, s. 683) ismiyle andýðý bu bölümdeki maddeler elifba sýrasýna göre kaydedilmiþ, haklarýnda fazla mâlûmat toplanabilmiþ kimselere daha geniþ yer verilmiþtir. Ýkinci kýsým Osmanlýlar’da ta‘lik, Ýran’da nesta‘lik adýyla anýlan hatla meþgul 372 hattata ayrýlmýþtýr. Müellif eserinin bu bölümünü “Cerîde-i Suðrâ-yý Ta‘lîkýyyân, Cerîde-i Ta‘lîkýyyân, Tuhfe-i Suðrâ, Tuhfe-i Ta‘lîkýyye” isimleriyle anmaktadýr. Birinci kýsýmda yazýldýðý halde ta‘likle meþgalesi dolayýsýyla ikinci kýsýmda da ayrý maddeyle tanýtýlan hattatlar mevcuttur. Bütün kitapta -mükerrerleriyle birlikte- 2069 isim yer almaktadýr. Buna metin dýþýndaki hâþiyelerde bahsedilen þahýslar dahil deðildir. Müstakimzâde, tarih boyunca Ýslâm coðrafyasýnda yetiþmiþ bulunan tesbit edebildiði hattatlarý eserine almýþtýr. Osmanlý’nýn hat sanatý cihetinden çok faal devresi olan XVIII. yüzyýl daha tafsilâtlý yazýlmýþtýr. Kitabýnda müzehhiplere ayrý bahis açmayan Müstakimzâde bir hattatýn hal tercümesini verirken onun eserlerinin tezhibini iþleyen sanatkârlara dair bilgiler de aktarmaktadýr. Müstakimzâde, “Tuhfe-i Kübrâ”ya yazdýðý mukaddimeye besmelenin Ýslâm’daki mevkiini tahlil ederek baþlayýp hüsn-i hat noktasýndan ele almakta (s. 1-6), hatta

dair kýrk hadisi sýralayýp açýkladýktan sonra (s. 7-20) bu babdaki ifadesinde hüsn-i te’vîle baþvurmaktadýr (s. 20-21, zeyil). “Resûlullah Muhammed Mustafa Mahmud Ahmed” baþlýðýyla Hz. Peygamber’i konu alan son bölümde onun ümmîliði üstünde durmakta (s. 21-24), mukaddime faslý ebcedin izahýyla bitmektedir (s. 24-25). Ta‘lik dýþýndaki yazý nevileriyle meþgul olanlarýn tanýtýldýðý bölüm 26-597. sayfalar arasýnda devam etmektedir. Tuhfe’nin kübrâ ve suðrâ bölümleri arasýna yerleþtirilmiþ çok deðerli bir nazariyat faslý mevcuttur. Bunun “Hâtimetü’l-kitâb” baþlýðýyla verilmesinden (s. 598-636) aslýnda kitabýn kübrâ kýsmýyla tamamlandýðý, “Tuhfe-i Sugrâ”nýn sonradan tasarlandýðý anlaþýlmaktadýr. Sânihalarýn münderecatý þöyledir: 2. sâniha hattatlýkta kullanýlan alet ve edevata dair mühim mâlûmat ihtiva etmektedir; her biri kadîm adlarýyla verilmiþtir. 6, 7 ve 8. sânihalar kaleme dairdir. 10 ve 11. sânihalar harflerin hat nevileri, 14. sâniha harflerin noktalarý, 15. sâniha ta‘lik ve nesta‘lik yazýlarý, 16. sâniha kadîm hat çeþitleri, 17. sâniha kâtiplerin sýnýflandýrýlmasý, 18. sâniha kalemin mecazi mânalarý, 20. sâniha hat ve 21. sâniha rýh dökme ve mushaf hakkýndadýr. Bu sânihada dikkate deðer bir mâlûmat yer alýr: Hâfýz Osman ve onun yolundan giden hattatlar, mushaf yazarken imlâ hatasýný önlemek için harflerin gerekli nokta ve harekelerini koymadan cüzün tamamýný bitirir, önce nokta ve harekelerini, daha sonra kýrmýzý mürekkeple secâvend iþaretlerini koyarak yazdýklarýný iki defa daha elden geçirmiþ olurlardý. 23. sâniha hat tâ-

Tuhfe-i Hattâtîn’in ilk iki sayfasý (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Tarih, nr. 796)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUHFE-i ÝSNÂAÞERÝYYE

liminde hocanýn iyilikle davranmasýna, 24. sâniha üstat elinin öpülmesine, 28. sâniha is ve mürekkebe, 28-32. sânihalar yazmakla ilgili bazý tecrübelere dairdir. 33. sâniha Þeyh Hamdullah’tan (ö. 926/1520) Müstakimzâde’nin devrine kadar hattatlar silsilesinin manzum olarak sýralanýþýdýr. Bunlarýn sonuna eklenen sekiz sayfalýk “hâtimetü’l-hâtime” harfleri muhtelif bakýþ açýlarýndan ele alan mühim bir bölümü hâvidir. Daha sonra “Tuhfe-i Suðrâ” baþlamaktadýr. Tuhfe-i Hattâtîn’in müellif nüshasý zamanýmýza intikal etmemiþtir. Fakat Müstakimzâde’nin ölümünden hemen sonra istinsah edilmiþ olan Murad Molla (nr. 1448) nüshasý mevcuttur. Ayrýca Topkapý Sarayý Müzesi (Yeniler, nr. 722), Millet (Ali Emîrî Efendi, nr. 796-8) ve Ýstanbul Üniversitesi (TY, nr. 6194) kütüphanelerinde de yazma nüshalarý bulunmaktadýr. Ýbnülemin Mahmud Kemal, Türk Tarih Encümeni adýna Murad Molla nüshasýný esas alarak Ali Emîrî Efendi ve Ýstanbul Üniversitesi, ayrýca Muallim Bahaettin Ersin nüshalarýný sabýrla yürüttüðü karþýlaþtýrmalar sonunda Tuhfe’nin güvenilir ve saðlam bir metnini ortaya koymuþ, Müstakimzâde’nin hayatý ve eserlerini konu alan uzun bir incelemesini de ilâve ederek (s. 3-85) eseri neþre hazýrlamýþtýr. Tuhfe-i Hattâtîn harf inkýlâbýnýn arkasýndan eski harflerle basýlan son kitaptýr (Ýstanbul 1928). Tuhfe lugatli, secili, zaman zaman sade veya nükteli bir üslûpla Türkçe, Arapça, Farsça þiir ve güzel sözlerin ilâvesiyle kaleme alýnmýþtýr. Bazý cümlelerinde anlaþýlma güçlüðü veya ifade zafiyeti bulunuþu, kelimeler arasýnda bað kurulamayýþý, mâna çýkarma zorluðu gibi hususlar, çok zahmetli geçmiþ bir hayatýn mahsulü olan 756 sayfalýk bir telifte tabii karþýlanmalýdýr. Ýbnülemin de bu gibi hatalarýn kendi dikkatsizliðinden doðmadýðýný belirttikten sonra müellifin ifade tarzýný, eksiklikleri, hatta imlâsýný deðiþtirme veya düzeltme hakkýný kendinde bulmadýðýný açýklamýþtýr (s. 23). Müstakimzâde, Tuhfe’de hat ve hattatlarla ilgili bilgilerin yanýnda iktisat, lugat, edebiyat ve tasavvuf gibi farklý bilim ve sanat alanýndaki bilgi birikimini de sýrasý geldikçe satýr aralarýna sýkýþtýrmýþtýr. Tuhfe-i Hattâtîn, hat sanatlarý alanýnda yapýlan araþtýrmalarda genellikle ilk baþvurulan kaynaktýr. Hat sanatýna dair Türkçe yayýmlanmýþ ilk eser olan Hat ve Hattâtân’da Mirza Habib Efendi, Osmanlý devrini Tuhfe’den aynen aktarmýþtýr. Cumhuriyet Türkiyesi’nde hatla ilgili araþtýrma ve

yayýmlarda da Tuhfe’den yararlanýlmýþtýr. Batý’da hat vb. kitap sanatlarýyla sanatkârlarý üzerine hâlâ en geniþ kaynak sayýlan Les calligraphes et les miniaturistes de l’orient musulman’ýn (Paris 1908) müellifi Clement Huart da eserinin telifinde Tuhfe-i Hattâtîn’den çok faydalanmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Tuhfe-i Hattâtîn (nþr. Ýbnülemin Mahmud Kemal), Ýstanbul 1928, tür.yer; ayrýca bk. neþredenin giriþi, s. 385; Gülzâr-ý Savâb, s. 40, 43; M. Uður Derman, “Osmanlý Çaðýnda Hat Sanatýna ve Hattatlara Dâir Yapýlan Araþtýrmalar”, TTK Bildiriler, XIII (2002), II, 57-70.

ÿM. Uður Derman

˜

TUHFE-i ÝSNÂAÞERÝYYE ( !) 3{‫* א‬9 ) Abdülazîz ed-Dihlevî’nin (ö. 1239/1824) on iki imama baðlý Þîa inancýnýn eleþtirisine dair Farsça eseri.

Na½î¼atü’l-müßminîn ve fa²î¼atü’þþeyâ¹în adýyla da anýlýr (Gulâm Muhammed, s. 5). Kitap hicretten on iki asýr sonra yazýldýðý veya daha kuvvetli bir ihtimalle Ýsnâaþeriyye Þîasý imamlarýnýn sayýsýna denk geldiði için on iki bölüm (bab) halinde düzenlenmiþtir. Eserin mukaddimesinde iþlenecek konular kýsaca zikredildikten sonra birinci bölümde Þîa’nýn ortaya çýkýþý ve ayrýldýðý fýrkalar ele alýnmýþ, Hz. Ali’nin taraftarý sayýlan Þîa’nýn özellikle Hz. Osman döneminin ardýndan baþta Ýslâm dýþý kültürler olmak üzere çeþitli etkenlerle geliþtiði belirtilmiþtir. Ýlk Þiî fýrkasý Hz. Ali’nin imâmeti devrinde ona uyan sahâbî ve tâbiîlerdir. Daha sonra diðer sahâbîlere buðzetmemekle birlikte Hz. Ali’yi onlardan üstün tutan Tafdîliyye kaydedilmiþ, ardýndan Abdullah b. Sebe’ye nisbet edilen Sebeiyye ile deðiþik aþýrý fýrkalar (gulât) dört baþlýk halinde incelenmiþ, bilhassa galî gruplarýn belirgin nitelikleri ortaya konmuþtur. Birinci bölüm Zeydiyye, Ýmâmiyye, Ýsmâiliyye ve Ýsnâaþeriyye’nin tanýtýlmasýyla sona erer. Ýkinci bölümde Þîa mensuplarýnýn insanlarý kendilerine baðlamak için kullandýklarý yöntemlere (mekâyid), özellikle Ýsmâiliyye’de “el-belâðu’l-ekber” diye anýlan davet hileleri konu edilmekte, mezheplerine katmak istedikleri kimselere uyguladýklarý, âyet ve hadislerin bâtýnî yorumlarý ile mantýk hilelerine geniþ biçimde yer verilmektedir. Üçüncü bölümde Ýmâmiyye’nin

ilk mensuplarý yedi tabaka halinde ele alýnmaktadýr. Ýlk iki tabakayý Abdullah b. Sebe ve onun tâbilerinden Hz. Osman’ý katledenler, üçüncü ve dördüncü tabakayý Hz. Ali’nin ölümünün ardýndan Hasan ve Hüseyin’i teþvik edip çeþitli sýkýntýlara mâruz býrakanlar teþkil etmektedir. Muhtâr esSekafî’nin Irak’taki hâkimiyeti döneminde Zeynelâbidîn’i Muhammed b. Hanefiyye tarafýna çevirmek isteyenlerle Zeyd b. Ali’yi Emevîler’le mücadeleye teþvik ettikleri halde daha sonra onu yalnýz býrakarak ölüme sürükleyenler beþinci ve altýncý tabakada yer almaktadýr. Ýmamlarýn öðrencileri olduklarýný iddia etmekle birlikte onlarýn düþüncelerine aykýrý biçimde, meselâ Allah’ý üç boyutlu bir varlýk olarak düþünen Hiþâm b. Hakem, Hiþâm b. Sâlim elCevâlîký, Þeytânüttâk ve Ýbn Mîsem gibi kiþiler yedinci tabakayý meydana getirmektedir. Bu bölüm Keysâniyye, Zeydiyye, Ýsnâaþeriyye ve Ýsmâiliyye’ye mensup bazý âlimlerin kaleme aldýklarý eserlerin zikredilmesiyle tamamlanmaktadýr. Tu¼fe-i ݦnâ£aþeriyye’nin dördüncü bölümü Ýmâmiyye Þîasý’nýn benimsediði haberler ve bunlarýn râvileriyle ilgilidir. Müellif Ýmâmiyye’nin haberleri sahih, hasen, müvessak ve zayýf þeklinde dört kýsma ayýrdýðýný belirttikten sonra Keþþî’den (ö. 340/951) önce Ýmâmiyye âlimlerinin isnada önem vermediklerini ve isnadda geçen ricâli deðerlendirmediklerini söyler. Üzerinde ittifak edilen hükmün mâsum imamýn kavline uygun olmasý gerektiði iddiasý yanýnda fýkhî kýyasý kabul etmeyen bir fýrkanýn þer‘î konularda aklî düþünceden uzak kalacaðý gerçeði ortaya konulur. Eserde Kur’an’ýn tahrif edildiði yolunda bazý Þiî gruplarýnýn iddialar ileri sürdüðü, ancak bu iddialarýn herhangi bir delile dayanmadýðý belirtilerek bunlar reddedilir. Ardýndan -az bir kýsmý hariç- sahâbîlerin irtidad ettiði, bu sebeple onlardan gelen haberlerin kabul edilmemesi gerektiði düþüncesinin isabetsizliði delillerle ispat edilir. Eserin ilâhiyyâtla ilgili beþinci bölümünde Allah’ýn bilinmesi meselesinin aklî ve naklî gerekliliði üzerinde durulmakta, Þîa’nýn bu konuda aklî vücûbu kabul ettiði belirtilmekte, onlarýn aklýn amellerdeki iyilik ve kötülüðü (hüsün-kubuh) anlamakta tek baþýna yeterli olacaðý þeklindeki görüþleri eleþtirilmektedir. Ýlâhî sýfatlarýn da ele alýndýðý bu bölümde Mu‘tezile’de görüldüðü gibi Ýsnâaþeriyye’nin sýfatlarý zâta irca etmek suretiyle nefiy cihetine yöneldiði, halbuki bu tür düþüncelerin ilâhî sýfatlarý inkâr etme anlamý taþýdýðý kaydedilmekte-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

353


TUHFE-i ÝSNÂAÞERÝYYE

dir. Nübüvvet hakkýndaki altýncý bölümde peygamber göndermenin Allah için vâcip olduðu yolundaki Mu‘tezilî-Þiî düþüncesi hatýrlatýlarak Allah’a hiçbir þekilde vücûb nisbet edilemeyeceði belirtildikten sonra peygamberlerin yalan ve iftira gibi fiillerden mâsum bulunduðu ifade edilmekte, bunun takýyye vb. þekillerde câiz olabileceði yolundaki iddialar bâtýl sayýlmaktadýr. Peygamberlerin yaratýlanlarýn en faziletlisi olduðu Ýslâm fýrkalarýnca kabul edilirken Ýmâmiyye’nin Hz. Ali’nin ülü’l-azm dýþýndaki peygamberlerden üstün sayýldýðý biçimindeki görüþler eleþtirilmektedir. Ýmâmet konusuna ayrýlan yedinci bölümde Ýslâm toplumunda imamýn insanlar tarafýndan mý Allah tarafýndan mý seçileceði hususu ele alýnmakta ve Þîa’nýn ikinci görüþü benimsediði kaydedilmektedir. Ýsnâaþeriyye’nin bu telakkisinin, ayrýca imamlarýn günah, hata, unutma vb. kusurlardan korunup ilâhî bilgilerle donatýldýklarý yolundaki iddialarýnýn tutarsýzlýðý ortaya konulmaktadýr. Özellikle on ikinci imamýn niçin gaybete girdiði, zuhur ettiðinde dünyaya nasýl hâkim olabileceði, öte yandan imamýn insanlar arasýnda bulunup onlarý doðruya iletmesi gerektiði hususu anlatýlýp gaib imam düþüncesine önemli eleþtiriler yöneltilmektedir. Bu bölümde ayrýca imamlardan gelen rivayetlerde kendilerinin mâsum olmadýklarýný beyan ettikleri belirtilerek onlarýn Allah tarafýndan tayin edilmelerinin akýl ve nakille baðdaþmadýðý, imamýn yaþadýðý dönemdeki insanlarýn en üstünü sayýlmasý gibi bir durumun söz konusu edilemeyeceði ifade edilmekte, Hz. Peygamber’den sonra Ebû Bekir’in fiilen imâmete geldiði, Ali’nin imâmetinin ise ilk üç halifenin arkasýndan gerçekleþtiði kaydedilmektedir. Daha sonra imamlarýn belirlenmesi ve sayýsý konusunda Þîa mensuplarýnýn kendi aralarýnda bile farklý görüþlerinin bulunduðu ileri sürülmektedir. Meâd konusunun ele alýndýðý sekizinci bölümde anlatýldýðý üzere Þîa’ya göre ölümden sonra diriltme Allah’a vâciptir; kurtuluþ ancak Ali’yi sevmekle mümkündür; onu sevenler hiçbir günahtan dolayý cezalandýrýlmayacak, Ehl-i sünnet bir yana Þîa fýrkalarý içinde Ýsnâaþeriyye’ye mensup olmayanlar bile cehennemden kurtulamayacaktýr. Müellif bu iddialarý da kesin bir dille reddetmektedir. Dokuzuncu bölüm fýkhî hükümlere ayrýlmýþtýr. Burada Ýsnâaþeriyye’nin sahâbeyi, ilk üç halifeyi ve Hz. Peygamber’in hanýmlarýný tekfir etmesi, özellikle Hz. Ömer’i lânetlemesi ve onun 354

öldürüldüðü 19 Rebîülevvel gününü bayram kabul etmesi, Zilhicce’nin 18. gününde kutlanan Gadîr-i Hum’u en büyük bayram saymasý, Nevruz’a büyük önem vermesi eleþtirilmekte; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, nikâh, talâk vb. fýkhî konulara temas edilmektedir. Namaz esnasýnda yiyip içmenin ve imamlarýn kabirlerine yönelerek namaz kýlmanýn câiz olduðu, imamýn gaybetinde cuma namazýný terketmenin gereði, Hz. Hüseyin’in þehid ediliþinden Mehdî’nin ortaya çýkýþýna kadar cihad etmenin câiz sayýlmadýðý gibi anlayýþlar reddedilmekte, özellikle müt‘a nikâhýnýn topluma vereceði zararlar üzerinde durulmaktadýr. Eserin onuncu bölümünde Þîa’nýn ilk üç halife ile Hz. Âiþe’ye ve diðer sahâbîlere yönelik eleþtirileri cevaplandýrýlmaktadýr. On birinci bölümde ayný ekolün velîlerin kerametini inkâr etmeleri, muharrem ayýnda icra ettikleri Câhiliye dönemini andýran merasimleri, muhaliflerini kâfir kabul etmeleri, yine imamlarýnýn mâsumluðunu ileri sürmeleri ve ilk üç halifeyi münafýklýkla suçlamalarý eleþtirilmektedir. Son bölümde Þîa’nýn tevellî ve teberrî meselesi ele alýnýp tenkit edilmiþtir. Hindistan’daki Sünnîler’in Þîa’ya karþý gösterdiði sert tepkinin ürünü olarak bilinen eser iki grup arasýnda þiddetli tartýþmalara yol açmýþ, Þiî müellifleri esere cevap mahiyetinde çeþitli kitaplar kaleme almýþtýr (EIr., I, 100). Tu¼fe-i ݦnâ£aþeriyye Leknev (1255/1839, 1295/1873, 1313/ 1896), Pekin (1296/1879) ve Ýstanbul’da (1994) basýlmýþtýr. Eser, Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî tarafýndan 1812 yýlýnda et-Tercemetü’l-£abšariyye ve’½-½avletü’l-¥aydariyye li’tTu¼feti’l-ݦnâ£aþeriyye adýyla Arapça’ya tercüme edilmiþtir. Mütercim mukaddimenin sonunda kitabýn bazý yerlerine eklemeler yaptýðýný ve eserin hedef aldýðý gruplardan gelen bir kýsým itirazlara cevap verdiðini kaydetmektedir. Mahmûd Þükrî el-Âlûsî, eseri el-Min¼atü’lilâhiyye telÅî½u tercemeti’t-Tu¼feti’lݦnâ£aþeriyye adýyla dokuz bölüm halinde ihtisar etmiþ, Muhibbüddin el-Hatîb de kendi mukaddimesi ve bazý dipnotlarýnýn ilâvesiyle yayýmlamýþtýr (Kahire 1373, 1387). Bu neþrin ofset baskýsý Ýstanbul’da da gerçekleþtirilmiþtir (1396/1976, 1399/ 1979). Eserin, Ýngiliz hâkimiyetindeki Hindistan’da müslümanlarýn birlik olmasý gerektiði bir dönemde mezhepler arasýnda düþmanlýða yol açtýðýný söylemek mümkündür.

BÝBLÝYOGRAFYA :

Abdülazîz ed-Dihlevî, Tu¼fe-i ݦnâ£aþeriyye, Leknev 1313/1896, s. 2-3, 114-137, 173-236, 262348, ayrýca bk. tür.yer.; a.e.: et-Tercemetü’l-£abšariyye ve’½-½avletü’l-¥aydariyye li’t-Tu¼feti’lݦnâ£aþeriyye (trc. Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî), MÜÝF Ktp., nr. 583; Mahmûd Þükrî el-Âlûsî, MuÅta½arü’t-Tu¼feti’l-ݦnâ£aþeriyye (trc. Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî, nþr. Muhibbüddin el-Hatîb), Ýstanbul 1396/1976, tür.yer.; Azduddin Khan, “.Abd al-.Azýz Dehlavý”, EIr., I, 99-101.

ÿMustafa Öz

TUHFETULLÝN, Kâmil Mutîî

(1883-1941)

˜

Türk-Tatar gazetecisi, edebiyatçý.

25 Þubat 1883’te bugünkü Kazakistan’ýn kuzeybatýsýnda Uralsk’ta doðdu. Asýl adý Muhammed Kâmil’dir. Babasý Mýsýr’da on yýl eðitim gördükten sonra 1881’de Uralsk’a dönen, mahalle mescidinde imamlýk ve medresesinde hocalýk yapan Þeyh Mutîullah’týr. Sekiz yaþýna kadar evde okuma yazma öðrenen Muhammed Kâmil babasýnýn medresesine devam etti. Bir yandan da Rus mektebinde okuyarak Rusça ve fen ilimleri tahsil etti, Rus edebiyatýný tanýdý. 1899’da Kazan’a gidip Abdülalam Medresesi’nde müderris Kasým Hazret’ten ders almaya baþladý. Fakat buradaki derslerden memnun kalmadý, Uralsk’a dönerek yurt dýþýna gitmek için babasýndan izin istedi. 1900’de Ýstanbul’a gitti. Babasý Mýsýr’da eðitim görmesini arzu ettiðinden Ýstanbul’daki eðitimini býrakýp Mýsýr’a geçti. Muhammed Abduh ve Muhammed Halebî’den tefsir, Medineli Muhammed Ali b. Zâhir el-Veterî’den hadis icâzeti aldý. Muhammed Beyyûmî el-Minyevî ve Þeyh Ali el-Bulaký gibi âlimlerin özel derslerine devam etti. Mýsýr’da yaklaþýk iki yýl kaldý ve babasýnýn hacca giderken Mýsýr’a uðramasý üzerine onunla birlikte hacca gitti. Mekke, Medine, Þam, Beyrut ve Kudüs gibi þehirleri ziyaret etti; bu þehirlerdeki Jön Türkler ve Arap milliyetçileriyle temas kurdu.

Mýsýr’da öðrenimini tamamladýktan sonra Rusya müslümanlarýnýn dinî idaresi olan Orenburg Müftülüðü’nden imam-hatip ve müderris diplomasý aldý, Uralsk’ta babasýnýn medresesinde çalýþmaya baþladý. Ayrýca bir Tatar cemiyeti kurarak halkýn eðitimiyle ilgilendi. Kýzlara ait ilk medreseyi açtý, ardýndan yayýmcýlýk iþine girdi. Medresede hocalýk yaptýðý yýllarda (1903-1907)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUHFETULLÝN, Kâmil Mutîî

duvar gazeteleri çýkardý. Geleceðin büyük Tatar þairi Abdullah Tukay da ilk þiirlerini bu gazetelerde yayýmladý. Ýlk edebiyat denemelerine bu duvar gazetesinde baþladý. Daha sonraki yýllarda kitap haline getirdiði Mýsýr’a Seyahat, Düþ Görme, Ýki Refik, Bahtlý Meryem, Münazara gibi hikâye ve romanlarýný duvar gazetesinde yayýmladý. Uralsk þehrinde ilk defa cuma hutbelerini Tatarca okudu. 1903 yýlýndan itibaren Tiflis’te Mehemmedaða Þahtahtlý’nýn (Þahtahtinski) çýkardýðý Þark-ý Rus gazetesine muhabir oldu. 1903-1905 arasýnda birkaç defa Tatarca gazete yayýmlamak için Petersburg’a baþvurduysa da bundan bir sonuç alamadý. Ardýndan el-Asrü’l-cedîd adýyla el yazmasý bir dergi çýkardý. Bu dergi daha sonra matbaada basýldý ve ilk Tatar dergisi olarak tarihe geçti. Muhammed Kâmil dostlarýnýn yardýmýyla, bu yýllarda Uralsk þehrinde Rusça Uralets adlý bir gazete yayýmlayan Lev Nikolayeviç Yadrintsev’in Uralets matbaasýný satýn aldý. Gazetede þehrin ileri gelenlerinden Nedonoskov, I ve II. Duma’da milletvekilliði yapacak olan Kozmodemyanskiy gibi kiþiler çalýþýyordu. Ocak 1906’dan itibaren gazetenin adý Uralskiy Dnevnik

Kâmil Mutîî Tuhfetullin’in Meþhur Þair Abdullah Efendi Tukayef Hakkýnda Hâtýralarým adlý eserinin iç kapak sayfasý (Kazan 1914)

þeklinde deðiþtirildi. Gazetede Ruslar’a, Tatarlar’a ve Uralsk þehrinin yerli ahalisi Kazaklar’a yönelik haber ve makalelere yer veriliyor ve gazetenin tirajý günden güne artýyordu. 24 Kasým 1905’te Fikir isimli Tatarca gazeteyi çýkarmaya baþladý. Haftada üç defa yayýmlanan bu gazete Rusya müslümanlarýnýn neþrettiði ilk sansürsüz gazetedir. Gazete 27 Kasým 1905 – 22 Þubat 1907 tarihleri arasýnda çýktý. Ayrýca Ocak 1906’da el-Asrü’l-cedîd adlý ilk Tatarca dergiyi yayýmladý. Kâmil’in çýkardýðý dergilerden biri de Uklar’dýr. Haziran 1906’da Uralsk’ta neþredilmeye baþlanan aylýk resimli komedi dergisi on altý sayfa halinde toplam altý sayý çýkabildi. Uklar Türk dünyasýnda satirik dergilerin öncüsüdür. Rusya’da I. Duma’nýn daðýtýlmasýnýn ardýndan basýn üzerindeki denetim daha da sýkýlaþmýþ, Uralsk þehrindeki sosyalist gruplar daðýtýlmýþtý. Þehirde yaþayan bazý kiþiler Kâmil’e ve onun gazete ve dergilerine sert eleþtiriler yöneltmeye baþladý. Valiye baþvurulmasý üzerine Kâmil’in nâþirlik ve muharrirlik izinleri iptal edildi ve babasýyla birlikte mahkemeye verildi. Mahkeme Kâmil’i bir buçuk yýl, babasýný altý ay Petropavlovsky þehrindeki hapishaneye gönderme kararý aldý. Ayrýca babasýnýn mollalýk belgesi iptal edilecek ve medresesi kapatýlacaktý. Kâmil temyiz için Saratov þehrindeki üst mahkemeye gitti ve davayý kazandý. Yayýmýna son verilen Fikir’in yerine Yeni Turmýþ adlý bir gazete çýkardý. 11 Kasým 1907’de yayýmýna baþlayan bu gazete de Þubat 1909’da valinin emriyle kapatýldý. Uralsk þehrindeki baský ortamý yüzünden etrafýndaki dostlarýnýn daðýlmasý, babasýnýn artýk siyasî ve içtimaî meselelerle uðraþmamasý Kâmil’i tamamen yalnýz býraktý. Yeniden bir medrese açarak eðitim iþine baþladýysa da vali tarafýndan Saratov’a sürgün edildi (Ocak 1909). Burada Saratov Konservatuvarý öðretim üyelerinden R. Rudolf’tan müzik dersleri aldý, Rudolf onun yirmi þarkýsýný besteledi. Ancak Saratov þehrinde konser düzenlemesine izin verilmeyince Kazan’a gitti. Kazan’da da konser için izin alamadýðýndan tiyatro grubu Seyyar’a katýldý ve oyunculuk yapmaya baþladý. Rusya müslümanlarý arasýnda ilk konserler Kâmil tarafýndan düzenlendi. 1917 Bolþevik Ýhtilâli’ne kadar geçimini konserlerle saðladý. Rusya’da müslümanlarýn yaþadýðý þehir ve kasabalarý dolaþarak 1500 civarýnda konser verdi.

1916’da askere alýndý; Petrograd þehrinde hasta bakýcýlýk ve posta idaresinde tercümanlýk yaptý. Müslüman askerler için konserler verdi. Bolþevik Ýhtilâli’nden sonra Lenin’in meþhur doðu halklarý bildirgesini Tatarca’ya tercüme etti ve ihtilâlin ardýndan çýkarýlan ilk Tatarca gazete olan Yarlý Halk’ýn redaktörlüðünü üstlendi. Müslüman Ýþleri Merkez Komiserliði’nin Çulpan adlý gazetesini yayýmladý; ayrýca Halk Komiserliði Dýþ Ýþleri Bürosu’nda tercümanlýk yaptý. 1918 yýlýndan itibaren Samara Müslüman Ýþleri Komiserliði’nde matbuat komiserliði görevinde bulundu ve bu þehirde çýkmakta olan Kineþ gazetesinin redaktörlüðünü yürüttü. 1919’da Uralsk þehrine gönderildi. Burada Tatarca Ýhtilâl Bayraðý gazetesini yayýmladý. Ancak þehrin Aklar (Beyaz Ordu) tarafýndan ele geçirilmesinden sonra Ural taraflarýna giderek Baþkýrt tümenlerinin kurulmasýnda oðlu Hamit ile birlikte görev yaptý. Uralsk’ýn tekrar komünistlerce ele geçirilmesi üzerine Yana Fikir isimli gazeteyi çýkarmaya baþladý. Uralsk’a dönünce hakkýndaki bazý þikâyetler yüzünden partiden çýkarýldý. Mahkemede suçsuzluðu ispat edilmesine raðmen partiye alýnmadý. Uralsk’tan Kazan’a gitmek zorunda kaldý. Burada Halk Maarif Komiserliði’nde tercümeler ve radyo programlarý yaptý, konserler verdi. Bu yýllarda sahne eserleri yazmaya baþladý. Tuzak, Güreþ, Þeytan Öne, Uylap Tabuci adlý piyesleri basýlamadý. 1935’te hastalýk sebebiyle emekliye ayrýldý. 26 Ocak 1941’de vefat etti. Eserleri. 1. Tercümetü’l-Cezeriyye (Petersburg 1904). Ýbnü’l-Cezerî’nin Kur’ân-ý Kerîm’i doðru okuma usullerini anlattýðý eserinin kýsa bir tercümesidir. 2. Münazara (Orenburg 1904). Zamana göre hareket edilmesinin gerekliliði, münazara usulleri ve Tatar medreselerindeki bozukluklarýn anlatýldýðý bir risâledir. 3. Tatarca Kur’an Tefsiri (Kazan 1914). Ýlk Tatarca Kur’an tefsirlerinden olan eserin sadece birinci cüzü basýlabilmiþtir. 4. Vak‘a (Petersburg 1904). Dedikodunun kötülüðünden ve güzel ahlâktan bahseden manzum bir risâledir. 5. Bahtlý Meryem (Petersburg 1904, roman). 6. Maârif-i Ýslâmiyye (Petersburg 1904). 7. Meþhur Þair Abdullah Efendi Tukayef Hakkýnda Hâtýralarým (Kazan 1914). 8. Tuzak (Kazan 1932). Altý perdelik bu dramada I. Dünya Savaþý yýllarýnda köy zenginlerinin, mollalarýn ve hükümet memurlarýnýn köylülere yaptýklarý kötü muameleler anlatýlmaktadýr. 9. Köylü Hatun-Kýzlar Çiftliklerin Yeniden Düzenlemesi Ýþinde (Kazan 1928).

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

355


TUHFETULLÝN, Kâmil Mutîî BÝBLÝYOGRAFYA :

Kâmil Mutîî Tuhfetullin, Tatarca Kur’an Tefsiri, Kazan 1914, s. 3-8; Abdurrahman Sadi, Tatar Edebiyatý Tarihi, Kazan 1926, s. 161-163; Ýsmail Remiyef, Vakýtlý Tatar Matbuatý 1905-1925, Kazan 1926, s. 7-8, 36-40; Üzbek Gýymadiev, Satira Koralý Bilen, Kazan 1977, s. 35-71; H. K. Tuhfettullin, Kamil Mutýygýy (trc. Niyaz Akmalov), Kazan 1992, s. 1-80; Ferit Yahin, Tatarskaya literatura periodiçeskoy peçati Uralska (1905-1907 gg.), Kazan 1992, s. 8-30; Ýsmail Türkoðlu, Rusya Türkleri Arasýndaki Yenileþme Hareketinin Öncülerinden Rýzaeddin Fahreddin, Ýstanbul 1999, s. 197-201; Ýbrahim Maraþ, Türk Dünyasýnda Dinî Yenileþme (1850-1917), Ýstanbul 2002, s. 246; “Ýdareden”, el-Asrü’l-cedîd, sy. 3, Uralsk 1907, s. 116; “Tercüme-i Hâl-i Muharrir-i Gazete-i Fikir”, a.e., sy. 10 (1907), s. 531-533; Ferit Þekurov, “Fikir”, Gasýrlar Avazý, sy. 3-4, Kazan 1996, s. 249-251.

ÿÝsmail Türkoðlu

TUHFETÜ’l-AHVEZÎ ( +R /‫? א‬9 )

Mübârekpûrî’nin (ö. 1935) Tirmizî’nin el-Câmi£u’s-sahîh’ine yazdýðý þerh

˜ –

˜

(bk. el-CÂMÝU’s-SAHÎH).

™ —

TUHFETÜ’l-ERÎB ( 7 8/‫? א‬9 ) Abdullah et-Tercümân’ýn (ö. 832/1429) Hýristiyanlýða reddiye olarak kaleme aldýðý eseri.

Tam adý Tu¼fetü’l-erîb fi’r-red £alâ ehli’½-½alîb’dir. Ýslâm-hýristiyan polemik tarihinde hýristiyan din adamý iken müslüman olup Hýristiyanlýða reddiye yazanlarýn ayrý bir yeri vardýr; zira bu müellifler eski birikimleri nedeniyle hýristiyan kaynaklarýný daha iyi bildiklerinden eserleri sýrf Ýslâmî kaynaklardan hareketle reddiye yazanlara göre daha gerçekçidir. Bir Katolik papazý iken Ýslâm’ý benimseyen Abdullah et-Tercümân’ýn (Anselmo Turmeda) 823’te (1420) yazdýðý Tu¼fetü’l-erîb de böyle bir çalýþmadýr ve reddiye tarihinde önemli bir yeri vardýr. Eser üç bölümden oluþmaktadýr. Birinci bölüm müellifin biyografisini içerir; yazar Tunus’a geliþini ve burada nasýl müslüman olduðunu anlatýr. Ýkinci bölümde Tunus Emîri Ebü’lAbbas Ahmed el-Müstansýr ve Ebû Fâris Abdülazîz el-Mütevekkil’in faaliyetlerinden ve o dönemin olaylarýndan söz edilir. Üçüncü bölüm ise Hýristiyanlýða reddiyedir. Eserin ilk iki bölümünde Tunus’taki Hafsîler hânedanýna mensup iki emîrin dönemine ait oldukça önemli bilgiler verilmektedir; Ýbn Ebû Dînâr gibi daha sonraki tarihçi356

ler bundan nakiller yapmýþtýr (el-Müßnis, s. 174-176). Eserin, hýristiyanlarýn bozuk inançlarýnýn Ýnciller’den hareketle ortaya konulmasý ve kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in müjdelenmesi gerçeðini ispat amacýyla kaleme alýnan üçüncü bölümü dokuz kýsýmdýr. Birinci kýsýmda Ýncil yazarlarýnýn yalana kadar varan hatalarý ve tenakuzlarý, ikinci kýsýmda hýristiyan mezhepleri ve Hz. Îsâ’nýn tabiatý konusundaki farklýlýklar (insan mý ilâh mý tartýþmalarý), üçüncü kýsýmda Hýristiyanlýðýn dayandýðý esaslar, dördüncü kýsýmda hýristiyan âmentüsü, beþinci kýsýmda Hz. Îsâ’nýn ulûhiyyetinin reddi ve Ýnciller’e göre bir peygamber olduðu hususu, altýncý kýsýmda Ýnciller’in tenakuzlarý ve ihtilâflarý, yedinci kýsýmda Ýnciller’de Hz. Îsâ’ya isnat edilen sözler, sekizinci kýsýmda hýristiyanlarýn müslümanlara yönelttiði eleþtiriler, dokuzuncu kýsýmda Hz. Muhammed’in son peygamber olarak gönderileceðinin Tevrat, Zebûr ve Ýncil metinleriyle ispatý hususlarý ele alýnmaktadýr. Abdullah et-Tercümân, Yuhanna dýþýndaki Ýncil yazarlarýnýn olaylarýn görgü tanýklarý olmadýðýný, mevcut Ýnciller’den hiçbirinin hakiki Ýncil sayýlmadýðýný doðrudan Ýncil metinlerinden hareketle ortaya koymakta, hýristiyan âmentüsünü ve sakramentleri (dinî merasimler) eleþtirmektedir. Yahudilik ve Hýristiyanlýk’la ilgili daha önce yazýlan reddiyeleri incelediðini belirten müellif Ýbn Hazm dýþýndakilerin genelde aklî delillere baþvurduklarýný, bizzat hýristiyan kaynaklarýndan delil göstermediklerini, kendisinin bu eksikliði gidermek amacýyla eserini telif ettiðini belirtmekte, fakat Ýbn Hazm dýþýnda hiçbir müslüman müellifinin adýný zikretmemektedir (Tu¼fetü’l-erîb, s. 55-56). Abdullah et-Tercümân’ýn eserinde Ahd-i Cedîd’e yetmiþ, Ahd-i Atîk’e dokuz, Kur’an’a altý atýf vardýr. Ahd-i Cedîd’e yapýlan atýflarýn çoðu Ýbn Hazm’ýn el-Fa½l adlý eserinin Hýristiyanlýða reddiye bölümünden özetlenmiþtir. Tu¼fe’de yer alan Kitâb-ý Mukaddes’le ilgili atýflara göre hýristiyan dogmasý ve litürjisine ait dokümanlar daha orijinaldir. Müellif, kanonik literatür dýþý kaynak olarak sadece hýristiyan âmentüsünü ve Flores Sanctorum adlý Ýspanyolca külliyatý zikreder. Hýristiyan ilâhiyatý öðrenimi görmüþ olan Abdullah et-Tercümân’ýn eserindeki malzeme önemlidir, ancak bunlarýn çoðu daha önceki reddiyelerde kaydedildiðinden eser polemik edebiyatý türüne bazý konular dýþýnda bir yenilik getirmemektedir. Sadece Katolik iman ilkeleri konusunda verdiði ayrýntýlý bilgi ile eski

reddiyelerden kýsmen ayrýlmaktadýr. Eserde daha çok tahrif, tebþîrat ve hýristiyan iman ilkeleri üzerinde durulmaktadýr. Tu¼fetü’l-erîb’in Muhammed b. Yûsuf es-Senûsî’ye Ýnciller konusunda kaynaklýk ettiði belirtilmektedir (Berbrugger, V [1861], s. 261-275). Eserin çok sayýda yazma nüshasý vardýr (Brockelmann, GAL, II, 250; Suppl., II, 352); Miguel de Epalza eserin kýrk yedi nüshasýný tesbit ettiðini belirtmektedir (IBLA, XXVIII/111 [1965], s. 275). XIX. yüzyýlýn sonunda Abdülhalim adlý bir kiþi Tu¼fe’nin özetini yapmýþ olup bunun üç yazma nüshasý mevcuttur. Eserin ilk baskýsý Brockelmann’a göre Ýngiltere’de, Serkîs’e göre Tunus’ta (1290), diðer baskýlarý Kahire’de (1295, 1313, 1321) ve yine Tunus’ta (1977, 1983) yapýlmýþ, dört yazma nüshasýndan hareketle açýklamalý neþrini Ömer Vefîk ed-Dâûk gerçekleþtirmiþ (Beyrut 1408/ 1988), eser ayrýca Mahmûd Ali Himâye tarafýndan da neþredilmiþtir (Kahire 1992). Tu¼fetü’l-erîb, Tunuslu Ebü’l-Gays Muhammed el-Kaþþâþ’ýn mukaddimesi ve Muhammed b. Þa‘bân’ýn satýr aralarýna yaptýðý Türkçe tercümesiyle birlikte Tahiyyetü’l-esrâr (Tuhfetü’l-esrâr) ve te’lîfü’l-ahyâri’l-ensâr fi’r-red ale’n-nasârâ min fýraki’l-küffâr adýyla 1603’te Osmanlý Padiþahý I. Ahmed’e sunulmuþtur (a.g.e., XXVIII/111 [1965], s. 274; Brockelmann, GAL, II, 250; Tu¼fetü’l-erîb, neþredenin giriþi, s. 43). Mehmed Zihni Efendi’nin Türkçe tercümesi Ýstanbul’da yayýmlanmýþtýr (1291, 1304). Bu tercümede XVII. yüzyýldaki tercüme deðil kitabýn 1290 (1873) tarihli Arapça baskýsý esas alýnmýþtýr. Mehmed Zihni Efendi’nin yaptýðý çeviri (Ýstanbul 1291) sadeleþtirilerek Hristiyanlýða Reddiye adýyla basýlmýþtýr (Ýstanbul 1965, 1970, 1990). Lebîb Mehmed Efendi Tu¼fetü’l-erîb’e beþ bölüm ekleyerek bunu Burhânü’l-hüdâ fî reddi’n-nasârâ adýyla tercüme etmiþtir (Osmanlý Müellifleri, II, 407). Muhammed Taký Sadrüleþrâf Tebrîzî eseri Farsça’ya çevirmiþtir (Tahran 1361, 1372). Tu¼fetü’l-erîb, Jean Spiro tarafýndan “Le present de l’homme lettre pour refuter les partisans de la croix par Abd-Allah ibn Abd-Allah le drogman” adýyla Fransýzca’ya çevrilmiþ (RHR, XII [1885], s. 68-89, 179-205, 278-301), 1886’da Paris’te broþür halinde tekrar basýlmýþ, Jean Spiro, eserin müellifin biyografisine ait bölümünü “Autobiographie d’Abdallah b. Abdallah le drogman” adýyla neþretmiþtir (RT, XIII [1906], s. 19-101). Almanca’ya (1970), Ýspanyolca’ya (Roma 1971; Madrid 1993),

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUHFETĂœâ€™l-EĂžRĂ‚F

Katalanca’ya (Barcelona 1978; Cân FĂťntân, s. 77-78; Miguel de Epalza, “Arabischspanische Symbioseâ€?, s. 290-291) çevrilen TuÂźfetß’l-erĂŽb Louis Massignon tarafĂ˝ndan eleĂžtirilmiĂž ve bu kitabĂ˝n sonuna Jean Spiro’nun tercĂźmesinin reddiye bĂślĂźmĂź eklenmiĂžtir (bk. bibl.). Miguel de Epalza TuÂźfetß’l-erĂŽb Ăźzerine La Tuhfa, autobiographia y polemica islamica contra el Cristianismo de Abdallah al-Taryuman (fray Anselmo Turmeda) adĂ˝yla doktora tezi hazĂ˝rlamýÞ ve Ă?spanyolca’ya çevirmiĂžtir (Roma 1971). Muhammed b. Abdullah el-BerĂŽdĂŽ yĂźksek lisans tezi olarak eserin tahkikini yapmýÞtĂ˝r (1405/1985, Ă?mam Muhammed b. SuĂťd Ăœniversitesi). BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

Abdullah et-TercĂźmân, TuÂźfetß’l-erĂŽb (nĂžr. Ă–mer VefĂŽk ed-DâÝk), Beyrut 1408/1988, neĂžredenin giriĂži, s. 5-45; Ă?bn EbĂť DĂŽnâr, el-MĂźĂ&#x;nis fĂŽ aĂ…bâri Ă?frĂŽĹĄĂ˝yye ve TĂťnis, Beyrut 1993, s. 174-176; OsmanlĂ˝ MĂźellifleri, II, 407; Brockelmann, GAL, II, 250; Suppl., II, 352; Cân FĂťntân, Fihris târĂŽĂ…ĂŽ li’lmĂźĂ&#x;ellefâti’t-TĂťnisiyye, Tunus 1986, s. 77-78; Mehmet AydĂ˝n, MĂźslĂźmanlarĂ˝n HĂ˝ristiyanlýða KarÞý YazdĂ˝klarĂ˝ Reddiyeler ve TartýÞma KonularĂ˝, Konya 1989, s. 82-84; Hasan HĂźsnĂŽ AbdĂźlvehhâb, Kitâbß’l-ÂŁĂ–mr fi’l-mu½annefât ve’l-mĂźĂ&#x;ellifĂŽne’t-TĂťnisiyyĂŽn (nĂžr. Muhammed el-ArĂťsĂŽ elMatvĂŽ – BeÞÎr el-BekkÝÞ), Beyrut 1990, s. 407411; Cezzâr, MedâĂ…ilß’l-mĂźĂ&#x;ellifĂŽn, I, 229-230; L. Massignon, Examen du “PrĂŠsent de l’homme lettreâ€? par Abdallah Ibn al-Torjoman, Rome 1992; M. de Epalza, “Arabisch-spanische Symbiose: Der Schriftsteller Anselm Turmeda / Abdallah At-Tardjuman und seine Wirkungâ€?, Die Dialogische Kraft des Mystischen, Balve 1998, s. 274, 275, 280-292; a.mlf., “L’auteur de la Tuhfa al-arib Anselm Turmeda (Abdallah al-Tarjuman)â€?, IBLA, XXVIII/111 (1965), s. 261-290; A. Berbrugger, “Abd Allah teurdjeman, renegat de Tunis en 1388â€?, RAfr., V (1861), s. 261-275; G. C. Anawati, “PolĂŠmique, apologie et dialogue islamo-chretiens. Positions classiques mĂŠdievales et positions contemporainesâ€?, Euntes Docete, XXII, Roma 1969, s. 412-414; Khalil Samir, “La reponse d’al-Safi ibn al-Assal Ă la refutation des chrĂŠtiens de Ali at-TabarĂ˝â€?, Parole de l’orient, XI, Beyrouth 1983, s. 297; J. Jomier, “Massignon, Louis, Examen du present de l’homme lettre par Abdallah Ibn al-Torjomanâ€?, Islamochristiana, XIX, Roma 1993, s. 333-338.

ÿÖmer Faruk Harman

–

˜

—

TUHFETĂœâ€™l-EĂžRĂ‚F ( V‍!×?‏Z/‍? ×?‏9 ) YĂťsuf b. Abdurrahman el-MizzÎ’nin (Ăś. 742/1341) etrâf tĂźrĂźnĂźn en meĂžhur ĂśrneĂ°i olan eseri.

™

Tam adĂ˝ TuÂźfetß’l-eĂžrâf bi-maÂŁrifeti’lešrâf olup râvi isimlerine gĂśre alfabetik dĂźzenlenmiĂžtir. Eser, KĂźtĂźb-i Sitte’nin yanĂ˝nda EbĂť DâvĂťd’un el-MerâsĂŽl’i, Tirmi-

zÎ’nin eĂž-ĂžemâĂ&#x;ilß’n-nebeviyye’si, NesâÎ’nin es-SĂźnenß’l-kĂźbrâ’sĂ˝ ve ÂŁAmelß’lyevm ve’l-leyle’sindeki râviler dikkate alĂ˝narak hazĂ˝rlanmýÞtĂ˝r (YĂťsuf b. Abdurrahman el-MizzĂŽ, I, 3-4; ayrĂ˝ca bk. neĂžredenin giriĂžleri, I, 18). Eserde râviler isimleri bilinenler, kĂźnyeleriyle meĂžhur olanlar, baba adĂ˝yla bilinenler, ismi bilinmeyenler ve kadĂ˝nlar Ăžeklinde beĂž grupta sĂ˝ralanmakta, hadislerin senedleri eksiksiz verilmekte, metinlerin sadece baĂž tarafĂ˝ yazĂ˝lmakta yahut varsa hadisin meĂžhur ismi kaydedilmektedir. MizzĂŽ, etrâf kitaplarĂ˝ içinde Halef el-VâsĂ˝tĂŽ ve EbĂť Mesâ€˜Ăťd ed-DĂ˝maĂžký’nin Ešrâfß’½-Ă˜aŸÎŸayn’larĂ˝ ile tertibini daha çok beĂ°endiĂ°i Ebß’l-KasĂ˝m Ă?bn Asâkir’in el-Ă?Ăžrâf ÂŁalâ maÂŁrifeti’l-ešrâf’ýnĂ˝ Ăśrnek almýÞtĂ˝r (TuÂźfetß’l-eĂžrâf, I, 4). Bunlardaki eksiklikleri tamamlayan, yanlýÞlarĂ˝ dĂźzelten MizzĂŽ eserinde hadislerin kaynaklarĂ˝nĂ˝ Ăžu rumuzlarla gĂśstermiĂžtir: “sâ€? KĂźtĂźb-i Sitte, “mâ€? BuhârÎ’nin el-CâmiÂŁu’½-½aŸÎŸâ€™i, “K â€? BuhârÎ’nin el-CâmiÂŁu’½-½aŸÎŸâ€™te muallak olarak verdiĂ°i hadisler, “Gâ€? MĂźslim’in elCâmiÂŁu’½-½aŸÎŸâ€™i, “1â€? EbĂť DâvĂťd’un esSĂźnen’i, “#â€? TirmizÎ’nin el-CâmiÂŁu’½-½aŸÎŸâ€™i, “ â€? TirmizÎ’nin eĂž-ĂžemâĂ&#x;ilß’n-nebeviyye’si, “aâ€? NesâÎ’nin es-SĂźnen’i, “C â€? NesâÎ’nin ÂŁAmelß’l-yevm ve’l-leyle’si, “lâ€? Ă?bn Mâce’nin es-SĂźnen’i. MizzĂŽ ayrĂ˝ca kendisinin verdiĂ°i bilgileri “ziyadeâ€? anlamĂ˝nda “kâ€?, Ebß’l-KasĂ˝m Ă?bn Asâkir’e yaptýðý istidrakleri ise “Qâ€? rumuzuyla belirtmiĂžtir (a.g.e., I, 6). Yirmi altĂ˝ yĂ˝lda tamamlanan (3 RebĂŽĂźlevvel 722/22 Mart 1322) TuÂźfetß’l-eĂžrâf’ý tĂźrĂźnĂźn Ăśnceki Ăśrneklerinden ĂźstĂźn kĂ˝lan ve çok tutulmasĂ˝nĂ˝ saĂ°layan yĂśnĂź iç dĂźzenidir. Ă–zellikle râvilerin sĂ˝ralanmasĂ˝nda izlenen yĂśntem sayesinde eserde aranan isim çok daha kolay bulunabilmektedir. TuÂźfe’de sahâbĂŽler alfabetik sĂ˝ralandýðý gibi çok hadis rivayet eden bir sahâbĂŽnin Üðrencileri ve Üðrencilerinin Üðrencileri de kendi içinde alfabetik sĂ˝rayla zikredilmektedir. Ă?simlere ait hadisler konusuna veya ilk kelimesine bakĂ˝lmaksĂ˝zĂ˝n en çok geçtiĂ°i kaynaktan baĂžlamak Ăźzere verilmektedir. MizzÎ’nin yĂśntemi daha sonra Ebß’l-Fidâ Ă?bn KesĂŽr, Ă?bn Hacer el-AskalânĂŽ ve AbdĂźlganĂŽ b. Ă?smâil en-NablusĂŽ gibi mĂźelliflerce Ăśrnek alĂ˝nmýÞ (M. Abdurrahman Tavâlibe, s. 183-188), ancak musannifin isnadlarĂ˝ baĂžtan sona zikretmesi eleĂžtirilmiĂžtir (AbdĂźlganĂŽ b. Ă?smâil en-NablusĂŽ, I, 8). TuÂźfe iki bĂślĂźmden meydana gelmekte, birinci bĂślĂźmde mĂźsned, ikinci bĂślĂźmde mĂźrsel rivayetler yer almaktadĂ˝r. MĂźsnedler bĂślĂźmĂźnde 986 sahâbĂŽye ait 18.389,

mĂźrseller bĂślĂźmĂźnde 405 tâbiĂŽye ait 1237 hadis vardĂ˝r (toplam 19.626). MĂźrseller bĂślĂźmĂźndeki hadis numaralarĂ˝ Ăśnceki bĂślĂźmden devam etmekte, nâÞir bunun ikinci baskĂ˝da dĂźzeltileceĂ°ini sĂśylemektedir (TuÂźfetß’l-eĂžrâf, neĂžredenin giriĂžleri, XIII, 8). Ă?bn Hacer ve nâÞir AbdĂźssamed Ăžerefeddin tarafĂ˝ndan ilâve edilenler (a.g.e., neĂžredenin giriĂži, I, 16) ve mĂźkerrerlerle birlikte TuÂźfe’deki hadis sayĂ˝sĂ˝ 19.959’a ulaĂžmaktadĂ˝r. MizzĂŽ, kaynaklarĂ˝nĂ˝n birden fazla rivayetini (meselâ BuhârÎ’nin iki, EbĂť DâvĂťd’un sekiz, NesâÎ’nin dokuz) esas alarak (M. Abdurrahman Tavâlibe, s. 149, 151) gĂśrdßðß kusurlarĂ˝ dĂźzeltmeye çalýÞmýÞsa da, mĂźdahale etmediĂ°i yerlerle ilgili olarak kendisi notlar hazĂ˝rlamýÞ, Ăśzellikle NesâÎ’nin es-SĂźnenß’l-kĂźbrâ’sĂ˝nĂ˝n Ă?bn Ahmer rivayetinden hareketle yaptýðý dĂźzeltmelerden meydana gelen bu kitapçýða LaŸťu’l-Ešrâf adĂ˝nĂ˝ vermiĂžtir (Ă?bn Hacer el-AskalânĂŽ, I, 5). AyrĂ˝ca MoĂ°ultay b. KĂ˝lýç’ýn EvhâmĂź'l-Ešrâf’ý (et-TaÂŁaĹĄĹĄub ÂŁale’l-Ešrâf; DĂ?A, XXX, 231), Ebß’l-Fidâ Ă?bn KesĂŽr’in CâmiÂŁu’l-mesânĂŽd’inin çeĂžitli yerleri, TuÂźfe’nin aynĂ˝ zamanda muhtasarĂ˝ olan Ebß’l-Mehâsin el-HĂźseynÎ’nin el-KeÞÞâf fĂŽ maÂŁrifeti’l-Ešrâf’ý (bk. DĂ?A, XIX, 23; el-Fihrisß’Þ-Þâmil, II, 1287), ZeynĂźddin elIrâký’nin kendisine ait TuÂźfe nĂźshasĂ˝ Ăźzerine kaydettiĂ°i notlar, Ă?bnß’l-Irâký’nin elĂ?šrâf bi-evhâmi’l-Ešrâf’ý (nĂžr. Kemâl YĂťsuf el-HĂťt, Beyrut 1406/1986), TakĂ˝yyĂźddin Ă?bn Fehd’in el-Ă?Ăžrâf ÂŁale’l-cemÂŁ beyne’nNĂźketi’ž-žýrâf ve TuÂźfeti’l-eĂžrâf’ý (Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 282) gibi TuÂźfe’yi tamamlayan çalýÞmalar vardĂ˝r. Ă?bn Hacer, bunlarĂ˝n çoĂ°unu derleyip kendi notlarĂ˝nĂ˝ ekleyerek el-Ă?ÂŁtirâf bi-evhâmi’l-Ešrâf adĂ˝yla da bilinen (TuÂźfetß’l-eĂžrâf, neĂžredenin giriĂži, II, 8) en-NĂźketß’ž-žýrâf ÂŁale’l-Ešrâf adlĂ˝ eserini oluĂžturmuĂžtur (bk. bibl.). GĂźnĂźmĂźzde TuÂźfe’nin ilk ßç cildinin neĂžir hazĂ˝rlĂ˝klarĂ˝na katĂ˝lan Ebß’l-EĂžbâl SagĂ˝r Ahmed Ăžâgif el-BâkistânĂŽ, eserin neĂžrinden sonra belirlediĂ°i eksikliklere dair kendi nĂźshasĂ˝na kaydettiĂ°i notlarĂ˝ el-MĂźstedrek adĂ˝yla yayĂ˝mlamýÞtĂ˝r (Riyad 1993). Eser Ăźzerine ZehebÎ’nin MuĂ…ta½arß’l-Ešrâf’ý (Abdullah Muhammed el-HabeÞÎ, I, 552), Ăžehâbeddin Ahmed b. EndereÞÎ’nin muhtasarĂ˝, Ă?bn Kamer diye bilinen Muhammed b. Ali b. Ca‘fer’in Ă?lšâfß’l-eĂžrâf bi-zehri’l-Ešrâf’ý (SehâvĂŽ, VIII, 176), Muhammed b. Abdurrahman el-AlkamÎ’nin et-TuÂźafß’ž-žýrâf fĂŽ telĂ…νi’l-Ešrâf’ý (Abdullah Muhammed el-HabeÞÎ, I, 552), Muhammed b. HâÞim b. AbdĂźlgafĂťr es-SindÎ’nin TuÂźfe’den sadece BuhârĂŽ hadisleri-

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

357


TUHFETÜ’l-EÞRÂF

ni derlediði ¥ayâtü’l-šårî bi-e¹râfi Øa¼î¼i’l-BuÅârî’si (Tu¼fetü’l-eþrâf, neþredenin giriþleri, III, 15) gibi ihtisar çalýþmalarý da yapýlmýþtýr (ayrýca bk. M. Abdurrahman Tavâlibe, s. 135-137). Tu¼fetü’l-eþrâf, Mizzî’nin talebesi Ebü’lFidâ Ýbn Kesîr’in nüshasýndan 13 Þâban 774’te (7 Þubat 1373) istinsah edilen bir nüsha esas alýnmak suretiyle (Tu¼fetü’leþrâf, neþredenin giriþi, II, 19) neþredilmiþ (nþr. Abdüssamed Þerefeddin, I-XIV, Bombay 1965-1982), bu neþirden ofset baskýlar yapýldýðý gibi (Beyrut, ts.; Beyrut 1999) eser baþka nâþirler tarafýndan ayrýca basýlmýþtýr (nþr. Züheyr eþ-Þâvîþ, Beyrut 1983; nþr. Beþþâr Avvâd Ma‘rûf, Beyrut 1999; Beyrut 2001). Nâþir Abdüssamed Þerefeddin eserin her cildine Tu¼fe’nin tanýtýmýný yaptýðý, hadis ilminin çeþitli meseleleri ve bazý sahâbîler hakkýnda bilgi verdiði Arapça ve Ýngilizce takdim yazýlarý koymuþtur. Hadisleri ve râvileri ayrý ayrý numaralandýran nâþir, her tabakadaki isimlerin birbirinden kolayca ayýrt edilebilmesi için sahâbî isimlerini iri harflerle yazmýþ, tâbiîn tabakasýna bir, tebeu’t-tâbiîn tabakasýna iki, sonraki tabakaya üç yýldýz iþareti koymuþtur. Mizzî’nin kýsaltmalarýný metin içinde muhafaza ettiði gibi bunlarý her hadisin sýra numarasýnýn altýnda ayrýca yazmýþtýr. Tu¼fe’deki tahrîclerde sadece kitap adlarý zikredildiði halde nâþir bunlarýn yanýna bab ve hadis numaralarýný da eklemiþ, Mizzî’nin hadisler arasý atýflarýný hadis numaralarýyla göstermiþtir. Okunmasý zor isim ve kelimeleri harekelemiþ, eserde adý geçen bazý þahýs ve kitaplar hakkýnda bilgi vermiþ, metne kendisinin eklediði bilgileri parantez içine almýþtýr. Her sayfada rivayeti yer alan sahâbînin ve öðrencisinin adýný sayfanýn üstünde, Tu¼fe’deki kýsaltmalarýn karþýlýklarýný ise sayfanýn altýnda belirtmiþtir. Mizzî’nin kaynaklarý için el-Keþþâf £an ebvâbi merâci£i Tu¼feti’l-eþrâf bi-ma£rifeti’l-e¹râf adýyla bir fihrist hazýrlayan nâþir (Tu¼fetü’l-eþrâf, neþredenin giriþi, I, 17-18) bu fihristi eserin XIV. cildi olarak II. ciltle birlikte neþretmiþ (Bombay 1386/1966), neþrine Tu¼fe’den sonra baþlanan Nesâî’nin es-Sünenü’l-kübrâ’sýna ait fihristi de ayrýca yayýmlamýþtýr (Bombay 1981). Hadislerin ilk kelimelerine göre alfabetik bir fihrist yapmayý planlayan nâþir (Tu¼fetü’leþrâf, neþredenin giriþi, XII, 9; XIII, 20) bu isteðini gerçekleþtirememiþ, söz konusu fihristi daha sonra Muhammed Abdülkadir Atâ hazýrlamýþtýr (Beyrut 1990, 1994). Tu¼fe hakkýnda ayrýca Müessesetü’l-kütübi’s-sekafiyye tarafýndan çeþitli fihrist358

ler yayýmlanmýþtýr (I-VI, Beyrut 1994). Bu fihristlerin Tašrîbü Tu¼feti’l-eþrâf bima£rifeti’l-e¹râf adýný taþýyan I-III. ciltleri (nþr. Ebû Abdullah Saîd el-Mendûh – Ebü’l-Fidâ Sâmî et-Tûnî) sahâbî isimlerine göre alfabetik olup hadislerin tahrîci sadece kitap adlarýna göre deðil Kütüb-i Sitte’nin matbu versiyonlarýnýn hadis veya cilt ve sayfa numaralarýna göre yapýlmýþtýr. Ayný kiþiler tarafýndan hazýrlanan Fehârisü Tu¼feti’l-eþrâf adlý IV. cilt ise isnadlarda geçen bütün râvilere dair alfabetik fihristtir ve eserden istifadeyi oldukça kolaylaþtýrmaktadýr. Söz konusu fihristlerin V ve VI. ciltleri ise Muhammed Abdülkadir Atâ’nýn hazýrladýðý fihristin yeniden neþridir. Muhammed Abdurrahman Tavâlibe, el-¥âfý¾ü’l-Mizzî ve’t-taÅrîc fî kitâbihî Tu¼feti’l-eþrâf bi-ma£rifeti’le¹râf adýyla eser ve müellif hakkýnda bir doktora tezi hazýrlamýþtýr (1997, Câmiatü’z-Zeytûniyye [Tunus]; ayrýca bk. bibl.). Tu¼fe ve benzeri eserler sayesinde bir hadisin hangi kaynaklarda geçtiðini tesbit etmek, bütün tariklerini görmek, rivayet kusurlarýný farketmek, bir müellifin eserine alýp hakkýnda hüküm vermediði hadislerin durumunu baþka müelliflerin kanaatlerinden öðrenmek, bir râvinin bütün rivayetlerini görmek ve Kütüb-i Sitte’nin nüshalarý arasýndaki farklarý anlamak mümkün olmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî, Tu¼fetü’l-eþrâf bi-ma£rifeti’l-e¹râf (nþr. Abdüssamed Þerefeddin), Bombay 1965-82; I, 3-6; XIII, 134; ayrýca bk. neþredenin giriþleri, I, 13, 16-18; II, 8, 19; III, 15; XII, 9; XIII, 4, 8, 20; Ýbn Hacer el-Askalânî, en-Nüketü’¾-¾ýrâf £ale’l-E¹râf (Tu¼fetü’l-eþrâf ’la birlikte nþr. Abdüssamed Þerefeddin), Bombay 1965-82, I, 5; Sehâvî, eŠ-™avßü’l-lâmi £, VIII, 176; Abdülganî b. Ýsmâil en-Nablusî, ¬eÅâßirü’l-mevârî¦ fi’ddelâle £alâ mevâ²ý£i’l-¼adî¦ (nþr. Abdullah Mahmûd M. Ömer), Beyrut 1419/1998, I, 8; el-Fihrisü’þ-þâmil: el-¥adî¦ (nþr. el-Mecmau’l-melekî), Amman 1991, II, 1287; M. Abdurrahman Tavâlibe, el-¥âfý¾ü’l-Mizzî ve’t-taÅrîc fî kitâbihî Tu¼fetü’l-eþrâf bi-ma£rifeti’l-e¹râf, Amman 1998, s. 135137, 149, 151, 183-188; Abdullah Muhammed el-Habeþî, Câmi £u’þ-þürû¼ ve’l-¼avâþî, Ebûzabî 1425/2004, I, 552; Tayyar Altýkulaç, “Hüseynî, Ebü’l-Mehâsin”, DÝA, XIX, 23; M. Yaþar Kandemir, “Etrâf”, a.e., XI, 499; a.mlf., “Moðultay b. Kýlýç”, a.e., XXX, 231.

ÿHalit Özkan

TUHFETÜ’l-HÜKKÂM ( G ‫? א‬9 )

Ebû Bekir Ýbn Âsým’ýn (ö. 829/1426) Mâlikî fýkhýna dair eseri

˜

(bk. ÝBN ÂSIM, Ebû Bekir).

TUHFETÜ’l-MUHTÂC ( [ 4 ‫? א‬9 )

Nevevî’nin Þâfiî fýkhýna dair Minhâcü’t-tâlibîn adlý eserine Ýbn Hacer el-Heytemî’nin (ö. 974/1567) yazdýðý þerh

˜

(bk. MÝNHÂCÜ’t-TÂLÝBÎN).

˜

et-TUHFETÜ’l-MÜRSELE ( ? !4 ‫? א‬9 ‫) א‬ Muhammed b. Fazlullah el-Burhânpûrî’nin (ö. 1029/1620) sûfîlerin varlýk ve mertebeleri hakkýndaki görüþlerine dair eseri.

™ —

Muhammed b. Fazlullah 952 (1545) yýlýnda Gucerât’ýn Ahmedâbâd bölgesinde doðdu. Dönemin tanýnmýþ âriflerinden olan babasýnýn yanýnda tahsile baþladý. Onun ölümünden sonra Þeyh Safiyyüddin Gucerâtî’den hýrka giydi. Hac maksadýyla gittiði Hicaz’da on iki yýl kaldý. Bu sýrada Þeyh Ali b. Hüsâmeddin Müttaký el-Hindî ile tanýþýp sohbetlerinden faydalandý. Ülkesine döndüðünde Ahmedâbâd’da müderris Vecîhüddin Alevî’nin derslerine katýldý. Malûh’a gidip Þeyh Muhammed Hýzýr et-Temîmî’nin yanýnda seyrü sülûkünü tamamladý ve ardýndan Burhânpûr’a yerleþti. Burada bir mescid ve hankah inþa ederek ilim ve irþadla meþgul olan Burhânpûrî bu þehirde vefat etti. Büyük bir Çiþtî þeyhi olarak tanýnan Burhânpûrî’nin et-Tu¼fetü’l-mürsele’nin yaný sýra Ýrþâdü’s-sâlikîn, ¥âþiyetü’l-£acîbeti’l-Lâmi£a, Vesîle ilâ lišåßi cemâli’n-nebî adlý eserleri vardýr (DMBÝ, XII, 50). Harîrîzâde’nin, onun kendisine Ahmed er-Rifâî’nin soyundan geldiðini söyleyip Rifâiyye’nin Fazliyye kolunu nisbet etmesi (Tibyân, III, vr. 32a) doðru deðildir. Tam adý et-Tu¼fetü’l-mürsele ile’nnebiyyi’l-mürsele olan eser 999 (1591) yýlýnda kaleme alýnmýþtýr. Eserde varlýk (vücûd), varlýðýn mertebeleri, vahdet-i vücûd anlayýþýnýn âyet ve hadislerden delilleri, insân-ý kâmil görüþü, vahdet-i vücûdun bâtýl yorumlarý, bu yorumlarýn çürütülmesi, bütün bu konularýn seyrü sülûkle irtibatý ele alýnýr. Burhânpûrî, vahdet-i vücûd anlayýþýný benimseyen sûfîlerin eserlerinde görüldüðü üzere varlýðýn Hak olmasý ve o varlýðýn mertebelerde taayyününü inceler. Bu baðlamda vahdet-i vücûdun en temel kabullerinden biri olan, “Varlýk Hak’týr” ifadesini izah eder. Bu ifadeyi sûfîlerin nasýl yorumladýðý, varlýðýn

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


et-TUHFETÜ’z-ZEKÝYYE

aklî, hayâlî ve hissî varlýkla iliþkisi üzerinde durduktan sonra varlýk mertebeleri bahsine geçer. Muhyiddin Ýbnü’l-Arabî’den itibaren sûfîlerin büyük önem verdiði varlýk mertebelerini sûfî müellifler üçlü, beþli, yedili tasniflerle ve istisnaî olarak kýrklý tasnifle incelemiþler, varlýðýn bu mertebelerde nasýl taayyün ettiðini ve onun gerçekte “bir” olduðunu açýklamýþlardýr. et-Tu¼fetü’l-mürsele’de varlýk mertebeleri yedili taksimle ele alýnýr. Birinci mertebe lâ-taayyün mertebesi, ikinci mertebe taayyün-i evvel, üçüncüsü taayyün-i sânî mertebesidir. Mertebe tasniflerinde ilk üç mertebe bir yanda, diðerleri bir yanda ele alýnmýþtýr. Bu durumu Burhânpûrî ilk üç mertebenin Hak mertebeleri olmasý veya yaratýlmamýþ olmasýyla açýklar. Üç mertebenin ardýndan ruhlar mertebesi, misal mertebesi ve þehâdet mertebesi gelir. Bunlar yaratýlýþ mertebeleridir. Mertebeler insân-ý kâmil mertebesiyle tamamlanýr. Mertebelerin veya taayyünün insân-ý kâmilde maksadýna ulaþmasý sûfîlerin ahlâk, seyrü sülûk bahsiyle varlýk bahsini birleþtirdikleri yerdir. Çünkü vahdet-i vücûdun ana düþüncelerinden biri varlýðýn bir amaçla insana doðru taayyün etmesidir. Bu süreç nüzûl sürecidir ve insanýn kemale ermesiyle süreç bu defa urûc ile ikmal edilir ve daire tamamlanmýþ olur. Burhânpûrî risâlesinde vahdet-i vücûdu izah için bazý örnekler vermiþtir. Bu örnekler, sýnýrlý bir derecede de olsa vahdet-i vücûdu açýklarken ayný zamanda bu konuda düþülen vehimleri ortadan kaldýrmayý amaçlar. Bu baðlamda en çok buharsu ve buz misali veya aðaç-çekirdek misali verilir. Müellif, vahdet-i vücûda delil teþkil edecek âyet ve hadislere yer vererek ilk tasavvuf kitaplarýndan beri görülen tasavvufî görüþlerin âyet ve hadislerle (iki þahit) teyidi geleneðine uymuþtur. Burhânpûrî’nin zikrettiði âyetler Allah’ýn her þeyle beraberliði, her þeyi var etmesi gibi O’nun sürekli yaratýcýlýðýný ve eþya ile birlikteliðini anlatan âyetlerdir. Hadisler de ayný mânada birleþir. Müellifin vahdet-i vücûd anlayýþýnýn, Muhyiddin Ýbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’de de görüldüðü üzere Hakk’ýn eþya ile sürekli beraberliðiyle eþ anlamda olduðu anlaþýlmaktadýr. Seyrü sülûkle ahlâk irtibatýný insân-ý kâmil üzerinden kuran Burhânpûrî nüzûl ve taayyün kavramlarýnýn mukabili olarak urûc ve tekâmül kavramýný kullanýr. Ýnsan urûcunu tamamladýðýnda varlýk onda kemaliyle taayyün eder ve en kâmil varlýk haline gelir. Müellif, Hz. Peygamber’in en kâ-

mil varlýk olmasýný bütün varlýk hakikatlerinin kendisinde taayyün etmesiyle açýklar. Ahlâkla Resûl-i Ekrem arasýnda ilgi kurarak tasavvufun baþka bir yönüne deðinir. Vahdet-i vücûd üzerinde ortaya çýkan görüþlerde dile getirilen bazý yanlýþ anlamalara yönelik eleþtirilerde bulunur. Sünnete uyarak ahlâkî kemale erdirmenin gerekliliðini vurgulayýp meseleyi tasavvufî bir gayeye baðlar. Tu¼fe önce üzerine bir þerh yazan Hasîrîzâde Elif Efendi, ardýndan Ahmet Avni Konuk ve Ýsmail Fenni Ertuðrul gibi müelliflerin atýflarýyla Tanzimat sonrasýnda ve Cumhuriyet’in ilk yýllarýnda aydýnlar tarafýndan tanýnmýþ, bu dönemde ortaya çýkan Ýbnü'l-Arabî ilgisine ve tasavvuf anlayýþýna belirli bir katký saðlamýþtýr. Bu sebeple vahdet-i vücûd etrafýnda oluþan literatür içinde kitabýn kayda deðer bir yerinin bulunduðu söylenebilir. Ýlk defa Nûreddin Râyizî tarafýndan Malayca’ya tercüme edilen eser üzerine þerhler yazýlmýþ ve çeþitli dillere çevrilmiþtir. En önemli þerhi Abdülganî en-Nablusî’nin NuÅbetü’lmesßele þer¼u’t-Tu¼feti’l-mürsele adlý kitabý olup el-Æavlü’l-metîn fî beyâni tev¼îdi’l-£ârifîn adýyla basýlmýþtýr (Kahire 1344). Ýsmail Fenni Ertuðrul, özellikle Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî adlý eserinde (Ýstanbul 1928) geniþ ölçüde bu þerhten yararlandýðý gibi Nablusî’nin þerhine atýfla risâleyi Maddiyyûn Mezhebinin Ýzmihlâli’nde (Ýstanbul 1928) serbest bir þekilde tercüme etmiþtir. Nablusî’nin þerhi Ekrem Demirli tarafýndan Âriflerin Tevhidi adýyla Türkçe’ye çevrilmiþ (Ýstanbul 2003), et-Tu¼fetü’lmürsele’nin tercümesi ayrý bir bölüm halinde verilmiþtir. Eseri Sa‘diyye tarikatý þeyhlerinden Elif Efendi el-Kelimâtü’l-mücmele fî þer¼i’t-Tu¼feti’l-mürsele adýyla Türkçe’ye çevirmiþ (Ýstanbul 1342) ve þerhetmiþtir. Eserin diðer þerhleri þunlardýr: Ýbrâhim b. Ýbrâhim el-Lekanî, el-Ašvâlü’l-celîle £ale’l-vesîle (Þerhu’t-Tu¼feti’lmürsele); Ýbrâhim b. Hasan el-Kûranî, Ýt¼âfü’z-zekî bi-þer¼i’t-Tu¼feti’l-mürsele ile’n-nebî; Abdurrahman b. Abdullah b. Hüseyin el-Baðdâdî es-Süveydî, Keþfü’l-¼ucubi’l-müsbile £an Åarâßidi’t-Tu¼feti’l-mürsele (Abdullah Muhammed elHabeþî, I, 564). Eser Abdülhâdî (John Gustaf Aguéli) tarafýndan Fransýzca’ya tercüme edilip Le traité de l’unité dit d’Ibn Arab¢ (Paris 1977) içinde yayýmlanmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Abdülganî b. Ýsmâil en-Nablusî, el-Æavlü’l-metîn fî beyâni tev¼îdi’l-£ârifîn: NuÅbetü’l-mesßele þer¼u risâleti’t-Tu¼feti’l-mürsele, Kahire, ts.

(Mektebetü ve matbaatü M. Ali Subeyh ve evlâdüh); Harîrîzâde, Tibyân, III, vr. 32a; Abdullah Muhammed el-Habeþî, Câmi £u’þ-þürû¼ ve’l-¼avâþî, Ebûzabî 1425/2004, I, 564; Mercân Efþâriyân, “Burhânpûrî”, DMBÝ, XII, 50-51.

ÿEkrem Demirli

TUHFETÜ’n-NÜZZÂR ( 8 63 ‫? א‬9 )

Ýbn Battûta’nýn (ö. 770/1368-69) Rihletü Ýbn Battûta adýyla da tanýnan seyahatnâmesi

˜ –

˜

(bk. ÝBN BATTÛTA).

et-TUHFETÜ’z-ZEKÝYYE ( ? = ‫? א‬9 ‫) א‬ Memlük Kýpçak Türkçesi sözlüðü ve dil bilgisi kitabý.

Mýsýr ve Suriye’de Türkler’in kurduðu Memlük Devleti’nde yönetici sýnýf Türk olduðundan Arap dil âlimleri bu sýnýfýn dilini öðrenmek ve öðretmek için iki dilli sözlük-dil bilgisi niteliðinde eserler kaleme almýþlardýr. Bunlarýn yaný sýra bölgede yetiþen Türk âlimleri de Araplar’a Türkçe’yi öðretmek amacýyla ayný usulle Kýpçak Türkçesi’nin söz varlýðýný ve dil bilgisi kurallarýný anlatan eserler yazmýþlardýr. Memlük Kýpçakçasý’ný ele alan en eski eser Ebû Hayyân el-Endelüsî’nin 712’de (1312) tamamladýðý Kitâbü’l-Ýdrâk li-lisâni’l-Etrâk’tir. Ýkinci önemli eser yazarý ve yazýlýþ tarihi kesin olarak bilinmeyen et-Tuhfetü’z-zekiyye fi’l-lugati’t-Türkiyye’dir. T. HalasiKun’a göre eserin müellifi, Memlük Devleti’nde kâtip olup Mýsýr ve Suriye’de görev yaptýktan sonra 1363 yýlýnda Dýmaþk’ta ölen, Ebû Hayyân’ýn Doðu Kýpçak kökenli öðrencisi Selâhaddin Halîl b. Aybeg es-Safedî’dir. Bilinen tek yazma nüshasý Beyazýt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 3092). Türk Dil Kurumu Kütüphanesi’ndeki, Kilisli Rifat (Bilge) tarafýndan istinsah edilen nüshasý da doksan bir varak olan bu yazmaya dayanmaktadýr. Türk Dil Kurumu Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloðu’nda kitap, yanlýþlýkla Þerefeddin Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf b. Yûsuf el-Endelüsî’ye nisbet edilmektedir. Müellif eserin baþlarýnda çalýþmasýný Kýpçak Türkçesi’ne dayandýrdýðýný, ancak bazan Türkmenler’in dilinden de örnekler kaydettiðini belirtmekte ve Kýpçak Türkçesi’nde kullanýlan harflerin / seslerin sayýsý hakkýnda bilgi vermektedir. Bu arada, bir yerde (vr. 2b) Ebû Hayyân el-Ende-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

359


et-TUHFETÜ’z-ZEKÝYYE

lüsî’ye göndermede bulunmaktadýr. Her iki sözlük tertip bakýmýndan birbirine benzemektedir. Ancak Kitâbü’l-Ýdrâk’in sözlük bölümünde madde baþlarý Türkçe olup karþýlýklarý Arapça’dýr; et-Tuhfe’de ise madde baþlarý Arapça’dýr, karþýlýklarý Kýpçak Türkçesi’yle veya tarihî Türkmence olarak verilmiþtir. et-Tuhfetü’z-zekkiyye ile Kitâbü’l-Ýdrâk’in dil bilgisi bölümleri büyük ölçüde örtüþmektedir (Özyetgin, s. 57). et-Tuhfetü’z-zekiyye iki bölümden oluþmaktadýr. Birinci bölüm Arapça-Türkçe sözlüktür. Burada Arapça kelimeler ebced harfleri sýrasýna göre dizilmiþ, her harfte önce isimler, ardýndan fiiller sýralanmýþtýr. Hemze kýsmýnda da isimler ebced harfleri sýrasýna dizilmiþ olmakla birlikte burada organ isimleri, at renkleri, at koþumu, yeryüzüyle ilgili kavramlar, yiyecekler gibi konu baþlýklarý yer almakta, fiillerin belirli geçmiþ zamanlarý gösterilmektedir. Sözlük de ebced harflerine göre alfabetik düzenlenmiþtir. Eserde yaklaþýk 3500 Türkçe kelime yer almaktadýr. Gramer bölümü çok kýsa olup klasik Arap dil bilgisi ayrýmýna göre Kýpçak Türkçesi’nin isim ve fiille ilgili belli baþlý konularý iþlenmiþtir. et-Tuhfetü’z-zekiyye üzerine ilk çalýþmayý 1902 yýlýnda Þemseddin Sâmi gerçekleþtirmiþtir (Daðlýoðlu, s. 40, 58; Levend, s. 98). Agâh Sýrrý Levend, Þemseddin Sâmi’nin yaptýðý tercümenin müsvedde halinde 212 sayfadan oluþtuðunu belirtir. Eseri bilim dünyasýna ilk defa Þeyyad Hamza ile ilgili bir makalesinde M. Fuad Köprülü tanýtmýþtýr (bk. bibl.). Ýlk önemli araþtýrma ise Memlük Kýpçakçasý üzerindeki çalýþmalarýyla bilinen Ananiasz Zajaczkowski’ye aittir (“Note Complementari sulla lessicorgrafia arabo-turca nell’epoca dello Stato Mamelucco”, Estratto dagli Annali del R. Istituto Superiore Orientale di Napoli, Nouva Serie, I, Roma 1940, s.

149-162). et-Tuhfetü’z-zekiyye’nin týpký basýmýný T. Halasi-Kun gerçekleþtirmiþtir (La langue des kiptchaks d’après un manuscrit arabe d’Istanbul; reproduction phototypique, Budapeþt 1942). Besim Atalay

eseri Türkçe’ye çevirerek týpký basýmýyla birlikte yayýmlamýþ (et-Tuhfetü’z-zekiyye fi’l-lugati’t-Türkiyye, Ýstanbul 1945), bu yayýn için T. Halasi-Kun önemli iki eleþtiri yazýsý yazmýþtýr (bk. bibl). Hüseyin Hüsameddin Yasar ve Abdullah Âtýf Tüzüner’in Türkçe çevirileriyle T. Halasi-Kun’un Fransýzca ve Ýngilizce çevirileri henüz neþredilmemiþtir. et-Tuhfetü’z-zekiyye’yi Özbekistan’da S. M. Muttalibov Özbekçe olarak yayýmlamýþ (Attuxfatuz Zakiyatu Fillugatit Turkiya [Turkiy Til (Kipçok Tili)

360

Xakida Hoyöb Tuxfa], Taþkent 1968), bu ya-

yýný A. Þükürli deðerlendirmiþtir (bk. bibl.). Eser üzerinde diðer bir araþtýrma E. I. Fazýlov tarafýndan yapýlmýþtýr (“Zameèanija o Rukopisi i Jazyke At Tuxfa”, Turcologica K Semidesjatiletiju akademika A. N. Kononova, Leningrad 1976). Tuhfe E. I. Fa-

zýlov ve M. T. Zijaevoj tarafýndan Rusça neþredilmiþtir (Ýzyskannyj Dar Tjurkskomu Jazyku [Grammati¸eskij, traktat XIV v. Na arabskom Jazyke], Taþkent 1978, E. I.

Fazglov ile birlikte). Bu çalýþmada eser hakkýnda geniþ bilgi verildikten sonra Rus gramercilik anlayýþýna göre eserin söz varlýðý ve dil bilgisi özellikleri ayrýntýlý biçimde incelenmiþtir. Gülhan et-Türk, et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lügati’t-Türkiyye Üzerine Bir Dil Ýncelemesi adýyla yüksek lisans tezi yapmýþtýr (2006, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). BÝBLÝYOGRAFYA :

Hikmet Turhan Daðlýoðlu, Þemsettin Sami Bey: Hayatý ve Eserleri, Ýstanbul 1934, s. 40-58; Agâh Sýrrý Levend, Þemsettin Sami, Ankara 1969, s. 98; Ali Fehmi Karamanlýoðlu, Kýpçak Türkçesi Grameri, Ankara 1994; R. Ermers, Arabic Grammars of Turkic, Leiden 1999; Türk Dil Kurumu Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloðu (haz. Müjgân Cunbur v.dðr.), Ankara 1999, s. 234; A. Melek Özyetgin, Eb† ¥ayyån: Kitåbu’l-Ýdråk li Lisåni’l-Etråk, Fiil: Tarihî Karþýlaþtýrmalý Bir Gramer ve Sözlük Denemesi, Ankara 2001, s. 57-59; Mehmed Fuad Köprülü, “Anatolische Dichter in der Seldschukenzeit, I. Þejjad Hamza”, KCs.A, I/3 (1922), s. 183-189; a.mlf., Selçukîler Devrinde Anadolu Þairleri, I: Þeyyad Hamza”, TY, I/1 (1340/1924), s. 27-33; T. Halasi-Kun, “Die mameluk-kiptchakischen Sprachstudien und die Handschriften in Stambul”, KCs.A, III/1 (1940), s. 77-83; a.mlf., “Philologica I”, DTCFD, V/1 (1947), s. 1-37; a.mlf., “Philologica II”, a.e., VII/2 (1949), s. 415-465; a.mlf., “Kipchak Philology and the Turkic Loanwords in Hungarian, I”, Archivum Eurasiae Medii Aevi, I, Lisse 1975, s. 155-210; a.mlf., “Kipchak Turkic Philology X: The At-Tuhfah and Its Author”, a.e., V (1985), s. 167-178; Besim Atalay, “Ettuhfet-üz-Zekiyye Çevirmesi’nin Tenkidi Dolayýsiyle”, DTCFD, VI (1948), s. 87-126; A. Þükürli, “Ob Uzbekskom Perevode, At-Tuxfat-uz-Zakiyya fil-Lugat-it Turkiyya”, ST, I (1970), s. 100-105; Jale Demirci, “Kýpçak Sözlükleri”, Kebîkeç, sy. 6, Ankara 1988, s.145-151; Paþa Yavuzarslan, “Türk Dilinin Sözcük Tarihi Açýsýndan Önemli Bir Eser: et-Tuhfetü’z-Zekiyye Fil-Lügati’t-Türkiyye”, TDAY Belleten 2004/I (2006), s. 153-162.

ÿPaþa Yavuzarslan

TÛL ( < À ‫) א‬

Ekvatora dik olarak geçtiði ve kutuplarý birleþtirdiði farzedilen boylam

˜

(bk. ARZ).

– ˜ –

˜

TÛL-i EMEL (bk. EMEL).

TULÇA Romanya’da tarihî bir nehir liman þehri.

— ™ —

Romanya’nýn güneydoðusunda Kuzey Dobruca’da, Tuna’nýn delta alanýna girerken ayrýldýðý üç koldan Hýzýrilyas (Sfantu Gheorghe) kolunun sað yakasýnda bir liman þehri olup bugün Tulcea adýyla bilinir. Osmanlý kaynaklarýnda Tolçý, Tulça, Tulçý þekillerinde yazýlýr. Þehir Aegyssus adýyla milâttan önce VII. yüzyýlda kuruldu. 9-19 yýllarý arasýnda bölgeye sürgün edilen Roma þairi Sulmonalý Publius Ovidius Naso’nun Epistolae ex Ponto (Karadeniz mektuplarý) adlý eserine göre ismini Carpyus Aegyssus adlý bir Daçyalý’dan almýþtýr. Tulça’nýn bulunduðu Dobruca bölgesi Augustus zamanýnda (m.ö. 27 – m.s. 14) doðrudan Roma’nýn idaresine girdi. 47’de Moesia vilâyetine baðlandý. Ýmparator Diocletianus döneminde (285-305) Tomis (Köstence, Constanta) ve Noviodunum ile (Ýsakçý, Ýsakça) birlikte Scythia Minor eyaletine katýldý. Roma Ýmparatorluðu’nun 395’te ikiye bölünmesinin ardýndan Dobruca bölgesi Aegyssus / Tulça dahil olmak üzere Doðu Roma Ýmparatorluðu’nun sýnýrlarý içinde kaldý. Bu hâkimiyet 602 yýlýndaki büyük Slav istilâsýna kadar sürdü. 681’den sonra XIV. yüzyýla kadarki karýþýk dönemde sýrasýyla Bulgarlar, Bizanslýlar, Cenevizliler ve Eflaklar burada egemenlik kurdu. 1419’da Dobruca Osmanlý topraklarý içine alýndý. Bir Tuna iskelesi þeklinde 1506’dan itibaren daha çok Tolçý adýyla Osmanlý belgelerinde geçmeye baþladý. Þehrin kaderi büyük Tuna nehrine baðlýydý. 1530 yýlýna doðru Tolçý Ýskelesi ve köyü Kanûnî Sultan Süleyman’ýn vezîriâzamý Makbul Ýbrâhim Paþa’nýn haslarýna dahildi. Silistre sancaðýnýn Hýrsova kazasýna baðlý olan Tulça bu sýrada 167 hâne, elli dokuz mücerret (bekâr), on üç bîve ile (dul) dýþarýdan gelip geçici olarak burada bulunan elli beþ hâneden ibaret nüfusa sahipti. Ayrýca iki hâne Çingene bulunuyordu. Bu rakamlara göre iskele etrafýnda meydana gelen yerleþme yerinde yaklaþýk 1500 kiþi oturuyordu. Köy halký iskele hizmetinde görevli olduðu için vergi muafiyetine sahipti. Ýskele önemli bir geçit yeriydi; çobanlýk, ýrgatlýk yapan gruplar sýkça buradan geçiyor, çoðu defa uzun süre ikamet ediyor-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TULEK…

du. Ýskelenin geliri 56.000 akçeye ulaþýyordu. II. Selim zamanýna ait bir kanunnâmede Tolça Ýskelesi ve Tolça köyü zikredilmektedir. XVII. yüzyýlda Tuna ve Karadeniz bölgelerinin önemi artýnca Tulça da ayrý bir kaza merkezi haline getirildi. Kâtib Çelebi’ye göre Tulça kadýlýðý Ýbrâil kadýlýðý gibi yevmî 150 akçelik kazalar içinde yer alýyordu. Ýdarî açýdan Silistre-Özi beylerbeyiliði çerçevesinde Silistre sancak beyiliðine baðlýydý. XIX. yüzyýlda bütün Dobruca bölgesi gibi Midhat Paþa’nýn Tuna vilâyetine dahil edildi. Kâtib Çelebi’ye göre Ýstanbul’dan Tulça’ya on dört günde ulaþýlýyordu. II. Osman 1621’de Lehistan seferi sýrasýnda buradan geçerken bir kale, bir cami ve bir hamam inþa ettirdi. 1067 (1657) yýlýnda kasabayý gören Evliya Çelebi kalenin IV. Murad döneminde 1044’te (163435) yeniden yaptýrýldýðýný bildirir (Seyahatnâme, V, 105). Ona göre Tuna kýyýsýndaki bir kaya üstünde inþa edilen kalenin içinde bir cami, bir hububat ambarý, bir cebehâne, Tuna’ya giden bir su yolu, 300 asker için yetmiþ hâne mevcuttu; Tuna istikametine yönelik halde dizilmiþ yirmi büyük top (balyemez) vardý. Evliya Çelebi muhafýzlarýn en baþta gelen görevinin bu kesimi Kazaklar’ýn akýnlarýna karþý savunmak olduðunu yazar. Hatta kalede iken bir sabah kýrk altý Rus (Kazak) þaykasýnýn çok yaklaþýp saldýrdýðýný, ancak askerlerin mukavemeti ve büyük toplarýn ateþi üzerine Karadeniz’e kaçtýðýný ifade eder. Tulça’daki iktisadî hayat ve ticaretle ilgili olarak II. Selim devrine (1566-1574) ait kanunnâmede bazý bilgiler yer alýr. Yerli mallarla komþu bölgelerden buraya gelen mallar arasýnda at, eþek, kara sýðýr, sýðýr gönü, koyun ve pastýrma, aðaç (odun), üzüm, un, tuz, balýk, yapaðý, þarap dikkati çeker. Bu mallarýn birçoðu komþu haraçgüzâr Eflak’tan (bilhassa Braila / Berâil vasýtasýyla) ve Boðdan’dan (özellikle Galati / Galaç vasýtasýyla) sevkediliyordu. Doðudan gelen mallar içinde kumaþ, incir ve deve bulunuyordu. Hem Kýrým’a hem Ýstanbul’a yakýn bir Tuna iskelesi olduðundan köle ticareti de yapýlýyordu. Tulça, Ýsakça (Sakçý) ve Maçin’le birlikte bir tür ekonomik ünite teþkil etmekteydi. Rûznâmçe defterleri bu üç iskeleyi daima bir arada zikreder (BA, KK, nr. 1772, s. 131). 1878 Berlin Kongresi kararlarý uyarýnca Kuzey Dobruca kesiminin Romanya’ya verilmesi üzerine Tulça Osmanlý idaresinden çýktý. Buradaki bir kýsým müslüman ahali Osmanlý topraklarýna göç etti. Günümüzde burasý Tulcea idarî biriminin (Ju-

det) merkezidir. 2007 yýlý resmî istatistiklerine göre Tulça þehrinin nüfusu 92.372 kiþiydi. Bunun % 91’ini Romenler teþkil ediyor, geri kalanlarý Lipovan Ruslar ve Türkler oluþturuyordu. Tulça, Romanya’nýn baþlýca balýkçýlýk merkezidir. Ayrýca balýk depolama ve konserve tesisleriyle dikkat çeker. Balýkçýlýðýn geliþmiþ olmasý balýkçýlýkla ilgili alet sanayiinin de bu þehirde toplanmasýný saðlamýþtýr. Þehirde Aziziye (Sultan Abdülaziz) Camii (1863) yanýnda (bk. AZÝZÝYE CAMÝÝ) Ortodoks katedral kilisesi, Ermeni, Rus ve Katolik kiliseleri vardýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Kâtib Çelebi, Cihannümâ (M. Guboglu, Cronici turceþti privind Tarile Române içinde), Bucureþti 1974, II, 112-113; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, V, 105-106; B. Cotovu, Ýntemeierea þi dezvoltarea oraþului Tulcea, Tulcea 1909, tür.yer.; Ahmet Akgündüz, Osmanlý Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, Ýstanbul 1994, VII, 736-738; M. Maxim, “Le régime juridique des chrétiens dans les ports roumains sous l’administration ottomane (XVI e-XVII e siècles)”, Analele Universitatii Bucuresti. Istorie, XXIX, Bucureþti 1980, s. 85-89; a.mlf., “Teritorii româneþti sub administratie otomana in secolul al XVI-lea”, Revista de Istorie, XXXVI/8, Bucureþti 1983, s. 802-817; XXXVI/9 (1983), s. 879-890; a.mlf., “Un tezaur otoman din secolul al XVI-lea descoperit la Nalbant, jud. Tulcea”, Cercetãri Numismatice, VII, Bucureþti 1996, s. 199-208; J. Hovári, “Customs Registers of Tulça, 1515-1517”, AOH, XXXVIII/ 1-2 (1984), s. 115-141.

ÿMýhaý Maxým

TULEK… ( E " À ‫) א‬

Mekke’nin fethi sýrasýnda müslüman olan Kureyþliler’i ifade eden bir terim.

˜

Sözlükte “âzat edilmiþ, serbest býrakýlmýþ” anlamýndaki talîkin çoðulu olan tuleka kelimesi, Hz. Peygamber tarafýndan Mekke’nin fethinde Kureyþliler’e hitaben söylenmesinin ardýndan terim mânasý kazanmýþtýr. Mekke’ye giren Resûl-i Ekrem kendilerine yapýlacak muameleyi endiþe ile bekleyen Mekkeliler’e, “Size ne yapacaðýmý düþünüyorsunuz?” diye sormuþ, onlar da, “Senden iyilik bekliyoruz, çünkü sen hayýrlý bir kardeþsin” cevabýný verince, “Size Yûsuf’un kardeþlerine hitap ettiði gibi hitap edeceðim” diyerek “Bugün sizler azarlanýp kýnanmayacaksýnýz; gidin, hepiniz serbestsiniz” (tuleka) buyurmuþtur (Taberî, II, 161). Tuleka kelimesinin geçtiði baþka rivayetler de vardýr. Tâif kuþatmasýnda Sakýf kabilesinin kölelerinden Ebû Bekre Nüfey‘ b. Mesrûh efendilerinden kaçýp Hz. Pey-

gamber’e sýðýnmýþ ve müslüman olmuþtu. Sahipleri kendisini geri istediklerinde Resûl-i Ekrem, “O Allah’ýn ve resulünün âzatlýsýdýr” (talîkullah ve talîku resûlillâh) demiþtir (Müsned, IV, 168, 310). Kölelikten âzat edilenler hakkýnda daha çok atîk (çoðulu uteka) kelimesi kullanýldýðý halde Resûlullah’ýn burada talîki tercih etmesi, dini uðrunda efendilerinden kaçmayý göze alan kölenin gayretini takdir anlamý taþýmaktadýr. Hz. Peygamber’in Mekkeli savaþ esirleri için tuleka, Tâif’te esir alýnan Sakýfliler için ise uteka sözünü kullanmasýndan hareketle (a.g.e., IV, 363) bazý müellifler, bu iki kelime arasýnda bir farkýn bulunduðunu ve talîkin atîke nazaran daha üstün bir mertebe ifade ettiðini söylemiþlerdir (Mecdüddin Ýbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 123). Bu yoruma göre Resûl-i Ekrem, hemþehrileri ve akrabalarý için kölelikten deðil esaretten kurtuluþu anlatan bir kelimeyi tercih etmiþ olmaktadýr. Tuleka günahkâr müminlerin âhiretteki durumunu anlatma baðlamýnda da kullanýlmýþtýr. Nitekim hiçbir sâlih amel iþlemediðinden cehennemde bir süre ceza çektikten sonra Allah tarafýndan affedilen müminler bazý rivayetlerde tuleka sýfatýyla anýlmýþtýr (Ýbn Ebû Hâtim, II, 221; Taberânî, el-Mu£cemü’l-evsa¹, IV, 52). Sahâbe tabakasý içinde tuleka ayrý bir grup olarak yer almýþtýr. Huneyn seferine gidilirken orduda ensar ve muhacirler dýþýnda tulekanýn da bulunduðu kaynaklarda özellikle belirtilmektedir (Buhârî, “Megazî”, 56; Müsned, III, 280). Ümmü Hânî’in tulekadan olmasý ve zamanýnda hicret etmemesi sebebiyle, kendisini Hz. Peygamber’le evlenmeye lâyýk görmemesi de (Tirmizî, “Tefsîr”, 33/17) tulekanýn ilk müslümanlar, muhacirler ve ensar kadar faziletli kabul edilmediðini göstermektedir. Bazý rivayetlere göre Hz. Ömer de halifeliði döneminde tulekayý diðerlerinden farklý bir muameleye tâbi tutmuþ, onlarý maaþa baðlamadýðý gibi kendilerini orduya alýp sefere çýkmaya da zorlamamýþtýr (Fâkihî, III, 74). Öte yandan müellefe-i kulûb arasýnda yer aldýðý bilinenlerin çoðu ayný zamanda tuleka kapsamýna girdiðinden iki terim birbiriyle iliþkili olup bazý kaynaklarda müellefe-i kulûbdan sayýlan tulekanýn isimlerini topluca görmek mümkündür (meselâ bk. Ýbn Hacer, VIII, 370). Yaklaþýk 2000 kiþi olduðu kaydedilen tulekanýn (Ýbn Kesîr, III, 377) önde gelenleri arasýnda Ebû Süfyân ile oðullarý Muâviye ve Yezîd, Abdurrahman b. Semüre, Safvân b. Ümeyye, Süheyl b. Amr, Hakîm b. Hizâm, Attâb b. Esîd, Hiþâm b. Velîd, Hu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

361


TULEK‌

veytĂ˝b b. AbdĂźluzzâ, Ebß’s-Senâbil b. Ba‘kek, CĂźbeyr b. Mut‘im gibi isimler yer almaktadĂ˝r. Hz. Peygamber’in Mekkeliler hakkĂ˝nda bir lutuf ve merhamet ifadesi olarak kullandýðý tuleka kelimesi sonralarĂ˝ siyasal baĂ°lamda eleĂžtirel bir anlam kazanmýÞ ve KureyĂžliler’in ResĂťl-i Ekrem’e karÞý son ana kadar direnip dßÞmanlĂ˝k ettiklerini ve Ă?slâm’ý istemeden benimsediklerini hatĂ˝rlatan bir ifadeye dĂśnßÞmßÞtĂźr. Bunlar hakkĂ˝nda ilk olumsuz kanaatler Mekke’nin fethinden kĂ˝sa bir sĂźre sonra gerçekleĂžen Huneyn Gazvesi’nde gĂśrĂźlĂźr. SavaÞýn baĂžlangĂ˝cĂ˝nda Ă?slâm ordusu baskĂ˝na uĂ°rayĂ˝p daĂ°Ă˝lĂ˝nca tulekadan olanlar da saĂ°a sola kaçýÞmýÞ, bazĂ˝larĂ˝ Ă?slâm ordusunun yenilgiye uĂ°ramasĂ˝na sevinmiĂžtir. SavaÞýn ardĂ˝ndan bir kĂ˝sĂ˝m sahâbĂŽler bunlarĂ˝n mĂźnafĂ˝klýðýna kanaat getirmiĂž, ResĂťl-i Ekrem’e onlarĂ˝n ĂśldĂźrĂźlmesini teklif etmiĂž, ancak bu teklif kabul gĂśrmemiĂžtir (MĂźslim, “Cihâdâ€?, 134; MĂźsned, III, 190, 286). Tuleka terimi, daha dar çerçevede Mekke’nin fethi sĂ˝rasĂ˝nda Ăžehrin lideri sĂ˝fatĂ˝yla tulekanĂ˝n baÞýnda yer alan EbĂť SĂźfyân’ýn soyundan gelen EmevĂŽ hânedanĂ˝nĂ˝ aĂžaĂ°Ă˝lamak amacĂ˝yla kullanĂ˝lmýÞtĂ˝r. Hz. Ali’nin Muâviye ve EbĂť SĂźfyân için kelimeyi bu baĂ°lamda kullandýðý rivayet edilmektedir. Hz. Ali, Muâviye’yi temsilen HabĂŽb b. Mesleme baĂžkanlýðýnda huzuruna gelen ßç kiĂžilik heyete Ăžiddetli tepki gĂśstermiĂž, kendilerini muhatap almaya bile deĂ°er bulmadýðýnĂ˝ sĂśylemiĂž, bu arada Muâviye hakkĂ˝nda “talĂŽk oĂ°lu talĂŽkâ€? demiĂžtir (MecdĂźddin Ă?bnß’l-EsĂŽr, el-Kâmil, III, 291). DiĂ°er bir rivayette ise Muâviye gibi çok geç mĂźslĂźman olan bir kiĂžinin halifelik makamĂ˝na geliĂžini kabullenemeyen Esved b. YezĂŽd Hz. Ă‚iĂže’ye, “GĂśrĂźyor musunuz, tulekadan birine biat ediliyorâ€? demiĂž, Hz. Ă‚iĂže de, â€œĂžaÞýrmayĂ˝n, bu Allah’ýn mĂźlkĂźdĂźr, onu dilediĂ°ine baðýÞlarâ€? cevabĂ˝nĂ˝ vermiĂžtir (Ă?bn EbĂť Ăžeybe, VII, 250). TalĂŽk kelimesi, bugĂźn de mutaassĂ˝p ÞÎa mensuplarĂ˝ tarafĂ˝ndan Muâviye ve EbĂť SĂźfyân’ý kĂśtĂźlemek için kullanĂ˝lmaktadĂ˝r. BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

MecdĂźddin Ă?bnß’l-EsĂŽr, en-Nihâye (nĂžr. Salâh b. Muhammed b. Uveyza), Beyrut 1418/1997, III, 123; a.mlf., el-Kâmil, III, 291; MĂźsned, III, 190, 280, 286; IV, 168, 310, 363; Ă?bn HiÞâm, es-SĂŽretß’n-nebeviyye, Kahire, ts. (Dârß’l-fikr), IV, 1254; Ă?bn EbĂť Ăžeybe, el-Mu½annef (nĂžr. SaĂŽd el-Lahhâm), Beyrut 1409/1989, VII, 250; VIII, 551; FâkihĂŽ, AĂ…bâru Mekke (nĂžr. AbdĂźlmelik b. Abdullah b. DehĂŽĂž), Mekke 1407/1987, III, 74; TaberĂŽ, TârĂŽĂ…, Beyrut 1407/1987, II, 161; Ă?bn EbĂť Hâtim, ÂŁĂ?lelß’l-ÂźadĂŽÂŚ (nĂžr. MuhibbĂźddin el-HatĂŽb), Beyrut 1405/1985, II, 221; TaberânĂŽ, el-MuÂŁcemß’l-kebĂŽr (nĂžr. HamdĂŽ AbdĂźlmecĂŽd es-SelefĂŽ),

362

Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-tĂźrâsi’l-ArabĂŽ), II, 347; XXIV, 413-414; a.mlf., el-MuÂŁcemß’l-evsaš (nĂžr. MahmĂťd b. Ahmed et-Tahhân), Riyad 1405/1985, IV, 52; Hâkim, el-MĂźstedrek (nĂžr. HamdĂŽ ed-DemirdâÞ Muhammed), Mekke 1420/2000, III, 1041; IV, 1341-1342; VII, 2456; Ahmed b. HĂźseyin elBeyhakĂ˝, es-SĂźnenß’l-kĂźbrâ, Haydarâbâd 135356, VII, 54; IX, 118; Ebß’l-Fidâ Ă?bn KesĂŽr, TefsĂŽrß’l-ÆurĂ&#x;âni’l-ÂŁažÎm, Beyrut 1385/1966, III, 377; Ă?bn Hacer el-AskalânĂŽ, FetÂźu’l-bârĂŽ (nĂžr. AbdĂźlazĂŽz b. Abdullah b. Bâz), Beyrut 1416/1996, VIII, 370.

ÿS. Kemal Sandýkçý

–

TULEYB b. UMEYR ( ! 4 B. 7 N )

—

EbÝ AdÎ Tuleyb b. Umeyr (Amr) b. Vehb el-KureÞÎ el-AbderÎ (Ü. 13/634)

˜

SahâbÎ.

™

Ecnâdeyn SavaÞý’nda (13/634) otuz beĂž yaÞýnda Ăžehid dßÞtßðßne gĂśre milâdĂŽ 600 yĂ˝lĂ˝ civarĂ˝nda doĂ°muĂž olmalĂ˝dĂ˝r. KureyĂž kabilesinin BenĂŽ AbdĂźddâr soyundan geldiĂ°i için AbderĂŽ nisbesiyle anĂ˝lĂ˝r. Annesi ResĂťl-i Ekrem’in halasĂ˝ Ervâ bint AbdĂźlmuttalib’dir. Tuleyb, ResĂťlullah Erkam’ýn evinde iken MĂźslĂźmanlýðý kabul etti. Annesinin yanĂ˝na giderek mĂźslĂźman olduĂ°unu sĂśyledi ve onun da Ă?slâm’a girmesini istedi. Annesi Ă?slâm’ý seçmesine ve Ăśzellikle dayĂ˝sĂ˝nĂ˝n oĂ°lunu desteklemesine çok sevindi; fakat kendisinin kĂ˝z kardeĂžleriyle birlikte daha sonra mĂźslĂźman olmayĂ˝ dßÞßndĂźklerini sĂśyledi. Tuleyb, dayĂ˝sĂ˝ Hamza’nĂ˝n da Ă?slâmiyet’i kabul ettiĂ°ini haber verip teklifinde Ă˝srar edince annesi Ă?slâmiyet’i benimsedi. ResĂťl-i Ekrem’in ĂžahsĂ˝na yĂśnelik çirkin davranýÞlara cesaretle karÞý koyan Tuleyb, bir defasĂ˝nda EbĂť Cehil’in yanĂ˝ndaki birkaç kiĂžiyle birlikte Hz. Peygamber’in yolunu kesip ona eziyet ettiklerini gĂśrĂźnce eline geçirdiĂ°i bir devenin çene kemiĂ°iyle EbĂť Cehil’in baÞýnĂ˝ yardĂ˝; bir rivayete gĂśre ise ona tokat attĂ˝. Tuleyb’in çene kemiĂ°iyle baÞýnĂ˝ yardýðý kimsenin mßÞriklerden Avf b. Sabre veya EbĂť Ă?hâb b. AzĂŽz ed-DârimĂŽ olduĂ°u da zikredilmiĂžtir. KureyĂžliler, Tuleyb’i yakalayĂ˝p baĂ°ladĂ˝larsa da dayĂ˝sĂ˝ EbĂť Leheb’in araya girmesiyle serbest bĂ˝rakĂ˝ldĂ˝. Tuleyb muhtemelen bu olaydan sonra Ă?slâm’da ilk defa mßÞrik kanĂ˝ akĂ˝tan kimse diye tanĂ˝ndĂ˝. EbĂť Leheb’in bu hadise Ăźzerine Tuleyb’i annesine Ăžikâyet ettiĂ°i, onun da, “Tuleyb’in en hayĂ˝rlĂ˝ gĂźnĂź dayĂ˝sĂ˝nĂ˝n oĂ°luna yardĂ˝m ettiĂ°i gĂźndĂźrâ€? anlamĂ˝nda bir beyitle kendisine cevap verdiĂ°i kaydedilmektedir. Zeyneb et-Tâiyye ile evlenen Tuleyb (VâkĂ˝dĂŽ, I, 344), mßÞriklerin eziyetlerinden

kurtulmak için bi‘setin altĂ˝ncĂ˝ yĂ˝lĂ˝nda gerçekleĂžen Ă?kinci HabeĂžistan hicretine katĂ˝ldĂ˝. Mekkeliler’in ResĂťl-i Ekrem ile anlaĂžtĂ˝klarĂ˝na dair çýkan asĂ˝lsĂ˝z bir haber Ăźzerine bazĂ˝ mĂźslĂźmanlarla beraber o da Mekke’ye dĂśndĂź. Daha sonra ilk muhacirlerle birlikte Medine’ye hicret etti. ResĂťlullah, Tuleyb’i Ă?kinci Akabe Biatý’nda on iki nakibden biri olan MĂźnzir b. Amr el-EnsârĂŽ ile kardeĂž ilân etti. Tuleyb Bedir Gazvesi’ne katĂ˝ldĂ˝. Kaynaklarda onun bu savaĂžta Utbe b. Gazvân’in devesine onunla nĂśbetleĂže bindikleri kaydedilir. Daha baĂžka gazvelere de iĂžtirak eden Tuleyb, BizanslĂ˝lar’a karÞý yapĂ˝lan Ecnâdeyn SavaÞý’nda Cemâziyelevvel 13’te (Temmuz 634) Ăžehid dßÞtĂź. Onun YermĂźk SavaÞý’nda (15/ 636) Ăžehid olduĂ°u da kaydedilmiĂžtir. Ă?bn Ă?shak, Tuleyb b. Umeyr’in soyunun devam etmediĂ°ini sĂśylemekte (es-SĂŽre, s. 206), bilindiĂ°i kadarĂ˝yla hadis kitaplarĂ˝nda herhangi bir rivayeti bulunmamaktadĂ˝r. BĂ?BLĂ?YOGRAFYA :

Ă?bn Ă?shak, es-SĂŽre, s. 156, 206; VâkĂ˝dĂŽ, el-Me³üzĂŽ, I, 344; Ă?bn HiÞâm, es-SĂŽre 2, I, 347; II, 5; Ă?bn Sa‘d, eš-ÂŞabaĹĄĂĽt, III, 123-124; Hâkim, el-MĂźstedrek (Atâ), III, 265-266; Ă?bn AbdĂźlber, el-Ă?st룉b, II, 227-228; Ă?bn Asâkir, TârĂŽĂ…u DĂ˝maÞť (AmrĂŽ), XV, 142-148; Ă?bnß’l-EsĂŽr, Ăœsdß’l-³übe, III, 94; ZehebĂŽ, AÂŁlâmß’n-nĂźbelâĂ&#x;, I, 315; Ă?bn Hacer, el-Ă?½âbe (BicâvĂŽ), III, 540-541; Selman BaĂžaran, “Ervâ bint AbdĂźlmuttalibâ€?, DĂ?A, XI, 317.

ÿMahmut Kavaklýoðlu

–

TULEYHA b. HUVEYLĂ?D ( B. ? N )

—

EbĂť Ă‚mir Tuleyha b. Huveylid b. Nevfel el-EsedĂŽ (Ăś. 21/642 [?] )

˜

ResĂťl-i Ekrem’in saĂ°lýðýnda peygamberlik iddiasĂ˝nda bulunanlardan biri.

™

Necid’de oturan Mudar kabilelerinden BenĂŽ Esed’in kâhin ve reislerinden olup Araplar arasĂ˝nda kahramanlýðý, savaĂž yeteneĂ°i ve ĂžairliĂ°iyle bilinirdi. AsĂ˝l adĂ˝ Talha’dĂ˝r. Peygamberlik iddiasĂ˝nda bulunduĂ°u için aĂžaĂ°Ă˝lama amacĂ˝yla Tuleyha (TalhacĂ˝k) denilmiĂžtir. Hicretin ßçßncĂź yĂ˝lĂ˝nĂ˝n (625) son aylarĂ˝nda Uyeyne b. HĂ˝sn ile birlikte Esed ve Fezâre kabilelerini ResĂťlullah’a karÞý savaĂžmaya çaĂ°Ă˝rdĂ˝ ve onlardan bĂźyĂźk bir birlik oluĂžturmayĂ˝ baĂžardĂ˝. Bunu Üðrenen Hz. Peygamber, EbĂť Seleme elMahzĂťmĂŽ kumandasĂ˝nda bir kuvveti onlarĂ˝n Ăźzerine gĂśnderdi. EbĂť Seleme, Esed kabilesine ait Katan suyuna kadar gitti, onlarla savaĂžmadan birliklerinin daĂ°Ă˝tĂ˝lmasĂ˝nĂ˝ saĂ°ladĂ˝ ve çok miktarda ganimet-

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TULEYTULA

le Medine’ye döndü (bk. KATAN SEFERÝ). Hendek Savaþý’nda Tuleyha, Kureyþliler’in safýnda Benî Esed kabilesinin sevk ve idaresini üstlendi. Bu savaþtan dört yýl sonra 9 (630) yýlýnda Esed kabilesinden bir heyetle Resûlullah’ýn yanýna gelerek Ýslâmiyet’i kabul ettiðini söyledi. Ancak Resûl-i Ekrem henüz hayatta iken irtidad edip Necid bölgesinde peygamberlik iddiasýyla ortaya çýktý. Hz. Peygamber’in Vedâ haccýndan sonra saðlýðýnýn bozulduðu dönemde peygamberlik iddiasýyla ortaya çýkan diðer yalancýlar gibi Tuleyha’nýn da siyasî nüfuzunu arttýrma hevesi, kabile taassubu ve rekabeti, peygamberin Kureyþ kabilesinden çýkmasýný hazmedememesi, ayrýca zekât vermekten kurtulma isteðiyle böyle bir iddiada bulunduðu anlaþýlmaktadýr. Resûlullah’ýn saðlýðýnda peygamberlik iddia eden son kiþidir. Resûl-i Ekrem onun üzerine Dýrâr b. Ezver el-Esedî’yi sevketti. Dýrâr, Tuleyha ile mücadele ederken Hz. Peygamber vefat etti. Tuleyha, etrafýndakilere namazdaki rükû ve secdeyi terkedip Allah’ý ayakta ve oturarak zikretmelerini emrediyordu. Ayrýca Zünnûn adýnda birinin veya Cebrâil’in kendisine vahiy getirdiðini iddia ediyor ve bazý secili sözler söylüyordu. Benî Esed’le birlikte Tay ve Gatafân kabilelerinden birçok kiþi ona tâbi oldu. Hz. Ebû Bekir, Benî Fezâre isyancýlarýyla yapýlan Zülkassa savaþýnýn ardýndan Hâlid b. Velîd’i Tuleyha üzerine sevketti, Tay kabilesi reisi Adî b. Hâtim’i de kendi kabilesine yolladý. Adî, Tay ve Cedîle kabilelerinin Tuleyha’dan ayrýlýp Hz. Ebû Bekir’e biat etmelerini saðladý. Bu iki kabileden 1000 süvari Hâlid b. Velîd’in ordusuna katýldý. Hâlid b. Velîd, Tuleyha’nýn bulunduðu Büzâha’ya doðru ilerlerken Ukkâþe b. Mihsan el-Esedî ile Sâbit b. Akrem’i keþif ve istihbarat için gönderdi. Bunlar yolda Tuleyha’nýn kardeþi Hibâl ile karþýlaþtýlar ve onu öldürdüler. Bunu duyan Tuleyha diðer kardeþi Seleme ile birlikte onlara saldýrdý; meydana gelen çarpýþmada Ukkâþe ve Sâbit þehid oldu. Hâlid b. Velîd, Tuleyha’nýn karargâhýnýn bulunduðu Büzâha mevkiine hareket etti. Hâlid’in toplam asker sayýsý 6000 kiþi idi. Fezâreoðullarý’ndan Uyeyne b. Hýsn 700 kiþi ile birlikte Tuleyha’nýn safýnda yer alýyordu. Benî Âmir gibi birçok Arap kabilesi savaþýn âkýbetini bekliyordu. Baþlayan savaþta Hâlid merkezde çarpýþtý; Tuleyha ise bir tarafa çekildi ve abâsýna bürünüp kendisine vahiy gelmesini beklediðini gösteren bir tavýr takýndý. Müslümanlar karþý tarafýn askerlerini öldürdükçe Uyeyne,

Tuleyha’yý sýkýþtýrýyordu. Aldýðý cevaplardan sonra Tuleyha’nýn bir yalancý olduðunu ilân etti. Bunun üzerine Fezâreliler savaþý býrakýp çekildiler, diðerleri de bozguna uðradýlar. Tuleyha askerlerinin kaçtýðýný görünce, “Herkes kendini kurtarsýn!” diyerek firar etti. Tuleyha, Suriye’ye gidip Gassânîler’den Cefneoðullarý’nýn yanýna sýðýndý. Hz. Ebû Bekir’in vefatýna kadar Kelb kabilesinin yanýnda kaldýðý da ileri sürülmektedir (Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 348). Büzâha savaþýndan sonra Benî Âmir, Süleym, Hevâzin, Esed ve Gatafân kabileleri Allah’a ve resulüne iman etmek, namaz kýlýp zekât vermek þartýyla biat ettiler. Hâlid kadýn ve çocuklardan da biat alýnmasýný istedi. Ýrtidad ettikleri sýrada çevreyi yakýp yýkanlar, baþkalarýnýn organlarýný kesenler, Ýslâm’a saldýranlar suçlarýna göre cezalandýrýldý. Esed ve Gatafân kabilelerinin Ýslâm’a girmesi üzerine Tuleyha da müslüman oldu. Tuleyha Hz. Ömer’in halifeliði sýrasýnda Medine’ye geldi ve ona biat etti. Hz. Ömer’in Tuleyha ile peygamberlik iddiasý hakkýndaki konuþmalarý ilgi çekicidir (Belâzürî, s. 140). Halife Tuleyha’yý önce Sa‘d b. Ebû Vakkas ile birlikte Irak cephesine gönderdi, onu iki büyük cengâverden biri olarak tanýttý, ancak kendisine yöneticilik verilmemesini emretti. Onun savaþ konusundaki tecrübelerinden istifade edildi. Özellikle Kadisiye ve Nihâvend savaþlarýnda büyük yararlýk gösterdi. Üzerlerindeki irtidad lekesini silmek için hem Tuleyha hem kabilesi Benî Esed fetihlerde büyük çaba sarfetti. Tuleyha, Celûlâ savaþýnda piyade birliklerine komuta etti. Bazý kaynaklarda, savaþ öncesinde bölgeyi incelemekle görevlendirilen Tuleyha’nýn Nihâvend savaþýnda (21/642) Nu‘mân b. Mukarrin ve Amr b. Ma‘dîkerib ez-Zübeydî ile birlikte þehid düþtüðü ve üçünün Ýsfahan’ýn bir köyünde gömülü olduðu belirtilmektedir. Bazý rivayetlerde ise Tuleyha’nýn Azerbaycan’a gönderildiði ve daha sonra kabilesi Esedoðullarý’nýn yanýnda öldüðü kaydedilmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Vâkýdî, Kitâbü’r-Ridde (nþr. Yahyâ el-Cübûrî), Beyrut 1410/1990, s. 72-103; Ýbn Sa‘d, e¹-ªabašåt, II, 50, 66, 92; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 138-140, 378; Ya‘kubî, TârîÅ, II, 129; Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), III, 253-258; Ýbn A‘sem el-Kûfî, elFütû¼, Beyrut 1979, I, 20-22; Ýbrâhim b. Muhammed el-Beyhaký, el-Me¼âsin ve’l-mesâvî (nþr. Muhammed Süveyd), Beyrut 1408/1988, s. 50-51; Ýbn Abdülber, el-Ýstî£âb, II, 773; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 343-348; a.mlf., Üsdü’l-³åbe, II, 497-498; Kelâî, el-ƒilâfetü’r-râþide ve’l-bu¹ûletü’l-Åâlide fî ¼urûbi’r-ridde (nþr. Ahmed Guneym), Kahire 1401/1981, s. 69-82; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb,

XIX, 75; Zehebî, A£lâmü’n-nübelâß, I, 316; Ýbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 321-322; Diyarbekrî, TârîÅu’l-Åamîs, Beyrut, ts., II, 205-206; Bahriye Üçok, Ýslâmdan Dönenler ve Yalancý Peygamberler (Hicrî 7.-11. Yýllar), Ankara 1967, s. 50-67; a.mlf., “Tuleyha”, ÝA, XII/2, s. 47-49; Mustafa Sâdýk erRâfiî, TârîÅu âdâbi’l-£Arab, Beyrut 1394/1974, II, 176-177; Þevký Ebû Halîl, ¥urûbü’r-ridde, Dýmaþk 1984, s. 51-55; Mustafa Fayda, Allah’ýn Kýlýcý Halid b. Velid, Ýstanbul 1992, s. 255-263; Riyâz Mustafa el-Abdullah, Mimmen £idde£u’n-nübüvve, Beyrut 1414/1994, s. 45-54; M. Salih Arý, Hz. Ebû Bekir ve Ridde Savaþlarý, Ýstanbul 1996, s. 109-114; Züheyr el-Karîb, “Mevki.atü Büzâha”, Mecelletü Külliyeti’d-da£veti’l-Ýslâmiyye, sy. 5, Trablus 1988, s. 442- 461; Ýhsan Sýdký el-Amd, “Ed.iyâ,ü’n-nübüvve fî sadri’l-Ýslâm Tuleyha b. Puveylid el-Esedî”, Dirâsât târîÅiyye, sy. 31-32, Dýmaþk 1989, s. 123-153; Ella Landau-Tasseron, “Tulayha”, EI 2 (Ýng.), X, 603.

ÿMehmet Salih Arý

– ˜ –

TULEYTILÎ (bk. SÂÝD el-ENDELÜSÎ).

TULEYTULA ( ? À N )

— ™ —

Ýspanya’da günümüzde

˜ Toledo adýyla bilinen tarihî þehir. ™ Romalýlar döneminde Toletum olan þehrin adý Arapça’ya Tuleytula (Tuleytýle) þeklinde geçmiþ, Müsta‘rib metinlerinde Tolétho, Endülüs yahudilerine ait metinlerde Toledoth olarak kaydedilmiþtir. Ýber yarýmadasýnýn merkezine yakýn bir yerde granit bir tepe üzerinde kurulan þehir, Madrid’in 71 km. güneybatýsýnda ve Tâcuh (Tajo) nehrinin bir büklümü içinde yer aldýðýndan üç taraftan bu nehirle kuþatýlan korunaklý bir mevkide bulunmaktadýr. Kuruluþu Tunç devrine kadar inen þehir milâttan sonra 193’te Roma hâkimiyetine girdi. Bu dönemde demir iþçiliði ve para basýmýyla ün kazandýðý gibi baþpiskoposluk statüsüne de kavuþmuþtu, böylece dinî hayatýn merkezi durumuna geldi. VI. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Kral Leovigild tarafýndan Vizigotlar’ýn baþþehri ilân edilince dinî hayatla birlikte siyasî hayatýn da merkezi oldu. Vizigotlar zamanýnda gerçekleþen Toledo konsilleri kilise tarihi bakýmýndan önemli bir yere sahiptir. Vizigot ve Roma kökenli asilzadelerin çoðu buraya yerleþti. Himyerî, nüfusunun kalabalýklýðý, binalarýnýn muhkemliði ve görkemi bakýmýndan þehrin bir benzerinin olmadýðýný, etrafýnýn yüksek kalelerle kuþatýldýðýný belirtirken Ýdrîsî ve Ebü’l-Fidâ stratejik konumunun mükemmelliðine, su dolaplarý

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

363


TULEYTULA

ile beslediði kanallarla sulanan bahçelere vurgu yaparlar. Yâkut el-Hamevî’ye göre Tuleytula’da elde edilen buðday ürünleri mahzenlerde yetmiþ yýl bozulmadan muhafaza edilebilmekte, ayrýca çevresinde yüksek kalitede safran üretimi de yapýlmaktaydý. Tuleytula, Endülüs Emevîleri zamanýnda orta sýnýr bölgesinin (Saðrülevsat) idarî merkeziydi. 92 (711) yýlýnda Târýk b. Ziyâd kumandasýndaki Ýslâm ordusu, Lekke vadisinde (Vâdiilekke / Rio Guadalete) Vizigot ordusunu bozguna uðratýp kýsa bir süre içerisinde Þezûne (Sedona, Medina Sidonia), Müdevver (Modavar), Karmûne (Carmona) ve Ýsticce’yi (Ecija) fethetti; Vizigot Krallýðý’nýn baþþehri Tuleytula’ya ulaþtý (93/712). Müslüman tarihçilerin þehirde ele geçirilen ganimetlere dair verdikleri bilgiler abartýlý olmakla beraber Tuleytula’nýn zenginliðine iþaret etmesi açýsýndan dikkate deðer. Bu zenginlik büyük ölçüde þehrin Vizigotlar’ýn idarî merkezi olmasýndan kaynaklanmaktaydý. Müslüman askerleri Tuleytula’ya geldiklerinde fazla bir dirençle karþýlaþmadýlar; bunun sebebi halkýn büyük bölümünün daha önce þehri terketmiþ olmasýydý. Kumandan Târýk b. Ziyâd, güvenliði saðlamak amacýyla bir miktar Berberî askeriyle birlikte civarda tecrit edilmiþ bir hayat süren yahudileri þehre yerleþtirdi. Baþlangýçta ne ile karþýlaþacaklarýný bilmediklerinden þehri terkeden hýristiyan halkýn büyük çoðunluðunun müslüman idarecilerce saðlanan can, mal ve din güvencesi karþýsýnda geri döndüðü anlaþýlmaktadýr. Ýslâm hâkimiyeti ve etkisi altýnda kalan bu Endülüs hýristiyanlarýna “kültürel olarak Araplaþanlar” anlamýnda “müsta‘rib” (Ýsp. mozarap / mozaraps) denilmiþtir. Fetihten sonra önce Ýþbîliye, ardýndan Kurtuba’nýn (Cordoba) müslüman fâtihlerce idarî merkez seçilmesi üzerine Tuleytula siyasî üstünlüðünü kaybettiyse de hýristiyanlar için dinî hayatýn merkezi olma vasfýný korudu.

lanmaktadýr. I. Hiþâm devrinde (788-796) Tuleytula’da kayda deðer bir siyasî olay meydana gelmedi. Ancak Hiþâm’dan tahtý devralan I. Hakem dönemiyle birlikte (796-822) Tuleytula, Endülüs’teki en önemli isyan merkezlerinden birine dönüþtü. Kaynaklardaki bilgilerden söz konusu isyanlarda Arap askerlerinin þehirde halkýn evlerinde kalmalarý, valilerin þehir halkýndan deðil Araplar’dan tayin edilmesi, zaman zaman fazla vergi talep edilmesi, ayrýca León Krallýðý’nýn teþvik ve destekleri gibi faktörlerin etkili olduðu tesbit edilmektedir. Tuleytula’da büyük isyanlardan ilki, 181 (797) yýlýnda müvelledler tarafýndan baþlatýldý. I. Hakem’in kumandanlarýndan, kendisi de bir müvelled olan Amrûs b. Yûsuf, Tuleytulalýlar arasýnda ikilik çýkarmak suretiyle isyanýn lideri Ubeyde b. Humeyd’i tasfiye etti. Tuleytulalýlar ikinci defa ayaklandýlar. Hakem bu defa da Amrûs’u isyaný bastýrmasý için Tuleytula’ya vali tayin etti. Amrûs, I. Hakem’in emirleri doðrultusunda Tuleytulalýlar’ýn önde gelen simalarýný ortadan kaldýrmak amacýyla kýþlada büyük bir ziyafet verdi, ziyafete katýlan davetlilerden yüzlercesinin boynunu vurdurdu. Cesetler kýþlada açýlan hendeklere doldurulduðu için bu olay kaynaklarda Hendek Vak‘asý (Vak‘atülhufre) diye anýlýr (191/ 807). Hendek Vak‘asý’ndan dolayý Hakem’e ve onun idarecilerine karþý beslenen nefret genel bir Arap düþmanlýðýna dönüþtü. 199 (815) yýlýnda meydana gelen bir

ayaklanmayý bastýrmak için I. Hakem bizzat kendisi sefere çýkmak zorunda kaldý. II. Abdurrahman döneminde 214’te (829) Tuleytulalýlar tekrar ayaklandýlar. Ýsyan, ancak 216’da (831) Muhammed b. Rüstem kumandasýnda gönderilen ordu tarafýndan bastýrýlabildi. Tuleytulalýlar ardýndan bazý küçük çaplý ayaklanma giriþimlerinde bulundularsa da 222 (837) yýlýnda II. Abdurrahman þehri tamamen itaat altýna aldý. Onun ölümüne kadar Tuleytula’da ciddi bir ayaklanma görülmedi. Muhammed b. Abdurrahman’ýn baþa geçmesinden bir süre sonra Tuleytula yeni ayaklanmalara sahne oldu. Bunlarda Müsta‘ribler belirgin þekilde yer aldý. Ýsyaný hem León Krallýðý’nýn destek ve teþviklerinin hem de Kurtuba’da meydana gelen “fedailer hareketi”nin yansýmalarýnýn etkilediði muhakkaktýr. Tuleytulalýlar 238 (852) yýlýnda topyekün bir ayaklanma baþlattýlar; Rabah Kalesi’ne (Calatrava) saldýrýp içindeki Arap nüfusunun çoðunu kýlýçtan geçirdiler. Emîr Muhammed bizzat Tuleytula üzerine sefere çýkmak zorunda kaldý. Kurtuba’da bu sefere büyük önem verildi; âsi bir þehir üzerine deðil “dârülharb”e yapýlmakta olan bir sefer gibi deðerlendirildi. Bu arada pek çok fakih ve zâhid orduya iþtirak etti. Emîr Muhammed gerçekleþtirdiði seferle Tuleytula’ya Kurtuba’nýn üstünlüðünü kabul ettirdiyse de 242’de (857) Tuleytulalýlar yeniden ayaklandýlar. Emîr Muhammed bir yýl sonra tekrar Tuleytula seferine çýktý; Tuleytula-

Tuleytula’dan bir görünüþ

Arap ve Berberî nüfusun azlýðýna raðmen Tuleytula’da fethin hemen ardýndan ciddi bir Ýslâmlaþma ve Araplaþma süreci baþladý. Siyasal tarih baðlamýnda þehirde Valiler dönemindeki (714-756) geliþmeler hakkýnda hemen hiç bilgi yoktur. Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu I. Abdurrahman’ýn Endülüs’e geçerek Vali Yûsuf b. Abdurrahman el-Fihrî karþýsýnda üstünlük saðlamasýndan sonra valinin taraftarlarýnýn Tuleytula’yý bir ayaklanma merkezi olarak seçtiklerine ve bu giriþimlerden bir ikisinin þehir halký tarafýndan da desteklendiðine iþaret eden haberlere rast364

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TULEYTULA

lýlar eman istemek zorunda kaldýlar. Fakat çok geçmeden León Krallýðý’nýn saðladýðý destekle tekrar merkezî idareyle baðlarýný kopardýlar. Bu sýrada idarenin ülkenin baþka taraflarýndaki isyanlarla meþgul olmasýný fýrsat bilerek önce Þentemeriye (Santaver) Berberîleri, ardýndan Benî Kasî ailesi Tuleytula’ya egemen oldu (283/ 896). Benî Kasî’nin þehirdeki egemenliði 293 (906) yýlýna kadar devam etti; Tuleytulalýlar, Benî Kasî’yi þehirden sürerek idareyi kendi ellerine aldýlar. III. Abdurrahman, 318’de (930) Tuleytula’ya merkezî idareye itaatlerini saðlamak amacýyla aralarýnda fakihlerin de yer aldýðý bir heyet gönderdi. Heyetin gayretleri sonuç vermeyince þehre sýký bir muhasara uygulandý. Þehir halký birtakým güvenceler aldýktan sonra merkezî idarenin egemenliðini tanýdý (2 Aðustos 932). Tuleytulalýlar baðlýlýklarýný X. yüzyýl boyunca devam ettirdiler. Bu sürede þehir Kurtuba’dan León ve Kastilya üzerine gönderilen ordularýn en önemli üssü konumundaydý. Endülüs Emevî Devleti’nin sonlarýnda baþ gösteren iç karýþýklýklar döneminde Tuleytulalýlar, Berberîler’in desteklediði Emevî Hükümdarý Süleyman el-Müstaîn’e karþý Muhammed el-Mehdî’nin tarafýnda yer aldý. Emevî idaresinin giderek zayýflamasý ve otoritesinin Kurtuba ile sýnýrlý kalmasýyla Tuleytula’da idareyi Kadý Ebû Bekir Yaîþ b. Muhammed el-Esedî baþkanlýðýnda önde gelen þahsiyetlerden müteþekkil bir meclis üstlendi. Mecliste çýkan anlaþmazlýk yüzünden Zünnûnîler 427’de (1036) Tuleytula’ya girdiler ve burayý emirliklerinin baþþehri yaptýlar. Zünnûnî Emîri Yahyâ b. Ýsmâil el-Me’mûn’un zamaný (1043-1075) Tuleytula için X. yüzyýldan sonraki en uzun barýþ, istikrar ve refah yýllarý oldu. Bu dönemde meþhur birçok âlim ve edebiyatçý Tuleytula’ya yerleþti. Þehirde meydana gelen pek çok ayaklanmaya ve merkezî idareden kopmalara raðmen Tuleytula’da bilimsel hayat canlýlýðýný korudu. IX ve X. yüzyýllarda Tuleytula’nýn Kurtuba’dan sonra en çok âlimin yetiþtiði Sarakusta (Saragossa), Ýlbîre (Elvire), Ýþbîliye (Sevilla) gibi þehirler arasýnda yer almasý, Tuleytulalýlar’ýn Endülüs’teki ilmî canlýlýða yoðun biçimde katýldýklarýný göstermektedir. Bu yüzyýllarda yaþayýp kaynaklarda adlarý geçen onlarca Tuleytulalý âlim arasýndan Ýmam Mâlik’in öðrencilerinden Abdurrahman b. Ebû Hind ve Þebtûn b. Abdullah el-Ensârî; Mâlikîliðin Kuzey Afrika’daki en önemli temsilcisi, Sahnûn’un ders halkalarýnda yetiþmiþ Saîd b. Affân, Ömer b. Zeyd b. Abdurrah-

man; Endülüs’te fýkýh ve hadisin öncülerinden Yahyâ b. Yahyâ el-Leysî, Ýbn Habîb es-Sülemî, Muhammed b. Fîra zikredilebilir. Tuleytula kökenli âlimlerin pek çoðu Endülüs’ün diðer þehirlerindeki âlimler gibi tahsillerini geliþtirmek için Doðu’ya, özellikle Hicaz, Irak, Mýsýr ve Kayrevan’a gitmiþlerdir. Me’mûn zamanýnda ilmî ve edebî faaliyetlere destek artarak devam etti. “Endülüslü tarihçilerin sultaný” diye nitelenen Ýbn Hayyân el-Metîn’ini, yine bir tarihçi olan Ýbrâhim el-Hicârî Mi³natîsü’l-efkâr’ýný ve diðer bazý müellifler eserlerini Me’mûn adýna telif ettiler. Ortaçað’ýn en büyük astronomi bilginlerinden, Tuleytula’nýn astronomi cetvellerini hazýrlayan Ýbnü’z-Zerkale de Tuleytula’daki çalýþmalarýyla adýný duyurdu. Tuleytula’da XI. yüzyýlda astronomi aletleri yapýmýyla uðraþan bir baþka þahsiyet Ýbrâhim b. Saîd b. Vezzân’dýr. Tuleytula’da Ýslâm hâkimiyeti döneminde özellikle fýkýh, hadis ve kýraat alanlarýnda çok sayýda âlimin yetiþtiði, buna karþýlýk Doðu’da görülen kelâm tartýþmalarýnýn burada daha az ilgi gördüðü söylenebilir. Öte yandan týp, hendese, matematik bilimlerinin teþvik edildiði ve geliþme kaydettiði bir gerçektir. Tuleytula XI. yüzyýlda ünlü bazý mimarlara da ev sahipliði yaptý. Bunlardan Kaþerî diye tanýnan Feth b. Ýbrâhim, Kurtuba sarayýnda yetiþmekle birlikte Tuleytula’da iki caminin mimarý oldu. Mekkede ile Vekkaþ kalelerini tamir etti. Mûsâ b. Ali ve Saâde onun çaðdaþý olan iki ünlü mimardýr. Tuleytula’da kültürel alanda dikkat çeken bir husus Arapça’nýn þehirdeki üç dinin mensuplarý tarafýndan iletiþim, bilim ve edebiyat dili olarak yaygýn biçimde kullanýlmasýdýr. Müsta‘ribler arasýnda her ne kadar Latince ibadet dili konumunu muhafaza ettiyse de günlük hayatta, hukukî metinlerde ve edebiyatta hâkim dil Arapça’ydý. Benzer bir durum yahudiler için de geçerliydi. Müvelledler ise IX. yüzyýldan itibaren hemen her alanda Arapça’yý kullanýr hale gelmiþlerdi. Bu yüzyýlýn baþýnda Girgib b. Saîd’in söylediði Arapça þiirlerle müvelledleri isyana teþvikte muvaffak olmasý Arapça’nýn þehirdeki yaygýn kullanýmý hakkýnda bir fikir vermektedir. XI. yüzyýlda Tuleytula’da önemli nesir ustalarý yetiþti. Ebü’l-Mutarrif Abdurrahman b. Sýbgun, Râþid b. Süleyman el-Lahmî, Ebû Abdullah Muhammed b. Þeref, Abdülmelik b. Gusn el-Hicârî, Ca‘fer b. Yûsuf b. Bâcî, Abdullah b. Süfyân et-Tücîbî, Zünnûnî sarayýnda hizmet veren edip ve kâtiplerdendir.

Kastilya-León kralý sýfatýyla þehri istilâ edecek olan VI. Alfonso 1071’de kardeþleriyle girdiði taht mücadelesinde yenilmesi üzerine Tuleytula’ya gelerek Zünnûnî emîrine sýðýndý. Me’mûn 467’de (1075) vefat edince Tuleytula’da Zünnûnî tahtýna genç yaþtaki torunu Yahyâ el-Kadir çýkarýldý. Tecrübesizliði yüzünden yönetimde ikilik çýkýnca Sarakusta’ya hükmeden Benî Hûd’un saldýrýlarýna cevap vermekte yetersiz kaldý, bu sebeple Kastilya-León Kralý VI. Alfonso’dan yardým istedi. Muhalif grubun talebiyle Eftasî Emîri Ömer elMütevekkil Tuleytula’ya gelip idareyi üstlendi. Ancak on aylýk bir sürenin ardýndan VI. Alfonso’nun Kadir’e destek vermek amacýyla hareket ettiðini öðrenince 1080 yýlý Nisanýnda Tuleytula’yý terketti. Yahyâ el-Kadir, Tuleytulalýlar’ýn çoðunun karþý çýkmasýna raðmen hýristiyan askerlerinin arasýnda 474’te (1081) þehre girdi. Abbâdî, Zîrî ve Hûdî emîrlerini baský altýna alarak yýllýk haraç ödemeye zorlayan VI. Alfonso, bu þartlarda Tuleytula’nýn istilâsýnýn zamanýnýn geldiðini düþündüðünden Kadir’i Tuleytula’da yeniden Zünnûnî tahtýna oturttuktan sonra þehrin mukavemet gücünü kýrdý. 1081 yýlýndan itibaren þehri sýký muhasara altýna aldý. Bu sýrada þehirdekiler ikiye bölündü. Bir grup, Murâbýtlar’dan gelecek yardýmýn beklentisi içerisinde hýristiyanlarla anlaþma yapmaya karþý çýkýyordu. Diðer grup ise anlaþma ile hýristiyanlara tâbi olma taraftarýydý. Yahyâ el-Kadir þehri teslim etmek için VI. Alfonso ile gizli bir antlaþma yaptý (478/1085). Buna göre þehirde kalacak müslümanlar can ve mal güvenliðine sahip olacaklar, kendi kadýlarýnýn baþkanlýðýnda cemaat içi iþlerde dinî hukuklarýný uygulayacaklardý. Kralýn taahhütlerine raðmen baþta servet sahipleri ve eðitimli kesim olmak üzere Tuleytulalý müslümanlarýn büyük bölümü þehri terkederek müslüman idaresi altýndaki diðer Endülüs þehirlerine göç etti. Nisbeten daha küçük bir cemaatin krala güvenip Tuleytula’da kaldýðý muhakkaktýr. Bunlar genelde zanaatkâr ve iþçilerden ibaretti. Hýristiyan hâkimiyeti altýnda kalan müslümanlar “müdeccen” (Ýsp. mudejares) olarak bilinir. Hýristiyan Ýspanya’da ilk müdeccen topluluðu Tuleytula’nýn iþgali neticesinde ortaya çýkmýþtýr. Tuleytula’nýn düþmesi VI. Alfonso’yu “reconquista”yý (yeniden fetih) ilerletme konusunda cesaretlendirdi. Tuleytula’nýn ardýndan daha güneydeki topraklara saldýrýlar düzenlemeye baþladýðý gibi mülûkü’ttavâif üzerindeki baskýsýný da arttýrdý. Bu duruma son vermek amacýyla büyük bir

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

365


TULEYTULA

ordunun baþýnda Maðrib’den Endülüs’e geçen Murâbýtlar, 1086’da Zellâka savaþýnda Kastilya ordusunu aðýr bir yenilgiye uðrattýlarsa da Tuleytula’yý geri alamadýlar. 1090’da ve 1108-1118 arasýnda Murâbýtlar’ýn, 1196 ve 1197’de Muvahhidler’in ayný maksatla yaptýklarý hücumlar da netice vermedi. VI. Alfonso, istilânýn ardýndan Kastilya Krallýðý’nýn siyasal ve toplumsal merkezine dönüþecek olan Tuleytula’nýn idaresini Müsta‘rib Sisnando Davidez’e teslim etti. Hýristiyan askerleri 1086’da (Ýbn Bessâm’a göre 1102’de) girdikleri ulucamiyi Virgen Maria adýyla kiliseye çevirdiler. Buna raðmen cami orijinal durumunu 1121 yýlýna kadar muhafaza etti. XIII. yüzyýl baþlarýna gelindiðinde fizikî yapýsýnda önemli bozulmalar meydana gelmiþ bulunuyordu. Papalýðýn onayý alýndýktan sonra VIII. Alfonso’nun emriyle 1226’da cami yýkýlarak katedral inþaatý baþlatýldý. Bir süre sonra diðer mescid ve camiler de kiliseye çevrildi. 1085’te istilâ edildiðinde Tuleytula uzun yýllar Vizigotlar’a baþkentlik etmesine raðmen bir Ýslâm þehri karakterini taþýmaktaydý. Bu durum, müslümanlarýn geliþiyle þehrin fizikî yapýsýnda köklü bir deðiþimin meydana geldiðini göstermektedir. Þehir esas itibariyle üç ana bölümden oluþmaktaydý: el-Kasaba (Alcazaba), sur içi ve sur dýþý. el-Kasaba, diðer Endülüs þehirlerinde olduðu gibi en yüksek mevkide ve en iyi savunma imkânlarýna sahip olan bölümdü ve el-Hisân (Alficén) diye anýlmaktaydý. III. Abdurrahman zamanýnda inþa edildiði tahmin edilen bu kýsýmda askerlerin kaldýðý bir kýþla (Alkazar) mevcuttu. Zünnûnî Emîri Me’mûn, Tuleytula’da bir saray külliyesi inþa ettirdi. Külliye avlularý, bahçeleri ve salonlarý içine almaktaydý. Halkýn büyük bölümünün ikamet ettiði þehir merkezi dinî, kültürel, sosyal, ekonomik ve politik ihtiyaçlara cevap veren kurum ve yapýlarý bünyesinde barýndýrmaktaydý. Þehir hayatýnýn merkezi büyük ölçüde ulucami ve civarýydý. Yeni araþtýrmalarýn ortaya koyduðuna göre dikdörtgen þeklindeki caminin kýblesi Endülüs’teki ilk mescidlerde olduðu gibi güneydoðuya yönelikti. Kuzeye doðru uzanan bir avlusu mevcuttu. Kurtuba, Ýþbîliye ve Gýrnata’daki ulucamiler gibi on bir sahýnlýydý; orta sahýn daha geniþ ve daha yüksekti, iç mekân 61 m. uzunluðunda, 39 m. geniþliðindeydi. Ýç tezyinat ve kemer þekli itibariyle Kurtuba Ulucamii ile benzerlik arzetmekteydi. Öte yandan þehir merkezinde birçok han ve hamam mevcuttu. Ulucaminin bitiþiðindeki bir diðer önemli yer çar-

366

þý idi. Zahireciler, kasaplar, balýkçýlar, ýtriyatçýlar, demirciler, bakýrcýlar, çanak çömlekçiler, seramikçiler, dülgerler, boyacýlar, sarraflar vb. meslek erbabý genelde burada yer alýrdý. Yahudi mahallesinde nisbeten daha küçük bir çarþý mevcuttu. Þehirde lüks ticarî mallarýn depolandýðý ve müþteriye arzedildiði bir “kaysâriyye”nin varlýðý da muhakkaktýr. Kenar mahallelerin en meþhuru Bâbüssekra adýný taþýmaktaydý. Kalabalýk nüfusuyla, çarþýsýyla ve diðer mimari unsurlarýyla yahudi mahallesi dikkat çeken yerleþim birimleri arasýnda yer alýyordu. Þehrin etrafýnda baþka önemli yerler de vardý. Bunlardan biri, gerek sefere çýkacak askerî birliklerin toplandýðý gerekse bayram ve cenaze namazlarýnýn kýlýndýðý Musârra adlý mekândý. Burasý Yahyâ el-Me’mûn’un Tâcuh nehri kýyýsýndaki yazlýk sarayýnýn yakýnýndaydý. Þehirde XII. yüzyýl baþlarýnda çok az müdeccen vardý ve muhtemelen bunlarýn 1500 yýlýna kadar bir iki mescidi kullanmalarýna izin verilmiþti. Tuleytula ve civarýnda nüfusun en kalabalýk kesimini müsta‘ribler teþkil etmekteydi. Zamanla Endülüs topraklarýndan gelen yeni gruplarla müsta‘riblerin nüfusu daha da arttý. Rodrigo Jimenez de Rada’ya göre Ýsticce, Þezûne, Leble (Niebla) piskoposlarý XII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Tuleytula’da bulunuyordu. Buna raðmen müslümanlardan kalan geniþ araziler hýristiyan nüfusla iskân edilirken müsta‘riblerin sayýsýnýn yetersiz kaldýðý görülmüþtür. Dolayýsýyla VI. Alfonso ile birlikte þehre giren çok sayýda Fransýz askeri de özellikle þehir merkezinde daha sonra Frank mahallesi diye anýlacak mülklere yerleþtirildi. Tuleytula’da yahudi cemaati de varlýðýný muhafaza etti. Muhtemelen bunlara þehir dýþýndan eklenenler oldu ve yahudi mahallesi önemli ölçüde geniþledi. Cemaatin mensuplarý eski

zanaatlarýný ve tefeciliklerini sürdürdüler. Bu arada Kastilya sarayýnda hekimlik, vergi tahsildarlýðý ve mütercimlik gibi önemli görevler elde ettiler. Her ne kadar istilâ sonrasýnda baþlangýçta müslümanlardan kalan arazilere en çok müsta‘ribler yerleþtirildiyse de zamanla Tuleytula Kilisesi’nin ve idarecilerin geniþ mülkler elde etme gayretleri sonucu bunlarýn çoðu mülklerini kaybetti. Tuleytula’da Endülüs’teki medenî ve kültürel geliþmelere vâkýf müdeccenler, müsta‘ribler ve yahudilerden oluþan çoðulcu bir nüfus yapýsýnýn, ayrýca Ýslâmî eserler ihtiva eden kütüphanelerin varlýðý, bu þehri XII ve XIII. yüzyýllarda Avrupa’nýn çeþitli ülkelerinden araþtýrmacýlar için bir merkez haline dönüþtürdü. Esasen XII. yüzyýlda bilimin Tuleytula’da olduðu Avrupa’nýn her yanýnda genel bir kanaat olarak yayýlmýþ bulunuyordu. Bunun sonucunda þehirde Ýslâm biliminin ürünlerini Batý dillerine nakletme amaçlý kapsamlý bir tercüme projesi uygulamaya konuldu. Fârâbî’nin ݼ½âßü’l-£ulûm’unu kullanan Gerard de Cremone ve Dominicus Gundissalinus ile tercümeler týptan felsefeye kadar çok sayýda eseri kapsadý. Aristo felsefesi Ýbn Sînâ, Gazzâlî ve Ýbn Cebirol gibi müelliflerin Neo-Platonik eðilimleri doðrultusunda yeniden özetlendi ve yorumlandý. Tuleytula, Arap biliminin elde edilebileceði doðal mekân olarak kabul edilmekteydi. Tuleytula’ya seyahati hakkýnda geniþ bilgi veren Morleyli Daniel ilim tahsili için önce Paris’e gitmiþti. Fakat burada aradýðýný bulamayýnca düþ kýrýklýðýna uðradý. Ýlmin Araplar’da olduðunu öðrenince Tuleytula’ya geçti. Johannes Hispalensis tarafýndan çevirilen eserlerin listesi o dönemdeki çabalarýn büyüklüðü hakkýnda bir fikir verebilir. Eskiden hýristiyan olan bu yahudi çevirmeni

Alkazar – Tuleytula (Toledo) / Ýspanya

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TULEYTULA

aritmetik, astronomi, astroloji, týp ve felsefe alanlarýnda yaklaþýk yirmi eseri Arapça’dan Latince’ye tercüme etti. Ayný kiþi ilk defa en az yedi felsefî eseri Latince’ye kazandýrdý; Ya‘kub b. Ýshak el-Kindî, Fârâbî ve Gazzâlî’nin eserleri de bu tercümeler arasýndaydý. Tuleytula’da gerçekleþtirilen bu çalýþmalarýn Batý’da modern bilimin ve bilimsel düþüncenin geliþmesine önemli katký saðladýðý bilim tarihi araþtýrmalarýnýn ortaya koyduðu bir gerçektir. Tercüme faaliyetleri týp, matematik, hendese, astronomi vb. alanlardaki eserlerle sýnýrlý kalmadý. Ýslâm’a karþý Ýslâm kaynaklarýndan yararlanarak reddiyeler hazýrlamak amacýyla 1139’da Tuleytula’ya gelen Cluny rahibi Peter El Venerable’nin teþvik ve himayesiyle bazý dinî metinler Latince’ye çevirildi. Bu suretle misyoner rahiplerinin kullanabileceði yedi eserden müteþekkil Toledo Külliyatý / Toledo Koleksiyonu (Corpus Toletanum / Colectio Toletana) ortaya çýkmýþ oldu. Endülüs medeniyetinin temsilcisi müdeccenlerin Tuleytula’daki varlýðý tercüme faaliyetlerinden baþka mimari alanda þehre önemli katkýlar saðladý. XII, XIII ve az da olsa XIV. yüzyýlda birçok köþk, kilise ve manastýr müslüman ustalar tarafýndan inþa edildiðinden müdeccen sanatýnýn örnekleri olarak temayüz etti. Müsta‘rib ustalarýn yaptýðý eserlerde de ayný üslûp hâkimdi. Tuleytula’da müdeccen, müsta‘rib ve yahudi cemaatleri XIII. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren þehirde Cluny rahipleri ve Franklar’ýn etkisiyle aðýrlýðýný gittikçe daha fazla hissettiren “Haçlý ruhu” yüzünden tedrîcî þekilde tasfiye edilmeye baþlandý. 1485’te Tuleytula Engizisyon Mahkemesi’nin kurulmasýnýn ardýndan 1492’de Ýspanya’daki diðer yahudilerle birlikte Tuleytula yahudileri de ülkeden sürüldü. Bütün bu geliþmelere raðmen þehirde Endülüs’e ait izler tamamen yok edilmiþ deðildi. Nitekim XV. yüzyýlda Talavera (Talabîre) piskoposu mücevherat, süs ve kozmetiðe dair eþyanýn adlarýný ancak Ýspanyolca’ya geçmiþ Arapça kelimeleri kullanarak sayabilmekteydi. 1519’da V. Karlos’un (Carlos) imparatorluk tahtýna oturmasýyla Tuleytula bir imparatorluk baþþehrine dönüþtü ve bu konumunu 1561 yýlýnda baþkentin Madrid’e nakline kadar sürdürdü. Baþkentlikten çýkmasýna raðmen dünyaca ünlü sanatçýlar için cazibe merkezi olmaya devam etti. Resim sanatýnýn büyük ustalarýndan El Greco dünyaca ünlü tablolarýndan bazýlarýný burada hazýrladý. XVII. yüz-

yýlda hem baþkentlikten çýkmasýnýn hem de iddialý olduðu tekstil sektöründe meydana gelen kriz neticesinde nüfusunun önemli bir kýsmýný yitirdi. XX. yüzyýlda demiryolunun geliþiyle þehir hayatýnda yeniden bir canlanma gözlendi. Özellikle 1982’den itibaren yeni idarî yapýlanma çerçevesinde Castilla la Mancha eyaletinin merkezi olmasýndan itibaren ekonomik ve sosyokültürel açýdan canlandý. 2010 yýlý itibariyle þehrin nüfusu 80.000’i aþmýþtý. Tuleytula’da müdeccen sanatýnýn izlerini taþýyan birçok mimari yapý kýsmen veya tamamen zamanýmýza ulaþmýþtýr. Müdeccen üslûbu günümüz Toledo’sunda bazý yeni mimari eserlere ilham kaynaðý olmaya devam etmektedir. Bunun en çarpýcý örneði, Toledo Tren Ýstasyonu binasýdýr. Öte yandan Toledo’da Ýslâmî dönemin Tuleytula’sýnda Dýmaþk kökenli süslü metal iþleme zanaatý “damascino” adý altýnda yeniden hayat bulmuþtur. Tuleytulalý ustalarýn kýlýçlar üzerinde yaptýðý ince iþlemeler eskiden beri ünlüdür. Þehirde geçmiþteki silâh yapýmcýlýðý günümüzde de modern ve büyük bir silâh fabrikasýyla sürdürülmektedir. Bütün bu özellikleri yanýnda Ortaçað’da üç semavî dinin bir arada yaþamasýna imkân tanýyan ve bunu mimari eserlere yansýtan tarihî dokusu göz önünde bulundurularak Toledo 1987’de dünya kültür mirasý kapsamýna dahil edilmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Muhammed b. Hâris el-Huþenî, AÅbârü’l-fušahâß ve’l-mu¼addi¦în (nþr. M. L. Ávila – L. Molina), Madrid 1992, bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Kutýyye, TârîÅu iftitâ¼i’l-Endelüs (nþr. Ýbrâhim el-Ebyârî), Kahire 1402/1982, s. 29, 31, 33, 35, 51 vd., 6467, 101, 124; Ýbn Hayyân, el-Muštebes, tür.yer.; a.e. V (nþr. P. Chalmeta Gendrón – F. Corriente), Madrid 1979, bk. Ýndeks; a.e. (nþr. Ýsmâil el-Arabî), Maðrib 1411/1990, bk. Ýndeks; Ebû Ubeyd elBekrî, Co³râfiyyetü’l-Endelüs ve Ûrûbbâ (nþr. Abdurrahman Ali el-Haccî), Beyrut 1387/1968, s. 62, 86-89, 95, 110-111, 135; Ýbnü’l-Kerdebûs,

TârîÅu’l-Endelüs (nþr. Ahmed Muhtâr el-Abbâdî), Madrid 1971, bk. Ýndeks; Ýbn Bessâm eþ-Þenterînî, e×-¬aÅîre, I/3, s. 702, 942; III/1, s. 16, 246, 249, 272, 279; III/2, s. 615, 643; Yâkut el-Hamevî, Mu£cemü’l-büldân, Beyrut 1979, IV, 39-40; Ýbn Saîd el-Maðribî, el-Mu³rib, I-II, bk. Ýndeks; Ýbn Ýzârî, el-Beyânü’l-mu³rib, IV, tür.yer.; Ýbnü’lHatîb, el-ݼâ¹a, II, 47, 133, 416; IV, 101-102, 274, 340, 350, 372; a.mlf., TârîÅu Ýsbâniyyeti’lÝslâmiyye: A£mâlü’l-a£lâm (nþr. E. Lévi-Provençal), Beyrut 1956, bk. Ýndeks; Ýbn Abdülmün‘im elHimyerî, er-Rav²ü’l-mi £¹âr (nþr. E. Lévi-Provençal), Kahire 1983, s. 130-135; Makkarî, Nef¼u’¹¹îb, I, 161-162, 206-207, 528-529; IV, 352-354, 447-448; M. Abdullah Ýnân, Düvelü’l-Ýslâm fi’l-Endelüs: Düvelü’¹-¹avâßif, Kahire 1969, bk. Fihrist; P. León Tello, Judios de Toledo, Madrid 1979, I-II; R. Martinez Caviro, Mudéjar toledano. Palacios y conventos, Madrid 1980; J.-P. Molenat, “Les musulmans de Tolède aux XIV e et XV e siècles”, Mélanges Jean Gautier-Dalche, Nice 1983, s. 175-190; a.mlf., “Quartiers et communautés à Tolède (XII e-XV e siècles)”, En la España Medieval, XII, Madrid 1989, s. 163-189; a.mlf. – J. Passini,

Toledo a finales del Edad Media I: El Barrio de los Canónigos, Toledo 1995; D. Wasserstein, The Rise and Fall of the Party-Kings: Politics and Society in Islamic Spain 1002-1086, Princeton 1985; a.mlf., The Caliphate in the West: An Islamic Political Institution in the Iberian Peninsula, Oxford 1993; J. P. Martín-Cleto, Historia de Tulaytula (711-1085), Toledo 1985; Seyyid Abdülazîz Sâlim, Fî TârîÅi ve ¼aŠârati’l-Endelüs, Ýskenderiye 1985, s. 57-59; Abdülmecîd en-Na‘naî, el-Ýslâm fî ªuley¹ula, Beyrut, ts. (Dârü’n-nehdati’l-Arabiyye); C. Delgado Valero, “Noticias sobre Toledo summistradas por los geographos musulmanes”, En la España medieval, Madrid 1986, I, 299-312; a.mlf., Toledo Islámico: Ciudad, arte e historia, Toledo 1987; a.mlf., Regreso a Tulaytula: Guía del Toledo Islámico, Mancha 1999; É. Lévi-Provencal, España Musulmana, Madrid 1987, Ýndeks; a.mlf. – [J. P. Molénat], “Tulaytula”, EI 2 (Ýng.), X, 604-607; B. P. Maldonado, Arte Toledano: Islámico y mudéjar, Madrid 1988; Mj. Rubiera Mata, “Un insólito cave de conversas musulmanas al cristianismo: las princesas toledanas del siglo XI”, Las mujeres en el cristianismo medieval, Madrid 1989, s. 341-347; Tolède XII’-XIIV s (ed. L. Cardaillac), Paris 1991; M. Fierro, “El proceso contra Ibn Hatim al-Tulaytulý (años 457/1064-464/1072)”, Etudios Onomás-

tico-Bigoráficos de al-Andalus (ed. M. Marin – H. de Felipe), Madrid 1994, VI, 187-215; Lynet-

Tuleytula’da el-Kantara Köprüsü

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

367


TULEYTULA te M. F. Bosch, Art, Liturgy and Legend in Renaissance Toledo, Pennsylvania 2000; J. Chabás – B. R. Goldstenin, The Alfonsine Tables of Toledo, The Netherland 2003; L. Martz, A Network of Converso Families in Early Modern Toledo, Michigan 2006; E. Tercs, “Le développement de la civilisation arabe a Tolède”, CT, XVIII (1970), s. 7386; Chr. Ewert, “Die Moschee am Bab al-Mardum in Toledo”, Madrider Mitteilungen, XVIII, Heidelberg 1977, s. 287-354; Mehmet Özdemir, “Ýspanya Tarihinde Doðululaþma ve Batýlýlaþma Tartýþmalarý: Tuleytula Örneði”, Ýslâmiyât, VII/3, Ankara 2004, s. 11-30.

ÿMehmet Özdemir

TULÛ-i ÝSLÂM HAREKETÝ

Hindistan’da Kur’âniyyûn ekolünün Muhammed Eslem Cerâcpûrî ve talebesi Gulâm Ahmed Pervîz tarafýndan oluþturulan en etkili kolu

˜ –

˜

(bk. KUR’ÂNÝYYÛN; PERVÎZ, Gulâm Ahmed).

TULUM Türk halk mûsikisinde nefesli bir çalgý.

™ —

Genellikle Anadolu’nun kuzeydoðu kesiminde kullanýlan üflemeli bir halk çalgýsýdýr. Baþta Hemþin, Çamlýhemþin ve Pazar olmak üzere Rize ve Artvin çevresi tulumun Anadolu coðrafyasý üzerinde yaygýn biçimde görüldüðü yerlerdir. Ayrýca Trabzon, Erzurum (özellikle Ýspir ilçesi), Kars, Ardahan, Bayburt ve Gümüþhane’de bu çalgýya rastlanmaktadýr. Tulumun Trakya’da da varlýðý bilinir ve burada “gayda” ismiyle anýlýr. Tulum yapýmýnda daha çok oðlak, koyun, süt kuzusu gibi hayvanlarýn derisi tercih edilir ve hayvanýn büyüklüðüne göre çeþitli ebatlarda tuluma rastlanýlýr. Tulum gövde (guda), aðýzlýk ve nav adý verilen üç kýsýmdan meydana gelir. Gövde derilerin zedelenmeden bütün olarak çýkarýlmasýyla elde edilir ve bu kýsým çalgýdan ses çýkmasýný saðlayan havanýn depolanmasýna yarar. Aðýzlýk tulumu þiþirmek için kullanýlan, genelde þimþir aðacýndan bir parçadýr. Bazý yörelerde “dudula, bobiþ, lülük” adlarýyla da bilinir. Aðýzlýðýn gövdenin iç kýsmýna gelen tarafýnda havanýn ayný yoldan dýþarý çýkmasýný engelleyen bir supap sistemi bulunur. Gövde içerisinde depolanan hava bu supaptan dolayý tek yönlü olarak yalnýzca nav istikametinde yol alýr. Nav, tulumdan ses çýkmasýný saðlayan ve genelde aðýzlýkla ayný aðaçtan olan parçadýr. Þekli “L” harfini andýran navýn içerisinde, üstünde ses deliklerinin (per368

de) bulunduðu ve “analýk, çibun, sipsi” gibi adlarla anýlan yan yana iki kamýþ yer alýr. Navýn derinin iç kýsmýnda kalan tarafýnda bu kamýþlarýn içerisine yerleþtirilmiþ, yine kamýþtan yapýlan “dillik”ler bulunur. Havanýn dillikler üzerindeki kapaklara çarpmasýndan oluþan titreþimlerle çalgýdan ses elde edilir. Tulum dillikler vasýtasýyla akort edilir. Navýn geniþ olan uç kýsmýna “kepçe” denir. Geleneksel olarak sol (G), la (A) ve si (B) tonlarýnda tulumlar görülmektedir. Analýk üzerindeki deliklerin sayýsý ve bunlarýn iþlevleri bakýmýndan farklý tulum örneklerine rastlanýr. Meselâ Artvin’de iki tip tulum vardýr. Bunlarýn ilkinde analýk üzerinde bir yanda deðiþmeyen beþ, diðer yanda üç perde deliði bulunur. Ýkincisinde analýðýn bir yanýnda deðiþmeyen beþ, diðer yanýnda tek delik vardýr, bu tek delik yalnýzca dem sesi vermeye yarar. Hemþin’de çalýnan tulumlarda analýðýn her iki tarafýnda beþer perde deliði bulunur. Her perde deliðinin ezgi üretimine katkýsý göz önüne alýnýrsa Hemþin’de varlýðýný sürdüren tulum çeþidinin daha geniþ bir icra kapasitesine sahip olduðunu söylemek mümkündür. Tulum, yapýmý ve muhafazasý oldukça güç bir çalgýdýr. Önü yarýlmadan bütün halinde yüzülmüþ derinin tulum yapýlmak üzere birtakým iþlemlerden geçirilmesi gerekir. Bu iþlemler Doðu Karadeniz bölgesinde geleneksel usullere göre þöyle yapýlýr: Önce üzerinde kýllar bulunan derinin iç tarafýna mýsýr unu ve sütten oluþan bir karýþým sürülür. Hava sýcaklýðý ve nem durumuna göre üç ile beþ gün arasýnda bu þekilde bekletilen deri kýllarýný býrakmaya baþlar. Bütün kýllar temizlendikten sonra “hasýl” adý verilen, derinin bozulmadan uzun süre kalmasýný saðlayan terbiyeleme iþlemine geçilir. Deri belirli miktarlarda su, mýsýr unu, tuz, þap ve yoðurttan

Tulum

meydana gelen bir karýþýmýn içinde birkaç gün bekletilir ve iþlemin tamamlanmasýnýn ardýndan þiþirilerek asýlýr, kurumaya býrakýlýr. Kuruduktan sonra aðýzlýk ve nav takýlarak çalmaya hazýr hale getirilir. Çalgýnýn analýk ve gövde kýsýmlarýnýn özelliðini yitirmeden uzun süre dayanabilmesi için nemden ve aþýrý sýcak ortamlardan uzak tutulmasý gerekir. Uygun þartlarda muhafaza edilen ve bakýmý yapýlan bir tulumun kullaným ömrü on yýl kadardýr. Tulum yapýmcýlarýnýn ve mahallî icracýlarýnýn Karadeniz bölgesinde yoðunlaþtýðý görülür. Gür bir sesi olduðundan tulum açýk havada çalmaya elveriþli bir meydan çalgýsýdýr. Doðu Karadeniz bölümünde horon havalarý, yol havalarý, divan havalarý gibi enstrümantal ya da vokal-enstrümantal nitelikte yöresel ezgiler tulumla icra edilir ve bu çalgýya mahsus bir repertuvar oluþturur. Çift ayak, çinçiva, papilat, Seydioðlu, Hemþin, Yüksek Hemþin, Mamudoðlu, Bakoz, Rize, Samistal, Tumasoðlu, Çariþka, Kaçkar gibi horon havalarý tulumla icra edilen ezgilerden birkaçýdýr. Anadolu’nun bazý yörelerinde “tulum zurna”, “tulum düdük”, “gayda”, “guda” (Lazca), “chiboni” (Gürcüce [çiboni]) gibi isimlerle anýlan tulumun farklý coðrafyalarda ve kültürlerde birbirinden farklý þekil ve adlarla antik dönemden beri kullanýldýðý bilinmektedir. Diðer ülkelerdeki tulum benzeri çalgýlarýn en bilineni Ýskoçlar’ýn kullandýðý gaydadýr (bagpipe). Ayrýca Ýspanya’da, Fransa ve Ýran’ýn bazý bölgelerinde, Hindistan’da ve Kuzey Amerika’da örneklerine rastlanýlýr. Macaristan’da “duda”, Yunanistan’da “tsabouna”, Makedonya’da “gajde”, Bulgaristan’da “gaida”, Ermenistan’da “parakapzuk”, Gürcistan’da “gudastviri” gibi adlarla anýlýr. Kuzey Anadolu’da icra edilen tulumun Trakya bölgesi, Balkanlar ve Ýskoçya’da görülen gaydadan en önemli farký pest sesleri kontrol edebilme özelliðinin bulunmamasýdýr. Bu yönüyle tulumun gaydaya göre daha az geliþmiþ bir çalgý olduðu söylenebilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

A. Adnan Saygýn (Saygun), Rize Artvin ve Kars Havâlisi Türkü, Saz ve Oyunlarý Hakkýnda Bazý Malumat, Ýstanbul 1937, s. 20-21, 45-46; Mahmut Ragýp Gazimihal, Musýki Sözlüðü, Ýstanbul 1961, s. 257; a.mlf., Türk Nefesli Çalgýlarý (Türk Ötkü Çalgýlarý), Ankara 1975, s. 47-49; a.mlf., Türk Halk Oyunlarý Kataloðu (haz. Nail Tan – Ahmet Çakýr), Ankara 1997, II, 76; Muzaffer Sarýsözen, Türk Halk Musýkýsi Usulleri, Ankara 1962, s. 104; Halil Bedi Yönetken, Derleme Notlarý, Ýstanbul 1966, I, 71; L. Picken, Folk Musical Instruments of Turkey, London 1975, s. 528-552; Mehmet Özbek v.dðr., Türk Halk Müziði Çalgýlarý Bilgisi, Ankara 1989, s. 29; Mehmet Özbek, Türk

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TULUMBACI Halk Müziði El Kitabý I: Terimler Sözlüðü, Ankara 1998, s. 187-188; Süleyman Þenel, Trabzon Bölgesi Halk Musýkisine Giriþ, Ýstanbul 1994, s. 290-291; Özhan Öztürk, Karadeniz: Ansiklopedik Sözlük, Ýstanbul 2005, II, 1119-1121; U.-K. Reinhard, Türkiyenin Müziði (trc. Sinemis Sun), Ankara 2007, II, 74-75.

ÿEray Cömert

˜

TULUMBACI Osmanlý Devleti’nde asker veya sivil itfaiye neferi için kullanýlan unvan.

Ýtalyanca “tromba” (boru, borazan) kelimesinden gelen tulumba bir tür basit yangýn söndürme düzeneði iken zamanla onu kullanan kimselerin unvaný olmuþtur. Su pompalarýnýn XV. yüzyýlda Ýtalya’da ortaya çýktýðý ve kýsa sürede Akdeniz havzasýnda yaygýnlaþtýðý bilinmektedir. XVII. yüzyýlda Osmanlýlar’da gemilere dolan suyu tahliye eden bir tulumbacý esnafý mevcuttu. Türkçe’ye bir denizcilik terimi olarak giren tulumbacý, XVIII. yüzyýlda yangýn söndürmek için kurulan teþkilâtta suyu tahliye eden deðil ateþi söndürmek üzere taþýyýp pompalayan zümreyi niteleyen bir anlam kaymasýna uðradý; XIX. yüzyýlda ise bunun yaný sýra “külhanbeyi, býçkýn, serseri” mânasýnda da kullanýldý. Yangýnlara tulumbayla müdahale edilmesi XVI ve XVII. yüzyýllarda baþta Macaristan ve Fransa olmak üzere Avrupa’da giderek yaygýnlaþtý. Osmanlýlar’da ayný dönemde evlerde çatýya kadar uzanan merdivenlerle su dolu fýçýlar bulundurulmasý ve bunun yasakçýlar tarafýndan kontrolü gibi birtakým önlemler alýnmakta, Ýstanbul’da meydana gelen yangýnlar yeniçeri kolluklarýndaki neferler, sakalar, baltacýlar ve halk tarafýndan söndürülmekteydi. Osmanlý Devleti’nde yangýn söndürme teþkilâtýnýn kurulmasý ve tulumbanýn kullanýlmasý, XVIII. yüzyýl baþýnda donanmayla katýldýðý Venedik seferinden (1715) dönüþ-

te ihtida eden ve Fransýz asýllý bir mühendis olan Gerçek Dâvud (David) tarafýndan 1132’de (1720) gerçekleþtirildi. Temmuz 1718’deki Tüfenghâne ve ardýndan Tophane yangýnlarýnda tulumba ile yangýna müdahale eden ve hizmeti büyük takdir toplayan Gerçek Dâvud Aða’yý Sadrazam Nevþehirli Damad Ýbrâhim Paþa 1720’de Tulumbacý Ocaðý’ný (Dergâh-ý Âlî Yeniçerileri Tulumbacý Ocaðý) teþkil etmekle görevlendirdi. Dâvud Aða ölümüne kadar (1733) tulumbacýbaþýlýk vazifesini yürüttü. Þehzadebaþý semtinde Acemi Oðlanlarý Kýþlasý’na yerleþtirilen Tulumbacý Ocaðý baþlangýçta sadece altý zabit ve elli neferden müteþekkildi. Bu sebeple tamirat ve teknik iþler cebehâne, tophâne ve tüfenghâne tarafýndan yapýlýyordu. Daha sonra kýþlalarda tulumbalar için kuyular açýldýðý gibi hortum ve makinelerin tamiri için birtakým alet ve edevat alýnarak bir “kârhâne” (imalâthane / tamirhane) oluþturuldu. Önceleri ocak mevcudunun yetersizliði sebebiyle yangýna müdahale ve su tedarikinde sakalardan, yeniçeri ve cebecilerden yararlanýldý. Ardýndan “mütefennin amele” adýyla nitelikli iþçiler / ustalar istihdam edildi. Tulumbacýlar acemi oðlanlarýn saðlam ve çevik (“ayaðý koþarlý, uçarlý”) olanlarýndan seçilirdi. Yangýna müdahale esnasýnda baþlarýna üzerinde kendilerine ait numara bulunan çorba tasýna benzer bakýrdan bir miðfer (yangýn tasý) giyerlerdi. Yangýn dýþýnda günlük kýyafetleri sarýk, “kartal kanat” denilen kýrmýzý kaput ve ayakta kýrmýzý bir yemeniydi, baldýrlarý ise çýplaktý (baldýrý çýplak). Yangýna müdahale sýrasýnda yaralananlara tazminat ödenir, çalýþamayacak derecede zarar görenler ise emekli edilirdi. Tulumbacýlýk hizmeti baþlangýçta sadece Yeniçeri Ocaðý’na baðlý bir askerî birlik tarafýndan görülürken zamanla Topkapý Sarayý’nda ve Tersane’de bostancýbaþýya baðlý birer tulumbacý ocaðý kuruldu. 1724’te ocaktaki nefer sayýsý arta-

XX. yüzyýlýn baþýna ait bir kartpostalda yangýn söndürmeye giden tulumbacýlar

rak 150’ye, 1755’te 461’e ulaþtý. XVIII. yüzyýl sonlarýnda bütün devlet kurumlarýnda birer tulumbacý takýmý teþkil edilince 1804 yýlý itibariyle merkezdeki toplam sayýlarý 531’e yükseldi. Bir Fransýz / Frenk tarafýndan imal edildiði için “didon” olarak adlandýrýlan ilk tulumbalar çok hantaldý ve 120 kilodan aðýrdý. Taþýma güçlüðü sebebiyle zamanla “didon bozmasý” denilen daha hafif emmebasma tulumba modelleri geliþtirildi. Üstü açýk, resimlerle süslenmiþ boyalý bir sandýk içine yerleþtirilen düzeneðin taþýnmasýný kolaylaþtýrmak amacýyla dört sýrýk ve altýna yerle temasýný engellemek için dört adet çýkýntýlý bölüm (týrnak) eklendi. Makinenin çardak kýsmý ile tepelik ve deve boynu denilen, hortum takýlan aðzý açýkta ve su alýp veren haznesi sandýk içindeydi. Tek hazneli ilk tulumbalar yetersiz kaldýðýndan 1737’de Tulumbacýbaþý Ali Sâdýk Aða tarafýndan iki hazneli (çifte kazganlý) tulumba geliþtirildi (BA, Cevdet-Belediye, nr. 123/ 6135). Bu icat, sadece çeþme bulunan yerlerde kullanýlabilmesi ve masraflý oluþu yüzünden yaygýnlaþmadý. 1754’te Bostancý Ocaðý tulumbacýsý Mehmed Aða, uzun hortumlarýyla bahçe kuyularýndan su çekip pompalayabilen yeni bir tulumba yaptý. Ancak bu da kuyulara baðýmlýlýk sebebiyle her yangýnda kullanýlamadýðýndan mekanik özellikleri ve boyut bakýmýndan farklý türdeki geleneksel tulumbalarýn kullanýmý sürdü. Ýstanbul’un çeþitli semtlerinde yangýna müdahaleyi kolaylaþtýrmak amacýyla bostancý ocaklarýndan sonra Temmuz 1798’de humbaracý ve laðýmcý ocaklarýnda da itfaiye teþkilâtý kuruldu (BA, Cevdet-Askeriye, nr. 126/5601, 503/23623). Ayrýca küçük yangýnlara süratle müdahale için þehrin çeþitli semtlerine kolluklar konuþlandýrýlýrken deniz aþýrý yangýnlara müdahale için “ateþ kayýklarý” denen sandallara tulumbalar monte edildi (BA, A. MKT. MHM, nr. 134/70). Ýstanbul’da yangýn gözetlemek üzere ilki 1750’de inþa edilen ve Beyazýt, Galata, Vaniköy’ün arkasýnda Ýcadiye’de olmak üzere üç yangýn kulesi bulunmaktaydý. Yangýn / duman kulelerden görülmüþse gündüz bir kýrmýzý / sarý bayrak veya iki yana sepet asýlýrdý. Yangýn gece vuku bulursa kýrmýzý bir fener ve maytap yakýlarak Ýcadiye Kulesi’ne bildirilir, oradan top atýlarak bütün Ýstanbul’a duyurulurdu. Bu amaçla kulelerden davul / kös çalýndýðý dönemler de olmuþtur. Yangýn duyurulduktan sonra seraskerlik binasýnýn avlusunda bulunan Harîk Köþkü’nde yangýný gözetlemeye memur, “köþklü” (önce-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

369


TULUMBACI leri dîdebân) adý verilen nöbetçi ulaklar durumu mahalle bekçileri ve tulumbacýlara haber verirdi. Yeniçeri Ocaðý’nýn 1826’da kaldýrýlmasýnýn ardýndan Tulumbacý Ocaðý da kaldýrýldý. Týphâne olarak kullanýlmasý kararlaþtýrýlan Tulumbacýbaþý Konaðý’nda (BA, HAT, nr. 19308) ve ocakta bulunan tulumbalar seraskerliðe nakledildi (BA, Cevdet-Belediye, nr. 37/1826; Kånunnâme-i Askerî Defteri, I, 57). Kýsa süre sonra 2 Aðustos 1826’da büyük Hocapaþa yangýný çýkýnca tulumbacý ocaðýnýn ihyasý gündeme geldi. Bu sebeple yeni kurulan Asâkir-i Mansûre’ye baðlý yangýncý taburlarý teþkil edildi. Tulumbacý kelimesinin yerine “yangýncý”nýn tercih edilmesi ilkinin yeniçeriliði ve önceki dönemi hatýrlatmasýndandý. Ýtfaiye hizmetlerinin aksamadan yürütülebilmesi amacýyla yangýncýlar bir müdüriyet þeklinde yeniden teþkilâtlandýrýldý (Eylül 1827). Ayrýca dýþarýdan alýnan ustalar (hortumcu, çilingir, kancacý, baltacý, borucu vb.) tulumba kârhânesi müdürünün maiyetinde istihdam edildi. Hocapaþa yangýný tulumba teþkilâtýnýn süratle ihyasýný ve nefer sayýsýnýn arttýrýlmasýný zorunlu kýldýðýndan çýkarýlan ferman gereði Ýstanbul halký her semte, her mahalleye bir tulumba tedarik etti; böylece sonralarý çok ün kazanacak olan mahalle tulumbacýlýðý ortaya çýktý (1868). Bu tulumbalar baþlangýçta müslüman mahallelerinde mescidlere, hýristiyan mahallelerinde kiliselere kondu. Tulumba sandýðý sadece basit bir yangýn düzeneði deðil mahallenin yiðitlik, þeref ve namus sembolü telakki edilirdi. Bir mahallenin tulumbacýlarý koðuþ adý verilen bir kahvehaneyi veya büyükçe bir odayý merkez edinir, sandýk ve edevatýný buraya koyar, duvarlarýna dizlik denilen pantolonlarýný ve keçe külâhlarýný asarlardý. Bekâr tulumbacýlar genellikle toplu halde bu koðuþlarda kalýrlardý. Mahalle ihtiyar heyeti tarafýndan seçilen ve alâmet-i fârikasý deri bir kýrbaç olan birinci reis âmir konumundaydý. Birinci reis kabiliyetlerine göre sandýðýn vasýfsýz neferleri sayýlan uþaklar arasýndan ikinci reis, fenerci (yol gösterici), borucu (su fýþkýrtma aksamýndan sorumlu görevli) ve kökenci / künkçü (hortumcu, borunun hortumdan çýkmamasýný saðlamakla görevli) tayin ederdi. Tulumbacý sandýklarý kenarlarýndaki sýrýklara omuz veren dört kiþi tarafýndan taþýnýrdý; bu sebeple birbirlerine “omuzdaþ” derlerdi. Sandýðý taþýyan dört uþak bir takým teþkil ederdi ve nöbetleþe taþýnan her sandýðýn birkaç takýmlýk efradý bulunurdu. Dört takýmlýk sandýklar büyük sandýk kabul

370

edilirdi. Kendilerine mahsus bir “haaayt” ile baþlayan nâralar (meselâ Eyüp tulumbacýlarýnýn nârasý “hazret-i ziyaretli” idi) ve manilerle yangýna gidiþ, dönüþte öndeki sandýðý geçmek tulumbacýlar tarafýndan büyük bir zafer sayýlýrdý. Bu rekabet sebebiyle kavgalar eksik olmaz, bazan ölümle biten hesaplaþmalar yaþanýrdý. Beledî bir hizmetin ifasý yanýnda bir gösteri de sunan tulumbacýlarýn yangýna gidiþleri ve dönüþleri halk tarafýndan büyük ilgiyle izlenirdi. Mahalle tulumbacýlýðý gönüllü / fahrî yapýlan bir kamu hizmetiydi. Buna karþýlýk devlet tulumbacýlara birtakým vergi muafiyetleri saðlayarak bu hizmeti özendirmiþtir. Ayrýca tulumbacýlar söndürdükleri yangýnlardan bahþiþ, elbise ve kurbanlýk koyun alarak veya semtin belli yerlerinde iþportacýlýk yapma imtiyazýyla geçimlerini temin ederlerdi. Yine bayramlarda klarnet ve darbuka eþliðinde bahþiþ toplar, elbise isterlerdi. 1846’da Zaptiye Müþirliði kurulunca tulumbacýlýk teþkilâtý bu yeni birime baðlandý. Yangýnlara süratle müdahale edilebilmesi için Ýstanbul’un belli yerlerine havuzlar inþa edildi (BA, Ý. MSM, nr. 25/673). 1855’te þehremâneti kurulmakla birlikte belediye dairelerinin teþkili ve itfaiye hizmetlerinin bu yeni kuruma devri 1868’i buldu. Ayrýca yangýnlara süratli ve etkin müdahale amacýyla her mahalleye bir tulumba tedarik etme þartý getirilmesiyle mahalle tulumbacýlýðý daha da yaygýnlaþtý. Bundan dolayý halk dilinde belediye tulumba teþkilâtýna ocak / daire sandýðý, ahali tarafýndan oluþturulanlara ise mahalle sandýðý denilmeye baþlandý. 1870’teki bü-

yük Beyoðlu yangýnýndan sonra mevcut itfaiye sisteminin Avrupa standartlarýnda yeniden teþkilâtlandýrýlmasý gündeme geldi. Araþtýrmalar neticesinde en mükemmel sistemin Budapeþte’de olduðuna karar verildi; Macaristan’dan Kont Ödön Szechenyi 1871’deki ilk ziyaretinin ardýndan 1874’te uzman sýfatýyla Ýstanbul’a davet edildi. Szechenyi Paþa, ordu bünyesinde ayrý bir tabur halinde eðitilen neferlerden modern bir itfaiye bölüðü yetiþtirdi. Yangýn yerine karga tulumba gitme usulü terkedilerek iki yahut dört at koþulu tulumba arabalarý kullanýlmaya baþlandý. Zamanla Deniz Ýtfaiye Birliði’nin (Bahriye Taburu) kurulmasýyla dört tabura ulaþan ve kendilerine üniforma giydirilen itfaiye alayý ve alýnan buharlý tulumbalar itfaiye teþkilâtýnýn modernleþtirilmesinde önemli adýmlar oldu. Bu çerçevede belediye tulumba teþkilâtlarý yeniden yapýlandýrýlýrken mahalle tulumbalarý da varlýðýný sürdürdü. 1885’te tulumbacýlarýn kýyafetinde yeni bir düzenleme yapýldý. Sandýk kolu altýndaki gösteriþli kýyafetler sadeleþtirildi. Her sandýk için bir yangýn rotasý, iþ baþý üniformasý, futbol kulüplerinin oyuncularýna giydirdiði gibi bir forma belirlendi. 1889’da Tersane’de bahriye efradý ve Bahriye Nezâreti’ne baðlý müstakil bir deniz itfaiye taburu teþkil edildi. Kara itfaiye teþkilâtýnýn dört taburunun seraskerlik dairesiyle üç kýþlada (Kasýmpaþa Bahriye, Taksim ve Selimiye kýþlalarý) toplu halde bulunmasý uzak semtlerde çýkan yangýnlara müdahaleyi güçleþtirdiðinden 1908’de Meþrutiyet’in ilânýndan sonra ta-

XVIII. yüzyýla ait bir kýyafet albümünde tulumbacý eri ile yangýn söndürmeye giden tulumbacýlarýn tasvirleri (T. Klaus, Türkische Gewänder und Osmanische Gesellschaft im Achtzehnten Jarhhundert, Graz 1966, lv. 104-105)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TU‘ME

burlar bölüklere ayrýlarak semt karakollarýna daðýtýldý. 1911’de birkaç otomobille motorlu tulumbalar satýn alýndý. Balkan savaþlarý ve I. Dünya Savaþý’nda itfaiye bölüklerinin de cepheye sevki zarureti ortaya çýktý. Bu sebeple askerî itfaiye devre dýþý kalýnca yangýn söndürme görevi belediye ve mahalle sandýklarýna kaldý. Bu durum itfaiye hizmetlerinin askeriyeden belediyeye devrini gündeme getirdi. Neticede itfaiye hizmetleri 1923’te Ýstanbul valisi ve þehremini Haydar Bey zamanýnda belediyeye devredildi. Mahalle tulumbacýlýðý Aðustos 1924’te yasaklandý, atlý ve kýrbalý sakalarla birlikte tarihe karýþtý. Ýtfaiyecileri çaðdaþ meslekî teknik ve pratik bilgilerle donatmak için 1937’de Saraçhane’de bir itfaiye okulu açýldý. Tulumbacýlýk, bir yangýn söndürme iþinden ziyade özellikle Ýstanbul’da gündelik yaþamýn ve folklorun önemli unsurlarýndan biriydi. Tulumba takýmlarýnýn isimleri de ilginçti: Toygartepeliler, Çengelköy Türkleri, Hasköy Mûsevîleri, Kazlýçeþmeliler vb. Ýstanbul gençleri ve özellikle ayak takýmýndan gençler arasýnda tulumbacýlýk bir sevda halini alýnca pazý kuvveti, pençe ve koþarlý ayak iddialarý baþladý ve bir mahallenin tulumba sandýðý semt sakinlerinin yiðitlik, þeref ve namusunun timsali oldu. Sadece çevik ve gözü kara tipler olarak deðil ayný zamanda semâi, mani ve destan okumakla da ün salan tulumbacýlar XIX. yüzyýl Ýstanbul hayatýnýn önemli tiplerinden biriydi. Çoðunluðu yetimhanelerden ve bekâr odalarýndan yetiþen bu insanlar kendilerinden esirgenmiþ hayatý elde etme ideali peþinde koþar, sonuçta kaybeden de kazanan da efsaneye dönüþürdü. Tulumbacýlýk aslýnda bir tür þehir kabadayýlýðýydý. Mintanlarý, rütbe alâmetleri, kahvehane ve koðuþ muhabbetleri, keçe külâh, yalýn ayak ve dizlik fanila þahbazlýðý, pýrpýrlýðý ile zamanýn gençlerini sarmýþ bir heves halini almýþtý. Bazý tulumbacýlarýn kanunsuz iþlere karýþtýklarý, gayri ahlâkî bir hayat tarzý içinde olduklarý da belirtilmiþtir. Aralarýnda kavganýn eksik olmadýðý tulumbacýlar kendilerine has bir argo ile konuþurlardý. Çoðu edep dýþý bu tür konuþmalar tulumbacý aðzý þeklinde anýlýrdý. Genelde tulumbacý tiplemesi, ayyaþ, serseri ve küfürbaz þeklinde takdim edilirdi. Tavýrlarý ve kýyafetleriyle Ýstanbul’un en renkli zümrelerinden biri olan tulumbacýlar, Ýtalyan ressamlarý Preziosi ve Fausto Zonaro tarafýndan resmedilmiþtir. Edebiyatta ise Nâbizâde Nâzým’ýn Zehra (Ýstanbul 1954) ve Sermet Muhtar Alus’un Onikiler (Ýs-

tanbul 1999) adlý romanlarýnýn kahramanlarý yine tulumbacýlardýr.

TU‘ME ( ?4JÀ ‫) א‬

BÝBLÝYOGRAFYA :

Râþid, Târih, IV, 387-388; V, 18-20; Çelebizâde Âsým, Târih, Ýstanbul 1282, s. 255-257; Lutfî, Târih, I, 251, 282; Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ý Belediye (Ýstanbul 1330-38), Ýstanbul 1995, II, 1077-1097; III, 1119-1255; a.mlf., “Tulumbacýlar”, Ýstanbul Ýçin Þehrengiz, Ýstanbul 1991, s. 113-117; a.mlf., “Ýstanbul Ýtfaiyesi”, Ýstanbul Belediye Mecmuasý, sy. 51, Ýstanbul 1928, s. 140165; Uzunçarþýlý, Kapukulu Ocaklarý, I, 82-86; Tahir Alangu, Çalgýlý Kahvelerde Külhanbey Edebiyatý ve Numuneleri, Ýstanbul 1943; M. Halit Bayrý, Ýstanbul Folkloru, Ýstanbul 1947, s. 22-33; Ýtfaiye Tarihçesi ve Ýstatistiði 1714-1948, Ýstanbul 1948; Reþat Ekrem Koçu, Ýstanbul Tulumbacýlarý: Yangýn Var, Ýstanbul 1981; Ý. Hakký Soyyanmaz, Tulumbacýlar ve Edirne Tulumbacýlarý, Edirne 2002; Sermet Muhtar Alus, “Eski Tulumbacýlar”, YM, sy. 13 (1939), s. 27-28; Enver Behnan Þapolyo, “Tulumba Teþkilâtý: Gerçek Davut”, Ýller ve Belediyeler Dergisi, X/112, Ankara 1955, s. 101-105; Mehmet Tarcan, “Batý Devletlerinde ve Bizde Ýtfaiye Teþkilatý”, Ýdare Dergisi, sy. 279, Ankara 1962, s. 67-83; M. Herterich, “Ýtfaiye Pompalarýnýn Tarihçesi: El Tulumbasýndan Türbinli Pompaya” (trc. Þefik Okday), Mühendis ve Makina, XI/130, Ankara 1968, s. 325-331, 338; Ýhsan Birinci, “Ýtfaiye Teþkilatýmýzýn Tarihçesi”, Ýller ve Belediyeler Dergisi, sy. 277, Ankara 1968, s. 550552; a.mlf., “Tulumbacýlar”, Mesleki ve Teknik Öðretim, sy. 203, Ankara 1970, s. 22-23; A. Süheyl Ünver, “Bizde Ýlk Fennî Tulumbayý Kuran Dâvud Gerçek”, Hayat Tarih Mecmuasý, IX/2, Ýstanbul 1973, s. 8-10; Aliye Önay, “Türkiye’de Ýlk Ýtfaiye Teþkilâtý”, a.e., XIII/5 (1977), s. 63-67; Turgut Kut, “Ülkemizde Yangýn Tulumbasýný Ýlk Kez Ýmal Eden Gerçek Davud’un ve Bazý Tulumbacýlarýn Mezar Taþlarý”, TD, XXXII (1979), s. 771788; Uður Göktaþ, “Kartpostallarda Tulumbacýlar”, Ýlgi, sy. 51, Ýstanbul 1987, s. 30-32; a.mlf., “Tulumbacýlýk”, DBÝst.A, VII, 301-303; Mehmet Arslan, “Tulumbacý Nârâlarý”, Türk Dünyasý Tarih Dergisi, sy. 58, Ýstanbul 1991, s. 46-47; a.mlf., “Osmanlý Saray Þenliklerinde Tulumbacýlar”, a.e., sy. 63 (1992), s. 41-49; Mehmet Ergün, “Külhanbey-Tulumbacý Destanlarý”, Toplumsal Tarih, XV/ 86, Ýstanbul 2001, s. 4-12; Hüseyin Özgür – Sedat Azaklý, “Osmanlýda Yangýnlar ve Ýtfaiye Hizmetleri”, Gazi Üniversitesi Ýktisadi ve Ýdari Bilimler Fakültesi Dergisi, III/1, Ankara 2001, s. 153172; Erkan Tural, “Türkiye, Hollanda, Ýngiltere ve Amerika'da Modern Ýtfaiye Teþkilatýnýn Kuruluþu ve Harik (Yangýn) Nizamnameleri”, Çaðdaþ Yerel Yönetimler, XIII/1, Ankara 2004, s. 67-91; Kemalettin Kuzucu, “Széchenyi Paþa ve Osmanlý Ýtfaiyesinin Modernleþtirilmesi (1874-1922)”, Türk Kültürü Ýncelemeleri Dergisi, sy. 14, Ýstanbul 2006, s. 31-52; Abdurrahman Kýlýç, “Tulumbacý Aðzý”, Yangýn ve Güvenlik, sy. 125 (2009), s. 8-10; Cengiz Orhonlu, “Tulumbacý”, ÝA, XII/2, s. 50-54; Stefanos Yerasimos, “Tulumbadji”, EI 2 (Ýng.), X, 616; “Gerçek Davud Aða”, Ýst.A, VIII, 4287-4289; M. Sabri Koz, “Tulumbacý Destanlarý”, DBÝst.A, VII, 301.

ÿYüksel Çelik

– ˜

TUMANBAY (bk. TOMANBAY).

— ™

Ýhtiyaç sahiplerine ve devlet görevlilerine mülkiyeti devlete ait yerlerden ayrýlan tahsisat.

˜

Sözlükte “doymak” anlamýndaki ta‘m (ta‘âm) kökünden türeyen tu‘me “yiyecek

nesne, lutuf, ikram ve ziyafet” gibi anlamlara gelir. Terim olarak Hz. Peygamber’in hanýmlarýndan baþlamak suretiyle bazý ihtiyaç sahiplerine ve devlet görevlilerine devlete ait yerlerden belli miktarda gýda tahsisi yapýlmasýný ifade eder. Ýbn Abbas’ýn rivayet ettiði bir hadiste Resûl-i Ekrem’in fýtýr sadakasýný oruç tutanlarýn gereksiz ve çirkin sözlerinin bir kefâreti ve yoksullar için bir tu‘me yaptýðý belirtilmektedir (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 18; Ýbn Mâce, “Zekât”, 21). Sahâbeden Ebû Katâde’nin hac yolunda iken avladýðý yabani eþek etinden o sýrada ihramlý olanlarýn yiyip yiyemeyeceði hususu kendisine sorulduðunda Resûlullah onun Allah’ýn kendilerine yedirdiði bir tu‘me olduðunu söylemiþtir (Buhârî, “Cihâd”, 88; Müslim, “Hac”, 57). Terim anlamýyla tu‘menin ilk defa Hz. Peygamber’in Hayber arazisindeki uygulamasýnda ortaya çýktýðý söylenebilir. Burada Ketîbe denilen kale arazisinin beþte birinden ve Fedek’in yarýsýndan Resûl-i Ekrem ve yakýnlarýnýn aldýðý paylara bazý kaynaklarda tu‘me adý verilmiþtir (Ýbn Hiþâm, III, 363-364; Ýbn Þebbe, I, 211). Ancak Ali b. Muhammed el-Huzâî, Taberî’ye dayanarak 4 (625) yýlýnda ele geçirilen Nadîroðullarý yurduna deðinirken bu yerin Resûlullah’a ve ailesine ihtiyaçlarý kadar yiyecek saðlamalarý amacýyla tu‘me þeklinde verildiðini, onlarýn da bundan artaný müslümanlarýn güçlenmesi için harcadýklarýný kaydeder (TaÅrîc, s. 530, 803; ayrýca bk. Semhûdî, II, 155). Ganimet ve fey hukukuna uygun biçimde gerek Hz. Peygamber’in þahsýna kalan yerler gerekse hanýmlarýna ayrýlan paylar hayatta kaldýklarý sürece kendilerine ait olmuþ, onlardan sonra bu yerler ve elde edilen gelirler bütün müslümanlar için vakýf (sadaka) haline getirilmiþtir. Resûl-i Ekrem bir hadisinde Allah’ýn peygambere bir tu‘me vermesi durumunda bunun ondan sonra idareyi ele alanýn emri altýna gireceðini diðer bir hadiste ise kendisini kastederek nebînin býraktýðý bütün mallarýn -ehline tu‘me þeklinde yedirdikleri ve giydirdikleri hariç- sadaka kabul edildiðini ve peygamberlere mirasçý olunama-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

371


TU‘ME

yacaðýný ifade etmiþtir (Ebû Dâvûd, “Parâc”, 18-19; Müsned, I, 4). Resûlullah ve hanýmlarý da yaþadýklarý sürece en azýyla yetinip kalanýný sadaka olarak daðýtmýþlar veya cihad yolunda harcamýþlardýr. Hz. Peygamber zamanýnda tu‘melerin bazý antlaþmalarda, sosyal güvenlik çerçevesinde zaruri ihtiyaçlarýn ve özellikle gýda ihtiyaçlarýnýn karþýlanmasý yanýnda siyasal bir boyut kazandýðý da olmuþtur. Hadramut’tan bir heyetin Medine’ye gelip müslüman olmasý üzerine Resûl-i Ekrem’in o bölgenin meliki olan Vâil’e bir mektup yazdýrarak öþür ödemesi þartýyla sahip bulunduðu arazileri kendisine býrakacaðýný söylediði, heyet içinde rahatsýzlýklarý olduðu anlaþýlan Mýhves adýnda birine Hadramut’un zekât (öþür) gelirlerinden belli bir tu‘me ayýrdýðý, Mekke’nin fethinden sonra Hemdân kabilesinin temsilcisi Kays b. Mâlik’in, kabilesinin Müslümanlýðý benimsemesini saðlamasý dolayýsýyla kendisine 300 “farak”lýk (Yemen’de kullanýlan bir ölçü) bir tu‘me tahsis ettiði bilinmektedir (Ýbn Sa‘d, II, 104, 112-113). Tu‘me sadece müslümanlara mahsus deðildi. Nitekim Hz. Peygamber, Medine’de yaþayan yahudi Ureyz kabilesine her hasat mevsiminde hububat ve hurmadan tu‘me vermiþtir (Hamîdullah, el-Ve¦âßišu’ssiyâsiyye, s. 98). Tu‘me uygulamasýnýn asýl þeklini devam ettirmekle beraber siyasal amaçlar için kullanýldýðý da görülür. Muâviye b. Ebû Süfyân, kendisine biat etmesi karþýlýðýnda Mýsýr ve Maðrib’i bu eyaletlerin valisi Amr b. Âs’a tu‘me olarak býrakmýþtýr. Aralarýndaki þartnâmeye göre buralardaki askerlerin maaþlarý ve eyaletin ihtiyaçlarý karþýlandýktan sonra artan gelirler beytülmâle gönderilmeyip Amr’a ait olacaktý (Ya‘kubî, II, 197; el-Kindî, s. 31). II. Yezîd de veliahtlýktan çekilmesi için el-Cezîre bölgesini kardeþi Hiþâm’a teklif etmiþti (Ya‘kubî, III, 55). Tu‘meler mülk þeklinde yahut iþletme olarak verilen iktâlardan ayrý bir statüye sahiptir. Hayat boyunca tahsis edilen tu‘me kiþinin ölümü halinde tekrar devlete döner; iktâlarda ise onun mirasçýlarýna intikal eder. Bir yeri tu‘me þeklinde iþleyen kimsenin oranýn öþrünü vermekle mükellef tutulduðunu kaydeden Hârizmî tu‘meyi haraç divaný terimleri arasýnda zikreder (Mefâtî¼u’l-£ulûm, s. 86). Tu‘melerin bir nevi içtimaî güvence kurumu halinde önemli iþlevler yerine getirdiði söylenebilir. Kurumun bu adla ne zamana kadar devam ettiði bilinmemektedir. Osmanlýlar döneminde bazý kiþilere maaþlarý yanýnda arpalýk adýyla verilen tahsi372

sat mahiyetleri itibariyle tu‘meye benzetilebilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Müsned, I, 4; II, 182, 224; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 95-96, “Diyât”, 7; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-ƒarâc, Kahire 1397, s. 96-97; Ýbn Hiþâm, es-Sîre, III, 363-367; Ýbn Sa‘d, e¹-ªabašåt, II, 104, 112113; VIII, 127; Ýbn Þebbe, TârîÅu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 211; Ya‘kubî, TârîÅ, Necef 1358/1939, II, 197; III, 55; Kudâme b. Ca‘fer, Kitâbü’l-ƒarâc, Köprülü Ktp., nr. 1076, vr. 86a-b; Kindî, el-Vülât ve’lšuŠât (Guest), s. 31; Muhammed b. Ahmed el-

Hârizmî, Mefâtî¼u’l-£ulûm (nþr. Ýbrâhim el-Ebyârî), Beyrut 1409/1989, s. 86; Ali b. Muhammed el-Huzâî, TaÅrîcü’d-delâlâti’s-sem£iyye (nþr. Ahmed M. Ebû Selâme), Kahire 1401/1981, s. 530, 803; Semhûdî, Vefâßü’l-vefâ bî-aÅbâri dâri’l-Mu½¹afâ, Kahire 1326, II, 155; Hamîdullah, Ýslâm Peygamberi (Tuð), I, 589; II, 914, 986; a.mlf., el-Ve¦âßišu’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 98; Celal Yeniçeri, Ýslâmda Devlet Bütçesi, Ýstanbul 1984, s. 391 vd.

ÿCelâl Yeniçeri

TÛMENÎ ( 3( ‫) א‬

Ebû Muâz et-Tûmenî (ö. II./VIII. yüzyýlýn sonlarý) Mürcie’ye baðlý Tûmeniyye kolunun kurucusu

˜ –

(bk. MÜRCÝE).

TÛMENÝYYE ( ? 3( ‫) א‬

™ —

Mürcie âlimlerinden Ebû Muâz et-Tûmenî’nin görüþlerini benimseyenlere verilen ad

˜ –

˜

(bk. MÜRCÝE).

TUNA Avrupa’yý batýdan doðuya doðru aþarak Karadeniz’e dökülen nehir.

™ —

Latince Danubius, Yunanca Istros, GetoDakça Donaris, Romence Dunãrea, Slavca Dunav, Macarca Duna, Almanca Donau, Fransýzca ve Ýngilizce Danube þeklinde adlandýrýlmakta olup Türkler tarafýndan Tuna adýyla anýlmýþtýr. Avrupa’nýn Volga’dan sonra en uzun nehridir (2860 km.). Almanya’da Karaorman’dan (Schwarzwald) doðar. Ardýndan Avusturya, Slovakya, Macaristan, Sýrbistan, Hýrvatistan, Bulgaristan, Romanya, Moldova Cumhuriyeti ve Ukrayna’dan çoðu defa bu ülkelerin sýnýr hattýný oluþturacak biçimde geçer ve Romanya’daki Chilia (Kili), Sfantul Gheorghe (Hýzýril-

yas) ve Sulýna aðýzlarýndan Karadeniz’e dö-

külür. Yataðýnda daima bol su bulunur ve akýþ rejimi farklý kesimlerinde farklýlýklar gösterir (karmaþýk rejim): Yukarý kesiminde Alp rejimi (buzul sularýyla beslenme), aþaðý kesimlerinde Doðu Avrupa rejimi (kar sularýyla beslenme) görülür. Nehrin 300’ü aþkýn kolu vardýr (Ýnn, Morava, Drava, Sava, Tisa, Jiu, Olt, Argeþ, Prut vb.). Baþlýca liman/iskelesi Ulm, Linz, Viyana, Bratislava, Budapeþte, Belgrad, Giurgiu (Yergöðü), Braila (Ýbrâil), Galati ve Tulça’dýr (Tulcea). Tuna-Karadeniz (1984) ve Rhein-Main-Tuna (1992) kanallarý sayesinde Kuzey deniziyle Karadeniz arasýndaki mesafe (3500 km.) tamamen gemi trafiðine açýktýr. 1985’te Yugoslavya ile Romanya arasýndaki iþ birliðiyle Portile de Fier (Terdap / Girdap, Demirkapý) bölgesinde Avrupa’nýn en büyük hidrosantral sistemi inþa edilmiþ, bunun sonucunda eski Türk Adakalesi sular altýnda kalmýþtýr. Tuna’nýn sert geçen kýþ aylarýnda bazý bölgelerde donduðu bilinmektedir. Bu sert kýþlardan sonra çözülen buzlarýn Ýstanbul Boðazý’na kadar ulaþtýðý da olur (en son 1954 kýþýnda). Tuna tarih boyunca devletler arasý siyasal iliþkilerde, sosyal ve ekonomik etkinliklerde önemli bir su yolu olarak belirleyici rol oynamýþtýr. Ýslâm coðrafyacýlarý Tuna hakkýnda bilgi vermiþlerse de buraya doðrudan ulaþan ve doðu havzasýnda hâkimiyet kuran ilk müslüman devlet Osmanlýlar’dýr. Balkanlar’a yönelen Osmanlý siyaseti genelde önemli su ve kara yollarýna sahip olmak üzerine kurulmuþ, bu çerçevede Tuna daima önemli bir hedef haline gelmiþtir. Tuna’ya yönelen ilk Osmanlý akýnlarý Yýldýrým Bayezid döneminde baþladý. 1393’te Osmanlýlar, Bulgar Týrnova ve 1396’da Bulgar Vidin çarlýklarýna son vererek Tuna nehrine ulaþtýlar. Ýkinci tarihte Haçlý birlikleriyle Tuna’ya bakan önemli bir askerî üs olan Niðbolu önlerindeki savaþ bu hâkimiyeti perçinledi. 1419-1420 yýllarýnda Aþaðý Tuna’nýn en kuvvetli kaleleri (Giurgiu/Yergöðü, Turnu/Holovnik/Kule vb.) Osmanlýlar’ýn eline geçti. Bu arada Dobruca Tunasý üzerinde Osmanlý hâkimiyeti tesis edildi, 1420’de bir Osmanlý filosu Tuna aðzýndaki Chilia Kalesi’ni kuþattý. Ardýndan Dinyester (Turla) suyu aðzýnda ve Karadeniz kýyýsýnda bulunan Boðdan Cetatea Albã (Akkirman) Kalesi’ne saldýrý düzenlendi. Böylece Tuna ile Karadeniz arasýndaki baðlantýya özel bir önem veren Osmanlý siyasî anlayýþý tam anlamýyla ortaya çýkmýþ oldu. Türkler’i Balkanlar’dan çýkarmak isteyen Macarlar’ýn liderliðindeki birleþik hýristiyan ordusu Tuna boyunca

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNA

ilerleyerek Varna’ya ulaþtý ve 1444’te burada II. Murad tarafýndan durduruldu. Bu durum Osmanlýlar’ýn Tuna’nýn bu kesimine daha çok dikkat etmelerine yol açtý. 1453’te Ýstanbul’un fethinden sonra Tuna ve Karadeniz istikametinde Osmanlý ilerlemesinde yeni bir döneme girildi. Bir taraftan Kýrým yarýmadasýndaki çok önemli Ceneviz kalesi ve ticaret merkezi ele geçirilirken 1456’da Fâtih Sultan Mehmed Avrupa kapýsý, Macar Krallýðý’nýn kapýsý sayýlan ve Tuna üzerinde önemli bir merkez olan Belgrad Kalesi’ni kuþattý, ancak baþarý saðlayamadý. Buna raðmen 1484’te Boðdan Prensliði’ne ait önemli stratejik ve ticarî merkezlerden Tuna mansabýndaki Kili Kalesi, ayrýca Akkirman Kalesi, II. Bayezid tarafýndan fethedildi. Böylece Kili ve Akkirman’ýn katýlmasýyla Osmanlý baþþehri Ýstanbul’un güvenliði ve iaþesi için fevkalâde önem taþýyan Karadeniz’de ve Tuna mansabýnda Osmanlý kontrolü tam anlamýyla kurulmuþ oldu. Büyük gelir getiren Boðdan yolu Osmanlýlar’ýn eline geçti; kuzeyden gelip Tuna’ya ulaþan ve oradan Balkanlar’a inen ticaret yolu üzerinde denetim tesis edildi. Daha önce bir uç durumundaki Dobruca bölgesi artýk Osmanlý iç vilâyeti haline geldi. Stratejik açýdan Macaristan ve Polonya krallýklarý için bir koruma seddi sayýlan Boðdan Prensliði, Osmanlý hâkimiyetini kabul etmek mecburiyetinde kaldý. Yine daha önce Tuna kalelerini kaybettiðinden Eflak Prensliði de Osmanlý yüksek egemenliðini benimsemiþti. 1521’de Kanûnî Sultan Süleyman tarafýndan Belgrad’ýn fethi Tuna havzasýnýn kontrolü açýsýndan bir dönüm noktasý teþkil etti. 1526’da Kanûnî, Mohaç Savaþý ile Macar Krallýðý’na son verdiði gibi 1529’da kendisine baðlý vasal bir statüde tuttuðu Budin merkezli küçük Macar Krallýðý’ný korumak amacýyla Tuna’yý takiben Viyana önlerine kadar ilerledi. 1541’de Macar Krallýðý’nýn baþþehri ve Orta Tuna’nýn en önemli stratejik noktasý olan Bu-

din (Buda) Kalesi ve þehri Osmanlýlar tarafýndan kurulan eyaletin merkezi haline geldi. 1538-1540 yýllarýnda Aþaðý Tuna’nýn en önemli liman þehri sayýlan Eflak’a ait Braila de (Ýbrâil) Osmanlýlar’ýn eline geçmiþ bulunuyordu. Sonunda Budin’den Karadeniz’e kadar Tuna havzasý tamamen Osmanlý idaresi altýna alýndý ve XVI. yüzyýlýn ortalarýnda Tuna nehri artýk bir Osmanlý su yolu oldu. 1538’de Boðdan seferi neticesinde bu vasal prensliðin güneydoðu kýsmýnýn yaný Tighina (Bender) Kalesi dahil Bucak’ýn Osmanlý Devleti’ne katýlmasýyla Kýrým Tatar atlýlarýna Bahçesaray ile Budin arasýnda bir koridor açýlmýþtý. Böylece Tuna su yolu Tatar askerî kara yoluyla kuvvetlendirildi. Bugün olduðu gibi orta ve yeni çaðlarda da Tuna nehri Avrupa’nýn en önemli su yoluydu. Orta Avrupa’yý Balkanlar’a, bunlarý da Karadeniz ve Akdeniz ülkelerine baðlamaktaydý. Osmanlý kaynaklarýnda “orta kol” ve Balkan kaynaklarýnda Carski Drum (imparator yolu) denilen Ýstanbul-Sofya-NiþBelgrad-Budin-Viyana yolu Tuna nehriyle hem Belgrad’da hem Budin’de hem Viyana’da karþýlaþýyordu. Osmanlý topraklarýnda yer alan Belgrad ve Budin çok önemli ticarî-askerî noktalardý. Aþaðý Tuna’ya Karpat yollarý (Sibiu/Hermannstadt-Tuna, Brasov/ Kronstadt-Tuna vb.), Ialomita (Braila) yolu, Boðdan (Moldova) yolu,Tatar yolu inerdi. Ayrýca Tuna’nýn kuzeyi ve güneyindeki ülkeler arasýnda sýký ticarî iliþkiler vardý. Nisan 1520 tarihli bir Osmanlý belgesine göre Trabzon, Kefe, Sinop, Samsun, Ýstanbul ve diðer yerlerden yetmiþ seksen Karadeniz gemisi Tuna yoluyla Eflak Prensliði’nin en büyük liman þehri Braila þehrine ulaþýyordu. Osmanlýlar, Tuna iskeleleri gümrük gelirlerini Roma-Bizans devirlerinde olduðu gibi bir araya getirip bir ünite teþkil ettiler ve bu amaçla 1583’te Tuna defterdarlýðýný kurdular. Osmanlý Devleti’nin dördüncü defterdarlýðý olan bu yeni müessese Vidin’den Karadeniz’e, Varna’-

Tuna nehrinin Budapeþte’den görünüþünü tasvir eden gravür

dan Özü’ye (Oçakof) kadar Tuna iskeleleri gümrük ve adý geçen Tuna ve Karadeniz bölgelerinin resmî vergileriyle ilgili muâmelâta bakardý. Osmanlý döneminde XVI-XVII. yüzyýllarda kaptanlýk denilen bir askerî teþkilât oluþturulmuþtu. Aslýnda Tuna’nýn tek bir Osmanlý kaptanlýðý yoktu; askerî açýdan üç kaptanlýk mevcuttu ve bunlar beylerbeyilere tâbiydi: Buda kaptanlýðý Buda beylerbeyi, Semendire kaptanlýðý ya Rumeli beylerbeyi ya da (Demirkapý/Portile de Fier kýsmý için) Týmýþvar beylerbeyi, Aþaðý Tuna kaptanlýðý Silistre-Özü beylerbeyinin emri altýndaydý. Ayrýca Demirkapý’dan Karadeniz’e kadar Tuna’nýn muhafazasýnda Eflak ve Boðdan voyvodalarý görevliydi. 7 Cemâziyelâhir 1027’de (1 Haziran 1618) Eflak voyvodasýna gönderilen hükme göre “haydut eþkýyasý”na karþý “Tuna’yý bir hoþça hýfz ettirip bir ferdi Tuna’yý geçirmekten zapteyleyesin” þeklinde emir yollandýðý dikkati çeker (BA, MD, nr. 82, hk. 228). Yine Zilkade 1108 ortalarýnda (1-10 Haziran 1697) Eflak voyvodasýna gönderilen emirde, Eflak memleketi hududuyla Tuna yalýlarýnda haydutlarýn dolaþmamalarýnýn temini, mîrî ve tüccar sefinelerinin vesair gelip geçenlerin Demirkapý ve Ýrþova’ya varýncaya kadar emniyetlerinin saðlanmasý tembih edilmiþti (BA, MD, nr. 112, s. 17). Askerî bakýmdan Tuna’nýn önemi Osmanlýlar için fevkalâde büyüktü. Avusturyalýlar, Macarlar, Erdelliler, Eflaklýlar, Boðdanlýlar, Polonyalýlar ve Kazaklar’a karþý yapýlan seferler sýrasýnda asker, aðýr silâh ve toplar, erzak ve diðer harp levazýmý gemilerle Tuna’dan sevkedilirdi. Bu yol kara yolundan çok daha emindi ve kýsa zamanda katediliyordu. 1554’te Habsburg imparatorunun büyük elçisi Busbecq, ViyanaBudin-Belgrad-Ýstanbul yolculuðunu anlatýrken ilk mektubunda (1555) Budin’den Tuna üzerinde bekleyen gemilere bindiðini, nehirden aþaðýya Belgrad’a doðru yola çýktýðýný, çünkü karadan Belgrad’a gitmenin özellikle bu kadar çok eþya ile en az on iki gün süreceðini, ayrýca eþkýyanýn hücumundan korunduðunu ve yolculuðun yalnýz beþ gün sürdüðünü yazar. Aslýnda Osmanlýlar’ýn Tuna’da öteden beri filolarý vardý. 1442’de János Hunyadi ile (Yanko) savaþlar zamanýnda Osmanlýlar’ýn Tuna üzerinde 80-100 civarýnda hafif savaþ gemisi mevcuttu. 28 Cemâziyelâhir 975 (30 Aralýk 1567) tarihli hükme göre Tuna için 100 parça geminin hazýr olmasý emredilmiþ, 1568 ilkbaharýnda elli altmýþ gemi Tuna’nýn korunmasý için hazýrlanmýþtý (BA, MD,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

373


TUNA nr. 7, hk. 643). 1595’te isyan eden Eflak Voyvodasý Mihai Viteazula’ya karþý ilk defa Sadrazam ve Serdârýekrem Ferhad Paþa’nýn 27 Nisan hareketinden evvel top ve diðer mühimmat Varna ve Tuna üzerinden on kadýrgayla gönderilmiþti. Yeni sadrazam ve Serdârýekrem Koca Sinan Paþa’nýn 18 Temmuz 1595’te Ýstanbul’dan hareketinden önce top ve mühimmatla dolu yedi kadýrga daha Karadeniz ve Tuna yoluyla sevkedilmiþ, bunlar 19 Aðustos’ta Rusçuk’a ulaþmýþtý. Anlaþýldýðýna göre Tuna filosuna ait gemiler ve çeþitleri zamana ve sefer ihtiyacýna göre deðiþiyordu.

Tuna’da rastlanan gemilerin türleri diðer nehir ve denizlerdekilerle ayný idi (kadýrga, baþtarda, kalyon, kalayta, þayka). Fâtih Sultan Mehmed’in hekimi Ýtalyan Angiolello’ya göre Tuna’yý geçerken Osmanlýlar büyük þayka kullanmýþtý. Silistre, Vidin ve diðer Tuna liman þehirlerinde mevcut büyük þaykalarýn her biri on dört at alacak geniþlikteydi. XVI. yüzyýldaki kayýtlara göre Tuna þaykalarý 2,70 m. yüksekliðinde, 3,60 m. geniþliðinde ve 7,20 m. uzunluðundaydý. 1595 Eflak seferi esnasýnda Tuna üzerinde Rusçuk-Giurgiu arasýndaki köprünün inþa edilmesi için yetmiþ þayka kullanýldýðýna dair kayýtlar vardýr. XVI-XVII. yüzyýllarda Tuna’da en büyük Osmanlý tersanesi Rusçuk’ta bulunuyordu. Fakat zamanla gemilerin tamiratý ve yeni yapýmý hemen hemen bütün Tuna büyük liman þehirlerinde gerçekleþtiriliyordu. Niðbolu ve Vidin’de, Ýbrâil ve Yergöðü’nde, Galati / Kalas’ta, Belgrad’da ve Budin’de Osmanlý tersaneleri vardý. 1683’teki Viyana bozgununun ardýndan karþý hücuma geçen Avusturyalýlar 1686’da Budin’i ve Peþte’yi aldýlar. Diðer taraftan Kýrým Hanlýðý’ný ilhaký üzerine Rusya da Aþaðý Tuna’ya inmeye baþladý. Bunu Batýlý büyük devletlerin, Ýngiltere ve Fransa’nýn ticarî faaliyetleri takip etti. Tuna artýk bir uluslar arasý nehir vasfý kazanmýþtý. Bu özellikleri dolayýsýyla Kýrým harbinden sonra toplanan Paris Kongresi (1856) Tuna hakkýnda da karar veren bir merci oldu. Avrupa Tuna Komisyonu kuruldu. Artýk Osmanlýlar’ýn Tuna ile olan baðý zayýflýyordu. Buna karþýlýk Osmanlýlar Vidin ve Silistre vilâyetlerini yeniden düzenlediler; 1864’te Vidin, Silistre ve Niþ vilâyetleri birleþtirilip merkezi Rusçuk olan Tuna vilâyeti kuruldu; valiliðine de Midhat Paþa tayin edildi. Midhat Paþa vilâyette ýslahat yaparak bölgedeki Osmanlý idaresini saðlamlaþtýrmaya çalýþtý. Sultan Abdülaziz, Avrupa seyahatinden dönüþte Viyana’dan itibaren Tuna yoluyla Budapeþte’ye geldi ve Tuna Va-

374

lisi Midhat Paþa tarafýndan burada karþýlandý. Ardýndan Vidin’e hareket edip Osmanlý sýnýrlarýna girdi, Rusçuk’tan trene binerek Varna’ya ulaþtý, buradan gemiyle Ýstanbul’a döndü. 1877-1878 Osmanlý-Rus savaþlarý Tuna’ya askerî bir nitelik kazandýrdý. Berlin Antlaþmasý bu kesimde Osmanlý idaresine son verdi. Tuna edebiyata da konu olmuþ, yapýlan seyahatlerle ilgili bir literatür oluþmuþtur. Bugün Avusturya ve Romanya’nýn tekliflerine göre Avrupa Birliði Büyük Tuna Projesi’ne önem vermektedir. 8 Kasým 2010 tarihinde toplanan Tuna zirvesine sekiz asýl Tuna ülkesi, altý Tuna komþusu ve Polonya katýlmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Archivio di Stato di Venezia, Collegio V (Secreta), Relazioni, Busta 6, s. 132-133; Calatori straini despre ªarile Romane (ed. M. Holban v.dðr.), Bucureþti 1968-71, I, 133; III, 527; O. G. de Busbecg, Türk Mektuplarý (trc. H. Cahit Yalçýn), Ýstanbul 1939, s. 24-25; Selânikî, Târih (Ýpþirli), I, 398; Osman Nuri Peremeci, Tuna Boyu Tarihi, Ýstanbul 1942; Besim Darkot, Avrupa Coðrafyasý, Ýstanbul 1962, s. 67-68; Tahsin Gemil, Relatiile Tarilor Române cu Poarta otomana în documente turceþti (1601-1712), Bucureþti 1984, s. 444-445; Nihat Karaer, Paris, Londra, Viyana: Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, Ankara 2003, s. 134-142; Irène Beldiceanu-Steinherr – Nicoara Beldiceanu, “Actes du règne de Selim I. concernant quelques échelles danubiennes de Valachie, de Bulgarie et de Dobroudja”, SOF, XXIII (1964), s. 105-107; Mihai Maxim, “Tuna-i âmire, l’organisation financière et militaire du Danube ottoman aux XVI e et XVII e siècles à la lumière de documents ottomans inédits”, Romano-Turcica, I, Istanbul 2003, s. 75-82; B. Lory, “Tuna”, EI 2 (Fr.), X, 670-671; Miroslav Popovi—, “Dunav”, Enciklopedija Jugoslavije, Zagreb 1958, III, 171-176; Vojislav Vu®kovi—, “Dunavska Konfederacija”, a.e., III, 176-177; Miroslav Stepan®i—, “Dunavske Flotile”, a.e., III, 177-178.

ÿMýhaý Maxým

TUNA, Osman Nedim

(1923-2001)

˜

Türk dili âlimi.

Bayýndýrlýk Bakanlýðý Devlet Su Ýþleri altýncý bölgede (Adana) önce topograflýk ve ardýndan etüt plan þefliði görevlerinde bulundu. Daha sonra Bayýndýrlýk Bakanlýðý Harita Dairesi’ne uzman tayin edildi. 19581959’da Sanayi Bakanlýðý Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüðü Harita Bölümü’ne alýndý. 1959-1960’ta Türk Dil Kurumu gramer kolunda Eski Türkçe uzmaný olarak çalýþtý. 1961-1962 yýllarýnda Abidin Ýtil ve Ahmet Temir ile beraber Türk Kültürünü Araþtýrma Enstitüsü’nü kurmakla görevlendirildi ve enstitünün ikinci baþkanlýðýna seçildi. 1962’de Fulbright bursu ile Amerika’ya gitti. 1968’de Washington Üniversitesi’nde (Seattle) Nicholas Poppe’nin danýþmanlýðýnda Studies on Nahju’l-Farådis: A Method for Turkic Historical Dialectology adlý teziyle doktor unvanýný aldý. 1963-1969 yýllarýnda ayný yerde Türkoloji programýnýn bütün derslerini verdi. 19691976 arasýnda Pennsylvania Üniversitesi’nde (Philadelphia) kendisinin kurup geliþtirdiði Near Eastern Studies Turkic Languages bölümünde lisans, lisans üstü ve doktora dersleri verdi. 1982’de Ýnönü Üniversitesi Eðitim Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatý Eðitimi Bölümü’nü kurdu. 15 Kasým 1984’te doçent oldu. 1987’de Türk Dil Kurumu Türkoloji Uygulama Kolu baþkanlýðýna seçildi. 29 Aralýk 1989’da profesör unvanýný aldý ve 31 Aralýk’ta Ýnönü Üniversitesi’nden emekliye ayrýldý; 1991 öðretim yýlý sonuna kadar Eðitim Fakültesi’nde çalýþmalarýný sürdürdü. 6 Ekim 1993 tarihinde Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Bölümü’nü kurdu ve baþkanlýðýný yürüttü. 1 Ocak 1995’te buradan tekrar emekli oldu; 1997 yýlý Haziran ayýna kadar ayný üniversitede çalýþmalarýna devam etti. Ardýndan geçirdiði beyin kanamasý sonucu kýsmî felç oldu. Bir ay sonra Amerika Birleþik Devletleri’ne götürüldü. 17 Temmuz 2001’de kontrol için yatýrýldýðý hastahanede öldü ve Amerika Birleþik Devlet-

1 Ocak 1923’te Düzce’de doðdu. Adana’da baþladýðý ilk öðrenimini Ýzmit’te tamamladý. Tekel’de çalýþan babasýnýn Ýstanbul’a tayiniyle Kabataþ Erkek Lisesi’nden mezun oldu. 1941’de Ýstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliði Bölümü’ne kaydoldu. Bir gün tesadüfen girdiði Reþit Rahmeti Arat’ýn dersini çok ilginç bulduðundan Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Bölümü’ne geçti ve burayý 1945 yýlýnda bitirdi. 1950’de askerlik görevinin ardýndan 1952 yýlý sonunda haritacýlýk mesleðine girdi. 1952-1954 yýllarýnda

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

Osman Nedim Tuna


TUNAHAN, Süleyman Hilmi

leri’nde topraða verildi. Türk Dil Kurumu tarafýndan düzenlenen III. Uluslararasý Türk Dili Kurultayý’nda Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi Ýlgisi ile Türk Dilinin Yaþý Meselesi adlý kitabý dolayýsýyla kendisine “Türk diline üstün hizmet ödülü ve onurluk” verilmiþ, 1990 yýlýnda Türk Ocaklarý’nýn Ziya Gökalp Ýlim ve Teþvik armaðanýna lâyýk görülmüþtür. Eserleri. 1. Studies on Nahju’l- Farådis: A Method for Turkic Historical Dialectology (Department of Asian Languages and Literatures, University of Washington, 1968). Osman Nedim Tuna’nýn yayýmlanmamýþ doktora tezidir. Bu çalýþmada Nehcü’l-ferâdis’in Süleymaniye Kütüphanesi Yenicami nüshasý temel alýnarak yazý çevrimi yapýlmýþ ve metin Ýngilizce’ye tercüme edilmiþtir. Giriþ kýsmýnda metin ses ve þekil bilgisi yönünden incelenmiþ, tarihî Türk metinleri için bir inceleme metodu geliþtirilmiþtir. 2. Altay Dilleri Teorisi (Ýstanbul 1983). Türkçe’de Altay dilleri hakkýnda ilk çalýþma olup bu konuda geniþ bilgi içermektedir. Osman Nedim Tuna eserinde Altay dilleri teorisini “Türk, Moðol, Tunguz (Mançu), Kore ve Japon dillerinin Altay dili adý verilen ortak bir kaynaktan geldiði görüþünü savunan teori” þeklinde açýklar. Eserde bu dillerin en eski belgeleri ve tarihî devirleri hakkýnda bilgi aktarýldýktan sonra Altay dilinin kuruluþu anlatýlýr. Tuna’ya göre Ana Altay dili 8972, Ana Türk dili 8352, Ana Moðol dili 7112, Ana Tunguz dili 5872 yaþýndadýr. Eser günümüzde üniversitelerde el kitabý olarak kullanýlmaktadýr. 3. Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi Ýlgisi ile Türk Dilinin Yaþý Meselesi (Ankara 1990). Bu çalýþmada Sumerce ile Türkçe arasýnda on altý ses denkliði ve 168 ortak kelime tesbit edilmiþtir. Dil verilerine dayanan Tuna, Türkler’in milâttan önce 3500’lü yýllarda Türkiye’nin doðu bölgelerinde yaþadýðýný ileri sürmüþ, bundan hareketle Türkçe’nin yaþýný en az 8500 diye hesaplamýþtýr. 4. Türk Halklarý I (Modern) (Ýnönü Üniversitesi Eðitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Eðitimi Bölümü Ders Notlarý, Malatya 1985). 5. Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Ýnönü Üniversitesi Eðitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Eðitimi Bölümü Ders Notlarý, Malatya 1985). 6. Türk Dilbilgisi [Fonetik ve Morfoloji] (Ýnönü Üniversitesi Eðitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Eðitimi Bölümü Ders Notlarý, Malatya 1986). 7. Yaþayan Türk Lehçeleri (Ýnönü Üniversitesi Eðitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Eðitimi Bölümü Ders Notlarý, Malatya 1987). 8. Orta Türkçe

(Ýnönü Üniversitesi Eðitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Eðitimi Bölümü Ders Notlarý, Malatya 1987). Zeki Kaymaz, Osman Nedim Tuna’nýn bir kýsmý kitap hacminde olan önemli makalelerinin de yer aldýðý çalýþmalarýnýn 1996 yýlýna kadarki tam listesini Türk Dünyasý Araþtýrmalarý dergisinin Osman Nedim Tuna hâtýra sayýsýnda yayýmlamýþtýr (bk. bibl.). BÝBLÝYOGRAFYA :

Prof. Dr. Osman Nedim Tuna Armaðaný (haz. Gürer Gülsevin v.dðr.), Malatya 1989; Osman Fikri Sertkaya, “Yitirdiklerimiz: Türk Dil Kurumu Aslî Üyesi Prof. Dr. Osman Nedim Tuna Vefat Etti”,

TDl., sy. 597 (2001), s. 296-297; Zeki Kaymaz, “Prof. Dr. Osman Nedim Tuna (1923-2001)”, TDA, sy. 139, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna hatýra sayýsý (2002), s. 1-6; Turkish Studies, II/2, Osman Nedim Tuna armaðaný (2007).

ÿZeki Kaymaz – Erdem Uçar

TUNAHAN, Süleyman Hilmi

(1888-1959)

˜

Son dönem din âlimi ve Nakþibendî-Müceddidî þeyhi.

Günümüzde Bulgaristan sýnýrlarý içinde bulunan Silistre’nin Hezargrad (Razgrad) kasabasýnýn Ferhatlar köyünde doðdu. Babasý Silistre’de Hacý Ahmed Paþa Medresesi müderrislerinden Hocazâde Osman Fevzi Efendi, dedesi Kaymak Hâfýz diye bilinen Mahmud Efendi’dir. Hocazâdeler diye tanýnan ailesinin Fâtih Sultan Mehmed’in, kýz kardeþiyle evlendirip Tuna bölgesine yönetici (Tuna haný) olarak gönderdiði Hz. Peygamber neslinden Seyyid Ýdris Bey’e dayandýðý kabul edilir. Kendisi de Hocazâde lakabýyla anýlan Süleyman Hilmi, sonradan Tunahan soyadýný almýþ, üç yaþýnda ölen oðlu Fâruk’tan dolayý Ebülfâruk künyesiyle tanýnmýþtýr. 1902’de Silistre Rüþdiye Mektebi’ni bitirdikten sonra Satýrlý Medresesi’nde Arapça derslerini tamamladý. 1907’de Ýstanbul’a gidip Fâtih’te Hâfýz Ahmed Paþa Medresesi’nde dersiâm Bafralý Ahmed Hamdi Efendi’nin ders halkasýna katýldý ve 1913’te icâzet aldý. 1914’te açýlan Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nin dört yýllýk âlî kýsmýna önceki eðitiminden dolayý üçüncü sýnýftan baþlayarak 1916’da mezun oldu. Ayný yýlýn 30 Eylülünde Medresetü’l-mütehassýsîn’in tefsir-hadis bölümüne girdi ve 27 Mayýs 1919’da burayý birinci dereceyle bitirdi. 19 Kasým 1918’de imtihanla kendisine Ýstanbul müderrisliði ruûsu verildi, ayný yýl dersiâm sýfatýyla 400 kuruþ maaþ tahsis edildi. Süleyman Hilmi, vâizlik bel-

gesi için Diyanet Ýþleri Reisliði’ne yazdýðý 14 Nisan 1948 tarihli dilekçesinde Medresetü’l-kudât’tan mezun olduðunu belirtmiþtir. 1921 tarihli özgeçmiþ bilgilerinde bundan söz etmediðine göre burayý Medresetü’l-mütehassýsîn’den sonra tamamlamýþ olmalýdýr. Medresetü’l-kudât’a giriþ imtihanýný da birincilikle kazandý. Bunu bildirmek için babasýna yazdýðý mektuba onun verdiði cevapta kendisine, “Üç kadýdan ikisi cehennemde, biri cennettedir” hadisini hatýrlatarak kadýlýk yapmasýný onaylamadýðýný söylemiþ, Süleyman Hilmi de cevabýnda niyetinin hâkimlik yapmak deðil devrin bütün ilimlerini tahsil etmek olduðunu ifade etmiþtir. 1920’de Bulgaristan tâbiiyetinden Osmanlý tâbiiyetine geçti. 1922’de Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye’nin birinci kýsmý olan Ýbtidâ-i Hâric Medresesi’nde Türkçe dersi, 1923’te Arapça ve tekrar Türkçe dersi müderrisliðine getirildi. 3 Mart 1924’te yürürlüðe giren Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu gereði Ýbtidâ-i Hâric Medresesi, Ýmam-Hatip Mektebi’ne çevrilince burada yeterli din eðitiminin verilemeyeceðini düþünerek müderrislikten istifa etti. Bu kanunla medreselerin Maarif Vekâleti’ne devredilmesi ve on üç gün sonra da kapatýlmasý üzerine 500’ü aþkýn müderris açýkta kaldý ve Cem‘iyyet-i Müderrisîn’de hararetli tartýþmalar yaþandý. Süleyman Efendi bu tartýþmalar sýrasýnda her müderrisin fahrî olarak öðrenci yetiþtirmesini, bu þekilde Ýslâm’ýn ömrünün en az bir nesil daha uzayacaðýný, bunu yapmayanlarýn dinen sorumlu olacaklarýný belirtti. Ardýndan bazý müderrislerle birlikte Ankara’ya telgraf çekip Ýslâmî ilimleri fahrî olarak okutmak istediklerini bildirdiler. Ancak Ankara’dan, “Memlekette Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüktedir, hilâfýna hareket þiddetli cezayý müstelzimdir” þeklinde cevap geldi. 1928’deki harf inkýlâbýnýn ardýndan din eðitimi açýsýndan þartlar daha da olumsuz bir ma-

Süleyman Hilmi Tunahan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

375


TUNAHAN, Süleyman Hilmi

hiyet kazandý; ilk zamanlar ders okutma imkâný çok kýsýtlandý, ayrýca uzun süre talebe de bulunamadý. Talebeler dinî ilimleri tahsil etmekten çekiniyor, bir müddet devam ettikten sonra býrakýp gidiyordu. O günlerde sürekli polis takibi altýnda tutulan Süleyman Efendi, 1930’da Ýstanbul’dan ayrýlýp babasýndan kalan külliyetli mirasla Çatalca’nýn Kabakça köyünde Hâlid Paþa Çiftliði’ni kiraladý ve ziraatla meþgul olmaya baþladý. Çiftlikte çalýþan iþçilerden bazýlarýný seçerek onlara birkaç yýl ders okuttu. Bu durum jandarma tarafýndan tesbit edilince baþka yerlerde ayný þeyi yapmayý denediyse de çok sýký takip edildiðinden bir sonuç elde edemedi. Talebe bulamadýðý dönemlerde iki kýzýný okutarak onlara icâzet verdi. Diyanet Ýþleri Reisliði teþkilâtýný düzenleyen 16 Kasým 1937 tarihli nizamnâmede dersiâmlarýn vâizlik görevi alabilecekleri belirtilince Süleyman Efendi 4 Þubat 1938 tarihinden itibaren vâizlik görevine baþladý. Ýlk zamanlar Doðancýlar, Aziz Mahmud Hüdâyi, Yaðkapaný gibi Ýstanbul’un nisbeten küçük camilerinde vaaz etti; ardýndan Þehzadebaþý, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Beyazýt gibi camilerde yanký uyandýran vaazlarýyla çevresini geniþletti. Bu arada bazý cami odalarýnda ve evlerin bodrum katlarýnda ders halkalarý oluþturdu. Bunun üzerine karakola götürülüp ifadesi alýndý; 1939’da Emniyet Müdürlüðü’nde “tabutluk” diye anýlan nezârethânede üç gün iþkenceye tâbi tutuldu. 1943’te vâizlik belgesi Ýçiþleri Bakanlýðý tarafýndan geri alýndý. 1944’te tabutluklarda sekiz gün boyunca gördüðü iþkenceden sonra kefaletle serbest býrakýldý. 1948’de vâizlik için yazdýðý dilekçesine olumsuz cevap verildiyse de 24 Mart 1950 tarihinde bu izni aldý. 1957’de Bursa Ulucamii’nde Kütahya Tavþanlý’dan Âkif Efendi adlý bir þahsýn taraftarlarý kýlýçla ortaya atýlýp mehdîlik gösterisi yapýnca hiç ilgisi bulunmadýðý halde Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüðü’nde iþkenceli sorgunun ardýndan tutuklandý. Elli dokuz gün sonra idam talebiyle hâkim karþýsýna çýkarýldý. Ancak 29 Aðustos’ta kefaletle serbest býrakýldý ve 8 Kasým’da beraat etti. Camilerdeki vaazlarýyla geniþ halk kitleleri tarafýndan tanýnan Süleyman Efendi, 1950’deki iktidar deðiþikliðinin ardýndan meydana gelen kýsmî özgürlükten yararlanarak din eðitimi faaliyetlerini yoðunlaþtýrdý. Bu çerçevede 1951’de Konya Lezzet Lokantasý’nýn sahibi Mustafa Doðanbey’in Üsküdar Çamlýca’daki evinde yirmi 376

beþ civarýnda talebeyle ilk yatýlý Kur’an Kursu’nu açtý. Daha sonra kendi evinin müþtemilâtýnda, Çamlýca ve çevresinde kiraladýðý evlerde ders halkalarý oluþturdu. Ýstanbul’un Vefa semtindeki Taþtekneler Camii’nde çevreden toplanan imam ve müezzinlere, Eyüp Topçular Camii’nin bitiþiðindeki bir binada deðiþik yerlerden gelen talebelere ders verdi. 1956’da ders okuttuðu yerlere polis tarafýndan baskýn düzenlenip Üsküdar Adliyesi’nde sorgulandýysa da ders gruplarýný daðýtmadý. Eskiden kalan hocalarla kendi yetiþtirdiði talebelerden yararlanýp ders halkalarýnýn sayýsýný arttýrdý. Baþta ramazan aylarý olmak üzere talebeleri ülkenin çeþitli yerlerine gönderdi, oralarda Kur’an kurslarý açtýrdý. Talebelerini Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’nýn yaptýðý imtihanlara sokarak onlarýn müftü, vâiz, imam ve Kur’an kursu hocasý olmalarýný saðladý. Öte yandan 13 Ekim 1951 tarihinden itibaren açýlmaya baþlanan ÝmamHatip okullarýnda yeterli din eðitiminin verilemeyeceðini düþündüðünden bu okullarýn Diyanet Ýþleri Reisliði’ne baðlanmasý gerektiðini savundu ve talebelerini buralara göndermekten kaçýndý. Bu çerçevede kendisi ve daha sonra talebeleri ÝmamHatip okullarýna karþý olumsuz tavýrlarýný uzun süre devam ettirdi. 16 Eylül 1959 tarihinde vefat eden Süleyman Efendi hükümetin izniyle Fâtih Camii hazîresine defnedilmek istendi, ancak olumlu cevap alýnamayýnca Karacaahmet Mezarlýðý’nda gömüldü. Ýlk gençlik yýllarýnda babasýndan Nakþibendiyye usulüyle tasavvuf eðitimi alan Süleyman Efendi, Ýstanbul’da Nakþibendiyye’nin Müceddidiyye koluna mensup Özbekistanlý Þeyh Selâhaddin b. Mevlânâ Sirâceddin’in rehberliðinde Bursa Uludað’da erbaîn çýkarmýþ ve seyrü sülûkünü tamamlamýþtýr. Tarikat silsilesi Selâhaddin b. Mevlânâ Sirâceddin yoluyla Ýmâm-ý Rabbânî’ye varmaktadýr. Tasavvuf yolunda ne-

Süleyman Hilmi Tunahan’ýn Karacaahmet Mezarlýðý’ndaki kabri

fis terbiyesi için þeyhe râbýtanýn önemini sýkça vurguladýðý, varlýk konusunda Müceddidiyye geleneðine uygun biçimde vahdet-i vücûda karþý vahdet-i þühûd anlayýþýný savunduðu kaydedilmektedir. Onun üzerinde hassasiyetle durduðu bir baþka husus, Ýmâm-ý Rabbânî’nin Ehl-i sünnet inancýyla tasavvufu mezcettiði eseri Mektûbât’ýn okunmasý olmuþtur. Süleyman Efendi’nin, Kur’an’ýn kýsa sürede öðrenilmesini saðlamak üzere yazdýðý Kur’an Harf ve Harekeleri: Kur’ân-ý Kerîmi En Kýsa Zamanda Okumaðý Öðreten Yepyeni Bir Tertip ve Usul adlý birkaç sayfalýk elif cüzünün dýþýnda basýlmýþ bir eseri bulunmamaktadýr. Kendisi, kitap yazmak yerine mevcutlarý anlayýp anlatacak insan yetiþtirmeyi tercih ettiðini belirtmiþ, eski medrese öðretimini temel alarak öðrenci yetiþtirmiþ, öðrencileri de bir süre bu yolu izlemiþtir. Süleyman Hilmi Tunahan’la ilgili çalýþmalardan bazýlarý þunlardýr: Mehmet Kahraman, Cumhuriyet Dönemi Din Eðitimi ve Süleyman Hilmi Tunahan (mezuniyet tezi, 1992, Fýrat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi); Mustafa Özdamar, Üstaz Süleyman Hilmi Tunahan (Ýstanbul 1995); Önser Yeðin, Süleyman Hilmi Tunahan (ks) ve Tasavvufî Þahsiyeti (mezuniyet tezi, 1996, Dokuz Eylül Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi); Ahmed Akgündüz, Arþiv Belgeleri Iþýðýnda Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan (Ýstanbul 1997); Muhammed Osman Abdullah, eþ-ÞeyÅ Süleymân ¥ilmi TunaÅân (ra¼imehullåh) ve cühûdühû fi’d-da£veti’l-Ýslâmiyye (yüksek lisans tezi, 2000, Sudan Ümmüderman Ýslâm Üniversitesi Usûlüddîn Fakültesi). Süleyman Hilmi hakkýnda 1997 yýlýnda Antalya’da gerçekleþtirilen paneldeki konuþmalar Çaðýmýzý Aydýnlatanlar II Süleyman Hilmi Tunahan baþlýðýyla yayýmlanmýþtýr (Ankara 1997). BÝBLÝYOGRAFYA : Sicil ve Hizmet Vesikasý, DÝB Arþivi, sicil nr. 230383; BA, DH.EUM.ECB 23/33; Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-evliyâ: Velîler Bahçesi, Ýstanbul 1979, s. 121-127, 148; Necip Fazýl Kýsakürek, Son Devrin Din Mazlumlarý, Ýstanbul 1978, s. 274-284; Sadýk Albayrak, Son Devir Osmanlý Ulemâsý, Ýstanbul 1981, V, 447; a.mlf., “Bir Ýnanç Abidesinin Çileli Öyküsü: Süleyman Efendi Gerçeði”, Yeni Þafak, Ýstanbul 1-8 Þubat 2001; Vehbi Vakkasoðlu, Maneviyat Dünyamýzda Ýz Býrakanlar, Ýstanbul 1987, s. 57-62; Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet Ýliþkileri, Ankara 1992, III, 189-196; Mustafa Necati Bursalý, Yakýn Tarihin Din Mazlumlarý, Ýstanbul 1996, s. 174-182; Osman Bülent Manav – Seyfettin Kurt, “Süleyman Hilmi Tunahan”, Sahabe’den Günümüze Allah Dostlarý, Ýstanbul 1996, X, 43-58; a.mlf.ler v.dðr., “Süleyman Hilmi Silistre-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNAYA, Tarýk Zafer vî”, Genç Akademi, Süleyman Hilmi Tunahan özel sayýsý, sy. 27, Ýstanbul 1995; Salim Aydüz, “Osmanlý Devletinde Küçük Gözlemevleri ‘Muvakkithaneler’”, Osmanlý, Ankara 1999, VIII, 673; Mehmed Emre, Üstadým Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) ve Hâtýralarým, Ýstanbul 2000, s. 561; M. Ali Kirman, Türkiye’de Yeni Bir Dinî Cemaat Olarak “Süleymancýlýk” (doktora tezi, 2000), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 48-59; Cerîde-i Ýlmiyye, sy. 41, Ýstanbul 1337, s. 1197; “Büyük Müceddid Ýçin Ne Dediler”, Ufuk: Haftalýk Siyasî Gazete (Dizi-Röportaj; Ýstanbul 28 Aralýk 197715 Haziran 1979 tarihleri arasýndaki sayýlar); Necdet Tosun, “Orta Asya Evliyasýndan Salâhaddin Sâkýb bin Sirâcüddin”, Yüzaký, sy. 54, Ýstanbul 2009, s. 56-57; “Süleyman Hilmi Tunahan”, Evliyalar Ansiklopedisi, Ýstanbul 1993, XI, 92-94; Mübahat S. Kütükoðlu, “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi”, DÝA, VIII, 508; Halis Ayhan, “Ýlâhiyat Fakültesi”, a.e., XXII, 70; a.mlf., “Ýmam-Hatip Lisesi”, a.e., XXII, 191; Mustafa Çaðrýcý, “Kur’an Kursu”, a.e., XXVI, 425; Ödemiþli Merhum Ziya Sunguroðlu’nun Notlarý, [baský yeri ve tarihi yok], tür.yer.

ÿReþat Öngören

Süleyman Efendi Cemaati. Süleyman Hilmi Tunahan’ýn özellikle 1940’lý yýllarda Ýstanbul camilerinde yaptýðý vaazlar ve zor þartlar altýnda oluþturduðu ders halkalarý onun kamuoyunda geniþ çapta tanýnmasýna, çevresinde Kur’an öðrenimi ekseninde bir cemaat teþekkül etmesine sebep olmuþtur. 1950 öncesinde irþad faaliyetleri elveriþsiz þartlar yüzünden yaygýnlýk kazanamamýþsa da sonradan ortaya çýkan özgürlük ortamý cemaatin hýzlý bir geliþme sürecine girmesini saðlamýþ, bu yýllarda talebeler ve Kur’an kurslarý aracýlýðýyla din eðitimi faaliyetleri ülkenin çeþitli bölgelerine yayýlmýþtýr. 1951’de açýlan, Süleyman Efendi’nin talebe göndermekten kaçýndýðý Ýmam-Hatip okullarýnýn 1958’den itibaren mezun vererek hýzlý bir geliþme kaydetmesi, mezunlarýnýn müftülük, vâizlik, imamlýk, müezzinlik ve Kur’an kursu hocalýðý gibi hizmet kadrolarýnda görev almasý, daha önce bu görevlerin bir kýsmýný üstlenen Süleyman Efendi cemaatiyle Ýmam-Hatip Okulu mezunlarý ve taraftarlarý arasýnda gerginlikler yaþanmasýna yol açmýþtýr. Bazý kesimler cemaat mensuplarýný tanýmlamak için onlarýn hoþlanmadýðý “Süleymancý” tabirini kullanmýþ, sonuçta din görevlileri arasýnda Ýmam-Hatipliler ve Süleymancýlar þeklinde iki grup ortaya çýkmýþtýr. Bu süreçte taraflar birbirini incitici nitelemelerle anmýþ, yýpratýcý beyan ve iddialarda bulunmuþtur. Öte yandan 1965’te yürürlüðe giren 633 sayýlý Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý Teþkilât Kanunu’nda müezzinlik dýþýndaki din hizmetleri kadrolarýna tayinde Ýmam-Hatip Okulu, Yüksek Ýslâm Enstitüsü ve Ýlâhiyat Fa-

kültesi’ni bitirme þartý getirilmiþtir. Bunun üzerine cemaat mensuplarý 1966 yýlýnýn Ocak ayýnda Kur’an Kurslarý Kurma, Koruma ve Ýdame Ettirme Dernekleri Federasyonu’nu kurmuþ ve Kur’an kurslarýyla ilgili daha sistemli bir çalýþma süreci baþlatmýþtýr. 17 Ekim 1971 tarihinde yayýmlanan Kur’an Kursu Yönetmeliði gereði, Kur’an Kursu Yaptýrma ve Yaþatma derneklerinin inþa ettirdiði Kur’an kursu binalarýyla yeni yaptýracaklarý binalarýn intifâ hakkýnýn Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na devredilmek istenmesi cemaat arasýnda yeni bir huzursuzluk doðurmuþtur. Bunun üzerine dernekler Kur’an kursuyla birlikte orta, lise ve yüksek öðretim kurumlarýna devam eden öðrencilere yardým etmeyi amaç edinip adlarýný Kurs ve Okul Talebelerine Yardým Dernekleri þeklinde deðiþtirmiþtir. Federasyonun adý da 26 Nisan 1980 tarihinde Kurs ve Okul Talebelerine Yardým Dernekleri Federasyonu olmuþtur. Böylece cemaat mensuplarý, 1971’den sonra öðrenci yurtlarý inþa ederek Millî Eðitim Bakanlýðý bünyesindeki öðrencilere hizmet veren bir konuma gelmiþtir. Süleyman Efendi cemaati 1960’lý yýllardan itibaren Türkiye’den Batý Avrupa’ya çalýþmaya giden, uzun süre dinî, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarý ihmal edilen iþçilerin dinî taleplerini karþýlamak ve çocuklarýna din eðitimi vermek amacýyla Avrupa’da faaliyet göstermeyi planlamýþ, ilk defa 1973’te Almanya’nýn Köln þehrinde bir Ýslâm kültür merkezi kurmuþtur. Daha sonra diðer Avrupa ülkelerine yaydýklarý bu merkezler için cami, kütüphane, toplantý salonlarý yaptýrmýþ, camilerin yanýnda Kur’an kurslarý açmýþtýr. 12 Eylül 1980 ihtilâlinin özel þartlarý içinde bazý hukukî sorunlar yaþayan Süleyman Efendi cemaatinin faaliyetleri günümüzde lise ve üniversite talebeleri için il, ilçe ve köylerde kütüphane, etüt salonlarý, bilgisayar odalarý gibi çok amaçlý eðitim öðretim imkânlarý sunan talebe yurtlarý ve Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na baðlý Kur’an kurslarýyla devam etmektedir. Yurt dýþýndaki bazý ülkelerde de benzer faaliyetlerin yapýldýðý belirtilmektedir. Cumhuriyet döneminin özel þartlarýnda diðer hareketler gibi Süleyman Efendi cemaati de sýkýntýlarýn içinden geçerek varlýðýný sürdürmeye çalýþmýþtýr. Geçmiþ dönemde Ýmam-Hatip okullarý mensuplarýyla bir gerilim yaþanmýþsa da zamanla dinî kesimler içinde uzlaþma kültürünün geliþmesinin yaný sýra Süleyman Efendi cemaati içindeki yeni kadrolarýn da daha uzlaþmacý katkýlarý sayesinde cemaatle Ýmam-Hatip-

liler ve Diyanet mensuplarý arasýndaki gerginlik önemli ölçüde ortadan kalkmýþtýr. Son yýllarda Ýmam-Hatip liseleri ve Ýlâhiyat fakültelerine giden öðrencilerin de cemaat yurtlarýnda barýndýklarý, bazý cemaat mensuplarý ve ileri gelenlerinin de kendi çocuklarýný bu okullara gönderdikleri bilinmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Hasan Küçük, Osmanlý Devletini Tarih Sahnesine Çýkaran Kuvvetlerden Biri: Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri, Ýstanbul 1976, s. 250-251; Hýzýr Yýlmaz, “Süleymancýlýk (?)” Hakkýnda Bir Ýnceleme, Köln 1977; Ali Ak, Zarûri Bir Açýklama: “Süleymancýlýk” (!) ile Yaftalanan Federasyon ve Dernekler: Ýthamlar-Cevaplar, Ýstanbul 1987; a.mlf., Süleymancýlýk Uydurmasý, Ýstanbul 1987; Ahmet Güner, Tarikatlar Ansiklopedisi, Ýstanbul 1991, s. 338-346; Fulya Atacan, “Anadolu Gazetesi ve Süleymancýlar”, Toplumbilim, sy. 2, Ýstanbul 1993, s. 135-152; Þaban Sitembölükbaþý, Türkiye’de Ýslâm’ýn Yeniden Ýnkiþafý (1950-1960), Ankara 1995, s. 126129; M. Ali Kirman, Türkiye’de Yeni Bir Dinî Cemaat Olarak “Süleymancýlýk” (doktora tezi, 2000), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Târýk Abdülcelîl esSeyyid, el-¥areketü’l-Ýslâmiyye fî Türkiyye elmu£â½ýra, Kahire 2001, s. 212-258; Mustafa Aydýn, “Süleymancýlýk”, Modern Türkiye’de Siyasî Düþünce: Ýslâmcýlýk (haz. Yasin Aktay), Ýstanbul 2004, s. 308-322; I. Weismann, The Naqshbandiyya: Orthodoxy and Activism in a Worldwide Sufi Tradition, London 2007, s. 159-160; Ahmet Turan, “Süleymancýlýk”, Ondokuz Mayýs Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, Samsun 1997, s. 35-39.

ÿÞaban Sitembölükbaþý

TUNAYA, Tarýk Zafer

(1916-1991)

˜

Anayasa hukukçusu ve yazar.

7 Þubat 1916 tarihinde Ýstanbul’da doðdu. 1936’da Saint Bénoit Lisesi, 1940’ta Ýstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1942’de ayný fakültenin Esas Teþkilât Hukuku Kürsüsü’nde asistanlýða baþladý. Charles Crozat’nýn danýþmanlýðýnda hazýrladýðý Müessese Teorisinde Fikir Unsuru ve Bazý Hususiyetleri baþlýklý doktora tezini 1946’da tamamladý. Bu çalýþmayý hocasýnýn da derinden etkilendiði Maurice Hauriou’nun “müessese kuramý”na dayandýrmýþtýr. En önemli eseri olan Türkiye’de Siyasi Partiler dahil Osmanlý siyasî düþüncesi ve örgütlenmeleri üzerine kaleme aldýðý bütün eserleri bu kuramýn derin izlerini taþýr. Tunaya’nýn anýlan kitabý, söz konusu kuramýn Türk tarihine uygulanmasýnýn en güzel örneði olmasýnýn yanýnda son dönem Osmanlý ve Cumhuriyet siyasî partileri hakkýnda bilgi veren temel bir eserdir ve literatürde en çok atýfta bulunulan çalýþmalardandýr.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

377


TUNAYA, Tarýk Zafer

Tarýk Zafer Tunaya

Doktorasýný tamamladýktan sonra kadrosu Umumi Amme Hukuku Kürsüsü’ne nakledildi. 1948’de Âmme Hukukumuz Bakýmýndan Ýkinci Meþrutiyet’in Fikir Cereyanlarý baþlýklý doçentlik tezini hazýrladý ve 1950’de doçent oldu. Doçentlik çalýþmasý, Peyami Safa’nýn Türk Ýnkýlâbýna Bakýþlar (1938) adlý kitabýnýn ardýndan yaygýn biçimde tartýþýlmaya baþlanan, 1908 sonrasý Osmanlý düþünce tarihi konusunda kaleme alýnmýþ ilk kapsamlý çalýþmadýr. Teksir halinde az sayýda kopyasý yapýlan eser basýlmamýþ olmakla birlikte (bir kopyasý ÝÜ Hukuk Fakültesi Kütüphanesi’ndedir [nr. T. 7]) Tunaya’nýn daha sonra kaleme alacaðý kitaplarýn alt yapýsýný oluþturmuþtur. 1952’de askerlik hizmetinin ardýndan kadrosu Esas Teþkilât Hukuku Kürsüsü’ne nakledildi. 1953’ten itibaren yurt dýþýnda ve özellikle Amerika’da çeþitli araþtýrmalarda bulundu. 1959’da profesörlüðe yükseltildi. 1960’ta Millî Birlik Komitesi tarafýndan Anayasa Hazýrlama Komisyonu üyeliðine getirilen Tunaya, yaklaþýk üç ay sonra Sýddýk Sami Onar’la düþtüðü anlaþmazlýk yüzünden görevden alýndý. Ayný yýl ekim ayýnda üniversiteden uzaklaþtýrýlan 147 öðretim üyesine dahil edildi. Aralýk ayýnda kurucu meclise Ýstanbul temsilcisi olarak girdi. 1962’de üniversiteye döndü. 1963-1965 döneminde Devrim ocaklarý genel baþkanlýðý, 1968-1969 yýllarýnda Ýstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve 1979-1983 yýllarýnda kurucularýndan olduðu Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanlýðý yaptý. 1983’te emekli olduktan sonra daha önce yayýmlanmýþ çalýþmalarýný geniþletti. Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku baþlýklý çalýþmasý uzun süre hukuk fakültelerinde ders kitabý olarak okutuldu. Onun ilme asýl katkýsý yakýn dönem Osmanlý siyasî hayatý alanýndaki çalýþmalarýyla gerçekleþmiþtir. Tarýk Zafer Tunaya 29 Ocak 1991’de Ýstanbul’da öldü.

378

Baþlýca Eserleri: Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952) (Ýstanbul 1952, müellif bu çalýþmasýný daha sonra geniþleterek 1986-1989 yýllarýnda üç cilt halinde yayýmlamýþtýr; ilk cilt II. Meþrutiyet, ikinci cilt Mütareke ve üçüncü cilt Ýttihat ve Terakkî dönemlerini içine alýr); Türkiye’nin Siyasi Hayatýnda Batýlýlaþma Hareketleri (Ýstanbul 1960); Ýslâmcýlýk Cereyaný: Ýkinci Meþrutiyetin Siyasi Hayatý Boyunca Geliþmesi ve Bugüne Býraktýðý Meseleler (Ýstanbul 1962); Devrim Hareketleri Ýçinde Atatürk ve Atatürkçülük (Ýstanbul 1964; Ankara 1981); Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku (Ýstanbul 1966); Türkiye’nin Siyasi Geliþmeleri: Eski Türkler, Ýslâm Devleti, Osmanlý Devletinin Kuruluþu (Ýstanbul 1970); Ýnsan Derisiyle Kaplý Anayasa: Görüþler-Denemeler (Ýstanbul 1979); Medeniyetin Bekleme Odasý (Ýstanbul 1989). BÝBLÝYOGRAFYA :

Tarýk Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Geliþmeler (1876-1938), Ýstanbul 2001, I, s. xi-xiv; Tarýk Zafer Tunaya’ya Armaðan, Ýstanbul 1992; Alpay Kabacalý, Kültürümüzden Ýnsan Adalarý: Röportaj, Ýstanbul 1995, s. 170-173; Cumhuriyet, 30 Ocak 1991; Ersin Kalaycýoðlu, “Tarýk Zafer Tunaya: Osmanlý’dan Cumhuriyete Siyasal Kurumlar ve Çaðdaþlaþma”, Doðu Batý, III/12, Ankara 2000, s. 111-119.

ÿM. Þükrü Hanioðlu

˜

TUNCELÝ Doðu Anadolu bölgesinde þehir ve bu þehrin merkez olduðu il.

Doðu Anadolu bölgesinin dört bölümünden biri olan Yukarý Fýrat bölümünde Fýrat nehrinin kollarýndan Murat suyuna kavuþan Munzur çayý ile Pülümür çayýnýn birleþtiði yerin yakýnýnda kurulmuþtur. Deniz seviyesinden 970 m. yükseklikteki Tunceli, tarihî geçmiþi olmayan, temeli Cumhuriyet döneminde atýlan bir þehirdir. 25 Aralýk 1935 tarihinde kabul edilen 2885 sayýlý yasa ile (Düstur, Üçüncü tertip, XVII, 171) Tunceli adlý yeni bir vilâyet kurulmasý kararlaþtýrýlýp bu vilâyete merkez aranýrken o tarihe kadar hemen hemen boþ kalan ve yakýnýnda Mameki adlý bir köy bulunan alan þehir için seçildi. Bu yerin seçilmesinde baþlýca etken Pülümür çayý vadisini izleyerek gelen, Erzurum’u Elazýð ve Malatya gibi merkezlere, bunlarýn aracýlýðýyla Erzurum’u Akdeniz kýyýsýnda Ýskenderun Limaný’na baðlayan yol üzerinde bulunmasýdýr. Þehrin çekirdeðini oluþturan Ma-

meki köyünün ne zaman ortaya çýktýðý hakkýnda bilgi yoktur. Köyün adý, XX. yüzyýlýn baþlarýna ait R. Kiepet haritalarýnýn Erzurum paftasýnda yer almakta, fakat bu köy günümüzde Tunceli’nin bulunduðu yerde deðil yanlýþlýkla 9-10 km. kadar güneyde gösterilmektedir (R. Kiepet de Mameki isminin yanýna bir soru iþareti koyarak köyü yerleþtirdiði yerden emin olmadýðýný belirtmektedir). Mameki köyünün tarihi bi-

linmese de köyün içinde yer aldýðý yörenin tarihi, eskiden bu havalide olup sýnýrlarý günümüzdeki Tunceli ilinin sýnýrlarýna tamamen uymayan Dersim’in tarihine paralellik gösterir (bazan sancak, bazan vilâyet, bazan kaza durumunda olan ve sýnýrlarý her dönemde deðiþen, merkezi Hozat’ta bulunan bu idarî birim, bir kýsým yayýnlarda yanlýþlýkla kaydedildiði gibi Tunceli isminin karþýlýðý deðildir ve Tunceli adý yerine kullanýlamaz), Yörede yapý-

lan araþtýrmalar sonucunda höyüklere ve tarih öncesi yerleþmelere tanýklýk eden çok sayýda maðaraya rastlanmasý iskân tarihinin çok erken baþladýðýný ortaya koymaktadýr. Höyüklerde gerçekleþtirilen kazýlarda Tunç çaðýna ait bilgilere tesadüf edilmiþtir. Murat suyu ile Karasu (Fýrat) arasýnda kalan bu yöre milâttan önce 2000’li yýllarda Ýþuva adýyla bilinmekteydi. Hurriler’in yörede kurduðu Ýþuva Krallýðý’nýn Hititler’le mücadelesi sonunda burasý milâttan önce 1600’lü yýllara doðru Hitit egemenliðine geçti. Ardýndan Urartular’ýn hâkimiyetine girdi ve Urartu Devleti’nin batýdaki en uç kesimini oluþturdu. Milâttan önce VII. yüzyýlda Medler’in ve VI. yüzyýlda Persler’in egemenliðinin ardýndan Makedonya Kralý Ýskender’in eline geçti. Ýskender’in haleflerinin hâkimiyeti esnasýnda zaman zaman Kapadokyalýlar’la Selevkoslar arasýnda el deðiþtirdi. Bu dönemi Roma ve Roma’nýn ikiye ayrýlýþýndan (395) sonra Doðu Roma (Bizans) dönemi izledi. Bizans devrinde Sâsânîler ile Bizans arasýnda sýk sýk el deðiþtiren yöreye Dersim (Farsça Der-sîm “gümüþ kapý”) adýnýn bu dönemde verildiði tahmin edilmektedir. Dersim yöresi Hz. Ömer zamanýnda 639 yýlýnda Doðu ve Güneydoðu Anadolu’nun birçok yeri gibi müslüman Araplar’ýn eline geçti. Fakat bu hâkimiyet kýsa sürdü. Müslümanlarla Bizans arasýnda da birkaç defa el deðiþtirdi ve 1071 Malazgirt zaferinden itibaren Türkler’in kontrolü altýna girdi. Bir ara Bizans kumandanlarýndan Ermeni asýllý Philaretos Brakhamios yöreye egemen oldu. Ancak buna Harput merkezli Çubukoðullarý Beyliði’nin kurucusu

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNCELÝ

Çubuk Bey son verdi. Artuklular’ýn Harput kolu, Mengücüklüler’in Kemah-Erzincan kolu hâkimiyeti altýnda da bulunan yöre ardýndan Anadolu Selçuklularý’nýn, bu devletin 1243’te Moðollar’a yenilmesinden sonra Moðollar’ýn idaresine girdi. Dersim Akkoyunlu egemenliðinde de kaldý ve XIV. yüzyýlda bir müddet Erzincan Beyi Mutahharten’in hâkimiyeti altýna girdi. Timur’un ordularý tarafýndan yaðmalandýktan sonra Akkoyunlular’ca yeniden ele geçirildi. Fâtih Sultan Mehmed’in 1473’te Akkoyunlular’ý maðlûp etmesi üzerine yörede Osmanlý varlýðý hissedilmeye baþlansa da Osmanlý topraklarýna katýlmasý Yavuz Sultan Selim döneminde Çaldýran Savaþý’nýn (1514) ardýndan gerçekleþti. Fakat buranýn haþin ve engebeli coðrafî yapýsý, devlet denetiminin uzaðýnda zaman zaman mahallî idarecilerin elinde kalmasýna yol açtý. Bunlar merkezî idarelerin zayýf dönemlerinde isyankâr durum sergilediler. Bu da Osmanlýlar’ýn son dönemiyle Cumhuriyet dönemi baþlarýnda (sonuncusu Eylül 1938’de bastýrýldý) Dersim isyanlarý adý altýnda bilinen bir dizi isyanla devleti meþgul eden, çevre halkýna da rahatsýzlýk veren olaylara sebep oldu. Esasen Osmanlý idaresinde 1847’de Dersim (merkezi Hozat) adlý bir sancaðýn kurulmasý (bu tarihe kadar Dersim coðrafî bir yöre adýydý), Cumhuriyet döneminde de Tunceli adýyla bir vilâyetin (merkezi olan Kalan yerleþmesine daha sonra Tunceli denmeye baþlandý) ihdas edilmesinin gerekçesi, mahallî idarecileri

ve onlarýn devlete karþý direniþe sürüklediði yöre halkýný kontrol altýna almaktý. Tunceli þehrinin kurulduðu boþ alan, Osmanlý idaresinin baþlangýçtaki idarî bölünüþünde Diyarbekir beylerbeyiliðinin sýnýrlarý içinde bulunuyordu. Bu dönemde söz konusu eyalet içinde Dersim adlý bir idarî bölüme rastlanmasa da günümüzdeki Tunceli þehrinin yerinin, eski Diyarbekir eyaletinin bölümlerinden ilk akla gelen ihtimal olan Harput sancaðý içinde yer almadýðýna göre (Ünal, s. 75; Elibüyük, I/2 [1990], s. 34’teki harita) livâ-i Palu sýnýrlarý içinde kalmasý mümkündür (Göyünç, sy. 23 [1969], s. 28). Dersim sancaðý (Dersim bazan coðrafî, bazan idarî birim adý oldu, fakat hiçbir dönemde bir þehrin veya kasabanýn adý olmadý) Erzurum eyaletine baðlýydý. Günümüzdeki Tunceli þehrinin kurulduðu mevki de Erzurum eyaletinin Dersim sancaðýnýn Mazgirt kazasý sýnýrlarý içinde bulunuyordu. Bu dönem içinde 1877, 1885, 1892, 1907, 1911, 1914 ve 1916 yýlý isyanlarý vuku buldu. Birinci isyanýn hemen ardýndan Dersim sancaðý Erzurum’dan alýnarak merkezi Hozat olan baðýmsýz bir vilâyet durumuna getirildi. Ýleride yeniden inþa edilecek olan Tunceli þehrinin nüvesini ve ilk mahallesini teþkil eden Mameki köyü de Dersim vilâyetinin Mazgirt kazasýnýn sýnýrlarý içindeydi. Ancak bu deðiþiklik uzun sürmedi. 1879-1886 (bazý yayýnlarda 1880-1888) yýllarýný kapsayan bu dönemden sonra Dersim tekrar sancak durumuna getirilip Ma‘mûretüla-

Munzur çayý kýyýsýnda kurulmuþ olan Tunceli þehrinden bir görünüþ

zîz vilâyetine baðlandý. Millî Mücadele devrinde bir defa daha vilâyet durumuna getirilen Dersim, Cumhuriyet dönemine bu haliyle girdi. 1926’da kaza oldu, Elaziz vilâyetine baðlandý. Mameki köyü de Mazgirt ilçesinden Dersim kazasýnýn sýnýrlarý içine alýndý. Millî Mücadele yýllarýndaki Koçgiri isyaný (yörenin dýþýnda olmasýna raðmen), 1925’teki Þeyh Said isyaný ve 1930’lu yýllarda patlak veren bazý isyanlar güvenliði saðlamak için yeni bir vilâyetin kurulmasýný gündeme getirdi ve 25 Aralýk 1935’te Tunceli vilâyeti kuruluþ kanunu kabul edildi. Korgeneral rütbesinde bir askerî vali tayin edildi. Fakat valinin oturacaðý vilâyet merkezi yoktu; bu sebeple yeni bir þehrin temelleri atýldý. Önceleri bu yerleþmeye bir aþiretin adýndan hareketle Kalan denildi. Kalan’ýn inþasý devam ederken vali komþu ilin merkezi Elaziz’de oturdu. Böylece Elazýð þehri bir süre iki valinin oturduðu, Türkiye’de bir örneðine rastlanmayan bir uygulamaya sahne oldu (DÝA, X, 553). 1 Ocak 1947 tarihinden itibaren vali Tunceli’nin merkezi Kalan’ýn inþasý tamamlandýðýndan buraya geçti. Yeni þehrin inþasý on bir yýllýk bir dönemi kapsamýþtý. Bu sýrada kýþla gibi askerî binalar, devlet daireleri ve memur lojmanlarýna öncelik verildi. Kalan kasabasý önceleri tek mahalleden ibaretti (Mameki mahallesi), nüfusu da þehrin temelinin atýlmasýndan sonraki ilk sayýmda (1940) henüz 1000 kiþiyi bulmuyordu (837), hatta bir sonraki sayýmda (1945) biraz daha düþmüþtü (762); 1949 yýlýnda tek mahalleli durumu devam ediyordu (Belediyeler Yýllýðý, II, 412). 56 hektarlýk bir alaný kaplayan bu küçük kasabaya Kalan denilmeye devam edildi. Nüfusu da 1950 sayýmýnda henüz 2000’i bulmamýþtý (1883). Þehrin yerleþme alaný önceleri Munzur’un tek yakasýnda bulunurken öteki yakaya da atlayýnca 1965’te nüfus 5825’e ulaþtý. 1967’de mahalle sayýsý üçe çýktý (Alpdoðan, Mameki, Siðank). Ýlin merkezi üç mahalleli iken ayný yýlda ile baðlý ilçe merkezlerinden Hozat’ta da üç mahalle vardý; Çemiþgezek dört mahalleli, Pertek ise altý mahalleli bir kasaba durumundaydý. Þehrin nüfusu ilk defa 1975 sayýmýnda 10.000’i aþtý (11.637), mahalle sayýsý da altýya yükseldi (Akdoðan, Alibaba, Yenimahalle, Atatürk, Cumhuriyet, Esentepe). Þehrin doðu yakasýndaki mahalle-

lerde toprak kaymasý tehlikesi belirdiðinden Yenimahalle ile Esentepe mahallelerinin bir kesimine inþa yasaðý kondu. 1990’Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

379


TUNCELÝ

da 25.000’e yaklaþan (24.513) þehrin nüfusu 2000’de bu sayýyý aþarak (25.041) 2009 yýlýnda 31.599’a ulaþtý. Fakat 31 Aralýk 2010 tarihinde yapýlan son sayýmda gerileyerek 30.000’in altýna düþtü (26.410). Tunceli’nin içinden geçen ve Erzurum’u Malatya’ya baðlayan baþlýca ulaþým ekseni Munzur çayýna (Munzur Köprüsü’nü geçtikten sonra) paralel uzanýr. Þehir dar bir vadide yerleþtiðinden söz konusu cadde dýþýnda geniþ bir caddeye rastlamak mümkün deðildir. Topografyanýn özel durumu sebebiyle mahallelere yönelen yollar iniþli yokuþludur. Bir memur þehri olarak kurulan Tunceli’de bu özellik, memur lojmanlarýnýn kamu dýþýnda çalýþanlara ait meskenlerden daha fazla oluþuyla dikkati çeker. Þehirde sanayi geliþmemiþtir. Çevresindeki turistik yerler (Munzur vadisi, Munzur daðlarý) ziyarete açýldýðý takdirde Tunceli þehri buralarý görmeye gelenler için bir turistik merkez niteliðini kazanabilir. Tunceli þehrinin merkez olduðu Tunceli ili Bingöl, Elazýð ve Erzincan illeriyle çevrilmiþtir. Merkez ilçeden baþka Çemiþgezek, Hozat, Mazgirt, Nazýmiye, Ovacýk, Pertek ve Pülümür adlý yedi ilçeye ayrýlýr. 7432 km² geniþliðindeki Tunceli ilinin sýnýrlarý içinde, 2010 yýlý verilerine göre 76.699 kiþi yaþýyordu, nüfus yoðunluðu on idi. Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na ait 2007 yýlý istatistiklerine göre Tunceli’de il ve ilçe merkezlerinde yirmi, kasabalarda bir ve köylerde seksen üç olmak üzere toplam 104 cami bulunmaktadýr. Ýl merkezindeki cami sayýsý üçtür.

Pertek’te Saðman Camii ve Türbesi – Tunceli

380

BÝBLÝYOGRAFYA :

Cuinet, II, 384, 388, 396; Düstur, Üçüncü tertip, Ankara 1936, XVII, 171; Ömer Kemal Aðar, Tunceli-Dersim Coðrafyasý, Ýstanbul 1940; Besim Darkot, “Tunceli Üzerine Coðrafî Görüþler”, Üçüncü Üniversite Haftasý, Ýstanbul 1943, s. 114-128; Belediyeler Yýllýðý, Ankara 1949, II, 412; Mahmut Sarýbeyoðlu, Aþaðý Murat Bölgesinin Beþerî Coðrafyasý, Ýstanbul 1951, s. 80; Tunceli Ýli Kültür ve Turizm Envanteri 1987, Tunceli 1987; Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyýlda Harput Sancaðý (15181566), Ankara 1989, s. 75; Ümit Serdaroðlu, “Öntarihten Ýslâm Döneminin Baþlangýcýna Kadar Elazýðý Kuzeyinde Kültürel Hareketler”, Fýrat Havzasý Sanat Tarihi Sempozyumu, Elazýð 1992, s. 11, 14; Ergün Dayan, Tunceli ve Çevresi (proje çalýþmasý, 1992), Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coðrafya bölümü, ÝSAM Ktp., nr. 192594; Mehmet Zülfü Yolga, Dersim (Tunceli) Tarihi (haz. Ýbrahim Yýlmazçelik – Ahmet Halaçoðlu), Ankara 1994; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coðrafyasýna Giriþ I: Anadolu’nun Ýdarî Taksimatý, Ankara 1998, s. 129, 138, 141; Dersim: Jandarma Genel Komutanlýðý’nýn Raporu, Ýstanbul 1998, s. 78; Osmanlý Belgelerinde Dersim Tarihi: Osmanlýca Türkçe 50 Adet Orijinal Belge (haz. Ahmet Hezarfen – Cemal Þener), Ýstanbul 2003, s. 4, 5, 6; Serkan Erdoðan, Yerli ve Yabancý Kaynaklara Göre Dersim ve Çevresindeki Arkeolojik Araþtýrmalar -I, Ankara 2004, s. 91, 109-114, 133; Nejat Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyliði’nin Ýlk Ýdarî Taksimatý”, TD, sy. 23 (1969), s. 27, 28; Ufuk Esin, “Tepecik ve Tülintepe Kazýlarý”, TTK Bildiriler, VIII (1979), s. 67-68; Mesut Elibüyük, “Türkiye’nin Tarihî Coðrafyasý Bakýmýndan Önemli Bir Kaynak: Mufassal Defterler”, Coðrafya Araþtýrmalarý, I/2, Ankara 1990, s. 34; Gülay Öðün Bezer, “Harput’ta Bir Türkmen Beyliði Çubukoðullarý”, TTK Belleten, LXI/230 (1997), s. 82, 83; M. Bazin, “Tunjeli”, EI 2 (Fr.), X, 675; Metin Tuncel, “Elazýð”, DÝA, X, 553.

ÿMetin Tuncel

™ MÝMARÝ. Tunceli yöresinde ilk yerleþimin tarih öncesi döneme kadar indiði tesbit edilmiþtir. Burada yazýlý tarih milâttan önce 2200’lerde Hurriler’le baþlamýþtýr. Hurriler’den sonra Hitit, Muþkili, Urartu, Med, Roma, Bizans, Sâsânî, Emevî ve Abbâsîler bölgede söz sahibi olmuþ, ancak bu dönemlere ait herhangi bir mimari yapý günümüze ulaþmamýþtýr. Türkler’in bölgedeki yerleþimi 1071 Malazgirt Savaþý’nýn ardýndan baþlamýþtýr. Bu yörede daha sonra Mengücük, Çubukoðullarý, Artuklular ve Anadolu Selçuklularý ile baþlayan Türk-Ýslâm hareketi sýrasýnda birçok mimari eser yapýlmýþtýr. Bunlardan biri olan Mazgirt Elti Hatun Camii (650/1252) kuzey-güney doðrultusunda dikdörtgen bir plana sahiptir. Giriþi doðu cephesinde bulunan cami, dikdörtgen harim ve bunun kuzeyine bitiþik dört yönden kapalý son cemaat yerinden oluþmaktadýr. Tamamý kesme taþ ve kaba yontu taþ malzemeyle in-

Sungur Bey Camii – Tunceli

þa edilen caminin üst örtüsü içten beþik ve çapraz tonoz, dýþtan düz dam þeklindedir. Yapýnýn kuzey cephesine bitiþik çeþmesi vardýr. Yine bu döneme ait Mazgirt Elti Hatun Türbesi (XII. yüzyýl sonu-XIII. yüzyýl baþý) tek katlý, sekizgen gövdeli ve piramidal külâh örtülüdür. Tamamen kesme taþ malzemeyle inþa edilen yapýnýn kuzeyinde bulunan giriþi eyvan biçimindedir. Orta Asya Türk sanatýnda görülen bu biçimin Anadolu’da ortaya çýkmasý dikkate deðer bir özelliktir. Kösedað Savaþý’ndan (1243) sonra Tunceli ilini de içine alan bölge Moðol hâkimiyeti altýna girmiþtir. XIV. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Anadolu’da, dolayýsýyla Tunceli’de Moðol hâkimiyeti zayýflayýnca bölgede Türkmen beylerinin etkinliði hissedilir. Bu döneme ait Çemiþgezek Yelmâniye Camii (1396-1404) kuzey-güney doðrultusunda dikdörtgen mekânlý harimiyle merkezî plan þemasýna sahiptir. Caminin harimi kubbeli orta mekân ve bunu dört yönde saran beþik tonozlu kýsýmlardan oluþmaktadýr. Köþelerde kalan boþluklar daha alçak tutulan birer tonozla kapatýlmýþtýr. Caminin batý cephesindeki ana kapýsý üzerine alçak kabartma þeklinde iþlenen bitkisel ve geometrik motifler Türk süsleme sanatýnda önemli bir yere sahiptir. Ayrýca güney duvarýndaki kesme taþ üzerine çini kaplamalý mihrabý dikkate deðer. Çemiþgezek Eski Hamamý (XV. yüzyýl) yine kuzey-güney doðrultusunda dikdörtgen plan arze-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNCELÝ

der ve soðukluk, ýlýklýk, sýcaklýk, külhan bölümlerinden meydana gelir. Sade bir plana sahip olan yapýda kesme taþ ve kaba yontu taþ malzemeyle birlikte yer yer tuðla malzeme kullanýlmýþtýr. Bölge en parlak dönemini Osmanlý Devleti zamanýnda yaþamýþtýr. Bu dönemde çeþitli mimari eserler inþa edilmiþ, bunlarýn bir kýsmý günümüze ulaþmýþ, bir kýsmý da Keban baraj gölü sularý altýnda kalmýþtýr. Çemiþgezek Süleymaniye (Kale) Camii (XV. yüzyýl sonlarý-XVI. yüzyýl baþlarý) dýþ ölçüler bakýmýndan dikdörtgen bir alaný kaplamakta, kuzeyde dört tarafý kapalý son cemaat yeri ve harim kýsmýndan meydana gelmektedir. Mihraba paralel üç nefli bir düzenlemeye sahip harim içten beþik tonoz, dýþtan düz damla örtülüdür. Caminin yarým silindirik mihrabý ve minberi beyaz kesme taþ malzemeden olup orijinaldir. Caminin kuzeydoðusunda tuðla malzemeyle inþa edilen silindirik gövdeli minare yer almaktadýr. Pertek Saðman Camii (1565-1570) kare planlý harim ve kuzey cephesinde üç gözlü son cemaat yerinden oluþmaktadýr. Son cemaat yerinin saðlý sollu iki yanýnda eyvan ve hücreler mevcuttur. Harimin batýsýnda sekizgen gövdeli, piramidal külâhlý türbe bulunmaktadýr. Cami ve türbe kesme taþ malzemeyle inþa edilmiþtir. Pertek Çelebi Ali Camii (1569-1570) kare planlý, tek kubbeli harimle kuzey cephesinde yanlarý kapalý üç gözlü son cemaat yeri, batýsýnda kuzey-güney doðrultusunda uzanan eyvan biçimli ek mekân ve bunun ku-

Yelmâniye Camii’nin taçkapýsý

Hamidiye Medresesi – Çemiþgezek / Tunceli

zeybatý cephesine bitiþik çeþmeden meydana gelmektedir. Yapýnýn harimi ve ek mekânýn beden duvarlarý kaba yontu taþ, son cemaat yeri kesme taþ malzemeyle inþa edilmiþ olup kubbeler kurþun kaplamadýr. Pertek Sungur Bey Camii (1577) kare bir harim, kuzey cephesinde üç gözlü son cemaat yeri ve kuzeybatýdaki minareden oluþmaktadýr. Yapýnýn son cemaat yeri ve minaresi kesme taþ, diðer kýsýmlar kaba yontu taþ malzemeyle inþa edilmiþtir. Çemiþgezek Tekya Türbesi (1572) blok kaya üzerine sekizgen gövdeli ve iki katlý olarak yapýlmýþtýr. Üst örtü piramidal külâh þeklindedir. Tamamý kesme taþ malzemeyle inþa edilen yapýya üst kata giriþ kuzey cephesinden saðlanmaktadýr. Mazgirt Çoban Baba Türbesi’nin (XV-XVI. yüzyýl) büyük bir kýsmý günümüzde harap durumdadýr ve kalan izlerden anlaþýldýðý kadarýyla sekizgen gövdeli plana sahiptir. Pertek Besime Hatun Türbesi (XV-XVI. yüzyýl) üst katý tamamen tahrip edilmiþ, sekizgen gövdeli ve iki katlý bir yapýdýr. Çemiþgezek Ferruhþad Türbesi (XV-XVI. yüzyýl) sekizgen planlý olup tamamý kesme taþ malzemeyle yapýlmýþtýr. Çemiþgezek Yeni Hamamý (1701-1702) doðu-batý doðrultusunda dikdörtgen planlýdýr ve soðukluk, ýlýklýk, sýcaklýk, külhan bölümlerinden oluþmaktadýr. Yapýnýn eyvan þeklindeki kapýsý üzerinde kabartma tekniðinde bitkisel ve geometrik motifler yer almaktadýr. Çemiþgezek Sividin ve Levendik köprüleri (XVI. yüzyýl) tek kemer gözlü basit yapýlardýr. Çemiþgezek Yûsuf Ziyâ Paþa (Taðar) Köprüsü (1807) tek gözlü, sivri kemer açýklýklýdýr. Yapýnýn kemer açýklýðý kesme taþ, beden duvarlarý kaba yontu taþ malzemeyle inþa edilmiþtir. Çemiþgezek Hamidiye Medresesi (1861-1862) doðu-batý doðrultusunda dikdörtgen bir plana sahiptir ve sekiz odalýdýr. Tamamý

kesme taþ malzemeyle yapýlan medresenin giriþ kapýsýndaki motifler dikkat çekicidir. Cephedeki pencereler ikili düzenlerde olup yuvarlak kemerlidir. Tunceli’de bunlardan baþka hemen hemen her sokakta sanatsal özellikler taþýyan çeþmeler mevcuttur. Sivil mimari örneklerinden evler bilhassa Çemiþgezek ve Pertek’te bulunmaktadýr. Arnavut kaldýrýmlý dar sokaklar, iki katlý cumbalý evler bu beldelere tarihî ve mistik bir görünüm kazandýrmaktadýr. Tunceli’deki mimari eserlerde genellikle düzgün kesme taþ, kaba yontu taþ ve yer yer tuðla malzeme kullanýlmýþtýr. Örtü sistemleri kubbe ve tonozdur. Geçiþ öðesi olarak tromp ve pandantiflerden yararlanýlmýþtýr. Yapýlarda iki renkli taþ iþçiliði ve kabartmalarla süsleme görülmektedir. Kabartmalarda geometrik ve bitkisel motifler yoðunluktadýr. Bununla birlikte mihraplarda, sütun baþlýklarýnda ve þerefe altlarýnda mukarnaslar göze çarpmaktadýr. Mezarlýklarda koç heykelleri yaygýn biçimde kullanýlmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

BA, Tapu Defteri, nr. 998, s. 168-175; VGMA, Dosya, nr. 200/1099; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 303; Ömer Kemal Aðar, Tunceli-Dersim Coðrafyasý, Ýstanbul 1940, s. 42; Cevdet Çulpan, Türk Taþ Köprüleri, Ankara 1975, s. 76, 189-190, 230; O. Cezmi Tuncer, Anadolu Kümbetleri: I, Selçuklu Dönemi, Ankara 1986, s. 251-256; a.mlf., a.e.: Beylikler ve Osmanlý Dönemi, Ankara 1990, III, 202-207; Muhammet Beþir Aþan, Elazýð, Tunceli ve Bingöl Ýllerinde Türk Ýskân Ýzleri (XI-XIII. Yüzyýllar), Ankara 1989, tür.yer.; Kenan Güven, Tabiat Güzellikleri ve Kültürel Deðerleri ile Tunceli, Ankara 1991, s. 35-76; Ertuðrul Danýk, Koç ve At Þeklindeki Tunceli Mezar Taþlarý, Ankara 1993, s. 13-14; Hakký Önkal, Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara 1996, s. 111-114; Bünyamin Kara, Tunceli’deki Türk Dönemi Mimari Eserleri (yüksek lisans tezi, 2000), Yüzüncü Yýl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Metin Sözen, “Çemiþgezek’deki Mimari Eserler ve Yelmaniye Camii”, STY, IV (1971), s. 29-47.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

ÿBünyamin Kara

381


TUNÇ, Mustafa Þekip

TUNÇ, Mustafa Þekip (1886-1958)

˜

Henry Bergson üzerine eserleriyle tanýnan psikolog ve felsefeci.

Ýstanbul’da doðdu. 1905’te Vefa Ýdâdîsi’nden mezun oldu. Mülkiye Mektebi talebesiyken Fransýzca öðrenmeye yoðunlaþtý. Bu çabasý onun psikoloji ve felsefeye yönelmesini etkiledi. II. Meþrutiyet’in ilân edildiði dönemde Mülkiye’yi bitirdi. Kýsa bir süre sonra kiþisel eðilimleri açýsýndan daha verimli olacaðýný düþündüðü eðitimcilik mesleðine yöneldi; hayatýný pedagoji, psikoloji ve felsefe alanlarýna adadý. Eðitimcilik yönünde yaptýðý bu seçim onun siyasal görüþlerini de biçimlendirdi. Dönemin radikal toplumsal deðiþim yanlýsý görüþlerine karþý, toplumsal deðiþimin zorlama yollarla deðil zaman içinde pedagojik yöntemlerle halkýn seviyesinin yavaþ yavaþ yükseltilmesine dayanan bir politikayla gerçekleþtirilmesi gerektiði düþüncesini benimsedi. Mustafa Þekip’in düþüncesinin bu yönde geliþmesinde Henry Bergson, William James ve Sigmund Freud’un önemli bir yeri vardýr. Toplumsal deðiþimde geçmiþin önemi ve þimdiki zaman üzerindeki etkisi, politikada hayata rasyonalist gerçekleri dayatmak yerine terbiyeye önem verilmesi, toplumsal deðiþimi yaratýcý geliþmenin serbest yaþam hamlelerine býrakmak ve eðitimin salt zekâya dayandýrýlmasýna dair bilinç felsefesi aksiyomlarýný þüpheyle karþýlayarak bilince de yer açmak gerektiði yönündeki baþlýca görüþler onun düþüncesini biçimlendirdi. Mustafa Þekip, Batý felsefesinde pozitivizm eleþtirileri için önemli bir dönüm noktasý sayýlan I. Dünya Savaþý yýllarýnda Cenevre Üniversitesi’nde psikoloji öðrenimi gördü; pozitivizme yönelik eleþtiriler onun entelektüel hayatýný þekillendiren en önemli etkenlerden biri oldu. Bu dönem, Mustafa Þekip’in rasyonalizme karþý eleþtirel felsefeleri yakýndan tanýmasýna katkýda bulundu. Jean Jacques Rousseau Pedagoji Enstitüsü’nden aldýðý diplomayý Cenevre Üniversitesi’nden aldýðý psikoloji sertifikasý ile tamamlayarak eðitimini bitirdi ve yurda döndü. Bu dönemde Terbiye Mecmuasý’ndaki yazýlarý Ýstanbul Dârülfununu hocalarýnýn ve özellikle Ziya Gökalp’in dikkatini çekti. Ýsmail Hakký ve Mehmed Emin beylerin teklifleri üzerine Edebiyat Fakültesi müderris muavinliði görevine tayin edildi (1919). Üniversitedeki görevinin baþlarýnda Millî Mücadele’ye destek veren Dergâh dergisinde yazýlar yazdý. Ýttihat ve Terakkî Fýr382

kasý’nýn egemen ideolojisi haline gelen Ziya Gökalp’in pozitivist sosyolojisine karþý derginin Bergsoncu çizgisinin belirginleþmesinde, kaleme aldýðý elliye yakýn yazýnýn önemli bir payý vardýr. Bu yazýlarýnda -Bergson’un pozitivizme yeni bir metafizikle karþý çýkýþýnda olduðu gibi- maddî ölçülere karþý mâneviyatýn, niceliðe karþý niteliðin ve bir diriliþ anýný ifade eden hayat hamlesinin sonucu olarak gördüðü Millî Mücadele’yi destekledi. Osmanlýcýlýk, Ýslâmcýlýk ve Turancýlýðý gözden düþmüþ akýmlar sayýp Anadolucu bir milliyetçiliði benimsedi ve Anadolu’daki diriliþin metafizik alt yapýsýný kurmaya yönelik bir çizgi takip etti. Dergâh’ýn felsefî çizgisini açýklýða kavuþturan yazýlarý, ayný zamanda Türkiye’de muhafazakârlýðýn felsefî ve siyasî bir dile dönüþmesi açýsýndan önemli rol oynayacaktýr. Dârülfunun’daki görevini 1933 üniversite reformu sonrasýnda da ordinaryüs profesör unvanýyla sürdürdü. Uzun bir süre hizmet ettiði üniversiteden 1953 yýlýnda emekliye ayrýldý ve 1958’de vefat etti. Mustafa Þekip Tunç’un Kemalist aydýnlarýn radikalizmine karþý benimsediði tedrîcî metotlara dayanan muhafazakâr deðiþim anlayýþý, egemen reformculuk anlayýþýný kategorik olarak reddetmekten ziyade metodik bir farklýlýðý ifade eder. Mustafa Þekip dinin toplum hayatýndaki yerinin yeniden düþünülmesini, eski metafizik sistemlerin doðrudan sahiplenilmesi yerine yeni bir metafiziðin kurulmasýný ve toplumsal deðiþim anlayýþýnýn bu metafizikle güçlendirilmesini önermiþtir. Ayrýca Bergsoncu metafizik ilhamlarý pedagoji açýsýndan dönemin egemen ruhuyla çok da ters düþmeyecek pragmatist akýmlarla dengelemiþtir. Onun düþünceleri rasyonalist akýmlara muhalefet eden bir felsefî çizgide yer almaktadýr. Bergson felsefesi yanýnda rasyonalist gerçeklere deðil deneye önem verilmesi gerektiðini söyleyen pragmatizmden etkilenmiþ, bilinç felsefelerini eleþtirmek ve bilinci kavramak açýsýndan imkânlar saðlayan psikanalizle, sa-

Mustafa Þekip Tunç

dece laboratuvardan devþirilmiþ niceliksel verileri deðil bilinç durumlarýnýn da tahlil edilmesine yer açan T. Ribot’nun psikoloji ekolüyle ilgilenmiþtir. Bu etkilerden en belirleyici olaný Bergson felsefesidir. Bergson’un felsefî monizme karþý getirdiði eleþtirileri deðerlendiren Mustafa Þekip, varlýðýn temelini tek bir öze indirgeyen monist felsefelerin tek yanlý kaldýðý var sayýmýna dayanan plüralist bir felsefe yaklaþýmýný savunmuþtur. Plüralizm, çoklu gerçek anlayýþý ve apriori gerçeklerden ziyade deneyi öncelemesiyle rasyonalizmi bir tür dogmatizm olarak görme açýsýndan da iþlevsel olmaktadýr. Bu bakýmdan Bergson’un yaþam felsefesiyle James’in deneysel metodunu uzlaþtýrmaya çalýþmýþtýr. Ona göre Bergsoncu felsefenin temel kavramlarýndan olan somut hayat ve somut insan, soyut rasyonalizmle zekâyý önceleyen entelektüalist akýmlarýn yanýlgýsýný göstermesi ve realiteye salt zekâyla yetinmeyen bir felsefeyle daha derinden nüfuz edilebilmesi açýsýndan son derecede önemlidir. James’in rasyonalizme ve entelektüalizme yönelik eleþtirileri de bu karmaþýk realitenin kavranmasý bakýmýndan öne çýkmaktadýr. Pragmatizm þe’niyetlere doðrudan doðruya temasý, bütün diðer vasýtalarý mârifete tercih etmesi, her þeyden çok tecrübeye kýymet vermesi itibariyle önemli bir felsefî akýmý temsil etmektedir. Mustafa Þekip, James’in benimsediði tecrübenin geniþ bir açýlýma sahip olduðunu, sadece maddî tecrübeyi deðil ruhsal tecrübeleri de kapsadýðýný düþünmektedir. Bu düþünce, Bergson’un bilinci ve ruhu bir realite olarak doðrudan kendi verileriyle anlamaya çalýþan felsefesiyle kesiþmektedir. Dolayýsýyla James’in pragmatizmi de bilinç durumlarýný salt fizyolojiyle açýklayarak bir gölge olaya indirgeyen ve Newtoncu yaklaþýmla bilinci atomlardan meydana gelen bir madde gibi açýklayan indirgemeci anlayýþlardan farklý þekilde bilinci yeni ve þahsî bir âlem olarak, yani olumlu bir realite biçiminde anlamaya çalýþmaktadýr. Ruhsal ya da psikolojik tecrübeyi anlamanýn onu fizik deney kadar gerçek kabul etmekten baþka bir yolu yoktur. Böylece tecrübe yalnýzca bedenin ruh üzerindeki etkisini deðil ruhun beden üzerindeki etkisini de gösterir. Plüralizm açýsýndan bakýldýðýnda varlýðýn özünü maddeye indirgeyen materyalist monizm gibi ruha indirgeyen idealistspiritüalist monizm de ayný yanýlgýya düþer. Zira bu da tecrübenin deðil aklýn mahsulüdür. Spiritüalistlerin anladýðý ruh bütün bireylerde özdeþ olan, dönüþtürülemez, daima ayný kalan, homojen bir ya-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛNÝSÎ

pýdýr. Mustafa Þekip’in benimsediði þahsiyetçi yaklaþým ise her bireyin farklý bir þahsiyete sahip olduðunu var sayar. Ruhu dönüþtürülebilir ve yeniliklere açýk, ne niceliksel verilerle ne de atomist açýklamalarla anlaþýlabilecek bir imkânlar kaynaðý biçiminde görür. Bu imkân, þuuru Bergson’un deyiþiyle “yaratýcý tekâmül” ya da James’in deyimiyle “þuur akýþý” diye anlamakla ilgilidir. Mustafa Þekip’in Bergson ve James’ten aldýðý ilham sadece bilincin yeni bir realite olarak tanýmlanmasýna yönelik deðildir. Her iki düþünür âlemi olmuþ bitmiþ mekanik bir nesne halinde deðil tamamlanmamýþ bir oluþ diye görmektedir. Mustafa Þekip, bu yaratýcý âlem görüþünden hareketle içinde yaþanýlan âlemin bir âlem-i zarûret deðil âlem-i imkân olduðunu söyler. Burada söz konusu olan, rasyonalist ve bilimci anlayýþlarýn kavrayamayacaðý biçimde hayatý bir âlem-i ihtimâlât þeklinde gören ve cehdlerle yeni hakikatlerin yaratýlabileceðine inanan, hayatý daima halledilebilecek noktalarý olan bir sorun olarak kalmaya mahkûm bir mesele þeklinde deðerlendiren ve bu yolda istenen cevabý determinist ilkelerden ziyade “gayri muayyen bir sûrette mütemâdî olan müterakki tecrübeler”in verebileceðine inanan atýlýmcý bir yaþam felsefesidir. Bu tür bir düþüncenin, Millî Mücadele döneminin mâneviyatýný destekleyen ve ulus devletin kuruluþunu donmuþ rasyonalist kalýplardan ziyade geliþmeye açýk bir süreç biçiminde yorumlayan iyimser bir görüþü uyandýrdýðý tahmin edilebilir. Bergson’un düalist felsefesi, maddenin statik durumunu inceleyen zekânýn yanýnda hayatýn dinamizmine derinden nüfuz edebilen sezginin bilinci ve ruhu bir realite olarak anlama açýsýndan yeni ufuklar açmýþtýr. Bu düalizmin çaðdaþ Türkiye’nin düþünce tarihine tercümesi ise Batý ile Doðu, zekâ ile kalp, materyalizmle aþýrý mistisizm arasýnda ölçülü bir yol tutulmasý þeklinde karþýlýðýný bulacaktýr. Mustafa Þekip radikal Batýcýlýk’la radikal Doðuculuðu, zekâya aþýrý güvenle sadece kalbe güvenmeyi, materyalist inançlarla aþýrý mistisizmi ayný ölçüde hatalý görür. Bu baðlamda farklý deðerlerin uzlaþtýrýlmasýna dayanan, realitenin iki yanýný da içerebilecek, ölçülü fakat vukuflu bir metodun izlenmesi gerektiðini savunur. Bunun politik anlamdaki sonucu, gelenek ve modernleþmenin uzlaþtýrýlmasý gerektiðini ve modernleþmenin ancak geleneðin yeni terkiplere kavuþturulmasýyla mümkün olabileceðini ileri süren muhafazakâr modernleþme yaklaþýmýdýr. Böyle bakýldýðýnda Mus-

tafa Þekip’in temel yaklaþýmlarý, Türkiye’de pozitivist modernleþme anlayýþýna karþý alternatif bir modernleþme projesinin felsefî temelini kuran yaklaþýmlardan biri olarak düþünce tarihindeki yerini almýþtýr. Eserleri. Entelektüel hayatýnýn geneline bakýldýðýnda üretken bir yazar olan Mustafa Þekip François Coppée, Henry Bergson, Théodule Ribot, William James, Sigmund Freud, Hermann Ebinghaus, Georges Dwelshauvers, Henri Delacroix, Emile Bréhier, L. Dugas, Emile Zola gibi isimlerden sayýsý kýrka yaklaþan tercümeler yapmýþtýr. Bu eserlerin ana konularý bireylerin ve toplumlarýn geliþimi, þahsiyet, yaratýcýlýk, mânevî kudret, metafizik, mistisizm, þuur, hâfýza, ihtimaliyet, muhayyile, psikanaliz, genel psikoloji, din psikolojisi, pedagoji, terbiye, felsefe tarihi, din felsefesi gibi anahtar kelimelerle özetlenebilecek bir alana yayýlmýþtýr. Baþlýca telif eserleri þunlardýr: Rûhiyat Dersleri (1919), Rûhiyat Derslerine Lâhika (1920), Gülmek Nedir, Kime Gülüyoruz? (1921), Rûhiyat (1924), Felsefe-i Din (1927), Terakki Fikrinin Menþe ve Tekâmülü (1928), Çin Felsefesinin Kaynaklarý (1933), Yeni Türk Kadýný ve Ruhî Münasebetleri (1939), Üç Zihniyet (1940), Ýnsan Ruhu Üzerinde Gezintiler (1943), Ruh Yapýmýz ve Onun Tipleri Bakýmýndan Ahlâk (1944), Ruh Âleminde (1945), Fikir Sohbetleri (1948), Psikolojiye Giriþ (1949), Psikoloji Dersleri (1950), Bir Din Felsefesine Doðru (1959). Mustafa Þekip’in makaleleri Dergâh, Aðaç, Bilgi, Dârülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuasý, Dârülfünun Ýlâhiyat Fakültesi Mecmuasý, Hayat, Ýþ Mecmuasý, Kültür Haftasý, Mihrab, Millî Mecmua, Terbiye, Türk Düþüncesi, Türk Yurdu, Yeni Mektep gibi dergilerde yayýmlanmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Prof. Mustafa Þekip Tunç Jübilesi, Ýstanbul 1944; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çaðdaþ Düþünce Tarihi, Konya 1966, II, 615-627; Hayrani Altýntaþ, Mustafa Þekip Tunç, Ankara 1989; Neþet Toku, Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe (Spirütüalizm) -Ýlk Temsilciler-, Ýstanbul 1996, s. 287318; Nazým Ýrem, Kemalist Modernism and the Genesis of Turkish Traditionalist Conservatism (doktora tezi, 1996), Bilkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; a.mlf., “Undercurrents of European Modernity and the Foundations of Modern Turkish Conservatism: Bergsonism in Retrospect”, MES, XL/4 (2004), s. 79-112; Levent Bayraktar, Bergson’da Ruh-Beden Ýliþkisi (doktora tezi, 2003), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 180-194; a.mlf., “Mustafa Þekip Tunç’un Ýnsan Anlayýþý”, Felsefe Dünyasý, sy. 36, Ankara 2002, s. 130-136; a.mlf., “Mustafa Þekip Tunç’ta ‘Terakki’ Fikri”, Düþünen Siyaset, sy. 19, Ankara 2004, s. 227-234.

ÿFýrat Mollaer

TÛNÝSÎ ( F ‫) א‬

Muhammed b. Ömer b. Süleymân et-Tûnisî (ö. 1274/1857)

˜

Tunuslu yazar.

1204’te (1789) Tunus’ta doðdu. Ýlim adamlarýyla meþhur bir aileye mensuptur. Kitap istinsahýyla uðraþan dedesi Süleyman hac dönüþü Sudan’ýn Dârfûr bölgesinde yerleþerek mahallî hâkiminin hizmetine girmiþ, babasý Ömer, Ezher’de Maðribli öðrencilerden sorumlu bir görevde çalýþmýþtýr. Öðrenimini Ezher’de tamamlayan Tûnisî babasýnýn da göç ettiði Sudan’a gidip (1803) bir müddet bölgedeki mahallî idarecilerin hizmetinde bulundu. Bu sýrada bölgeyi ve siyasal olaylarý müþahede etme imkâný buldu. Yaklaþýk on yýl burada kalan Tûnisî 1813’te Tunus’a döndü. Ardýndan Kahire’ye giderek Mehmed Ali Paþa’nýn hizmetine girdi. Ýbrâhim Paþa kumandasýnda Mora’ya sefer yapan piyade birliklerinde vâizlik görevi yaptý (18251826). Daha sonra Kahire’de kurulan ve baytarlýk eðitimi veren Ebû Za‘bel Medresesi’nde Batý dillerinde yazýlan týp ve eczacýlýk kitaplarýnýn Arapça tercümelerinin redaksiyonunda çalýþtý. Bu esnada Mýsýr’da görevli A. Perron ve Clot Bey gibi Avrupalý bilim adamlarýyla tanýþma imkâný buldu. A. Perron’un 1839’da Kasrü’l-ayn Týp Okulu’nun yönetimine getirilmesinin ardýndan onun yanýnda tercümelerin kontrolünü yaptý. Bu arada Harîrî’nin el-Mašåmât’ý, Ýbþîhî’nin el-Müste¹raf’ý ve Fîrûzâbâdî’nin el-Æåmûsü’l-mu¼î¹’i gibi pek çok Arapça metnin edisyonunda görev aldý. Son yýllarýnda Kahire’de Seyyide Zeyneb Camii’nde hadis dersleri verdi. Tûnisî Kahire’de vefat etti. Þarkiyatçý Alfred von Kramer Kahire’de bulunduðu sýrada ondan Arapça dersleri almýþtýr. Eserleri. 1. Teþ¼î×ü’l-e×hân bi-sîreti bilâdi’l-£Arab ve’s-Sûdân. Müellifin Dârfûr’da bulunduðu sýrada bölge arazisine toplum ve toplumun geleneklerine dair gözlemlerini içeren oldukça mühim bir eserdir ve daha önce bölge tarihiyle ilgili Avrupalý seyyahlarýn gözlemleri dýþýnda bilgi bulunmadýðýndan bu alandaki ilk ve en kapsamlý çalýþma kabul edilir. A. Perron kitabý Fransýzca’ya tercüme etmiþ (Voya-

ge au Darfour par le Cheikh Mohammed Ebn Omar el-Tounsy, Paris 1845), Arapça

metni yine A. Perron tarafýndan neþredilmiþtir (Paris 1850). Eseri daha sonra Halîl Mahmûd Asâkir ve Mustafa Muham-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

383


TÛNÝSÎ

med Mes‘ad tahkik ederek yayýmlamýþtýr (Kahire 1965). 2. Voyage au Ouaday par le Cheikh Mohammed Ebn Omar alTounsy. Tûnisî’nin Vedây gözlemlerini içeren bu eseri de A. Perron tarafýndan Fransýzca’ya çevrilmiþtir (Paris 1851). Mütercim kendisinde bulunan Arapça el yazmasý metni neþretmiþse de eser daha sonra kaybolmuþtur. 3. eþ-Þü×ûrü’×-×ehebiyye fi’l-elfâ¾i’¹-¹ýbbiyye. Clot Bey’in teþvikiyle kaleme alýnmýþtýr (Brockelmann, GAL Suppl., II, 749). Tûnisî’nin Mehmed Ali Paþa dönemindeki tercüme hareketi esnasýnda Batý dillerinden Arapça’ya çevrilen eserlerden redaksiyonunu yaptýklarý arasýnda ed-Dürrü’l-lâmi£ fi’n-nebât ve mâ fîhi mine’l-Åavâ½ ve’l-menâfi£ (Bulak 1257), Clot Bey’in Künûzü’½-½ý¼¼a ve yev⚢tü’l-min¼a (Bulak 1261, 1271, 1280, 1296), Rav²atü’n-necâ¼i’l-kübrâ fî £ameliyyâti’l-cerâ¼iyyeti’½-½u³râ ile yine Clot Bey’in Maladie des enfants adlý eserinin tercümesi olan ed-Dürerü’l-³avâl fî £ilmi emrâ²i’l-e¹fâl (Bulak 1260) sayýlabilir (Serkîs, II, 1683). BÝBLÝYOGRAFYA :

Serkîs, Mu£cem, I, 1093, 1286; II, 1683-1684; Brockelmann, GAL, II, 643; Suppl., II, 748-749; C. Zeydân, Âdâb (Dayf), IV, 168, 169, 175; Kehhâle, Mu£cemü’l-müßellifîn, III, 561; Mahfûz, Terâcimü’l-müßellifîn, I, 269-270; Ziriklî, el-A£lâm (Fethullah), VI, 318; Abdurrahman Hamîde, A£lâmü’l-co³râfiyyîne’l-£Arab ve muštefât min â¦ârihim, Dýmaþk 1416/1995, s. 660-668; Ekmeleddin Ýhsanoðlu, Mýsýr’da Türkler ve Kültürel Miraslarý: Mehmed Ali Paþa’dan Günümüze Basýlý Türk Kültürü Bibliyografyasý ve Bir Deðerlendirme, Ýstanbul 2006, s. 458, 501; a.mlf. v.dðr., Osmanlý Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi, Ýstanbul 2006, I, 160-161; Abdülazîz Abdülhak Hilmî, “Ýstidrâkât .alâ rihleti’t-Tûnisî ilâ Dârfûr el-ma.rûfe Teþhîcü’l-echân bi-sîreti bilâdi’l.Arab ve’s-Sûdân”, el-Mu¼âŠarâtü’l-£âmme: elMevsimü’¦-¦ešåfî (1967-68), Kahire 1968, s. 59-105; M. Streck, “Tûnisî”, ÝA, XII/2, s. 57-59; a.mlf., “al-Tunisý”, EI 2 (Ýng.), X, 640-641.

ÿCengiz Tomar

TUNUS ( O )

Kuzey Afrika’da ülke. I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA II. TARÝH III. KÜLTÜR ve MEDENÝYET

˜

IV. SANAT

Kuzey Afrika’nýn en küçük ülkesi olup yüzölçümü 163.610 km², nüfusu 10.589.025’tir (2010). Batýda Cezayir, güneydoðuda Libya sýnýrlarýyla, kuzeyde ve doðuda uzunluðu 1300 kilometreyi bulan Akdeniz kýyý384

Resmî adý

:

Baþþehri Yüzölçümü Nüfusu Resmî dili Para birimi

: : : : :

Tunus Cumhuriyeti (el-Cumhûriyyetü’t-Tûnisiyye) Tunus 163.610 km² 10.589.025 (2010) Arapça Tunus Dinarý (Dînârü Tûnisî) = TND 1 TND = 1000 milim

larýyla çevrilidir. Birleþmiþ Milletler, Arap Devletleri Birliði, Ýslâm Konferansý Teþkilâtý, Afrika Birliði Teþkilâtý ve Arap Maðrib Birliði’ne üye olan ülke tek meclisli, çok partili cumhuriyetle yönetilir. Resmî adý elCumhûriyyetü’t-Tûnisiyye, baþþehri Tunus (2010 tah. 740.000, banliyöleriyle birlikte 1 milyon civarý), diðer önemli þehirleri Sefâkus (Sfaks, 287.000), Sûse (200.000), Kayrevan (164.000), Kabis (Gabes, 125.000) ve Benzert’tir (Bizerte, 120.000). I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA

gölü ve tuzlu bataklýk geniþ alanlar kaplar. Bunlarýn en büyüðü Þattülcerîd’dir. En güneyde kumlu, taþlý çöllerden meydana gelen Sahrâ bulunmaktadýr. Tunus’un doðu kýyýlarýnda küçük, kayalýklý ve az yerleþilmiþ Karkane adalarý ile Cerbe adasý yer alýr. Sonradan bir yolla karaya baðlanan Cerbe kesintisiz kumsallarý ve birçok vahasýyla bir turizm cennetidir. Ülkenin kuzeyinde nemli ve ýlýk Akdeniz iklimi görülürken merkezde yarý kurak, güneyde “sirokko” rüzgârlarýnýn þiddetli sýcaklýklara ve kuraklýða yol açtýðý çöl iklimi egemendir. Kuzeydeki daðlýk alanda yaðýþ 500-1500 mm. arasýndadýr. Buna karþýlýk ülkenin dörtte üçünde yaðýþ tutarý 100 milimetreyi geçmez. Bol yaðýþ alan kuzeybatý yöresinde daðlar meþe ormanlarýyla kaplýdýr. Merkezî kesimde güneye doðru gittikçe otsu step türlerinden çalýlara geçilir ve Sahrâ’da vahalar dýþýnda bitki örtüsüne rastlanmaz. Nüfusun % 98’ini Araplar oluþturur; çok az oranda Berberî, Avrupalýlar’dan Fransýz ve Ýtalyanlar bulunur. Yahudiler geçmiþte önemli bir topluluk iken günümüz-

Tunus

Fazla yüksek olmayan ülkenin yarýsýnýn yükseltisi 200 metrenin altýndadýr. Tel Atlaslarý ile Sahrâ Atlaslarý’nýn son uzantýlarý alçalarak batý sýnýrlarýndan içeri girer. Mecerda vadisinin kuzeyindeki Tel Atlaslarý, en fazla 900 metreye ulaþýr ve Benzert kýyýlarýnda son bulur. Rölyef çok parçalý ve kesilmiþ olup kýyýlar yüksek kýyý tipinde ve kayalýktýr. En önemli akarsuyu, Cezayir’den doðup Tunus körfezine dökülen, 600 kilometrelik uzunluðunun 400 kilometresi Tunus’ta bulunan Mecerda’dýr. Nehir Tel Atlaslarý ile daha güneydeki Sahrâ Atlaslarý’ný birbirinden ayýrýr. Vadinin güneyindeki Sahrâ Atlaslarý bir dizi kalker sýrtlardan oluþur, bu sebeple Tunus Sýrtý adýyla anýlýr. Yer yer çöküntülerle kesintiye uðrayan Tunus Sýrtý, Bonburnu’na kadar uzanýr. Ülkenin en yüksek zirvesi olan Cebeliþeânibî de (Cebel Þambi) (1544 m.) buradadýr. Merkezî Tunus ülkenin orta kesiminde geniþ bir platodur; batýda yüksek stepler, doðuda alçak stepler denilen iki bölüme ayrýlýr. En doðuda ise Sûse-Sefâkus arasýnda verimli topraklarýyla tanýnan sahil bölümü yer alýr. Bu bölümden içerilere ve güneye gidildikçe bir dizi sýð tuz

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

de çok azalmýþtýr. Ülkede kilometrekareye ortalama altmýþ beþ kiþi düþer; ancak nüfusun coðrafî daðýlýþý çok farklýdýr. Büyük kýsým Sefâkus’un kuzeyindeki kýyý kuþaðýnda toplanmýþtýr; daðlýk alanlarla güneydeki çöl düzlükleri boþ denilecek ölçüde tenhadýr. Nüfusun % 63’ü þehirlerde, % 37’si kýrsal kesimde oturur. Arap, Berberî, Afrika ve Avrupa kültürlerinin kavþaðý olan Tunus’ta nüfusun büyük kýsmý Sünnî müslümandýr. Toplumun yarýsý tarýmla, yarýsý sanayi, turizm, balýkçýlýk, madencilik ve imalât iþleriyle uðraþýr. Tunus ekonomisi hizmetler sektörü, tarým, hafif sanayi, petrol ve fosfat üretimine dayalýdýr. Hizmetler sektörü son yýllarda ticaret, ulaþým, telekomünikasyon, turizm ve finans alanlarýnda birçok reform geçirmiþtir. Tarýma elveriþli topraklar 340.000’i sulamalý alan olmak üzere 5 milyon hektardýr. Tarýmýn payý giderek azalmakta, imalât sektörü öne geçmektedir. Baþlýca ürünler zeytinyaðý, turunçgiller, hurma, tahýl, patates, domates, kýrmýzý et, süt ve deniz ürünleridir. Ülkede yaklaþýk 10.000 sanayi tesisi bulunmakta ve bunlarýn çoðu deniz kýyýsýnda yer almaktadýr. Benzert, Tunus ve Sefâkus’ta kurulan fabrikalarda maden ürünleri iþlenmektedir. Sanayi baþlýca elektronik, otomotiv, kimya, tekstil, gýda, metal, deri ve ayakkabý dallarý üzerinde yoðunlaþmýþtýr. Tunus’un en önemli yer altý zenginlikleri fosfat, petrol ve doðal gazdýr. Fosfat yataklarý Afrika’nýn sayýlý rezervlerindendir. Petrol Sahrâ tipi hafif petrol olup 1966’dan beri Burme’de üretilmektedir; Benzert’te de bir rafineri vardýr. Ülke topraklarýndan ayrýca demir, kurþun, çinko ve civa çýkarýlmaktadýr. Tunus, kýyýlarýnýn % 37’sini oluþturan ve en güzelleri Cerbe adasý ile Hammâmet körfezinde bulunan ince kumlu plajlarý, arkeolojik ve kültürel zenginlikleriyle Akdeniz havzasýnda çok önemli bir turizm ülkesidir. Uluslar arasý yedi hava alaný ve sekiz limaný, 17.000 kilometrelik karayolu (% 65’i asfalt) ve 1880 kilometrelik demiryolu aðýna sahiptir. Baþta Kartaca olmak üzere Thuburbo Majus, Kerkouane, Dugga, Bulla Regia gibi Romalýlar’a ve Kartacalýlar’a ait harabeler kültür turizmi için önemli merkezlerdir. Kayrevan Sîdî Ukbe Camii, Tunus Zeytûne Camii, Tunus’un eski bölümü “medine” ve egzotik çarþýsý “sûk”, Sûse ve Münestîr ribâtlarý da baþlýca turist çeken yerler arasýndadýr. Cerbe adasýnda dünyanýn en eski yahudi tapýnaklarýndan biri olan Griba yer alýr. XIX. yüzyýl beylik dönemi sarayýndaki Bardo

Müzesi dünyanýn en zengin Roma mozaik koleksiyonunu barýndýrmaktadýr. Kartaca Arkeoloji, Kayrevan Ýslâm Sanatlarý, Cem ve Münestîr Ribât diðer önemli müzelerdir. Vaha ve çöl manzaralarýyla güney bölgesinde çeþitli etkinlikler düzenlenerek çöl turizmi geliþtirilmektedir. Ülkede bulunan altý millî park ve birçok doðal rezerv alanýnda flora ve fauna koruma altýna alýnmýþtýr. Tunus’ta el sanatlarý ülke ekonomisinin en dinamik sektörlerinden biridir. Turistik önem taþýyan baþlýca el sanatlarý çinicilik, deri iþlemeciliði, altýn ve gümüþ üzerine bijuteri, emaye bakýr iþlemeciliði, geleneksel ahþap müzik aletleri yapýmcýlýðý ve halýcýlýktýr. Özellikle çinicilik, bakýrcýlýk ve halýcýlýkla, fes ve nargile imalâtýnda Osmanlý etkisi görülür. Tunus’un dýþ ticaretinde en önemli ihracat mallarýný tekstil, deri ürünleri, ham petrol, makineler, elektrikli aletler, zeytinyaðý, balýk, þarap, hurma, fosfat ve gübre oluþtururken ithalât mallarý arasýnda otomobil ve yedek parçalarý, petrol makine aksamý, kimyasal maddeler, tekstil ve deri ürünleri, fuel-oil, kereste ve tahýl baþta gelmektedir. Kuzey Afrika’da istikrarlý ve liberal ekonomiye hýzla geçmekte olan Tunus, Türkiye’nin Afrika’ya açýlým politikasýnda önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Tunus-Türkiye ticarî ve ekonomik iliþkileri 15 Temmuz 1992 tarihinde Ankara’da imzalanan Ticaret, Ekonomik ve Teknik Ýþbirliði Antlaþmasý çerçevesinde yürütülmektedir. Tunus Türkiye’den buðday, patates, nohut, fýndýk, kalorifer radyatörleri, demir çelik çubuklar, buzdolabý, ilâç gibi maddeler alýrken Türkiye Tunus’tan hurma, fosfat, alüminyum florür, deri, suni kâðýt hamuru, hurda bakýr gibi maddeler ithal etmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluþ Mücadeleleri, Ankara 1977, s. 113-131; Atlas de Tunisie. Editions Jeune Afrique, Paris 1979; Aydoðan Köksal, Afrika Genel ve Ülkeler Coðrafyasý, Ankara 1999, s. 355-369; Tunus’un Temel Ekonomik Göstergeleri ve Türkiye-Tunus Dýþ Ticareti (Ýzmir Ticaret Odasý), Ýzmir 2001; F. Heske, “Tunus’da Ormancýlýk”, ÝÜ Orman Fakültesi Dergisi, VI/1, Ýstanbul 1956, s. 1-34; Füsun Soykan, “Tunus Turizmi Üzerine”, Ege Coðrafya Dergisi, sy. 7, Ýzmir 1993, s. 89-115; a.mlf., “Tunus’ta Turizmin Bugünkü Durumu ve Etkileri”, a.e., sy. 8 (1995), s. 93-108.

ÿFüsun Baykal Soykan

II. TARÝH

Ýslâm Öncesi. Bölgenin ilk sakinlerinin Batý Asya veya Avrupa’dan gelen topluluklar olduðu söylenir. Daha sonra bölge-

ye Berberîler yerleþti. Tüccar bir millet olan Fenikeliler’in Suriye’den geliþiyle Tunus tarih sahnesine çýktý. Milâttan önce XII. yüzyýldan itibaren bölgeye gelmeye baþlayan ve sahillerde ticarî koloniler oluþturan Fenikeliler, Kartaca þehrini merkez edindiler ve milâttan önce IX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda bölgede önemli bir deniz gücüne sahip büyük bir imparatorluk kurdular. Batý Akdeniz havzasýný, Sardunya, Malta ve Balear adalarýný hâkimiyetleri altýna aldýlar. Bugün Tunus þehrinin banliyösü durumundaki Kartaca’da hüküm sürdükleri için Kartacalýlar olarak da bilinen Fenikeliler hükümranlýklarýný yedi asýr (m.ö. 846-m.s. 146) devam ettirdiler. Kartaca ile Roma arasýnda siyasî ve ticarî rekabet yüzünden baþlayan, yaklaþýk bir asýr devam eden Pön savaþlarý Kartacalýlar’ýn yýkýlýþýyla sonuçlandý. Kartaca’yý ve Tunus’un diðer merkezlerini ellerine geçiren Romalýlar, savaþ sýrasýnda tahrip ettikleri Kartaca’yý yeniden imar ederek Kuzey Afrika’daki topraklarýnýn idarî merkezi yaptýlar. IV. yüzyýlýn ortalarýnda Ýspanya’dan gelen Vandallar bölgede Roma hâkimiyetine son verip yaklaþýk bir asýr hüküm sürdüler (440-535). Tunus ve civarý 535 yýlýnda Bizans’ýn eline geçti ve müslümanlarýn fethine kadar Bizans hâkimiyetinde kaldý. Ýslâm fetihleri esnasýnda Ýfrîkýye diye adlandýrýlan Tunus ve civarýnda putperestlik ve Hýristiyanlýk yaygýndý, halkýn çoðunluðu putperest Berberîler’den oluþuyordu. Ýslâmî Dönem. Hz. Osman zamanýnda 27 (647) yýlýnda Ýfrîkýye'nin fethine çýkan Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh o yýllarda Bizans’tan ayrýlýp baðýmsýzlýðýný ilân eden Gregorios’u Sübeytýla’da yendi ve bölgenin ileri gelenlerini vergiye baðladý. Ýfrîkýye halkýnýn anlaþmayý bozmasý üzerine 33 (653) veya 34’te (654-55) ikinci defa sefere çýkarak onlarý tekrar itaat altýna aldý. Hz. Ali ile Muâviye arasýndaki mücadeleler sýrasýnda bölge Ýslâm hâkimiyetinden çýktý. Tunus’un doðu kesimini Muâviye’nin Ýfrîkýye valiliðine getirdiði Muâviye b. Hudeyc yeniden Ýslâm egemenliði altýna aldý (45/ 665). Ardýndan valiliðe tayin edilen Ukbe b. Nâfi‘ devamlý bir ordu bulundurmak amacýyla Tunus’ta Kayrevan þehrini kurdu (50/670); Kayrevan, Maðrib’deki fetihler için ordunun bir hareket ve ikmal üssü durumuna getirildi. 55 (675) yýlýnda vali tayin edilen Ebü’l-Muhâcir Dînâr, yedi yýl süren valiliði esnasýnda Kartaca þehri ve civarýnýn fethini tamamladý. Bu yýllardan itibaren Berberîler arasýnda Ýslâmiyet yayýlmaya baþladý. Abdülmelik b. Mervân ile muhaliflerinin iktidar mücadelesi dö-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

385


TUNUS

neminde bölgede Berberî isyanlarý çýktý. Bu olaylar esnasýnda Kartaca gibi sahil þehirleri Bizanslýlar’ýn eline geçti. Berberî reisi Küseyle, Muharrem 64’te (Eylül 683) Kayrevan’ý ve buradan Berka’ya kadar olan bölgeyi zaptederek 69 (688-89) yýlýna kadar elinde tuttu. Abdülmelik b. Mervân siyasî birliði saðladýktan sonra bölge valiliðine Hassân b. Nu‘mân’ý tayin etti ve onu kalabalýk birliklerle destekledi. Hassân, Berberî isyanlarýný bastýrdýðý gibi Kartaca’yý da geri aldý ve Tunus þehrini kurarak orada bir tersane yaptýrdý (82/701). Onun ardýndan Ýfrîkýye valiliðine tayin edilen Mûsâ b. Nusayr’ýn Zaðvân’ý almasýyla Tunus’un tamamý Ýslâm hâkimiyetine girdi. Mûsâ b. Nusayr 88 (707) yýlýnda Maðrib’in tamamýný fethetti ve Akdeniz adalarý ile Endülüs fetihlerini gerçekleþtirdi. Ömer b. Abdülazîz’den sonraki dönemde görev yapan valilerin bölge halkýna karþý yürüttüðü yanlýþ siyaset yüzünden Tunus ve civarýnda istikrar kalmadý. Yezîd b. Abdülmelik’in Ýfrîkýye valisi Yezîd b. Ebû Müslim, müslüman olan Berberîler’i ve mallarýný ganimet sayarak humus almasý ve onlarý cizye ile mükellef tutmasý gibi uygulamalarý sebebiyle öldürüldü (102/720-21). Ardýndan Ubeyde b. Abdurrahman ve Ubeydullah b. Habhâb’ýn Berberîler’e karþý Arap ýrkçýlýðýndan kaynaklanan haksýz uygulamalarý Hâricîliði kabul eden Berberîler’in isyanýna yol açtý. Kayrevan 124’te (742) Hâricîler’in Sufriyye kolunun hücumuna mâruz kaldý. II. Mervân, 127 (745) yýlýnda ayaklanýp Kayrevan’ý ele geçiren Abdurrahman b. Habîb’i vali olarak tanýmak zorunda kaldý. Abbâsîler’in ilk yýllarýnda bölgede Hâricî isyanlarý sürdü. 140’ta (757) Sufrî Hâricîleri’nin, ertesi yýl Ýbâzîler’in eline geçen Kayrevan üç yýl sonra geri alýnarak etrafý surlarla çevirildi. Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafýndan 155’te (772) Ýfrîkýye valiliðine tayin edilen Yezîd b. Hâtim el-Mühellebî isyanlarý bastýrýp bölgeyi kontrol altýna aldý. Onun vefatýnýn ardýndan ayný aileden bölgeyi yöneten valilerin dördüncüsü olan Fazl b. Ravh b. Hâtim, 178’de (794) Tunus þehrinde baþlayan isyan sýrasýnda Kayrevan’a giren isyancýlar tarafýndan öldürüldü. Bunun üzerine Hârûnürreþîd’in Ýfrîkýye valiliðine gönderdiði Herseme b. A‘yen, Kayrevan’a gelip isyaný bastýrdý. Ancak kendisine karþý baþlatýlan bir ayaklanma sebebiyle halifeye mektup yazarak görevden alýnmasýný istedi ve yerine Ýbrâhim b. Aðleb’in getirilmesini tavsiye etti. Ýbrâhim b. Aðleb’in Hârûnürreþîd tarafýndan babadan oðula intikal etmek üzere vali ta386

yin edilmesiyle Tunus ve civarýnda Aðlebîler dönemi baþlamýþ oldu (800). Baþþehirleri Kayrevan olmak üzere kurulan, Abbâsî hâkimiyetini tanýyan ve paralarda halifelerin adýna yer veren Aðlebîler, Fâtýmîler tarafýndan yýkýldý (909). I. Ziyâdetullah (817-838) zamanýnda Bizans Ýmparatorluðu’nun egemenliðindeki Sicilya’nýn fethi için baþlatýlan seferler 859’da Bizans’ýn Sicilya’daki önemli þehri Kasrýyâne’nin alýnmasýyla sonuçlandý. Sicilya, bu tarihten itibaren Avrupa sahillerine karþý giriþilen fetih harekâtý sýrasýnda bir üs vazifesi gördü. 869’da Malta, 878’de Siracusa (Sarakuse) fethedildi ve Akdeniz’de Ýslâm hâkimiyeti güçlendi. Aðlebîler döneminde Tunus önemli bir kalkýnmaya sahne oldu; özellikle Kayrevan çok parlak günler yaþadý, bölgenin ilim, kültür ve ticaret merkezi haline geldi. Gemi inþasý, cam, mermer, mensucat ve maden sanayii ilerledi, çeþitli el sanatlarý oldukça geliþti. Kasrülkadîm (Abbâsiyye) ve Rakkade þehirleri tesis edildi, bu iki þehirde ve diðer merkezlerde çok sayýda cami ve sarnýç inþa edildi. Tunus’u Cezayir’e baðlayan yol üzerinde kurulan Bâce, Tunus’un kuzeybatýsýnda önemli bir merkez haline geldi. Aðlebî emîrleri, Ýskenderiye’den Atlas Okyanusu’na uzanan sahil þeridinde ribâtlar yaptýrarak güçlü bir savunma sistemi oluþturdu. Sebte ile Ýskenderiye arasýndaki sahil boyunca yetmiþ sekiz ribât inþa edildiði bilinmektedir. Herseme b. A‘yen tarafýndan 180 (796) yýlýnda yaptýrýlan Münestîr Ribâtý bunlarýn ilki sayýlýr; ribât birçok onarým geçirerek zamanýmýza ulaþmýþtýr. Bugüne kadar iyi durumda gelen Sûse Ribâtý’ný I. Ziyâdetullah 206’da (822) yaptýrdý. Aðlebîler, Sûse’de Ýfrîkýye’de Ýslâm mimarisinin baþta gelen örneklerinden sayýlan ulucami (el-Mescidü’l-kebîr) ve büyük bir limanla tersane inþa ettirdiler. Tunus’ta bulunan en eski bîmâristan, Aðlebî Emîri I. Ziyâdetullah tarafýndan Kayrevan’da tesis edildi. Aðlebîler devrinde ilmî hareket de büyük geliþme gösterdi. Kayrevan dinî ilimlerle edebiyatýn merkezi oldu. Hanefî ve Mâlikî mezhepleri Ýfrîkýye’de daha da güçlendi. Bu dönemde özellikle Mâlikî mezhebi büyük ilgi gördü ve Kayrevan þehri Mâlikîler’in merkezi haline geldi. Tunus þehri de dönemin en önemli ilim merkezleri arasýna girdi, iki þehirde çok sayýda âlim yetiþti. Öte yandan Abbâsîler’in Mu‘tezile’yi resmî mezhep edindikleri yýllarda diðer mezhepler bölgede temsil imkâný buldu. X. yüzyýlda Cerîd ahalisinin büyük bir kýsmý Ýbâzî mezhebini benimsedi.

Ýsmâilî dâîlerinden Ebû Abdullah eþ-Þiî’nin Maðrib’de baþlattýðý yoðun propaganda ve askerî harekât Aðlebîler’in sonunu getirdi. Ebû Abdullah, Berberî Kütâme kabilesinin desteðini saðlayýp Aðlebîler’e karþý güçlü bir mücadele baþlatmýþtý. Son Aðlebî hükümdarý III. Ziyâdetullah bazý tedbirler aldýysa da baþarý saðlayamadý ve 296’da (909) Mýsýr’a kaçtý. Ebû Abdullah eþ-Þiî, Ýmam Ubeydullah el-Mehdî ile birlikte bir direniþle karþýlaþmadan o sýrada baþþehir olan Rakkade’ye girdi ve Fâtýmîler Devleti’ni kurdu (909). Fâtýmîler 362’de (973) Mýsýr’a intikal edinceye kadar Tunus’ta hüküm sürdüler. Fâtýmî idarecilerinin, Mâlikî ve Hanefî mezheplerinin yaygýn olduðu Tunus’ta kendi mezheplerini yaymak için uyguladýklarý baský huzursuzluklara yol açtý. Ubeydullah el-Mehdî, Kayrevan’da Mâlikî âlimlerinin ve onlarý destekleyen halkýn direniþiyle karþýlaþýnca 303 (915) yýlýnda Doðu Ýfrîkýye sahilindeki bir yarýmadada Mehdiye þehrini kurdu ve 308’de (920) burayý baþþehir yaptý. Halifeliðinin ilk altý yýlýný Kayrevan’da, geri kalan on dokuz yýlýný Mehdiye’de geçirdi. Hâricîler’den Ebû Yezîd en-Nükkârî tarafýndan baþlatýlan büyük isyan Fâtýmîler’e zor günler yaþattý. 334’te (945) Tunus þehrini iþgal ve tahrip eden Ebû Yezîd 944’te Kayrevan’ý ele geçirdi ve bir yýl süreyle elinde tuttu. Halife Mansûr-Billâh’ýn Ebû Yezîd’e karþý zafer kazanmasýndan ve isyanýn sona ermesinin ardýndan (336/947) Fâtýmîler, Mehdiye’yi terkedip yeni baþþehirleri Sayrelmansûriye’ye (Sabra) yerleþtiler. Bu arada Sicilya adasýndaki Ýslâm hâkimiyetini devam ettirdiler, Bizanslýlar’a karþý baþarýlý bir mücadele vererek Orta Akdeniz’in batý kýsmýnda üstünlük saðladýlar. Halife Muiz-Lidînillâh, Mýsýr’a doðru yola çýkarken Ýfrîkýye’nin yönetimini Berberî Zîrî kabilesinin lideri Bulukkîn b. Zîrî esSanhâcî’ye býraktý. Böylece Tunus’ta Zîrîler dönemi baþladý (972). Bâdîs b. Mansûr zamanýnda amcasý Hammâd’ýn 405 (1015) yýlýnda Cezayir sýnýrlarýnda kalan Kal‘atü Benî Hammâd’da baðýmsýzlýðýný ilân etmesiyle Zîrîler ikiye bölündü. Ardýndan Muiz b. Bâdîs, 441’de veya 443’te (1049 veya 1051) Fâtýmîler’i terkedip Baðdat’taki Abbâsî halifesine baðlandýðýný açýkladý ve hutbeyi onun adýna okuttu. Bunun üzerine Fâtýmî Halifesi Müstansýr-Billâh, Zîrîler’i cezalandýrmak için Mýsýr’ýn Saîd bölgesinde huzursuzluða yol açan bedevî Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerini bölgeye sevketti. Bölgedeki þehirlerin yönetiminin ve ellerine geçirecekleri her þeyin kendilerine ait olacaðýný söyleyip onlarý gö-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

hirleri arasýna girmiþti. Zeytûne Camii civarýndaki çok sayýda çarþýsýyla zengin bir ticaret ve önemli bir ilim merkeziydi.

çe teþvik etti. Sayýlarý konusunda 50.000 ile 1 milyon arasýnda rakamlar verilen bu kabileler 445’te (1053) Übbe ve Ürbüs’ü (Laribus) tahrip ve talan ettiler. Muiz b. Bâdîs, bu tehlike karþýsýnda 449 (1057) yýlýnda baþþehrini terkedip oðlu Temîm’in valilik yaptýðý Mehdiye’ye sýðýndý. Onun ardýndan Kayrevan bedevîler tarafýndan yaðmalandý, yakýlýp yýkýldý. Bedevîler sahil þeridi hariç ülkenin tamamýný kontrol altýna aldýlar. Bu göçler bölgede bedevî Arap nüfusunu yoðun biçimde arttýrdý. Arazilerini ve hayvanlarýný onlardan koruyamayan Zenâte ve Sanhâce Berberîleri’nden önemli bir kýsmý vatanlarýndan ayrýlarak Büyük Sahrâ vahalarýna, bir kýsmý Güney Sudan’a göç etti, bir kýsmý da þehirlere taþýndý. Daha sonraki yýllarda Benî Hilâl ile Benî Süleym çoðunluðu Berberîler’den oluþan yerli halkla karýþtý, evliliklerle akrabalýk baðlarý kuruldu. Benî Hilâl ve Benî Süleym’in bölgeyi istilâsý esnasýnda Zîrîler’in Mehdiye valisi Temîm b. Muiz topraklarýný korumayý baþardý. Bedevîlerin çýkardýðý kargaþa sýrasýnda sahildeki þehirlerden Tunus’ta ve Kartaca’dan Muallaka’ya kadar olan bölgede Benî Riyâh’ýn iki kolu, Benzert’te Benî Verd, Kabis’te Benî Câmî, Sefâkus’ta Benî Melîl emirlikleri kuruldu. Bunlar haraç karþýlýðýnda Benî Hilâl’in himayesine girdiler. Hilâlîler, Temîm’in tekelindeki deniz ticaretini ele geçirmeye çalýþtýlar ve Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min elKûmî gelinceye kadar bölgedeki varlýklarýný korudular.

Zîrîler’in elinde kalan tek merkez olan Mehdiye 1087 yýlýnda bir süre Pizalý ve Cenevizli korsanlarýn eline geçtiyse de geri alýndý. Sicilya’yý zapteden Normanlar, 543’te (1148) Tunus’un doðusundaki sahil þehirlerine saldýrýp Mehdiye’yi ve diðer bazý þehirleri iþgal ettiler. Zîrîler’in son emîri Hasan b. Ali, onlara karþý Fas’ta hüküm süren Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî’den yardým istedi. 553’te (1158) Tunus’u, 555’te (1160) Mehdiye’yi ve diðer sahil þehirlerini Normanlar’dan geri alan Abdülmü’min, Benî Hilâl’in gücünü kýrdýðý gibi Horasânîler’e de son vererek Ýfrîkýye bölgesini Tunus þehrinde oturan bir vali tarafýndan yönetilen bir eyalet haline getirdi. Böylece Tunus, Ýfrîkýye eyaletinin merkezi oldu. Þehrin batý kýsmýnda valinin ve diðer yöneticilerin ikameti için Kal‘atü’l-Kasba inþa edildi. Tunus, 580 (1184) yýlýnda Balear adalarýný elinde tutan Benî Ganiye tarafýndan istilâ edildiyse de üç yýl sonra Ebû Yûsuf el-Mansûr þehri geri aldý. Benî Ganiye 584’te (1188) zaptettiði Mehdiye’yi 602 Cemâziyelâhirine (Ocak 1206) kadar elinde tuttu. Muvahhidler, Tunus’a ve bölgedeki diðer þehirlere akrabalarý Berberî Hafsî ailesinden valiler tayin ettiler. O dönemde Ýfrîkýye’de Tunus, Sûse, Mehdiye, Sefâkus, Kabis, Benzert, Tezrût, Kayrevan, Tûzer ve Hammâme gibi önemli þehirler mevcuttu.

Tunus þehrini ele geçiren Benî Hilâl’e mensup Abîd b. Ebü’l-Gays’ýn zulmünden kaçan þehir halký Kal‘atü Benî Hammâd emîrinin himayesine sýðýndý. Hammâdî Emîri Nâsýr b. Alennâs’ýn Tunus valiliðine tayin ettiði Abdülhak b. Abdülazîz b. Horasan þehirde kontrolü saðlamayý baþardý. Abdülhak’ýn 1062’de baðýmsýzlýðýný ilân etmesiyle Tunus þehrinde Horasânîler dönemi baþladý. Tunus kýsa aralýklarla Zîrîler’in ve Hammâdîler’in eline geçtiyse de Horasânîler varlýklarýný 1159 yýlýna kadar devam ettirdiler ve Tunus’un geliþmesine önemli katkýlarda bulundular. Ekonomik açýdan bölgenin en önemli þehri haline gelen Tunus, Ýfrîkýye’nin hýristiyan Batý’ya açýlan penceresi konumuna geldi. Piza, Cenova gibi Ýtalyan þehir devletleriyle ticaret antlaþmalarý imzalandý, þehrin limaný canlandý ve Avrupa ülkeleriyle ticarette yeni bir dönem baþladý. Horasânî emîrleri þehrin imarýna, özellikle Zeytûne Camii baþta olmak üzere mimari eserlerin tamir ve bakýmýna itina gösterdiler. Tunus o sýrada Ýfrîkýye’nin en meþhur þe-

Muvahhidler Devleti’ndeki bölünme ve ardýndan ortaya çýkan karýþýklýklar sýrasýnda Kabis valiliðine tayin edilen Ebû Zekeriyyâ el-Hafsî, Tunus üzerine yürüdü ve 625 (1228) yýlýnda þehre girip Ýfrîkýye’nin tamamýna hâkim oldu. Muvahhidler’le irtibatýný kopararak baðýmsýzlýðýný ilân etti ve Hafsî hânedanýný kurdu, kýsa sürede Ýfrîkýye’nin yegâne hâkimi durumuna geldi. Muvahhidler’in Kuzey Afrika’daki topraklarýnda ortaya çýkan üç devletten biri olan Hafsîler, Tunus’u baþþehir yaptýlar. Abbâsî halifeliðinin 656’da (1258) yýkýlýþýndan sonra Mekke þerifinin elçi gönderip I. Muhammed el-Müstansýr’ý Abbâsî halifesinin vârisi tanýdýðýný ve ona itaat ettiðini bildirmesi Hafsîler’e bütün Ýslâm dünyasýnda büyük bir itibar kazandýrdý. Ancak bu durum, Baðdat Abbâsî hilâfetinin Memlük Sultaný I. Baybars tarafýndan Kahire’de yeniden tesisiyle sona erdi (659/1261). Hafsîler, Tunus merkez olmak üzere Cezayir’in Bicâye þehriyle kýsmen bugünkü Libya’nýn batýsýndaki topraklarda yaklaþýk üç asýr hüküm sürdüler (1228-1574). Haf-

sîler döneminde ülke hýzlý bir ekonomik geliþmeye sahne oldu, Tunus önemli bir ticaret merkezi haline geldi ve bütün Ýfrîkýye bölgesinin en önemli metropolü konumuna yükseldi. Ýlk dönemlerde Endülüs’ün çeþitli þehirlerinden çýkarýldýktan sonra Tunus’a gelen çok sayýdaki Endülüslü müslüman ülkenin sosyal, ekonomik ve ilmî hayatýný etkiledi. Tunus’ta çok sayýda saray, cami ve medrese inþa edildi. Endülüs mimarisinin özelliklerini taþýyan bu eserlerden bir kýsmý günümüze ulaþmýþtýr. Kuzey Afrika’daki ilk medrese hânedanýn kurucusu Ebû Zekeriyyâ tarafýndan Tunus’ta inþa edildi ve medreseler giderek çoðaldý. Kökleri Muvahhidler’e dayanan tasavvufî hareketler Hafsîler döneminde de etkisini sürdürdü. Ebü’l-Hasan eþ-Þâzelî tarafýndan kurulan Þâzeliyye tarikatý Ýfrîkýye ve bütün Maðrib’de yayýldý. Fransa Kralý IX. Louis 1270 yýlýnda büyük bir Haçlý ordusunun baþýnda Tunus sahillerine saldýrdý. Kartaca’da kuvvetli bir direniþle karþýlaþan Fransýz ordusunda ortaya çýkan veba salgýný yüzünden kral ve askerlerin büyük bölümü telef oldu. Yapýlan antlaþmayla Fransýzlar üç aydan fazla süren muhasarayý kaldýrýp geri döndüler. Ancak 1287’de Mehdiye’yi yaðma ve tahrip ettiler. Mehdiye 792 (1390) ve 927 (1521) yýllarýnda yeni saldýrýlara mâruz kaldý. 1284’te hýristiyanlarýn eline geçen Cerbe adasý 1334’te geri alýnabildi. Ebû Zekeriyyâ Yahyâ el-Vâsik’ýn tahta çýkmasýndan (675/1277) itibaren Hafsîler arasýnda baþlayan taht kavgalarý büyük karýþýklýklara yol açtý. Ebû Hafs Ömer zamanýnda (1284-1295) ülke Tunus ve Bicâye merkezli ikiye bölündü. Bu arada Cerîd, Tûzer ve Kabis’te baðýmsýz mahallî emirlikler kuruldu. Tunus þehri 1329’da Abdülvâdîler, 1347-1350 ve 1357’de Merînîler tarafýndan kýsa sürelerle iþgal edildi. I. Ebü’l-Abbas Ahmed el-Müstansýr (1370-1394) devlete yeniden itibar kazandýrdýysa da Ebû Ömer Osman’ýn 893’te (1488) ölümünün ardýndan Hafsîler’in ikinci parlak dönemi de sona erdi ve ülke karýþtý. Ayrýca bu devirde baþta Ýspanya olmak üzere Avrupa devletlerinin sahillere saldýrýlarý yoðunlaþtý. Bu arada Osmanlýlar hýristiyanlarý Kuzey Afrika’dan çýkarmak için bölgeye geldiler. Oruç ve Hýzýr kardeþler, XVI. yüzyýlýn baþlarýnda Berberî denizcilerin merkezi halindeki Cerbe adasýný harekât üssü edindiler. Hýzýr Reis, Cezayir’in ardýndan limanýn müstahkem kalesi Halkulvâdî ile (La Goulette) birlikte Tunus þehrini ele geçirdi (1534). Ancak Ýspanyollar, Tunus’u bir yýl sonra geri alarak Hafsî Sultaný Mevlây

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

387


TUNUS

Hasan’ý yeniden tahta oturttular. 1569’da tekrar Osmanlýlar’ýn eline geçen þehir 1573’te ikinci defa Ýspanyol iþgaline uðradýysa da 1574’te geri alýnýp kesin biçimde Osmanlý topraklarýna katýldý ve Tunus’a Osmanlý Devleti’ne baðlý bir eyalet statüsü verildi. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbn Abdülhakem, Fütû¼u Mý½r (Âmir), tür.yer.; Rakýk el-Kayrevânî, TârîÅu Ýfrîšýyye ve’l-Ma³rib (nþr. M. Zeynühüm M. Azeb), Kahire 1994, tür.yer.; Bekrî, el-Mesâlik, II, 697-699; Ýbn Ýzârî, el-Beyânü’l-mu³rib (Kettânî), tür.yer.; Ýbn Haldûn, el£Ýber (nþr. Halîl Þehhâde – Süheyl Zekkâr), Beyrut 2001, VI, tür.yer.; Ýbn Kunfüz, el-Fârisiyye fî mebâdißi’d-devleti’l-¥af½iyye (nþr, Muhammed eþ-Þâzelî en-Neyfer – Abdülmecîd et-Türkî), Tunus 1968, tür.yer.; Ýbnü’þ-Þemmâ‘, el-Edilletü’l-beyyinetü’n-nûrâniyye fî mefâÅiri’d-devleti’l-¥af½iyye (nþr. Tâhir b. Muhammed el-Ma‘mûrî), Tunus 1984, tür.yer.; Ýbn Ebû Dînâr, el-Müßnis fî aÅbâri Ýfrîšýyye ve Tûnis (nþr. Muhammed Þemmâm), Tunus 1387/1967, tür.yer.; el-¥ulelü’s-sündüsiyye, I-III, tür.yer.; Ýbn Ebü’d-Dýyâf, Ýt¼âfü ehli’zzamân (nþr. Ahmed Abdüsselâm), Tunus 1985, tür.yer.; Aziz Samih Ýlter, Þimâli Afrika’da Türkler, Ýstanbul 1936, II, tür.yer.; Hüseyin Mûnis, Fet¼u’l-£Arab li’l-Ma³rib, Kahire 1366/1947; Hasan M. Cevher, Tûnis, Kahire 1961; Mohamed Talbi, l’Emirat aghlabide: 184-296/800-909, Paris 1966, tür.yer.; M. Hýdýr Hüseyin, Tûnis ve Câmi £u’z-Zeytûne (nþr. Ali Rýzâ et-Tûnisî), Dýmaþk 1391/1971, tür.yer.; Reþîd en-Nâdûrî v.dðr., el-Ma³ribü’l-kebîr, Beyrut 1981, I-IV, tür.yer.; Ahmed Tevfîk elMedenî, Æar¹âcenne fî erba£ati £u½ûr, Cezayir 1986, tür.yer.; Ýbn Verdân, TârîÅu memleketi’lE³ålibe (nþr. M. Zeynühüm M. Azeb), Kahire 1408/ 1988; Habîb Sâmir, Hâ×ihî Tûnis, Beyrut 1988, s. 37-51; R. Brunschvig, TârîÅu Ýfrîšýyye fi’l-£ahdi’l-¥af½î (trc. Hammâdî es-Sâhilî), Beyrut 1988, I-II, tür.yer.; a.mlf., “Tunus”, ÝA, XII/2, s. 60-68; Abdullah M. Cemâleddin, ed-Devletü’l-Fâ¹ýmiyye, Kahire 1991; M. Hâdî eþ-Þerîf, TârîÅu Tûnis (trc. Muhammed eþ-Þâvuþ – Muhammed Acîne), Tunus 1993, s. 39-66; Ýsmail Yiðit, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal Ýslâm Tarihi: Endülüs (Gýrnata), Benî Ahmer Devleti ve Kuzey Afrika Ýslâm Devletleri, Ýstanbul 1995, s. 283-349; Abdülmecîd b. Hamde, ¡ešåfetü’l-müctema£i’l-Æayrevânî fi’lšarni’¦-¦âli¦i’l-hicrî, Tunus 1997, tür.yer.; Mahmûd Ýsmâil, el-E³ålibe (184-296): Siyâsetühümü’l-Åâriciyye, Kahire 2000; Abdülkerim Özaydýn, “Aðlebîler”, DÝA, I, 475-478; Eymen Fuâd es-Seyyid, “Fâtýmîler”, a.e., XII, 228; Muhammed Razûk, “Hafsîler”, a.e., XV, 125-128; Ahmet Kavas, “Horasânîler”, a.e., XVIII, 241-242.

ÿÝsmail Yiðit

Osmanlý Dönemi. Osmanlýlar’ýn Tunus’-

la olan ilgileri XVI. yüzyýl baþlarýnda buraya kadar uzanan Osmanlý denizcileri vasýtasýyla baþladý. 1510’lu yýllarda Cezayir’in batýsýndaki Tilimsân’a yönelen bu faaliyetler, 958’de (1551) Trablusgarp’ýn alýnýþýna kadar hýzlý bir seyir izledi. Özellikle Oruç ve Hýzýr reisler, elde ettikleri ganimetlerin beþte birini Hafsî Sultaný V. Muhammed’e 388

vererek Tunus þehrine 10 mil kadar uzaklýkta Akdeniz sahilinde Halkulvâdî (La Goletta) denilen, göl tarafýnda kalan iç kýsýmdaki kaleye yerleþtiler. Oruç Reis’in 924’te (1518) ölümünden sonra Ýspanyollar’ýn hedefi haline gelen Halkulvâdî Kalesi yýktýrýldý. Ardýndan Osmanlý deniz kuvvetlerinin baþýna geçen Barbaros Hayreddin Paþa 1534’te Cezayir’den gelip burayý Osmanlý topraklarýna kattý. Ancak Kutsal Cermen Roma imparatoru olan V. Karl donanmasýyla Tunus’a asker çýkarýp burayý ele geçirdi (Temmuz 1535). Mevlây Hasan b. Muhammed tekrar Tunus’ta Hafsî tahtýna oturtuldu. O da buradaki hýristiyan esirleri serbest býraktý ve korunmasý için Halkulvâdî’de Ýspanyol askerlerinin yerleþmesini uygun buldu. Daha önce kardeþlerini katleden Mevlây Hasan, ölümden kurtulan ve tahtýný tehdit eden kardeþi Reþîd’i Kanûnî Sultan Süleyman’a þikâyet etti. Reþîd, Hayreddin Paþa tarafýndan Ýstanbul’a götürüldü ve kendisine maaþ baðlandý. Mevlây Hasan 1540’ta tahttan indirildiyse de kýsa zamanda yeniden iktidarý ele geçirdi, fakat 1543’te tamamen uzaklaþtýrýldý; yerine oðlu Ahmed geçti. Babasýnýn Tunus’u tekrar ele geçirmek amacýyla Avrupalýlar’dan yardým istemesi üzerine gözlerine mil çektirdi. Ýspanyollar’ýn himayesinde Tunus’ta iktidarý elinde bulunduran Hafsî ailesi Osmanlýlar için bölgede istikrarsýzlýðýn temel sebebi olmaya devam etti. Barbaros Hayreddin Paþa’nýn bölgede en güvendiði adamlarýndan Turgut Reis 1544 yýlýnda önce Cerbe adasýný zaptetti ve burayý üs haline getirdi. Bu dönemde anlaþtýðý Tunus Hükümdarý Mevlây Ahmed’den erzak ve cephane alýrken topladýðý ganimetlerin bir kýsmýný ona vermekteydi. Turgut Reis, Tunus ile Trablusgarp arasýnda önemli bir mevki olan Mehdiye’yi de ele geçirdi. Ancak Andrea Doria kumandasýndaki Habsburg donanmasý Mehdiye’yi 1550’de kuþattý, burayý savunan az sayýdaki Osmanlý askerini katletti, þehir halkýný esir aldý; Cerbe adasýný da iþgal etti. Mehdiye’yi daha fazla tutamayacaklarýný anlayan Ýspanyollar 1554 yýlýnda çekilince Osmanlýlar surlarý tekrar inþa ederek buraya Anadolu’dan ve Rumeli’den aileler yerleþtirdiler. Turgut Reis ve Cezayir Beylerbeyi Piyâle Paþa kumandasýndaki Osmanlý donanmasý 1560’ta Cerbe’yi Ýspanyol iþgalinden kurtardý. Tunus þehri ise 1569’daki Osmanlýlar’ýn ikinci müdahalesine kadar Ýspanyollar’ýn himayesinde ve III. Mevlây Ahmed’in idaresinde kaldý. Osmanlýlar Tunus þehrine hâkim olunca III. Mevlây

Ahmed, Halkulvâdî’deki Ýspanyollar’a sýðýndý. Ramazan Bey adýnda bir kiþi buranýn ilk kaymakamý yapýlarak emrine 3000 asker býrakýldý. Tunus þehrinin güneyinde kalan Sûs, Manastýr ve Kayrevan 1551’den sonra Trablusgarp’ýn bir parçasý haline geldi. Halkulvâdî ve Kalebend denilen Goletta Kalesi iskelesi Ýspanyollar’ýn elinde bulunuyordu. 2 Zilhicce 980’de (5 Nisan 1573) Tunus kumandaný Kýlýç Ali Paþa, kaymakamý Ramazan Paþa ve beylerbeyi Haydar Paþa idi. 10 Ekim 1573’te Ýspanyollar, Tunus’ta kontrolü ele geçirmek amacýyla yeni bir harekâta giriþtiler. Tunus’u alýp burada 8000 asker býraktýlar. Hafsî hânedaný adýna tahta III. Mevlây Ahmed’in kardeþi VI. Mevlây Muhammed’i geçirdiler. Tunus Beylerbeyi Haydar Paþa, Ýspanyol iþgali sýrasýnda fazla direnç göstermeden Kayrevan’a çekildi. Osmanlýlar buna karþýlýk 982’de (1574) büyük bir donanma sevkettiler. Donanma Vezir Koca Sinan Paþa kumandasýnda Ýstanbul’dan hareket ederken Kayrevan’da bulunan Haydar Paþa da yerlilerden çok miktarda asker toplamýþtý. Ayrýca sefere Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paþa, Trablusgarp Beylerbeyi Mustafa Paþa ve Mýsýr’dan gönüllü askerler katýldý. Yemen fâtihi Koca Sinan Paþa ve Kaptanýderyâ Kýlýç Ali Paþa kumandasýndaki donanma altý günlük bir muhasaranýn ardýndan 12 Eylül 1574’te Tunus’u geri aldý. Sinan Paþa, Osmanlý tarihinin en önemli deniz zaferlerinden biri olan ve tarihe Tunus savaþý diye geçen bu baþarýsýndan sonra þehirde 3000 yeniçeri býraktý, Haydar Paþa’yý yeniden beylerbeyiliðe getirdi. Halkulvâdî Kalesi de otuz üç gün direndiyse de 6 Cemâziyelevvel 982’de (24 Aðustos 1574) yapýlan büyük hücum sonunda ele geçirildi. VI. Mevlây Muhammed ve Ýspanyol kumandaný Serbellino esir alýnýp Ýstanbul’a gönderildi. Müstahkem kale bir daha Ýspanyollar’ýn eline geçmemesi için tamamen yýktýrýldý. Tunus þehri dahil Halkulvâdî, Bâbülbahr ve Sen Jak kalelerinin tamamý Osmanlý idaresine girdi. Böylece Tunus’ta uzun sürecek Osmanlý hâkimiyeti dönemi baþlamýþ oldu. Hafsî hânedanýn son sultanýnýn Ýstanbul’a getirilmesinden sonra Meylây Ahmed gibi bazý aile fertleri baþta Sicilya adasýnýn merkezi Palermo olmak üzere yeniden toparlanýp 1581’de eyaletin iç kýsýmlarýna geçtiler ve Tunus’u tekrar ele geçirme teþebbüsünde bulundular. Bazý kýsmî baþarýlar elde ettilerse de alýnan tedbirlerle bu teþebbüsler önlendi. Mevlây Ahmed’in oðlu Hammûde 1575’te hýristiyan olup Char-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

les d’Autriche, kýz kardeþi de Donna Maria adýný aldý. Ýkinci önemli þehir olan güneydeki Kayrevan, Þeyh Abdüssamed’in 994’te (1586) Osmanlý Devleti’ne baðlýlýk arzetmesi üzerine Tunus beylerbeyiliði içine alýndý. 1609’da Osman Dayý zamanýnda Tunus’a gelen Endülüslü müslümanlar Muhammed Cardenas adlý önderlerinin emrinde 3000 kiþilik mahallî bir güç oluþturdular. Tunus eyaletinde bir beylerbeyi bulunuyordu. 1591’de ortaya çýkan ve doðrudan askerlik iþlerinden sorumlu olan “dayý” unvanlý kumandanlarla vergi toplanmasý, yol güvenliðinin saðlanmasý ve ayaklanmalarýn bastýrýlmasý gibi iþleri düzenlemekle mükellef Tunus vatan sancaðý beyleri idarede zamanla öne çýktýlar. Bu üç baþlý idare XVII. yüzyýlda Murâdîler döneminde iktidar paylaþýmý konusunda sürekli rekabete yol açtý. Bunlarýn içinde giderek yetkileri veraset yoluyla devredilen Tunus beyleri etkili duruma geldi. Eyalet bazan beylerbeyisiz kaldýðý gibi zaman zaman dayýlar veya sancak beylerine beylerbeyilik verildiði de oldu. Müstakil bir eyalet haline geliþinden sonra Tunus þehrindeki asker sayýsý Yûsuf Dayý döneminde 4000’e çýkarýldý. Her 100 asker için bir bölükbaþý tayin edildi ve toplam kýrk kiþiden meydana gelen bu askerî sýnýfla yeniçeri divaný oluþturuldu. Yeniçeri kethüdâlarý arasýndan seçilen veya doðrudan Ýstanbul’dan gönderilen bir yeniçeri aðasý askerî konularda bunlara kumanda ediyor, emrinde bir kethüdâ, sekiz çavuþ ve kâtiplik görevi yapan iki hoca bulunuyordu. Beylerbeyinin idaresindeki Tunus Ocaðý Divaný XVIII. yüzyýla kadar aslî vasfýný koruduysa da daha müstakil faaliyet gösterdi. Beylerbeyi ve dayý divan toplantýlarýna katýlmamaktaydý. Alýnan kararlar beylerbeyine takdim edilir, imzalamasý halinde uygulamaya konurdu. Divandakilerin tamamý Türk kökenliler veya ihtida ederek Osmanlý safýnda yer alan-

lardan oluþuyor ve toplam on iki odabaþý, yirmi dört bölükbaþý, altý veya sekiz çavuþ, kâtiplik görevinde iki veya dört hoca, birer tercüman, kâhya, ayrýca aðanýn iþtirakiyle kýrk yedi veya elli bir üyesi bulunuyordu. Tunus eyaleti sancaklara ayrýlmakta ve her sancakta bir sancak beyi devleti temsil etmekteydi. Askerî iþlerden “kaid” denilen bir kumandan sorumluydu. Dinî konularda eyalet merkezinde ulemâ arasýndan bir kiþi baþkadý (kadýlkudât) tayin edilirken diðer þehirlere kadýlar veya onlarýn görevini yürütecek nâibler görevlendirilirdi. Baþlangýçta bütün eyaleti idare edecek bir düzen kurulamadý ve bazý þehirlerde tek bir Osmanlý memuru görev yaptý. Meselâ Teburba’da vergi toplamakla görevli bir kaid varken Münestîr Ribâtý’nda bir kaid ve bir yeniçeri ile üç Türk görevli olmak üzere beþ memur vardý. Sûs þehrinde ise otuz kýrk kadar Osmanlý görevlisi bulunuyordu. Hamâme’de ihtida eden bir kaid dýþýnda memur yoktu. Osmanlý görevlileri aileleriyle birlikte genelde baþþehir Tunus’ta ikamet ediyor, bunlardan 2000 asker burada kalýrken diðer 2000’i Tunus beyi ile eyaleti dolaþýyordu. Tunus eyaleti sâlyâneli statüde idi. Vergiler iltizam yoluyla toplanýr, gelirlerden beylerbeyi, sancak beyi, asker ve diðerlerinin maaþlarý ödendikten sonra geriye kalan meblað devlet hazinesine aktarýlýrdý. 1580 yýlýna kadar Cezayir, Trablusgarp ve Tunus eyaletlerinin ortak bir mal defterdarý vardý. Ayný yýl Cezayir’in diðerlerine göre daha uzakta olmasý dolayýsýyla buraya ayrý bir defterdar tayin edildi. Tunus’un muhafazasýnda sayýlarý 4000 ile 8000 arasýnda deðiþen yeniçerilerin önemli rolü vardý. Anadolu’dan Garp ocaklarýna getirilen yeniçeriler bir müddet sonra odabaþý, ardýndan bölükbaþý ve nihayet aða olabilmekte, odabaþýlýktan itibaren Tunus eyalet divanýndan görev almaktaydý.

Kayrevan þehrini çevreleyen surlar ve Bâbülbahû

Tunus beyleri ise dayýlar veya dayýnýn onayýný alan divan tarafýndan tayin edilmekteydi. Ahmed Bey döneminde ordu yönetimi “devletli” denilen en üst rütbeliye yardým eden dârü’l-asker kumandasýndaydý. Ýdarî konularda baþhoca, sancaklarda 1800 askerden sorumlu aða el-sancak ve emrinde bir kâhya ile bir bayraktar vardý. Bunlarýn alt rütbelerindekiler bölükbaþýlarý idi. Tunus’ta her birine oda denilen toplam 300 küçük askerî birim vardý. Türk yeniçeriler yanýnda “mehâzin” (zuav) adý verilen yerli askerler de eþit sayýdaydý. Ayrýca Garp ocaklarý donanmasýný oluþturan denizciler bulunuyordu. 1645’te Girit’e yapýlan ilk saldýrýda Cezayir yirmi, Trablusgarp ve Tunus sekizer kadýrga göndermiþti. Diðer deniz savaþlarýna da Tunus kadýrgalarý iþtirak etti. Ýstanbul’dan 1574’te ilk beylerbeyi olan Haydar Paþa’nýn yerine 1576 yýlý baþlarýnda Receb Paþa gönderildi. Baþlangýçta halk tarafýndan çok olumlu karþýlandýysa da özellikle Kayrevan sancak beyiliðine kadar yükselecek olan Ebû Tayyibü’l-hadare adlý bir yerlinin hakkýnda yaptýðý þikâyetler görevden alýnmasýna yol açtý. Yerine tekrar Haydar Paþa beylerbeyi tayin edildi. Bu dönemde Trablusgarp eyaleti de bir müddet Tunus’tan idare edildiði için Fizan ve Sahraaltý Afrikasý’ndaki Bornu Sultanlýðý ile münasebetler Tunus beylerbeyiliði vasýtasýyla yürütüldü. Mehdiye þehri, 1550’de Turgut Reis’in askerlerinin elinden alýndýktan sonra yaþanamayacak þekilde tahrip edilmiþti; bu hali otuz yýl devam ettikten sonra yeniden ihya edilerek Tunus’a baðlandý. Cezayir beylerbeyiliðinden 1577’de azledilen Ramazan Paþa bir yýl sonra Tunus’a, Haydar Paþa da Trablusgarp’a beylerbeyi oldu. Ramazan Paþa iki yýl kaldýðý Tunus beylerbeyiliðinden 987 Rebîülâhirinde (Haziran 1579) Cezayir’in Tilimsân sancak beyiliðine gönderildi, yerine Câfer Paþa Tunus beylerbeyiliðine getirildi. Câfer Paþa, Haydar Paþa’nýn yol açtýðý zararlarý gidermeye çalýþtýysa da yaný baþýndaki Trablusgarp’ta beylerbeyilik yaptýðýndan onun bölgedeki nüfuzunu bir türlü kýramadý ve her ikisi azledilip Ýstanbul’a çaðrýldý. Tunus’a Mustafa Paþa tayin edildi. Ancak Cezayir ve Trablusgarp eyaletlerinin Tunus eyaleti üzerindeki baskýlarýný azaltamadýðý için halkýn þikâyetleri üzerine 993’te (1585) Hasan Paþa Tunus’a gönderildi. Bu iki beylerbeyi zamanýnda Cezayir’de olduðu gibi Tunus’ta da korsanlarýn sayýsý arttý. 1588’de Mehmed Paþa, Tunus beylerbeyi olduysa da 1591’de Câfer Paþa, bir yýl sonra da Hüseyin Paþa bu göreve getirildi.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

389


TUNUS 1590’lý yýllarýn baþýnda Tunus’ta ortaya çýkan dayýlýk makamýný elde etmek isteyenler arasýnda yaþanan rekabet ortamýnda buraya Ahmed Paþa gönderildi. Tunus’ta 1631’de Murâdî, 1705’te Hüseynî ailesi eyalet yönetiminde yetki sahibi olunca beylerbeyi tayininde aksamalar görüldü ve iktidarý elinde tutan aile fertlerinin görevlerinin onaylanmasýyla yetinildi. 1019’da (1610) Mehmed Paþa adlý bir beylerbeyinden bahsedilmekte olup onun ardýndan kimin beylerbeyi olduðuna dair kayýt yoktur. 1087’de (1676) Tunus’a beylerbeyi sýfatýyla sancak beyi Ebû Abdullah Mahmud Paþa’nýn kardeþi ve Murad Paþa’nýn oðlu Mehmed Paþa Hafsî yollandý. Fakat Tunus sancak beyi olan yeðeni Mehmed Bey onu kabul etmeyip Ýstanbul’a geri gönderdi. Ýki yýl sonra yeðenleri Ali ve Mehmed beyler arasýnda çýkan, beyliði ele geçirme kavgasý sýrasýnda tekrar beylerbeyi olarak yollanan Mehmed Paþa bu defa herhangi bir yaptýrým gücü bulunmayan bir vali konumunda kaldý. 1096’da (1685) beylerbeyiliðe Tunus Defterdarý Mehmed Bektaþ Paþa geçti; Mehmed Bey “vatan beyi”, kardeþi Ali Bey dayý oldu. Ali Bey’in vefatý üzerine Mehmed Bey, vatan beyliðiyle dayýlýðý uhdesinde toplayarak beylerbeyi Mehmed Bektaþ Paþa ile uyumlu bir idare kurdu. 1688’de Mehmed Bektaþ Paþa ölünce yerine Ýstanbul’dan Mustafa Paþa gönderildi. Kardeþinin oðlu Ali’yi dayý yapan Mehmed Bey yeni beylerbeyi ile de iyi geçindi. Murâdîler devrinden sonra Tunus Beyliði, Hüseyin Bey vasýtasýyla Hüseynîler olarak tanýnacak ailenin eline geçti. Hüseyin Bey, vatan beyliðini onaylatmak için Ýstanbul’a yaptýðý müracaat neticesinde Dîvân-ý Hümâyun’dan paþalýk unvaný da aldý. Bu dönemde Tunus eyaletinde tek yetkili Tunus beyi oldu; bundan böyle hem dayýnýn görevlerini hem de Osmanlý Devleti adýna Ýstanbul’dan gönderilen beylerbeyiliðin sorumluluðunu tek baþýna üstlendi.

Denizcilerden dayý seçilerek kendisine belli yetkiler verilmesi âdeti ilk defa 1591’de Tunus’ta baþlatýldý, 1609’da Trablusgarp’ta ve 1681 yýlýndan itibaren Cezayir’de uygulandý. Tunus’ta ilk dayý Ýbrâhim adýndaki bir bölükbaþý idi ve üç yýl bu görevde kalmýþtý. Tunus dayýlarý içinde en etkili kiþi on üç yýl boyunca görevini dirayetle yürüten Osman Dayý oldu; eyalette Osmanlý nüfuzunu açýk biçimde yerleþtirdi. Yerlilerden “zuav” denilen bir birlik kurarak yeniçerilerin eyaletteki güçlerini kýrdý. Özellikle Endülüslü müslümanlardan Ýspanya’da kalan ve Moriskolar diye bilinen 390

kimseleri Tunus’un sahil þehirlerine getirtip yerleþtirdi. 1610’da vefat edince yerine damadý Yûsuf Dayý geçti. Osman Dayý’nýn zamanýnda Tunus beyi olan Ramazan Bey’in yetiþtirdiði Korsika asýllý, Avrupalýlar’ýn Osta Morato Genovese dedikleri Murad Bey isimli mühtedi Yûsuf Dayý ile çok iyi geçindi ve Ýstanbul’dan kendisine beylerbeyilik ve paþalýk unvaný verildi. 1637 yýlýnda önce Murad Paþa, ardýndan Yûsuf Dayý vefat etti. Murad Bey’in yerine eyaletin her tarafýný dolaþýp itaat altýna alan ve Hammûde Bey olarak da tanýnan oðlu Ebû Abdullah Mahmud Bey, Yûsuf Dayý’nýn yerine Cenevizli Usta Murad Kaptan geçti. Hammûde Bey’in nüfuzu eyalette giderek arttý. Böylece Tunus’ta Murâdîler dönemi baþladý. Murâdî hânedaný Tunus’ta toplam yedi beyin idaresinde seksen üç yýl hâkim oldu. Yerlerini Hüseynîler aldý. Vatan beyliðini ele geçiren Ýbrâhim Þerif’in kumandanlarýndan Hüseyin Bey onun Cezayir birliklerine esir düþmesi üzerine Tunus’ta idareyi eline aldý. Yerine vâris tayin ettiði yeniçeri aðasý Ali Bey’e Ýstanbul’da paþa unvaný ve beylerbeyilik verildi, ancak aile içinde baþlayan rekabetten faydalanan Cezayir Dayýsý Ali Paþa, Hüseyin Bey’in oðullarý Mehmed ve Ali beyleri alýp 1756’da Tunus’a girdi. Tunus Beylerbeyi Ali Paþa, oðullarýndan vatan beyi Mehmed Bey ve kardeþiyle torunlarý yakalanarak öldürüldü. Mehmed Bey vatan beyi, kardeþi Ali Bey dayý oldu. Mehmed Bey üç yýl sonra

Tunus’ta Sîdî Beþîr Camii’nin minaresi

vefat edince Mahmud ve Ýsmâil adlý iki oðlu henüz küçük yaþta bulunduðundan Tunus beyliðine kardeþi Ali Bey geçti ve Ýstanbul’dan kendisine paþalýk unvaný verildi. Oðlu Hammûde’yi henüz kendisi hayatta iken vatan beyi yaptý, ancak yeðenlerini öldürmedi. 1770’te Tunus, Fransýz donanmasý tarafýndan günlerce bombalanarak tahrip edildikten sonra barýþ antlaþmasý yapýldý. Hammûde Paþa’nýn 1814’te ölümü üzerine yerine oðlu Osman geçti. Onun yerini daha sonra Mahmud Bey aldý. Bu da 30 Mart 1824’te ölünce oðlu Seydi Hüseyin Bey Tunus dayýsý oldu. Seydi Hüseyin, Cezayir Fransa tarafýndan iþgal edildiðinde herhangi bir yardýmda bulunmadýðý gibi Çengeloðlu Tâhir Paþa’nýn Tunus üzerinden geçiþine de izin vermedi. On bir yýl beylik yaptýktan sonra 21 Mayýs 1835’te vefat etti ve kardeþi Mustafa Tunus beyi oldu. Kendisine Ýstanbul’dan asâkir-i mansûre ferikliði rütbesi ve beylerbeyilik verildi. Onun da 1837’de vefatýyla yerine Ahmed Bey getirildi. Çengeloðlu Tâhir Bey’in Trablusgarp’tan buraya gelen donanmasý Tunus’ta Osmanlý idaresini kuvvetlendirdi ve Ahmed Bey’i görevden aldý. Ancak Ahmed Bey, Fransýzlar’dan aldýðý destekle yeniden duruma hâkim oldu, ardýndan Osmanlý Devleti’ne yaklaþtý ve kendisine paþalýk rütbesi verildi. Avrupa âdetlerini daha çok benimsedi ve ülkesindeki Avrupalýlar’a iyi davranmaya özen gösterdi. Fransýz subaylarý getirterek Bardo Sarayý yanýnda 1840’ta açtýrdýðý askerî okulda ordusunu modernleþtirmeye çalýþtý. Burada okuyan gençler XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Tunus’un her konuda yetiþmiþ insanlarý arasýnda yer aldý. 5000 olan asker sayýsý 20.000’e çýkarýldý ve askerler Avrupalý meslektaþlarý gibi giydirildi. Tunus’ta bir top dökümhanesi yapýldýðý gibi Fransýz mühendisleri tarafýndan eyaletin bir haritasý çizildi. Köle ticareti 1841’de yasaklandý, ticaretin yapýldýðý pazarlar 1846’da kapatýldý. Ahmed Bey 5 Ekim 1846 tarihinde Fransa kralýnýn davetlisi olarak Paris’e gitti. 1854’te ölünce yerine müþîr-i sânî Mehmed Bey geçtiyse de dört yýl sonra vefatý üzerine müþîr-i-sâlîs olan kardeþi Mehmed Sâdýk yerini aldý ve Fransýz iþgali öncesinde Osmanlý Devleti adýna Tunus beyliði yaptý.

Hüseynîler zamanýnda beylik makamý veraset usulüyle deðil eyaletin ileri gelenleri tarafýndan yapýlan seçimle belirleniyor, kaptanpaþa vasýtasýyla padiþaha arzedilen adayýn beyliðe tayini isteniyordu; padiþahýn uygun bulmasý durumunda önceleri mîrimîranlýkla, ardýndan feriklikle ve-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

ya müþirlikle eyalet valisi oluyordu. Beylerin yerlerinde kalýp kalmayacaklarý iki üç yýlda bir gönderilen fermanla bildiriliyordu. Sadece Tunus beyi Mehmed Sâdýk Paþa beyliðin veraset yoluyla devri için Hayreddin Paþa’yý 1864’te Ýstanbul’a gönderdi. Fransýzlar, Tunus’un Osmanlý Devleti’ne bu þekilde yakýnlaþmasýný tehlikeli buldularsa da Hayreddin Paþa 1871’de Tunus’u Osmanlý Devleti’ne yakýn konuma getirdi ve 23 Ekim 1871 tarihli fermanla Tunus Emirliði, doðrudan Ýstanbul’a baðlý kalmak üzere Mehmed Sâdýk Paþa ve evlâdýna veraset usulüyle verildi. Artýk padiþahýn izni olmadan savaþ ve barýþ görüþmeleri yapýlmayacak, ülkeden hiçbir toprak baþkasýna verilmeyecek, Osmanlý Devleti’nin asker talebi de karþýlanacaktý. Fransa bu fermaný tanýmadýðý gibi Mehmed Sâdýk Paþa da Osmanlý-Rus savaþýna istenilen askeri göndermedi. Bu irtibatý saðlayan Hayreddin Paþa da görevinden azledildi (1877). Gittikçe artan Ýtalyan nüfuzu aslýnda Alman imparatorluk þansölyesi Bismarck’ýn Fransa ile Ýtalyanlar’ý karþý karþýya getirme politikasýnýn bir ürünü idi. Fransýzlar, Ýtalyanlar’dan önce harekete geçerek Tunus sýnýrýndaki düzmece bir kavgayý bahane edip 1881 yýlý Mart ayýnda buraya asker sevkettiler. 12 Mayýs 1881’de Tunus beyi ile Bardo Antlaþmasý’ný imzalayarak bu eyaleti kendi himayelerine aldýklarýný duyurdular. Mehmed Sâdýk Paþa 1882 yýlý Ekiminde vefat etti. Yerine geçen Seydi Ali Bey döneminde Fransýz genel valisi Pierre Paul Cambon zamanýnda 8 Haziran 1883 tarihli Mersâ Antlaþmasý imzalanýnca Tunus himaye adý altýnda Fransa’nýn resmen idaresine girdi. 1882’de Ýngiltere Mýsýr’a girdiðinden Tunus meselesi tamamen Fransa’nýn istediði þekilde sonuçlandý. Burasý artýk Osmanlý Devleti salnâmelerinde “eyâlet-i mümtâze” diye yer aldý. Tarihî Bardo Sarayý 1888’de müzeye çevrildi. Tunus’un idarî yapýsýnda kýsmî deðiþiklik yapýlarak seksen olan “kaidât” sayýsý altmýþa, 2000 olan ve dar anlamda idarî birimi ifade eden “þeyhât” sayýsý da 600’e indirildi. Tunus, Osmanlý idaresinde kaldýðý son iki yüzyýlýnda özellikle dinî baðlarla irtibatýný sürdürdü. Tunuslular, Osmanlý halifesinin tebaasý olmadan hilâfete sadýk kalýyor ve hiç vergi ödemiyordu. Sadece beylik makamýna oturanlar bir saygý ifadesi olarak Ýstanbul’daki en üst dinî yetkiliye hediyeler gönderiyordu. Karþýlýklý siyasî muameleler azdý ve Tunus kendi hukukuna göre yabancý devletlerle anlaþmalar yapabiliyordu. 1742 ve 1743 yýllarý ile 1824 yýlýnda

Fransa ile antlaþmalar imzalanmasý, korsanlýðýn engellenmesi ve köleliði kaldýran sözleþme beylerin rahat hareketlerini göstermektedir. Avrupa devletleri, Osmanlý Devleti ile herhangi bir savaþ konumuna girmeden yalnýz bu eyalette yirmi defa savaþtýlar. Osmanlý döneminde Tunus toplumu âyan ve avam diye iki sýnýfa ayrýlmýþtý. Hafsîler devrinde avam dýþýnda kendilerine itibar edilenlere “þürefâ” denilmekteydi; bunlar Muvahhidler döneminden kalan ailelere mensup reislerinden oluþurdu. Diðerlerini “büyûtât” adý verilen tüccarlar, memurlar ve okumuþlar teþkil ediyordu. Hafsîler devrindeki sosyal yapý Osmanlý idaresinde ciddi bir deðiþikliðe uðramadý. Osmanlý yönetimi zamanýnda Tunus toplumunu yerli Araplar, Endülüslü müslümanlar ve Anadolu’dan buraya sevkedilen askerlerle sivil memurlar teþkil ediyordu. Ayrýca Anadolu kökenlilerin yerli kadýnlarla evliliklerinden doðan ve “kuloðlu” denilen melez bir sýnýf vardý. Bunlar, merkezî idare ile yerli halk arasýnda irtibatýn âhenkli þekilde yürütülmesinde etkin görevlerde bulunuyordu. Çoðunluðu Anadolu’dan gelen babalarýna oranla çok iyi eðitim gördüðü için eyaletin beylerbeyilik, dayýlýk ve beylik görevleri hariç üst makamlarda görev almakta ve içlerinden çok sayýda âlim yetiþmekteydi. Genelde Üsküdar, Sinop, Ankara, Urfa, Edirne, Akhisar, Akþehir, Bodrum, Bergama, Bosna, Diyarbekir, Denizli, Antep, Tokat, Sivas, Menteþe, Kýbrýs, Sofya ve Gürcistan gibi þehir ve bölgelere mensuptu. Eyaletteki mesleklerine göre bostancý, bahrî, bakýrcý, býçakçý, boyacý, terzi, demirci, kuyumcu, bozacý, tavukçu ve kahveci gibi soyadlarýyla kolayca tanýnýyorlardý. Avrupalý esirler hürriyetlerine kavuþmak için müslüman oluyordu. Doðrudan Avrupa’dan bu eyalete gelip din deðiþtirerek

Osmanlý idaresine giren denizciler de vardý. Bunlar Anadolu’dan gelmiþ olanlarla daha yakýn irtibat kurabiliyorlardý. Tunus eyaleti müslümanlarýnýn yerli ve Endülüs asýllý olanlarý Mâlikî mezhebi, Anadolu’dan gelenler, bunlarýn yerli hanýmlarla evliliklerinden doðanlarla mühtediler ise Hanefî mezhebine mensuptu. Türk kökenlilerin savaþçý yönleri, Endülüslüler’in ziraat ve el sanatlarýndaki becerileri öne çýkýyordu. Özellikle Endülüslüler Teburba, Süleyman ve Testûr gibi ülkenin kuzeydoðusundaki þehirleri Avrupaî tarzda kalkýndýrdýlar. Kurduklarý yeni köyler Ýber yarýmadasýnda býraktýklarý köylere çok benziyordu. Ýspanya etkisinden tamamen kurtulamadýklarý için kendi aralarýnda Kastilya diliyle konuþuyorlardý. Tunus’un Osmanlý idaresi altýndaki nüfus durumu hakkýnda yeterli bilgi yoktur. Tunus þehriyle ilgili verilen rakamlar da çok abartýlýdýr (1587’de ancak 25.000 dolayýnda nüfusu vardý). Tunus’ta 1605’te baþlayan ve 1622’de “vebâü ebi’l-gays” denilen salgýnda sadece Tunus þehrinde günde ortalama 2000 kiþinin öldüðü belirtilir. Vebanýn en öldürücü olduðu yýllar 1643-1650 arasýdýr. 16761677’deki veba salgýnýnda ise bütün eyalette toplam 400.000 kiþinin hayatýný kaybettiðine dair bilgiler doðru olmamalýdýr. XVIII. yüzyýlda veba salgýný durunca nüfusta artýþ meydana geldi. Sömürge Dönemi. Tunus, Fransa’nýn kontrolü altýna girince bu idareye karþý giderek direniþ gösterilmeye baþlandý. Bu hususta öne çýkan isimlerden biri SefâkusKabis arasýnda yaþayan bir kabile reisi olan Neffât Kaidi Ali b. Halîfe’dir. Fransýzlar’ýn üzerine sevkettiði ordulara dayanamadý ve Trablusgarp’a geçerek Osmanlý Devleti’ne sýðýndý. Daha sonra Fransýzlar’la anlaþýp bir daha mücadele etmemek üzere Tunus’a döndü. 1888’de yayýmlanmaya baþlayan Cerîdetü’l-¼â²ýra, 1896’da ez-

Tunus’ta Bâbüssa’dûn

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

391


TUNUS

Zehrâ isimli gazeteler ve özellikle ayný yýl Haldûniyye adlý cemiyet etrafýnda baðýmsýzlýða giden sürecin temelleri atýldý. 1905’te Avukat Ali Bâþ Hanbe ve Beþîr Sefar’ýn öncülüðünde Sâdýký Koleji Mezunlarý Derneði benzer faaliyetlere hýz verdi; le Tunisien adlý gazeteyi çýkardý. 1908 yýlýnda Jön Türkler’den ilham alarak kurduklarý Cemâatü’þ-þebâb et-Tûnisiyye adlý teþkilâtla Türk asýllý Zemerî ve Ali Bâþ Hanbe, Cezayir asýllý Abdülazîz b. Ýbrâhim es-Seâlibî ile Tunus asýllý Abdülcelîl Zavuþ siyasal etkinlikleri baþlattýlar. Ýtalyanlar’ýn 1911’de Trablusgarp’a saldýrýlarý Tunuslular’ý Osmanlý Devleti’ne daha fazla yaklaþtýrdý; Tunuslular bu savaþa açýkça destek vermekten çekinmediler. Ali Bâþ Hanbe, Tunuslular’ýn Osmanlýlar’a desteðini arttýrmak için bir dernek kurdu. Ancak Cellaz Mezarlýðý olayý diye bilinen olaydan sonra 1912’de yargýlanýp Fransa’ya sürgüne gönderildi. I. Dünya Savaþý yýllarýnda Ýstanbul’a gelerek mücadelesine buradan devam etti. Fransýzlar 1881-1956 yýllarýnda Tunus’a yirmi bir genel vali tayin ettiler. Bunlarýn içinde ilk vali Théodore Justin Dominique Roustan’dan sonra 28 Þubat 1882 – 23 Haziran 1885 tarihleri arasýnda valilik yapan Pierre Paul Cambon himaye adý altýnda sömürgeleþtirme sürecini tamamladý. Ancak otuz yýl boyunca Fransýz sömürge siyasetinin baþta gelen ismi genel sekreter Bernard Roy oldu. Tunus’taki Avrupalý sayýsý giderek arttý; 1881’de 15.000 kadar Ýtalyan varken bunlar 1901’de 71.000’e, 1911’de 88.000’e çýktý. Toplam 148.000 Avrupalý’nýn geri kalanýný 46.000 Fransýz ve 11.000 Maltalý oluþturuyordu. Müslümanlarýn sayýsý ayný dönemde 1.700.000 kadardý. I. Dünya Savaþý’nda Fransa sadece Tunus sömürgesindeki yerli gençlerden 63.000 kiþiyi cephelere sürdü. 1931’de Tunus’un nüfusu 2.410.000 oldu, bunun 251.000’ini Avrupalýlar teþkil ediyordu. Bu tarihte Fransýzlar’ýn sayýsý 91.000’e çýkmýþtý. Baðýmsýzlýk yolunda mücadele edenlerin öncüleri arasýnda Ýslâmî konulardaki yazýlarýyla öne çýkan Muhammed Bayram el-Hamîs, er-Râ£id gazetesinin editörlüðü yanýnda vakýf idaresi müdürü oldu. Bir diðer önder Abdülazîz b. Ýbrâhim es-Seâlibî’nin 1920’de Paris’te yayýmlanan la Tunisie martyre (et-Tûnisiyye eþ-þehîde) adlý kitabý gençlik üzerinde ciddi etki býraktý. Tunus’ta Fransýz sömürgeciliðine karþý ilk düzenli siyasî hareket Abdülazîz b. Ýbrâhim es-Seâlibî’nin 1920’de kurduðu elHizbü’d-düstûrî ile baþladý. Ancak hareket 392

içinde on beþ yýl gibi kýsa bir süre sonra ayrýlmalar baþladý ve Mahmûd Materî’nin baþkanlýðýnda, Habîb Burgiba’nýn genel sekreterliðinde el-Hizbü’d-düstûrî el-cedîd kuruldu. Partinin yayýn organý olan el£Amel’de (l’Action tunisienne) kendi düþüncelerini yaymaya baþladýlar. el-Hizbü’ddüstûrî II. Dünya Savaþý sonrasýna kadar varlýðýný devam ettirdiyse de ilk günlerdeki etkinliðini, kurucusu Abdülazîz b. Ýbrâhim es-Seâlibî’yi satýlmýþlýk ve diktatörlükle itham eden Habîb Burgiba’nýn karþýt görüþleriyle yitirdi. Fransýzlar Habîb Burgiba’yý baðýmsýzlýk yanlýsý giriþimlerinden dolayý 1940 yýlýnda hapse attýlar. 17 Kasým 1942 – 13 Mayýs 1943 tarihlerinde II. Dünya Savaþý’nýn en kapsamlýsý olarak bilinen Tunus savaþý cereyan etti ve Almanlar’la Ýtalyanlar geri çekilmek zorunda kaldý. Mücadelenin devam ettiði günlerde Almanlar, 1942’de Habîb Burgiba’yý serbest býrakarak Roma’ya götürdüler. Ardýndan Ýtalyanlar’ýn safýna çekmeye çalýþtýlar, ancak baþarýlý olamayýp 7 Nisan 1943’te Tunus’a geri getirdiler. Habîb Burgiba, Fransýzlar’la iþ birliði yapmayý ülkesinin geleceði için daha faydalý gördü. 26 Mart 1945’te gizlice Sefâkus’a, oradan Trablusgarp’a ve Arap Birliði’nin kurulduðu Kahire’ye geçti. Tunus’a 9 Eylül 1947’de dönebildi. Baðýmsýzlýk Dönemi. 1950’li yýllarýn baþýnda Tunus beyi Lamine Bey denen Emîn Bey baðýmsýzlýk mücadelesini sürdüren gençleri destekledi. 20 Mart 1956’da Tunus baðýmsýzlýðýna kavuþurken Hüseynî ailesinden Emîn Bey on dokuzuncu bey sýfatýyla Osmanlýlar’dan kalan bir geleneði sürdürdü; 27 Temmuz 1957 tarihine kadar Tunus kralý oldu. Bu tarihte Tunus Cumhuriyeti ilân edildi; Hüseynî ailesinin saltanatý sona erip Emîn Bey’in baþbakan tayin ettiði Habîb Burgiba ilk devlet baþkaný olarak bütün yetkileri eline aldý. Baðýmsýzlýk sonrasý Avrupalýlar artan baský-

lar üzerine þehri terketmeye baþladý. Onlarýn yerini diðer bölgelerden gelen yerli nüfus doldurdu ve Araplaþma süreci tamamlandý. Giderek artan iç göçlerle baþþehir Tunus’un etrafýnda yeni varoþlar ortaya çýktý. 1958’de Tunus Arap Birliði’ne, 1969’da Ýslâm Konferansý Teþkilâtý’na girdi. Tunus þehri, 12 Haziran 1979 tarihinde Mýsýr ile Ýsrail arasýnda imzalanan Camp David Antlaþmasý’nýn ardýndan Kahire yerine birliðin merkezi oldu ve 31 Ekim 1990 tarihine kadar bu konumunu sürdürdü. Tunus’ta siyasî hayatýn þekillenmesinde þer‘î hükümleri esas alan ve kýsaca “düstûr” denilen anayasa etkili oldu. 2 Mart 1934’te ed-Düstûrü’l-cedîd adýyla oluþan siyasî hareket 1969’da Sosyalist Düstur Partisi adýný aldý. Hareketin kuruluþunda öncülerden biri olan Sâlih b. Yûsuf, Habîb Burgiba ile birlikte hareket ettiði halde zamanla aralarý açýldý ve 1961’de bir suikastla öldürüleceði Mýsýr’a kaçmaya zorlandý. Partinin genel baþkaný olan Habîb Burgiba tek parti sisteminin aðýr yönetim biçimini uygulayarak otuz bir yýl iktidarda kaldý. Her türlü muhafazakâr yapýlanmayý aðýr þekilde bastýrdý. Kasým 1987’de görevinden ayrýldý. Tunus’un ikinci devlet baþkaný olan Zeynelâbidîn b. Ali kansýz bir darbe ile iktidarý ele geçirdi. Paris’teki Saint Syr askerî okulunda eðitim gören Zeynelâbidîn çeþitli görevlerin ardýndan 1986 yýlý Ekiminde baþbakan oldu. Bu görevinin henüz birinci ayýný doldurmadan Habîb Burgiba’nýn rahatsýzlýðýnýn devlet baþkanlýðý görevini yürütmesini engellediðini ileri sürerek 7 Kasým günü onun yerini aldý. 1987’de baþladýðý devlet baþkanlýðý görevine 2009 yýlýnda beþinci defa seçildi ve 2014’te aday olacaðýný açýklamasýna raðmen 14 Ocak 2011 tarihinde ülkenin güneyindeki Sîdî Bûyezîd þehrinde baþlayan ve kýsa zamanda yayýlan halk ayaklanmasý sonucu devlet baþkanlýðý gö-

Günümüzde özgün þeklini büyük ölçüde yitirmiþ olan Münestîr Ribâtý

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

revini terkederek Suudi Arabistan’a sýðýndý. Devletin baþýna ayný gün görevden alýnan Baþbakan Muhammed Gannûþî anayasaya uygun olarak geçtiyse de yine anayasa gereði görevi meclis baþkanýna verdiðinden Fuâd Mebeza 15 Ocak günü geçici devlet baþkaný oldu. Tunus’ta Ýslâmî Hareket. Tunus’ta Batý merkezli devlet sistemi içinde dinî esaslara göre siyasî yapýlanmalarýn önü 1988 yýlýna kadar kapalý idi. Ýlk defa 1970’te Zeytûne Camii Üniversitesi hocalarý ve öðrencilerinin faaliyete geçirdiði Kur’ân-ý Kerîm’i Koruma Derneði bir baþlangýç teþkil etti. Râþid el-Gannûþî önderliðinde 1971’de Tunus Üniversitesi’nde bir caminin açýlmasýyla yeni bir hareket baþladý ve el-Cemâatü’l-Ýslâmiyye adýyla bir derneðe dönüþtü. Kýsa zamanda þehrin diðer camilerine Abdülfettâh Mûrû ile vaazlar verip büyük bir kitleyi etraflarýnda topladýlar. 1971’de ilkokulda, 1976’da ortaokulda, 1977’de lisede Arapça’nýn Fransýzca’nýn yerine eðitim dili olmasý gençlerin Ýslâmiyet’e ilgisini arttýrdý. Bunda 1970-1980 yýllarýnda kurulan hükümetlerde Millî Eðitim Bakanlýðý yapan Muhammed Mizâlî’nin katkýsý büyüktür. 19 Eylül 1980 tarihinde Cemâatü’l-Ýslâmiyye, Hareketü’l-itticâhi’l-Ýslâmî adýyla siyasî bir yapýlanmaya dönüþtü. Ancak hükümet 21 Aralýk günü kurucusu Râþid el-Gannûþî’yi tutukladý ve 5 Ocak 1980’de serbest býraktý. Ardýndan tekrar yakalanýp 1981-1984 yýllarý arasýnda hapiste kaldý. 23 Nisan 1980 – 8 Temmuz 1986 tarihlerinde baþbakanlýk yapan Muhammed Mizâlî bu hareketi himaye etmekle suçlandý ve sonunda görevden alýnýp ömür boyu hapis cezasýna çarptýrýldý; bunun üzerine gizlice Fransa’ya iltica etti. 2002 yýlýnda cezasýnýn kaldýrýlmasýna raðmen yaþamaya devam ettiði Paris’te 23 Haziran 2010’da vefat etti. Râþid el-Gannûþî ömür boyu hapis cezasýna çarptýrýldýysa da Zeynelâbidîn b. Ali tarafýndan 1988’de serbest býrakýldý. Ayný yýl ismini Hizbü’n-nehda olarak deðiþtiren hareket 1989’da yapýlan genel seçimlerde % 22 oy aldýðýný ilân ederken resmî rakamlar bunu % 17 olarak gösterdi. Bu harekete karþý uygulanan baský neticesinde önce hapse atýlan ve ardýndan serbest býrakýlan Râþid el-Gannûþî Cezayir’e iltica etti. 1991’e kadar burada kaldý, ardýndan Sudan’ýn baþþehri Hartum’a sýðýndý ve 1993’te iltica ettiði Ýngiltere’de 2011 yýlýna kadar sürgün hayatý yaþadý. BÝBLÝYOGRAFYA :

Uzunçarþýlý, Osmanlý Tarihi, II, 364-386, 580; III/2, s. 217, 293-304, 340; IV/1, s. 3-4, 438; Enver Ziya Karal, Osmanlý Tarihi, Ankara 1954-62,

VI, 127-129, 164-165; VIII, 78, 81-87, 169, 174, 287-289, 315-316; Omar Saidi, “le Maghreb: l’unification sous les almohades”, Histoire générale de l’Afrique (ed. D. T. Niane), Paris 1958, IV, 3578; A. Raymond– J. Poncet, la Tunisie, Paris 1971; A. Raymond, “Une liste des deys de Tunis de 1590-1832”, Les cahiers de Tunisie, VIII/32 (1960), s. 129-136; Taoufik Bachrouch, Formation sociale barbaresque et pouvoir à Tunis au XVII e siècle, Tunus 1977, s. 11-14, 27-36, 51-53, 64, 109-110, 130-132, 176-177; a.mlf., “L’historiographie tunisienne de 1968 à 1985”, IBLA, L/159 (1987), s. 75-90; P. Bardin, Algériens et tunisiens dans l’empire ottoman de 1848 à 1914, Paris 1979, tür.yer.; Mohamed el-Aziz Ben Achour, “Islam et controle social à Tunis aux XVIIIe et XIXe siècle”, la Ville arabe dans l’Islam (ed. Abdelwahab Baudiba – Dominique Chevallier), Tunus 1982, s.137-149; Muhammed b. el-Hoca, Øafa¼ât min târîÅi Tûnis (nþr. Hammâdî es-Sâhilî – Cîlânî b. Yahyâ), Beyrut 1986, s. 117-135; Boubaker Sadok, La régence de Tunis au XVII e siècle: ses relations commerciales avec les ports de l’Europe méditerranéenne, Zaghouan 1987, s. 38-42; K. J. Perkins, Historical Dictionary of Tunisia, Matuchen 1989, s. 17-19, 20-27, 43-47, 53, 58, 73-75, 282-290; M. Hâdî eþ-Þerîf, TârîÅu Tûnis (trc. Muhammed eþ-Þâvuþ – Muhammed Acîne), Tunus 1993, s. 64, 66, 113-116; J. Ganiage, Histoire contemporaine du Maghreb, Paris 1994, s. 267, 270, 273, 282-305, 316-319, 425428, 458-459, 487-491, 505-511; Tunis, cité de la mer (ed. Alia Baccar-Bournaz), Tunis 1999, tür.yer.; Mohamed Sadek Messikh, Tunis: La mémoire, Paris 2000; Ahmed Saadaoui, Tunis ville ottomane, Tunis 2001, tür.yer.; G. Goussaud-Falgas, Tunis, la ville moderne: Les origines et la période française, Saint-Cyr-sur-Loire 2005; Tunis, 1800-1950: Portrait architectural et urbain (ed. Sémia Akrout-Yaïche v.dðr.), Tunis 2006, tür.yer.; Ph. di Folco, Le goût de Tunis (ed. M. de France), Paris 2007, tür.yer.; C. Bilas – T. Bilanges, Tunis, l’orient de la modernité, Paris 2010; J. Pignon, “La milice des janissaires de Tunis au temps des deys (1590-1650)”, Revue internationale d’histoire militaire, sy. 18, Paris 1956, s. 301-325; A. Martel, “L’armée d’Ahmed Bey d’arprès d’un instructeur français”, a.e., s. 373-407; R. Mantran, “Documents turs relatifs à l’armée tunisienne”, a.e., s. 359-372; a.mlf., “L’évolution des relations entre la Tunisie et l’empire ottoman du XVIe au XIXe siècle”, Les cahiers de Tunisie, sy. 2627 (1959), s. 319-333; Osman Kaak, “Türkiye Devrine Ait Tunus Bibliyografyasý”, Türk Kütüphaneciler Derneði Bülteni, IX/3-4, Ankara 1960, s. 167-175; Mehmet Maksudoðlu, “Tunusta Dayýlarýn Ortaya Çýkýþý”, AÜÝFD, XIV (1966), s. 189203; a.mlf., “Tunusta Hakimiyetin Dayýlardan Beylere Geçiþi”, a.e., XV (1967), s. 173-187; J. Taieb, “la Tunisie des premiers temps coloniaux”, IBLA, sy. 141 (1978), s. 57-83; B. D. Cannon, “La constitution ottomane dans la stratégie politique jeune tunisienne, 1908-1910”, Les cahiers de Tunisie, XXIX (1981), s. 279-294; Abdel-Magid Turki, “Quelques affinités culturelles tunisio-turques”, St.I, LXI (1985), s. 127-153; el-Ezher Ahmed Bedreddin el-Kesrâvî, “en-Neþâtü’l-mi.mârî bi-medîneti Sifâkus fi’l-.ahdi’l-.Oþmânî”, el-Mecelletü’t-TârîÅiyyetü’l-Ma³ribiyye, sy. 45-46, Tunus 1987, s. 73-86; Neji Jelloul, “Les fortifications de Tunis à l’époque ottomane”, Arab Historical Review for Ottoman Studies, sy. 9-10, Zaghouan 1987, s. 95-135; Robert Brunschvig,

“Tunus”, ÝA, XII/2, s. 68-95; Mohamed-Hédi Chérif, “Tunisia”, EI 2 (Ýng.), X, 648-651; Ali Mahjoubi, “Tunisia”, a.e., X, 651-654.

ÿAhmet Kavas

III. KÜLTÜR ve MEDENÝYET

Halifelerle valiler Berberîler’in Ýslâm’ý benimsemesi için gayret gösterdiler. Kayrevan þehri kuruluþundan itibaren Tunus bölgesinde Ýslâm davetinin merkezi oldu. Eðitim ve öðretim faaliyetleri Kayrevan Sîdî Ukbe Camii’nde yürütülüyordu. Bu hareketin öncülüðünü, Ukbe’nin askerleri içinde sayýlarý on ikiye ulaþan sahâbîlerle çoðunluðu teþkil eden tâbiîn nesline mensup âlimler yapýyordu. Ömer b. Abdülazîz, Ýsmâil b. Abdullah b. Ebü’l-Muhâcir baþkanlýðýnda on fakihi bölgede Berberîler’e Ýslâm’ý öðretmekle görevlendirmiþti. Onlarýn Kayrevan’da yürüttüðü faaliyet kýsa sürede geliþti, ders meclisleri Berberî ve Arap öðrencilerin oluþturduðu yeni nesiller tarafýndan büyük ilgi gördü. Tâbiîn âlimlerinden Ýkrime el-Berberî’nin Kayrevan’da tefsir ve hadis okuttuðu, onun derslerine katýlmak için Maðrib’den talebelerin geldiði rivayet edilmektedir. Daha sonra Yahyâ b. Sellâm, Kayrevan Camii’nde tefsir dersleri verdi ve tefsirini orada yazdý. Tunus þehri 82 (701) yýlýnda kuruluþundan kýsa bir süre sonra bölgenin ikinci ilim merkezi haline geldi. Þehrin kurucusu Hassân b. Nu‘mân’ýn çalýþmalarý sayesinde Berberîler arasýnda Ýslâm’ýn yayýlýþý hýzlandý. Ömer b. Abdülazîz’in zekât âmili olarak gönderdiði hadis âlimi Yahyâ b. Saîd elEnsârî, Tunus þehrine yerleþti ve etrafýnda toplanan gençlere ders verdi. Ubeydullah b. Habhâb valiliði sýrasýnda Tunus þehrinde Zeytûne Camii’ni yaptýrdý (116/734). Zeytûne bu yýllardan itibaren önemli bir ilim merkezi oldu, þehirdeki âlimlerin sayýsý giderek arttý. Ayrýca büyük camilerin yaný sýra inþa edilen mahalle mescidlerinde öðretim faaliyetleri yürütülüyordu. II. (VIII.) yüzyýlýn baþlarýnda Tunus’un yerli halký Berberîler’in tamamýna yakýný Müslümanlýðý kabul etmiþti. Vali Yezîd b. Ebû Müslim’in izlediði ýrkçý ve zalimce politikasý yüzünden Emevîler’in son döneminde müslüman Berberîler’in büyük bir kýsmý Hâricîliðe yöneldi. Ancak Fas ve Cezayir’de gücünü devam ettiren Hâricîlik Tunus’ta fazla destek görmedi, iç kýsýmdaki bazý bölgeler hariç taraftarý kalmadý. Günümüzde ise halkýnýn üçte ikisi Hâricî olan Cerbe adasý dýþýnda Tunus’ta bu mezhebin mensubu bulunmamaktadýr. Abbâsîler devrinin baþlarýnda Kayrevan’da ve Tunus’ta öðrenim gören talebelerin

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

393


TUNUS

bazýlarý Ebû Hanîfe, Ýmam Mâlik ve diðer âlimlerin derslerine katýlmak için Mýsýr, Hicaz ve Irak’a gittiler; dönüþlerinde bu iki imamýn mezhebini Tunus’ta yaymaya çalýþtýlar. Tunus’ta yetiþtikten sonra Mýsýr’da Leys b. Sa‘d ve Ýbn Lehîa, Irak’ta Süfyân es-Sevrî, Medine’de Mâlik b. Enes’in derslerine katýlan Ali b. Ziyâd el-Absî, Ýmam Mâlik’in el-Muva¹¹aßýný Tunus þehrine getirdi ve onun görüþlerini yaymaya baþladý. Bu mezhebi Kayrevan’da ilk defa Ýbn Ganim el-Kadî’nin tanýttýðý belirtilmektedir. Kayrevan’daki tahsilinden sonra önce Irak’a gidip bir süre Ebû Hanîfe’nin derslerine giren, ardýndan Medine’ye geçip Mâlik b. Enes’ten ders alan Ýbn Ferruh, Hanefî mezhebinin bölgede tanýnmasýnda aracý oldu. Böylece Kayrevan ve Tunus camilerinde daha ziyade bu iki mezhebin fýkhý okutuldu. Abdurrahman b. Ziyâd, Ebû Mes‘ûd b. Eþres, Abbas b. Velîd, Zeyd b. Biþr, Hâlid b. Ebû Ýmrân et-Tücîbî, Abdülmelik b. Kerîme, Ebû Küreyb Abdurrahman b. Küreyb bu dönemde Tunus’ta yetiþen önemli âlimlerdendir. Abbâsî Valisi Yezîd b. Hâtim’in kâtip olarak görevlendirdiði Basra nahiv âlimlerinden Ebû Ali Hasan b. Saîd el-Basrî, Basra’nýn ileri gelen lugat bilginlerinden Yûnus b. Habîb, Kûfe nahivcilerinden Kuteybe el-Cu‘fî, valinin çocuklarýna muallimlik yapan Ýyâz b. Avâne el-Kelbî, Kayrevan’da Arap dili çalýþmalarýnýn öncüleri oldu. Ayrýca þairlere büyük ilgi gösteren valinin etrafýnda çok sayýda þair toplandý. Bunlarýn çevresinde baþlayan lugat çalýþmalarý ve edebî hareket kýsa sürede geliþti; III. (IX.) yüzyýlýn ilk yarýsýnda Abdülmelik b. Katan el-Mehrî gibi nahivciler yetiþti. Aðlebîler devrinde baþþehir Kayrevan dinî ilimlerle edebiyatýn merkezi haline geldi. Kayrevan ve Tunus’a Endülüs ve Sicilya þehirlerinden öðrenciler gelir, buradan aldýklarý ilmî, felsefî anlayýþý ülkelerinde yaymaya çalýþýrlardý. Böylece Tunus, II. (VIII.) yüzyýlýn sonlarýndan itibaren bölgede Hanefî ve Mâlikî mezhebinin merkezi konumuna yükseldi. Nitekim Kayrevan kadýsýnýn belirlenmesi için kendilerine danýþýlan ve çoðu Hanefî olan âlimler Hanefî fakihi Süleyman b. Ýmrân’ý, Süleyman ise Sahnûn’u teklif etmiþti. Ýfrîkýye’de en geniþ talebe halkasýna sahip olduðu belirtilen Sahnûn’un 234’te (849) kadýlýða tayin edilmesi dengeyi Mâlikî mezhebi lehine çevirdi. Hanefîlik varlýðýný III. (IX.) yüzyýlýn sonuna kadar devam ettirdiyse de ardýndan Mâlikî mezhebi Tunus ve Kayrevan çevresinde tek mezhep haline geldi, Maðrib’e doðru yayýlýp bölgeyle özdeþleþti. Bu 394

arada Aðlebîler’in Mu‘tezile ile yakýn iliþkileri ve Emîr I. Ziyâdetullah döneminden (817-838) itibaren Abbâsî politikasýna paralel þekilde Mu‘tezile’nin resmî mezhep haline gelmesi idarecilerle Mâlikî fakihlerinin arasýnýn açýlmasýna zemin hazýrlamýþtý. Bazý fakihler halku’l-Kur’ân meselesinde baþlatýlan mihne politikasý yüzünden takibata mâruz kaldý. Diðer taraftan Kayrevan Camii’nde Cebriyye, Mürcie ve Ýbâzýyye mensuplarýnýn ders halkalarý kurulur, Mâlikî ve Hanefî fakihleriyle onlarýn âlimleri arasýnda tartýþmalar cereyan ederdi. Sahnûn kadýlýk görevine getirilince bu tartýþmalarý yasakladý. Aðlebîler devrinde Kayrevan ve Tunus’ta yetiþen din âlimlerinden bazýlarý þunlardýr: Kayrevan kadýsý ve Sicilya fâtihi Esed b. Furât, Mâlikî fýkhýnýn temel kaynaklarýndan el-Müdevvenetü’l-kübrâ’nýn müellifi Sahnûn ve oðlu Muhammed b. Sahnûn, Ýbn Abdûs elKayrevânî, muhaddis Behlûl b. Râþid elKayrevânî, Mûsâ b. Muâviye es-Sumâdýhî, Ebû Semüre Þecere b. Îsâ el-Meâfirî etTûnisî, Yûsuf b. Yahyâ el-Megamî, Yahyâ b. Ömer el-Kinânî, Îsâ b. Miskîn. Tunus bölgesinin (Ýfrîkýye) fethiyle ilgili ilk eserin II. (VIII.) yüzyýlýn sonlarýnda ölen Îsâ b. Ýmrân b. Ebü’l-Muhâcir tarafýndan yazýldýðý bilinmektedir. Ebü’l-Arab gibi tarihçiler günümüze ulaþmayan bu eserden yararlanmýþtýr. Aðlebîler dönemi bunun yanýnda felsefe, matematik, astronomi ve týp ilimlerinde yetiþen âlimlerle dikkat çeker. II. Ýbrâhim, Baðdat’taki Beytülhikme’yi örnek alarak o sýrada baþþehir olan Rakkade’de bir araþtýrma merkezi ve kütüphane inþa ettirdi; burada görev yapmak üzere týpta ve ulûm-i evâilde tanýnan bazý Baðdatlý âlimleri getirtti. Baþkanlýðýný matematikçi Ebü’l-Yüsr Ýbrâhim b. Ahmed eþÞeybânî’nin üstlendiði merkezin kütüphanesinde çok sayýda deðerli eser toplamýþtý. Bu kitaplar Fâtýmîler tarafýndan Kahire’ye götürüldü (Ýbrâhim Harekât, II, 62). Merkezde yetiþen âlimlerden Muhammed b. Cezzâr ve Ziyâd b. Halfûn týp, yahudi hekimi Ýshak b. Süleyman el-Ýsrâilî týp ve felsefe, Ebû Saîd es-Saykalî felsefede temayüz etmiþtir. Hekim, eczacý ve tarihçi Ebû Ca‘fer Ýbnü’l-Cezzâr el-Kayrevânî bölgede Ýbn Sînâ’nýn yerini tutan tabip olarak nitelenir; Ebû Ca‘fer’in çok sayýda eseri vardýr. Kayrevan ilim merkezinin etkileri Kartaca asýllý bir hýristiyan olan Afrikalý Konstantin vasýtasýyla Batý dünyasýna ulaþtý. Kayrevan’da yetiþen Konstantin Arap dili, matematik, özellikle týp ve astronomi alanýnda temayüz ettikten sonra Ýtalya’ya geçti. Salerno’da Monte Cassino’da-

ki Benedictine Manastýrý’nýn baþýna getirilmesinin ardýndan rahipleri Arap diliyle ilgilenmeye, týp, astronomi ve astrolojiye dair Arapça kitaplarý Latince’ye çevirmeye teþvik etti. Böylece Ýslâm kültürünü Batý’ya taþýyanlarýn öncülerinden biri oldu (Hasan Hüsnî Abdülvehhâb, I, 39). Kendisi de þair olan Ýbrâhim b. Aðleb ve diðer Aðlebî emîrlerinin þairlere gösterdiði yakýnlýk sayesinde Kayrevan’da þiir de geliþti. Öte yandan Aðlebî kâtiplerinden Ebü’lYüsr eþ-Þeybânî divan yazýþmalarýnda temayüz etti ve bir ekol meydana getirdi. Kitap toplamaya önem veren Aðlebî emîrleri Sîdî Ukbe Camii’nde bir kütüphane yaptýrdýlar. Bu kütüphanedeki yazmalardan bazýlarý günümüze ulaþmýþtýr (Ýbrâhim Harekât, I, 62). II. Ýbrâhim’in kütüphanesinden de söz edilir. Camilerin yaný sýra sahillerde inþa edilen ribâtlarda da kütüphaneler bulunuyordu. Mâlikîliðin uygulanmasýný ortadan kaldýrmayý bir devlet politikasý haline getiren Fâtýmîler’in Ýfrîkýye döneminde (909-973) Tunus’ta ilmî hareket büyük baskýya mâruz kaldý. Kayrevan Camii’nde Mâlikî ve Hanefî fakihlerinin dersleri yasaklandý, bazý fakihler hapse atýldý, birkaçý daha aðýr cezalara çarptýrýldý. Bu þartlarda öðretim evlerde gizli olarak devam ettirildi. Fâtýmî idarecilerinin baskýlarý ve özellikle Hz. Ebû Bekir ile Ömer'e ta‘`netmelerinin Mâlikî fakihlerini onlara karþý Ehl-i sünnet’in görüþlerini savunmaya ve bu konuda eserler yazmaya sevkettiði görülmektedir. Fâtýmî halifeleri için yazdýðý övgü þiirleriyle tanýnan ve Batý Ýslâm dünyasýnýn Buhturî’si denilen Ali b. Muhammed el-Ýyâzî bu dönemin en meþhur þairidir. Fâtýmîler’in Kahire’ye intikalinden sonra baþlayan Zîrîler devrinde Tunus’ta Mâlikîlik tekrar güçlendi. Ýki dönemde de yaþayan ve bölgede Mâlikîler’in önderi olan Ýbn Ebû Zeyd, Þiî-Fâtýmîler’in baskýlarýna karþý mücadele etmek suretiyle Ehl-i sünnet’in görüþlerini savundu; Ehl-i sünnet ile Þîa arasýndaki ihtilâflara dair çeþitli risâleler kaleme aldý. Ýbn Ebû Zeyd’in vefatýndan sonra Kayrevan’da Mâlikî mezhebinin otoritesi haline gelen Ebü’l-Hasan el-Kabisî, Eþ‘ariyye’nin bölgeye yayýlmasýna katkýda bulundu. Zîrî Hükümdarý Muiz b. Bâdîs’in 441 veya 443’te (1049 veya 1051) Fâtýmîler’le iliþkisini keserek Mâlikî mezhebinin uygulanacaðýný ilân etmesiyle yeni bir dönem baþladý. Nitekim Makrîzî, Ýfrîkýye’de Mâlikîliðin yeniden güçlenmesinin en büyük âmili olarak Muiz b. Bâdîs’i göstermektedir (el-ƒý¹a¹, II, 333-334). Böylece siyasî iktidarýn desteðini alan Mâlikî mezhebi ye-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

niden adliye teþkilâtýna hâkim oldu ve halkýn tek mezhebi haline geldi. Öte yandan Kayrevan’ýn Eþ‘arî kelâmcýlarýndan Muhammed b. Atîk et-Temîmî sayesinde bölgede Eþ‘arîlik de yayýldý ve V. (XI.) yüzyýldan itibaren hâkim mezhep konumuna yükseldi. Ebü’l-Fazl Yûsuf b. Mesrûr, Muhammed b. Hâris el-Huþenî, Ali b. Abdülganî el-Husrî, Ebû Ýmrân el-Fâsî, Ebü’l-Hasan el-Lahmî, tefsir sahibi Ali b. Faddâl el-Mücâþiî, Ebü’l-Abbas el-Mehdevî, Ýbn Reþîk el-Kayrevânî, Ýbn Þeref el-Kayrevânî, Ebû Ýshak et-Tûnisî, Medine karii Nâfi‘in Verþ tarikiyle gelen ve Maðrib’de günümüzde de yaygýn olan kýraatini bölgeye taþýyan Ýbn Hayrûn, ondan kýsa süre sonra bu alanda yetiþen müfessir Mekkî b. Ebû Tâlib, Zîrîler döneminin diðer tanýnmýþ âlimleridir. Tunus’ta tasavvuf hareketleri IV. (X.) yüzyýlda Þeyh Muhriz b. Halef’le baþladý. Büyük itibar gören Muhriz’in mezarý günümüzde Tunus þehrinin baþta gelen ziyaret yerlerindendir. Devlet tarafýndan desteklenen Muhriz ve müridleri Tunus’ta Þiîler’le mücadelede etkin rol oynadýlar. Bölgenin ilk tabakat müelliflerinden Ebü’l-Arab ve talebesi Muhammed b. Hâris el-Huþenî daha sonraki âlimlere örnek teþkil etti. Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed el-Mâlikî, Kuzey Afrika’da bilinen ilk bölge tarihinin sahibi Ýbnü’r-Rakýk el-Kayrevânî, Ebû Ca‘fer Ýbnü’l-Cezzâr ve Fâtýmî Baþdâîsi Kadî Nu‘mân b. Muhammed dönemin diðer tarihçileridir. Zîrîler devrinde astronomi alanýnda Abdülmün‘im b. Muhammed el-Kindî el-Kayrevânî ve Zîrî Emîri Muiz b. Bâdîs’in müneccimliðini yapan Ali b. Ebü’r-Ricâl temayüz etti. Diðer taraftan bizzat kimya ile meþgul olan Mehdiye Zîrî emîri Yahyâ b. Temîm’in madenlerin tahlili için bir atölye açtýðý ve burayý aletler ve önemli bir kütüphaneyle donattýðý bilinmektedir (Hasan Hüsnî Abdülvehhâb, I, 40). Muiz b. Bâdîs, sayýlarý

100’e ulaþtýðý söylenen þairlerine büyük ihsanlarda bulunurdu. Cömertliðiyle meþhur oðlu Temîm’in sarayý da çeþitli ülkelerden gelen þairlerin toplandýðý yerdi. Þeyh Muhriz b. Halef, Ali b. Abdülganî el-Husrî, Ýbn Reþîk, Ýbn Þeref gibi þairler Muiz b. Bâdîs’in sarayýnda bulundular. Rakýk elKayrevânî, Türâb es-Sûsî, Ýbn Ureybe elMehdevî ve Abdülvâhid b. Fütûh dönemin diðer önemli þairleridir. Bu devirde yetiþen lugat âlimlerinin baþýnda Abdullah b. Muhammed el-Mekfûf, bütün Ýslâm dünyasýnda tanýnan Muhammed b. Ca‘fer elKazzâz ve onun öðrencileri Ýbn Þeref ile Ýbn Reþîk gibi âlimler gelir.

Horasânîler’in baþþehri olarak kaldýðý dönemde (1062-1159) Tunus þehri, bölgenin önemli bir ilim merkezi haline geldi. Burada yetiþen çok sayýda fakih bölgedeki þehirlerde kadýlýk görevini üstlendi (Bekrî, II, 697-699). Hayatýnýn son yýllarýnda Tunus’ta Horasânî emîrine sýðýnan Ýbn Hamdîs es-Sýkýllî, Horasan emîrleri hakkýnda söylediði þiirleriyle meþhurdur. Kýsa süren Muvahhidler döneminde Ýbn Tûmert’in görüþleri uyarýnca Mâlikî fakihlerinin fürûa dair eserlerinin yakýlmasý için emirnâmeler çýkarýldý. Buna raðmen Mâlikîlik Tunus’ta varlýðýný korudu, Muvahhidler’in son yýllarýnda Hafsîler’in kurucusu Ebû Zekeriyyâ’nýn vali tayin edilmesine kadar Ýbn Tûmert’in görüþleri Tunus’ta etkisini gösteremedi. Ebû Zekeriyyâ, Muvahhidî düþüncesini Endülüslü Zâhirî âlimleri vasýtasýyla yaymak istediyse de bölgede Mâlikî mezhebinin kesin hâkimiyeti sebebiyle onun gayretleri de sonuçsuz kaldý. Muvahhidler zamanýnda Ebû Medyen’in bölgeye gelmesinden itibaren tasavvufî hareket güçlendi. Tunus’u baþþehir edinen ilk büyük devlet olan Hafsîler, Tunus’u ayný zamanda ülkenin en önemli ilim merkezi haline ge-

Hamâmet’ten bir görünüþ

tirdiler. Dönemin baþlarýnda Endülüs’ten çok sayýda âlim geldiði gibi Doðu Ýslâm dünyasýndaki ilmî geliþmeler de bölgeye yansýdý. Kelâm ilmi alanýnda bir canlanma görüldü. Öte yandan devletin kurucusu Ebû Zekeriyyâ tarafýndan Tunus’ta bölgedeki ilk medrese inþa edildi. Ardýndan en önemlileri Tunus’taki Þemmâiyye, Muarradiyye, Tevfîkýyye, Müntasýriyye ve Zeytûne olmak üzere medreselerin sayýsý arttý ve Tunus âlimlerin toplanma noktasý oldu. Bölgenin diðer þehirlerinden ve Endülüs’ten gelen pek çok âlim Tunus’a yerleþti. Endülüs’ten bilhassa VII. (XIII.) yüzyýlýn ilk yarýsýnda Belensiye, Þâtýbe, Mürsiye, Ceyyân, Kurtuba ve Ýþbîliye’nin hýristiyanlarýn eline geçmesinin ardýndan Tunus’a gelen çok sayýda göçmen arasýnda Ýbnü’l-Ebbâr, Hâzim el-Kartâcennî, Ýbn Usfûr el-Ýþbîlî, Ýbn Amîre gibi bölgedeki ilmî hareketi etkileyen âlimler bulunuyordu. Abdurrahman b. Muhammed ed-Debbâð, bu dönemde yazýlan en önemli tefsirin müellifi Ýbn Arafe, onun talebesi Übbî, Mâlikîler’in Tunus’taki önemli âlimlerinden biri olan müfessir Ýbn Bezîze, talebesi Ýbn Zeytûn, Burzülî, Ýbn Râþid el-Kafsî, Gubrînî, Ýbn Nâcî, Muhammed en-Nefzâvî, Muhammed b. Þuayb el-Haskerî, Ebû Ali Nâsýrüddin Mansûr eþ-Þâdilî, Muhammed b. Câbir el-Vâdîâþî, Ebü’l-Kasým el-Lübeydî, tarihçi, sosyolog ve devlet adamý Ýbn Haldûn ve Muhammed b. Kasým er-Rassâ‘ Hafsîler zamanýnda yetiþen din âlimlerinin en meþhurlarýdýr. Ebû Medyen’in geliþinden itibaren bölgede sayýlarý artan mutasavvýflardan Abdülazîz el-Mehdevî, Ebû Yûsuf ed-Dehmânî, Ebû Ali en-Neftî, Ebû Saîd el-Bâcî ve Tâhir el-Mezûgý temayüz etti. VII. (XIII.) yüzyýldan itibaren þeyhlerin sayýsý arttý; hayatýnýn önemli bir kýsmýný Tunus’ta geçiren Ebü’l-Hasan eþ-Þâzelî devrinin en mühim tasavvufî þahsiyetidir. Ancak düþünceleri ulemânýn tepkisini çekince kalabalýk bir mürid topluluðuyla birlikte Mýsýr’a gitti ve orada vefat etti. Þâzeliyye tarikatý bütün Maðrib’de yayýldý, ulemâ üzerinde de etkili oldu. XIV. yüzyýlda tarikatlar kýrsal ve daðlýk kesimlerde de etkilerini hissettirmeye baþladý ve oralarda zâviyelerin kurulmasýyla pekiþti. Þeyhlerin aileleri, öðrencileri ve müridleriyle beraber yaþadýðý bu zâviyeler yolcularýn ve hac kervanlarýnýn uðradýðý ve aðýrlandýðý mekânlar haline geldi. Tunus’ta Hammûde Paþa Camii civarýndaki zâviyesinde medfun Arûsiyye tarikatýnýn kurucusu Ahmed b. Muhammed el-Arûs elHevvârî, Kasým el-Cilîzî, Þa‘biyye’nin kurucusu Ahmed b. Mahlûf eþ-Þa‘bî, Ali evlâ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

395


TUNUS

dýndan Sâlim el-Mezûgý ile oðlu Âmir b. Sâlim el-Mezûgý, Ebû Saîd Halef b. Yahyâ et-Temîmî el-Bâcî, Ebü’l-Hasan Ali el-Müntasýr, Ebû Muhammed el-Mercânî ve Muhammed b. Ýmrân zâviyelerdeki faaliyetleriyle etkili olan mutasavvýflardan bazýlarýdýr. Kadiriyye bölgeye Kayrevan’daki zâviyesinde medfun Ebü’l-Kasým b. Halef etTücîbî vasýtasýyla girdi. Günümüzde Þâzeliyye’nin bazý kollarý, Ticâniyye, Kadiriyye ve Ýbn Azzûz Mustafa b. Muhammed’e nisbet edilen Azzûziyye tarikatý ülkede varlýðýný devam ettirmektedir. Hafsîler döneminde yetiþen Ýbn Haldûn, Kitâbü’l-£Ýber’inin iki cildini Kuzey Afrika tarihine ayýrmýþtýr. Hânedan tarihi türünde Ýbn Hammâd es-Sanhâcî, Ýbn Kunfüz, Ýbnü’þ-Þemmâ el-Hintâtî ve Abdullah Muhammed ez-Zerkeþî; tabakat türünde Abdurrahman b. Muhammed edDebbâð, Ýbn Nâcî el-Kayrevânî, Gubrînî zamanýn diðer meþhur tarihçileridir. Öte yandan Mayurka adasýnda doðan ve Fransisken papazlarý tarafýndan eðitilen Anselmo Turmeda 1388 yýlýnda geldiði Tunus’ta Hafsî sultanýnýn huzurunda müslüman oldu ve Abdullah adýný aldý. Tu¼fetü’lerîb fi’r-reddi £alâ ehli’½-½alîb baþta olmak üzere Katalanca ve Arapça eserler yazan Abdullah et-Tercümân, Tunus’ta öldü ve oraya defnedildi. Bu dönemde kimya alanýnda eserinin bazý bölümleri Batý dillerine çevrilen Tîfâþî yetiþti. Sefâkus þehrinden Þerefî ailesinin bazý üyeleri XVI. yüzyýlýn ortalarýndan sonuna kadar yaptýklarý haritalarla ün kazandýlar. Ali b. Ahmed eþ-Þerefî es-Sefâkusî 955’te (1548) sekiz yapraklý bir atlas hazýrladý. Ailenin diðer bir üyesi Muhammed b. Ali eþ-Þerefî 1601’de doðu yarýsý Ýdrîsî’nin haritasýna, batý yarýsý Katalonyalý gemicilerin haritalarýna dayanan bir dünya haritasý yaptý. Mûsikide Þeyh Muhammed ez-Zarîf, matematikte Ali b. Muhammed el-Kallesâdî, týpta Endülüs’ten göç eden Ýbn Enderâs Muhammed b. Ahmed, oðlu Ebû Ya‘kub Yûsuf, Ahmed b. Abdüsselâm es-Sýkýllî ve Abdurrahman es-Sýkýllî yetiþti. Hafsîler devrinde þiir geliþti. Divan sahibi olan Ebû Zekeriyyâ ve oðlu Müstansýr þairleri himaye ederdi. Tunuslu þairlerin sayýsý arttýðý gibi Ýbnü’l-Ebbâr, Hâzim el-Kartâcennî gibi Endülüslü þairlerden pek çoðu buraya gelip yerleþti. Sûse þairlerinden Ruaynî, Ýbn Nahîl, Ýnân b. Câbir, Ýbn Ebü’l-Hüseyin, Ýbnü’s-Simâ el-Mehdevî, Þihâb b. Halûf, Ebü’lHaccâc el-Beyyâsî, Ýbn Arabiyye el-Mehdevî ve Ahmed es-Savvâf dönemin diðer önemli þairleridir. Hafsîler’in son zamanlarýnda zayýflayan þiir, XI. (XVII.) yüzyýlda 396

Endülüslü bazý þairlerin geliþiyle yeniden canlandý. Ali el-Gurâb es-Sefâkusî, Muhammed el-Vergý, Muhammed Mâzûr, el-Hâc Hammûde, Abdüllatîf et-Tavîr el-Kayrevânî gibi þairler yetiþti. Bu dönemde Arap edebiyatýnda Muhammed b. Abdülcebbâr er-Ruaynî, Ali b. Ýbrâhim et-Ticânî, Ahmed el-Leyyânî, Ebü’l-Mutarrif b. Umeyre, Ýbn Ebü’l-Hüseyin, Hâzim el-Kartâcennî, Ahmed b. Muhammed el-Hallâf ve Ýbn Abdüsselâm Seâde temayüz etti. Hafsîler devrinde Tunus’ta zengin kütüphaneler kuruldu. Ebû Zekeriyyâ’nýn sarayýnda yaptýrdýðý kütüphanede 30.000 cilt kitap bulunuyordu. Ebû Fâris Abdülazîz’in Tunus Zeytûne Camii’nde kurduðu kütüphaneye 30.000’den fazla eser vakfettiði bilinmektedir. Bu kütüphaneye vakfedilen kitaplarýn sayýsý 200.000’e ulaþmýþtý. Sultan Ebû Ömer Osman sarayýndaki kütüphaneleri Zeytûne’de hazýrlattýðý yeni bir kütüphaneye nakletti. Daha sonra V. Muhammed el-Mütevekkil ayný mekânda Abdaliyye Kütüphanesi’ni yaptýrdý. Kütüphanesine yazma eser satýn almak için Ýspanya’nýn Þâtýbe þehrine gönderdiði bir kiþi 3000 yazma eserle geri dönmüþtü. Ýspanya iþgali sýrasýnda tahribe mâruz kalan bu kütüphanelerden Zeytûne Kütüphanesi Hüseynîler döneminde yenilendi. Osmanlý hâkimiyetinin ilk safhasýnda Ýspanya’nýn Tunus’u iþgali sebebiyle ülkedeki âlimlerin önemli bir kýsmý baþka bölgelere gitmiþti. Bölgenin kesin olarak Osmanlý hâkimiyetine girmesinin ardýndan bunlarýn çoðu geriye dönünce ilmî hayat tekrar canlandý. Osmanlýlar’la birlikte bölgede Hanefî mezhebi yeniden ortaya çýktý. Yûsuf Dayý’nýn açtýðý ve Ramazan Efendi’yi müderris tayin ettiði ilk Hanefî medresesini yenileri takip etti. Askerlerin yaný sýra Osmanlý ülkesinin çeþitli bölgelerinden gelen göçmenlerle ülkedeki Hanefîler’in sayýsý büyük oranda arttý. Bu arada pek çok Hanefî fakihi oraya geldi, cami ve medreselerde Hanefî fýkhý öðretimi baþladý. Bunlardan lugat, meâni, beyân, mantýk, fýkýh ve tefsir konularýnda meþhur olan Molla Ahmed, Zeytûne’de müderrislik görevine getirildi ve çok sayýda talebe yetiþtirdi. Yûsuf Dayý’dan itibaren kadýlkudât Hanefîler’den seçildi. Osmanlý döneminde özellikle XVII. yüzyýlýn baþlarýnda Endülüs’teki müslümanlarýn toptan sürgün edilmesinin ardýndan yoðunluk kazanan göç esnasýnda Tunus’a gelen Endülüslü âlimler þehrin ilmî hayatýna katký saðladý. Dayýlar ve Hüseynîler devrinde Tunus’ta yeni cami ve medreseler inþa edildi, þehirdeki medreselerin sayýsý otuza ulaþtý (Tâ-

hir el-Ma‘mûrî, s. 81-969). Ebüssuûd’un tefsirine geniþ bir hâþiye yazan Þeyh Ebû Abdullah Muhammed Zeytûne, Muhammed Kuveysim, Ali es-Süveysî ve Þeyhülkurrâ Mustafa Ýzmirli, Muhammed Hammûde Fütâte, Ebü’l-Abbas Ahmed eþ-Þerîf el-Hanefî, Ebû Abdullah Muhammed Tâcülârifîn el-Osmânî, Yûsuf ez-Zaðvânî, Sâlih el-Kevvâþ, Kara Batak diye bilinen Muhammed b. Mustafa, Kara Hoca olarak tanýnan Ahmed Burnâz, Osmanlý döneminde yetiþen âlimlerin en meþhurlarýdýr. Ýbn Ebû Dînâr el-Kayrevânî, Muhammed b. Muhammed el-Endelüsî, Mahmûd b. Saîd Makdîþ, Ýbn Ebü’d-Dýyâf, Muhammed es-Sagýr b. Yûsuf el-Bâcî, el-Hâc Hammûde ve Muhammed b. Osman es-Senûsî dönemin önemli tarihçilerinin baþýnda gelir.

Tunus’ta Ahmed Bey zamanýnda Batýlýlaþma faaliyetleri baþladý. 1840’ta Bardo’da Avrupa tarzýnda ilk yüksek harp okulu açýldý. Fransa ve Ýstanbul’dan subaylar ve kitaplar getirtildi. 1873’te “müdîran” reisliðine tayin edilen Hayreddin Paþa reform çalýþmalarýna hýz verdi; 1876’da Sâdýký Koleji açýldý. Bardo Harp Okulu’nda ve bu kolejde himaye döneminin ardýndan Tunus yönetimini üslenecek kadrolar yetiþti. Bu iki okulun mezunlarý, geleneksel Ýslâmî eðitime yeni bir yön vererek yabancý dillerle modern ilimlerin öðretimini birlikte gerçekleþtirmek için 1896’da elCem‘iyyetü’l-Haldûniyye’yi kurdular. Hayreddin Paþa, Ýbn Ebü’d-Dýyâf, Muhammed Fâzýl Ýbn Âþûr, Muhammed Bayram, tefsir sahibi Muhammed Tâhir Ýbn Âþûr, Hasan Hüsnî Abdülvehhâb, Abdülazîz b. Ýbrâhim es-Seâlibî, Muhammed b. Osman es-Senûsî, Osmanlý hâkimiyetinin son devrinde ve iþgal döneminde Tunus’un önde gelen âlim, fikir ve siyaset adamlarýdýr. Günümüzde Tunus’ta on üç üniversite, çok sayýda yüksek okul ve enstitü bulunmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ebû Bekir el-Mâlikî, Riyâ²ü’n-nüfûs (nþr. Beþîr el-Bekkûþ – Muhammed el-Arûsî el-Matvî), Beyrut 1401-1403/1981-83, I-III; Muhammed b. Hâris el-Huþenî, ªabašåtü £ulemâßi Ýfrîšýyye (nþr. M. Zeynühüm M. Azeb), Kahire 1413/1993; Bekrî, el-Mesâlik, II, 697-699; Makrîzî, el-ƒý¹a¹, II, 333-334; M. Hýdýr Hüseyin, Tûnis ve Câmi £u’zZeytûne (nþr. Ali Rýzâ et-Tûnisî), Dýmaþk 1391/ 1971; Muhammed el-Menûnî, el-£Ulûm ve’l-âdâb ve’l-fünûn £alâ £ahdi’l-Muva¼¼idîn, Rabat 1977; a.mlf., ¥aŠâretü’l-Muva¼¼idîn, Maðrib 1989; Tâhir el-Ma‘mûrî, Câmi £u’z-Zeytûne ve medârisü’l£ilm fi’l-£ahdeyni’l-¥af½î ve’t-Türkî, Tunus 1980; Abdülazîz ed-Devlâtlî, Medînetü Tûnis fi’l-£ahdi’l¥af½î (trc. Muhammed eþ-Þâbbî – Abdülazîz edDevlâtlî), Tunus 1981; Mahfûz, Terâcimü’l-müßellifîn, I-II, tür.yer.; Müncî eþ-Þemlî, Fi’¦-¡ešåfeti’t-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS Tûnisiyye, Beyrut 1985; Sâdýk ez-Zemerlî, A£lâm Tûnisiyyûn (trc. Hammâdî es-Sâhilî), Beyrut 1986; Cân Fûntân, el-Edebü’t-Tûnisiyyü’l-mu£âsýr, Tunus 1989; Hasan Hüsnî Abdülvehhâb, Kitâbü’l-£Ömr fi’l-mu½annefât ve’l-müßellifîne’t-Tûnisiyyîn (nþr. Muhammed el-Arûsî el-Matvî – Beþîr el-Bekkûþ), Beyrut 1990; Þevký Dayf, TârîÅu’ledeb, IX, 8-13, 109-327; M. Hâdî eþ-Þerîf, TârîÅu Tûnis (trc. Muhammed eþ-Þâvuþ – Muhammed Acîne), Tunus 1993, s. 39-66; TârîÅu’l-edebi’t-Tûnisî: el-¼adî¦ ve’l-mu£â½ýr, Kartâc 1993; M. Selâheddin el-Müstâvî, el-Ýslâm fî Tûnis ba£de 7 min nuvembr, Tunus 1993; A. H. Green, el£Ulemâßü’t-Tûnisiyyûn 1873-1915 (trc. Hafnâvî Amâyiriyye – Esmâ Muallâ), Tunus 1416/1995; Züheyr el-Humeydân, A£lâmü’l-¼aŠâreti’l-£Arabiyyeti’l-Ýslâmiyye fi’l-£ulûmi’l-esâsiyye ve’t-ta¹bîšýyye, Dýmaþk 1996, V, 25-43, 102-113, 116119, 332; Ahmed b. Mîlâd, e¹-ªýbbü’l-£Arabiyyü’tTûnisî, Beyrut 1999; Ýbrâhim Harekât, MedÅal ilâ târîÅi’l-£ulûm bi’l-Ma³ribi’l-müslim ¼atte’l-šarn 9/15 h., Dârülbeyzâ 1421/2000, I-III, tür.yer.; Ahmed et-Tavîlî, TârîÅu medîneti Tûnis e¦-¦ešåfî ve’l-¼aŠârî, Tunus 2002; a.mlf., el-Edeb bi-Tûnis fi’l-£ahdi’l-¥af½î, Tunus 2004; Muhtâr el-Ayyâþî, ez-Zeytûne ve’z-Zeytûniyyûn fî târîÅi Tûnisi’l-mu£â½ýr (1883-1958), Tunus 2003; Ebû Abdullah Muhammed el-Cûdî el-Kayrevânî, TârîÅu šuŠâti’l-Æayrevân (nþr. Enes el-Hâdî el-Allânî), Kartâc 2004; Hiþâm Ubeyd, Tûnis ve evliyâßühe’½½âli¼ûn fî müdevveneti’l-menâšýbi’½-½ûfiyye, Tunus 2006; Muhammed Razûk, “Hafsîler”, DÝA, XV, 125-128.

ÿÝsmail Yiðit

IV. SANAT

Milâttan önce VIII. yüzyýlda Tunus körfezi kýyýsýnda kurulan Fenike yerleþmesi Kartaca, Pön Savaþlarý (m.ö. 264-146) sonunda Romalýlar tarafýndan yerle bir edil-

el-Cem’de Roma dönemine ait Colloseum

di. Bu sebeple günümüzde baþþehir Tunus’un banliyösü durumundaki Kartaca’da bulunan en eski kalýntýlar Roma dönemine aittir. Bu dönemde þehir anfiteatr, gösteriþli evler, tapýnaklar, su kemerleri ve hamamlarla donatýldý. el-Cem’deki büyük Colloseum bütün Tunus’ta Roma devrinden kalan en görkemli yapýdýr. Yaklaþýk 30.000 kiþilik bu yapý oldukça saðlam durumda günümüze ulaþmýþtýr. Bölgede daha sonraki Vandal ve Bizans egemenliði sýrasýnda önemli bir bölümü zamanýmýza kadar gelmeyen bazilikalar inþa edildi. VII. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren Ýslâm akýnlarýnýn baþlamasý esnasýnda Tunus, 670’te Ukbe b. Nâfi‘ tarafýndan önemli bir üs durumundaki Kayrevan þehrinin kurulmasý ile büyük ölçüde müslümanlarýn eline geçti. Uzun süre Kartaca’nýn varoþu olan Tunus þehri, Araplar’ýn fethinin ardýndan Ýfrîkýye’nin kültürel ve ekonomik baþþehri haline geldi. 671’de Ukbe b. Nâfi‘in inþa ettirdiði büyük camisiyle Kayrevan’ýn Ýslâm âleminin dördüncü dinî merkezi olarak kabul edilmesi bölgeyi bir ölçüde kutsallaþtýrdý. Sonraki devirlerde yapýlan pek çok deðiþiklikle bugüne ulaþan Kayrevan’daki Sîdî Ukbe Camii, ortadaki daha geniþ tutulan mihraba dik neflerin kýble yönünde enine bir nefle kesilmesinden oluþan plana sahip harimi, revaklarla çevrili avlusu ve kuzey duvarýnýn ortasýnda kademeler halinde yükselen kare gövdeli minaresiyle sadece Tunus’ta deðil bütün Maðrib

ülkelerinde büyük bir etki yaptý. Baþþehirde ticaretin yoðunlaþtýðý bir yerde inþa edilen Zeytûne Camii (80/699) ve Hafsîler’in eseri Halk Camii’nde (XIV. yüzyýl) ayný plan þemasý ana hatlarýyla uygulandý. Abbâsîler zamanýnda 800 yýlýndan sonra Tunus, Aðlebîler’in yönetiminde yarý baðýmsýz bir statü kazandý. Bu devirde ülkede önemli bir mimari faaliyet göze çarpar. Sefâkus (849) ve Sûse (850-851) ulucamileriyle askerî amaçlý Münestîr ve Sûse Ribâtý (VIII. yüzyýlýn ikinci yarýsý) Aðlebîler’in inþa ettirdiði önemli yapýlardýr. Bunun yanýnda Sîdî Ukbe Camii günümüzdeki görünümüne büyük ölçüde bu dönemde yapýlan onarýmlarla ulaþtý. Aðlebîler’in ardýndan bölgede sýrasýyla Fâtýmî, Muvahhid ve Hafsî egemenlikleri görülür. At nalý kemerli giriþ kapýsýyla dikkati çeken Mehdiye Ulucamii (916) Tunus’ta Fâtýmîler’den kalan en önemli yapýdýr. XII. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren Tunus’ta idareyi eline geçiren Muvahhidler zamanýnda Zeytûne Camii’nden sonra þehrin en mühim mâbedi sayýlan Kasba Camii inþa edildi (1232-1236). Bir sarnýç üzerinde yükselen cami dilimli kemerlerin süslediði kare gövdeli minaresiyle ünlüdür. Ülke Hafsîler döneminde yoðun bir yapýlaþmaya sahne oldu. Hafsîler’in Tunus’ta inþa ettirdiði Tevfîk (XIII. yüzyýl), Ebû Muhammed (XIII. yüzyýl) ve Mellasin (XV. yüzyýl) camileri, sütunlarla taþýnan tonoz örtülü enine geliþen ibadet mekâný ve avlunun bir köþesinde kare blok halinde yükselen minareden meydana gelmektedir. Ayrýca bu dönemde ortadaki avluya açýlan eyvanlar ve hücrelerden teþekül eden medreseler yaptýrýldý. Bunlara Þemmâiyye (1249) ve Müntasýriyye (1437) medreselerini örnek vermek mümkündür. Tunus’ta ortaya konan mimari, süsleme ve el sanatlarýnda Endülüs-Maðrib sanatýnýn etkisi çok açýk biçimde görülmektedir. Osmanlý döneminin ilk yýllarýnda bu gelenek bütün ilkeleriyle devam etti, Türk sanatýna ait özellikler ancak XVII. yüzyýldan itibaren ortaya çýkmaya baþladý. 300 yýlý aþkýn bir süre Türk idaresinde kalan Tunus cami, medrese, imaret, saray, han, hamam, çarþý, kýþla ve kale gibi mimari eserlerle donatýldý. Külliye inþasýna Tunus’ta fazla ilgi gösterilmedi. Türbenin çevresindeki yapýlardan oluþan Sîdî Sâhib Külliyesi’yle (XIV ve XVII. yüzyýl) cami çevresinde inþa edilen Cedîd Külliyesi (17261727) ve Yûsuf Sâhibü’t-tâba‘ Külliyesi (1813-1814) Anadolu ve Ýstanbul’da yapýlan pek çok külliyede uygulanan bir dü-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

397


TUNUS

zenlemeye sahiptir. Önceki dönemlerde camilerde yaygýn biçimde kullanýlan çok destekli plan düzeni, Osmanlý döneminde destek sayýsý ve harimin iç bölümlerinde tabii olarak görülen bazý farklýlýklar dýþýnda büyük ölçüde tekrar edildi. Bu camilerde görülen farklýlýk iç mekânýnýn plan düzeninde deðil avlu formunda olmasýdýr. Önce inþa edilen camilerinde avlu harimin genelde batý bölümünü kaplamakta iken Osmanlý döneminde yapýlan camilerin çoðunda avlu harimi “U” þeklinde sarmaktadýr. Tunus’ta idareyi elinde tutan kiþiler tarafýndan yaptýrýlan Hammûde Paþa Camii (1098/1687) ve Yûsuf Sâhibü’t-tâba‘ Camii’nde kýble duvarýna dik uzanan neflerin mihrap önünde ve giriþte enine neflerle kesilmesinden meydana gelen plan þemasýnda Kayrevan Sîdî Ukbe Camii’nin etkisi açýktýr. Bunlardan Yûsuf Sâhibü’t-tâba‘ Camii’nde diðerlerine göre kubbenin daha fazla kullanýldýðý görülür. Yine mihrap duvarýna paralel neflerin ortada dikine bir nefle kesilmesinden oluþan planýyla Cedîd Camii, Tunus’taki Osmanlý camileri içinde istisna teþkil etmektedir. Bu yapýlar “U” þeklindeki avlu formu, sekizgen gövdeli minareleri ve mermer minberleriyle Maðrib’deki benzerlerinden ayrýlýr. Orta kubbenin çevresinde dört yarým kubbeli merkezî plan þemasýnýn uygulandýðý, Mehmed Bey Camii diye de tanýnan Sîdî Mahrez Camii ile (16921699) tek kubbeli orta mekâna üç yönden kemerlerle açýlan kubbeli bölümlerden oluþan Kâtib Ali Camii de Osmanlý mimarisinin Tunus’taki etkilerini açýk biçimde ortaya koymaktadýr. Merkezî plan sadece Mehmed Bey Camii’nde deðil türbelerde de uygulanmýþtýr. Bey Türbesi (1711), Gurebâ Camii Türbesi (XVI-XVII. yüzyýl) ve Hamza Türbesi’nde (XVIII-XIX. yüzyýl) rastlanan dört ayaða dayalý orta kubbenin çevresindeki dört yarým kubbe veya tonozlardan meydana gelen kurgu bu tesirin boyutlarýný göstermesi bakýmýndan önemlidir. Osmanlý döneminde yapýlan çok sayýda medrese günümüze saðlam þekilde ulaþabilmiþtir. Genellikle revaklý avlunun çevresinde beþik tonozlu hücrelerle mescidden teþekkül eden ve bir kýsmý iki katlý olan medreselerde türbe ve sebille Osmanlý medrese mimarisinde rastlanmayan minarelere de yer verilmiþtir. Zeytûne Camii’nin çok yakýnýnda birbirine bitiþik olarak inþa edilen Nahle (1714), Bâþiyye (1753) ve Süleymaniyye (1755) medreseleri âdeta bir medrese sitesi oluþturur. Cedîd Camii’nin revaklý avlusunu “U” þeklinde sa398

ran hücrelerden teþekkül eden medresesi plan düzeni ile Osmanlý etkisini taþýmaktadýr. Tunus’ta Osmanlý devri medreseleri süslemeleriyle dikkat çeker. Yapýlarýn giriþ holü, mescid ve avlu cephelerinde duvarlar yerden belirli bir yüksekliðe kadar çini, bunun üzerinde alçý kompozisyonlarla süslenmiþtir. Tunus’ta Osmanlý medreseleri zaten sýkýþýk olan þehir dokusu içinde sivil yapýlarla birleþik halde düzenlenmiþtir. Ayrýca bu yapýlarda süsleme daha ziyade iç mekânda yoðunlaþtýðýndan dýþtaki diðer yapýlar arasýnda kolayca algýlanamamaktadýr. Etrafýnda hücrelerin ve mescidin bulunduðu avlunun dört yönden revaklarla çevrilmesi ve avluya açýlan eyvanlara yer verilmemesi bu yapýlarý daha öncekilerden ayýrmaktadýr. Bununla birlikte genellikle serbest bir düzenleme, çok destekli plana sahip mescidler, üzeri beþik tonoz örtülü dikdörtgen planlý hücrelerle kapý, pencere ve kemer formlarýnda daha çok yerel sanat etkileri aðýr basmaktadýr. Tunus’ta Osmanlý döneminden günümüze gelebilen mimari örneklerden biri de zâviyelerdir. Varlýðý dýþtan balýk pulu biçimindeki yeþil kiremitlerle kaplý kubbeleriyle anlaþýlabilen zâviyelere tonozlu uzun hollerle giriþ saðlanmýþtýr. Genelde revaklarla çevrelenen avlunun etrafýnda tonozla örtülen derviþ hücreleri ve üzeri kubbe ile kapatýlan tevhidhâneye yer verilmiþtir. Bu plan, tevhidhânenin karþýsýndaki avluya açýlan eyvan dýþýnda 1435 yýlýnda Hafsîler tarafýndan inþa edilen Sîdî Bin Arûs Zâviyesi’nde uygulanmýþtýr. Osmanlý döneminden Tunus’ta Sîdî Ýbrâhim Riyâhî (1850), Sîdî Ebû Medyen (1854-1859) ve Ebü’l-Hasan eþ-Þâzelî (XIV ve XVIII. yüzyýl) zâviyelerinde ayný planlama belirgin þekilde görülür. Sadece dýþa ve tevhidhâneye açýlan hücreleri bulunan Münestîr’-

deki Sîdî Mazerî Zâviyesi (1177/1763-64), dikdörtgen avlunun çevresindeki derviþ hücrelerinin tevhidhâneden ayrý düzenlendiði Tunus’ta Sîdî Ali Þeyha Zâviyesi (1852), üzeri kubbe ile kapatýlan orta mekânýn çevresindeki hücreler ve farklý bir tonoz örtüye sahip türbe bölümüyle Sîdî Mahrez Zâviyesi (1862) bu plan þemasýnýn deðiþik varyasyonlarýný oluþturur. Geniþ bir alaný kaplayan mescid ve hücrelerin bulunduðu avlu ile yan yana iki dikdörtgen mekândan teþekkül eden ve türbeye yer verilmeyen Tunus Sîdî Abdülkadir Zâviyesi (1846-1852) bu düzenlemeye uymamaktadýr. Büyük bölümü orijinal þeklini kaybeden Tunus’taki Halfâvî Zâviyesi (XVII. yüzyýl) ve Sîdî Ali Azzûz Zâviyesi (1758-1781) orta bölümü kubbe, yanlarý düz çatý ile örtülen “T” planlý tevhidhânesiyle Tunus’taki klasik zâviye planýndan farklýdýr. Ayrýca Mehdiye’deki Ramazanoðlu Zâviyesi’nin (1872) giriþ kapýsýnýn hemen yanýnda yükselen minaresi, derin giriþ holünün saðýndaki mescidi ve bunlardan ayrý düzenlenen avluyu “U” þeklinde saran derviþ hücrelerinden oluþan planý daha çok Tunus’taki medrese yapýlarýna benzemektedir. Tunus’taki Türk türbe mimarisinde kare planlý, köþe sütunlarýna yaslanan kemerlerin üzerinde yükselen soðan biçimli kubbe ile örtülü yapýlar çoðunluktadýr. Dayý Ahmed Hoca (1057/1647), Dayý Mehmed Laz (1657), Fellârî (1710) ve Ali Paþa (1170/ 1756-57) türbeleri bunlarýn en güzel örnekleridir. Ayrýca dört yarým kubbeli merkezî plan düzenine göre inþa edilen türbeler bulunmaktadýr. Bunlarýn hemen tamamýnda oldukça girift alçý süslemeye büyük önem verildiði görülmektedir. Sýk sýk dýþ saldýrýlara mâruz kalan Tunus’ta Osmanlý devrinde savunma amaçlý yapýlarýn inþasý önem kazanmýþtýr. Genellikle dörtgen plandan oluþan kaleler çeþit-

Tunus’ta Bâþiyye Medresesi’nin revaklý avlusu

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

li formlardaki kulelerle desteklenen kalýn duvarlara sahiptir. Bunlar geniþ bir avlunun çevresinde beþik tonozlu dehlizlerle geçilebilen büyük koðuþlar, depolar ve mescidden meydana gelir. Garülmilh’te Vüstânî (1638-1640), Lûtânî (1070/1659-60) ve Tunus burçlarýnda (1631-1666) olduðu gibi deniz kýyýsýnda yer alan kalelerin sahile bakan yönlerine içine toplarýn yerleþtirildiði mazgallar bulunan duvarlardan meydana gelen yarým daire planlý bir bölüm eklenmiþtir. Baþþehir Tunus’un güney giriþinde bir kontrol merkezi olarak inþa edilen Ali Reis Burcu’nda (XVII. yüzyýl baþlarý) sekizgen planlý ilk binanýn kuzeyine dikdörtgen bir yapýnýn eklenmesinden ortaya çýkan farklý bir düzenlemeye rastlanmaktadýr. Üçgen þeklinde planlamaya sahip Tunus’taki Endülüs Burcu (XVII. yüzyýl) ve genel kurgusu ile at nalý biçiminde bir planýn görüldüðü Flifel Burcu (1743) benzer örnekleri baþka yapýlarda uygulanmayan deðiþik planlamanýn görüldüðü yapýlardýr. Hammûde Paþa’nýn Tunus’un Medine’sinde birbirine yakýn tarihlerde yaptýrdýðý kýþlalarda tek tip plan þemasý uygulanmýþtýr. Dikdörtgen planlý, revaklý bir avlunun çevresindeki çapraz tonozlu koðuþlardan meydana gelen yapýlar iki katlýdýr. Yapýya giriþi saðlayan dýþ kapýlarý üzerinde Türkçe kitâbelere, koðuþ kapýlarý üzerinde orada kalan askerlerin Türkçe lakaplarýný belirten levhalara yer verilmiþtir. Bunlardan Baþmakýye Kýþlasý (1814) bugün hastahane, Attârîn (1814) ve Çakmakçýlar (1809) kýþlalarý kütüphane olarak kullanýlmaktadýr. Osmanlý döneminde Tunus’ta yapýlan çarþýlar üzeri tonozlu bir koridorun iki yakasýndaki dükkânlardan teþekkül etmektedir. Bunlardan Türk Çarþýsý ile (1610-1637) Birka Çarþýsý’nda (16101637) kubbeye de yer verilmiþtir. Ýstanbul baþta olmak üzere Osmanlý Devleti’nin diðer þehirlerindeki çarþýlarla benzerlik göstermekle birlikte çoðu, belirli bir þemaya göre düzenlenmeyen ve geniþ bir kývrým yaparak devam eden koridorlarý ile farklýlýk göstermektedir. Tunus’ta Osmanlý devri köprülerinin baþýnda Ali Paþa (1180/1766-67) ve Mecâzülbâb (1678) köprüleri gelmektedir. Biçim yönünden Anadolu’daki taþ köprülerle benzerlik taþýyan Mecâzülbâb Köprüsü, Binzert’te Dayý Osman’ýn yaptýrdýðý Bâbýtunus Köprüsü (1593-1610) ve Ali Paþa Köprüsü ortadaki yüksek, yanlardakiler daha alçak tutulan yedi yuvarlak kemerden meydana gelmektedir. Köprülerden baþka Tunus su mimarisi saray ve evlerin avlusundaki selsebiller, su kuyularý, camile-

rin yakýnýndaki abdest alma yerlerinin dýþýnda halkýn temizlik ihtiyacýný karþýlamak amacýyla yapýlmýþ tesisler (mîdae), hamamlar, çeþme ve sebillerden meydana gelmektedir. Osmanlý döneminde inþa edilen konak niteliðindeki evlerin büyük bölümünde mermer selsebillere yer verilmiþtir. Bir ihtiyacý karþýlamaktan çok avlunun genel kompozisyonunu tamamlayan bir eleman niteliði taþýyan bu eserlerin en güzel örnekleri Bin Abdullah Evi’nde (XVIII. yüzyýl) ve Bardo Sarayý’nda görülmektedir. Kaliteli bir mermer iþçiliðinin ortaya konulduðu selsebillerde Avrupalý sanatçýlarýn etkisi açýktýr. Yazlarýn oldukça kurak geçtiði Tunus’ta su ihtiyacýný karþýlamak amacýyla birçok kuyu açýlmýþtýr. Bunlardan Hamâmet’te Hangutü’I-Hamâmet, Kayrevan Hûtu Kuyusu (1705-1734) orijinal þeklini kaybetmiþtir. Hafsîler döneminde Attârîn Mîdaesi inþa edilmiþtir. Ayný amaçla Dayý Yûsuf tarafýndan Türk Çarþýsý’nýn içinde Köþk Mîdaesi ile (1610-1637) Hüseyin b. Ali Paþa tarafýndan Kayrevan’da üç mîdae yaptýrýlmýþtýr. Revaklý bir avlunun ortasýnda çevresinde oturma yerleri bulunan þadýrvandan meydana gelen bu yapýlar Attârîn Mîdaesi’nin yakýn benzerleridir. G. Marçais’nin tanýttýðý Bardo Hamamý’nýn, sütunlara yaslanan bir kubbe ile örtülen göbek taþýnýn bulunduðu sýcaklýk bölümünün çevresindeki beþik tonozlu mekânlardan oluþan planý klasik Osmanlý hamamlarýndan çok farklý düzenlemesiyle dikkat çekmektedir. Ayný þekilde Yûsuf Sâhibü’t-tâba‘ Hamamý’nda belirli bir plan düzeni görülmemektedir. Osmanlý döneminde hemen her mahallede cami ve medrese gibi yapýlarýn yakýnýnda sebil ya da çeþmeler kurulmuþ, bunlardan günümüze ancak çok az bölümü ulaþmýþtýr. Tunus’taki sebiller, genel olarak düz tavanlý küçük odalarýn sokaða bakan cephe-

lerinde sütunlara oturan bir kemerle çevrelenmiþ düz atkýlý pencerelerden meydana gelmektedir. Çoðunlukla bronz parmaklýklara sahip pencerelerin önünde su tasýný koymak için mermer altlýklarla küçük havuzlar bulunmaktadýr. Bazý deðiþikliklere uðramýþ olmakla birlikte Benzert’te Dayý Mustafa Sebili (1709), Süleyman Sebili (1839), Bâþiyye, Cedîd ve Bi’rü’l-ahcâr medreselerinin sebilleri bu þekildedir. Mýsýr’da Osmanlý devrinde inþa edilen pek çok sebil bununla ayný formdadýr. Yûsuf Sâhibü’t-tâba‘ýn Tunus’ta 1804’te yaptýrdýðý, ortada “L” þeklinde bir pâyeye oturan, iki at nalý kemerle dýþa açýlan çift cepheli sebille sütunlara oturan dört kemerden oluþan tek cepheli diðer sebili biraz daha farklý bir tarzdadýr. Hammûde Paþa’nýn Mennûbe’de inþa ettirdiði sebil ise (1208/1793-94) suyun daðýtýldýðý kubbeli iki küçük mekân, bunlarýn arasýndaki yalaklar, abdest alma yerleri, mescid ve küçük kahvehanesiyle hiçbir yerde örneði görülmeyen bir form sergilemektedir. Tunus’taki çeþmeler genellikle duvara baðlý tek cephelidir. Bunlarýn en görkemlisi Benzert’te üzerindeki Türkçe kitâbesine göre 1041 (1631-32) yýlýnda Dayý Yûsuf tarafýndan inþa ettirilen Aynicereynâ Çeþmesi’dir. Benzert’te yine ayný kiþinin yaptýrdýðý anlaþýlan, üst kýsýmlarý prizmatik külâh biçimindeki üç çeþme basit yapýlarý ile birbirine benzemektedir. At nalý kemerli bir niþten ibaret Zeytûne Camii’nin doðu cephesindeki çeþme ile yuvarlak kemerli eyvan þeklindeki Dayý Ýbrâhim Çeþmesi’nin (1114/1702-1703) Anadolu’da pek çok örneði bulunmaktadýr. Zengin mermer, alçý ve çini bezemeleriyle hayranlýk uyandýran konaklarda belirli bir plan þemasý uygulanmýþtýr. “Skifa” adý verilen, üzeri tonozlu giriþ mekânlarýndan geçilen, bir ya da daha fazla revaklý

Tunus’ta bir seramik atölyesi

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

399


TUNUS

pencerelerin az sayýda açýlmasýndan genellikle loþ ve kasvetlidir. Yapýlarda çini, alçý ve taþ-mermer üzerine süsleme yapýlmýþtýr. Taþ-mermer süslemelerde Türk etkili geometrik, Avrupa ve Endülüs etkili bitkisel örnekler hâkimdir. XVI. yüzyýl Ýznik çinilerinin yaný sýra Tunus’ta günümüzde hâlâ imal edilen çini levhalar binalarý süsleyen baþlýca unsurlardandýr. Osmanlý döneminde sülüs ve nesih hatlý yazýnýn yanýnda kûfî karakterli yazý örneklerine de rastlanmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Bekrî, el-Mu³rib, bk. Ýndeks; G. Marçais, “Notes sur les ribats en Berberie”, Mélanges René Basset, Paris 1925, II, 395-430; a.mlf., Coupole et plafonds de la grande mosquée Kairouan, Paris 1925; a.mlf., Manuel d’art musulmane sicile, Paris 1926-27, I-II; a.mlf., Tunis et Kairouan, Paris 1937; a.mlf., l’Architecture musulmane d’occident, Paris 1957; Ahmed Fikrî, La grande mosquée de Kairouan, Paris 1934; B. Roy – P. Poinssot, Inscriptions arabes de Kairouan, Paris 1950, II; Slimane Mostafa Zbiss, Monuments musulmans d’époque husseynite en Tunisie, Tunus 1955; a.mlf., el-Æýbâbü’t-Tûnisiyye fî te¹avvürihâ, Tunus 1959; a.mlf., “Tunus’ta Türk Sanatý”, Milletlerarasý Birinci Türk Sanatlarý Kongre-

Tunus’ta eski bir evin avlusundan görünüþ

avlularýn çevresinde yer alan “T” planlý mekânlarla bunlarýn gerisindeki günlük ikamete ayrýlmýþ odalar, hamam ve helâ gibi bölümlere yer verilmiþtir. Dayý Osman Evi (XVI. yüzyýl sonu), Ramazan Bey Evi (XVII. yüzyýl), Bin Abdullah Evi, Bayram Türkî Evi (XVI. yüzyýl sonu), Bey Evi (1610-1637) gibi sivil mimari örneklerinin hepsinde bu plan küçük farklýlýklarla tekrar edilmiþtir. Çeþitli dönemlerde eklenen birçok yapýdan oluþan Bardo Sarayý’nda yapýlar surlarla çevrelenen geniþ bir alanýn içinde yer almaktadýr. Cami, hamam ve askerî okul gibi yapýlar bu sahanýn doðusunda, saray erkânýnýn kaldýðý asýl bölüm de büyük bir külliye halinde batýda bulunmaktadýr. Tunus’ta Osmanlý devri yapýlarýnda Endülüslü mimarlar ve sanatkârlar çalýþmýþtýr. Özellikle mihrap, minber, kürsü gibi eserlerin süslemelerinin yaný sýra duvarlarda görülen alçý dekorasyonda bu sanatçýlarýn etkisi açýk biçimde görülmektedir. Yapýlarda Güney Tunus’ta tuðla, kuzeyde taþ-mermer kullanýlmýþtýr. Osmanlý dönemi yapýlarýn çoðunda çapraz ve beþik tonoz uygulanmýþtýr. Bununla birlikte önemli oranda kubbeye yer verilmiþ, kubbeye istiridye yivli tromp ya da düz pandantiflerle geçilmiþtir. Türk döneminde ahþap minberlerin yaný sýra mermer minberler de mevcuttur. Camilerde vaaz kürsüsü yerine “tilâvet kürsüsü” vardýr. Çok destekli cami iç mekânlarý sýcak iklim sebebiyle 400

si (Ankara 19-24 Ekim 1959) Kongreye Sunulan Tebliðler, Ankara 1962, s. 413-417; a.mlf., Monastir, ses monuments, Tunus 1964; a.mlf., Les monuments de Tunis, Tunus 1971; a.mlf., ¥avle medîneti Tûnis el-atîša: La Medina de Tunis, Tunus 1981; a.mlf., “Quelques site andalous de Tunisie”, Awråq, sy. 1, Madrid 1978, s. 55-57; A. Lézine, Le ribat de Sousse, Tunus 1956; a.mlf., Sousse: les monuments musulmans, Tunis, ts. (Cérès productions); J. Revault, Palais et demeures de Tunis (XVI e et XVII e siècles), Paris 1967; a.mlf., Palais et résidences d’été de la région de Tunis (XVI e-XIX e siècles), Paris 1974; a.mlf., “Influence de l’art turc sur l’art tunisien la fin du XVIe et XIXe siècles”, Art turc, Aix-enProvence 1975, s. 201-208; Mohammed Masmoudi – Jamila Binous, Tunis: la ville et les monuments, Tunus 1980; Abdülazîz ed-Devlâtlî, Tunis sous les hafsides, Tunus 1980; Muhammed b. el-Hoca, TârîÅu me£âlimi’t-tev¼îd fi’l-šadîm ve fi’l-cedîd (nþr. Hammâdî es-Sâhilî – el-Cîlânî b. Yahyâ), Tunus 1985; Mohamed Scharabi, Der Bazar, Tübingen 1985, s. 153-159; Filiz Yeniþehiroðlu, Türkiye Dýþýndaki Osmanlý Mimari Yapýtlarý, Ankara 1989, s. 154-163; R. Ettinghausen – O. Grabar, The Art and Architecture of Islam: 6501250, London 1991; S. Santelli, Medinas: Traditional Architecture of Tunisia (trc. K. Hilton), Tunus 1992; H. Boutia, Bizerte: les monuments islamiques, Tunus 1992; Mehmet Þeker, Baþþehir Tunus’taki Türkçe Kitabeler, Ýstanbul 1994; Néji Djelloul, Les fortifications côtieres ottomanes de la régence de Tunis (XVI e-XIX e siècles), Zaghouan 1995; Filiz Kansu, “Tunus”, Arkitekt, sy. 433, Ýstanbul 1996, s. 74-81; Kadir Pektaþ, Tunus’ta Osmanlý Mimari Eserleri, Ankara 2002; M. Mercier, “Inscriptions arabes inédités de Tunisie”, Recueil des notices et mémories de la société archéologique du départment Constantine, sy. 7, Constantine 1894, s. 1-30; Ch. Monchicourt, “Essai bibliographique sur les plans im-

primés de Tripoli, Djerba et Tunis-Goulette au XVIe siècle”, RAfr., sy. 16 (1925), s. 385-418; R. Brunschvig, “Quelques remarques historiques sur les medersas de Tunisie”, RT, sy. 6 (1931), s. 261-285; M. Boussige, “Deux ponts voisins de Rades”, a.e., sy. 38 (1936), s. 451-465; A. Pellegrin, “Mosquées et zaouïas de Tunis”, Chaiers Charles de Foucould, sy. 2, Paris 1950, s. 220232; R. Mantran, “Quelques inscriptions turques de Tunis”, Oriens, XVIII-XIX (1965-66), s. 185192; a.mlf., “Jarba”, EI 2 (Fr.), II, 473; M. Azîz b. Âþûr, “Turbet El-Bey, sépulture des begs et de la famille husaynite à Tunis”, IBLA, I, Tunus 1985, s. 45-84; P. Jervis, “Kairavan”, Environ Mental Design, sy. 1-2, Roma 1989, s. 36-53.

ÿKadir Pektaþ

˜

TUNUS ( O ) Tunus Cumhuriyeti’nin baþþehri.

Akdeniz sahiline 7-8 km. uzaklýkta, Tunus körfezinin bir girintisi olan ve “deniz kulaðý gölü” (lagün) denilen Tunus gölünün kenarýnda göle doðru hafif eðilimli tepelerin üzerinde yer alýr. Kartacalýlar tarafýndan Tînâs (Thynes) adýyla askerî üs olarak kurulmuþ olup tarihi milâttan önce IV. yüzyýla ulaþýr. Ayrýca tarihi milâttan önce IX. yüzyýlýn baþlarýna kadar giden Kartaca þehrinden az önce veya az sonra kurulduðu da söylenir. Roma ve Kartaca arasýndaki savaþlarda önemli rol oynayan þehrin adý milâttan önce 508 tarihinde yapýlan barýþ antlaþmasýnda zikredilir. Yunanlý tarihçi Diodore de Sicile, Berberî asýllý 200.000 Libyalý’nýn milâttan önce 395’te Kartacalýlar’a karþý isyan ettiðini ve bu isyanýn Denkon Tuneta diye adlandýrdýðý Tunus þehrinin bulunduðu yerde bastýrýldýðýný yazar. Þehrin adýný Strabon Tynis, çaðdaþý Polybe Tunes diye zikreder. Bu dönemde ziraatla uðraþanlar, balýkçýlar ve zanaatkârlarýn yaþadýðý Tunus’un saðlam surlarla çevrilmiþ olmakla birlikte Kartaca’nýn gölgesinde kaldýðý bilinmektedir. Buna raðmen Kartaca’ya giden kara ve deniz yolunun giriþinde yer almasý dolayýsýyla büyük önem taþýyordu. Milâttan önce 146 yýlýnda Romalýlar’ýn eline geçen þehir Hýristiyanlýðýn yayýlmasýnýn ardýndan piskoposluk merkezi haline getirildi. Milâttan sonra 411’de yapýlan Kartaca Konferansý’na Tunus piskoposu da katýldý. 440’ta Vandallar tarafýndan iþgal edilen þehir 535’te Bizans hâkimiyetine geçti ve müslümanlarýn fethine kadar onlarýn idaresinde kaldý. Hassân b. Nu‘mân 82 (701) yýlýnda Kartaca ve Tunus þehirlerinin kalýcý olarak Ýslâm hâkimiyetine girmesini saðladý. Topraklarýný denizden gelecek saldýrýlara kar-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

þý korumak için bir donanma oluþturmak amacýyla kadîm Tînâs þehrinin bulunduðu yerde yeni bir þehir kurdu ve Tunus gölünü denize baðlayan kanalý açtýrarak bir liman ve tersane inþa ettirdi. Bu tarihten itibaren Tunus’un stratejik önemi arttý, gölü sayesinde sahilden gelecek Bizans saldýrýlarýna karþý korunaklý bir liman özelliði kazandý. Ayrýca Akdeniz’deki adalara düzenlenen seferler için kuvvetli bir üs haline geldi. Halka Müslümanlýðý öðretmek ve onlarýn dinî meseleleriyle ilgilenmek üzere fakihler tayin eden Hassân’ýn Kartaca halkýndan bir kýsmýný Tunus’a yerleþtirdiði söylenir. Akdeniz, Mýsýr ve Maðrib ile Büyük Sahrâ arasýndaki yollarýn kavþaðýnda yer alan Tunus þehri Kayrevan’ýn rakibi olarak ortaya çýktý ve Kartaca’nýn yerini aldý. VIII. yüzyýlda müslümanlar çok sayýda deniz seferine buradan çýktýlar. Ýbnü’l-Habhâb, Ýfrîkýye valiliði sýrasýnda (116/734) tersaneyi tamir ettirdi, Medine isimli tarihî mahallenin ortasýnda Zeytûne Camii’ni yaptýrdý. Bunun yanýnda Tunus þehri önemli bir ilim merkezi oldu, þehirdeki âlimlerin sayýsý giderek arttý ve Ali b. Ziyâd el-Absî (ö. 183/799) gibi Mâlikî mezhebini bölgeye taþýyan önemli fakihler yetiþti. II. (VIII.) yüzyýlda önceki surlarýnýn yýkýldýðý anlaþýlan þehrin etrafýna Bizans saldýrýlarýna karþý dairevî bir hendek açýldý ve bir sur yapýldý. Kalýntýlarýna rastlanmakla birlikte sur büyük oranda tahrip olmuþtur. Tunus, Abbâsîler döneminde bölge-

nin önemli bir ilim merkeziydi. Kuzey Afrika’da Mâlikî mezhebinin öncülerinden Ýbn Ziyâd’ýn kabri Kasba’daki kabristandadýr. Esed b. Furât da bir süre burada tahsil görmüþtü. 184 (800) yýlýndan itibaren Aðlebîler’in idaresine býrakýlan Tunus bu hânedanýn Kayrevan’dan sonra ikinci önemli þehri oldu. Zeytûne Camii, II. Ziyâdetullah tarafýndan günümüze ulaþan þekliyle tamamen yenilendi (250/864); þehirde emîrlere ait köþkler yapýldý. Akdeniz’in batý havzasýna açýlan ticarî üs durumundaki Tunus’un bilhassa deniz yoluyla ticarî iliþkileri geliþti. Zeytûne Camii, Kayrevan Camii’nin ardýndan bölgenin ikinci ilim merkezi haline geldi. Tunus 281’de (894) II. Ýbrâhim tarafýndan Aðlebîler’in baþþehri yapýldý, ancak iki yýl sonra tekrar Kayrevan’a dönüldü. II. Ýbrâhim, bu süre içinde Tunus’ta en büyükleri Bâbüssüveyka’nýn dýþýnda kuzey tarafýnda yer alan saray olmak üzere birkaç saray inþa ettirdi. Yerine geçen oðlu II. Abdullah da ülkeyi Tunus’tan yönetmek istediyse de kendi yaptýrdýðý sarayýnda oðlu III. Ziyâdetullah tarafýndan öldürüldü. Tunus, Aðlebîler’in ardýndan Fâtýmîler’in hâkimiyetine geçti. Ebû Yezîd en-Nükkârî 334’te (945) þehri iþgal ve tahrip etti. Þehrin en büyük velîlerinden Sîdî Muhriz b. Halef, Þiîlik’le Hâricîliðin þiddetle mücadele ettiði bir sýrada þehir halkýna cesaret verdi, onlarý þehrin etrafýna saðlam bir sur yapmaya teþvik etti. Zâviyesi Dokumacý-

XIX. yüzyýlýn sonlarýnda Tunus þehrini ve Zeytûne Camii’ni gösteren bir fotoðraf (ÝÜ Ktp., Albüm, nr. 90598)

lar Çarþýsý’nýn karþýsýndadýr. 947-951 yýllarý arasýnda Tunus’u ziyaret eden Ýbn Havkal þehrin güzelliðine, ürünlerinin bolluðuna, bahçelerine hayran kalmýþ, sakinlerinin zenginliðine dikkat çekmiþtir (Øûretü’lar², I, 75-76). 441 (1049) veya 443’te (1051) Kayrevan Valisi Muiz b. Bâdîs’in Fâtýmîler’den ayrýlýp Baðdat’taki Abbâsî halifesine tâbi olmasý bölgeye büyük sýkýntýlar getirdi. Fâtýmîler’in sevkettiði Benî Hilâl ile Benî Süleym kabilelerinin saldýrýlarý sýrasýnda 1054’te Benî Hilâl’in Riyâh kolundan Abîd b. Ebü’l-Gays, Tunus þehrini ele geçirdi. Onun zulmünden kaçan þehir halký Kal‘atü Benî Hammâd’da hüküm süren Hammâdî emîrine sýðýndý. Hammâdî Emîri Nâsýr b. Alennâs’ýn vali tayin ettiði Abdülhak b. Abdülazîz b. Horasân’ýn 454’te (1062) baðýmsýzlýðýný ilân etmesiyle Tunus’ta Horasânîler dönemi baþladý. Temîm b. Muiz 458’de (1066) ve 491’de (1098) Tunus’u kýsa aralýklarla eline geçirdiyse de þehir yaklaþýk bir asýr Horasânîler’in baþþehri olarak kaldý (10621159). Ahmed b. Abdülazîz surlarý onartarak þehri tahkim ettirdi ve etrafta güvenliði saðladý. Ailenin adýný taþýyan bir saray ve Câmiu’l-kasr’ý yaptýrdý. Çevresiyle geliþtirdiði ticarî münasebetler sayesinde kýsa zamanda refah seviyesini yükseltti. Burasý 1128-1148 yýllarý arasýnda zaman zaman Hammâdîler’in ve Zîrîler’in eline geçtiyse de Horasânîler varlýklarýný devam ettirdiler. Ayrýca Kayrevan ve Mehdiye’deki yahudiler Tunus’a gelerek Hârâ denilen mahalleye yerleþtiler. Þehrin kuzey ve güneyindeki Süveyka ve Cezîre adlý iki kenar mahallesi önem kazandý. Son bedevî göç dalgasýyla artan Arap nüfusu bir müddet sonra yerli Berberîler’le karýþtý. Horasânîler, Tunus’un geliþmesine büyük katkýlarda bulundular. Tunus ekonomik açýdan bölgenin en önemli þehri haline geldi; Ýfrîkýye’nin hýristiyan Batý’ya açýlan penceresi konumuna yükseldi. Piza, Cenova gibi Ýtalyan þehir devletleriyle ticarî antlaþmalar imzalandý, þehrin limaný canlandý ve Avrupa ülkeleriyle ticarette yeni bir dönem baþladý. Horasânî emîrleri þehrin imarýna, özellikle Zeytûne Camii baþta olmak üzere mimari eserlerin tamir ve bakýmýna itina gösterdiler. Horasânîler’den kalan bir eser de Emîr Ahmed’in yaptýrdýðý Câmiu’l-kasr’dýr. Eserini 460 (1068) yýllarýnda yazan Bekrî’ye göre Tunus o sýrada Ýfrîkýye’nin en meþhur þehirleri arasýna girmiþti, en güzel meyve ve sebzelerin yetiþtiði yerlerden biriydi. Çok sayýdaki çarþýsýyla zengin bir ticaret merkeziydi. Þehrin çarþýlarý Zeytûne Camii’nin civarýnda yer

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

401


TUNUS

alýyordu. Ayrýca önemli bir ilim merkeziydi; orada yetiþen çok sayýda fakih bölgedeki þehirlerde kadýlýk görevini yürütüyordu (el-Mesâlik, II, 697-699). Tunus þehri 553 (1158) yýlýnda Horasânî hânedanýna son veren Muvahhidler’in eline geçti ve Ýfrîkýye bölgesinin idarî merkezi yapýldý. Þehrin batý kýsmýnda vali ile diðer yöneticilerin ikameti için geniþ bir alaný kaplayan, müstakil küçük bir þehir görünümünde, saðlam duvarlarla tahkim edilmiþ, þehrin tamamýna hâkim Kal‘atü’lKasba inþa edildi. Muvahhidler’in yýkýlýþý üzerine onlara ait topraklarda kurulan üç devletten biri olan Hafsîler de Tunus þehrini merkez edindiler (625/1228). Þehir 1329’da Abdülvâdîler, 1347-1350 ve 1357’de Merînîler tarafýndan kýsa sürelerle iþgal edildiyse de Osmanlý hâkimiyeti dönemine kadar Hafsîler’in baþþehri olarak kaldý. Bu arada önemli bir ticaret merkezi haline geldi; deniz ticareti sayesinde bütün Ýfrîkýye bölgesinin önde gelen metropolü konumuna yükseldi. Ayný zamanda bölgenin birinci ilim merkezi sayýlan Kayrevan’ý ikinci sýrada býraktý. Belensiye (Valencia), Þâtýbe (Javita), Mürsiye (Murcia), Ceyyân (Jean), Kurtuba (Cordoba) ve Ýþbîliye (Sevilla) þehirlerinden çýkarýldýktan sonra Tunus’a gelen çok sayýdaki Endülüslü müslüman

Tunus þehrinin modern kesiminden bir görünüþ

402

göçmen þehrin sosyal, ekonomik ve bilimsel hayatýný etkileyen önemli bir unsur oldu. Saray, hükümet divanlarý, önde gelen devlet adamlarýnýn köþkleri ve muhafýz birliklerinin bulunduðu Kasba’da oturan Hafsî sultanlarý þehri deðerli eserlerle donattýlar. Hânedanýn kurucusu Ebû Zekeriyyâ devrinde çok sayýda cami, saray, çarþý ve medrese inþa edildi. Ebû Zekeriyyâ’nýn yaptýrdýðý Câmiu’s-sultan (Câmiu’l-Kasba), zevcesinin yaptýrdýðý Câmiu’l-hevâ (Câmiu’tTevfîk), buna bitiþik el-Medresetü’t-Tevfîkiyye bu döneme ait eserlerdendir. Daha sonraki sultanlar da çeþitli eserler inþa ettirdi. Þehrin güney kýsmýnda XIII. yüzyýlda Câmiu’l-Cezîre ve XIV. yüzyýlda Bâbü’l-cedîd çýkýþýnda Câmiu’l-Halak yapýldý. XIV. yüzyýlda yapýlan camilerden biri de Câmiu Sîdî Yahyâ olup bunun bitiþiðinde ayný isimle bilinen bir de medrese vardý. Câmiu’t-tebânîn XV. yüzyýlda inþa edilmiþti. Bunlardan Câmiu’l-Kasba, Câmiu’t-Tevfîk, Câmiu’l-Halak ve Câmiu’t-tebânîn günümüze ulaþmýþtýr. Ebû Zekeriyyâ Kasrü’l-benât’ý, oðlu Müstansýr-Billâh Re’süttâbiye’deki sarayý inþa ettirdi. Müstansýr’ýn hayranlýk uyandýran Ebû Fihr adlý bir sarayý daha vardý. Müstansýr ayrýca, Cebelüzaðvân’dan Kartaca’ya ulaþan Roma döneminden kalma su kemerini tamir ettirerek Tunus’a kadar getirdi ve bir taraftan Câmiu’l-Kasba’ya, diðer taraftan Ebû Fihr Sarayý’na ulaþtýrdý. Yaklaþýk bir asýr sonra Sultan Ebû Fâris Abdülazîz zamanýnda Bardo Sarayý yapýldý. Kuzey Afrika’da ilk medreseyi de (Þemmâiyye Medresesi) Ebû Zekeriyyâ Tunus’ta inþa ettirmiþti. Bu medreseyi ayný asýr içinde Muarradiyye, Tevfîkýyye, XIV. yüzyýlda Ebû Zekeriyyâ’nýn kýzý Emîre Fâtýma’nýn yaptýrdýðý Unukýyye, nahiv âlimi Ýbn Usfûr elÝþbîlî’ye nisbetle anýlan ve zengin bir kütüphanesi olan Usfûriyye medreseleri takip etti. Ýnþaatýný IV. Muhammed el-Müntasýr’ýn baþlattýðý, kardeþi Ebû Ömer Osman’ýn tamamlatýp çok sayýda vakýf tahsis ettiði Müntasýriyye Medresesi’nin 366 odasý vardý. Ebû Ömer, Osmâniyye adýný taþýyan ikinci bir medrese daha yaptýrdý. Bu dönemde Zeytûne önemini yine devam ettirdi. Böylece Tunus bütün bölgeden talebe ve âlimlerin yöneldiði zengin bir ilim merkezi oldu. Ebû Fâris Abdülazîz’in inþa ettirdiði hastahane (mâristan), Ebû Ömer Osman’ýn inþa ettirdiði þadýrvan da bu döneme ait eserler arasýndadýr. Hafsîler zamanýnda önce “Medine” denilen Kal‘atü’lKasba’yý çevreleyen ilk sur inþa edildi. Surlarýn Bâbülkartâcenne, Bâbüssûkýyye, Bâbülmenâre (Bâbülarda), Bâbülcezîre, Bâbül-

bahr, Bâbülbenât ve Bâbülcedîd adlarýný taþýyan yedi kapýsý vardý. Þehrin ana kapýsý kabul edilen Bâbülbahr tersanenin bulunduðu yere açýlýyordu. III. Muhammed Ebû Darbe el-Müstansýr, Medine’yi ve sonradan oluþan iki yeni mahalleyi içine alacak ikinci bir sur yaptýrdý (1317). Yeni surun altý kapýsý vardý, Osmanlý döneminde dört kapý daha eklendi. Bu kapýlardan Bâbüsâdûn, Bâbülhadra, Bâbülbihâr, Bâbülcedîd ve Bâbüsîdîkasým hâlâ ayaktadýr. Barbaros Hayreddin Paþa, Tunus limanýnýn müstahkem kalesi Halkulvâdî ile birlikte Tunus þehrini ele geçirdi (1534). Ancak ertesi yýl Ýspanyollar Tunus’u Osmanlýlar’dan geri alarak Hafsî Sultaný Mevlây Hasan’ý yeniden tahtýna oturttular ve Halkulvâdî’yi kendilerine üs edindiler. Osmanlýlar 1569’da tekrar þehre girdilerse de 1573’te Ýspanyollar ikinci defa þehri ele geçirdiler ve kuvvetli bir savunma hattý oluþturdular. Buna raðmen 1574’te Osmanlý donanmasý önce Halkulvâdî’yi, ardýndan Tunus’un istihkâmý konumundaki Bastiyûn’u alýp þehri ele geçirdi. Osmanlýlar burayý ayný adý taþýyan eyaletin merkezi yaptýlar ve bir beylerbeyi tayin ettiler. 1594 yýlýndan itibaren Tunus’ta mer-

Tunus’ta Yûsuf Day Camii

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUNUS

Tunus Hammûde Paþa Camii’nin minaresi

kezden gönderilen valilerin gölgede kaldýðý dayýlar devri baþladý. 1705’ten itibaren ortaya çýkan üçüncü dönem ise 1881’de Fransýzlar’ýn Tunus’u iþgaline kadar sürdü. 1957’de baðýmsýz Tunus Cumhuriyeti’nin kurulmasýyla beylik dönemi tarihe karýþtý. XVI. yüzyýlda Ýspanya iþgali pek çok âlimin Tunus’tan ayrýlmasýna yol açsa da þehirdeki ilmî canlýlýk devam etti. Osmanlý döneminde Endülüs’ten gelen çok sayýda müslüman ve yahudi Tunus’a yerleþti. Bu göç XVI. yüzyýl boyunca sürdü; XVII. yüzyýlýn ilk yarýsýnda yoðunluk kazandý. Tunus halký içinde önemli bir unsur haline gelen Endülüslü muhacirlerle birlikte iktisadî hayatta yeni bir canlanma yaþandý; ziraat, ticaret, endüstri geliþti ve refah düzeyi yükseldi. Endülüslü göçmenler þehrin ilmî hayatýna da katký saðladýlar. Bu dönemde Ýstanbul’dan ve diðer Osmanlý þehirlerinden gelen âlimler de vardý. Bunlardan Molla Ahmed, Zeytûne’de müderrislik görevine getirildi ve çok sayýda talebe yetiþtirdi. Dayýlar devrinde Tunus þehrinde cami ve medreseler inþa edildi. Yûsuf Dayý’nýn kendi adýný taþýyan camisi, medrese ve türbesinden oluþan külliyesi (Yûsuf Sâhibü’t-tâba‘), Endülüslü muhacirlerin inþa ettirdiði Sübhânellah Camii, Laz Mehmed Dayý’nýn yaptýrdýðý Kasr Camii, Mehmed Bey el-Murâdî ile kardeþi Ramazan ve Murad beylerin yaptýrdýðý Sîdî Mahrez Camii, Tunus’ta ikinci Hanefî camii olarak inþa edilen Hammûde Paþa Camii, Osmanlý tarzýndaki Muhammed Bây Camii, Hammûde Paþa’nýn oðlu Murad Bey’in inþa ettirdiði Murâdiye Medresesi, Endülüslüler’in yaptýrdýðý Endelüsiyye Medresesi bu dönemin önemli eserlerindendir. Hüseynîler devrinde özellikle eðitim ve mimari geliþti, þehirde çok sayýda cami, medrese ve saray inþa edildi. Hüseyin b.

Ali, içinde medresenin de bulunduðu elCâmiu’l-cedîd külliyesinin dýþýnda Medresetü’n-Nahle ve Medresetü’l-Hüseyniyye es-Suðrâ adýyla iki medrese daha yaptýrdý. Kardeþi Ali Paþa, Medresetü nehci’l-Bâþâ, Süleymaniye Medresesi ve Ali b. Hüseyin el-Hüseyniyyetü’l-kübrâ adýyla bir medrese inþa ettirdi. 1840 yýlýnda Ahmed Paþa tarafýndan Bardo Harbiye Mektebi, 1875’te Muhammed Sâdýk Bay tarafýndan dinî ilimlerin yaný sýra tabii bilimler ve yabancý dillerin okutulduðu el-Medresetü’s-Sâdýkýyye (Sâdýký Koleji) yaptýrýldý. Bu dönemde inþa edilen saraylarýn baþýnda Dâr Osman (XVII. yüzyýl), Dâr Abdullah (XVIII. yüzyýl), Dâr Hüseyin ve Dâr Þerif, Hayreddin Sarayý, Mustafa b. Ýsmâil Sarayý, Haznedar Sarayý, Zerrûk Sarayý anýlabilir. 1970’li yýllarda hazýrlanan bir envantere göre þehirde 100’ün üzerinde köþk mevcuttu. Hüseynîler devrinde Hammûde b. Ali þehirde beþ kýþla inþa ettirdi. Hüseyin b. Mahmûd ve kardeþi Mustafa Bey tarafýndan yaptýrýlan Birinci Alay Kýþlasý da önemlidir. 1830’da Cezayir’in Fransa tarafýndan iþgalinden sonra Tunus’a Avrupa’dan çok sayýda göçmen geldi ve þehrin nüfusu arttý. 1860 yýlýndan itibaren önemli bir kýsmý yýkýlan surlarýn dýþýnda yeni mahalleler oluþtu. 1881’de baþlayan Fransýz iþgali döneminde Avrupa’dan gelenlerle þehrin nüfusu ikiye katlandý. Müslümanlar sur içinde yaþamaya devam ederken Avrupalýlar daha ziyade sur dýþýndaki semtlere yerleþtiler. Sömürge döneminde Katolikler için Saint Vincent de Paul, Sainte Jeanne d’Arc, Protestanlar için Saint Georges kiliseleri inþa edildi. Ortodokslar için de bir kilisenin yapýldýðý þehirde yahudilerin yedi havrasý bulunuyordu. II. Dünya Savaþý sýrasýnda 1942-1943 yýllarýnda Almanya tarafýndan iþgal edilen Tunus þehri Amerikan ordusunca kurtarýlýp Fransa’ya geri verildi. II. Dünya Savaþý’nýn ardýndan þehirde sanayileþme hýzlandý. 1956’da Tunus’un baðýmsýzlýðýný kazanmasýndan sonra Avrupalýlar þehri terketmeye baþladý. Buna karþýlýk

kýrsal kesimden gelen göçlerle Tunus þehrinin etrafýnda yeni varoþlar oluþtu, nüfus tekrar iki katýna çýktý. Þehir XX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda büyük geliþme gösterdi. Tunus günümüzde birbirinden çok farklý iki þehirden meydana gelmektedir. Merkezi Zeytûne Camii olan tarihî þehir Medine, tepelerin doðu kýsmýnda Bâbüssüveyka ve Bâbülcezîre semtlerinin bulunduðu kesimdir. Tarihî eserlerle bir müze niteliði taþýyan eski þehir denizden yaklaþýk 10 km. içeride Buhayre denilen sýð göle 1 km. mesafede yer alýr. Geleneksel yapýsýný en iyi koruyan þehirlerden olan Medine 1979’da UNESCO tarafýndan dünya kültür mirasý eserleri arasýna alýnmýþtýr. Þehri çevreleyen iki tarihî surdan sonradan yapýlan ikincisi üzerinde birkaç kapý hâlâ ayaktadýr. Tunus’un tarihî dokusunda Osmanlý türbeleri önemli yer tutmaktadýr. Türbetü’l-Fellârî, Türbetü’l-azîze Osmane ve özellikle çok sayýda Tunus beyinin medfun bulunduðu Türbetü’l-bey anýlmalýdýr. Ali b. Ziyâd, Ahmed b. Nefîs ve Muhriz b. Halef’in kabirleri önemli ziyaret yerlerindendir. Ýkinci þehir, sömürge döneminde XIX. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren yüksek bir arazi üzerinde kurulan ve Avrupa tarzý binalarla donatýlan, XX. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren büyük geliþme gösteren modern þehirdir. Afrika baþþehirlerinin birçoðunda görülen Avrupaî þehir örneklerinin en moderni ve en geliþmiþi Tunus’takidir. 1888 yýlýnda Tunus gölünün içinden açýlan 7,5 m. derinliðinde, 30 m. geniþliðinde ve 10 km. uzunluðunda bir kanalla gölün güneyindeki Tunus Limaný, Halkulvâdî Limaný’na baðlandý. Modern bir hava limanýna da sahip olan Tunus ülkenin en önemli siyaset, ticaret, sanayi ve kültür merkezidir. Þehirde dokumacýlýk, bakýrcýlýk, demircilik, seramikçilik, inþaatçýlýk gibi meslek kollarý büyük geliþme gösterdi. Tunus 1979’da Mýsýr ile Ýsrail arasýnda imzalanan Camp David Antlaþmasý’ndan sonra Arap Birliði’nin merkezi yapýldý ve 31 Ekim 1990 tarihine ka-

XIX. yüzyýlýn baþlarýnda Sîdî Mahrez Camii

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

403


TUNUS

dar bu konumunu sürdürdü. Ülkede iktidarý elinde tutanlar ve orta sýnýfýn önemli bir bölümü modern Tunus’ta yaþar; kenar semtlerde ise yoksul kitleler bulunur. 200 kadar cami ve mescidin bulunduðu þehrin en meþhur camisi Zeytûne’dir. XIX. yüzyýlýn sonlarýnda Ýslâm dünyasýnýn tanýnmýþ medreselerinden biri olan Zeytûne, Tunus Cumhuriyeti’nin ilk yüksek eðitim kurumu Zeytûne Üniversitesi’nin çekirdeðini teþkil etmiþtir. Þehirde dört üniversite daha vardýr. Fransa iþgali öncesinde þehrin nüfusu 100.000 civarýndaydý ve halkýn çoðunluðunu müslümanlar oluþturuyordu. Þehirdeki yahudiler Kasba’daki mahallelerinde, hýristiyanlar þehrin güney kýsmýnda, tüccarlar ise Bâbülbahr denilen kapýnýn hemen önünde ve surun dýþýnda kalan mahallelerde ikamet ediyordu. Fransýz himayesiyle birlikte Tunus’ta Avrupalý nüfus arttý. 1911’de nüfusu 150.000 civarýnda olan þehirde 17.875 Fransýz, 44.237 Ýtalyan, 5986 Maltalý ve 1381 Yunanlý, Ýspanyol ve diðer milletlerden olmak üzere 70.000’e yakýn Avrupalý yaþýyordu. Þehrin yerli nüfusu 65.000’i müslüman ve geri kalaný yahudi olmak üzere toplam 85.000 idi. 1956 yýlýnda baðýmsýzlýk elde edildikten sonra Tunus’taki Avrupalý nüfusu giderek azaldý ve tamamýna yakýný burayý terketti. Ardýndan hýzlý bir þekilde büyüyen ve önemli miktarda göç alan þehrin nüfusu arttý. 2004 yýlý itibariyle baþþehir Tunus’un 740.000 olan nüfusu çevresindeki banliyölerin nüfusuyla birlikte hesaplanan metropoliten Tunus’un nüfusu 1 milyona ulaþmýþtý. BÝBLÝYOGRAFYA :

BA, HAT, nr. 457/22528 (1230); nr. 2/61 (1254); BA, A.DVN, nr. 93/59, 07/S/1270; BA, Y.PRK.HR, nr. 5/60 (19/Ra/1298); Ýbn Abdülhakem, Fütû¼u Ifrîšýyye la conquête de l’Afrique du nord et de l’Espagne (nþr. ve trc. A. Gateau), Aljires 1948, s. 115; Ýbn Havkal, Øûretü’l-ar², I, 75-76; Bekrî, elMesâlik, II, 697-699; Ýbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik: l’Afrique moins l’Egypte (trc. GaudefroyDemombynes), Paris 1927, s. 96-136; Seyyid Murat Reis, Barbaros Hayreddin Paþa’nýn Hâtýrâtý (haz. M. Ertuðrul Düzdað), Ýstanbul, ts. (Tercüman Gazetesi), II, 135-159; Aziz Samih Ýlter, Þimali Afrikada Türkler, Ýstanbul 1936-37, I-II, tür.yer.; Abdülazîz ed-Devlâtlî, Medînetü Tûnis fi’l-£ahdi’l-¥af½î (trc. Muhammed eþ-Þâbbî – Abdülazîz ed-Devlâtlî), Tunus 1981; Mohamed el-Aziz Ben Achour, “Islam et controle social à Tunis aux XVIIIe et XIXe siècle”, La ville arabe dans l’Islam (ed. Abdelwahab Baudiba – Dominique Chevallier), Tunus 1982, s. 137-149; Hasan el-Vezzân, Va½fü Ýfrîšýyye, II, 70-78; Jellal Abdelkafi, La médina de Tunis, Paris 1989, tür.yer.; J. Ganiage, Histoire contemporaine du Maghreb, Paris 1994, s. 44-60, 265-320; P. Sebag, Tunis: Histoire d’une ville, Paris 1998, tür.yer.; a.mlf., Tunis au XVII e siècle: une cité barbaresque au temps

404

de la course, Paris 2000; a.mlf., “Les travaux maritimes de Hassân b. Nu’mân”, IBLA, sy. 125 (1970), s. 41-56; a.mlf., “Tunis”, EI 2 (Fr.), X, 676686; Tunis, cité de la mer (ed. Alia Baccar-Bournaz), Tunis 1999, tür.yer.; Mohamed Sadek Messikh, Tunis: la mémoire, Paris 2000; Ahmed Saadaoui, Tunis ville ottomane, Tunis 2001, tür.yer.;

Kadir Pektaþ, Tunus’ta Osmanlý Mimari Eserleri, Ankara 2002, tür.yer.; Ahmed et-Tavîlî, TârîÅu medîneti Tûnis e¦-¦ešåfî ve’l-¼aŠârî, Tunus 2002; G. Goussaud-Falgas, Tunis, la ville moderne, Saint-Cyr-sur-Loire 2005; Ph. di Folco, Le goût de Tunis (ed. M. de France), Paris 2007, tür.yer.; M. Habîb el-Hîle, “Tûnis ve’t-târîp”, Fay½al, XXXVIII, Riyad 1980, s. 35-47; Neji Jelloul, “Les fortifications de Tunis à l’époque ottomane”, Arab Historical Review for Ottoman Studies, sy. 9-10, Zaghouan 1987, s. 95-135; Robert Brunschvig, “Tunus”, ÝA, XII/2, s. 60-68; Muhammed Razûk, “Hafsîler”, DÝA, XV, 125-128.

ÿAhmet Kavas

– ˜ –

˜

TÛR (bk. SÎNÂ).

TÛR SÛRESÝ ( 8 À ‫@ א‬8 ) Kur’ân-ý Kerîm’in elli ikinci sûresi.

— ™ —

Mekke döneminin ikinci yarýsýnda nâzil olmuþtur. Adýný birinci âyette geçen tûr (dað) kelimesinden alýr. Ve’t-tûr sûresi diye de anýlýr. Kýrk dokuz âyet olup fâsýlasý “ ،G ،s ،8 ،‫ ” א‬harfleridir. Ýnsanda sorumluluk duygusu uyandýrmak ve bu duyguyu güçlendirmek için âhiret hayatýnýn tasvirini yapan ve ilâhî vahyin ortaya koyduðu gerçeklere karþý puta tapanlarýn ileri sürdüðü iddialarý reddeden sûrenin muhtevasý iki bölüm halinde ele alýnabilir. Birinci bölümde Tûr’a (Sînâ daðý), ince deri üzerine yazýlmýþ kitaba, Beytülma‘mûr’a, yükseltilmiþ bir tavan görünümündeki semaya, kabarmýþ denize yemin edilir ve rabbin mukadder azabýnýn mutlaka gelip çatacaðý belirtilir. Ardýndan çýplak gözle bakýldýðýnda yer-gök diye görünen ve içinde insaný barýndýran tabiatýn düzeninin bozulup kýyametin kopacaðý günde ilâhî gerçekleri yalan sayanlarýn çok zor durumda kalacaðý ve itilip cehenneme atýlacaðý anlatýlýr. Daha sonra baþta þirk ve inkâr olmak üzere kötülüklerden korunanlarýn cennet nimetleri içinde kendileri gibi iman eden aile fertleriyle birlikte hayat sürecekleri ifade edilir. Cennettekilerin birbirleriyle görüþüp sohbet edecekleri ve dünyada daima Allah’ýn huzurunda hesap verme endiþesi taþýdýklarýný söyleyecekleri bildirilir (âyet: 1-28).

Ýkinci bölümde Hz. Peygamber’in müþriklerle olan mücadelesi anlatýlýr; Resûlullah’a öðüt vermeye devam etmesi, muhataplarýnýn kendisi için kâhin, mecnun, þair demelerinden etkilenmemesi bildirilir. Kendisine karþý direnenlerin selim yaratýlýþlarýný bozmaya çalýþtýklarý, azgýnlýðý tercih ederek Kur’an’ý Muhammed’in uydurduðunu söyledikleri, onlarýn hiçbir zaman böyle bir metin meydana getiremeyecekleri, kendilerinin, putlarýnýn kâinatý yaratýp yönetme gücüne sahip olmadýklarý, buna raðmen Allah’tan baþka mâbudlar edindikleri ifade edilir. Bu hususlar soru edatýyla baþlayan, secili ve etkileyici cümleler içinde yer alýr (âyet: 35-43). Bölümün sonunda Resûl-i Ekrem’e hitap edilir ve müþrikleri felâkete mâruz kalýp kimseden yardým alamayacaklarý güne havale ederek kararmýþ kalpleriyle baþ baþa býrakmasý emredilir; bunlarýn ebedî hayatta da azaba uðrayacaklarý belirtilir. Yine Resûlullah’a hitap edilerek rabbinin hükmüne rýza göstermesi, zira kendisinin ilâhî koruma altýnda bulunduðu bildirilir; gece ve gündüz Allah’ý tesbih ve hamd ile anmasý emredilir (âyet: 29-49). Fert ve cemiyet hayatýnýn düzeni bakýmýndan çok önemli bir etken olan sorumluluk duygusu Kur’an’da özellikle Mekkî sûrelerde sýk sýk vurgulanýr. Sorumluluklarýn yerine getirilmesi için kiþiyi harekete geçirecek sebepler dünyada yetersiz kalabilir. Zira asýl sorgulama büyük hesap

Tûr sûresinin ilk âyetleri

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURAHAN BEY

gününde gerçekleþecektir. Mekke döneminin ikinci yarýsýnda, vicdanlarý büsbütün kararmamýþ insanlarýn nazarýnda doðru ile yanlýþ artýk birbirinden ayrýlmýþ bulunuyordu. Buna raðmen Kureyþ ileri gelenleri gerçeði kabul etmedikleri gibi inananlarýn bir kýsmýný iþkenceye mâruz býrakýyor, bir kýsmýný Habeþistan’a hicret etmeye mecbur ediyordu. Cenâb-ý Hakk’ýn resulüne ve müslümanlara emri, Müddessir ve Müzzemmil baþta olmak üzere birçok Mekkî sûrede sabretmeleri, Allah’ý yüceltmeleri, O’na övgü ve senâda bulunmalarýdýr. Zira bu sayede Hakk’ýn lutuf ve yardýmýna nâil olacaklardýr. Tûr sûresi, Resûlullah’a diðer peygamberlere gönderilen vahiylerden fazla olarak bir üstünlük niþanesi þeklinde verilen “mufassal” sûrelerdendir. Hz. Peygamber’in bu sûreyi bazý akþam namazlarýnda okuduðu rivayet edilmiþtir. Cübeyr b. Mut‘im, henüz müslüman olmadan önce geldiði Medine’de Resûl-i Ekrem’in aðzýndan üstün edebî üslûba sahip bu sûreyi duyunca çok etkilendiðini anlatmýþtýr (Buhârî, “Tefsîr”, 52/1; Müslim, “Salât”, 174; Ýbn Hacer, I, 227; Ýbrâhim Ali, s. 319-320). Bazý kaynaklarda yer alan (Zemahþerî, V, 632; Beyzâvî, IV, 201), “Tûr sûresini okuyan kimsenin Allah tarafýndan azaptan kurtarýlýp cennet nimetleriyle faydalandýrýlmasý gerçekleþmiþ bir haktýr” meâlindeki hadisin mevzû olduðu kabul edilmiþtir (Zemahþerî, neþredenin notu, I, 684; Tarablusî, II, 722). Abdülhüseyin Dostgayb Æýyâmet ve Æurßân: Tefsîr-i Sûre-i Þerîfe-i ªûr adýyla bir eser yayýmlamýþtýr (Þîraz 1981). BÝBLÝYOGRAFYA :

Zemahþerî, el-Keþþâf (nþr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dðr.), Riyad 1418/1998, I, 684; V, 632; Kurtubî, el-Câmi £, Beyrut 1408/1988, XVII, 40; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, Beyrut 1410/1990, IV, 201; Ýbn Hacer el-Askalânî, el-ݽâbe, Kahire 1358/ 1939, I, 227; Muhammed et-Tarablusî, el-Keþfü’lilâhî £an þedîdi’²-²a£f ve’l-mev²û£ ve’l-vâhî (nþr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Beyrut 1408/1987, II, 722; Ýbrâhim Ali es-Seyyid Ali Îsâ, el-E¼âdî¦ ve’lâ¦ârü’l-vâride fî fe²âßili süveri’l-Æurßâni’l-Kerîm, Kahire 1421/2001, s. 319-320; Seyyid M. Hüseynî – Mahbûbe Müezzin, “Sûre-i Tûr”, DMT, IX, 384-385.

ÿBekir Topaloðlu

TURAHAN BEY

(ö. 860/1456)

˜

Osmanlý akýncý beyi.

Balkanlar’da fetih faaliyetlerinde bulunan Osmanlý uç beylerindendir. Tesalya fâtihi olarak da bilinir. Bazý araþtýrmalarda adý Turhan Bey þeklinde yazýlýr. Muhteme-

len Batý Anadolu bölgesinden Trakya’ya gönderilmiþ Türkmen gruplarýna mensuptur. Muharrem 859 (Ocak 1455) tarihli vakfiyesinde adý Emîr Paþa Yiðitoðlu Hacý Turahan Bey þeklinde geçer (Ayverdi, s. 785787). Ondan bahseden ilk kaynaklarda Türk Turahan diye de anýlýr (Neþrî, s. 259). Ailenin vakýf kayýtlarýnýn Uzunköprü, Keþan, Malkara kesiminde yoðunlaþmasý ilk defa bu kesime yerleþtiklerini gösterir. Hatta bu kesimde oturanlar tahrir kayýtlarýnda “Turahanlý” þeklinde geçer. Tarihî geleneðe göre babasý Üsküp yöresinin fâtihi Paþa Yiðit Bey’dir. Paþa Yiðit Bey’in Üsküp’ü aldýktan sonra fetihlerini Tesalya taraflarýna uzatmak için oðlu Turahan Bey’i bu istikamete yolladýðý belirtilir. Ancak Tesalya bölgesinin Evrenos Gazi tarafýndan 796’da (1394) ele geçirildiði bilinmektedir. Ýbn Kemal’e göre bu fetih sýrasýnda Turahan Bey de mîrâhur sýfatýyla onun yanýnda bulunmaktaydý (Tevârîh-i Âl-i Osmân, s. 225). Bu bilgi, Turahan Bey’in babasý diye gösterilen Paþa Yiðit’in Üsküp fâtihi Paþa Yiðit olmayýp bir baþkasý olduðunu düþündürür. Paþa Yiðit ve oðlu Turahan’ýn Evrenos Gazi’ye baðlý þekilde faaliyet gösterdikleri ve onun vefatýnýn ardýndan bu uç bölgesinin sorumluluðunu üstlendikleri ileri sürülür (Kayapýnar, sy. 10 [2005], s. 186187). Evrenos Bey’in Yenice-i Vardar’a gidiþiyle onun tarafýndan Tesalya bölgesinde býrakýlan Turahan Bey az zamanda meþhur uç beyleri arasýna girdi. Dukas’a göre daha bu yýllarda Yýldýrým Bayezid onu Trakya ve Bulgaristan’ýn Karadeniz kýyýlarýndaki þehirlerine akýn için yollamýþ, böylece Ýstanbul kuþatmasý ve ablukasý sýrasýnda (muhtemelen 798/1396) bu yollarý kapattýrmýþtý (Tarih, s. 42). Turahan Bey’in adý daha sonra Osmanlý kaynaklarýnda Düzmece Mustafa olayý dolayýsýyla geçer. Fetret döneminin çalkantýlý yýllarýnda Rumeli’de diðer uç beyleriyle birlikte hareket ettiði ve komþularýyla iyi iliþkiler kurduðu anlaþýlmaktadýr. Özellikle Mihaloðlu Mehmed Bey’in diðer beyler gibi onun da üzerinde etkisi olduðu bilinmektedir. Nitekim Mehmed Bey’in Tokat’a hapsedilmesinden rahatsýzlýk duyan uç beyleri, taht iddiacýsý diye ortaya çýkan Yýldýrým Bayezid’in oðlu Mustafa Çelebi’nin yanýnda toplanmýþtý; bunlarýn arasýnda Turahan Bey de yer alýyordu. Ardýndan Mihaloðlu Mehmed Bey’i hapisten çýkaran II. Murad, amcasý Mustafa’nýn yanýndaki bu uç beylerini ondan ayýrmayý ve kendisine yeniden tâbi kýlmayý baþardý (825/1422).

II. Murad’a baðlýlýk bildirdikten sonra tekrar Tesalya uç bölgesine döndüðü anlaþýlan Turahan Bey, 826 Cemâziyelâhirinde (Mayýs 1423) Mora’da atlý birlikleriyle Germe Hisarý olarak da anýlan Hexamilion (Eksamil / Ýsthimos) duvarýna yönelik hücumlarda bulundu. II. Manuel tarafýndan yeni baþtan yaptýrýlan istihkâmlarý yýktý ve Mora’ya girdi. Bu kesimdeki Arnavutlar’la yaptýðý savaþta onlarý daðýttý. Mistra, Leondari, Gardiki, Dabia gibi þehirleri baský altýnda tuttu. Mora’da sahil kesiminde, Venedik idaresi altýnda bulunan þehirler hariç neredeyse tamamen nüfuz tesis etti. Venedik kaynaklarýna göre 1425’te Venedik donanmasý amirali barýþ ön görüþmelerini Turahan Bey ile yaptý. Tuz gelirlerinden yýlda 20.000 akçe ödenmesi yolunda vaadde bulundu. Onunla bizzat tanýþtýðý anlaþýlan diplomat ve tarihçi Georgios Sphrantzes’e göre Mora ve Lepanto kesiminde akýnlar yaptýðý gibi Mora Despotu Konstantin’in Patras þehrini almasýný engelledi. Bu vesileyle Sphrantzes 1429 Eylül ayýnda Turahan’ýn yanýna Týrhala’ya giderek Patras iþini görüþtü. 833’te (1430) Selânik’in fethi sýrasýnda Rumeli uç beyleriyle kuþatmaya katýldýðý anlaþýlan Turahan Bey 1431’de Korint berzahýndaki surlarý yýktý. Ergirikasrý bölgesinde isyan çýkaran Zenebiþi ve Aranitiler’i te’dib için yollanan Evrenosoðlu Ali Bey’in baþarýsýzlýðý üzerine Rumeli Beylerbeyi Sinan Paþa ile birlikte buraya gönderildi (1434). Oruç Bey de onun Arnavutluk taraflarýna akýnlarda bulunduðunu, Yanya ve bütün Arnavutluk ilini yaðmaladýðýný kaydeder (Oruç Beð Tarihi, s. 59). Bu sýrada Ergirikasrý civarýnda Zenebiþ topraklarýný zaptettiði ve Kruya’daki (Akçahisar) Gjon Kastrioti’yi (Ývan / Yuvan Kastriyota) Osmanlýlar’a tâbi kýldýðý da belirtilir (Imber, s. 22). 1435 yaz aylarýnda Teb (Tiva / Thebai) þehrini kuþatarak zaptetti. Hatta Sphrantzes, Tiva’da bulunan Turahan Bey’in yanýna elçilikle gidince Turahan Bey, ona despotla iyi iliþkilerinden bahsederek bu þehri bir kere ele geçirmiþ olduðunu ve býrakamayacaðýný söyledi (Ýstanbul’un Fethinin Bizanslý Son Tanýðý, s. 172).

Bu bölgedeki faaliyetleri dýþýnda Osmanlý kaynaklarýnda Turahan Bey’in Tuna sýnýrýna yönelik akýnlar yaptýðýna dair bilgiler vardýr. II. Murad’ýn emriyle Tuna ötesine geçip Eflak ilini tahrip eden akýncýlar arasýnda o da bulunuyordu (841/1437). Bu tarihlerde Sýrbistan’da Osmanlý kontrolü kurulduðu ve akýn faaliyetleri Tuna ve ötesine kaydýðý için II. Murad ona üs olarak Güvercinlik Kalesi’ni verdi. 846’da (1442) bu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

405


TURAHAN BEY

radan Macar topraklarýna yaptýðý akýnlardan birinde Sava ýrmaðý üzerinde Macar birlikleri karþýsýnda yenilgiye uðradý. Bu münasebetle Macar kral nâibi János Hunyadi’nin bir mektubunda adý Güvercinlik Beyi Koca Turahan Bey diye geçer. Buradaki “koca” kelimesi onun bu sýralarda yaþýnýn diðer beylere göre hayli ilerlediðine iþaret eder. 1443-1444’te Macarlar’ýn Ýzlâdi Derbendi’nde zorlukla durdurulduðu savaþlar sýrasýnda görüþlerine baþvurulduðunda kendisinin uç beyleri arasýnda en yaþlý ve tecrübeli kiþi olduðunu söylemiþtir. Bölgedeki faaliyetleri sýrasýnda muhtemelen Sýrp Despotu Georg Brankovi® ile (Výlkoðlu) iyi münasebetler kurmuþ, hatta savaþ sonrasý imzalanan antlaþmada aracý rol üstlenmiþti. Bununla beraber dönemin Osmanlý tarihçileri Ýzlâdi’deki baþarýsýzlýðýný onun gevþek tutumuna ve Výlkoðlu ile olan dostluðuna baðlar. Halbuki bu mücadeleler sýrasýnda II. Murad’ýn onun sözünü dinlediði, verdiði taktiklere uygun hareket ettiði anlaþýlmaktadýr. Fakat geri çekilen Macar ordusunu takip iþindeki baþarýsýzlýk az sonra rakibi olduðu anlaþýlan Çandarlý Halil Paþa’nýn etkisiyle Edirne’de tutuklanýp hapsedilmek üzere Tokat’a sevkedilmesine yol açtý. Bu durum muhtemelen, II. Murad’ýn uðranýlan baþarýsýzlýðý akýncý beylerine baðlayarak onlarýn güçlerini kýrmak veya maðlûbiyetin mesuliyetini bu tanýnmýþ akýncý beyine yükleyip ortaya çýkmasý muhtemel tepkileri dengelemek istemesinden kaynaklanmýþtýr. Nitekim hemen ardýndan hapisten çýkarýlýp yeniden Mora’ya yollandý (850/1446). Âþýkpaþazâde, Varna Savaþý’nda kazanýlan baþarý üzerine Azap Bey’in aracýlýðýyla affedildiðini yazar (Târih, s. 185). Bihiþtî ise 1446’da Mora seferine çýkma-

ya karar veren II. Murad’ýn onu Tokat’tan çaðýrtýp bu hususta görüþlerine baþvurduðunu ve tavsiyeleri uyarýnca hareket ettiðini bildirir. Chalkokondyles de Mora seferindeki rolünü anlatarak Germe Hisarý’nýn yýkýlmasýndan ve yaptýðý akýnlardan söz eder. Ayrýca Turahan Bey’in II. Kosova Savaþý sýrasýnda (852/1448) kuvvetleriyle orduda hazýr bulunduðunu yazar. Turahan Bey, II. Mehmed’in tahta ikinci defa cülûsu sýrasýnda onun yanýnda yer aldý ve Karamanoðlu üzerine yaptýðý sefere katýldý. Sefer dönüþü yeniçeri isyanýnda yer alan elebaþýlarýnýn katledilmesi için padiþahý teþvik etti. Ancak padiþah bu nazik siyasî ortamda böyle bir harekete giriþmeyi doðru bulmadý. Turahan Bey, Ýstanbul’un fethine taraftar olanlarla birlikte hareket etti ve Halil Paþa’ya karþý olan grubu destekledi. Ýstanbul’un fethi için yapýlan hazýrlýklar esnasýnda 1452 Aralýk ayýnda Mora’dan gelecek yardýmlarý önlemek üzere Ahmed ve Ömer adlý iki oðluyla birlikte önemli faaliyetler gerçekleþtirdi. Korint berzahýnýn savunma duvarlarýný ele geçirdi, Arkadia’ya kadar indi, Tripolis ovasýndan geçip Ýthome daðýnýn Messenia bölgesine ulaþtý. Koron körfezine geldi, Navarin’i aldý. Böylece Mora’dan Ýstanbul’a gelmesi muhtemel yardýmlarý engellemiþ oldu. Bu harekât sýrasýnda Turahan Bey’in oðlu Ahmed, Sparta Despotu Demetrios tarafýndan esir edildi ve 1454 Aralýk ayýnda diðer oðlu Ömer tarafýndan kurtarýldý. Turahan Bey’in Ýstanbul’un kuþatmasýnda hazýr bulunduðuna dair kayýtlar vardýr. Muhtemelen fetihten sonra yeniden Tesalya’ya dönmüþ ve oðlunun kurtarýlmasý iþiyle uðraþmýþtýr. 1455 Ekiminde Edirne’ye gelerek padiþahla buluþan Turahan Bey ertesi yýl yaþý sekseni geç-

Turahan Bey’in Kýrýkkavak’ta restore edilen cami ve türbesi (eski ve yeni hali)

406

miþ olduðu halde vefat etti (860/1456 yýlý ortalarý). Uzunköprü Kýrýkkavak köyünde yaptýrdýðý caminin yanýndaki türbesine defnedildi. Babinger türbesinin Larissa’da bulunduðunu yazar (ÝA, XII/2, s. 105), ancak baþka bir yerde Kýrýkkavak’taki türbesinde medfun olduðunu bildirir (Fatih Sultan Mehmed, s. 151). Vakfiyesinde “Hacý” unvanýyla anýlmasý onun hacca gittiðine delil teþkil eder. Muhtemelen bu yolculuk II. Kosova Savaþý’nýn ardýndan gerçekleþmiþtir. Turahan Bey’in ele geçirdiði Tesalya onun idarî bölgesi durumundaydý. Buraya Ýslâmî bir karakter kazandýrmýþ, Anadolu’dan pek çok Türk göçmeni bölgeye yerleþtirilmiþtir. Larissa (Yeniþehr-i Fener) onun zamanýnda önemli bir merkez olmuþ, burada cami ve baþka hayýr eserleri yaptýrmýþtýr. Ayrýca oðullarýnýn bu þehirde pek çok hayýr eseri mevcuttu. Týrhala da yine bu dönemde bir Ýslâm þehri özelliði kazanmýþtýr. Týrnova’nýn bir kasaba haline geliþini saðlamýþ, bölgede Ývlaho (Evlahoyanni), Týrnova, Farsala gibi merkezler kurulmuþtur. Turahan Bey’in 850 (1446) tarihli vakfiyesinde Larissa’da bir cami, medrese, zâviye, hamam, Týrhala’da bir cami, Platamona ve Çitroz’da birer kervansaray yaptýrdýðý kayýtlýdýr. Bu eserlerden hiçbiri günümüzde ayakta deðildir. Ayrýca vakýf kayýtlarýna göre Kýrýkkavak’ta bir cami, imaret, Malkara’da yine bir cami ve medrese inþa ettirmiþtir (Gökbilgin, s. 340-341). Kýrýkkavak’taki cami ve imareti harap duruma gelmiþ, cami yakýn zamanda restore edilmiþ, türbesi ise 1930’lu yýllardan sonra yýkýlmýþ, geriye bir mezar yeri kalmýþ, ardýndan buraya bir türbe yapýlmýþtýr. Turahan Bey’in akýncý beyi olduklarý anlaþýlan iki oðlundan Ahmed, Tesalya’nýn idaresini babasýndan sonra üstlendi. Bununla birlikte Ömer Bey’in de Fâtih Sultan Mehmed’in 860 (1456) Mora seferinin ardýndan bölgenin muhafazasýyla görevlendirildiði bilinmektedir. Ýki kardeþin ortak hareket ettiði, fakat kaynaklarda daha çok Ömer Bey’in adý geçtiði söylenebilir. Bizans tarihçilerinden Chalkokondyles özellikle Ömer Bey hakkýnda geniþ bilgi verir. Ahmed’in de hacca gitmeye teþebbüs ettiðini, Ömer’in ise Týrhala beyi olarak faaliyet gösterdiðini yazar. Ömer Bey 1456’da Atina’nýn aþaðý kesimlerini ele geçirdi, Haziran 1458’de þehre tam anlamýyla hâkim oldu. Ertesi yýl Mora’da çýkan karýþýklýklardan kendisini sorumlu tutan Fâtih Sultan Mehmed tarafýndan azledildi. Mora seferinden sonra yeniden Tesalya ve Selânik yöresinin idareciliðine getirildi. Bu unvan-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURAN

la Bosna seferine katýldý. Ardýndan Mora’ya döndü, Venedikliler’ce kuþatýlan Gördüs Kalesi’nin yardýmýna koþtu. Venedikliler’i geri püskürttü ve onlarýn elindeki kalelere saldýrý düzenledi. Modon ve Koron’a kadar ilerledi (1463). 1466’da Balyabadra’ya saldýran Venedikliler’i çekilmeye zorladý, onlarý yendi ve aldýðý esirlerle birlikte Ýstanbul’a gitti. 1473’te Uzun Hasan ile yapýlan Otlukbeli Savaþý’nda ilk çarpýþmalar sýrasýnda esir düþtü. Onun 882’de (1477) Venedikliler’i Ýsonza’da (Ýsonso / Aksu) yendiði, ertesi yýl Arnavutlar’la çarpýþtýðý bilinmektedir. Ömer Bey’in Muharrem 889 (Þubat 1484) tarihli bir vakfiyesi mevcuttur. Ömer Bey, 908 Rebîülâhirinde (Ekim 1502) vefat ederek Malkara’da yaptýrdýðý caminin yanýndaki âbidevî türbeye defnedildi. Oruç Bey onun doksan altý yaþýnda olduðunu yazar (Oruç Beð Tarihi, s. 220; burada muhtemelen istinsah hatasýyla adý Tura Beyoðlu Mehmed Bey þeklinde kayýtlýdýr). Ömer Bey’in Hasan ve Ýdris adlý iki oðlundan Hasan Bey mahallî bir idarecidir. Onun da Þevval 937 (Mayýs 1531) tarihli bir vakfiyesi vardýr. Niðde ve Bayburt sancak beyliklerinde bulunduðu anlaþýlan Ýdris Bey’in bir þair olarak ün kazandýðý, dönemin tezkirecilerinin kayýtlarýndan anlaþýlmaktadýr. Durak Bey adlý bir baþka oðlunun yine sancak beyliði yaptýðý tesbit edilmektedir. Turahan Bey ailesi XIX. yüzyýl baþlarýna kadar bu bölgede oturmuþtur. Hasan Bey’in oðlu Ömer Bey 961’de (1554) akýncý kumandaný olarak görülür ve bu durum onun aile geleneðini sürdürdüðüne iþaret eder. Turahan Bey’in oðullarýndan Ahmed Bey’in 917’de (1511) tescil edilen bir vakfiyesi vardýr. Diðer oðlu Hýzýr Bey de bir mescid yaptýrmýþtýr. Ömer Bey’in ise vakýflarý çok zengindir. Larissa, Týrhala, Týrnova, Platamona, Çatalca, Fener, Ýzdin, Livadya, Serez, Drama, Malkara, Semendire’-

Turahan Bey’in Kýrýkkavak’taki mezarýnýn eski hali

de cami, mescid, tekke, imaret, hamam, kervansaray, köprü, mektep gibi eserler yaptýrmýþtýr (Kiel, s. 150-151). Onun oðullarýndan Hasan, Mustafa, Hamza, Eyüb ve Ýbrâhim beylerin de hayýr eserleri inþa ettirdikleri kayýtlýdýr. Turahan Bey’in Mehmed adlý bir baþka oðlunun daha olduðu ve bundan Hacý Mustafa Bey adlý bir torunu bulunduðu, bu zatýn da Týrhala’da bir mescid yaptýrdýðý (924/1518) tesbit edilmektedir (Kayapýnar, sy. 10 [2005], s. 192193). Yine bu aileden Fâik Paþa, Rumeli valiliði yapmýþ ve Mart 1643’te yetmiþ yaþlarýnda Ýstanbul’da idam edilmiþtir (Naîmâ, II, 975-976). BÝBLÝYOGRAFYA : Hicrî 859 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-ý Týrhala (nþr. Melek Delilbaþý – Muzaffer Arýkan), Ankara 2001, Giriþ, I, s. XXIII; Doukas, Tarih: Anadolu ve Rumeli, 1326-1462 (trc. Bilge Umar), Ýstanbul 2008, s. 42, 152, 176; Ýstanbul’un Fethinin Bizanslý Son Tanýðý Yorgios Sfrancis’in Anýlarý -Chronicon Minus- (trc. Levent Kayapýnar), Ýstanbul 2009, s. 72, 144-152, 166, 172, 272, 294, 300, 374-376; Âþýkpaþazâde, Târih (Atsýz), s. 158, 180-181, 184-185; L. Chalkokondyles, Historiarum Demonstrationes (ed. E. Darkó), Budapest 1922-23, I, 205; II, 30, 58, 82-89, 148, 172; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nþr. A. Mertol Tulum), Ýstanbul 1977, s. 114, 127, 162; Oruç Beð Tarihi: Giriþ, Metin Kronoloji, Dizin, Týpkýbasým (haz. Necdet Öztürk), Ýstanbul 2007, s. 56, 5860, 63-64, 124, 130, 220; Neþrî, Cihannümâ (haz. Necdet Öztürk), Ýstanbul 2008, s. 259-260, 288-289, 297, 309; Ýbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, IV. Defter, s. 221-230; Gazavât-ý Sultân Murâd b. Mehemmed Hân (nþr. Halil Ýnalcýk – Mevlûd Oðuz), Ankara 1978, s. 8-9, 11, 13-15, 23-26, 90-102; Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman (nþr. F. Giese, haz. Nihat Azamat), Ýstanbul 1992, s. 63, 70-72; Rûhî Târîhi (TTK Belgeler, XIV/18 [1992] içinde, týpkýbasýmý ile birlikte nþr. Yaþar Yücel – Halil Erdoðan Cengiz), s. 447; 16. Asýrda Yazýlmýþ Grekçe Anonim Osmanlý Tarihi: 13731512 (haz. Þerif Baþtav), Ankara 1973, s. 117, 121-122, 127, 130, 150; Naîmâ, Târih (haz. Mehmet Ýpþirli), Ankara 2007, II, 975-976; J. Philip Fallmerayer, Doðu’dan Fragmanlar (trc. Hüseyin Salihoðlu), Ankara 2002, s. 290-293; Gökbilgin, Edirne ve Paþa Livâsý, s. 340-341, XIII. Vakfiye (s. 250-253); Halil Ýnalcýk, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 16, 5758, 86, 116, 128, 130, 132; Ayverdi, Osmanlý Mi‘mârîsi IV, s. 785-787; M. Kiel, Das Türkische Thessalien, Göttingen 1996, tür.yer.; Fr. Babinger, Fatih Sultan Mehmed ve Zamaný (trc. Dost Körpe), Ýstanbul 2003, s. 151-152, 156, 201, 204205, 228; a.mlf., “Turahan Bey”, ÝA, XII/2, s. 104106; C. Imber, Varna Savaþý (trc. Ayda Arel), Ýstanbul 2007, s. 22, 36-37, 247-250; Stavros Gouloulis, Ta Apheirotiria titon Tourchanidon, Larissa 2009; Akdes Nimet Kurat, “Bizansýn Son ve Osmanlýlarýn Ýlk Tarihçileri”, TM, III (1935), s. 191-196, 198-201; Levent Kayapýnar, “Teselya Bölgesinin Fatihi Turahan Bey Ailesi ve XV.-XVI. Yüzyýllardaki Hayýr Kurumlarý”, Abant Ýzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 10, Bolu 2005, s. 183-196.

ÿFeridun Emecen

˜

TURAN ( ‫א‬8 ) Türkler’in ve akraba milletlerin tarihî anavataný anlamýnda siyasal ve kültürel bir kavram.

Farsça kökenli bir kelime olan tûrân önceleri Ýranlýlar’ýn Ýran’ýn kuzeydoðusundaki bölgelere verdikleri bir isimdi. Daha sonra Ural-Altay ve Fin-Macar halklarýndan oluþan ve Turan ýrký diye tanýnan toplumlarýn yaþadýðý anayurdu tanýmlamak için kullanýlmýþtýr. Turancýlýk ise bu halklarýn birliðini savunan ideolojik ve siyasal bir terim halinde “uzak anayurt ideali” mânasýnda Macaristan’da XIX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda doðmuþtur. Kavram, daha çok Macar siyasî kimliðini tehdit eden pancermenizm ve panslavizme bir tepki þeklinde ortaya çýkmýþtýr. Bunun sonucunda 1910’da Turan Cemiyeti kurulmuþ ve 1944 yýlýna kadar sürmüþtür. Bu çerçevede XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Macar bilim adamlarýnýn yaptýðý Türkoloji çalýþmalarýnda Macaristan’da Türkler’le akrabalýk tezleri dahi geliþtirilmiþtir. Müslüman Araplar’ýn tarih ve coðrafya kaynaklarýnda Turan hakkýnda çeþitli bilgi ve rivayetler yer alýr. Taberî, Sâsânî Devleti’nin kurucusu Erdeþîr’in Part Hükümdarý V. Erdevân’ý (Ardavan / Artabarnus) yenilgiye uðratýp öldürdükten sonra “þâhânþâh” (þehinþah) unvanýný aldýðýný, ardýndan fetihlere devam ettiðini ve kendisine Kuþan, Turan, Mekrân meliklerinin gelip itaat arzettiðini kaydeder (TârîÅ, II, 40-41). Yâkut el-Hamevî, Mâverâünnehir ve çevresindeki topraklara Turan denildiðini belirtir. Ýran millî destan kahramaný Ferîdun’un ülkesini Selm, Tûc (Tûr) ve Îrec adlý oðullarý arasýnda paylaþtýrdýðýný, Rum’u Selm’e, Türk ve Çin topraklarýný kapsayan Tûrân’ý Tûc’a ve Ýran’ý da Îrec’e verdiðini, Türkler’in, hükümdarlarý Tûc’a nisbetle bu topraklarý Tûrân diye andýklarýný kaydeder (Mu£cemü’l-büldân, II, 57). Hârizmî, Ýranlýlar’ýn Ceyhun nehrinin öte yakasýný “Türkler’in sýnýrý” anlamýnda Merz-i Tûrân diye isimlendirdiklerini söyler (Mefâtî¼u’l-£ulûm, s. 114). Ýbn Fazlullah el-Ömerî de oldukça geniþ bir alaný kapsadýðýný belirttiði Turan topraklarýna müstakil bir bölüm ayýrarak önemli þehirlerinden, bölgede yaþayan Türkler’den ve diðer milletlerden bahseder (Mesâlikü’l-eb½âr, III, 139 vd., 193 vd.). Turan kavramý Osmanlýlar’da ilk defa, 1786’da Buhara hükümdarýna gönderilen ve Ruslar’a karþý birlikte hareket edilmesi teklif edilen bir mektupta geçer. Ancak

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

407


TURAN

turancýlýk, Osmanlý Devleti’nde XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda geliþmeye baþlayan Türkçülük hareketinin bir sonucu olarak pantürkizm ile eþ anlamlý, bütün Türkler’in birleþmesi þeklinde Türk siyasî ve edebî literatürüne girmiþtir. Pantürkizm panslavizme karþý bir tepki halinde Rusya’daki Türk aydýnlarý arasýnda doðmuþ, özellikle Hüseyinzâde Ali (Turan) ve Akçuraoðlu Yusuf vasýtasýyla Osmanlý-Türk kamuoyunda tanýtýlmýþtýr. Pantürkizm kavramýnýn siyasî mânada dünya kamuoyuna yayýlmasýnda asýl adý Moiz Cohen olan Tekin Alp’in önemli rolü vardýr. Turan fikrinin tarih bilinciyle yoðrulmuþ bir mefkûre þeklinde yaygýnlaþmasý Ziya Gökalp sayesinde olmuþtur. Onun özellikle, “Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” þiiriyle sembolleþtirdiði turan ideali, Balkan yenilgisinin ardýndan mistik bir hava içinde yayýlarak Türkçülük’te romantik bir temaya dönüþmüþtür. Turanýn Türkler’in mefkûrevî vataný, Türkler’in oturduðu ve Türkçe’nin konuþulduðu bütün ülkelerin mecmuu olduðunu söyleyen Gökalp siyasî turanýn gerçekleþip gerçekleþmeyeceðini uzak bir istikbalin belirleyeceðini ileri sürer. Osmanlý Devleti’ndeki aydýnlar tarafýndan savunulan Türkçülük-milliyetçilik anlayýþýnýn temeli millî bir kültür oluþturma ve bu yolla baðdaþýk bir Türk milleti teþkil etme yönündedir. Böylece Osmanlý Devleti içindeki Türkler her bakýmdan geliþmiþ saðlam bir millet haline gelecek, daha sonra daðýnýk halde yaþayan bütün Türkler arasýnda kültürel birlik saðlanacaktýr. Kültürel birlik de gelecekteki “kýzýlelma” denilen siyasal birlikteliðin temeli olarak deðerlendirilmektedir. Milletin coðrafî ve siyasî sýnýrlara baðlý kalmasý gerekmediðini savunan Türkçü aydýnlarda temelde bütün Türklük anlayýþý hâkim olmakla beraber bazý konularda yaklaþým farklýlýðý bulunmaktadýr. Bu farklýlýk, Osmanlý Devleti’ni koruma endiþesiyle hareket eden Osmanlý Türkleri ile Rusya’dan gelen Akçuraoðlu Yusuf, Hüseyinzâde Ali gibi Türk aydýnlarýnýn soydaþlarýnýn baðýmsýzlýk kazanmasý ve Türk birliðinin gerçekleþmesi yolundaki düþüncelere öncelik vermelerinden kaynaklanmaktadýr. II. Meþrutiyet döneminde Türk ocaklarý çevresinde toplanan Türkçü aydýnlarda ister kültürel ister siyasal mânada ele alýnsýn pantürkizm anlayýþý temel dinamik fikirlerden birini teþkil etmiþtir. Ancak Osmanlý Devleti’ndeki aydýnlarýn Fin ve Macarlar’ý akraba topluluklar olarak kabul etmekle beraber turan kavramýnýn içine sadece Türk toplumlarýný 408

dahil ettiklerini vurgulamak gerekir. Bu sebeple Macaristan’da geliþen turancýlýkla Osmanlý Devleti’ndeki turancýlýk arasýndaki asýl fark, Osmanlý Türkçüleri’nin turan kavramýný Türk toplumlarý ile, hatta müslüman olanlarla sýnýrlý tutmasýdýr. I. Dünya Savaþý’nýn baþlarýnda Türkçü aydýnlar tarafýndan kaleme alýnan birçok tarihî ve edebî eserin konusunu turancýlýk meselesi teþkil etmiþ, romantik bir üslûpla yazýlan bu eserler Türk aydýn ve gençlerini derinden etkilemiþtir. Savaþ içerisinde Ýttihat ve Terakkî liderleri nezdinde de ciddi anlamda itibar kazandýðý bir dönemde Osmanlý Devleti, Almanya’nýn yanýnda I. Dünya Savaþý’na girmiþtir. Ýttihat ve Terakkî liderleri bu savaþa girerken hem Türkçülüðü hem Ýslâmcýlýðý düþmanlarýna karþý kullanmayý düþünmüþ, bunlarý düþünce akýmý olmaktan çýkararak bir savaþ stratejisine baðlamýþtýr. Bu sebeple Türkçü aydýnlar I. Dünya Savaþý’ný ideallerini gerçekleþtirecek bir hadise olarak görmüþ ve tam destek vermiþlerdir. Fakat Türkçü aydýnlarýn fikirleri savaþýn genel seyrine baðlý þekilde deðiþiklikler göstermiþtir. Bu yolda ilk büyük deðiþiklik, Türkiye’de pantürkizmin tanýtýlmasýnda önemli rol oynayan Rusya’dan gelen Türk aydýnlarýnda görülmüþtür. Bu konuda Akçuraoðlu Yusuf, savaþ içinde pantürkizmden Rusya Türkleri için kültürel özerkliði hedefleyen bir fikrî dönüþüm geçirmiþ, 1919 yýlýnda ise olaylardan ibret alarak demokratik Türkçülüðü savunduðunu vurgulamýþtýr. Ziya Gökalp, Rusya’nýn savaþtan çekilmesi üzerine Rusya’daki Türkler’in baðýmsýzlýðýný elde etmeleriyle turaný gerçekleþtirmelerini teþvik etmesine raðmen Osmanlý Devleti’nin yýkýlmasýyla Türkler içinde kültürel birliðin birbirine yakýn olan Oðuz Türkleri arasýnda kurulabileceðini belirterek turanýn sýnýrlarýný iyice daraltmýþtýr. Bütün Türkler arasýnda kurulabilecek turancýlýðýn ancak hayal sahasýnda gerçekleþeceðini belirtmiþtir. Osmanlý Devleti’nin I. Dünya Savaþý’ndan yenik çýkmasý üzerine Millî Mücadele’nin ardýndan Mîsâk-ý Millî sýnýrlarýný esas alan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuþtur. Pantürkizmi reddeden Cumhuriyet yönetimi Türk milleti kavramýný Mîsâk-ý Millî’ye dayanan somut bir vatanla birleþtirmiþ, Türk milliyetçiliðini bir devlet politikasý halinde benimsemiþtir. Osmanlý dönemindeki Türkçü aydýnlar da siyasî açýdan yeni devleti Türkçülük anlayýþlarýnýn somut bir ifadesi olarak görmüþlerdir. Türk ocaklarý yeniden ülke çapýnda þubeler açarak temel konularda Cumhuriyet yöneti-

mine tam destek saðlarken ayný zamanda kültürel açýdan pantürkist düþüncelerin ele alýndýðý bir platform olma özelliðini sürdürmüþtür. Bu sebeple 1927’de Türk ocaklarýnýn faaliyet alaný Türkiye Cumhuriyeti ile sýnýrlandýrýlarak bütün Türklük anlayýþýndan dönüþ resmîleþtirilmiþtir. 1930’larýn ikinci yarýsýndan itibaren tekrar ortaya çýkan pantürkist motifleri içeren Türkçü akýmý, Türkiye’nin II. Dünya Savaþý’ndaki denge siyasetinin sonucu 1944 yargýlamalarýyla tasfiye edilmeye çalýþýlmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), II, 40-41; Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Mefâtî¼u’l-£ulûm (nþr. G. van Vloten), Leiden 1968, s. 114; Firdevsî, Þâhnâme (trc. Necati Lugal), Ýstanbul 1956, I, 120; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân, II, 57; Ebü’l-Fidâ, Tašvîmü’l-büldân (nþr. J. T. Reinaud – M. G. de Slane), Paris 1840, s. 483; Ýbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü’l-eb½âr (nþr. Ahmed Abdülkadir eþ-Þâzelî), Ebûzabî 1424/2003, III, 139 vd., 193 vd.; a.mlf., et-Ta£rîf bi’l-mu½¹ala¼i’þ-þerîf (nþr. Semîr ed-Dürûbî), Kerek 1413/1992, s. 56-57; Tekin, Turan, Ýstanbul 1330; a.mlf. (M. Cohen), The Türkismus und Pantürkismus, Weimar 1915; a.mlf. (P. Risal), “Türkler Bir Rûh-i Millî Arýyorlar”, TY, III/3 (27) (1328), s. 77-83; Ziya Gökalp, Türkçülüðün Esaslarý (Ankara 1339), Ýstanbul 1976; a.mlf., Kýzýlelma (haz. Hikmet Tanyu), Ankara 1976; a.mlf., “Türk Milleti ve Turan”, TY, VI/2 (62) (1330), s. 2053-2058; a.mlf., “Turan Nedir?”, YM, II/31 (1918), s. 82-84; a.mlf., “Rusya’daki Türkler Ne Yapmalý?”, a.e., II/38 (1918), s. 233-235; a.mlf., “Türkçülük ve Türkiyecilik”, a.e., II/51 (1918), s. 482; Yusuf Akçura, Üç Tarz-ý Siyaset, Ankara 1976; a.mlf., Yeni Türk Devletinin Öncüleri: 1928 Yýlý Yazýlarý (haz. Nejat Sefercioðlu), Ankara 1981; J. M. Landau, Pan-Turkism in Turkey, London 1981; François Georgeon, Türk Milliyetçiliðinin Kökenleri-Yusuf Akçura: 1876-1935 (trc. Alev Er), Ankara 1986; Yusuf Sarýnay, Türk Milliyetçiliðinin Tarihi Geliþimi ve Türk Ocaklarý (1912-1931), Ýstanbul 1994; Rafael Muhammetdin, Türkçülüðün Doðuþu ve Geliþimi, Ýstanbul 1998; Faruk Ayýn, Cumhuriyet Döneminde Türkçülük Hareketleri: 1931-1945 (doktora tezi, 1998), Hacettepe Üniversitesi Atatürk Ýlkeleri ve Ýnkýlap Tarihi Enstitüsü; Modern Türkiye’de Siyasi Düþünce: Milliyetçilik (haz. Tanýl Bora), Ýstanbul 2002; Nizam Önen, Ýki Turan: Macaristan ve Türkiye’de Turancýlýk, Ýstanbul 2005; V. Minorsky, “Tûrân”, ÝA, XII/2, s. 107-113.

ÿYusuf Sarýnay

TURAN, Ali

(1864-1940)

˜

Türk düþüncesinin önde gelen temsilcilerinden, bilim adamý, þair ve ressam.

8 Mart 1864’te Azerbaycan’ýn Sâlyân þehrinde doðdu. Babasý Molla Hüseyin Hüseyinzâde, Kruzma beylerinden Kâzým Hüseyinzâde’nin oðlu, annesi Hatice Haným, Kafkasya Þeyhülislâmý Ahund Ahmed Hüseyinzâde’nin kýzýdýr. Orta öðrenimini ta-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURAN, Ali

mamladýktan sonra (1885) Petersburg’da Fizik-Matematik Fakültesi’ni bitirdi (1889). Talebeliðinde Doðu Bilimleri Fakültesi’nin derslerini de izledi. Ardýndan Ýstanbul’a gidip Mekteb-i Týbbiyye-i Askeriyye’ye girdi (1890). Burada Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni kuran gençler üzerinde etkili oldu ve aralarýnda yer aldý. Mezuniyetinden (10 Temmuz 1895) sonra Haydar Paþa Askerî Hastahanesi Deri ve Frengi Hastalýklarý Kliniði’nde uzman yardýmcýsý olarak çalýþmaya baþladý. 1897 Türk-Yunan savaþýnda cephede hizmet etti. Savaþýn ardýndan muallim muavini (doçent) sýfatýyla Askerî Týbbiye’ye geçti (1900). Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne mensubiyeti dolayýsýyla polis tarafýndan arandýðý için bir müddet Ýstanbul’da saklanýp Azerbaycan’a kaçtý (1903). Bakü’de Rusça yayýmlanan Kaspi gazetesinde yazý yazmaya baþlayan Hüseyinzâde Ali Bey, Azerbaycan ve Rusya müslümanlarýnýn çeþitli problemleri hakkýnda toplumu aydýnlatan etkili yazýlarýyla dikkati çekti. 1904’te Rus-Japon savaþýnýn ortaya çýkardýðý fýrsattan yararlanmak isteyen Rusya’daki müslüman aydýnlar bölgelerinde heyetler oluþturuyor, bunlarý Petersburg’a göndererek problemlerini Rus hükümetine duyuruyor, çeþitli taleplerde bulunuyordu. Azerbaycan’da da Hüseyinzâde Ali Bey, Ahmet Aðayev (Aðaoðlu), Ali Merdan Topçubaþý, Âdil Han Ziyathan gibi aydýnlarýn öncülüðünde on bir kiþilik bir heyet halk tarafýndan seçilip Petersburg’a yollandý. Baþvekil Vitte ile görüþen heyet halkýn isteklerini bildirdi ve ilk defa Hayat adlý günlük bir gazete çýkarma izni almayý baþardý. 1905-1906 yýllarýnda yayýmlanan Hayat’ýn sahibi Hacý Zeynelâbidin Taðýyev (Takiyef), sorumlu müdürü Ali Merdan Topçubaþý, baþmuharrirleri Hüseyinzâde Ali Bey ve Ahmet Aðaoðlu idi. Aðaoðlu 102. sayýdan sonra gazeteden ayrýlýnca Ali Bey tek baþýna gazeteyi yönetti. Hayat Rus aleyhtarý bir siyaset takip ettiði, Ýslâmcýlýk-Türkçülük yaptýðý gerekçesiyle kapatýlýnca (toplam 325 sayý) Ali Bey, Ahmet Aðaoðlu ile birlikte haftalýk Füyûzât dergisini (otuz sekiz sayý) çýkardý. Hayat ve Füyûzât, sadece Azerbaycan Türkleri’nin deðil bütün Rusya Türkleri’nin siyaset ve kültür hayatýnda derin izler býraktý; modern fikir ve edebiyatýn geliþmesini saðladý; Gaspýralý Ýsmâil’in önderlik ettiði Türkiye Türkçesi’ni (Ýstanbul aðzý) yazý dili olarak kullanma fikrini Azerbaycan’da hayata geçirdi; Ýslâm ve Türk dünyasýnda kardeþlik düþüncelerinin yerleþmesinde ve Kafkasya’da Þiî-Sünnî çekiþmelerinin ortadan kalkmasýnda etkili oldu. Hüseyinzâde

Ali Bey, Füyûzât’ýn kapatýlmasýndan sonra Ýrþad, Terakki, Hakikat gibi gazetelerde yazmaya devam etti. Ali Merdan Topçubaþý’nýn hapsedilmesi üzerine Kaspi’nin baþyazarlýðýna getirildi (1907). Bir yandan da arkadaþlarýyla birlikte Bakü’de kurduklarý Saadet Mektebi’nde Türkçe dersleri verdi, ders nâzýrlýðý yaptý (19081910). II. Meþrutiyet’in ardýndan Bahâeddin Þâkir ve diðer bazý Ýttihatçýlar’ýn davetiyle Ýstanbul’a gelen Ali Bey, bir müddet Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin merkez-i umûmî ve Ýstanbul merkezi üyeliðinde bulundu. Türk Ocaðý’nýn ve Türk Yurdu dergisinin kurulmasýnda emeði geçti. Türkiye’ye bu geliþinde yazýlarýndan çok sohbetleriyle etkili oldu, týp konusunda araþtýrmalara yöneldi. Bir imtihaný kazanarak Ýstanbul Týp Fakültesi Deri ve Frengi Hastalýklarý Kliniði’nde þef olarak göreve baþladý (1910). Daha sonra muallim muavinliðine ve muallimliðe (1925), ardýndan müderrisliðe (1926) tayin edildi. 1931’de emekliye ayrýldýysada 1933 yýlý sonunda Dârülfünun’un laðvedilmesine kadar ders vermeye devam etti. Hüseyinzâde Ali Bey, Balkan ve I. Dünya savaþlarýnda Hilâl-i Ahmer’de çalýþtý ve bazý cemiyetlerde faaliyet gösterdi. Kafkas Türkleri Neþr-i Maârif Cemiyeti üyesi (1913), Türk-Macar Dostluk Yurdu Cemiyeti genel merkez üyesi (1916), Maarif Vekâleti Âsâr-ý Ýlmiyye ve Milliyye Tedkik Cemiyeti üyesi (1917) ve Meclis-i Âlî-i Sýhhiyye üyesi (1917) oldu. Ayný zamanda Millî Tâlim ve Terbiye Cemiyeti’nin kurucularýndandýr (1916). I. Dünya Savaþý’nda Türk dünyasýnýn problemlerini anlatmak üzere Avrupa ülkelerine gönderilen Turan Heyeti’nde yer aldý. Heyet üyeleri çeþitli yerlerde konferanslar verip yazýlar yayýmladý. Stockholm’de toplanan Milletlerarasý Sosyalist Konferansý’na Âkil Muhtar ve Nesim Muhlis’le birlikte gönderildi (1917). Heyet Hollanda-Ýskandinav Komitesi’ne Türkler’in

Ali Turan

haklarýný savunan bir muhtýra verdi. 1918’de Kafkasya halklarý Mâverâ-yi Kafkas Hükümeti’ni kurmuþlardý. Hariciye Nâzýrý Halil Paþa, Batum’da Türkiye ile bu hükümet arasýnda bir barýþ antlaþmasý yapmaya çalýþýyordu. O sýrada Ali Bey, Ahmet Aðaoðlu ile birlikte siyasî müþavir sýfatýyla Kafkasya’ya gönderildi. Bunlar, Mâverâ-yi Kafkas federasyonunun bozulmasý ve her halkýn kendi baðýmsýzlýðýný ilân etmesi üzerine Gence’de bulunan Nûri Paþa’nýn yanýna gidip Azerbaycan aydýnlarý ile Osmanlý hükümeti arasýndaki görüþmelere katýldýlar ve Azerbaycan’da bir cumhuriyetin kurulmasý iþinde hizmet ettiler. Damad Ferid Paþa hükümeti zamanýnda iki defa tutuklanan Ali Bey aylarca Bekir Aða Bölüðü’nde hapis yattý (1919) ve Malta adasýna gönderilmekten tesadüfen kurtuldu. 1926’da Bakü’de toplanan I. Milletlerarasý Türkoloji Kongresi’ne katýlan Türkiye heyetinde M. Fuad Köprülü ile birlikte yer aldý. Konferansýn çalýþmalarýna aktif biçimde katýldý. Bu sýrada tuttuðu birkaç defterden ibaret notlarý henüz tam yayýmlanmamýþtýr. 1926’da Mustafa Kemal’e karþý düzenlenen Ýzmir suikastý davasýna adý karýþýp tutuklandýysa da mahkemede beraat etti. Ýstanbul’da toplanan III. Türk Dil Kurultayý’nýn çalýþmalarýna katýldý (1936). 17 Mart 1940’ta Ýstanbul’da öldü ve Karacaahmet Mezarlýðý’nda defnedildi. Eserleri. Hüseyinzâde Ali Bey’in ilk yazýsý týp öðrencisi iken kaleme aldýðý, Abdullah Cevdet’in Ramazan Bahçesi’nde yayýmlanan Ömer Hayyâm’la ilgili makaledir. Ýlk manzum eserleri “Sâlyânî” imzasýyla Ma‘lûmât dergisinde ve Ýrtikå gazetesinde çýkmýþtýr. Ýrtikå’da basýlan, Ýngiliz þairi Milton’un “Kaybedilmiþ Cennet”inden çevirdiði yazý “Körlükten Ýþtikâ” adlý parçadýr. Týpla ilgili ilk yayýný Mehmed Refî ile birlikte Nenter’den tercüme ettikleri Veba ve Mikrobu’dur (1318/1900). Türk Ocaðý’nda sifilis hastalýðýna dair verdiði konferanslar Tanin gazetesinde neþredilmiþ (15-16 Haziran ve 12-15 Temmuz 1916), ancak bu hastalýkla ilgili ders notlarýndan oluþan araþtýrmasý basýlmadan kalmýþtýr. Kemal Cenap’la beraber hazýrladýðýný söylediði “Ansiklopedik Týp Lugatý” da yayýmlanmamýþtýr. Bir gazeteci ve fikir adamý sýfatýyla ilk yazýsý, Mýsýr’da çýkan Türk gazetesinde Yusuf Akçura’nýn “Üç Tarz-ý Siyâset” makalesi hakkýnda A(yýn) Turanî imzasýyla yazdýðý “Mektûb-i Mahsûs”tur (24 Teþrînisânî 1904, sy. 56). Çehov’dan uyarladýðý Abd-i Gýlâf ve Mahfaza istibdat dönemi Ýstanbul hayatýný anlatýr (Bakü

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

409


TURAN, Ali 1906). Hayat ve Füyûzât’la diðer Azerbaycan gazetelerinde yazdýðý makaleler arasýnda özellikle “Türkler Kimdir ve Kimlerden Ýbarettir?” (Hayat, 1905, 8 tefrika) ve Siyâset-i Fürûset (Ýrþâd, Terakkî ve Hakîkat gazetelerinde tefrika edilmiþtir, 1908) en tanýnmýþ eserleri arasýnda yer alýr. F. Schiller’den yaptýðý manzum çeviri Kefalet yahut Vefakâr Dostlar adýyla basýlmýþtýr (Ýstanbul 1923). 1926’da Bakü’de verdiði bir konferansýn metni olan Garbýn Ýki Destanýnda Türk’ün içinde (Bakü 1926) kendisinin Avrupalý þairlerden çevirdiði manzum kýsýmlar da bulunmaktadýr. Uzun yýllar üzerinde çalýþtýðý Goethe’nin Faust adlý eserinin manzum tercümesinin bir kýsmýný bastýrabilmiþtir (Ýstanbul 1932). Adam Smith’in bir eserini Servet-i Milel adýyla Maarif Vekâleti adýna çevirmiþ, Latin harflerinin kabulü üzerine kitap basýlamamýþtýr; el yazmasý nüshasý kendi arþivindedir. Þiirlerini ve þiir çevirilerini bir defterde topladýðý Ebedî Güzellik baþlýklý eseri de arþivinde bulunmaktadýr. Ali Bey’in Hayatý ve eserleri hakkýnda son zamanlarda Türkiye’de ve Azerbaycan’da lisans ve yüksek lisans tezleri yapýlmýþ, fakat henüz hiçbiri neþredilmemiþtir. Kendi arþivine dayanan ayrýntýlý bir araþtýrma Ali Haydar Bayat tarafýndan gerçekleþtirilmiþtir: Hüseyinzâde Ali Bey (2. bs., Ankara 1998). Azerbaycan’da Ofeliya Bayramlý, Ali Bey’in çeþitli eserlerini ve yazýlarýný derleyerek birkaç kitap halinde ayrý ayrý bastýrdýktan sonra Eli Bey Hüseyinzâde: Seçilmiþ Eserleri adýyla iki cilt olarak neþretmiþtir (Bakü 2008). Hüseyinzâde Ali Bey’in arþivi kýzý Feyzaver Alpsar tarafýndan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatý Bölümü Arþivi’ne baðýþlanmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Hüseyinzâde Ali, Tercüme-i Hâl Varakasý (23 Ramazan 1329 / 4 Eylül 1327), Hüseyinzâde Ali Turan Arþivi, vr. 1-3; a.mlf., Biyografik Muhtasar Mâlûmat (Þubat 1935), Hüseyinzâde Ali Turan Arþivi, vr. 1-8 (þiirlerini topladýðý defterin baþýnda); Saide Santur, Ali Hüseyinzâde (Ali Tu-

Dürrü Turan

410

ran) 1864-1940: Türk Düþünürü, Yazar, Hüseyinzâde Ali Turan Arþivi; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Þairleri, Ýstanbul 1936, II, 475-482; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çaðdaþ Düþünce Tarihi, Konya 1966, s. 425-439; a.mlf., “Türkçülüðün ve Türk Sosyalizminin Babasý Ali Turan”, Yeni Ýnsan, VII/84, Ýstanbul 1969, s. 6-11, 21-28; VIII/ 85 (1970), s. 6-11, 21-25; Ýsmet Ergin, Ali Bey Hüseyinzâde’nin Hayatý, Eserleri ile Füyûzat Dergisi ve Hayat Gazetesindeki Bir Kýsým Makaleleri (mezuniyet tezi, 1970), ÝÜ Ed. Fak.; Ýlham Habibullayev, Hüseyinzade Ali Bey (Turan) Hayatý ve Fikirleri (yüksek lisans tezi, 2001), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Azer Turan, Eli Bey Hüseynzade, Moskva 2008; Yusuf Akçura, “Hüseyinzâde Ali Bey”, TY, I. seri: VIII/81 (1331/1915), s. 2550-2556; II. seri: sy. 82 (1331), s. 25662570; III. seri: sy. 83 (1331), s. 2581-2585 (makalenin Latin harfli baskýsý için bk. [haz. Sabahattin Çaðýn], Kardaþ Edebiyatlar, sy. 23, Ankara 1992, s. 32-44); Ýnci Enginün, “Turan, Hüseyin Ali”, TDEA, s. 384-385.

ÿYavuz Akpýnar

TURAN, Dürrü

(1883-1961)

˜

Türk mûsikisi bestekârý, tambur icracýsý.

1883’te (bazý kayýtlarda 1885) Ýstanbul Fatih’te Atikalipaþa semtinde doðdu. Maliye Nezâreti Kuyûd Kalemi memurlarýndan Saffet Bey’in oðludur. Büyük dayýsý Ahmed Dürrü Bey, Hamâmîzâde Ýsmâil Dede Efendi’nin damadýdýr. Mahalle mektebinde sesinin güzelliðiyle dikkati çekerek ilâhicibaþý oldu. Mercan Ýdâdîsi’ni ve 1905’te girdiði Dârülfünun Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Dârülelhan’ýn her iki döneminde de (1916, 1923) muallim kadrosunda yer aldý ve tambur hocalýðý yaptý. 1926’da Dârülelhan’da Yusuf Ziya (Demircioðlu) baþkanlýðýnda, Ekrem Besim (Tektaþ) ve Rauf Yektâ beylerden meydana gelen bir heyetle Adana, Gaziantep, Kayseri, Niðde, Sivas ve Urfa yörelerine yapýlan folklor araþtýrmalarý ve derleme gezilerinin birincisine katýldý. Ardýndan Ýstanbul Konservatuvarý ve Ýstanbul Belediye Konservatuvarý adýný alan bu kuruluþta teþkil edilen Türk Mûsikisi Ýcra Heyeti’nde tambur icracýsý ve hayatýnýn son yýllarýna kadar Tasnif ve Tesbit Heyeti üyesi olarak görev yaptý. Bazý okullarda Türkçe dersleri de okutan Dürrü Turan 17 Haziran 1961 tarihinde vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlýðý’nda defnedildi.

Tambur icracýlýðý ve bestekârlýðýyla son dönem mûsikiþinaslarý arasýnda önemli bir yeri bulunan Dürrü Turan ilk mûsiki zevkini küçük yaþta dayýsý Esad Efendi’nin evinde yapýlan toplantýlarda aldý. 1898’de Hacý Ârif Bey’in talebelerinden Mustafa Servet Efendi ile baþladýðý mûsiki çalýþmalarý

on sekiz yýl devam etti ve ondan 600 civarýnda eser meþketti. 1902’de Mercan Ýdâdîsi’ne devam ederken akrabalarýndan ressam ve mûsikiþinas Hikmet Bey ve Enderûnî Ali Bey’den mûsiki dersleri aldý. Tanbûrî Aziz Mahmud Bey’in talebelerinden Kenan Bey’le baþladýðý tambur derslerine, ünlü deniz ressamý süvari yüzbaþýsý Tahsin Bey ve onun tavsiyesiyle Tanbûrî Cemil Bey’le devam etti. Ayrýca Rauf Yektâ Bey ve Hâfýz Ahmet Irsoy’dan yirmi beþ yýl kadar eser meþketti. 1932-1950 yýllarý arasýnda ezanýn Türkçe okunmasý esnasýnda Dürrü Turan’ýn dügâh, hicaz, bayatî ve rast makamlarýnda bestelediði ezanlarýn örnek alýnýp okunduðu ve bu eserlerin notalarýnýn Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý arþivinde bulunduðu söylenir. Hâfýzasýndaki eserlerin zenginliðiyle tanýnan Dürrü Turan’ýn ilk bestesi bir piyeste koro halinde okunmak üzere yazýlmýþ, “Ýlâhi, en büyük lutfun muhabbettir” mýsraýyla baþlayan rast þarkýsýdýr. Öztuna onun dört ezan, on saz semâisi ve yirmi sekiz þarkýdan oluþan eserlerinin listesini vermiþtir (bk. bibl.). BÝBLÝYOGRAFYA : Ýbnülemin, Hoþ Sadâ, s. 173-174; Rahmi Kalaycýoðlu, Türk Musikisi Bestekârlarý Külliyatý Sayý 15: Tanburi Dürrî Turan, Ýstanbul 1962; Vural Sözer, Müzik ve Müzisyenler Ansiklopedisi, Ýstanbul 1964, s. 430; Mustafa Rona, 20. Yüzyýl Türk Musikisi, Ýstanbul 1970, s. 286-290; Özalp, Türk Mûsikîsi Tarihi, II, 180-181, 414; Öztuna, BTMA, II, 407-408.

ÿNuri Özcan

TURAN, Osman

(1914-1978)

˜Türk tarihçisi, fikir ve siyaset adamý.™ Osman Ferit Bayburt’un Aydýntepe (Çatýksu) köyünde doðdu. Ailesi, Trabzon’un fethinden sonra Van taraflarýndan bölgeye iskân edilen Kurdoðullarý (halk arasýnda Koronoðullarý-Kuranoðullarý) aþiretine mensuptur. Babasý Hasan Aða, I. Dünya Savaþý’nda þehid düþtü. Ailesi Çaykara ilçesine baðlý Soðanlý köyüne yerleþti. Osman Turan ilkokulu Çaykara’da, ortaokulu Bayburt’ta, liseyi Trabzon ve Ankara’da okudu (1935). Yüksek öðrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçað Tarihi Kürsüsü’nde tamamladý (1940). Bu arada çalýþkanlýðý ve Türk tarihine ilgisi dolayýsýyla M. Fuad Köprülü’nün dikkatini çekti ve ayný kürsüye burslu doktora öðrencisi seçildi. Köprülü’nün danýþmanlýðýnda iki yýlda hazýrladýðý On Ýki Hayvanlý Türk Takvimi adlý çalýþmasýyla doktor unvanýný aldý (1941).

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURAN, Osman

Bu çalýþma Türkiye’de tarih alanýnda yapýlan ilk doktoradýr (Birinci, Osman Turan, s. 34). Köprülü’nün fakülteden ayrýlýp siyasete atýlmasý üzerine (1941) Ortaçað TürkÝslâm tarihi derslerini vermekle görevlendirildi. 1942’de ayný kürsüye asistan olarak tayin edildi. Farsça, Arapça ve Fransýzca’sýný geliþtirip kaynak yayýmýna ve orijinal araþtýrmalara baþlayan Osman Turan, 1943’te Orta Zaman Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar adlý çalýþmasýyla doçentliðe yükseltildi. 1944’te Türkçülük-Turancýlýk davasýndan yargýlanan Nihal Atsýz’ý fakültedeki odasýnda aðýrlamasý yüzünden Millî Eðitim bakaný tarafýndan açýða alýndý (4 Mayýs 1944). Ancak Memduh Þevket Esendal ve Hasan Tahsin Banguoðlu’nun müdahalesiyle 30 Kasým 1944’te fakültedeki görevine döndü. 1946-1947’de askerlik hizmetini yaptý. 1948-1950 yýllarýnda Paris ve Londra’da araþtýrmalarda bulundu; bu arada Milletlerarasý Þarkiyat ve Türkiyat kongreleriyle UNESCO konferanslarýna bildiriler sundu. 1940’lý yýllarda gerçekleþtirdiði yayýnlarla bilim dünyasýnýn dikkatini çekti. 1949’da Türk Tarih Kurumu’na aslî üye seçildi. 1951’de profesör unvanýný aldý. 1954 yýlý Osman Turan’ýn hayatýnda bir dönüm noktasý teþkil etti. Hocasý M. Fuad Köprülü’yü örnek alan Turan siyasete atýldý ve bir daha fakültedeki görevine dönemedi. Köprülü öðrencisinin bu kararýný uygun bulmamakla birlikte ona engel olmak da istemedi. 1954 ve 1957 yýllarýnda Demokrat Parti’den Trabzon milletvekili seçildi. Fakat siyasetin esnek ve deðiþken havasýna hiçbir zaman ayak uyduramadý; iç muhalefete geçmekten ve partisinin icraatýný eleþtirmekten çekinmedi. Tarih araþtýrmalarýna ve memleket meselelerine dair yazýlarýna ara vermeden devam etti. 1959’da Türk Ocaðý genel baþkanlýðýna seçildi. 27 Mayýs 1960 ihtilâlinde tutuklanarak yaklaþýk on altý ay hapis yattý ve ihtilâl mahkemesinde yargýlandýktan sonra beraat etti. Fakültedeki görevine dönmek istediyse de fakülte yönetimi bu isteðini geri çevirdi (29 Haziran 1962). Böylece Osman Turan’la fakülte yönetimi arasýnda kýyasýya bir hukuk mücadelesi baþladý. Her defasýnda mahkemeyi kazanmasýna raðmen fakülte yönetimi hukukun kararlarýna direndi. Bunun üzerine bir kere daha siyaset meydanýna çýkmak zorunda kaldý. Adalet Partisi’ne giren Osman Turan, bu partinin 1964’te yapýlan kongresinde teþkilâttan sorumlu genel baþkan yardýmcýsý, 1965 genel seçimlerinde Trabzon millet-

Osman Turan

vekili seçildi. Fakat Adalet Partisi’nin siyasetine de ayak uyduramadý; Yeni Ýstanbul gazetesinde yazdýðý baþmakalelerle partinin genel baþkanýný rahatsýz etti ve 1967’de partiden ihraç edildi. Osman Turan, Milliyetçi Hareket Partisi’nde siyasete devam etmeye karar verdi. 1969’da bir defa daha fakültedeki görevine dönmek istediyse de boþ kadro bulunmadýðý gerekçesiyle isteði reddedildi. Bunun üzerine emekliye ayrýlýp meslek hayatýna fiilen son verdi (Mayýs 1972). 1966’da tekrar Türk Ocaðý genel baþkanlýðýna seçildi ve bu görevi 1973 yýlýna kadar sürdürdü. Bu dönemde Türk Yurdu dergisi Osman Turan’ýn gayretleriyle Türk fikir ve kültür hayatýna önemli katkýlarda bulundu. Osman Turan emekli olduktan sonra Ýstanbul’a yerleþti. 1974’te Türk Tarih Kurumu, Osman Turan’ý aslî üyelikten çýkardý. Türk Tarih Kurumu’nun bu kararý Osman Turan’ý çok etkiledi. Kurumun bu davranýþý ayný zamanda Türk tarih ilmine vurulmuþ aðýr bir darbe þeklinde deðerlendirildi. Emeklilik dönemini Selçuklu Ýktisat Tarihi adlý kitabýný yazmakla geçirdi, ancak çalýþmayý tamamlayamadý. Geçirdiði beyin kanamasý sonucunda 17 Ocak 1978’de vefat eden Osman Turan, Osmanlý hânedanýndan Satýa Hanýmefendi ile evliydi. Osman Turan özel hayatýnda ve sosyal iliþkilerinde mütevazi ve kibar bir insandý. Ancak ilmî ve fikrî tartýþmalarda son derece kararlý ve ödün vermez bir tutum sergilemiþ, siyasette ise iddialý olmamýþtýr. Osman Turan’ýn yayýnlarýný ilmî ve fikrî olarak ikiye ayýrmak mümkündür. Bu çalýþmalar birbirinden tamamen farklý özellikler taþýmakla birlikte birbirini destekler ve tamamlar niteliktedir. Turan, geniþ yorumlarýyla tarihe dair yazýlarýný kuru birer bilgi olmaktan çýkardýðý gibi ilmî çalýþmalar sonucunda elde ettiði bilgileri de memleket meselelerinin aydýnlatýlmasýndaki fikirlerine dayanak yaparak deðer-

lendirmiþtir. Doçentliðinden sonra M. Fuad Köprülü’nün “Anadolu Selçuklularý Tarihinin Yerli Kaynaklarý” adlý makalesinden (TTK Belleten, XXVII [1943], s. 379522) etkilenip çalýþmalarýnýn büyük kýsmýný Anadolu Selçuklularý’na ayýrmýþtýr. Osman Turan, yine M. Fuad Köprülü gibi Türk millî kültürünün temellerinin Orta Asya’da atýldýðýna ve Ýslâmî dönemde yeni unsurlarla takviye edilip korunduðuna, bu kültürün devamlýlýðýna inanmýþ bir tarihçiydi. Bu devamlýlýðý özellikle “Le droit terrien sous les seljoukides de Turquie” adlý bildirisinde, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlý eserinde ve Ýslâm Ansiklopedisi’ne yazdýðý “Ýktâ” maddesinde açýk biçimde ortaya koymuþtur. Ancak hem kendisinin hem Köprülü’nün Türkler’de Batý tarzýnda bir feodalizmin bulunduðuna dair görüþleri Fransýz bilim adamý Claude Cahen tarafýndan kabul edilmemiþtir. Osman Turan, eserlerinde genellikle siyasî ve askerî olaylarýn tesbiti ve tasvirini yapmýþsa da bazý tarihî olgularý tahlil etmekten geri durmamýþtýr. Meselâ Anadolu’nun fethi ve Türkleþmesi ile Moðol istilâsýnýn Ýslâm medeniyeti üzerindeki etkileri gibi önemli olaylarý hep analitik bir yöntemle incelemiþtir. Olaylarýn sebep ve sonuçlarýný belirlerken daima çok sebeplilik ilkesini benimsemiþ, bilhassa maddî ve mânevî âmillere eþit derecede önem vermiþtir. Telif Eserleri. Osman Turan araþtýrmalarýný baþta Belleten olmak üzere Ülkü, Türkiyat Mecmuasý, Türk Hukuk Tarihi, AÜ Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi Dergisi, Revue des études islamiques, Studia Islamica, International Islamic Conference, AÜ Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi ve Belgelerle Türk Tarihi Dergisi gibi dergilerle Zeki Velidi Togan Armaðaný ve Fuad Köprülü Armaðaný gibi kitaplarda yayýmlamýþtýr (makale ve ansiklopedi maddeleri için bk. Demirci, s. 2734; Topal, s. 83-123). Bu yayýnlarýyla hem yurt içinde hem yurt dýþýnda Anadolu Selçuklu tarihinin en iyi uzmaný olduðunu kanýtlamýþtýr. Cambridge Üniversitesi tarafýndan 1970’te neþredilen The Cambridge History of Islam adlý çalýþmanýn “The Anatolia in Period of the Seljuks and Beyliks” kýsmýnýn Osman Turan’a yazdýrýlmasý bunun bir göstergesidir. Ayrýca Ýslâm Ansiklopedisi’nde on sekiz maddesi bulunmaktadýr. 1. Selçuklular Tarihi ve Türk-Ýslâm Medeniyeti (Ankara 1965; Ýstanbul 1969, 1980, 1993, 1996, 2005). Osman Turan bu eseri sipariþ üzerine Ýslâm Ansiklopedisi’ne “Selçuklular” maddesi

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

411


TURAN, Osman

olarak hazýrlamýþtýr. Ancak ansiklopedinin yazý kurulu araþtýrmayý çok uzun bulmuþ ve kýsaltmasýný istemiþ, fakat kendisi kurulun bu isteðini reddetmiþtir. Bunun üzerine madde Halil Ýbrahim Kafesoðlu’na verilmiþ, bu durum Turan ile Kafesoðlu arasýnda uzun ve sert bir tartýþmaya yol açmýþtýr. 2. Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi (I-II, Ýstanbul 1969, 1978, 1979, 1980, 1983, 1993). Müellif bu eserinde Türkler’in dünyaya hak, adalet, düzen ve barýþ getirmeyi amaçlayan dinî, millî, insanî ve destanî düþünce ve faaliyetlerini belgelere dayanmak suretiyle ortaya koymuþtur. 3. Selçuklular Zamanýnda Türkiye (Ýstanbul 1971, 1984, 1993, 1994). Malazgirt Zaferi’nin 900. yýldönümüne armaðan olarak çýkarýlan eser, Osman Turan’ýn önemli çalýþmasý olup Anadolu Selçuklu Devleti’nin bugüne kadar yazýlmýþ en ayrýntýlý tarihidir. Geniþ ve saðlam bir kaynak temeline oturan eserde müellifin görmediði ve kullanmadýðý hemen hemen hiçbir kaynak kalmamýþtýr. 4. Selçuklular ve Ýslâmiyet (Ýstanbul 1971, 1980, 1993). Makalelerden oluþmaktadýr. 5. Doðu Anadolu Türk Devletleri Tarihi (Ýstanbul 1973, 1980, 1993). Müellif bu son eseriyle Selçuklular Zamanýnda Türkiye adlý çalýþmasýný tamamlamýþtýr. Osman Turan Türk tarihinin sadece belirli bir dönemini araþtýrmakla kalmamýþ, geleceði inþa etme ve yönlendirme görevini de üstlenmiþtir. Türk milletinin siyasî, dinî, sosyal ve kültürel meseleleriyle yakýndan ilgilenmiþ, bu yazýlarýyla geleceðe ýþýk tutmaya çalýþmýþtýr. Onun fikir yazýlarýnýn büyük bir kýsmý þu eserlerde toplanmýþtýr: Gafletten Uyanalým! (Ankara 1948), Türkiye’de Manevî Buhran Din ve Laiklik (Ankara 1964; Ýstanbul 1978, 1993), Türkiye’de Komünizmin Kaynaklarý ve Kültür Ýhtilâli (Ankara 1964; Ýstanbul 1967, 1977, 1980), Türkiye’de Siyasî Buhranýn Kaynaklarý (Ýstanbul 1969, 1979, 1994), Türkler Anadolu’da (Ýstanbul 1973), Vatanda Gurbet (Ýstanbul 1980), Târihî Akýþý Ýçinde Din ve Medeniyet (Ýstanbul 1980, 1998).

82, XIV/83, 1939-1940), Selçuklular ve Ýslâmiyet içinde de yayýmlanmýþtýr (Ýstanbul 1980, s. 245-308); E. Cavaignac, Tarihî Kronolojinin Esaslarý (Ankara 1954). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbrahim Kafesoðlu, “Türkiye’de Selçuklu Tarihçiliði”, Cumhuriyetin 50. Yýlýna Armaðan (haz. ÝÜ Ed. Fak.), Ýstanbul 1973, s. 83-92; Mehmet Altay Köymen, “Prof. Dr. Osman Turan: Hayatý, Eserleri ve Fikirleri”, Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi içinde, Ýstanbul 1980, s. 13-36; a.mlf., “Osman Turan’ýn Ardýndan”, Tercüman Gazetesi, Ýstanbul 02.02.1978, s. 2; a.mlf., “Osman Turan”, TA, XXXII, 1; M. Strohmeier, Seldschukische Geschichte und Türkische Geschichtswissenschaft, die Seldschuken im Urteil Moderner Türkischer Historiker, Berlin 1984, tür.yer.; Nurdan Demirci, Prof. Dr. Osman Turan’ýn Hayatý ve Eserleri, Ýstanbul 1993; Mustafa Kafalý, “Trabzon’un Yetiþtirdiði Mümtaz Simâ: Prof. Dr. Osman Turan”, Trabzon Tarihi Ýlmî Toplantýsý, Bildiriler, Trabzon 1999, s. 17-21; Ali Birinci, “Tarihçi Osman Turan: Bir Ýlim ve Þahsiyet Âbidesinin Hayat Hikayesi ve Eserleri”,

Trabzon ve Çevresi Uluslararasý Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri (haz. Mithat Kerim Arslan v.dðr.), Trabzon 2002, I, 1-17; a.mlf., Osman Turan, Ankara 2003, s. 1-18, 34; Nevzat Topal, Prof. Dr. Osman Turan: Hayatý ve Eserleri, Ankara 2004; I. Mélikoff, “In Memoriam Osman Turan”, Turcica, XI, Paris 1979, s. 7-9; A. G. Savvides, “Mneme Palaioteron Anatoliston: In Memory of Past Orientalists I: Osman Turan

(1914-1978)”, Journal of Oriental and African Studies, V, Athens 1993, s. 120-121; Mehmet Öz, “Osman Turan’ýn Tarih Metodolojisi”, TK, sy. 424 (1998), s. 34-39; Recep Kýlýç, “Osman Turan’a Göre Ahlâk ve Tarih Ýliþkisi”, a.e., sy. 425 (1998), s. 34-42; Salim Koca, “Prof. Dr. Osman Turan”, Trabzon Türk Ocaðý Bülteni, VIII/1, Trabzon 1998, s. 13-16.

ÿSalim Koca

˜

412

(bk. ULUCAMÝ [Divriði]).

™ —

TURAN ÞAH ( W Z ‫א‬8 ) el-Melikü’l-Muazzam Þemsüddevle Fahrüddîn Tûrân Þâh b. Necmiddîn Eyyûb b. Þâdî (ö. 576/1180)

Neþir ve Çevirileri. Aksarâyî, Müsâme-

retü’l-ahbâr ve Müsâyeretü’l-ahyâr (Ankara 1944); “Selçuklu Devri Vakfiyeleri I, II, III” (TTK Belleten, XI/42 [1947]; XI/43; XII/45 [1948]); Ýstanbul’un Fethinden Önce Yazýlmýþ Tarihî Takvimler (Ankara 1954, 1984); Türkiye Selçuklularý Hakkýnda Resmî Vesikalar: Metin, Tercüme ve Araþtýrmalar (Ankara 1958, 1988); M. F. Grenard “Satuk Buðra Han Menkýbesi ve Tarih” (Ülkü, XIII/74, XIV/79, XIV/80, XIV/

— TURAN MELEK DÂRÜÞÞÝFÂSI XIII. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Sivas’ýn Divriði ilçesinde ulucamiye bitiþik olarak inþa edilen þifâhâne

Eyyûbîler’in Yemen kolunun kurucusu ve ilk hükümdarý (1174-1180).

˜

Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin aðabeyidir. Kaynaklarda adý ilk defa Haçlýlar’ýn 546 (1151) yýlýnda Türkmenler’e saldýrmasý dolayýsýyla geçer. Babasý Ba‘lebek hâkimi Necmed-

din Eyyûb tarafýndan Haçlýlar’ýn üzerine gönderilen Turan Þah onlarý maðlûp etti (Ebû Þâme el-Makdisî, I, 274-275). Nûreddin Mahmud Zengî, Turan Þah’ý Dýmaþk þahneliðine tayin etti (550/1155); amcasý Esedüddin Þîrkûh el-Mansûr’un ölümünün ardýndan Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye destek olmak için Mýsýr’a gönderildi (564/1169). Ayný yýl Kahire’de Selâhaddin’e karþý Haçlýlar’la iþ birliði yapan Sudanlý askerlerle Ermeni askerlerinin isyanýný bastýrdý. Selâhaddin aðabeyine Saîd bölgesinde Kus, Asvân ve Ayzâb’ýn yanýnda Kahire çevresindeki bazý arazileri de iktâ etti. Turan Þah, Saîd bölgesinde karýþýklýk çýkaran bedevî kabileleri üzerine sefer düzenledi (566/ 1170). Daha sonra Nûbe kralýnýn teþvikiyle isyan eden Zencîler’e karþý gönderildi (568/ 1173). Müstahkem Kasr-ý Ýbrîm’i ele geçirip Saint Mary Kilisesi’ni camiye çevirdi ve Nûbe seferinden büyük miktarda ganimetle döndü. Zebîd hâkimi Abdünnebî’nin (Ebü’l-Hasan Ali b. Mehdî) Abbâsî halifesinin adýný hutbelerden çýkararak istiklâlini ilân etmesi ve Fâtýmî taraftarlarýnýn Yemen’de sürekli karýþýklýklar çýkarmasý yüzünden Selâhaddîn-i Eyyûbî, Turan Þah’ý Yemen’e gönderdi (Receb 569 / Þubat 1174). Turan Þah yol üzerinde önce Hicaz’ý ele geçirdi, ardýndan Yemen’e girerek Zebîd’i kontrol altýna aldý ve Mehdîler’in hâkimiyetine son verdi; hutbeyi tekrar Abbâsî halifesi adýna okuttu. Ardýndan bölgenin stratejik limaný Aden’i egemenliði altýna aldý. Taiz, Ta‘ker (Ta‘kür) ve Cened kalelerine hâkim olan Turan Þah, San‘a’yý da zaptederek bazý daðlýk bölgeler hariç Yemen’in tamamýnda egemenlik kurdu. Böylece Eyyûbîler’in Yemen kolu ortaya çýkmýþ oldu (1174-1229). Turan Þah burada özel bir divan teþkilâtý kurdu. Yemen halkýnýn gönlünü kazandý ve yerine nâibler býrakýp Dýmaþk’a döndü (Zilhicce 571 / Haziran 1176). Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafýndan Dýmaþk nâibliðine tayin edilen Turan Þah Dýmaþk’a saldýran Kudüs Kralý IV. Baudouin ve Trablus Kontu III. Raymond karþýsýnda Aynülcer mevkiinde yapýlan savaþý kaybetti. Kaynaklarda rahatýna düþkün biri diye tanýtýlan Turan Þah, devlet iþleriyle yeterince ilgilenmemesi ve Haçlý saldýrýlarý karþýsýnda baþarýsýz kalmasý üzerine çok geçmeden görevinden alýndý. 574 (1178-79) yýlýnda Ba‘lebek kendisine iktâ olarak verildi. Ardýndan Selâhaddin’den Ýskenderiye’nin de kendisine iktâ edilmesini istedi. Muharrem 576’da (Haziran 1180) Ýskenderiye’de vefat etti. 1 veya 5 Safer’de (27 Haziran veya 1 Temmuz) öldüðü de rivayet

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURAYHÎ

edilir (Ýbn Hallikân, I, 307). Turan Þah’ýn naaþý, kýz kardeþi Sittüþþâm tarafýndan Dýmaþk’ýn Sûkusaruca semtinde bulunan Þâmiyyetü’l-Berrâniyye (Hüsâmiyye) Medresesi’nde inþa edilen türbesine defnedildi. Selâhaddin, Turan Þah’tan her zaman övgüyle bahseder ve onu kendine tercih ederdi (a.g.e., I, 306). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, tür.yer.; Bündârî, Sene’l-Beršý’þ-Þâmî (nþr. Fethiye en-Nebrâvî), Kahire 1979, tür.yer.; Ebû Þâme el-Makdisî, Kitâbü’r-Rav²ateyn (nþr. Ýbrâhim ez-Zeybek), Beyrut 1418/1997, tür.yer.; Ýbn Hallikân, Vefeyât, I, 306309; Ýbn Vâsýl, Müferricü’l-kürûb, I, 137-141, 155-185, 237-243; Ýbn Hâtim, es-Sim¹ü’l-³åli’¦¦emen fî aÅbâri’l-mülûk mine’l-øuz bi’l-Yemen: The Ayy†bids and Early Ras†lids in the Yemen (nþr. G. R. Smith), London 1974-78, I, 1521; II, 27-47, 50-80; Ali b. Hasan el-Hazrecî, elUš†dü’l-lüßlüßiyye (nþr. M. Besyûnî Asel), Kahire 1329/1911, I, 26-29; Makrîzî, es-Sülûk, I/1, s. 73-74; M. C. Lyons – D. E. P. Jackson, Saladin: The Politics of the Holy War, Cambridge 1984, s. 33, 35, 41, 60, 65, 102, 109-110, 129, 130, 136; Ramazan Þeþen, Salâhaddin Eyyûbî ve Devlet, Ýstanbul 1987, s. 54, 55, 59, 62, 73-74, 96, 262; Ahmed Fâiz el-Hýmsî, “el-.Uzamâ,ü’llecîne düfinû fî Dýmaþk ev mâtû fîhâ”, el-¥avliyyâtü’l-e¦eriyyetü’l-£Arabiyyetü’s-Sûriyye, XXXV, Dýmaþk 1985, s. 304; G. R. Smith, “Turanshah b. Ayyub”, EI 2 (Ýng.), X, 673; Abdülhamîd Murâdî, “Tûrânþâh”, DMBÝ, XVI, 348-349.

ÿCengiz Tomar

— TURAYHÎ ( !À ‫) א‬ Fahrüddîn b. Muhammed b. Alî et-Turayhî en-Necefî (ö. 1085/1674)

˜

Ýmâmiyye Þîasý’na mensup Necefli âlim.

979’da (1571) Necef’te doðdu. Büyük dedesi Turayh b. Hafâcî’ye nisbetle Turayhî diye anýlýr. Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’le beraber þehid düþtüðü belirtilen, ailenin soy aðacýnýn dayandýðý sahâbî Habîb b. Müzâhir el-Esedî’ye nisbetle Esedî, Kanûnî Sultan Süleyman’ýn Irak seferine katýlan askerlerinden Irak’ta yerleþmek isteyenler için ayrýlan ve 1112 (1701) yýlýnda Fýrat’ýn taþmasý sonucu sular altýnda kalan Rummâhiye’ye nisbetle Rummâhî olarak da zikredilir. Bölgede ilme ve dine hizmetleriyle tanýnan Turayhî ailesi, VI. (XII.) yüzyýlýn ortalarýnda siyasî baskýlardan kurtulmak ve Hz. Ali’nin türbesine mücâvir olmak amacýyla Hille’den Necef’e göç etmiþ, bir süre türbenin ve þehrin idaresiyle ilgili görev yapmýþtýr. Turayhî ilk eðitimini babasýndan ve amcasý Muhammed Hüseyin’den aldý.

Ayrýca Muhammed b. Câbir en-Necefî, Þeyh Mahmûd b. Hüsâm el-Cezâirî, Þerefeddin Ali eþ-Þûlestânî gibi âlimlerden çeþitli ilimler okudu. Öðrencileri arasýnda oðlu Safiyyüddin et-Turayhî, Allâme Hâþim b. Süleyman el-Bahrânî, Muhammed Bâkýr el-Meclisî, Muhammed Tâhir eþ-Þîrâzî, Ni‘metullah el-Cezâirî el-Mûsevî, Ýnâyetullah el-Meþhedî gibi isimler bulunmaktadýr. Kûfe, Kerbelâ ve Kâzýmiye gibi yerleri ziyaret eden Turayhî 1062’de (1652) hac için gittiði Mekke’de bir süre Harem-i þerif’e, daha sonra Meþhed’de sekizinci imam Ali er-Rýzâ’nýn türbesine mücâvir oldu. Ardýndan Tûs ve Ýsfahan’a geçti; bir süre sonra Necef’e döndü. Seyahatlerini ömrünün sonlarýna doðru kaleme aldýðý Mecma£u’l-ba¼reyn için malzeme toplayarak deðerlendirdi. Bu dönemde Kûfe Mescidi’nde itikâfa çekilerek ilim ve ibadetle meþgul oldu. Yaygýn görüþe göre 1085 (1674) yýlýnda Necef’in merkez kazalarýndan Hîre’ye baðlý Rummâhiye kasabasýnda vefat etti, Necef’e götürülerek Turayhî Mescidi yakýnýna defnedildi. 1087’de öldüðü de zikredilmiþtir. Þeyh Fahreddin etTurayhî diye bilinen müellif tefsir, hadis, fýkýh gibi ilimlerde yetkin bir âlim olduðu gibi þiir ve edebiyatla da ilgilenmiþ, ayrýca ibadeti, takvâsý ve zühdüyle tanýnmýþtýr. Gençlik yýllarýnda bir ramazan ayýnda kendisini Kûfe Camii’nde itikâf halinde gördüðünü söyleyen Mirza Abdullah elÝsfahânî onu dönemin en müttakisi olarak nitelendirir (Riyâ²ü’l-£ulemâß, IV, 332). Âmilî de kendisinden fâzýl, zâhid, âbid, takvâ ehli, fakih, þair ve deðerli bir zat diye söz eder (Emelü’l-âmil, II, 215). Turayhî muhtelif ilim dallarýndaki eserleriyle XI. (XVII.) yüzyýlda Necef’in ilim ve kültür hayatýnýn canlanmasýna önemli katkýda bulunmuþtur. Þiî fýkýh düþüncesine yeni bir þekil veren, Usûliyye’nin önemli temsilcilerinden Muhakkýk el-Hillî ile devrin müceddidi kabul edilen talebesi Allâme Ýb-

nü’l-Mutahhar el-Hillî’nin akaid, fýkýh ve fýkýh usulüne dair eserlerine þerh ve hâþiyeler yazmýþ, ayrýca Ýmâmiyye’nin Kütüb-i Erba£a’sýnda geçen bütün rivayetlerin sahih olup yakýn ifade ettiðini savunan, ictihadý reddedip dinî hükümlerin tek kaynaðý olarak imamlarýn rivayetlerini esas alan Ahbâriyye’yi temellendiren ve bu yönüyle ekolün kurucusu kabul edilen çaðdaþý Muhammed Emîn el-Esterâbâdî için reddiyeler kaleme almýþtýr. Eserleri. Turayhî telif, þerh, hâþiye, telhis, tertip, tekmile ve reddiye türünde kýrký aþkýn eser kaleme almýþ olup bunlarýn önemli bir kýsmý kayýptýr. Baþlýca eserleri þunlardýr: 1. Mecma£u’l-ba¼reyn ve ma¹la£u’n-neyyireyn. Müellifin en meþhur eseri olan bu çalýþma Kur’an ve hadislerdeki garîb kelimelerin izahýna dair olup 1079’da (1669) Ýmam Ali er-Rýzâ’nýn türbesini ziyareti sýrasýnda yazýlmýþtýr. Eser garîb kelimelerin açýklanmasýný aþan bazý ayrýntýlarýn bulunmasý, bu arada birçok garîb kelime ihmal edilirken izahý gerekmeyenlere yer verilmesi, bazý hatalarý, tahrif ve tashifleri sebebiyle eleþtirilmiþtir. Çeþitli baskýlarý bulunan (baský yeri yok [Tahran ?] 1293; Tahran 1379/1960) ve ilmî neþri gerçekleþtirilen kitap (I-VI, nþr. Ahmed Ali el-Hüseynî, Necef 1378/1959-1386/ 1967; Tahran 1395/1976, 1988; Beyrut 1985; I-III, nþr. ed-Dirâsâtü’l-Ýslâmiyye, Kum 1414-1416) son olarak Ali Nidâl’in tashihiyle yayýmlanmýþ (Beyrut 2009), Mirza Mahmûd et-Tabâtabâî ve Seyyid Muhammed Murtazâ üzerine birer hâþiye yazmýþtýr (Âga Büzürg-i Tahrânî, VI, 191). 2. Tefsîrü ³arîbi’l-Æurßâni’l-Æerîm (nþr. Muhammed Kâzým et-Turayhî, Necef 1953; Beyrut 1986). 3. el-MünteÅab fi’l-merâ¦î ve’l-Åu¹ab (Tebriz 1321; Necef 1384; Kum, ts.; Beyrut 2003). Mâsum imamlarla Ehl-i beyt’in yaþadýðý acýklý olaylarý, bilhassa Hz. Hüseyin’in þehâdetini dile getiren mersiye ve methiyelerden ibarettir. Yirmi bölümden (meclis) oluþan eserin “Fahriy-

Turayhî’nin el yazýsýndan bir örnek

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

413


TURAYHÎ

ye” adýyla çeþitli aðýt törenleri ve hutbelerden önce okunmasý Þiî çevrelerinde yaygýn bir gelenektir. 4. Câmi£u’l-mašål fîmâ yete£allašu bi-a¼vâli’l-¼adî¦ ve’rricâl ve temyîzi’l-müþterekâti minhüm. Ýmâmiyye geleneðine göre yazýlmýþ hadis usulüne dair olup Muhammed Kâzým etTurayhî tarafýndan neþredilmiþtir (Tahran 1955). Ricâlle ilgili on ikinci bölümünü Müþterekâtü Câmi£i’l-mašål adýyla öðrencisi Muhammed Emîn el-Kâzýmî þerhetmiþ (Âga Büzürg-i Tahrânî, XXI, 40), Abdülhüseyin b. Ni‘met en-Necefî de Mütšanü’lmašål fî telÅî½i Câmi£i’l-mašål adýyla telhis etmiþtir. 5. el-FaÅriyyetü’l-kübrâ. Fýkha dair olan eseri (nþr. Muhammed Saîd etTurayhî, Beyrut 1409/1989) müellif daha sonra el-FaÅriyyetü’½-½u³râ adýyla ihtisar etmiþtir. 6. el-Erba£ûne ¼adî¦en (nþr. Muhammed Saîd et-Turayhî, Beyrut 1407/ 1987). 7. ™avâbi¹ü’l-esmâß ve’l-levâ¼iš (nþr. Muhammed Kâzým et-Turayhî, Tahran 1375/1956). 8. Câmi£atü’l-fevâßid fî i¦bâti ¼ücciyyeti’¾-¾an. Ýctihad ve taklidi reddeden Muhammed Emîn el-Esterâbâdî’ye reddiyedir (nþr. Muhammed Saîd et-Turayhî, Mecelletü’l-Mevsim, sy. 9-10, Lahey 1991, s. 567-588; eserlerinin bir listesi için bk. Âga Büzürg-i Tahrânî, tür.yer.; A£yânü’þ-Þî£a, VIII, 395). BÝBLÝYOGRAFYA :

Turayhî, Tefsîrü ³arîbi’l-Æurßân (nþr. M. Kâzým et-Turayhî), Necef 1372/1953, neþredenin giriþi, s. 18-31; a.mlf., Mecma£u’l-ba¼reyn, Beyrut 1985, Giriþ, s. 3-8; Abdullah Efendi el-Ýsfahânî, Riyâ²ü’l-£ulemâß ve ¼iyâ²ü’l-fu²alâß (nþr. Ahmed el-Hüseynî), Kum 1401, IV, 332-335; Hür el-Âmilî, Emelü’l-âmil (nþr. Ahmed el-Hüseynî), NecefBaðdad 1385/1965, II, 214-215; Ýbn Usfûr elBahrânî, Lüßlüßetü’l-ba¼reyn (nþr. M. Sâdýk Âl-i Bahrülulûm), Beyrut 1406/1986, s. 66; Hânsârî, Rav²âtü’l-cennât (nþr. Esedullah Ýsmâiliyyân), Kum 1392/1972, V, 349-353; βâ¼u’l-meknûn, tür.yer.; M. Ali Müderris, Reyhânetü’l-edeb, Tebriz 1347 hþ., IV, 54-55; Âga Büzürg-i Tahrânî, e×-¬erî£a ilâ te½ânîfi’þ-Þî£a, Beyrut 1403/1983, tür.yer.; A£yânü’þ-Þî£a, VIII, 394-395; Ca‘fer Bâkýr Âl-i Mahbûbe, Mâ²i’n-Necef ve ¼â²ýruhâ, Beyrut 1406/1986, II, 454-458; Abdüsselâm Kâzým elCa‘ferî, Hidâyetü’¹-¹âlib ilâ me½âdiri kitâbi’l-Mekâsib, Kum 1428, s. 387-400.

ÿAdem Yerinde

˜

TURCICA Fransa’da çýkan yýllýk Türkoloji dergisi.

Strasburg’daki Marc Bloch Üniversitesi’nin Türk Araþtýrmalarý Bölümü Fransýz Millî Bilimsel Araþtýrmalarý Merkezi’nin Etudes Turques et Ottomanes (UMR 8032) ekibiyle Association Pour la Diffusion des 414

Etudes Turques derneði tarafýndan birlikte yayýmlanmaktadýr. Kurucu müdürü Irène Melikoff’un yaný sýra Fransýz Türkologlarý ile diðer ülkelerin Türkologlar’ýndan oluþan bir yazý komitesinin yardýmýyla dergi Jean-Louis Bacqué-Grammont, Paul Dumont ve Gilles Veinstein tarafýndan yönetilmiþtir. Yazý kurulunda J. Aubin, L. Bazin, A. Bennigsen, P. Naili Boratav, C. Cahen, J. Hamilton, R. Mantran gibi isimler yer alýr. 1969’dan beri yayýmlanmakta olan Turcica’nýn ilk sayýsýnýn alt baþlýðý Revue d’études turques ibaresini taþýmaktaydý. 24. sayýsýndan itibaren (1992) misyonu þu kelimelerle belirginleþtirilmiþtir: “Peuples, Langues, Cultures, Etats” (halklar, diller, kültürler, devletler). Bunlarla derginin iki amacýnýn olduðu anlatýlmak istenmiþtir: Geçmiþ ve þimdiki zamanda Türk topluluklarýný ve devletlerini söz konusu çerçevede incelemek, insan bilimlerinin her bir dalýný kapsayan araþtýrmalarý içine almak. Orta Asya’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne bütün Türk dünyasýný dil, edebiyat, folklor açýsýndan ve ekonomik, sosyal bakýmdan incelemeyi amaçlayan Turcica, tematik bir dergi deðilse de zaman zaman ayný konu hakkýndaki bazý araþtýrmalar tek sayýda toplanmýþtýr. Meselâ I. Selim, Safevîler ve kýzýlbaþlara dair yazýlar (sy. 6), Kemalist dönem (sy. 14), Fransýzca yazan genç Türk dil uzmanlarý (sy. 29), Osmanlýlar’da ölümden sonra yapýlan envanterler (tereke defterleri) (sy. 32), esaret karþýsýnda Osmanlý toplumu (sy. 33) ve Osmanlý arkeolojisi (sy. 37) baþlýklarý örnek gösterilebilir. Ayrýca Halil Ýnalcýk’ýn teþvikiyle Osmanlý metrolojisi hakkýnda yapýlan bir seri araþtýrma ve bibliyografyalar, kütüphanelerle arþivlerin tanýtýlmasý da yapýlmýþtýr. Bu esnek yayýn politikasýndan dolayý Turcica sürekli geliþme göstermiþtir. Ýlk zamanlarda fazlaca yer alan etnografya ve folklor çalýþmalarý (sýrasýyla on iki ve yirmi beþ yazý) daha sonra azalmýþ, din ve sûfîlik (kýrk yazý), edebiyat (elli bir yazý), dil bilimi ve filoloji (elli yedi yazý) ve özellikle tarih alanýyla ilgili makaleler çoðalmýþtýr. 251 yazýyla en geniþ yeri kapsayan tarihin yaný sýra sanat tarihiyle (on sekiz yazý) tarihe yardýmcý olan bilimler alanýnda diplomatik (on üç yazý), metroloji (sekiz yazý), paleografya (sekiz yazý), arkeoloji (dört yazý), historiografya (üç yazý), epigrafya (iki yazý), nümismatik (iki yazý) alanýnda makaleler bulunmaktadýr. Tarihle ilgili belge yayýnlarý (seksen yedi yazý) ve edebî metin neþirleri (on üç yazý) bunlara eklenebilir. Tarih konusunda altmýþ iki yazý kiþiler, politika, diplomasi ve savaþlar hakkýndadýr.

Yetmiþ biri gitgide artan sayýda toplumu, elli ikisi kurumlarý, yirmi yedisi ekonomi, finans, ticaret, zanaat veya endüstri sorunlarýný içerir. Osmanlý toplumundaki gayri müslimlerle ilgili yazýlar da bunlara dahildir. Bu çalýþmalarýn çoðu Osmanlý Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine dairdir. Edebiyat alanýndaki yazýlarda da ayný durum görülür. Bu yazýlar Âzerî, Kuman, Çaðatay, Kýrgýz, Tatar, Uygur, Özbek, Ýran gibi bölgeler hakkýndadýr. Ayný þekilde dil bilimi çalýþmalarýnýn yarýsý Osmanlý ve Türkiye Türkçesi’yle ilgilidir. Bu arada Volga Bulgarcasý, Çaðatay, Çuva‚ Kýrgýz, Kýpçak, Hoton, Moðol, Özbek, Uygur, Kýrým Tatarcasý veya Türkmen dillerine ait incelemeler de yapýlmýþtýr. Turcica’da her ne kadar Almanca, Ýngilizce, Fransýzca ve Ýtalyanca yazýlar yayýmlanmaktaysa da genellikle yayýn dili Fransýzca ve Ýngilizce’dir. Fakat Ýngilizce’nin payý yýllar geçtikçe artmaktadýr. Son sayýlarda Fransýzca yazýlarla Ýngilizce yazýlar birbirine yakýn sayýdadýr. Turcica’nýn tematik indeksi 1984 yýlýnda ayný dergilerde Zeki Arýkan (TTK Belleten, XLVII/185 [1983], s. 416-452) ve Atilla Çetin (TDA, sy. 29 [1984], s. 93-127) tarafýndan hazýrlanmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Zeki Arýkan, “Turcica, revue d’études turques, Paris-Strasbourg 1969-1979, c. I-XI”, TTK Belleten, XLVII/185 (1983), s. 407-452; Atilla Çetin, “Fransýz Türkologlarýnýn Yayýnladýklarý Turcica (Türk Araþtýrmalarý) Dergisinin Türk Kültürü ve Tarihine Hizmetleri”, TDA, sy. 29 (1984), s. 91127; Turcica, Table des volumes 1 à 30, 1969-99, Paris 1999.

ÿNýcolas Vatýn

˜

TURFAN Doðu Türkistan’da bir vaha ve ayný adý taþýyan tarihî bölge.

Bugün Çin Halk Cumhuriyeti topraklarý içinde kalan bölge tarihî kayýtlarda XIV. yüzyýldan beri bu adla anýlýr. Son derece verimli olan vahanýn en çukur yeri deniz seviyesinden 154 m. aþaðýdadýr. Kuzeyinde Tanrýdaðlarý’nýn 3000 m. yükseklikteki doðu silsileleri Bogdoola ve Kýzýldað yer alýr. Turfan çukurluðu ayný zamanda Asya kýtasýnýn en alçak noktasýdýr. Turfan bölgesi tarihin eski devirlerinde Ch’ü-shih adlý bir devletin etki alaný içindeydi (m.ö. 206m.s. 220). Buranýn en baþlýca özelliði, Çin’den batýya doðru giden kervanlarýn baþlangýç noktasýna yakýn erken konaklama yerlerinden biri olmasýydý; bu sebeple “Garp illerinin kapýsý” diye anýlýrdý. Daha sonra

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURFAN

burada Büyük Hun Ýmparatorluðu’nun hükümdarý Mo-tun egemenlik kurdu ve bölge uzun süre Hunlar’ýn elinde kaldý. Bölgeyi ele geçirmek isteyen Çinliler, Turfan’da ziraat kolonilerinin kurulmasýný teklif ettiler. Turfan bölgesi yöneticileri Hun devrinde Çin ve Hunlar arasýnda denge siyaseti güttüler. Ayrýca Turfan’da Çinliler “kârîz” denen sulama kanallarý ve demir iþçiliðiyle tanýþmýþlardý. Milâttan önce I. yüzyýlda bölgeyi iþgal eden Çin vahanýn doðusunda Kao-ch’ang-pi (yüksek görevlinin bulunduðu surlu kale) adlý yerleþim merkezini inþa etti. Daha sonraki dönemlerde Çin kaynaklarýnda bütün bölgeye Kaoch’ang adý verildi. Bu isimden hareketle Türkler ve müslümanlar arasýnda Koço, Kara-Hoca adý yaygýnlaþtý. Hunlar’ýn ardýndan Kuzey Çin’de kurulan Hun devletçikleriyle ilgili olaylarda sýk sýk Turfan bölgesinin adý geçer. 439-460 yýllarý arasýnda P’ing-liang Hunlarý’ndan Chü-ch’ü Meng-hsün bölgede hâkim iken Tabgaç Hükümdarý T’ai-wu tarafýndan yenilgiye uðratýldý. Hunlar’dan sonra Orta Asya’nýn büyük kýsmýný kaplayan Kao-ch’e (yüksek arabalý / Kanklý) boylarýnýn önemli bir kýsmý Turfan civarýnda yaþýyordu. 460’larda Kanklý kabilelerinin Beþbalýk þehrinde bir siyasî birlik kurduklarý anlaþýlmaktadýr. Ayný yýllarda Moðolistan’daki Juanjuan Devleti, Turfan’ý egemenliði altýna aldý. 485-492 yýllarýnda Turfan’a tamamen hâkim olan Kanklýlar daha sonra kaynaklarda Töles adýyla anýlmaya baþlandý. Göktürkler’in menþeiyle ilgili rivayetlerin birinde Kao-ch’ang adý açýkça geçer ve bölgenin kuzeyi Göktürkler’in çýktýðý ilk yer diye gösterilir. Bu bilgi Turfan’ýn Türk tarihindeki önemli rolünü ortaya koyar. 552’de baðlý olduðu Juan-juan’larý baskýna uðratarak baðýmsýzlýðýný kazanan I. Göktürk Devleti daha baþlangýçta Turfan vahasýný kendine baðladý. 582’de kurulan Batý Gök-

türk Devleti’nin hükümdarý Tardu kýzýný bu bölgeyi yöneten hükümdarla evlendirdi. 639’da Çin egemenliðine girinceye kadar Turfan’da Türkler’in kontrolü sürdü. Arkasýndan Batý Göktürk ülkesinden kopan Ch’u-yüe ve Ch’u-mi Türk boylarý Turfan’a geldiler. Beþbalýk (Pei-t’ing) ve Kagan Stupa, Türkler tarafýndan geliþtirilen þehirlerdi. Doðu Göktürk Devleti 630’da yýkýlýnca Kao-ch’ang Kralý Kao Wen-t’ai, Çin sarayýna gelip baðlýlýðýný sundu, kendisine ve hanýmýna Çin unvanlarý verildi. Ardýndan Çinliler bölgeye sefer tertip ederek kaleleri birer birer ele geçirdiler. Bu devirde Turfan bölgesinin bir baþka özelliði taht mücadelesi yapan Batý Göktürk beylerinin sýðýnma yeri olmasýdýr. 670’ten sonra beliren Tangut tehlikesi Turfan’a kadar uzandý. Bir ara bölgeyi ele geçirdilerse de Türgiþler onlarý geri püskürttü. 692 yýlýnda Çin’deki T’ang hânedanýnýn askerleri bölgeye yerleþti. Daha sonra Türgiþler, Çinliler’le bölge için mücadele ettiler. 704’te Koço yine onlarýn elindeydi. 751’de Talas Savaþý’nýn ardýndan Çinliler Doðu Türkistan’dan uzaklaþtýrýldý. Esasen 745’te kurulan Büyük Uygur Kaðanlýðý, Turfan’ý da hâkimiyeti altýna almýþtý. VII. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren bölgede Uygur yazýsýna rastlanýr. Uygur döneminde bölgede geliþen Budist ve Maniheist kültürü Türkler’i etkilemeye baþladý. 767 yýlý dolaylarýnda Koço, Ötüken Uygurlarý’na baðlý bir “balýk beyi” (vali) yönetiminde görünmektedir. Bölgenin kuzeyindeki Buda ve Mani dinine ait anýtlar Türk kökenli sanatçýlar tarafýndan yapýlýyordu. Koço, Beþbalýk, Yar Hoto ve bunlarýn etrafýndaki Astane, Bezeklik-Murtuk, Toyuk gibi din merkezleri yeniden imar edildi.

Ötüken’deki Uygur Kaðanlýðý’nýn 840’ta yýkýlmasýnýn ardýndan Turfan bölgesi yoðun bir Uygur göçüne sahne oldu. 850 dolaylarýnda Çinliler’in Hsi-chou adýný verdik-

Turfan’da Emin Minaresi ve Camii – Türkistan

leri bir Uygur Devleti mevcuttu. 982 yýlýna gelindiðinde Turfan Uygurlarý’nýn baþýndaki Arslan Han’ýn yazlýk baþkent Koço, kýþlýk baþkent Beþbalýk olmak üzere Türk geleneðine uygun iki baþkenti mevcuttu. Beþbalýk’ta elli kadar tapýnak ve çok sayýda kule vardý. Turfan Uygurlarý mimari sahada çok eser vermiþlerdir. Bu eserlerde Türk otað ve ordu geleneði, eski bozkýr kültürü özellikleri görülmektedir. Uygur mimarisinde dikkati çeken bir geliþme Budist külliyelerinin Türk ordu-balýk yapýsý gibi iç içe iki surla çevrili olmasýdýr. Dört köþede büyük daðlarý temsil eden kuleler ve müstakil inþa edilen iþaret kalesi vardý. Pagoda mimarisinin özelliklerini taþýyan bu kuleler zamanla Uygur sanatýnýn incelikleriyle deðiþti, inceldi, Türk minaresine dönüþtü. Turfan civarýndaki Uygur Devleti 1209 yýlýna kadar baðýmsýz kalmayý baþardý. Ardýndan Moðol Ýmparatorluðu’na baðlanarak 1550’lere kadar bir þekilde varlýðýný sürdürdü. Uygurlar Turfan koleksiyonu adý verilen, Avrupa’daki birçok müzeyi dolduran eserler meydana getirdiler. Buda ve Mani dinlerinin yanýnda Ýslâm dini ve kültürü de bölgede yayýldý. Mâverâünnehir müslümanlarýnýn kâðýt imalini Uygur esirlerinden öðrendiði rivayet edilse de aslýnda kâðýttan Talas Savaþý’ndan sonra haberdar olduklarý ve buradan dünyaya yaydýklarý bilinmektedir. Hatta Çin usulünde tahta basma tekniðinin yanýnda ilk defa Türkçe hecelerden oluþan bir monotip baský da Uygurlar tarafýndan icat edilmiþti. Karahanlýlar döneminde Turfan’ýn bu devletin himayesi altýna girdiði ve medenî bakýmdan onlarý etkilediði kabul edilmektedir. Bazý Maniheist Uygur sanatkârlarýnýn Gazne’ye gittiði ve Dehli Türk Sultanlýðý’na kadar etkilerinin yayýldýðý bilinmektedir. XII. yüzyýlda Karahýtaylar’a baðlanan Turfan’daki Ýdikutlar 1209’da Cengiz Han’a Barçuk Ýdikut önderliðinde itaat ettiler. Onun oðullarý Kesmes ve Salýndý Moðollar’ýn müttefiki oldular. 1248’de Büyük Moðol Haný Güyük Beþbalýk’ta öldü. Buradaki Uygurlar, Çin’deki Moðol hânedanýna baðlý olarak buðra damgasýný kullanýyorlardý. 1286 yýlý civarýnda Cengiz Han’ýn torunu Duva, Koçkar Tegin adlý Ýdikut’u kendisine baðlamak için Beþbalýk’ý kuþattý. Ýdikut’un kýzýnýn Duva’ya verilmesi sonucu kuþatma kaldýrýldý. Ýdikutlar ile Cengizoðullarý arasýnda birçok evlenme gerçekleþti. Çin’deki yüksek görevlere getirilen Ýdikutlar ülkelerinden uzaklaþýyor ve bir daha geri dönmüyorlardý. 1353’te Ýdikut olan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

415


TURFAN

Sangga ve Budashri’nin ardýndan Hos-hang devrinde Ýdikut sülâlesi sona erdi. Ýdikutlar’ýn ardýndan Turfan vahasýný Çaðataylar kendilerine baðladýlar. Burada bu dönemde ipek böceði yetiþtiriliyor, ipekli kumaþlar imal ediliyordu. 1377’den sonra Yar Hoto’nun 20 km. doðusu ve KaraHoca’nýn 45 km. kadar batýsýnda yeni inþa edildiði anlaþýlan Turfan þehri ve idarecisinden bahsedilmektedir. Kâþgar Hükümdarý Hýzýr Hoca (1389-1399) Kara-Hoca ve Turfan’ý iþgal edip halka Ýslâmiyet’i benimsetmek istedi ve burayý ikinci merkez yaptý. 1408’lerden itibaren Çin ile gerçekleþen elçilik teatilerinden Turfan’da hâlâ Budizm’in çok etkili olduðu anlaþýlmaktadýr. Bu dönemde Turfan’ý ziyaret eden Timur’un elçileri, buranýn tamamen Budizm’in etkisinde tapýnaklarla dolu bulunduðunu ve Tirmizli hocalarýn Hami taraflarýnda bir Budist manastýr külliyesinin yanýnda cami inþa ettiklerini görmüþlerdi. Bu dönemlerde Çaðataylýlar’dan Veys Han’ýn baskýlarý karþýsýnda yerel idareci Ýnghi-chan þehirden ayrýlmak zorunda kaldý. 1473’te Turfan’da Ali adlý bir hükümdarýn hüküm sürmesinden hareketle müslümanlarýn bölgede tamamen hâkimiyet kurduklarý sonucuna ulaþýlmýþtýr. Bu hükümdar Hami ve Küsen’i iþgal etti, o devrin yükselen gücü Oyratlar’ý bozguna uðrattý. 1478’de Ali’nin yerini alan oðlu Ahmed, Aksu ve Turfan sultaný oldu. Alaça (öldürücü) unvanýný alan Sultan Ahmed, Hindistan’ý fetheden Bâbür’ün yeðeniydi. 1504’te Þah Beg Þebânî Han tarafýndan maðlûp edilince üzüntüsünden öldü. Ardýndan Ahmed’in oðlu Mansûr ve 1545’te onun oðlu Þah Han, Turfan sultaný oldular. Kalmuklar XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Turfan, Urumçi ve Ýli’yi kapsayan Cungarya Devleti’ni kurdular. Bu dönem hocalarýn vali olarak hüküm sürmesinden dolayý Hocalar dönemi adýyla anýlýr. XVIII. yüzyýlda Turfan hocalarýn egemenliði altýna girdi. 1731’de Turfan müslümanlarý adýna Emin Hoca, Çin hâkimiyetini tanýmak zorunda kaldý. 1760’ta Emin Hoca tarafýndan inþa edilen mescid önemli bir tarihî eser sayýlmaktadýr. Kalmuk istilâsý sýrasýnda bütün Türkistan gibi Turfan da zarar görmüþtü. Burasý 1754-1758 yýllarý arasýnda Çin tarafýndan ilhak edildi. 1756’da Aksu’nun batýsýndaki Uc þehrinin halký isyan ettiði gerekçesiyle Çinliler tarafýndan öldürüldü. Yeni bir þehir kurmak üzere Turfan ahalisi buraya getirildi. Kurulan þehrin adýna Uc Turfan denildi. Asýl Turfan’a ise Köhne Turfan adý verildi. 1760’ta Emin 416

Hoca’nýn oðlu Süleyman bölgeyi idare ediyordu. 1820’de Turfan Beyi Ebû Ahmed’in Çin’deki Ch’ing hânedanýnýn imparatoruna hediyeler yolladýðý kaydedilmektedir. 1865’te Hokand valisini devirerek baðýmsýzlýðýný ilân eden Yâkub Beg 1866’da Hoten’i, 1867’de Kuça’yý ele geçirdikten sonra 1868’de Turfan ve Kumul’u kendine baðladý. 1877’de Turfan’ý yeniden iþgal eden Çinliler’in Mançu hânedaný Köhne Turfan’ý 1879-1898 yýllarý arasýnda tamamen yýktý. Köhne Turfan’ýn yerine Çince adla anýlan bir yerleþim yeri kurulduysa da þehrin batýsýnda müslüman Türkler’in kurduðu mahalleye yine Turfan denildi. Ocak 1933’te Turfan’da Mahmud Muhiti liderliðinde ayaklanma baþlatýldý. Bütün mücadelelere raðmen Çinliler’e karþý kesin bir sonuç elde edilemedi. II. Dünya Savaþý neticesinde Çin’de Kuo-min-tang taraftarlarý (milliyetçiler) iç savaþý kaybettiler ve Tayvan’a sýðýnmak zorunda kaldýlar. Ýktidarý tam anlamýyla ele geçiren komünistler kontrolü saðladýlar. Eylül 1949’da Doðu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti tarafýndan iþgal edildi. BÝBLÝYOGRAFYA :

Atâ Melik el-Cüveynî, The History of the WorldConqueror (trc. J. A. Boyle), Manchester 1958, I, 44-53; Chen Yüan, Western and Central Asians in China under Mongols, Los Angeles 1960, s. 17, 191, 204, 216; A. von Gabain, Das Uigurische Königreich Chotscho, Berlin 1961, s. 20; Bahaeddin Ögel, Sino-Turcica: Çingiz Han ve Çindeki Hanedanýnýn Türk Müþavirleri, Taipei 1964, s. 14-27; a.mlf., Büyük Hun Ýmparatorluðu, Ankara 1981, I, 447-450; II, 11-23, 367, 368, 428435, 473-475; a.mlf., Ýslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1984, s. 156, 168, 213, 349, 351, 357, 360-362, 366; A. Kollautz – H. Miyakawa, Die Jou-jan der Mongolei und die Awaren in Mitteleuropa, Klagenfurt 1970, s. 108, 126-128; A. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakýn Tarihi, Ýstanbul 1981, s. 3, 4, 13, 56, 78; B. A. Litvinski, Vostoçniy Turkestan i Sredneyaya Aziya, Moskva 1984, s. 4-29, 30-54, 61-96, 156-164, 165-179, 180 vd.; W. Eberhard, Çin Tarihi, Ankara 1987, s. 281, 292, 306; Özkan Ýzgi, Uygurlarýn Siyasi ve Kültürel Tarihi: Hukuk Vesikalarýna Göre, Ankara 1987, s. 41-47; Mehmed Emin Buðra, Þarki Türkistan Tarihi, Ankara 1988, s. 541-552; O. Lattimore, Inner Asian Frontiers of China, Oxford 1988, s. 179-181; K. Baypakov – Rakip Nasýrov, Po Velikomu Þelkovomu Puti, Almatý 1991, s. 10-13, 7072, 77; Hüseyin Salman, Türgiþler, Ankara 1998, s. 7, 17, 52, 90; D. Christian, A History of Russia, Central Asia and Mongolia, London 1998, s. 72, 190, 197, 200, 210, 217, 237, 249, 254, 267, 268; Koyþýgara Salgarulý, Siungnu-Han Kitabýnnan, Almatý 1998, s. 32-43; Erken Ýç Asya Tarihi (der. Denis Sinor), Ýstanbul 2000, s. 38, 58, 186, 209, 414, 415, 416, 515; S. G. Klyaþtorny, “Tsentralnaya Aziya v Epohu Antiçnosti”, Ýstoriya Kazahstana i Tsentralnoy Azii, Almatý 2001, s. 54-59, 69-70; P. B. Golden, Türk Halklarý Tarihine Giriþ (trc. Osman Karatay), Ankara 2002, s. 134, 139-140, 144; Ahmet Taþaðýl, Göktürk-

ler, Ankara 2003, I, 9-14, 95; II, 1, 56, 79; a.mlf., Çin Kaynaklarýna Göre Eski Türk Boylarý, Ankara 2004, s. 18, 23, 29, 33, 36, 43, 53, 54, 56, 65, 100; Emel Esin, “Turfan”, ÝA, XII/2, s. 115118; S. Soucek, “Turfan”, EI 2 (Ýng.), X, 675-677.

ÿAhmet Taþaðýl

TURGUT ALP

(ö. 735/1334-35’ten sonra)

Osman Bey’in en yakýn silâh arkadaþlarýndan biri.

˜

Hayatýna dair çok az bilgi vardýr. Onun tarihî bir þahsiyet olmayýp halk rivayetlerinde ortaya çýkan efsanevî bir kiþi olduðu da ileri sürülür. Bununla birlikte ilk Osmanlý kronikleri yanýnda bazý Bizans kaynaklarýnda çeþitli askerî faaliyetleri dolayýsýyla adý zikredilir. Ýsmindeki Alp kelimesi bir unvandýr ve muhtemelen onun veya babasýnýn Selçuklu Devleti’nin hizmetinde dirlik sahibi olduðuna iþaret eder. Ýlk Osmanlý kaynaklarýndaki rivayetlere göre Osman Bey’in yanýnda bulunmuþ ve Yarhisar’ýn alýnmasýna katýlmýþ, ardýndan Ýnegöl’ün fethiyle görevlendirilmiþtir. Kaynaklarda Turgut Alp’in þehri muhasara ederken Osman Bey’in de yardýma geldiðine deðinilir. Yine Ýnegöl’ün fethi esnasýnda þehrin tekfuru Aya Nikola’nýn Türkler’e karþý düþmanca hareketleri sebebiyle idam edildiði ve þehrin idaresinin Turgut Alp’e verildiði kaydedilir. Bundan sonra Turgut Alp, Köse Mihal ile birlikte Orhan Gazi’nin yanýnda Atranos’un (Orhaneli) fethine katýldý. Orhan Bey’in geldiðini haber alan Atranos hâkimi hisardan çýkýp kaçarken bir kayadan düþerek öldüðünden kale kolayca ele geçirildi (725/1325). Atranos’un alýnmasý Bursa’nýn fethini kolaylaþtýrdý. Turgut Alp’in 735 (1334-35) yýlýnda sað olduðu bilinmekte, fakat epeyce yaþlý olduðu anlaþýlmaktadýr. Onun ayrýca Ýnegöl çevresinde Keþiþ daðý yakýnýnda yaþayan derviþlerden Geyikli Baba ile yakýnlýðýna dair bazý rivayetlere rastlanýr. Adý ölümünden sonra Ýnegöl yöresine verilmiþ ve burasý Turgut-ili diye anýlmýþtýr. Âþýkpaþazâde, Neþrî ve diðer tarihçiler de Ýnegöl yöresini Turgut-ili þeklinde anar. Bu adlandýrma XVI. yüzyýldan itibaren tamamen ortadan kalkmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Âþýkpaþazâde, Târih (Atsýz), s. 102, 105, 110, 122; Neþrî, Cihannümâ (Unat), I, 102, 112, 130, 168; C. Imber, “The Legend of Osman Gazi”, The Ottoman Emirate: 1300-1389 (ed. E. Zachariado), Rethymnon 1993, s. 71-72; Faruk Sümer, “Turgut Alp”, ÝA, XII/2, s. 119-120; G. Leiser, “Torghud”, EI 2 (Ýng.), X, 570.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

ÿFaruk Sümer


TURGUT REÝS

TURGUT REÝS

(ö. 972/1565)

˜

Osmanlý denizcisi, Trablusgarp beylerbeyi.

Menteþe sancaðýna baðlý Seravalos köyünde tahminen 1487 yýlýnda doðdu. Babasý Velî adlý bir çiftçidir. Genç yaþta denizciliðe ilgi duyarak gemiciler arasýna girmiþ, kýsa sürede leventlere katýlmýþ ve levent kaptanlýðýna yükselmiþtir (Âlî Mustafa, vr. 300a). Denizciler arasýnda Büyük Turgut olarak bilinen Turgut Ata’ya nisbetle Osmanlý kaynaklarýnda Turgutça, Avrupa literatüründe Dragut þeklinde tanýnmýþ, Ýslâm dünyasýnda “Seyfü’l-Ýslâm / Ýslâm’ýn kýlýcý” gibi sýfatlarla anýlmýþtýr. Daha çok Orta ve Batý Akdeniz’de faaliyet gösteren Turgut Reis, korsan denizciliðinin yaygýn olduðu dönemde Barbaros kardeþlerle birlikte deniz gazâlarýnda bulundu. Preveze Deniz Savaþý’na (1538) gönüllü levent reisi sýfatýyla gemisiyle katýldý ve çeþitli yararlýklar gösterdi. 1540’ta Küçük Malta diye bilinen Gozo’ya akýn düzenledi. Ayný yýl Korsika adasýna düzenlediði baþka bir akýnda beraberindeki on üç gemiyle birlikte Andrea Doria’nýn yeðeni Giannettino Doria tarafýndan esir alýndý. Üç yýl sonra Fransa için yürüttüðü yardým harekâtý sýrasýnda Barbaros Hayreddin Paþa’nýn Ceneviz’i yaðmalamakla tehdit etmesi üzerine serbest býrakýldý. Barbaros, Turgut Reis’i divanýnda, “Nefsinde bir yarar gazidir” diyerek övmüþ ve kendi yedek gemisini verip taltif etmiþtir (a.g.e., vr. 301b). Batý Akdeniz’de düzenlediði pek çok gazâ neticesinde elde ettiði gelirlerle filosunu büyüterek yirmi beþ gemiye sahip oldu. Turgutça Bey, gösterdiði yararlýklardan dolayý “Akdeniz leventleri kaptaný” sýfatýyla 12 Cemâziyelâhir 954’te (30 Temmuz 1547) hil‘atle taltif edildi (BA, KK, nr. 1864, s. 14). Bu sýrada Cerbe adasýnýn Kantara Limaný’nda yedi sekiz parçadan oluþan filosundaki gemileri yaðlarken 150 gemiden meydana gelen Ceneviz ve Venedik donanma-

sý tarafýndan kuþatýldý, ancak adanýn coðrafî yapýsýný iyi bildiðinden tehlikeyi kolayca atlattý (a.g.e., vr. 301a-b). Tunus’un Ýspanya’ya tâbi Mehdiye Kalesi’ni halkýn desteðiyle zaptederek kendisine üs edindi. 7 Cemâziyelevvel 957’de (24 Mayýs 1550) Mehdiye ve civarý 500.000 akçe sâlyâne ile Turgut Bey’e sancak olarak verildi ve fethettiði diðer yerler bu sancaða ilâve edildi (BA, KK, nr. 209, s. 53). Fakat þehir ayný yýl birkaç ay süren kuþatmanýn ardýndan Ýspanya donanmasý tarafýndan geri alýndý. Akdeniz’deki gazâlarý sýrasýnda on sekiz kadýrga ele geçirdi. Selânik’ten Venedik’e giden iki barçaya Manyaburnu’nda el koydu. Muhtemelen bu sýrada bir Venedik barçasý ile karþýlaþtý; gemi kaptanýnýn pîþkeþ sunmamasý yüzünden üç gemisiyle barçayý topa tutarak içindekileri kýlýçtan geçirdi. Venedik balyosunun Vezîriâzam Rüstem Paþa’ya þikâyet etmesi üzerine Ýstanbul’a çaðrýldýysa da Rüstem Paþa’nýn onu kardeþi Kaptanýderyâ Sinan Paþa’nýn rakibi saydýðý için pek hoþlanmadýðýný düþündüðünden Ýstanbul’a gitmedi ve bir süre Kuzey Afrika taraflarýnda kaldý (a.g.e., vr. 300b-301a). Trablusgarp’ýn fethi kararlaþtýrýldýðýnda Kanûnî Sultan Süleyman, Turgut Reis’i Ýstanbul’a çaðýrdý; Kur’ân-ý Kerîm ve bir altýn kýlýç göndermek suretiyle gönlünü aldý. Malta þövalyelerinin yönetimindeki Trablusgarp’ýn fethedilmesi durumunda kaydýhayat þartýyla beylerbeyiliðin kendisine verileceði vaad edildi. Kaptanýderyâ Sinan Paþa’nýn 120 kadýrgadan oluþan donanmasý Turgut Reis’in filosu ile Akdeniz’de birleþerek önce Malta’ya akýn düzenledi ve Gozo adasýný yaðmalayýp Trablusgarp’a yöneldi. Kâtib Çelebi’nin ifadesiyle “gazî-i mezbûrun ma‘rifeti ve delâleti ile” Turgut Reis’in iþ birliði sonucu Trablusgarp fethedildi (12 Þâban 958 / 15 Aðustos 1551). Ancak fetihten sonra beylerbeyiliðine Hadým Murad Aða’nýn getirilmesine içerleyen Turgut Reis’in beraberindeki filo ile Maðrib’e hareket etmesi üzerine diðer kaptanlar da onunla beraber gitti; Si-

Turgut Reis’in türbesiyle sandukasý

nan Paþa yalnýz kaldýðýný görüp aracýlar vasýtasýyla onun gönlünü almaya çalýþtý. Turgut Bey önce Uluç Ali gibi yanýndaki kaptanlara izin verdi, ardýndan onlarýn ricalarýný geri çevirmeyerek kendisi de Ýstanbul’a döndü (Tuhfetü’l-kibâr, s. 100-101). 21 Ramazan 958’de (22 Eylül 1551) 300.000 akçe gelirle ve Turgutça Bey adýyla Karlý-ili sancak beyliðine tayin edildi (Emecen – Þahin, XIX/23 [1999], s. 59). Aralýk 1551’de kýrk kadýrgalýk bir filo ile Ege denizinin muhafazasý görevi kendisine verildi (Arýkan – Toledo, s. 288). Turgut Reis bu görevde iken OsmanlýFransa ittifakýnýn gereði olarak Batý Akdeniz’de faaliyetlerini sürdürdü. 1 Þubat 1553 tarihli antlaþmaya göre Fransa donanmasý Osmanlý donanmasý emrine verildi. 3 Receb 960’ta (15 Haziran 1553) Turgut Reis, kýrk beþ kadýrgadan meydana gelen donanmasýyla Akdeniz’de Fransa’ya yardým harekâtýna baþladý. Ýki donanmanýn baþýnda önce karýþýklýk içindeki Tunus’a yönelmek istediyse de Fransýzlar, Ýspanya’ya ait Elbe ve Korsika üzerine gidilmesinde ýsrar etti. Elbe adasýna yönelik harekât baþarýlý olmamakla beraber Korsika’ya çýkarma yaptý. Turgut Reis, Korsika’nýn en müstahkem kalesi durumundaki Bestia (Peþtiye) Limaný’na asker çýkardý. Pek çok saldýrýdan sonra kale alýnmakta iken 4000 atlý ve 3000 piyadeden müteþekkil bir Ceneviz ordusu þehri kurtarmak için yardýma geldi. 7 Ramazan 960’ta (17 Aðustos 1553) yapýlan meydan savaþýný Turgut Reis kazandý. Yardým kuvvetlerinin yenilmesi üzerine kaledekiler emanla teslim oldu. Kale halkýnýn ileri gelenlerinden kýrk elli kiþi serbest býrakýldý, diðerleri esir alýndý. Turgut Reis kalede bulunan 7000 müslüman esiri kurtarýp Avlonya’ya götürdü. Preveze’de gemilerinin bakýmýný yaptýktan sonra Bestia dahil Korsika’nýn diðer sahil þehirlerinden alýnan esir ve ganimetlerle birlikte Ýstanbul’a döndü. 18 Zilhicce 960’ta (25 Kasým 1553) donanma ganimeti olarak Hazîne-i Âmire’ye 7133 dirhem gümüþ kap teslim etti (BA, D. BRZ, nr. 20617, s. 24). Korsika harekâtý sýrasýnda kalelerde yararlýk gösterenlere terakki verilmesi için Halep’teki Kanûnî Sultan Süleyman’a arzda bulundu (BA, KK, nr. 210, s. 258, 260-262, 278, 296-297). Receb 961’de (Haziran 1554) emrinde elli kadýrgadan meydana gelen bir donanma ile Akdeniz’e açýldý. Bu donanmada bulunan kürekçi, alatçý, kalafatçý, gönüllü cenkçi, reis ve alemdarlar için kendisine receb-ramazan (haziran-temmuz-aðustos) aylarý mevâcibi ola-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

417


TURGUT REÝS

rak 4 milyon akçe teslim edilmiþti (BA, D. BRZ, nr. 20617, s. 58). Dönüþ yolunda iken Eylül 1554’te Nakþa’ya tâbi Ýne adasýný yaðmalayýp halkýný esir alan Maðrib korsanlarýyla birlikte hareket eden sekiz gemiyi ele geçirdi (BA, MD, nr. 1, hk. 276). Kanûnî Sultan Süleyman Ýran seferi dönüþünde Amasya’da iken Karlý-ili sancak beyi Turgut Reis, 13 Safer 962’de (7 Ocak 1555) saraya gümüþ kap ve ipekli kumaþlardan çeþitli pîþkeþler sundu (BA, KK, nr. 1766, s. 108). Kazandýðý baþarýlardan dolayý Kanûnî kendisini Cezayir beylerbeyiliðiyle (kaptanýderyâlýk) taltif etmek istediyse de Rüstem Paþa’nýn onun taþrada yetiþtiðini ve idarî görev istemediðini ileri sürmesiyle bundan vazgeçti. Kaptanýderyâ Piyâle Bey, Fransýz donanmasýyla birlikte Ýspanya’ya karþý yapacaðý ilk seferinde (1555) donanmaya gönüllü levend gemilerinin de katýlmasý sebebiyle Turgut Reis’in desteðini alma ihtiyacýný duydu (Lokmân b. Hüseyin, vr. 73a). Trablusgarp Beylerbeyi Hadým Murad Paþa’nýn vefat haberini Ýstanbul’da alan Turgut Reis, Edirne’ye giden Kanûnî’nin yolda önüne geçerek kendisine beylerbeyilik verilmesini istedi ve Cemâziyelevvel 963’te ( Mart 1556) bu göreve tayin edildi (BA, MD, nr. 2, hk. 370). Trablusgarp beylerbeyiliði sýrasýnda eyaletin imar ve tahkimine çalýþtý. Deniz seferlerine çýkýp Avrupa sahillerini ve hýristiyan gemilerini vurarak elde ettiði ganimetlerle eyaletin refah seviyesini yükseltti. Ancak bir süre sonra bölgedeki bazý Arap liderlerinin menfaatleri yüzünden anlaþmazlýk çýkarmasý ve bir Haçlý donanmasýnýn Trablusgarp’ý zaptetme ihtimali karþýsýnda 966 (1559) yazýnda Piyâle Paþa seksen sekiz kadýrga ile yardým için Akdeniz’e açýldý (TSMA, nr. E. 595). Ortada hiçbir donanma görünmediðinden Osmanlý donanmasý Ýstanbul’a geri döndü; Turgut Reis’e ve Trablusgarp halkýna bölgeyi korumalarý emri verildi (BA, MD, nr. 3, hk. 250, 381, 518, 578-583). Ýspanya yönetimindeki müttefik donanmanýn Cerbe adasýný iþgal etmesi üzerine Piyâle Paþa 4 Nisan 1560’ta donanmayla Tersane’den hareket etti. Turgut Reis’in de kendi kadýrgalarýyla 20 Þâban 967’de (16 Mayýs 1560) donanmaya katýlmasý üzerine baþlayan Cerbe Kalesi kuþatmasý yaklaþýk iki ay sürdü ve 7 Zilkade’de (30 Temmuz) ada fethedildi. Turgut Paþa’nýn beraberinde Trablus, Kayrevan ve Sefâkus kalelerinin askerleriyle atlý ve piyade tüfekçileri bulunuyordu. Cerbe’nin fethinden sonra Piyâle Paþa, askeri gemilere bindi418

rerek 4 Aðustos’ta isyancý Araplar’ý te’dip etmek için Trablusgarp’a geçti. Ertesi yýl Turgut Reis esir aldýðý Ceneviz asýllý Cigala kaptanla daha sonra kaptanpaþa ve vezîriâzam olan oðlu Cigalazâde’yi 13 Muharrem 969’da (23 Eylül 1561) kethüdâsý Ali vasýtasýyla Ýstanbul’a gönderdi. Bu sýrada saraya serâser, çatma, benek, kemha, atlas ve çuhadan pek çok hediye sundu; karþýlýðýnda iki ay sonra in‘âm olarak iki hil‘at gönderildi (BA, D. BRZ, nr. 20619, s. 2, 8). Bu dönemde gönüllü reislerin Turgut Reis’e baðlý olarak görev yapmaya devam ettiði, kendisinin 4 Zilkade 971’de (14 Haziran 1564) Avlonya ve Ýnebahtý’dan para karþýlýðýnda peksimet aldýðý görülmektedir (BA, KK, nr. 218, s. 183). 1564 yýlý sonlarýnda gönüllü reislerle birlikte Malta seferine katýlma emri alan ve tavsiyelerine baþvurulan Turgut Reis (BA, MD, nr. 6, hk. 429, 562), tehdit altýndaki Trablusgarp Kalesi’ne barut ve topçu gibi bazý ihtiyaçlarýn gönderilmesi için Ýstanbul’a baþvurdu. Cemâziyelâhir 972’de (Ocak 1565) bir karamürsel gemisiyle kendisine kereste yollandý (BA, MD, nr. 6, hk. 587, 950). Malta seferi serdarý Vezir Mustafa Paþa’ya kuþatma için Turgut Reis’i beklemesi tâlimatý verildi. Turgut Reis, Malta hazýrlýklarý sýrasýnda Ramazan 972’de (Nisan 1565) Karaferye’deki Pertev Paþa haslarýndan 200 müd hububat satýn alarak Çitros Ýskelesi’nden kalyonuna yükletti (BA, MD, nr. 6, hk. 1035, 1115, 1419). Bir ay sonra Ýstanbul’a gelen kalyatasýna Akdeniz’e kýyýsý bulunan yerlerden peksimet satýn alma izni verildi (BA, MD, nr. 6, hk. 1184). 2 Haziran’da on üç kadýrga, iki kalyata ile adaya gelen Turgut Reis’e otuz korsan gemisi eþlik ediyordu. Malta kuþatmasýnýn Saint Elmo Kalesi’nden baþlatýlmasýný isabetli bulmadýðý halde yine de harekâta bizzat katýldý. Bu sýrada filosunun hazýrlýklarýný yürütebilmesi için kendisine 1000 kadýrga küreði ile gemi halatý yüklü iki gemi malzeme gönderilmiþti (BA, MD, nr. 6, hk. 373, h. 1290). Çatýþmalar sýrasýnda Saint Michel Burcu’nu topa tutan birliðe kumanda ediyordu. 18 Haziran’da taþa çarpan bir gülle parçasýyla baþýndan aðýr yaralandý. 24 Zilkade 972’de (23 Haziran 1565) Malta’daki Santarma (Saint Elmo) Kalesi’nin fethedildiði gün bu yara sebebiyle öldü (BA, KK, nr. 7501, s. 25). Cenazesi kendisine ait beþ kadýrga ile Trablusgarp’a götürüldü ve kendi yaptýrdýðý caminin hazîresine defnedildi. Bu sýrada Ýstanbul’da henüz öldüðü bilinmediðinden MarsilyaÝskenderiye deniz yoluyla Cerbe yakýnlarýn-

daki Fransýz tüccar gemilerinin güvenliðinin saðlanmasý hususunda emirler gönderiliyordu (BA, MD, nr. 6, hk. 1359, 1361, 1362, 1398). Turgut Reis’in ölüm haberinin muhtemelen temmuz sonlarýnda Ýstanbul’a ulaþmasý üzerine yanýndaki gönüllü reisler bir gemiyle Ýstanbul’a gönderildi. Ölümünden dört ay sonra Turgut Reis’in hazinedarbaþýsý Murad’ýn Ýstanbul’a çaðrýlarak muhallefâtýn eksiksiz þekilde ailesine teslim edilmesi istendi (BA, MD, nr. 5, hk. 537, 1300). Turgut Reis, Trablusgarp’ta bir cami ve hamam inþa ettirmiþ, mezarýnýn olduðu hazîreye sonradan bir türbe yapýlmýþtýr. Arþiv belgelerinde Turgut Reis Camii’nin ve diðer eserlerin zaman zaman tamir edildiði, masraflarýnýn cami vakfýndan karþýlandýðý kaydedilmektedir. Cami, türbe, mezarlýk ve hamamýn 1960’lardaki durumu hakkýnda yapýlan incelemede aslýna göre deðiþen pek çok kýsým olduðu tesbit edilmiþtir (bk. TURGUT REÝS KÜLLÝYESÝ). Turgut Reis’in ayrýca Ýzmir’de bir mescid (BA, EV-d, nr. 16719), Balçýk’ta bir cami yaptýrdýðý bilinmektedir (BA, Ý.D.H., nr. 49377). Tarihçi Âlî Mustafa Efendi, Turgut Reis hakkýndaki bilgileri onun akrabasý Kaid Hasan’ýn oðlu, III. Murad devri þairlerinden Sâmi’nin takrirlerinden aldýðýný belirtmektedir. Turgut Reis’in yakýn çevresinde amcasýnýn oðlu Süleyman, kýz kardeþinin oðlu reis Îsâ Bey gibi denizci akrabalarý bulunmaktaydý. Barbaros Hayreddin Paþa’nýn oðlu Hasan Paþa ise damadý idi. BÝBLÝYOGRAFYA :

Celâlzâde, Tabakåtü’l-memâlik, vr. 476b-479b; Lokmân b. Hüseyin, Zübdetü’t-tevârîh, TÝEM Ktp., nr. 1973, vr. 73a; Fr. Balbi di Corregio, The Siege of Malta 1565 (trc. H. A. Balbi), Copenhagen 1961, s. 64, 81; Âlî Mustafa Efendi, Künhü’l-ahbâr, ÝÜ Ktp., TY, nr. 5959, vr. 300a-301b; Zekeriyyâzâde, Ferah: Cerbe Savaþý (haz. Orhan Þaik Gökyay), Ýstanbul 1975, s. 94; Kâtib Çelebi, Tuhfetü’lkibâr (haz. Ýdris Bostan), Ankara 2008, s. 93, 100-101, 153; S. Lane-Poole, The Barbary Corsairs, London 1896, s. 127; Fevzi Kurtoðlu, Turgut Paþa, Ýstanbul 1935, s. 355-454; Aziz Samih Ýlter, Þimali Afrika’da Türkler, Ýstanbul 1937, II, 196-209; Muzaffer Arýkan – P. Toledo, XIV.-XVI. Yüzyýllarda Türk-Ýspanyol Ýliþkileri ve Denizcilik Tarihimizle Ýlgili Ýspanyol Belgeleri, Ankara 1995, s. 288, 292; Ali Saim Ülgen, “Trablusgarp’ta Turgut Reis Mimarî Manzumesi”, VD, sy. 5 (1962), s. 87-92; Cengiz Orhonlu, “Turgut Reis ve Korsika Baskýný”, BTTD, sy. 15 (1968), s. 70; Feridun M. Emecen – Ýlhan Þahin, “Osmanlý Taþra Teþkilâtýnýn Kaynaklarýndan 957-958 (15501551) Tarihli Sancak Tevcîh Defteri”, TTK Belgeler, XIX/23 (1999), s. 59, 97; Ýdris Bostan, “Malta”, DÝA, XXVII, 540-541; S. Soucek, “Torghud Re’ýs”, EI 2 (Ýng.), X, 570-571.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

ÿÝdris Bostan


TURGUT REÝS KÜLLÝYESÝ

˜

TURGUT REÝS KÜLLÝYESÝ Trablusgarp’ta XVI. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda inþa edilen cami ve türbe.

Ünlü Türk denizcisi Turgut Reis tarafýndan yaptýrýlmýþtýr. Cami, türbe ve hamamdan oluþan bu külliyeye daha sonra iki türbe ilâve edilmiþtir. 12 Þâban 958 (15 Aðustos 1551) tarihinde, Malta þövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp’ý fetheden Turgut Reis 1556-1565 yýllarý arasýnda burada beylerbeyi sýfatýyla görev yapmýþtýr. Malta kuþatmasý sýrasýnda 24 Zilkade 972’de (23 Haziran 1565) Saint John þövalyelerine karþý Saint Elmo Kalesi’ne gerçekleþtirilen bir saldýrýda þehid düþen Turgut Reis’in naaþý Trablusgarp’a getirilerek yaptýrdýðý külliyeye defnedilmiþtir. Turgut Reis, Trablusgarp’ýn kuzeyine hâkim bir tepe üzerinde önce bir kale inþa ettirmiþ, daha önce 1510 yýlýnda tahrip edilen büyük caminin kalýntýlarýnýn üzerine de Turgut Reis Sarayý diye anýlan kendi sarayýný yaptýrmýþtýr. Burada þövalyelerin inþa ettirdiði bir þapelin üstüne yapýlan caminin kitâbesinden binanýn 958 (1551) yýlýnda inþa edildikten sonra 1013’te (1604) Ali Bey tarafýndan yeniden ihya edildiði anlaþýlmaktadýr. Cami planý itibariyle tabhâneli / zâviyeli Osmanlý camilerine benzerliðiyle dikkati çekmekte olup bölgenin çini mozaik ve ahþap iþçiliðinin en güzel uygulamalarýný bünyesinde barýndýrmýþtýr. II. Dünya Savaþý’nda Ýngiliz savaþ gemilerinin attýðý bombalarla caminin harim

Trablusgarp’ta Turgut Reis Camii ve Türbesi – Libya

kýsmý ile minaresi hasar görmüþ, savaþtan sonra Trablusgarp Vakýflar Ýdaresi tarafýndan betonarme direkler üzerine oldukça basit þekilde yapýlan eklemelerle binanýn eski görünümü bozulmuþtur. Bu çalýþmalar sýrasýnda binaya geniþ bir orta avlu eklenmiþ, dükkân, helâ, gusülhâne ve hizmet odasý gibi birimler ilâve edilmiþtir. Hasar gören minarenin petek ve külâh kýsmý eskisine göre daha kýsa biçimde tamamlanmýþtýr. Camide 1960’ta Türkiye Cumhuriyeti Vakýflar Umum Müdürlüðü bir tamir yaptýrmýþ, son olarak 2009 yýlýnda iki Türk firmasý tarafýndan Turgut Reis Türbesi’nin restorasyon çalýþmasý gerçekleþtirilmiþtir. Kaleiçi semtinde Seydi Turgut caddesi kenarýnda Türk Çarþýsý ile Bâbülbahr arasýnda yer alan cami ve türbeler limana hâkim bir konumdadýr. Caminin yan sokaða bakan asýl giriþ kýsmý tamamen yeniden yapýlmýþtýr. Maðrib üslûbunda söve ve kemerli kapýsýyla, at nalý kemer ve Roma tarzý baþlýklarýyla yapý zevksiz bir hüviyete sahiptir. Seydi Turgut caddesinin köþesine rastlayan bu kapý dýþ duvar cephesinden biraz geriye alýnmýþtýr. Cami, bombardýmandan sonra yapýlan merkezî kýsmýyla beraber iki ayrý tekniðe ve þekle sahip olmuþtur. Betonarme merkezî kýsým üslûpsuz ve çirkin bir yapýdýr. Uzun, iri ve dairevî on iki adet betonarme sütun üzerine oturtulan kemerlerin taþýdýðý yirmi kubbe nisbetsiz ve sakil görünüþlüdür. Binanýn eskiden kalan kýsýmlarý daha alçak ikiþer sütuna ve ayaða (Roma harabelerinden getirilmiþ mimari parçalardan kompozit ve toskan üslûbundaki

baþlýklar ve trakit sütunlar) dayanmakta, kemer ve kubbelerle çok mütevazi bir etki oluþturmaktadýr. Burada yer alan ve basit tromplarla geçiþleri saðlanan kubbeler altýþardan on iki adet olup elips biçimindedir. Kubbelerin derinliði, kasnak kýsýmlarý, kemer kavisleri, sütunlarýn boylarý savaþýn ardýndan yapýlan merkezî kýsma nazaran daha iddiasýz, fakat oldukça ölçülüdür. Caminin mihrabý ve minberi gayet acemice yapýlmýþtýr. Müezzin mahfeli ve kürsü vazifesini gören maksûre ahþaptýr ve iki ayak arasýna yerleþtirilmiþtir. Caminin duvarlarý, kemerleri ve kubbeleri sývalý olup kubbe göbekleri basit, kabartma tezyinatla süslüdür. Son döneme ait kûfî yazýlý çini plakalarla cami cepheleri acemice süslenmiþtir. Cami duvarýndan oldukça uzak mesafede caddeden avluya girilen kapýnýn yanýnda yer alan minare kare kaide üzerinde silindirik gövdelidir. Altmýþ üç basamaklý bir merdivenle çýkýlan minarenin masif þerefe üzerinde yükselen kýsa peteði üstünde yeþil renkli ahþap basýk külâh ve alem vardýr. Caminin son cemaat yerindeki kapýsý üzerinde iki kitâbe görülmektedir. 1013 (1604) tarihli dört satýrlýk tamir kitâbesi Türkçe olup Ýstanbul âbidelerindeki tarihleriyle tanýnan “Hâtif” mahlaslý þaire aittir. 1366 (1946-47) tarihli on satýrlýk Arapça kitâbe ise mütevelli Mahmud Bey tarafýndan Neccâr Cemîl Kadý’nýn ve mutemet Ali Efendi’nin denetimi altýnda tamir yaptýrýldýðýný belirtmektedir. Turgut Reis Türbesi. Caminin kýble duvarýna bitiþik olan yapý kare planlýdýr ve üzeri pandantiflerle geçiþi saðlanan kubbe ile örtülüdür. Türbenin kuzeyinde kuzey-güney istikametinde dikdörtgen planlý bir avlu vardýr. Avluya kuzey yönünde önü iki taraftan merdivenli bir sahanlýkla ulaþýlan, üstü kubbeli ve yanlarý tonozlu bir mekândan geçilerek ulaþýlýr. Bu kapý geçidinin iki yanýnda ve avluda kabirler bulunmaktadýr. Kuzeyde cephesi iki kemerli ve üstü tonozla örtülü revak düzeninden sonra yer alan türbe kapýsý bina aksýna göre olmayýp cephenin saðýndadýr. Türbenin revak kýsmýnda antik harabelerden getirilmiþ kompozit bir baþlýkla kaba ve kýsa bir sütun, üzerinde yuvarlak kemerler görülmektedir. XIX. yüzyýlda tamir edilen türbe kapýsý söveleri ve eþiði empire üslûbunun tesiriyle bozulmuþtur. Cami ile türbe arasýna açýlan bir pencere dua ve hâcet penceresi vazifesini görmektedir. Kapýnýn yanýndaki pencere ön avluya, karþýsýndaki güneydeki dýþ avluya açýlýr. Doðuda yer

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

419


TURGUT REÝS KÜLLÝYESÝ

caklýkta beþ halvet hücresi vardýr. Hamamýn soðukluk kýsmýnýn ortasýndaki fýskýyeli havuzun fýskýye kýsmýnýn kaba çiçek süslemeleri Lâle Devri üslûbunu andýrmaktadýr. Turgut Reis Külliyesi’nde yapýlar her ne kadar birçok özellikleriyle yerel unsurlar taþýsa da plan ve kitle yönünden Osmanlý mimarisinin genel özelliklerine sahiptir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Turgut Reis Camii’nin kitâbesi ve içinden bir görünüþ

Jamil M. Abun-Nasr, A History of the Maghrib in the Islamic Period, Cambridge 1987, s. 191; A. Petersen, Dictionary of Islamic Architecture, London 1999, s. 286; J. Azema, Libya Handbook, Bath 2000, s. 72-74; A. Ham, Libya, London 2002, s. 33; B. L. McLaren, Architecture and Tourism in Italian Colonial Libya: An Ambivalent Modernism, Seattle 2006, s. 255; R. B. St. John, Historical Dictionary of Libya, Lanham 2006, s. 255; Saeid Ali Buhlfaia, Historical Background of Libyan Mosque Architecture: Assessment and Criticism of Mosques in Ajdabiya City (yüksek lisans tezi, 2006), Orta Doðu Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, s. 15, 53-58; N. Jorga, Osmanlý Ýmparatorluðu Tarihi (trc. Nilüfer Epçeli), Ýstanbul 2009, III, 101; G. E. Woodberry, “Tripoli”, Scribner’s Magazine, LV/5, New York 1914, s. 565; Ali Saim Ülgen, “Trablusgarp’ta Turgut Reis Mimari Manzumesi”, VD, V (1962), s. 87-113.

ÿÝbrahim Yýldýrým

alan pencere bitiþikteki Mehmed Paþa Türbesi’ne baðlanan bir kapý durumundadýr. Yapýnýn içerisinde on adet kabir vardýr. Kubbeyi taþýyan kemerler yuvarlaktýr. Mehmed Paþa Türbesi. Turgut Reis Türbesi’nin doðusunda yapýya bitiþik olup kubbeli ve kareye yakýn plandadýr. Güney yönünde çarpýk bir bölümle mekâný geniþlemiþtir. Ýçinde on beþ adet mezar vardýr. Kuzey yönünde yer alan avlu kapýsý üzerinde 1057 (1647) tarihli mermer kitâbe görülür; Mehmed Paþa’nýn kabri de ayný tarihi taþýr. Ahmed Paþa Türbesi. Caminin kuzey duvarýna bitiþik inþa edilen türbe kare planlý ve tek kubbeli bir yapýdýr. Ýçinde dört kabir ve köþelere konulmuþ iki adet þâhide mevcuttur. Ahmed Paþa’nýn kabir taþý kitâbesizdir. Caminin kuzeyinden bir kapý ile ulaþýlan türbeden kuzey yönündeki küçük hazîreye geçilmektedir. Sakal-ý Þerif Odasý. Caminin kuzeyinde camiye ve Ahmed Paþa Türbesi’ne bitiþik konumda kare planlý, kubbeli bir mekândýr; camiye bir kapý ile baðlanmaktadýr. Hamam. XVI. yüzyýla tarihlenen hamam Trablusgarp’ýn ilk hamamýdýr ve günümüzde de hizmet vermektedir. Hamam esSûr Vakfý’ndan olup klasik üslûpta yapýlmýþtýr. Üstü tonozlu dikdörtgen bir mekândan sonra kubbeli ve kare planlý soyunmalýða, tonoz örtülü dikdörtgen planlý bir ýlýklýktan kubbeli sýcaklýk kýsmýna geçilir. Sý-

420

˜

TURGUTLULAR Karamanoðullarý’na baðlý bir Türkmen oymaðý ve bu oymaðýn baþýnda bulunan ailenin adý.

Genellikle Ýçel ve Karaman bölgesinde yaþayan oymaðýn Tatar veya Kýpçak asýllý olduðu yolundaki bilgiler doðru deðildir. Karamanlý tarihçisi Þikârî, Turgutlular’ýn, adýný aldýðý Turgut Bey’i Oðuz veya Türkmen askerinin kumandaný diye tanýtýr. Ayný eserde Karamanlý hânedanýnýn ilk mensuplarý Oðuz beyleri þeklinde anýldýðý gibi Oðuz Han’ýn torunlarý olarak da zikredilir. Osmanlý tarihçilerinden Neþrî de 789’da (1387) Konya önlerinde yapýlan savaþý anlatýrken Turgutlu ve Bayburtlular’ý Tatarlar’dan ayýrýr ve onlarla Varsaklar’ý Türk adý altýnda ifade eder. Timurlu tarihçisi Yezdî, Turgutlular’ý Türkmen (Camâat-i Türkmânân-ý Durgut) þeklinde tanýmlar. Þikârî, Turgut Bey’in adýný Bayburt Bey ile birlikte Karaman hânedanýnýn tarih sahnesine çýktýðý zamandan itibaren zikreder. Hatta Karamanoðlu Mehmed Bey’in fethettiði Ankara-Konya arasýndaki geniþ bozkýrý ikiye bölüp yarýsýný Turgut, yarýsýný da Bayburt beylere verdiði söylenir. Bununla beraber her iki bey de Alâeddin Bey zama-

nýna (1361-1398) kadar hayatta gösterilir. Adý geçen kaynakta tarih zikredilmediði için Turgut ve Bayburt beylerin hangi zamanda yaþadýklarý tam olarak tesbit edilememektedir. Didiði Sultan Menâkýbnâmesi’ne göre Turgut ve Bayburt beyler kardeþ olup Ahmed Yesevî neslinden Horasanlý Didiði Sultan bu iki beyi Horasan’dan Rum’a (Anadolu) göndermiþtir. Alâeddin Bey devrinden itibaren de Turgutoðlu ve Bayburtoðlu adlarý geçmeye baþlar. 1386’da Konya önlerinde Karamanlýlar ile Osmanlýlar arasýnda yapýlan ilk savaþta Turgutlular, Karaman ordusunun sol kolunda yer aldý. Þikârî’ye göre savaþta Turgutlular’ýn baþýnda Ali Bey bulunuyordu. Bu sýrada Turgutlular’dan kalabalýk bir topluluk Akþehir yöresinde oturmaktaydý. Reisleri Hýzýr ve Ýbrâhim beylerin idaresinde olan Turgutlular, Timur’a baþ eðmeyerek bir daða sýðýndýlarsa da üzerlerine gönderilen kuvvetler tarafýndan maðlûp edildiler; mallarý yaðmalandý, kadýn ve çocuklarýndan birçoðu esir alýndý. Timur’un Anadolu’nun orta bölgesinde yaþayan Kara Tatarlar’ýn önemli bir bölümünü Türkistan’a götürmesi üzerine boþ kalan geniþ sahalara yerleþen Türkmenler arasýnda Turgutlular da vardý. Bunlardan yeni obalar ovaya indiler ve Akþehir’in doðusundaki bozkýr kesimini yurt edindiler. Karamanoðlu II. Mehmed ve II. Ýbrâhim beyler zamanýnda Turgutlular’dan Pîr Hüseyin Bey ile oðlu Ahmed Bey ve Hasan Bey’in adlarýna rastlanýr. Pîr Hüseyin Bey yaptýrdýðý eserlerle tanýnmýþ olup Ýbrâhim Bey devrinde beylerbeyi ve Karaman ordusunun baþkumandanýydý. Türbe kitâbesinde (ö. 1432’den sonra) babasýnýn Emîr Þah Bey, dedesinin Turgut Bey olduðu bildirilir.

II. Murad’ýn “Düzmece” denilen amcasý Mustafa ile uðraþtýðý sýrada Hamîd-ili valisi bulunan kardeþi Küçük Mustafa da lalasý Þarabdâr Ýlyas Bey’in teþvikiyle isyan edince (826/1423) Bursa üzerine yürüyen Küçük Mustafa’nýn ordusunda Turgutlular da yer aldý. 846’da (1442) Osmanlýlar Macarlar’la savaþ halindeyken Ýbrâhim Bey, damadý Turgutoðlu Hasan Bey kumandasýnda önemli bir Karaman ordusunu yaðma için Osmanlý ülkesine gönderdi. Karaman kuvvetleri Bolvadin, Beypazarý, Seyyid Gazi yörelerinde geniþ ölçüde talan ve tahriplerde bulundu. Bunu haber alan II. Murad’ýn karþý harekâtý ve Karaman bölgesini tahrip etmesi üzerine Ýbrâhim Bey, Taþ-ili’ne kaçtý ve oradan elçi göndererek barýþ istedi. Karaman elçisi II. Murad’a Ýb-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURHAN, Mümtaz

râhim Bey’in Turgutoðullarý’nýn teþviklerine kapýldýðýný söylemiþti. Yapýlan anlaþma gereði Ýbrâhim Bey, Osmanlý ordusuna yardýmcý kuvvetler gönderdi. II. Kosova Savaþý sýrasýnda yolladýðý Akçayluoðlu kumandasýndaki askerî birliklerin önemli bir kýsmý Turgutlular’dan meydana geliyordu. Hatta bunlar kýlýk kýyafetlerinin düzensizliði, periþan görünüþleri dolayýsýyla alay konusu olmuþlardý. Fâtih Sultan Mehmed’in Karaman ülkesine yönelik askerî harekâtý sýrasýnda Turgutlular’ýn yurtlarý da tahrip edildi (872/ 1468); beyleri Tarsus’a kaçtý. Bu zatýn Ömer Bey olmasý muhtemeldir. Karamanoðlu Kasým Bey’in beylerbeyi durumundaki Ömer Bey, Osmanlýlar’a karþý çetin bir mukavemet gösterdi. 875’te (1471) vefatý üzerine yeri Adalýoðullarý’ndan Paþa Bey’e verildi. Karaman ilinin fethedilmesiyle Akkoyunlular’a sýðýnan Kasým Bey, Fâtih Sultan Mehmed’in ölümünden sonra Bayezid ile Cem Sultan arasýnda saltanat mücadelesinin çýkmasýný fýrsat bilerek Ýç Ýl’e geldi; buradaki Turgut, Varsak ve diðer oymaklar tarafýndan sevinçle karþýlandý. Kasým Bey, II. Bayezid ile anlaþarak Ýç Ýl’de beylik yaptý. 888’de (1483) ölümünün ardýndan annesi Karaman hânedanýndan olan Turgutoðlu Mahmud Bey’in ayný mevkiye geçirilmesi II. Bayezid’den rica edildiyse de padiþah bunu kabul etmedi. Mahmud Bey, Osmanlý-Memlük savaþý esnasýnda Memlükler’i tuttuðundan üzerine kuvvet gönderilince (1487) Turgutoðlu ailesi mensuplarý ile birlikte Halep’e kaçtý. 906 (1500) yýlýnda bir tahrir görevlisi Karaman ilindeki timarlarý bir misli arttýrýnca Osmanlýlar’dan yüz çeviren Karaman sipahileriyle Turgut ve Varsak oymaklarý Ýran’da bulunan Karamanoðlu Mustafa’yý çaðýrýp hükümdar ilân ettiler. Fakat ertesi yýl Sadrazam Mesih Paþa kalabalýk bir askerle Karaman iline gelip Mustafa’yý Memlükler’e sýðýnmaya mecbur býraktý. Turgutlular, Karaman ilinin Osmanlýlar’ýn eline geçmesine raðmen siyasî bir kuvvet olarak varlýklarýný sürdürdüler. II. Bayezid’in oðullarýnýn babalarýnýn tahtýný ele geçirmek için giriþtikleri mücadele esnasýnda Turgutlular, Karaman ilindeki diðer oymak beyleri gibi (Yapaoðlu, Gebelioðlu, Tatar beylerinden Ali Bey ve diðerleri) Þehzade Ahmed’in en güvendiði taraftarlarý arasýnda yer aldý. Bu tarihte Turgutlular’ýn en büyük beyleri Mûsâ, Mahmud ve Mehmed beylerdi. Kanûnî Sultan Süleyman’ýn oðullarýndan Þehzade Bayezid babasýndan sonra hükümdar olabilmek için 1559’da isyan

hareketine giriþtiðinde ordusunda Turgutlular da vardý. Muhtemelen bunlarýn baþýnda Turgut oðlu Pîr Hüseyin Bey bulunuyordu. Þehzade Bayezid baþarý gösteremeyerek 12.000 kiþilik ordusuyla Ýran’a kaçtý. 976’da (1568-69) Turgutlu Pîr Hüseyin Bey’in oðlunun adý Ilgýn kazasýnda on beþ bezirgânýn öldürülmesi, mallarýnýn gasbedilmesiyle ilgili bir hükümde geçer. Safevî Devleti’nin kuruluþu ve geliþmesine dair müellifi meçhul bir kaynakta 906’da (1500-1501) Erzincan’da Safevî þeyhi Ýsmâil’in huzuruna gelenler arasýnda Karamanlý müridlerin de bulunduðu bildirilmektedir. Ýsmâil, þah olduktan sonra 918’de (1512) Turgutoðullarý’ndan Mûsâ Bey’e gönderdiði Türkçe bir mektupta Karamanlý Ahmed Aða’nýn isteðiyle hareket olunmasýný ve onunla söz birliði edilerek vuku bulan hadiselerin bildirilmesini yazmýþtý. Þah Ýsmâil’in ölümünden beþ yýl sonra (935/1528-29) Tahmasb’ýn emîrleri arasýnda Turgutoðlu Hasan Sultan’ýn adýna rastlanýr. Hasan Sultan, Tahmasb’ýn Horasan seferine katýldý. Hasan Sultan’dan baþka yine ayný aileden Kasým Ali Bey de adý geçen hükümdarýn hizmetinde bulunuyordu. Þehzade Bayezid’in emîrlerinden Pîr Hüseyin Bey þehzadeyle Ýran’a gitti ve orada kaldý. Safevî hizmetinde bunlardan baþka Turgutlu beylerine rastlanmaz. Turgutlular’ýn Ýç Ýl’deki eski yurtlarý kaynaklarda Turgut ili adýyla anýlýr. XVI. yüzyýlda Taþlýk Silifke’de Turudlu adlý oymak yaþamaktaydý. Bu adýn Turgutlu’nun “g” harfinin düþmesiyle aldýðý þekil olduðundan þüphe yoktur. Böylece Turudlular, Turgutlular’ýn Ýç Ýl’de kalmýþ bir kolu, onlarýn oturduklarý yer de Turgut-ili olabilir. Turgutlular’ýn ova bölgesindeki yurtlarý da Turgut adýný taþýr. Bu yörenin Akþehir gölünün kuzeyinden baþlayýp Lârende’nin (Karaman) batýsýndaki þimdi Kâzýmkarabekir denilen (Kasaba / Gaferiyat / Mahmudlar) kasabaya ve yöreye kadar uzandýðý görülür. Turgut’un idarî merkezi de Akþehir gölünün doðusunda ayný adý taþýyan köydür. Bayburt ise II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim devirlerinde Turgut’a baðlý bir nahiye idi. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde burasý bir kaza haline getirildi. Bayburt’un Ereðli’nin güneyinde ve Karaman’ýn doðusundaki topraklardan meydana geldiði anlaþýlmaktadýr. XVI. yüzyýlda Turgut’ta yaþayan Atçeken oymaklarý þunlardýr: Çepni, Alayuntlu, Yamanlu, Erdoðdulu (Erdoðdu Bey Turgutlu’dan), Varsaklar, Pîrî Bey nökerleri, Mahmudlar, Toy Dündarlu vb. Turgut ilinde timar sistemine

baðlý oymaklar da vardý. Bunlarýn baþýnda büyük Yapalu oymaðý geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde Turgut’un hâne nüfusunun 2888, vergi nüfusunun 4462 kiþi olduðu tesbit edilmektedir. 1000 (159192) yýlýnda Turgut kazasýnda oymak, köy, mahalle ve ekinliðin sayýsý elli dört olup 78.000 akçe at vergisi ödenmekteydi. Turgutoðullarý Konya bölgesinde sosyal eserler meydana getirmiþlerdir. Bilhassa Turgut Bey’in torunu ve Emîr Þah Bey’in oðlu Pîr Hüseyin Bey çok eser yaptýrmýþtýr. Konya’nýn Sarayönü kazasýnda bir cami (810/1407-1408), Ilgýn’da bir cami (826/ 1423), Konya’da Kalenderler için zâviye (832/1429), yine ayný þehirde kendisi için bir türbe (835/1431) inþa ettirmiþtir. Bunlardan baþka Konya’da dârülhuffâz, mescid ve mektep yaptýrdýðý, Ilgýn’a baðlý Mahmudhisar köyündeki Didiði Sultan Zâviyesi’ne gelir tahsis ettiði bilinmektedir. Yine Turgutoðullarý’ndan Ömer Bey’in Kadýnhaný’nda bir zâviyesi vardý. BÝBLÝYOGRAFYA :

Âþýkpaþazâde, Târih (Atsýz), s. 160, 183, 186, 215, 216; Neþrî, Cihannümâ (Unat), I, 218, 222, 318; II, 568, 642, 660, 782; Ýbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, VII, 275, 303, 307; a.e., Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. 32, VIII, vr. 23b, 24a, 40a-b, 49b; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, Ýstanbul 1279-80, I, 315, 370, 511; II, 16, 41, 53-54, 56-57; Þikârî, Karaman Oðullarý Tarihi, s. 42; Feridun Nâfiz Uzluk, Fatih Devrinde Karaman Eyâleti Vakýflarý Fihristi, Ankara 1958, s. 20, 21, 23; Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluþu ve Geliþmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1992, s. 51-52; a.mlf., “Turgut Oðullarý”, ÝA, XII/2, s. 120122; Zeki Oral, “Turgut Oðullarý, Eserleri-Vakfiyeleri”, VD, III (1956), s. 32-64.

ÿFaruk Sümer

TURHAN, Mümtaz

(1908-1969)

˜

Son dönem Türk fikir adamý ve sosyal bilimci.

Erzurum’da doðdu. Sekiz yaþýnda iken ailesi Rus iþgali yüzünden Kayseri’ye göç etti. Ýlk ve ortaokulu Kayseri’de, lise öðrenimini Bursa’da baþlayýp Ankara’da tamamladýktan sonra Ýstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdi. Maarif Vekâleti’nin açtýðý imtihaný kazanarak 1928’de psikoloji öðrenimi için Almanya’ya gitti; Berlin ve Frankfurt üniversitelerini bitirdi. 1935 yýlý sonunda Türkiye’ye döndü ve Edebiyat Fakültesi Deneysel Psikoloji Kürsüsü’nde doktor asistan olarak göreve baþladý. Yüz ifadelerinin yorumlanmasýna iliþkin deneysel araþtýrma-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

421


TURHAN, Mümtaz

sýyla 1939’da doçentliðe yükseldi. Yapýsal bütünlüðün algýyý ve zihinsel kavrayýþý belirlediðini ileri süren Gestalt teorisi Turhan’ýn teorik yaklaþýmýnda etkili oldu. Buna göre bir öðenin hangi bütünsel yapý içinde yer aldýðý, o öðeye dikkat edilip edilmeyeceðini ya da onun algýlanma biçimini etkiliyordu. Almanya’da iken Gestalt psikolojisinin kurucusu Max Wertheimer’den öðrenim gören Turhan, Gestalt teorisinden hareket edip yüz ifadelerinin yorumlanmasýnda belirli bir heyecan ifadesini algýlamanýn o ifadenin nasýl bir psikolojik ortamda gözlendiðine baðlý olarak deðiþtiðini ortaya koydu. Meselâ bir korku ifadesinin, eðer ortamdaki hâkim heyecan keder ise gözlemci tarafýndan kederden ayrý bir heyecan ifadesi þeklinde algýlanmasý ihtimali düþüktü. 1944-1948 arasýnda Cambridge Üniversitesi’nde yaptýðý, kültür deðiþmeleriyle ilgili araþtýrmanýn hareket noktasý Erzurum köylerinde 1936-1942 yýllarýnda yaz tatillerinde yaptýðý gözlemlerdir. Kültür Deðiþmeleri: Sosyal Psikoloji Bakýmýndan Bir Tetkik adlý bu kitapta Mümtaz Turhan kendi alan çalýþmalarýný, kültür antropolojisi literatüründeki sonuçlarý, Lâle Devri’nden Meþrutiyet döneminin sonuna kadar büyük þehirlerde meydana gelen deðiþmelere iliþkin verileri göz önünde tutarak kültür deðiþmelerinin psikolojik analizini yaptý ve kültür deðiþmelerini etkileyen faktörleri belirledi. Özellikle anlama faktörü üzerinde durup serbest ve mecburi kültür deðiþmelerinin deðiþen toplumun istikrarý açýsýndan farkýný ortaya koydu. 1949-1951 yýllarý arasýnda Birleþmiþ Milletler Sosyal Komisyonu’nda Türkiye temsilcisi olarak görev yapan Mümtaz Turhan 1950’de profesörlüðe yükseltildi. Deneysel Psikoloji Kürsüsü’nün baþýnda bulunan Wilhelm Peters’in 1952’de ayrýlmasýndan sonra kürsü baþkaný oldu. E. P. Hollander, W. R. Miles ve H. Reed’i birbiri arkasýndan kürsüye getirerek buranýn bilimsel niteliðini güçlendirdi. Edebiyat Fakültesi’nde 1960 yýlýnda Sosyal Antropoloji Kürsüsü’nün kurulmasýný ve Amerika Birleþik Devletleri’nden getirttiði C. W. M. Hart’ýn baþkanlýðýna tayin edilmesini saðladý. Üniversitedeki görevi yanýnda Türk Psikoloji Cemiyeti, Pedagoji Cemiyeti, Sosyoloji Cemiyeti, Muallimler Birliði, Türk Ocaðý ve Türkiye Turist Cemiyeti’nin üyesi olan Turhan 1 Ocak 1969’da öldü ve Zincirlikuyu Mezarlýðý’na defnedildi. Mümtaz Turhan, XVIII. yüzyýlýn baþlarýndan itibaren toplumsal yapýsý ve kültürü Batý medeniyetine yönelip deðiþen Türkiye’de kültür deðiþmeleri problemini sos422

yal psikoloji açýsýndan inceleyen ilk bilim adamýdýr. Bu alandaki öncü araþtýrmasýyla “kültür deðiþmeleri” sözünü problemin kavramsal adý olarak Türk diline katmýþtýr. Turhan’ýn Türk düþünce hayatýna yaptýðý etkinin özgünlüðü onun üç boyutlu düþünce oluþumundan ileri gelir. Birincisi, Berlin Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra Frankfurt Üniversitesi’nde deneysel psikoloji doktorasý yapmasý, ikincisi kültür deðiþmeleri problemini sosyal psikoloji açýsýndan incelemesi ve Cambridge Üniversitesi’nden ikinci bir doktora derecesi almasý, üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluþundan sonra Batýlýlaþma süreci içinde modernleþme ve ekonomik kalkýnma meseleleri üzerinde kafa yoran bir düþünür olmasýdýr. Deneysel psikolojinin kazandýrdýðý bilimsel muhakeme, sosyal psikolojinin ve kültür antropolojisinin inceleme teknikleri ve Türkiye’nin bilime dayanan bir sosyal yapýya kavuþmasý meselesine duyduðu ilgi onun zihin yöneliþini biçimlendirmiþtir. Mümtaz Turhan Cumhuriyet’in kurulduðu 1923 yýlýnda on beþ yaþýndaydý. Ýstiklâl Savaþý’na katýlamayacak kadar küçüktü, fakat Anadolu’nun baðrýnda düþman çizmesi görmenin ne olduðunu bilecek yaþtaydý. Bu sebeple kiþiliði vatan sevgisine ve baðýmsýzlýða inançla þekillenmiþtir. Avrupa’daki öðrenim yýllarýnda bilimin sosyal iþlevini kavramýþ, bilim zihniyetinin Avrupa toplumlarýnýn sosyal yapýsýný rasyonel, verimli ve etkin iþleyiþine kavuþturduðu kanýsýna varmýþtýr. Yüzeysel bakanlarýn Avrupa’da görüp hayranlýk duyduðu her þey onun gözünde bilimin toplum yaþayýþýný etkilemesinin sonucudur. Turhan, millet oluþumunu güçlendirici kurumlarý kurma ve ekonomik kalkýnmayý saðlama çabalarýnýn baþarýya ulaþabilmesi için bilime dayanmanýn gerekliliðini vurgulamýþtýr.

selelere bakýþýný belirleyen bir kafa yapýsý idi. Bilime ve sistemli araþtýrmalara dayanmayan genel sözlerle ve muhakemeden yoksun duygusallýkla ileri sürülen düþüncelere tahammülü yoktu. Bir doktrine baðlanmanýn entelektüelliðin þartýymýþ gibi görüldüðü bir dönemde fikirlerine karþý çýkanlarla konuþma zemini bulamamýþ, onun objektif ve soðuk kanlý rasyonel düþünce biçimi kendisini ideolojik yaklaþýmla desteklemek isteyenlere yabancý kalmýþtýr. Toplumsal yapýyý, bilime dayanarak rasyonel iþleyiþe ve bütün milletin kalkýnmasýna imkân verecek etkinliðe kavuþturmayý hedefliyordu. Turhan’a göre bilim ve yurt severlik arasýnda bir karþýtlýk ya da uzaklýk yoktur. Hatta bilimsiz vatan severliðin bir anlamý kalmamýþtýr. Millet dergisinin Ocak 1943 sayýsýnda çýkan “Niçin Milliyetçiyiz?” baþlýklý yazýsýna þu yalýn cümleyle baþlar: “Bizim milliyetçiliðimiz mensup olduðumuz millete baðlýlýðý, sevgiyi ifade eder.” Turhan, vatana baðlýlýk etrafýnda birleþtirici bir duygu ve iradeden ibaret olan milliyetçiliðin hedefi olarak Türk milletinin en ileri medeniyete sahip tam bir millet haline gelmesini göstermiþtir.

1960’tan sonra sað-sol çatýþmalarýnýn þiddetlendiði yýllarda ülkenin geleceðine iliþkin kaygýlarý onu belki de hiç yapmak istemeyeceði bir iþe, gündelik siyasete ýþýk tutmaya yöneltmiþtir. Bilimsel yaklaþýmý ön plana çýkaran bir etki odaðý oluþturma gayretiyle Tarýk Buðra ile birlikte çýkardýðý Yol dergisinde yazýlar yazdýðý gibi “Yol’un Görüþü” baþlýðý altýnda baþmakalelerden birçoðunu kaleme almýþtýr. Bununla birlikte öðretim faaliyetlerinde ve bölüm elemanlarýyla iliþkilerinde bilimin dýþýna çýkmamýþtýr. Karakteri bilim zihniyetiyle yoðurulduðu için bilim ahlâkýnýn vazgeçilmezliðine inanýyordu. Çünkü bilim zihniyeti onda sadece akademik çalýþma sýrasýnda baþvurulan bir metot deðil hadiselere ve me-

Mümtaz Turhan bütünselci yaklaþýmýný kültür deðiþmeleri probleminin çözümlenmesinde de kullanmýþ, baþka bir kültürden alýnan kültür öðesinin çoðu zaman alýcý kültürde ayný iþlevi görmediðini vurgulamýþtýr. Alýnan kültür öðesi alýcý kültürün diðer öðeleriyle iliþki içinde verici kültürdeki biçimini deðiþtiriyor ya da baþka bir iþlev kazanýyordu. Her kültürde deðiþmeye direnen sert noktalar bulunduðuna, çok defa sert noktalarýn kültürde en önemli öðeler olmaktan ziyade sembolik anlam taþýyan hassas noktalar olduðuna iþaret etmiþ, kültürün bütünsel yapýsý deðiþmeden yeni kültür öðelerini parça parça eski kültüre eklemenin hayal kýrýklýðý yarattýðýný göstermiþtir. Eski yapý yeni kültür

Mümtaz Turhan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURHAN SULTAN

öðelerini kendine uyduruyor, bu sebeple bireylerin zihniyeti ve toplumun iþleyiþi ayný kalýyordu. Turhan’ýn analizine göre bu hayal kýrýklýðýnýn doðurduðu aþaðýlýk duygusu kültürün kendini savunma ve seçici olma gücünü kaybetmesine, deðiþmelerin rastgele yapýlmasýna, kültür öðeleri arasýnda ortaya çýkan tutarsýzlýklarýn toplumsal iþleyiþi bozmasýna yol açýyordu. Avrupa’ya yöneliþte ve Türkiye’nin deðiþmesinde bilimi kavramadan ve bilime toplumsal iþlevini kazandýrmadan bir yere varýlamayacaðýný vurgulayan Mümtaz Turhan, bu görüþüyle Avrupa kavramýný kendinden önce Avrupa’yý görüp etkilenen bütün siyaset ve fikir adamlarýndan farklý bir aðýrlýk noktasýna oturtmuþtur. Modernleþmede bilimin yanýnda hukuk ve demokratik hürriyeti önemli görmüþ, Türk düþünce hayatýnýn ve ülke yönetiminin dikkatini bu noktaya ýsrarla çekmeye çalýþmýþ, bu çabasýnýn mantýk temelini açýklamýþtýr. Hem bilimsel araþtýrmacýlarýn hem de bilim zihniyetli uzman meslek adamlarýnýn ve uygulamacýlarýn yetiþmesine imkân saðlamak için eðitimde köklü bir deðiþimi gerekli görmüþ, bu iþin uzun vadeli olduðunu belirtmiþtir. Deðiþimin önce üniversite düzeyinde öðretim ve araþtýrmanýn niteliðini yükseltme noktasýndan baþlanmasý gerektiðini ileri sürmüþtür. Öðretmenler de üniversitelerde yetiþeceðine göre ilk ve orta öðretimin kalitesi üniversitenin kalitesine baðlýdýr. Ayrýca kaliteli üniversitelerde yetiþecek uzman meslek adamlarý ve uygulamacýlar, araþtýrmacý bilim adamlarýnýn verileri ýþýðýnda toplum hayatýnýn etkinliðini ve ekonomik verimliliðini yükseltecek, sonuçta artan malî güç ilk ve orta öðretime daha büyük yatýrýmlar yapmayý kolaylaþtýracaktýr. Bu sebeple ilk þart olarak yurt dýþýna sistemli biçimde her öðrenim dalýnda yoðun sayýda öðrenci gönderilmesini ve onlarýn dönüþlerinde etkinlikle çalýþacaklarý araþtýrma enstitülerinin yabancý uzmanlar yönetiminde kurulmasýný önermiþtir. Osmanlý Devleti’nin Avrupa’da modern çaðý baþlatan yeni bilim zihniyetini kavrayamadýðýný ve zamanýnda bu geliþme yoluna giremediði için geri kaldýðýný, dolayýsýyla güçsüzleþtiði ve sonuçta ortadan kalktýðýný söylemiþtir. Türk milletinin kendini yeniden inþa etmek zorunda kaldýðýný belirtmiþ ve birleþtirici bir millet sevgisiyle bilime dayanmanýn tek çare olduðunu ifade etmiþtir. Mümtaz Turhan iki bakýmdan Ziya Gökalp çizgisinin devamýdýr. Birincisi, bilime dayanarak toplum kurumlarýnýn deðiþen ihtiyaçlara cevap verecek þekilde yenileþtirilmesi, ikin-

cisi aydýn ve halk bütünlüðünün saðlanmasý, modern millet yapýsýnýn bir gereði olarak bütün milleti birleþtirecek bir millî kültürün oluþturulmasýdýr. Ölümünün otuzuncu yýlýnda Ziya Gökalp hakkýnda Türk Yurdu dergisinde çýkan yazýsýnda (Kasým 1954) Turhan, Ziya Gökalp’in býraktýðý yerden devam etmenin idraki içinde, “Millî oluþun tarihî seyrini çizen hadiseleri birbirine baðlamak zaruretini duyan bir ilim adamý için Ziya Gökalp’siz bugünkü Türkiye’yi düþünmek çok güçleþir” demiþtir. Mümtaz Turhan’ýn þahsiyetinde bir mimari eserin hayranlýk uyandýran saðlam yapýsý ve estetik âhengi vardý. Hassas bir gözlemci olduðu halde kýsa süreli izlenimlerine göre hareket etmezdi. Davranýþlarýn ortaya çýktýðý þartlarý ve zaman boyutundaki geliþmesini dikkate alýr, böylece kanaatlerini kontrol ederdi. Sýradan insanlarý þiddetli tepkilere sevkedebilecek durumlarda tepkisini hissî bir üslûpla deðil karþýsýndakinin aklýný kullanarak anlayabileceði ve kabul edebileceði biçimde dile getirirdi. Baþkalarýnýn hata ve kusurlarýný bazan zarafetle birleþen tatlý bir babacanlýkla, bazan da üzüntü çizgisi taþýyan sabýr ve anlayýþ dolu bir sessizlikle karþýlardý. Mütevazi ve kibardý. Tevazuu gerçekten büyük bir insanýn tabiiliðinden ve sadeliðinden ibaretti. Kibarlýðý yapmacýktan uzak, hassas, iyi kalpli ve mert bir insanýn düþünceliliði olarak kendini belli ediyordu. Bencillikten arýnmýþ, olgun bir aðýr baþlýlýklý kendi iç dünyasýný kolayca açmayan, fakat baþkalarýnýnkine de karýþmamaya özen gösteren bir þahsiyete sahipti. Fikirlerini söylerken ses tonundan düþünmeye devam ettiði anlaþýlýr ve insan farkýna varmadan onunla birlikte düþünmeye baþlardý. Yanýndakilere, yetiþtirmekte olduðu gençlere ne vatan millet sevgisinden ne ahlâktan ne de bilim zihniyetinden söz etmiþ, tutum ve davranýþlarýyla, düþünce biçimiyle, eserleriyle örnek olmaya çalýþmýþtýr.

de Fert (I-II, Ýstanbul 1970) adýyla çeviriler yapmýþtýr. Psychologische Forschung, Psychologische Beitraege, Tecrübî Psikoloji Çalýþmalarý, Sosyoloji Dergisi gibi yayýnlarda deneysel psikoloji, sosyal psikoloji ve kültür deðiþmelerine iliþkin makaleler yayýmlamýþ, Millet, Kültür Haftasý, Bilgi, Ýstanbul, Sebîlürreþâd ve Türk Yurdu dergilerinde eðitim, sosyal hayat, fikir ve sanat meseleleriyle, kültür ve medeniyetle ilgili yazýlar yazmýþtýr (makalelerinin listesi için bk. Korkmaz, I, 737-738; Küçük, s. 137-147). Bilim zihniyetini tanýtmak, entelektüel ve sosyal meselelerin incelenmesine bilimin objektif yaklaþýmýný getirmek amacýyla kendisinin 1957’de çýkarmaya baþladýðý Ölçü dergisi ancak dört sayý yayýmlanabilmiþ, dergilerdeki yazýlarýndan bir kýsmý kitaplarýnýn bazý bölümlerini oluþturmuþtur. BÝBLÝYOGRAFYA :

Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çaðdaþ Düþünce Tarihi, Konya 1966, II, 761-765; Hasan Küçük, Türk Milliyetçiliðinin Büyük Önderlerinden Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Ýstanbul 1977; Yýlmaz Özakpýnar, Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler, Ýstanbul 1998, s. 12-38; a.mlf., Kültür Deðiþmeleri ve Batýlýlaþma Meselesi, Ankara 1999, tür.yer.; a.mlf., Mümtaz Turhan, Ankara 2002; Murat Yýlmaz, “Mümtaz Turhan”, Modern Türkiye’de Siyasî Düþünce V: Muhafazakârlýk (haz. Ahmet Çiðdem), Ýstanbul 2003, s. 192-203; Abdullah Korkmaz, “Mümtaz Turhan”, Türkiye’de Sosyoloji: Ýsimler-Eserler (haz. M. Çaðatay Özdemir), Ankara 2008, I, 703-738; Ülker Akkutay, “Mümtaz Turhan’ýn Maarif Konusundaki Görüþleri”, DTCFD, Atatürk’ün 100. Doðum Yýlýna Armaðan sayýsý (1982), s. 17-52; Süleyman Büyükkarcý, “Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ýn ‘Garplýlaþmanýn Neresindeyiz’ Adlý Eseri Üzerine Bir Ýnceleme”, SÜ Eðitim Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 25. Yýl özel sayýsý (Konya 2000), s. 15-29; Ayþe Azman, “Niyazi Berkes-Mümtaz Turhan: Türk Modernleþmesine Ýki Bakýþ”, Sosyoloji Araþtýrmalarý Dergisi, IV/1, Ankara 2001, s. 29-46.

ÿYýlmaz Özakpýnar

(ö. 1094/1683)

Eserleri: Yüz Ýfadelerinin Tefsiri Hak-

kýnda Tecrübî Bir Tetkik (Ýstanbul 1941), Kültür Deðiþmeleri (Ýstanbul 1951), Maarifimizin Ana Davalarý ve Bazý Hal Çareleri (Ýstanbul 1954), Garplýlaþmanýn Neresindeyiz? (Ýstanbul 1958, 1980), Toprak Reformu ve Köy Kalkýnmasý (Ýstanbul 1964), Atatürk Ýlkeleri ve Kalkýnma (Ýstanbul 1965), Üniversite Problemi (Ýstanbul 1967). Ayrýca E. Kretchmer’den Beden Yapýsý ve Karakter (Ýstanbul 1942), W. Peters’ten Ergenlik ve Delikanlýlýk Çaðý (Ýstanbul 1944), D. Krech ve R. S. Crutchfield’den Cemiyet Ýçin-

TURHAN SULTAN

˜

IV. Mehmed’in annesi vâlide sultan.

Rus asýllý olup 1627’de doðduðu ve on iki yaþýnda Kýrým Tatarlarý’na esir düþerek Kör Süleyman Paþa tarafýndan Kösem Sultan’a hediye edildiði söylenir. Hatice Turhan ismini kendisine Kösem Sultan’ýn verdiði ileri sürülmüþse de Osmanlý tarihçisi Uþþâkýzâde Ýbrâhim duyumlarýna dayanarak Turhan (Tarhan) ismini önce, Hatice ismini sonra aldýðýný yazmýþtýr (Zeyl-i Þekåik, s. 612). Kaynaklarda adý Turhan Hatice, yeni araþtýrmalarda Hatice Turhan þeklin-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

423


TURHAN SULTAN

de geçer. Haremde yetiþen ve Sultan Ýbrâhim’e sunulan ilk câriye olan Turhan Sultan, on beþ yaþlarýnda 2 Ocak 1642’de IV. Mehmed’i dünyaya getirince haseki sultan unvanýný aldý. Þehzadenin doðumu Osmanlý sülâlesinin kesilme tehlikesini ortadan kaldýrdýðý için büyük coþkuyla kutlandý. Sarayda eðitimiyle özel olarak I. Ahmed’in kýzý Âtike Sultan görevlendirildi. Haseki sultanlýk dönemi parlak geçmedi; oðlu IV. Mehmed’in tahta çýkýþýyla (18 Receb 1058 / 8 Aðustos 1648) vâlide sultan oldu ve bu unvaný ölümüne kadar otuz beþ yýl taþýdý. Turhan Sultan’ýn Osmanlý Devleti’nin oldukça sýkýntýlý bir döneminde baþlayan vâlide sultanlýðýnýn ilk sekiz yýlý içeride ve dýþarýda büyük çalkantýlarla geçti. Bu dönemin ilk üç yýlýnda, IV. Murad ve Sultan Ýbrâhim’in anneleri sýfatýyla yirmi beþ yýldan beri vâlide sultan olan Kösem Sultan’ýn nüfuzu karþýsýnda geri planda kaldý. Aslýnda IV. Mehmed’in cülûsuyla birlikte Eski Saray’a gitmesi gerekirken kendisini destekleyen devlet adamlarýnýn uygun görmesiyle babaanne olarak çocuk padiþaha nâibelik yapmak üzere sarayda kaldýðý için Kösem Sultan “büyük / kebîr / koca vâlide”, Turhan Sultan “küçük vâlide / vâlide-i sagýr” diye anýldý. Bu yýllarda Harem Dairesi âmirliði de Kösem Sultan’ýn elindeydi. Kösem Sultan’ýn maaþý yevmiye 3000, Turhan Sultan’ýn 2000 akçe idi. Kösem Sultan’ýn Yeniçeri Ocaðý aðalarý ile iþ birliði içerisinde bulunduðu büyük vâlidelik döneminde söz konusu aðalar yönetime hâkim oldu. Zamanla küçük vâlidenin etrafýnda da eski baþlala Süleyman Aða, padiþah hocasý Reyhan Aða ve musâhib Ýsmâil Aða gibi önde gelenlerden olu-

þan bir taraftar grubu ortaya çýktý. Böylece taraflar arasýnda nüfuz mücadelesi baþladý. IV. Mehmed döneminin dördüncü vezîriâzamý Siyavuþ Paþa devrinde vezîriâzamýn ocak aðalarýnýn tahakkümüne karþý direnmesiyle baþ gösteren sýkýntý, Turhan Sultan’ýn etrafýnda toplanmýþ saray aðalarý ile Kösem Sultan’ýn iþ birliði içerisinde bulunduðu ocak aðalarýný karþý karþýya getirdi. Ocak aðalarý, Kösem Sultan’ýn tahrikiyle Turhan Sultan taraftarý bazý aðalarý bertaraf etmek üzere harekete geçti. Bu durum, sarayýn Harem ve Enderun mensuplarýnda Kösem Sultan’a karþý büyük bir infiale yol açtý. IV. Mehmed’in büyük vâlide tarafýndan zehirletilerek Þehzade Süleyman’ýn (II.) tahta geçirilmek istendiði haberi, Kösem Sultan’ýn câriyelerinden olup iki vâlide ile temasta bulunan Melekî Kalfa tarafýndan Turhan Sultan’a bildirilince ortalýk iyice karýþtý. Turhan Sultan yanlýsý on dört aðanýn onayý ile Kösem Sultan’ýn katli kararlaþtýrýldý. Lala Süleyman Aða’nýn (Lala Süleyman Aða, bazý araþtýrmalarda 1704’te Dârüssaâde aðalýðýna getirilen Uzun Süleyman Aða ile karýþtýrýlmýþtýr; Ahmed Resmî, s. 55-56, 62-63) giriþimleriyle Kösem Sultan’ýn hayatýna son verildi (16-17 Ramazan 1061 / 2-3 Eylül 1651), taraftarý olan aðalar da katledildi. Böylece Turhan Sultan sarayda bütün yetkileri kendi eline aldý. Fakat ilk beþ yýlýnda önemli olaylarýn patlak vermesi (Çýnar Vak‘asý), Venedikliler karþýsýndaki yenilgiler (Bozcaada ve Limni’nin düþüþü) onu zor durumda býraktý. Mimar Kasým Aða’nýn vezîriâzamlýða uygun gördüðü hemþehrisi Köprülü Mehmed Paþa’nýn adý gizlice Turhan Sultan’a bildirildi. Onun mevcut sorunlarýn üstesin-

Turhan Sultan’ýn 1663 tarihli vakfiyesinden iki sayfa (Süleymaniye Ktp., Turhan Vâlide Sultan, nr. 150, vr. 8b, 20b )

424

den gelmeye gücü yeteceði, vezîriâzamlýða lâyýk olduðu yolundaki tavsiyeler üzerine Turhan Sultan bu tayini uygun gördü. Saraya getirilen Mehmed Paþa ile görüþtü ve onun ileri sürdüðü dört þartý (1. Telhisleriyle bildirdiði meselelere karþý çýkýlmayarak icraya konulmasýnýn temini; 2. En faydalý olan ricâli istihdam edebilmek için tevcihat hususunda asla ricada bulunulmamasý; 3. Vüzerâ veya vükelâdan birine teveccüh gösterilerek kendi salâhiyet alanýna dahil ettirilmemesi, 4. Kendisi hakkýnda konuþmak isteyecek garazkâr kimselere fýrsat verilmemesi) “Vallahü’l-azîm bu ricalarýna müsaade olunur” diyerek kabul etti (Naîmâ, IV, 1701). 1657 sonbaharýndan itibaren IV. Mehmed’in seferler dolayýsýyla Edirne’de uzun süreli ikametleri sýrasýnda Turhan Sultan da onun yanýnda bulundu. Padiþahýn kýsa süreli Edirne’den ayrýlýþlarýnda gözetimi için çoðunlukla vezirlerden biri görevlendirildi. Oðlunun uzun süreli seferde bulunduðu esnada zaman zaman Ýstanbul’a gitti. Edirne’ye gidiþ dönüþlerin baþlamasýndan birkaç yýl sonra 1072’de (1661-62) saray içinde oðlu adýna bir daire (Avcý Sultan Mehmed Han Dairesi / Dolmabahçe Kasrý) yaptýrdýðý bilinmektedir. Turhan Sultan, Lehistan seferi için 8 Safer 1083’te (5 Haziran 1672) törenle Edirne’den çýkýp Kamaniçe yönünde hareket eden oðluyla birlikte Babadaðý’na kadar gitti. Ordu seferden dönünceye kadar burada kalmaya karar verdi ve kubbe vezirlerinden Ýbrâhim Paþa muhafazasýyla görevlendirildi. Bu sýrada sekiz yaþýnda bulunan torunu Þehzade Mustafa da onun yanýndaydý. Ancak Babadaðý’ndaki ikameti ordunun dönüþüne kadar sürmedi. Ordu sefer dönüþü Edirne’ye vardýðýnda Turhan Sultan Ýstanbul’da idi. Padiþah bir hafta geçmeden musâhib ikinci vezir Mustafa Paþa’yý annesini getirmek üzere Ýstanbul’a gönderdi.

Turhan Sultan, Köprülü Mehmed Paþa’nýn vezîriâzamlýðýndan sonra giderek devlet iþlerinden uzaklaþtý. 1656’dan itibaren vefatýna kadar yirmi yedi yýl nisbeten sakin geçti. Turhan Sultan’dan Köprülü Mehmed Paþa’yý vezîriâzamlýða getirmesindeki rolü dolayýsýyla övgüyle söz edilmiþtir. Köprülü’nün damadý Merzifonlu Kara Mustafa Paþa’nýn Yanýkkale seferinin yönünü Viyana’ya çevirmesiyle baþlayan sýkýntýlý dönemi ise görmedi. Ordunun Viyana’ya yaklaþtýðý ve oðlunun Belgrad’da bulunduðu sýrada 10 Receb 1094 (5 Temmuz 1683) tarihinde Edirne’de vefat etti (vefat tarihi bazý kaynaklarda 10-11 Þâban diye verilmiþtir; bu muhtemelen Silâhdar Ta-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURHAN SULTAN rihi ’ndeki “mâh-ý mezbûr” ifadesinden kaynaklanmýþtýr). Cenazesi ertesi günü kethüdâsý Hüseyin Aða kontrolünde Ýstanbul’a gönderildi, perþembe günü ikindi vakti Yalý Köþkü’ne getirildi. Kaymakam ve ulemâ tarafýndan karþýlanarak ayný gün (12 Receb 1094 / 7 Temmuz 1683) Eminönü’nde kendi yaptýrdýðý Yenicami yanýndaki türbeye defnedildi.

Kaynaklarda, genellikle devlet iþlerinde mutedil bir tavýr ve doðru olaný yapma gayreti içerisinde olduðu, kendisine mâkul görünmeyen teklifleri güvendiði devlet adamlarýnýn fikirlerini alarak sonuçlandýrdýðý üzerinde durulur. Bu arada katil olaylarýný kýsmen engellediði de belirtilir. Gülnûþ Emetullah Sultan’ýn etkisiyle oðullarý Mustafa (II.) ve Ahmed’in (III.) doðumundan sonra kardeþleri Süleyman (II.) ile Ahmed’i (II.) boðdurmak isteyen IV. Mehmed’e engel olduðu, ayný þekilde Vezîriâzam Siyavuþ Paþa’nýn görevden alýnmasýnýn ardýndan katledilmesini, Sabatay Sevi’nin ölümle cezalandýrýlmasýný önlediði bildirilir. Fakat Anadolu kazaskerliði sýrasýnda doðru sözlülüðüyle takdirini kazanmýþ olan Þeyhülislâm Hocazâde Mesud Efendi’nin o günkü entrika ve rekabet ortamý içerisinde uðradýðý suçlamalar (IV. Mehmed’in yerine Þehzade Süleyman’ý geçirme gayreti içerisinde olmasý) sonucu katli (Osmanlý Devleti’nde görevinden alýndýktan sonra katledilen ikinci þeyhülislâmdýr) Turhan Sultan’ýn bilgisi dahilinde gerçekleþmiþtir. Oðlu üzerinde büyük bir nüfuzu vardý. IV. Mehmed’in de annesine çok baðlý olduðu açýktýr. Onu karþýlayýp uðurlamasý, vedalaþmasý sýrasýnda hüzünlenip aðladýðý kaynaklarda belirtilir. Devlet idaresindeki rolü ölümünün ardýndan söylenen, “Devletin rükn-i a‘zamý gitti” (Silâhdar, II, 116); “Devletin bir rükn-i rekîni ... idiler” (Defterdar Sarý Mehmed Paþa, s. 156) gibi ifadelerde belirtilmiþtir. Dine baðlýlýðý, cömertliði, hayýr severliði ve hýrslý olmayýþý gibi özelliklerinden övgüyle bahsedilmiþtir. Turhan Sultan’ýn bir de kýzýnýn olduðu zikredilir. Yûsuf Aða adlý bir kardeþinin Ýstanbul’da yaþadýðý bilinmektedir. Turhan Sultan’ýn bilinen ilk hayýr eseri 1063’te (1653) Beþiktaþ’ta yaptýrdýðý çeþmesi olup günümüze ulaþmamýþtýr. Venedikliler’le olan savaþ sýrasýnda (1645-1669) duyulan ihtiyaç sonucu Çanakkale Boðazý’nýn her iki yakasýnda Fâtih Sultan Mehmed’in Ýstanbul’un fethinden sonra inþa ettirdiði iki kalenin (Rumeli tarafýnda Kilîdü’l-bahir, Anadolu tarafýnda Kal‘a-yý Sultâniyye) güneyinde birer kale (Rumeli ta-

rafýnda Seddülbahir, Anadolu tarafýnda Sultâniye / Kumkale) yaptýrmýþtýr. Her birinde birer cami, sýbyan mektebi, hamam ile ev, dükkân ve çarþýlar bulunuyordu. Kaleler padiþah tarafýndan 1659 sonbaharýnda inþaat devam ederken, 1661 yazýnda inþaat tamamlanmak üzere iken ve 1665 sonbaharýnda ziyaret edilmiþtir. Ýkincisinde Turhan Sultan da bulunmuþtu. Ýnþasýný III. Murad’ýn zevcesi ve III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan’ýn baþlattýðý Eminönü’ndeki Yenicami, Turhan Sultan tarafýndan tamamlatýlmýþtýr. 1598’de baþlayýp (Selânikî, II, 733, 761) denize yakýnlýðý dolayýsýyla zor ve masraflý ilerleyen inþaat, III. Mehmed’in 1603’te ölümü ve Safiye Sultan’ýn 1605’te Eski Saray’a naklinin ardýndan yarým kalmýþtý. Pencere altýna kadar yükselmiþ durumdaki bina, elli altý yýllýk bir aradan sonra bir cami yaptýrmak isteyen Turhan Sultan tarafýndan mimarbaþý Mustafa Aða’nýn yönlendirmesiyle bitirilmiþ (1074/1663-64), 20 Rebîülâhir 1076’da (30 Ekim 1665) Cuma günü açýlýþý merasimle yapýlmýþ, inþasýna toplam 3080 kese akçe sarfedilmiþtir (Abdurrahman Abdi Paþa, s. 214) Yenicami (Vâlide Sultan Camii / Yeni Vâlide Camii) Külliyesi cami, hünkâr kasrý, dârülkurrâ, sýbyan mektebi, sebil, çeþme ve türbe ile Mýsýr Çarþýsý’ndan oluþmaktadýr (bk. YENÝCAMÝ KÜLLÝYESÝ). Turhan Sultan camiye kitap vakfetme geleneðine uyarak hem Çanakkale Boðazý kýyýsýnda yaptýrdýðý kaleler içindeki camilere hem de Yenicami’ye kitaplar vakfetmiþtir (bk. TURHAN VÂLÝDE SULTAN KÜTÜPHANESÝ). Ayrýca Kandiye Kalesi’nin alýnmasýnýn (1669) ardýndan kale içerisindeki binalarýn tamiri Turhan Sultan adýna yapýlmýþ, Saint Salvador Manastýrý onun adýna camiye çevrilmiþtir. Kardeþi Yûsuf Aða

adýna Rumelikavaðý’nda bir cami (Yûsuf Aða Camii; Ayvansarâyî, II, 144), Ýstefe’de bir han, Resmo’da bir cami ve mektep inþa ettirmiþtir. Diðer bazý vakýflarýyla ilgili vakfiyesi de mevcuttur (27 Receb 1073 [7 Mart 1663] Tarihli Vakfiyesi: Süleymaniye Ktp., Turhan Vâlide Sultan, nr. 150 m.). BÝBLÝYOGRAFYA :

Turhan Sultan Kütüphanesi Katalogu, Süleymaniye Ktp., Yazma Baðýþlar, nr. 2740, vr. 1a-b, 12a; Selânikî, Târih (Ýpþirli), II, 733, 761; Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, Ravzatü’l-ebrâr Zeyli (haz. Nevzat Kaya), Ankara 2003, s. 271-272; Mehmed Halîfe, Târîh-i Gýlmânî, Ýstanbul 1340, s. 23, 38, 42-44; Abdurrahman Abdi Paþa, Vekåyi‘nâme (haz. Fahri Ç. Derin), Ýstanbul 2008, tür.yer.; Naîmâ, Târih (haz. Mehmet Ýpþirli), Ankara 2007, III, 953, 1165, 1324-1352, 1411; IV, 1648-1655, 1697-1701, 1716-1717; Defterdar Sarý Mehmed Paþa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 23, 34-35, 72, 82, 156; Silâhdar, Târih, II, 116-117; Uþþâkýzâde Ýbrâhim, Zeyl-i Þekåik (nþr. H. J. Kissling), Wiesbaden 1965, s. 608, 611-612; Râþid, Târih, I, 415; Îsâzâde Târihi (haz. Ziya Yýlmazer), Ýstanbul 1996, s. 179; Ahmed Resmî, Hamîletü’l-küberâ (haz. Ahmet Nezihi Turan), Ýstanbul 2000, s. 55-56, 62-63; Devhatü’l-meþâyih, s. 64-66; Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 20-22; II, 144; Mehmed Zihni, Meþâhîrü’n-nisâ, Ýstanbul 1294, I, 137; Ahmet Refik [Altýnay], Turhan Valide, Ýstanbul 1931; Uzunçarþýlý, Osmanlý Tarihi, III/1, s. 252-259, 290-306, 422; III/2, s. 588-589; A. D. Alderson, The Structure of the Ottoman Dynasty, Oxford 1956, s. 53, 81, 83, 105, tablo XXXVII/n. 6; Çaðatay Uluçay, Padiþahlarýn Kadýnlarý ve Kýzlarý, Ankara 1992, s. 56-59; L. P. Peirce, Harem-i Hümayun: Osmanlý Ýmparatorluðu’nda Hükümranlýk ve Kadýnlar (trc. Ayþe Berktay), Ýstanbul 2002, s. 144, 260, 280, 339-341, 342-343; Lucienne Thys-Þenocak, Osmanlý Ýmparatorluðu’nda Kadýn Baniler: Hadice Turhan Sultan (trc. Ayla Ortaç), Ýstanbul 2009; Þehabeddin Tekindað, “XVII. Yüzyýl Türk Sanat Eserlerinden Bir Âbide: Yenicâmi Külliyesi”, TD, sy. 28-29 (1975), s. 167191; C. Woodhead, “Turkhan Sultan”, EI 2 (Ýng.), X, 679.

ÿFiliz Karaca

Turhan Sultan Türbesi – Eminönü

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

425


TURHAN VÂLÝDE SULTAN KÜTÜPHANESÝ

˜

TURHAN VÂLÝDE SULTAN KÜTÜPHANESÝ Hatice Turhan Sultan’ýn Yenicami’de kurduðu kütüphane.

IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Vâlide Sultan, 1074 (1663) yýlýnda tamamlattýðý Yenicami Külliyesi’nde bulunan cami içine koydurduðu dolaplarda bir kütüphane teþkil etmiþ, bu külliyeyle ilgili olarak düzenlettiði iki vakfiyede (VGMA, nr. 744, s. 23-43, 112-135) kütüphanenin çalýþma düzenini belirlemiþtir. 1062 (1652) tarihli bir belgeden anlaþýldýðýna göre kütüphaneye konulacak kitaplar külliyenin tamamlanýþýndan on yýl kadar önce saraydan gönderilmiþtir (“Fermân-ý hümâyun ile devletlü vâlide sultan hazretlerinin câmi-i þeriflerine verilen kitaplardýr ki zikrolunur” [TSMA, nr. D 4155, s. 10b-13a]). Kü-

tüphanede günlük 15 akçe ile bir hâfýz-ý kütübün dýþýnda bir kâtib-i kütüb, bir de mücellit görevlendirilmiþti. Vakfiyede hâfýz-ý kütübün ancak rehin karþýlýðý ödünç kitap vermesi, kütüphanede düzenli þekilde bulunmasý ve kitaplarý korumasý istenmiþtir. 1073 (1663) tarihli vakfiyeye göre ise kâtib-i kütüb, deðerinin iki katý miktarýnda bir rehin aldýktan sonra ödünç verdiði kitaplarla ilgili makbuzlarý saklayacak ve kitap adlarýný deftere kaydedecektir. 1076 (1666) tarihli vakfiyede Turhan Vâlide Sultan kâtib-i kütübün görevlerine yenilerini eklemiþtir: Ödünç verilen kitabýn hangi ilimden olduðunu tesbit ederek adýný yazacak, sayfa ve formalarýný sayacaktýr. Ayrýca hâfýz-ý kütüble istiþare edip ödünç kitap isteyen kiþinin durumu hakkýnda araþtýrma yaparak bilgi edinecektir. Kütüphanenin belirli zamanlarda evkaf müfettiþi tarafýndan yapýlacak sayýmlarýnda mütevelli, hâfýz-ý kütüb ve kâtib-i kütüb hazýr bulunacak, ödünç verilen kitaplarýn karþýlýðýnda alýnan rehinler kontrol edilerek kütüphanede mevcut kitaplarýn yeni bir katalogu hazýrlanacaktýr. Bu sayýmlar sonunda hazýrlanan kataloglardan bazýlarý günümüze ulaþmýþtýr. Bunlardan biri hâfýz-ý kütüb Mustafa Efendi, Medine kadýlýðýna tayin edilince 1123 Rebîülâhirinde (Mayýs 1711) düzenlenmiþ ve kaybolan kitaplarýn nasýl kaybolduðu belirtilmiþtir (TÝEM, nr. 2218). Kütüphane XX. yüzyýlýn baþlarýna kadar cami içinde hizmet vermeye devam etmiþ, Evkaf ve Maarif nezaretlerinin çeþitli yerlerdeki küçük koleksiyonlarý bir yerde toplama yönünde yaptýðý çalýþmalar sýrasýnda 1914’te Sultan426

Turhan Vâlide Sultan Kütüphanesi’nin vakýf mührü

selim’de tesis edilen kütüphaneye, 1918’de de Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiþtir. Bugün koleksiyonda 338 yazma ve bir basma eser bulunmaktadýr (Dener, s. 51). Kütüphanenin II. Abdülhamid döneminde bastýrýlmýþ bir katalogu mevcuttur (Ýstanbul 1300). BÝBLÝYOGRAFYA :

Turhan Vâlide Sultan’ýn 1073 Tarihli Yeni Cami Vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 150/ 1; VGMA, nr. 744, s. 23-43, 112-135; Turhan Vâlide Sultan’ýn Yenicami Külliyesi’nde Kurduðu Kütüphanenin 1076 Tarihli Vakfiyesi, VGMA, nr. 744, s. 23-42; Turhan Vâlide Sultan’ýn Yenicami’de Kurduðu Kütüphanenin Katalogu, Türk-Ýslâm Eserleri Müzesi, nr. 2218; Süleymaniye Ktp., Yazma Baðýþlar, nr. 2742; El Defteri, Süleymaniye Ktp., Yazma Baðýþlar, nr. 2740; Yenicami Külliyesi’nin Vazife Defteri, VGMA, nr. 67; Halit Dener, Süleymaniye Umumî Kütüphanesi, Ýstanbul 1957, s. 51; Ýsmail E. Erünsal, Osmanlý Vakýf Kütüphaneleri: Tarihî Geliþimi ve Organizasyonu, Ankara 2008, s. 165, 201, 372, 393, 409, 414, 447, 451, 478, 514.

ÿÝsmail E. Erünsal

TÛRÎ, Sa‘d b. Ömer ( +8 !4 B. J )

Sa‘d b. Ömer b. Saîd Celiyâ Tûrî el-Fûtî et-Ticânî (1909-1997)

˜

Mali Cumhuriyeti’nde Arapça eðitim veren ilk çaðdaþ medresenin kurucusu, Mâlikî âlimi.

Senegal’in kuzeyinde Futa Toro’daki Vâtî kabilesine mensuptur. Batý Afrika’da Tekrûr Ýslâm Devleti’nin kurucusu el-Hâc Ömer Tâl’in teyzesinin oðlu olan dedesi Þeyh Saîd Celiyâ Tûrî, el-Hâc Ömer’in Senegal’den Gana’ya ve Mali’den Nijer’e kadar bütün cihad hareketlerine katýldý. Onun oðlu Ahmed’le birlikte Nijerya’ya hicreti sýrasýnda baþþehir Niamey yakýnlarýnda vefat etti. Bunun üzerine babasý Ömer Mali’ye döndü ve Segu (Segou) þehrine 45 km. mesafedeki Doukounikoro köyüne yerleþti; Sa‘d Ömer Tûrî (Saada Oumar Touré) burada doðdu. Þeyh Ömer daha sonra ailesiyle birlikte Segu’ya göç etti. Sa‘d ilk Arapça eðiti-

mini âlim ve þair olan babasýndan aldý; on iki yaþýnda iken Þeyh Muhammed Emîn Tiyâm’ýn derslerine devam ederek Arapça ve dinî ilimler okudu. Bu arada sömürge yönetiminin mekteplerinde dört yýl Fransýzca öðrendi ve buradaki eðitim metodundan etkilendi. Öðrenimini tamamladýktan sonra terzilik ve hayvan yetiþtiriciliðiyle meþgul oldu. Bir süre Nijer’in baþþehri Niamey’de yaþadý. 1945’te Segu’ya döndü, ertesi yýl arkadaþý Ebûbekir Tiyâm (Bakary Thiam) ile birlikte Fransýz okullarýný örnek alarak Arapça eðitim veren Medresetü sebîli’l-felâhi’l-Ýslâmiyye adlý mektebi açtý. Arkadaþý bir süre sonra ondan ayrýlýp 1954’te Medresetü’n-necâh ve’l-felâh adýyla kendi okulunu kurdu. Tûrî’nin açtýðý medrese öðrencileri vasýtasýyla Mali’de ve civar ülkelerde açýlan þubeleriyle kýsa zamanda yayýldý. Tûrî, bir taraftan Fransýz sömürge yönetiminin çýkardýðý güçlüklerle uðraþýrken diðer taraftan sömürgecilerin eðitim metodunu uygulayan medreseyi bid‘at olarak niteleyen gelenekçi medrese ulemâsý ile mücadele etmek zorunda kaldý. Atalarýnýn el-Hâc Ömer’in ordusunda yaptýklarý silâhlý cihad yerine Tûrî, medresesini tebliðe yönelik cihadýn bir aracý haline getirdi. Arapça, dinî ve içtimaî ilimler yanýnda coðrafya ve fen bilimlerini de kapsayan bir eðitim metodunu uygulamaya koydu. 1959 yýlýnda Fransýzca dersi okutulmaya baþlandý. Tûrî’nin özellikle Arapça gramerine dair hazýrladýðý ders kitaplarý komþu ülkelerde de okutuldu. Mekteplerinden mezun olanlar Mali’de üst düzey makamlara geldiler. Tûrî’nin öðrencilerinden Hasan Cebâtî, Fildiþi Sahili’nin baþþehri Abican’da Sebîlü’l-felâh adýyla bir okul açtý. Ticâniyye tarikatýna mensup olan Tûrî, iyi bir eðitimci olmasýnýn yaný sýra kendi camisinde imamlýk ve hatiplik yaptý. Faaliyetleri çerçevesinde komþu birçok ülkeye, ayrýca Mýsýr, Cezayir, Fas, Suudi Arabistan gibi ülkelere seyahatlerde bulundu. 1 Temmuz 1997 tarihinde vefat etti. Üç hanýmýndan on üç oðlu ve on iki kýzý dünyaya gelmiþtir. Tûrî gerek eðitim gerek telif faaliyetleriyle Mali ve çevresinde etkili olmuþ, Batý Afrika’da Ýslâm kültürünün yayýlmasýnda önemli hizmetler görmüþtür. Eserleri. 1. A¼kâmü ½avmi þehri rama²ân (Tunus 1958, 1381/1961 [Fransýzca tercümesiyle birlikte]). 2. et-Tav²î¼âtü’l-basî¹a £ale’l-Man¾ûmeti’l-Beyš†niyye (Tunus 1964, 2001; Dârülbeyzâ 1410/ 1989). Ömer (Tâhâ) b. Muhammed el-Beykunî’nin hadis terimlerine dair eserinin þerhidir. 3. el-Leßâlî ve’d-dürer fi’l-âdâb ve’l-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TURKOLOGISCHER ANZEIGER

me¼âsin ve’l-³urer (Tunus, ts., Fransýzca tercümesiyle birlikte; Tunus 2004, 5. bs.). Müellif bu eserini þerhetmiþtir (Þer¼u’lLeßâlî ve’d-dürer, Tunus 1383/1964; Dârülbeyzâ 1410/1989, Fransýzca tercümesiyle birlikte). 4. A¼kâmü’½-½alât ve’¹-¹ahâre (Tunus 1393/1973, Fransýzca tercümesiyle birlikte). 5. el-Mebâdißü’½-½arfiyye li’l-medârisi’l-ibtidâßiyye (I-II, Tunus 1393/1973, 1978, 6. bs.). En meþhur eseri olup Batý Afrika ülkelerinin çoðunda ders kitabý olarak okutulmuþtur. 6. el-EŠvâßü’½-½âfiye £ale’l-evrâdi’t-Ticâniyye (Tunus 1995, 1397/1977). 7. edDürûsü’n-na¼viyye (I-III, Tunus 13971399/1977-1979, 2001, 5. bs.). 8. L’église actuelle est-elle chretienne au paulienne (Paris 1981, 2. bs.). 9. et-Tu¼fe fîmâ yecûzü ve ya¼rumu mine’t-tedâvî ve’t-te£âvî× ve’r-rušye (Tunus 1408/ 1987). 10. ¥aš¢šatü’l-mu¼de¦ât ve’l-bida£ vemâ leyse minhâ fi’þ-þer£ (Tunus 1988). 11. ¥imâyetü ¹alebeti’l-medârisi’l-Ýslâmiyye min taŠlîli ricâli’l-kenâßisi’l-Mesî¼iyye (Tunus 1411/1991). 12. Mevšýfü’l-fa½l fî edilleti’l-šab² ve’s-sedl (Tunus 1993). Namazda elleri baðlamanýn veya salývermenin delilleriyle ilgilidir. 13. Þer¼u MuÅta½ari’l-AÅŠarî (Tunus 1993). Mâlikî âlimi Abdurrahman b. Muhammed el-Ahdarî’nin el-MuÅta½ar (MuÅta½arü’lAÅŠarî) olarak tanýnan ibadetlere dair eserinin þerhidir. 14. e½-Øavâ£išu’l-ilâhiyye fi’r-red £alâ türrehâti’l-kenâßisi’l-Mesî¼iyye (Tunus 1993). 15. Sauvagarde des élèves des médersahs des étudiants et toute notre jeunesse musulmane contre les tentatives de dévoiement des hommes des églises chretiennes (Casablanca 1993). ¥imâyetü ¹alebeti’lmedârisi’l-Ýslâmiyye adlý Arapça eserinin Fransýzca’sýdýr. 16. Mu£înü’l-bâ¼i¦în fî šýsmeti fürû²i’l-vâri¦în (Tunus 2001). 17. ¬ikru’llåhi te£âlâ (Tunus, ts., Fransýzca tercümesiyle birlikte). 18. Mahomet: sa mission (Bamako, ts.). Tûrî’nin henüz yazma halindeki þu eserleri, Segu’daki Medresetü Sebîli’l-felâh’ýn müdürü olan oðlu Ahmed el-Medenî Tûrî’nin özel kütüphanesindedir: MülaÅÅa½ü’s-sîreti’n-nebeviyye, el-Menhecü’t-ta£lîmî li-Medreseti Sebîli’l-felâ¼, el-Ýslâm ve münkirûhu, ¥ayâtü’r-Resûli’t-teblî³ýyye, ¥ayâtü’l-mücâhid el-¥âc £Ömer el-Fûtî. BÝBLÝYOGRAFYA :

Sa‘d b. Ömer Tûrî, e½-Øavâ£išu’l-ilâhiyye fi’rred £alâ türrehâti’l-kenâßisi’l-Mesî¼iyye (nþr. Ahmed el-Medenî Tûrî), Tunus 1993, neþredenin giriþi, s. 6-8; Seydou Cisse, “Les medersas de Segou”, Culture et civilisation islamiques: le Mali, Rabat 1408/1988, s. 149-150; L. Brenner, West

African Sufi, London 1984, s. 39, 59; Ahmet Kavas, L’enseignement islamique en Afrique francophone les médersas de la république du Mali, Istanbul 2003, s. 141-143, 324; J. O. Hunwick, Arabic Literature of Africa: The Writings of Western Sudanic Africa, Leiden 2003, IV, 244-247; M. Âkýb es-Sûsî, ¥adîšatü’l-üns fî þer¼i’l-šavâ£idi’l-Åams, Tunus, ts. (Matbaatü’l-menâr), s. 93; Mudibu Dayun, “Tûrî, Sa.d .Ömer”, Mv.AU, IV, 691-693.

ÿKaba Imourana

TURKOLOGISCHER ANZEIGER

Avusturya’da yayýmlanan uluslar arasý Türkoloji bibliyografyasý.™ ˜

II. Dünya Savaþý’ndan sonra Avrupa’da þarkiyat çalýþmalarýnýn yaný sýra artan Türkoloji çalýþmalarýný bir araya getiren ilk eser James D. Pearson’un Ýslâm dünyasýný kapsayan (1906-1955) makalelerin bibliyografyasý Index Islamicus’tur (London 1958). Öðretim dili Almanca olan üniversite ve yüksek okullarda yapýlan Ýslâm dünyasýna ait tezlerin bibliyografyasý bunun ikinci adýmýdýr: Klaus Schwarz, Verzeichnis Deutschsprachiger Hochschulschriften zum Islamischen Orient (1885-1970) (Schwarz 1971). Bazý kaynaklarda TA, bazýlarýnda TAnz. kýsaltmasýyla gösterilen Turkologischer Anzeiger, bu çalýþmalarýn devamý niteliðindeki Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes’nin (WZKM) altmýþ yedinci sayýsýnýn eki olarak 1975’te yayýmlanmaya baþlanmýþ ve ilk defa György Hazai ile (Berlin) Andreas Tietze’nin öncülüðünde ortaya çýkmýþtýr. Turkologischer Anzeiger’de 1973’ten itibaren neþredilen, Osmanistik ve Türkoloji alanlarýnda kaleme alýnan monografiler, kitap eleþtirileri, süreli yayýnlar ve derleme eserlerdeki makaleler yer almaktadýr. Çalýþmanýn asýl hedefi Osmanlý öncesi Küçük Asya’yý da içine alan dil, edebiyat tarihi ve tarih üzerine yapýlmýþ bilimsel yayýnlara toplu bir bakýþ saðlamaktýr. Turkologischer Anzeiger, baþýndan itibaren çeþitli Avrupa ülkeleriyle Amerika Birleþik Devletleri’nden Zygmund Abrahamowicz (Krakovi), Dusanka Bojanic (Belgrad), Vanco Boskow (Saraybosna), Lars Johanson (Uppsala ve Stockholm), Barbara Kellner-Heinkele (Hamburg), Klaus Kreiser (Münih), Günay Kut (Chicago), Tadeusz Majda ve Edward Majda ve Edward Tryjarski (Varþova), Zdenka Vesela-Prenosilova (Prag) gibi Türkologlar’ýn yaný sýra ikinci sayýdan itibaren Türkiye ve Ýsrail, üçüncü sayýdan sonra Sovyet Sosyalist

Cumhuriyetleri Birliði’nden ve deðiþik Arap ülkelerinden doðubilimcilerle katýlýmcýlarýný geniþletmiþtir. Turkologischer Anzeiger hazýrlanýrken Türkiye, Balkanlar, Polonya, Sovyetler Birliði ve Avrupa’nýn bazý ülkeleriyle Amerika’da yayýmlanan 280 eser ve dergi taranarak künye derlenmiþtir. Bibliyografya malzemesi önceleri “genel-dil-edebiyattarih-diðer” baþlýklarý altýndaydý. Ardýndan bunlar kendi içlerinde konularýna göre alt gruplara ayrýlmýþ, ilerleyen sayýlarda ihtiyaca göre bazý deðiþiklikler ve eklemeler yapýlmýþtýr. Her sayýda bibliyografyada adý geçen yazarlarýn, yayýma hazýrlayanlarýn, kitap tanýtanlarýn ve çevirmenlerin toplu dökümü niteliðinde kiþi adlarý dizini bulunmaktadýr. Ýlk sayýdaki toplam kitap ve makale künyesinin sayýsý 1418 iken ikinci sayýda bu rakam 1739’a çýkmýþtýr. Uluslararasý çevrelerin olumlu yaklaþýmý sonucu bibliyografyanýn kapasitesi giderek büyümüþ, üçüncü sayýsý, Amerika Birleþik Devletleri’nde hazýrlanan yayýmlanmamýþ doktora tezlerinin listelerine yer verilmesiyle bir öncekine göre yüzde otuzluk bir hacim artýþýyla çýkmýþtýr. Dördüncü sayýdan itibaren ana dergi olan Wiener Zeitschrift für die kunde des Morgenlandes’nin sayfa sayýsýný dönem dönem geride býrakmasýna raðmen iki dergi beþ yýl birlikte yayýmlanmýþtýr. Ayrýca üçüncü sayý (1977) Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes’nin altmýþ dokuzuncu sayýsýnýn eki olmaya devam ederken bir yandan da “Turcology Annual” baþlýðý eklenerek müstakil bir yayýn halini almýþ ve bu durum dokuzuncu sayýya kadar devam etmiþtir. Altýncý sayý ile birlikte Turgologischer Anzeiger’ya yeni baþlýk eklenip Osmanistik dýþýndaki Türkoloji’nin dil ve edebiyat alanlarý kapsama alýnmýþ ve 1979’dan itibaren bu yayýnlara da yer verilmiþ, ancak yer darlýðý sebebiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’ndeki yayýnlar dýþarýda býrakýlmýþtýr. On birinci sayýya kadar (1985) derleme ve yazý iþleri görevlerini Markus Köhbach yürütmüþ, bu görevi daha sonra Budapeþte’deki Fodor Pál üstlenmiþtir. Ardýndan Miklós Fóti ile Andrea Zsiga-Kiss, Budapeþte ekibine katýlmýþtýr. Bu ekiple yayýmýna devam eden Turgologischer Anzeiger’nýn imtiyaz sahibi ve yayýmcýsý Viyana Üniversitesi Þarkiyat Enstitüsü’dür. Yirminci sayýsýna kadar (1994) yýllýk olarak çýkan Turgologischer Anzeiger, daha sonra düzensiz biçimde devam etmiþ, 2006’da yirmi altý numaralý son sayýsý çýkmýþtýr. Bu sayý Tietze’nin emeði olmadan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

427


TURKOLOGISCHER ANZEIGER

yayýmlanan tek sayýdýr. Heidelberg Üniversitesi’nde 2009 yýlýnda baþlatýlan Exzellenzcluster Projesi ile Turgologischer Anzeiger’nýn bütün sayýlarý (1-26) veri tabaný halinde kullanýma açýlmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Nejat Göyünç, “Turkologischer Anzeiger [Türkoloji ile ilgili yayýmlar dergisi], yayýnlayan: Andres Tietze, Viyana, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes (WZKM), 67. cilt (1975), 339448. Sahifeler Arasýnda”, TKA, XV/1-2 (1976), s. 343, 344, 345-346; a.mlf., “Turkologischer Anzeiger (TA2) [Türkoloji ile ilgili yayýmlar dergisi], yayýnlayan: Andres Tietze, Viyana, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes (WZKM), 68. cilt (1976), 297-485. Sahifeler Arasýnda”, GDAAD, sy. 6-7 (1978), s. 310-311.

ÿGýsela Prochazka Eýsl

˜

TURNACIBAÞI Yeniçeri Ocaðý’nýn yüksek rütbeli zâbitlerinden.

Turnacýlarýn varlýðý “haseki” adý altýnda Yýldýrým Bayezid dönemine kadar giderse de bu adla anýlmalarý Fâtih Sultan Mehmed devrinden itibaren baþlamýþtýr. Rivayete göre Fâtih Sultan Mehmed av esnasýnda bir tepenin arkasýndan havalanan turnalarý görmüþ, bunlarý avlamak için þahin ve doðan aranýrken 68. ortaya ait tazýnýn koþup bir turnayý yakalamasý çok hoþuna gitmiþ, bu ortanýn hasekisinin yevmiyesine 1 akçe zam yaparak turnacýbaþý unvanýyla odasýný diðer hasekilerin üzerine çýkarmýþtýr. Devþirme kanunu gereðince kapýkulu askerleri gibi Osmanlý tebaasý hýristiyan ailelerin çocuklarý olan turnacýlarýn mevcudu 1623’te 280, 1665’te 468 idi. Timara çýkan turnacýlara XVI. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda yýllýk geliri 10.000 akçeyi bulan dirlik tevcih edilirdi. Âmirleri olan turnacýbaþý (serturnaî) ocak içinde rütbe bakýmýndan hasekibaþýnýn üstünde, saksoncubaþýnýn altýndaydý. XVIII. yüzyýla kadar terfiler ocak kaidesine göre yapýlýrken zaman içinde

buna uyulmadýðý da olmuþtur. Yevmiyesi XVI. yüzyýlda 23, XVII. yüzyýlda 27 akçe idi. Ayrýca kendisinin günlük dokuz çift fodula ile bir koyun, ortasýnýn ise on beþ çift fodula tahsisatý vardý. Ayda 2 akçe “mukarrer”i mevcuttu. Kethüdâsýna üç, iki bölükbaþýsýna dört çift fodula çýkardý. Diðer yüksek rütbeli yeniçeri subaylarý gibi Ýstanbul’da turnacýbaþýya baðlý kulluk (karakol) yoktu. Terfi edince ocak içinde saksoncubaþý olur, dýþ hizmete ise XVI. yüzyýlda 30.000 akçe zeâmetle çýkardý. Genellikle Anadolu eyaletinin Ankara, Kütahya, Karesi ve Muðla sancaklarýna tayin edilirdi, fakat XVIII. yüzyýlda beylerbeyi olarak da tayin edilmiþtir (Subhî Tarihi, s. 231). Protokolde samur ve vaþak kaplý kadife üst elbisesiyle sarý çizme giyer; atýna zincir, enselik, gümüþ üzengi ve topuz koyardý. Bir rivayete göre ocak divanýnýn üyesi sayýlan turnacýbaþý yeni tayin edilen yeniçeri aðasýna teamül gereði bir üzengi hediye ederdi. Diðer ocak aðalarý gibi bunun da yazlýk ve kýþlýk üst elbisesi, çuha kumaþ tahsisatý vardý. Yeniçeri Ocaðý’nýn ocak aðalarý denilen altý büyük aðasýnýn en küçük rütbelisi olan turnacýbaþýnýn (D’Ohsson, VII, 315) sembolik görevi padiþahla birlikte sürek avlarýna katýlmak, avý takip eden köpeklerle balýkçýl ve diðer kuþlarý yakalayan tazýlara bakmaktý. Turnacýlar hükümdarýn seyretmesi için besledikleri turnalarla keklik ve balýkçýllarý da beraberlerinde götürürlerdi. Turnacýbaþýnýn asýl görevi kumandaný olduðu ortanýn düzenini saðlamak, devþirme iþlerinin Yeniçeri Ocaðý’na býrakýlmasýndan sonra devþirme memuru sýfatýyla Rumeli’de ve Anadolu’da asker adayý toplamaktý. Ortasýnýn yönetiminde turnacýbaþýya turnacýlar kethüdâsý ile iki bölük baþý yardýmcý olurdu. Yaya kapýkulu askerleriyle çýktýðý seferlerde savaþ dýþýndaki baþlýca görevi maiyetine verilen yeniçerilerle birlikte kale muhafýzlýðý ve nöbetçiliði yapmaktý. Bazan donanmada da görevlendirilir, bu sýrada maiyetine yeni-

II. Selim’in turnacýbaþýya bir hükmü (BA, MD, nr. 7, s. 26, hk. 79)

428

çerilerden baþka cebeci, topçu, arabacý gibi askerî zümrelerden neferler verilirdi. Sefer zamanýnda gönüllü yeniçeriler turnacýlarla beraber giderdi. Turnacýbaþý padiþahýn katýldýðý seferlerde hep yanýnda bulunur ve Dîvân-ý Hümâyun’a iþtirak ederdi. Bazan sefere gitmeyip merkezde kalan turnacýbaþýnýn merkezdeki diðer bir görevi Ýstanbul aðasý ile birlikte yangýn söndürme faaliyetlerini denetlemek ve þehirde dolaþmaktý. Þehir muhafýzlýðý da yapan turnacýlardan biri bu iþle görevlendirilebilirdi. Nitekim XIX. yüzyýlda turnacýlardan biri Ýzmir’in, bir diðeri Üsküdar’ýn muhafazasý için tayin edilmiþti (Taylesanizâde Hâfýz Abdullah Efendi Tarihi, s. 194; Þânîzâde Mehmed Ataullah Efendi, II, 1193). Taþraya gerekli durumlarda teftiþ için mübaþir sýfatýyla gönderilebilirdi (BA, MD, nr. 7, s. 247). XVII. yüzyýlýn baþlarýndan itibaren göstermelik de olsa tazý besleme görevleri devam eden turnacýlarýn turna besleme ve padiþahla birlikte ava gitme geleneðine son verilmiþ, turnacýbaþýlýk Yeniçeri Ocaðý’nda yüksek rütbeli mansýb olarak varlýðýný sürdürmüþtür. 1826’da Eþkinci Ocaðý’nýn kurulmasýyla turnacýbaþýya 3750 akçe maaþ baðlanmasý kararlaþtýrýlmýþ ve maiyetine yedi orta verilmiþse de bu çok kýsa sürmüþ, ayný yýlýn haziranýnda turnacýbaþýlýk ve turnacý ortasý Yeniçeri Ocaðý ile birlikte kaldýrýlmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

3 Numaralý Mühimme Defteri (haz. Nezihi Aykut v.dðr.), Ankara 1993, s. 224, hk. 497; nr. 7, s. 24, hk. 76; s. 26, hk. 79; Selânikî, Târih (Ýpþirli), s. 376, 412, 717; Topçular Kâtibi Abdülkadir (Kadrî) Efendi Târihi (haz. Ziya Yýlmazer), Ankara 2003, tür.yer.; Eyyubî Efendi Kanunnâmesi (haz. Abdülkadir Özcan), Ýstanbul 1994, s. 42, 44; Anonim Osmanlý Tarihi: 1099-1116/1688-1704 (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 2000, s. 42, 86, 208, 265; Naîmâ, Târih (haz. Mehmet Ýpþirli), Ankara 2007, tür.yer.; Defterdar Sarý Mehmed Paþa, Zübde-i Vekayiât (nþr. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 290, 499, 603, 769, 806; Subhî Târihi: Sami ve Þakir Tarihleriyle Birlikte (haz. Mesut Aydýner), Ýstanbul 2007, s. 231, 495, 524, 538; Taylesanizâde Hâfýz Abdullah Efendi Tarihi: Ýstanbul’un Uzun Dört Yýlý (haz. Feridun M. Emecen), Ýstanbul 2003, s. 191, 194, 224, 268; Þem‘`dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), II-A, s. 68, 226; II-B, s. 64, 111; III, 30; Þânîzâde Mehmed Atâullah Efendi, Târih (haz. Ziya Yýlmazer), Ýstanbul 2008, I, 269, 318, 331, 452, 467; II, 946, 1193; Sahaflar Þeyhizâde Esad Efendi, Târih (haz. Ziya Yýlmazer), Ýstanbul 2000, s. 288, 338, 580, 584; D’Ohsson, Tableau général, VII, 315; Uzunçarþýlý, Kapukulu Ocaklarý, tür.yer.; Mebde-i Kånûn-ý Yeniçeri, tür.yer.; Ahmet Akgündüz, Osmanlý Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, Ýstanbul 199194, III, 136, 139, 140, 141; VII, 247; VIII, 139.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

ÿAbdülkadir Özcan


TURTÛÞE

– ˜ –

˜

TURSUN BEY

(bk. DURSUN BEY).

TURTÛÞE ( ?Z N!N ) Endülüs’ün kuzeydoðusunda tarihî þehir.

Endülüs’ün kuzeydoðusunda Ebro nehrinin oluþturduðu deltanýn baþlangýcýnda bir dað eteðinde kurulmuþtur. Himyerî’ye göre þehrin etrafýný çeviren surlar Endülüs Emevîleri zamanýnda inþa edilmiþ olup þehrin dört kapýsý vardýr. 95 (714) yýlýnda müslümanlar tarafýndan fethedilen Turtûþe (Tartûþe / Tortosa) Lâride (Lesida), Ýfrâga, Tutîle (Tudela), Veþka (Huesca), Miknâse þehirlerini içine alan ve es-Saðrüla‘lâ diye bilinen kuzey sýnýr bölgesinde yer almakta, muhtemelen Mürsiye (Murcia), Belensiye (Valencia) ve Sarakusta’yý da (Saragossa) kapsayan Arbûne (Narbonne) bölge valiliðinin yönetimi altýnda bulunmaktaydý. Endülüs Emevî Emîri I. Abdurrahman, Arbûne’yi yönetmek için Abdurrahman b. Ukbe’yi görevlendirdi. Þehir en parlak dönemini Endülüs Emevî Devleti’nin idaresi altýnda yaþadý ve bu devirde hükümdarlarýn desteðiyle geliþti. 161’de (778) Sarakusta’da ayaklanan Hüseyin b. Yahyâ el-Ensârî’nin oðlu Saîd güçlükle Turtûþe’ye sýðýndý. I. Hakem döneminde Turtûþe, bölgedeki âsilerin ve Benî Kasî gibi mahallî hânedanlarýn siyasî emelleri yüzünden zor günler geçirdi; þehir bunlarla merkezî otorite arasýnda kaldý. 181 (797) yýlýnda Sarakusta ve Turtûþe bölgesinden baþlayarak etki alanýný gittikçe geniþleten Behlûl b. Merzûk’un isyaný görülürken 193’te (809) Franklar, Hakem’in baþka sorunlarla uðraþmasýný fýrsat bilerek Turtûþe’yi muhasara etti. Ancak Hakem oðlu Abdurrahman’ý gönderip onlarý yenmeyi baþardý. 844 yýlýnda Normanlar’ýn Endülüs’e yönelik saldýrýsýndan sonra II. Abdurrahman bir taraftan tersanelerin ve gemilerin yapýlmasýný emrederken diðer taraftan denizcilik eðitimi verilmesini saðladý. Hemen hemen ayný dönemlerde Turtûþe ve Belensiye’den hareket eden gemiler 224-236 (839-850) yýllarý arasýnda Franklar’a ait Marsilya kýyýlarýna hücumlar düzenledi; ayrýca Saint Tropez Limaný’ný üs olarak kullanan pek çok Turtûþeli denizci, rivayete göre bir asýr boyunca Fransa ile Ýtalya arasýndaki ticarî faaliyetleri kontrol altýnda

tuttu. III. Abdurrahman zamanýnda þehirde merkezî otorite tam anlamýyla saðlandý. Halife 317-328 (929-940) yýllarýnda buraya yedi vali tayin edip güvenliðin devamý için çaba gösterdi. Halký tersane ve liman yapýmý konusunda teþvik etti, bu teþvikler sonucunda 333’te (945) þehirde bir tersane yapýldý. Halife, Medinetüzzehrâ’yý inþa ederken harcamalarýndan dolayý kendisini çok eleþtirecek olan Münzir b. Saîd el-Bellûtî’yi þehrin kadýlýðýna getirdi. Endülüs Emevî Devleti’nin 1008 yýlýndan itibaren zayýflamaya baþlamasý ve ardýndan yýkýlmasý sürecinde Turtûþe 1009-1060 yýllarý arasýnda sakalibeye mensup kumandanlardan Lebîb, Mukatil, Ya‘lâ ve Nebîl tarafýndan idare edildi. Nebîl’in yönetimi esnasýnda Turtûþe halký 452’de (1060) isyan edince Nebîl þehri Sarakusta Emîri Muktedir-Billâh Ahmed’e teslim etti. Böylece Turtûþe, Sarakusta ve civarýnda hüküm süren Hûdîler’in eline geçti. Muktedir’den sonra oðlu Münzir’in payýna düþtü (1082-1091). Ancak sýnýra yakýn olduðundan hýristiyanlarýn dikkatini çekmekteydi. Nitekim Murâbýt Hükümdarý Yûsuf b. Tâþfîn’in Kastilya Kralý VI. Alfonso’ya karþý 1086 yýlýnda kazandýðý Zellâka savaþý öncesinde Alfonso’nun yardýma çaðýrdýðý kiþiler arasýnda o esnada Turtûþe’yi kuþatmakta olan Aragon-Navarra Kralý I. Sancho Ramirez de bulunmaktaydý. Ardýndan Yûsuf b. Tâþfîn’in Endülüs’e hâkim olmasý ve izlediði geniþleme siyaseti kýsa sürede kendini gösterdi. Bunun neticesi Turtûþe’de de görüldü ve Ali b. Tâþfîn 1110’da Hûdî hâkimiyetine son verip þehri kendi idaresi altýna aldý. Turtûþe, 512 (1118) yýlýnda hýristiyan saldýrýsýna uðradýysa da kurtulmayý baþardý. Daha sonra hýristiyanlarýn hedefi olmaya devam etti. Aragon Kralý I. Alfonso 1129’da Akdeniz’e ulaþabilmek için Turtûþe’nin zaptedilmesi gerektiðini anladý ve harekete geçti. Sarakusta’dan yola çýkarak Ýfrâga ve Lâride üzerinden Belensiye’ye geldi ve Murâbýtlar’la savaþa giriþti. Çok þiddetli geçtiði kaydedilen savaþta Murâbýtlar yenildi. Ancak savaþýn ardýndan Murâbýt yönetimi bölgenin hýristiyan iþgalinden kurtarýlmasý için çalýþmalar baþlattý. Kral Alfonso, Murâbýtlar’dan korktuðu için kazandýðý zaferden istifade edemeden geri çekilmek zorunda kaldý. Turtûþe, Murâbýtlar’ýn 1147’de yýkýlmasýndan sonra meydana gelen otorite boþluðunun ardýndan hýristiyanlarýn ele geçirmeyi en çok istedikleri þehirlerden biri oldu. Aslýnda bu dönemde Turtûþe bura-

da doðmuþ, Belensiye, Mürsiye ve Turtûþe’nin de aralarýnda bulunduðu pek çok yere hâkim olan aslen Ýspanyol asýllý bir aileye mensup Muhammed b. Sa‘d b. Merdenîþ’e görünürde baðlýlýk arzetmiþti. Ýbn Merdenîþ hýristiyanlarla iyi geçinerek durumunu devam ettirmekteydi. Turtûþe ayný devirde hýristiyan sahillerini baský altýnda tutan müslüman denizcilerin sýðýnaðý haline geldi; bu durum hýristiyanlarý endiþeye sevkediyordu. Aragon, Katalonya, Cenova, Piza ve Templier þövalyelerinden oluþan hýristiyan Haçlý ordusu Barselona Kontu IV. Raymond Berenger’in kumandasýnda 1148’de Turtûþe’yi hem karadan hem denizden kuþatma altýna aldý. Turtûþe halký yaklaþýk kýrk gün hýristiyanlara karþý direnmeye çalýþtý. Bu direnmede þehrin surlarýnýn saðlamlýðý da etkili olmuþtu. Ancak sonuçta hiçbir yerden yardým alamadýklarýndan þehri düþmana teslim etmek zorunda kaldýlar (17 Þâban 543 / 31 Aralýk 1148). Turtûþe’nin ardýndan esSaðrüla‘lâ içinde yer alan diðer sýnýr þehirleri Lâride, Ýfrâga ve Miknâse de hýristiyanlarýn eline geçti; böylece Kuzey Endülüs’te sýnýr bölgelerindeki müslüman hâkimiyeti sona ermiþ oldu. Ýbn Merdenîþ, hýristiyanlarýn þehri zaptetmesine onlarla arasýný bozmamak için hiç tepki göstermedi. Hýristiyanlar 478’de (1085) Tuleytula’yý ele geçirdiklerinde müslümanlara tanýdýklarý can, mal, din ve ibadet özgürlüðünü buradaki müslümanlara da tanýdýlar. Fakat zamanla bütün Ýspanya’da müslümanlarý zorla hýristiyanlaþtýrmaya yöneldiler. Turtûþe’nin de aralarýnda bulunduðu Belensiye ve Barselona bölgesinde zengin Ýspanyollar’ýn topraklarý müslümanlar tarafýndan iþletilmekteydi. Müslümanlarýn hýristiyanlaþmasý, Ýspanyollar’ý müslümanlardan aldýklarý vergiden ve maddî pek çok þeyden mahrum býrakacaktý. Bu sebeple 1429 ve 1495 yýllarýnda Turtûþe’deki asiller meclisi, Kastilya Kralý IV. Enrique ve Aragon Kralý Ferdinand’dan müslümanlarýn kendi istekleriyle hýristiyan olabilecekleri, din deðiþtirmeye kimsenin zorlanmayacaðý hususunda garanti aldý. Turtûþe, Endülüs Emevîleri döneminde baþþehir Kurtuba’dan uzaklaþtýrýlan kiþiler için sürgün yeri olarak da kullanýldý. Abdülmelik b. Ýdrîs el-Cezîrî, Ýbn Ebû Âmir el-Mansûr tarafýndan Turtûþe’de tutulmuþ, o da uzun bir kaside yazarak þehri övmüþtü. Emevîler döneminde Turtûþe geleneksel yapýda evlere, çarþý ve pazarlara sahip bir ticaret þehriydi. Þehirde III. Ab-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

429


TURTÛÞE

durrahman’ýn 345 (956-57) yýlýnda inþa ettirdiði bir ulucami bulunmaktaydý. Turtûþe zamanla kalabalýklaþtý ve surlarýn dýþýna yeni mahalleler kuruldu. Þehirde çok zengin çam ormanlarý bulunmakta ve bu aðaçlar kolay kolay çürümemekteydi. Kurtuba Ulucamii’nin tavaný bu aðaçlardan yapýlmýþtý. Turtûþe Limaný ihracatýn yapýldýðý bölgelerin baþýnda gelmekteydi. Buradan pamuk, þeker, deri, bakýr, ipek, baharat, çivit ve kýzýlaðaç gemilerle Ýslâm ülkelerine gönderilmekteydi. Ayrýca yahudi köle tüccarlarý tarafýndan Orta Avrupa’dan sevkedilen Slavlar Turtûþe’ye getirilmekte, buradan ülkenin diðer taraflarýna yollanmaktaydý. Geçmiþteki önemini günümüzde kaybetmiþ bir nehir limaný olan Turtûþe’nin nüfusu 30.000 civarýnda duraklamýþ bulunmaktadýr (1930’da 28.000, 1950’de 38.300, 2000 yýlý tahminlerine göre 30.000). Turtûþe’nin en önemli âlimleri arasýnda hadis âlimi Ahmed b. Saîd b. Meysere el-Gýfârî ile Ýbn Ebû Rendeka diye tanýnan Ebû Bekir et-Turtûþî zikredilebilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Þerîf el-Ýdrîsî, Nüzhetü’l-müþtâš, Beyrut 1409/ 1989, II, 555; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân (Cündî), IV, 34-35; Ýbn Ýzârî, el-Beyânü’l-mu³rib, I, 219, 224, 302; Himyerî, er-Rav²ü’l-mi £¹âr, s. 391; J. F. O’Callaghan, A History of Medieval Spain, New York 1975, s. 280, 300, 605-606; M. Abdullah Ýnân, Devletü’l-Ýslâm fi’l-Endelüs: el-ƒilâfetü’lÜmeviyye ve’d-devletü’l-£Âmiriyye, Kahire 1408/ 1988, s. 225-226, 231, 240-241; The Legacy of Müslim Spain (ed. Salma Khadra Jayyusi), Leiden 1992, s. 59, 310; B. F. Reilly, The Medieval Spains, New York 1993, s. 65, 116, 131; a.mlf., The Kingdom of Leon-Castilla under King Alfonso VII, 1126-1157, Philadelphia 1998, s. 102-103; Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanlarý: Siyasi Tarih, Ankara 1994, s. 145, 165, 170; a.mlf., Endülüs Müslümanlarý: Ýlim ve Kültür Tarihi, Ankara 1997, s. 29, 33; a.mlf., Endülüs Müslümanlarý: Medeniyet Tarihi, Ankara 1997, s. 158159; a.mlf., “Ýspanya Krallýðý’nýn XVI. Yüzyýlda Endülüs Müslümanlarýný Hristiyanlaþtýrma Politikasý (I)”, AÜÝFD, XXXV (1936), s. 275 vd.; É. Lévi-Provençal, Histoire de l’Espagne musulmane, Paris-Leiden 1999, I, 119 vd., 178 vd.; a.mlf. – [N. Göyünç], “Tortosa”, ÝA, XII/1, s. 444-445; Anwar G. Chejne, Historia de España musulmana, Madrid 1999, s. 63, 81, 189; R. Dozy, Spanish Islam: A History of the Muslims in Spain (trc. F. Griffin Stokes), Whitefish 2003, s. 74, 740; Lütfi Þeyban, Reconquista: Endülüs’te MüslümanHristiyan Ýliþkileri, Ýstanbul 2003, s. 149, 179181, 220-223; Th. F. Glick, Islamic and Christian Spain in the Early Middle Ages, Netherlands 2005, s. 38, 117, 140; Abdülhalik Bakýr, “Ortaçað Ýslam Dünyasýnda Deri, Tahta ve Kaðýt Sanayi”, TTK Belleten, LXV/242 (2001), s. 108, 141; Maria J. Viguera, “Turtusha”, EI 2 (Ýng.), X, 738-739; Hakký Dursun Yýldýz, “Abdurrahman I”, DÝA, I, 148; Câsim el-Ubûdî, “Sarakusta”, a.e., XXXVI, 113-114.

ÿBirsel Küçüksipahioðlu

430

TURTÛÞÎ ( Z N!À ‫) א‬

Ebû Bekr Muhammed b. Velîd b. Muhammed b. Halef el-Fihrî et-Turtûþî (ö. 520/1126)

˜

Endülüslü Mâlikî fýkýh âlimi ve muhaddis.

26 Cemâziyelevvel 451’de (10 Temmuz 1059) Kuzeydoðu Endülüs’te Turtûþe (Tortosa) þehrinde doðdu. Bir yýl sonra Sarakusta Emirliði’nin (Hûdîler) hâkimiyetine geçen bu þehirde ilk eðitimini aldý. Ýbn Ebû Rendeka diye tanýndý. Ýbn Hallikân “rendeka”nýn Frenkçe olduðunu ve “buraya gel” anlamý taþýdýðýný belirtir; bazý Batýlý araþtýrmacýlar da bu anlamda Fransýzca ve Ýspanyolca iki kelimeden (rend-aca) oluþtuðunu söyler (Sirâcü’l-mülûk, neþredenin giriþi, s. 12). Turtûþî gittiði Sarakusta’da çeþitli hocalardan ders gördü ve icâzet aldý. Ebü’l-Velîd el-Bâcî’den Arapça, fýkýh, hadis, ferâiz ve hilâf okudu. Makkarî ve Ýbn Hallikân onun Ýþbîliye’de Ýbn Hazm’dan Arap edebiyatý tahsil ettiðini söyler. Ancak Ýbn Hazm’ýn vefatý sýrasýnda (456/1064) henüz beþ yaþýnda olduðuna göre ya bu bilgi yanlýþtýr veya küçükken onun derslerine götürülmüþtür. 476’da (1084) hac görevini yerine getirdikten sonra bir süre Irak, Suriye ve Mýsýr’ýn çeþitli þehirlerinde ikamet ederek âlimlerin ders halkasýna katýldý. Baðdat’ta Nizâmiye Medresesi’nde Þâfiî fakihleri Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed eþ-Þâþî, Ebû Sa‘d Abdurrahman b. Me’mûn elMütevellî ve Ebû Ahmed el-Cürcânî’den fýkýh dersleri aldý. Hanefî kadýlkudâtý Muhammed b. Ali ed-Dâmeganî, Hanbelî âlimi Ebû Muhammed Rýzkullah et-Temîmî, Muhammed b. Fütûh el-Humeydî ve baþkalarýndan hadis dinledi; Basra’da Ebû Ali Muhammed b. Ahmed et-Tüsterî’den Sünen-i Ebû Dâvûd’u okudu. Bu sýrada tasavvufa yöneldi. Kudüs’te Gazzâlî ile görüþtüðüne veya oraya vardýðýnda Gazzâlî gitmiþ olduðundan kendisiyle görüþemediðine dair farklý rivayetler nakledilir. Dýmaþk, Kudüs, Cebelilübnan ve Reþîd’de bir süre kaldý. Hac yolculuðuna çýkan Endülüs ulemâsýnýn uðrak yeri Ýskenderiye’ye geçip oraya yerleþti. Talebesi Ebü’t-Tâhir Ýbn Avf’ýn teyzesiyle evlendi. O sýrada babasýnýn ölümü üzerine (487/1094) Fâtýmî veziri olan Efdal b. Bedr el-Cemâlî, birkaç ay sonra vefat eden Halife MüstansýrBillâh’ýn yerine büyük oðlu Nizâr’ý deðil daha kolay etkisi altýna alabileceði küçük

oðlu Ahmed’i (Müsta‘lî-Billâh) halife ilân edince Nizâr Ýskenderiye’ye kaçmýþ, Efdal de onu takip ederek ortadan kaldýrmýþtý (488/1095). Bu esnada birçok âlim öldürülmüþ veya baþka yerlere göç etmiþ, þehir ilim ve eðitim faaliyetleri bakýmýndan fakir hale gelmiþti. Turtûþî, bu ortamda eþinin kendisine ayýrdýðý evin alt katýný medreseye dönüþtürüp ders vermeye baþladý. Bir kýsmý medresede barýnan talebelerinin sayýsý kýsa sürede 100’leri buldu ve þöhreti Mýsýr’ýn dýþýna yayýldý. Kendisinden ilim tahsil edenler arasýnda Ebû Bekir Ýbnü’l-Arabî, Bâcî’nin halkasýnda ders arkadaþý olan Ebû Ali es-Sadefî, Muvahhidler Devleti’nin kurucusu Ýbn Tûmert, Ýbn Zafer es-Sýkýllî, Sadrülislâm Ebü’t-Tâhir Ýbn Avf, Ebû Hâmid el-Gýrnâtî, Ýbrâhim b. Ahmed el-Gýrnâtî, Muhammed b. Ýbrâhim elGassânî, Kadî Sened b. Ýnân el-Ezdî, Ýbn Bürtýle (Abdullah b. Mûsâ) ve Ebû Bekir Muhammed b. Hüseyin el-Mayurký gibi isimler anýlmaktadýr. Kadî Ýyâz da kitâbet yoluyla bütün rivayetleri ve eserleri konusunda kendisinden icâzet aldý. Ýbn Haldûn, Mâlikî mezhebinde Kurtuba, Kayrevan ve Irak mektepleriyle bu sonuncusuna tâbi olan Mýsýr mektebinden söz ederken Kahire ve Ýskenderiye ulemâsýnýn Turtûþî vasýtasýyla Endülüs mektebinin esaslarýný alarak kendi Mýsýr ekolleriyle birleþtirdiklerine dikkat çeker (The Muqaddimah, III, 16-17). Turtûþî, Ýskenderiye’de bir taraftan öðretim faaliyetini yürütürken diðer taraftan toplumun ahlâk bakýmýndan ýslahý için çalýþtý, Ýslâmî esaslara aykýrý sosyal ve idarî uygulamalarý, þehrin kadýsýnýn tasarruflarýný eleþtirdi, yöneticileri uyardý. Bu tavrý yanýnda çevresinde geniþ bir talebe halkasýnýn oluþmasý ve Bizans’tan getirilen peynirlerin haram olduðuna dair fetvalarý sebebiyle kadý Mekînüddevle Ýbn Hadîd tarafýndan Vezir Efdal’e þikâyet edilince Kahire’ye çaðrýldý. Turtûþî daha önce de Kahire’ye gidip vezire öðütlerde bulunmuþtu. Efdal kendisini iyi karþýlamakla birlikte Fustat’ta mecburi ikamete tâbi tutup halktan tecrit etti. Efdal’in 515’te (1121) öldürülmesinin ardýndan vezir tayin edilen Me’mûn el-Batâihî göreve gelince muhtemelen bir yýldan az süren sürgün hayatý sona erdi ve Ýskenderiye’ye dönerek öðretim faaliyetini sürdürdü. Ertesi yýl Kahire’ye gidip ünlü eseri Sirâcü’l-mülûk’ü Batâihî’ye sundu. Turtûþî, çevresindeki yöneticilere öðüt verdiði gibi muhtemelen 495 (1001) yýlýnda Endülüs’e dönen talebesi Ebû Bekir Ýbnü’lArabî vasýtasýyla Murâbýt Hükümdarý Yûsuf b. Tâþfîn’e de bir mektup yazarak tav-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛS

siyelerde bulunmuþtur. 26 Cemâziyelevvel 520’de (19 Haziran 1126) Ýskenderiye’de vefat eden Turtûþî’nin ölüm yýlýný Dabbî ve Süyûtî 525 olarak kaydeder. Kabri þehrin önemli ziyaret mekânlarýndandýr. Ýskenderiye’nin eski kesiminde Turtûþî’nin 516’da (1122) yaptýrdýðý, içinde kabri bulunan ve kendi adýný taþýyan mescid günümüzde de varlýðýný sürdürmektedir.

nusunda günümüze ulaþtýðý bilinen ilk çalýþmalardan olup muhtelif neþirleri yapýlmýþtýr (nþr. Muhammed et-Tâlibî, Tunus 1959; nþr. Abdülmecîd et-Türkî, Beyrut 1410/ 1990; nþr. Beþîr Muhammed Uyûn, DýmaþkTâif 1412/1991; nþr. Maribel Fierro, bir inceleme ve Ýspanyolca’ya tercümesiyle birlikte, Kitâb al-Havâdith wa-l-bida‘. El

Eserleri. 1. Sirâcü’l-mülûk. 4 Receb

Madrid 1993; nþr. Ali b. Hasan b. Ali b. Abdülhamîd, Demmâm 1417/1996). 3. Birrü’l-vâlideyn (nþr. Muhammed Abdülhakîm el-Kadî, Beyrut 1986; nþr. Ahmed Ferîd el-Mezîdî, Beyrut 1422). 4. ed-Du£âßü’lmeߦûr ve âdâbüh (nþr. Muhammed b. Rýdvân ed-Dâye, Beyrut 1988; nþr. Abdullah Mahmûd Muhammed Ömer, Beyrut 1423). 5. Kitâbü’l-Esrâr. Turtûþî Sirâcü’lmülûk’te (I, 272; II, 719) bu kitaba atýfta bulunarak aklýn hakikati, kýsýmlarý, mahalli, ahkâmý ve tevfikle ilgili konularý orada ele aldýðýný ifade eder. Ca‘fer el-Beyâtî eserin Gazzâlî’nin ݼyâßü £ulûmi’d-dîn’ine bir eleþtiri niteliði taþýdýðýný ileri sürer (Sirâcü’l-mülûk, s. 19; Sirâcü’l-mülûk, tercüme edenin giriþi, s. 15). 6. Kitâbü Ta¼rîmi’l³ýnâ ve’l-lehv £ale’½-½ûfiyye fî rašsihim ve semâ£ihim. Abdülmecîd Türkî tarafýndan Risâle fî ta¼rîmi’l-cübni’r-Rûmî ile birlikte yayýmlanmýþtýr (Beyrut 1997). 7. Risâle ilâ Yûsuf b. Tâþfîn (Rabat 1976; Ýspanyolca trc. Maria Jesus Viguera, “Las

516’da (8 Eylül 1122) tamamlanan ve siyâsetnâme (nasihatnâme) türünün ilk örneklerinden olan eserde müellif siyaset felsefesi, siyaset ahlâký, devlet yapýsý ve kamu hukukunun temel ilkelerine dair görüþlerini altmýþ dört bölüm halinde kaydetmiþtir. Ýbn Haldûn, Turtûþî’nin bu konularý kendisinden önce ve hemen hemen kendi kitabýnýn muhtevasýný kapsayacak biçimde iþlediðini söyler, eserde meselelerin tam olarak ortaya konulup deðerlendirilemediðini, daha çok nakil ve öðütlerden meydana gelen bir derleme niteliði taþýdýðýný öne sürerek bazý eleþtiriler yöneltir (Mušaddime, I, 334; II, 524, 728). Ancak Turtûþî’nin amacý, Ýbn Haldûn gibi konuyu ilmî açýdan incelemek olmayýp yöneticilere ahlâkî erdemleri hatýrlatmak, baþarý ve baþarýsýzlýkta siyaset-ahlâk iliþkisini ortaya koyarak onlara yol göstermektir. Dolayýsýyla Gazzâlî’nin ayný dönemde kaleme aldýðý Na½î¼atü’l-mülûk adlý eseri gibi nasihat gayesi güttüðünden baþarýlý olduðu açýktýr (Þeyyâl, II, 797-799). 992 (1584) yýlýnda Kazasker Vüsûlî Mehmed Çelebi Sirâcü’l-mülûk’ün otuz iki bölümünü Þem-i Hidâyet adýyla, aðdalý bir üslûpla, ekleme ve çýkarmalarla Türkçe’ye çevirmiþ (Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 772), eseri ayrýca Sait Aykut tercüme etmiþtir (Sirâcü’l-mülûk Siyaset Ahlâký ve Ýlkelerine Dair, Ýstanbul 1995). Eseri Takýyyüddin Muhammed Sadreddin 1036 (1626) yýlýnda Abdürrahim Han’a sunulmak üzere Farsça’ya (Brockelmann, GAL, I, 601; Suppl., I, 829-830), Maximiliano Alarcon Ýspanyolca’ya (Lampara de los principes, I-II, Madrid 1930-1931) çevirmiþtir. Birçok baskýsý yapýlan eser (Bulak 1289; Ýskenderiye 1289, 1299; Kahire 1306, 1317, 1319 [kenarýnda Gazzâlî’nin eseriyle birlikte]; Kahire 1311 [Ýbn Haldûn’un Mušaddime ’sinin kenarýnda; Kahire 1354]) Ca‘fer el-Beyâtî (London 1977, 1990), Muhammed Fethî Ebû Bekir (I-II, Kahire 1414/1994) ve Nu‘mân Sâlih (Riyad 1426/2005) tarafýndan tahkik edilerek yayýmlanmýþtýr. 2. Kitâbü’l-¥avâdi¦ ve’l-bida£. Ýbn Vaddâh el-Kurtubî’nin (ö. 287/900) kitabýndan sonra bid‘at ko-

libro de las novedades y las inovaciones,

cartas de al-Ghazâlî y al-Turtûchî al Soberano almpravid Yûsuf b. Tâchufîn”, al-Andalus, XLII/2, 1977, s. 341-374). 8. MuÅta½aru tefsîri’¦-¡a£lebî (Brockelmann, GAL, I, 429; Suppl., I, 592). 9. MuÅta½aru (ÝÅti½âru) AÅlâši’n-Nebî. Ebü’þ-Þeyh el-Ýsfahâ-

nî’ye ait eserin muhtasarýdýr (Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 1308/2, vr. 36a-68a). 10. Kitâbü Ta¼rîmi’l-istimnâ (Brockelmann, GAL, I, 601). 11. Risâletü’l-£Udde £inde’lkürûb ve’þ-þidde (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 4795/3). Turtûþî’nin bunlarýn yaný sýra kaynaklarda baþka eserleri de kaydedilir: Þer¼u Risâleti Ýbn Ebî Zeyd elÆayrevânî, Kitâbü’l-Fiten, Ta£lîša fî mesâßili’l-Åilâf (Ta£lîša fi’l-Åilâfiyyât, el-Kitâbü’l-Kebîr fî mesâßili’l-Åilâf, e¹-ªarîša fi’lÅilâf ve’l-cedel), Zâdü’l-müsâfir, Nüzhetü’l-iÅvâni’l-müte¼allîne fillâh, MuÅta½ar fî fürû£i’l-Mâlikiyye, Kitâbü’zZühd ve’t-ta½avvuf, Kitâbü’r-Red £ale’lݼyâß li’l-øazzâlî, es-Su£ûd fi’r-red £ale’lyehûd, el-Kelâm fi’l-³ýnâ ve’l-fašr, el£Umde fî u½ûli’l-fýšh. BÝBLÝYOGRAFYA : Ýbn Ebû Rendeka et-Turtûþî, Sirâcü’l-mülûk (nþr. M. Fethî Ebû Bekir), Kahire 1414/1994, neþredenin giriþi, I, 11-46; a.e. (nþr. Ca‘fer el-Beyâtî), London 1990, s. 19; a.mlf., Sirâcü’l-mülûk: Siya-

set Ahlâký ve Ýlkelerine Dair (trc. Said Aykut), Ýstanbul 1995, tercüme edenin giriþi, s. 9-26; a.mlf., el-¥avâdi¦ ve’l-bida£ (nþr. Abdülmecîd et-Türkî), Beyrut 1410/1990, neþredenin giriþi, s. 11-38; Kadî Ýyâz, el-øunye (nþr. Mâhir Züheyr Cerrâr), Beyrut 1402/1982, s. 62-64; Ýbn Beþküvâl, e½Øýla (nþr. Ýbrâhim el-Ebyârî), Kahire 1410/1989, III, 838-839; Dabbî, Bu³yetü’l-mültemis (Ebyârî), I, 175-179; Ýbn Hallikân, Vefeyât, IV, 262265; Zehebî, A£lâmü’n-nübelâß, XIX, 490-496; Ýbn Ferhûn, ed-Dîbâcü’l-mü×heb, II, 244-248; Ýbn Haldûn, Mušaddime, I, 334; II, 524, 728; a.e.: The Muqaddimah (trc. Fr. Rosenthal), London 1958, I, 83, 316-317; II, 87; III, 16-17; Makrîzî, el-Mušaffa’l-kebîr (nþr. Muhammed el-Ya‘lâvî), Beyrut 1411/1991, VII, 409-416; Makkarî, Nef¼u’¹-¹îb, II, 85-90; a.mlf., Ezhârü’r-riyâ² (nþr. Mustafa es-Sekka v.dðr.), Rabat 1400/1980, III, 162-165; Keþfü’¾-¾unûn, II, 984, 1113, 1414; Serkîs, Mu£cem, II, 1239; Brockelmann, GAL, I, 429, 600-601; Suppl., I, 592, 829-830; M. Abdullah Ýnân, Terâcim Ýslâmiyye, Kahire 1390/1970, s. 289-297; Cemâleddin eþ-Þeyyâl, “Sirâcü’l-mülûk li’t-Turtûþî”, TÝ, II, 792-803; A. Shiloah, The Theory of Music in Arabic Writings, München 1979, s. 257-258; Ca‘fer el-Beyâtî, Mefhûmü’ddevle £inde’¹-ªur¹ûþî ve Ýbn ƒaldûn, Sûse, ts. (Dârü’l-maârif); Mu£cemü’l-maŹû¹âti’l-mevcûde fî mektebâti Ýstânbûl ve Ânâ¹ûlî (haz. Ali Rýza Karabulut), [baský yeri ve tarihi yok], III, 14101411; V. Lagardere, “Al-Turtûþî, unificateur du malikisme aux XI e et XII e siècles”, REI, XLVII/2 (1979), s. 173-190; a.mlf., “L’unificateur du malikisme oriental et occidental à Alexandrie: Abû Bakr at-Turtûþî”, Revue de l’occident musulman et de la Méditerranée, XXXI, Aix-en-Provence 1981, s. 47-61; Y. Lev, “Piety and Political Activism in Twelfth Century Egypt”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, XXXI, Jerusalem 2006, s. 289-324; A. Ben Abdesselem, “al-Turtushý”, EI 2 (Ýng.), X, 739-740.

ÿMuharrem Kýlýç

˜

TÛS ( a N ) Ýran’da tarihî bir þehir.

Kuruluþu Büyük Ýskender dönemine kadar uzanýr; Yunanca’da Susia olarak bilinir. Tûs’un kuruluþunun Pîþdâdîler hânedanýndan Cemþîd’e dayandýrýlmasý (Müstevfî, s. 183) þehrin Sâsânîler’den önce varlýðýný ortaya koymaktadýr. Bugün þehrin harabeleri Horasan eyaletinde Meþhed’in yaklaþýk 25 km. kuzeybatýsýnda yer almaktadýr. Ýbn Hurdâzbih, Tûs’u Nîþâbur-Serahs yolu üzerinde gösterir. Ya‘kubî, Tûs þehrinde yaþayan halkýn büyük çoðunluðunun Ýranlý olduðunu söyler. Ýstahrî þehrin Nîþâbur’un kuzeydoðusunda bulunduðunu ve Tûs, Râdkân, Tâberân, Bezdgûr, Nûkan kasabalarýndan meydana geldiðini belirtir. Ýbn Havkal de ayný bilgileri tekrarlar. ¥udûdü’l-£âlem’de Tûs’un daðlar arasýnda bir þehir olduðu ve daðlarýnda fîrûze, bakýr, rastýk taþý gibi madenlerin bulundu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

431


TÛS

ðu kaydedilir. VII. (XIII.) yüzyýl müellifi Yâkut el-Hamevî, Tûs’un Nîþâbur’a 10 fersah (yaklaþýk 60 km.) mesafede yer aldýðýný, Tâberân, Nûkan adlý iki kasaba ve 1000’den fazla köyünün olduðunu yazar. Zekeriyyâ el-Kazvînî, Tûs þehrini Tâberân ve Nûkan adlý iki mahalleden ibaret gösterir. Tûs’a Câm yoluyla ulaþan Ýbn Battûta’ya göre þehir Horasan’ýn en büyük yerleþim yerlerinden biriydi. Hâfýz-ý Ebrû da Tûs’tan mâmur bir þehir diye söz eder. Tûs merzübânýnýn Kûfe ve Basra valilerine bir mektup göndererek Horasan’ýn yönetiminin kendisine verilmesi þartýyla þehri müslümanlara býrakacaðýný bildirmesi üzerine Tûs, Hz. Osman’ýn Basra valisi Abdullah b. Âmir tarafýndan fethedildi (29/ 650). Tûs merzübâný, Abdullah’a 600.000 dirhem vergi ödemeyi kabul ederek onunla bir antlaþma imzaladý. Þehir bundan sonraki tarihlerde bölgede meydana gelen birçok savaþ ve ayaklanmadan etkilendi. Tûs Kalesi, Emevîler’den Abdülmelik b. Mervân zamanýnda Benî Temîmli bir grup tarafýndan iþgal edildi. 188 (804) yýlýnda Nesâ’da ayaklanan Ebü’l-Hasîb Vüheyb b. Abdullah kýsa sürede Tûs’u ve bölgenin diðer þehirlerini kontrol altýna aldý. 193’te (809) yine bir isyaný bastýrmak üzere yola çýkan Abbâsî Halifesi Hârûnürreþîd, Tûs’un Senâbâz köyünde vefat edip oraya defnedildi. 203 (818) yýlýnda Þiî imamlarýndan Ali er-Rýzâ, Tûs’un Nûkan kasabasýnda vefat etti. Sâmânîler döneminde devletin eski emîrlerinden olan Ahmed b. Abdullah-ý Hucistânî, Nîþâbur’da ayaklanýp Tûs’u tahrip etti. 336’da (947) bölgenin valisi Ebû Mansûr Muhammed b. Abdürrezzâk isyan çýkardý; ancak kendisine karþý gönderilen kuvvetlerin ulaþmasýndan önce Tûs’u terkedip daha sonra özür dileyerek geri döndü ve Tûs’ta büyük bir cami yaptýrdý. IV. (X.) yüzyýlda Horasan’ýn birçok þehri gibi Tûs þehri de dokuma ve ipek sanayiinde meþhurdu (DÝA, XVIII, 237). Ýbnü’l-Esîr, Gazneli Sultan Mahmud’un gördüðü bir rüya üzerine babasý Sebük Tegin’in Tûs’ta tahrip ettirdiði türbeyi onardýðýný ve Tûs halkýnýn Þiî hacýlarý rahatsýz etmelerini önlediðini kaydeder. Ardýndan Tûs bölgede Nîþâbur’a yapýlan bütün askerî seferlerin sonuçlarýndan etkilendi. Gazneliler ve Selçuklular zamanýnda birçok savaþ ve ayaklanma esnasýnda halk ve þehir büyük zarar gördü. Bunlarýn en büyüðü 425 (1034) yýlýnda Kirman emîrinin Tûs halkýndan 20.000’e yakýn kiþiyi katlettirmesidir. 465’te (1072) Selçuklu Sultaný Melikþah, Nizâmülmülk’e aralarýnda doðum yeri olan Tûs’un da bulunduðu bazý yerle432

ri iktâ etti (Özaydýn, s. 143). Nizâmülmülk Tûs’ta bir cami yaptýrdý. 510 yýlý Muharrem’inin 10. günü (25 Mayýs 1116) Tûs’ta Sünnî ve Þiî âlimleri arasýnda cereyan eden tartýþmalar þehirde büyük karýþýklýða yol açtý. Rebîülâhir 617 (Haziran 1220) tarihinde Cengiz Han’ýn kumandanlarýndan Cebe ve Sebütey, Hârizmþah Muhammed b. Tekiþ’in arkasýndan Nîþâbur’a geldi. Bazý merkezler Moðol hâkimiyetine boyun eðdiyse de Tûs ve Tâberân halký Moðollar’a karþý direndi. Bunun üzerine harekete geçen Sebütey þehir ve çevresinde büyük bir katliam yaptýrdý. Bu arada Cengiz Han’ýn en küçük oðlu Tuluy Han ordusunun öncü kuvvetleri Horasan’a girdi ve Tûs’un son istihkâmlarýný iþgal etti. Nûkan þiddetle karþý koyduysa da 28 Rebîülâhir 617 (2 Temmuz 1220) tarihinde ele geçirildi. 618 (1221) yýlý ilkbaharýnda Tuluy Han, Merv’den hareket edip Tûs’un bütün köylerini ele geçirdi ve halkýný öldürdü. Timur, Serbedârîler’den Emîr Hâce Ali’yi Tûs’a vali tayin etti. Bir süre sonra Timur’un adýný hutbeden çýkaran Hâce Ali’nin baðýmsýz davranmaya baþlamasý Timur’u harekete geçirdi. Hâce Ali kaçtýysa da yakalanýp öldürüldü (788/1386). 791 Recebinde (Temmuz 1389) þehir tamamen yýkýlýp yaðmalandý, 10.000’e yakýn kiþi öldürüldü, Tûs’tan hiçbir iz kalmadý. Bu olayýn ardýndan Tûs bir daha eski durumuna gelemedi. Þâhruh 1405’te tahta çýkýnca þehri yeniden kurmak üzere Emîr Seyyid Hoca’yý Tûs’a gönderdiyse de halk Ýmam Ali er-Rýzâ türbesinin bulunduðu Nûkan’a yerleþtiðinden kimse Tûs’a raðbet etmedi. Türbenin çevresinde kurulan Meþhed þehri zamanla bir köy haline gelen Tûs’un yerini aldý. Ortaçað’da Tûsî nisbesiyle anýlan simalar arasýnda Þâhnâme müellifi Firdevsî, Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Esedî-i Tûsî, Nizâmülmülk, Gazzâlî, Þerefeddin et-Tûsî, Nasîrüddîn-i Tûsî ve Alâeddin et-Tûsî sayýlabilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 480, 587, 588, 603, 604; Ýbnü’l-Fakýh, MuÅta½aru Kitâbi’l-Büldân (ed. M. J. de Goeje), Leiden 1967, s. 320, 321; Ya‘kubî, Kitâbü’l-Büldân (Âyetî), s. 53-54; Ýstahrî, Mesâlik (de Goeje), s. 257; Makdisî, A¼senü’t-tešåsîm, s. 331; Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), IV, 8082; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân, IV, 55-57; Ýbnü’lEsîr, el-Kâmil, bk. Ýndeks; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, ¦ârü’l-bilâd, Beyrut, ts. (Dâru Sâdýr), s. 275; Müstevfî, Nüzhetü’l-šulûb (Siyâký), s. 183, 185, 186; M. Hasan Han, Ma¹la£u’þ-þems, Tahran 1363 hþ., II, 184-219; G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, London 1966, s. 388-391; Ebü’l-Kasým Tâhirî, Co³râfyâ-yi TârîÅî-yi ƒorâsân ez Na¾ar-i Cihângerdân, Tahran 1348 hþ., s. 43-49; M. Taký Han Hakîm, Genc-i Dâniþ (nþr. M. Ali Savtî – Cemþîd-i Kiyânfer), Tahran

1366 hþ., s. 640-651; Ýsmail Aka, Mirza Þahruh ve Zamaný (1405-1447), Ankara 1994, bk. Ýndeks; Abdülkerim Özaydýn, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), Ýstanbul 2001, s. 143; V. Minorsky, “Tus”, EI 2 (Ýng.), X, 740745; Osman Çetin, “Horasan”, DÝA, XVIII, 237.

ÿRýza Kurtuluþ

TÛSÎ, Alâeddin ( À ‫ א‬B ‫א‬E$ )

Alâüddîn Alî b. Muhammed el-Betârekânî et-Tûsî (ö. 887/1482)

˜

Hanefî fakihi, usulcü ve felsefeci.

Süyûtî’nin, yetmiþ yýl yaþayýp 877 (1473) yýlýnda öldüðü yolundaki ifadesine göre (Na¾mü’l-£išyân, s. 132) 807’de (1404) dünyaya gelmiþtir. Ancak ölüm tarihi çoðunluðun kabul ettiði þekilde 887 ise (1482) doðum tarihi 817 (1414) olur. Mevlâ Arrân diye de anýlýr. Tûslu olduðu bilinmesine raðmen nisbesinin Betârekânî (Ýbn Ýyâs, III, 88), Beyâdkânî (Süyûtî, s. 132) ve Bârekânî (Tehâfütü’l-felâsife [trc. Recep Duran], s. XIX) diye zikredilmesi sebebiyle doðduðu kasaba veya köy tesbit edilememektedir. Öte yandan Tûsî’nin öðrenimi, hocalarý ve seyahatlerine dair yeterli bilgi de bulunmamaktadýr. Onun Semerkant’ta tanýndýktan sonra Osmanlý ülkesine geliþi, Mevlâ Hýzýr Þah’ýn Mýsýr’da on beþ yýl süren tahsilini tamamlayýp dönmesine rastladýðý belirtilirse de bunun da tarihi belli deðildir; büyük ihtimalle II. Murad döneminin (1421-1451) sonlarýna tekabül etmektedir. Ulemâya yakýn ilgi gösteren II. Murad, Alâeddin et-Tûsî’yi Bursa’da babasý Çelebi Sultan Mehmed’in kurduðu medreseye 50 akçe yevmiye ile müderris tayin etti. Ardýndan hükümdar olan oðlu II. Mehmed Ýstanbul’u fethedince Tûsî’yi kiliseden tahvil ederek kurduðu sekiz medreseden birini teþkil eden Zeyrek Camii yanýndaki medresede görevlendirdi ve yevmiyesini 100 akçeye çýkardý. Ayrýca Ýstanbul’a çok yakýn Müderris (Medres) köyünü kendisine tahsis etti. Taþköprizâde kendi zamanýnda bu köyün meþhur bir yer olduðunu söyler (eþ-Þešåßiš, s. 97). Veziri Mahmud Paþa ile medreseyi ziyarete gelen Fâtih Sultan Mehmed Tûsî’nin sað tarafýna, vezir de sol tarafýna oturup dersini dinlediler. Birçok ilmî meselenin söz konusu edildiði dersin muhtevasýndan ve hocanýn ders verme tarzýndan memnun kalan padiþah kendisini 10.000 dirhem ve bir hil‘atle ödüllendirdi, talebelerin her birine de 500 dirhem verilmesini emretti. Padi-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Ebû Ca‘fer

þahýn bu davranýþýnýn Tûsî’yi son derece memnun ettiði belirtilir. Daha sonra yakýndaki bir medresede Molla Abdülkerim Efendi’nin dersini dinlemek isteyen sultan veziri ve Tûsî ile birlikte onun medresesine gitti, fakat derse hazýrlanmayan Abdülkerim’in affýný dilemesi sultanýn hoþuna gitmedi. Bu durum Tûsî’nin Fâtih nezdindeki itibarýnýn daha da artmasýna vesile oldu. Ardýndan padiþah Tûsî’yi babasýnýn Edirne’de kurduðu medreseye 100 akçe yevmiye ile tayin etti. Aklî ilimlere ve felsefeye ilgi duyan Fâtih Sultan Mehmed, Alâeddin et-Tûsî ile dönemin tanýnmýþ âlimlerinden Hocazâde Muslihuddin Efendi’den Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife’si tarzýnda bir eser kaleme almalarýný, Gazzâlî ile filozoflarýn görüþleri arasýnda karþýlaþtýrma yaparak her iki tarafýn düþüncesini deðerlendirmelerini istedi (Tehâfütü’l-felâsife [trc. Recep Duran], tercüme edenin giriþi, s. XV-XVII). Hocazâde dört ay gibi kýsa bir süre içinde eserini tamamlamasýna raðmen, Tûsî çalýþmasýný altý ayda tamamlayýp sultana takdim etti. Hükümdar iki eseri de inceletti. Gelen beyanlar neticesinde iki müellifi 10.000’er akçe ile taltif etmesine raðmen eseri daha çok beðenilen Hocazâde’ye hil‘at veya binek vererek ayrýca mükâfatlandýrdý. Hocazâde’nin kendisinden üstün görülmesinden rahatsýz olduðu anlaþýlan Alâeddin etTûsî bir süre sonra Osmanlý ülkesinden ayrýlýp memleketine doðru yola çýktý. Tebriz’e ulaþtýðýnda eski öðrencilerinden Abdullah-ý Ýlâhî ile karþýlaþtýðý, yanýnda kaldýðý ve onun tarafýndan teselli edildiði nakledilir. Tûsî, daha sonra Semerkant’a giderek burada Hâce Ubeydullah Ahrâr’ýn halkasýna dahil oldu. Telif faaliyetleri yanýnda birçok talebe yetiþtirdi. Eþrefoðlu Rûmî ile Dimetokalý Þeyh Niyâzî Þücâüddin Ýlyas önde gelen talebelerindendir. Ayrýca Mevlâ Ýbnü’l-Eþref, Vezîriâzam Karamânî Mehmed Paþa, Hayâlî, Hatibzâde Muhyiddin Efendi, Sinân-ý Acemî, Ispartalý Mevlâ Abdülkadir, Molla Abdülkerim Efendi, Ali el-Fenârî, Simavlý Abdullah-ý Ýlâhî, Akþemseddin’in büyük oðlu Þeyh Abdullah kaynaklarda ismi belirtilen öðrencilerindendir. Tûsî’nin ölümü için Þemseddin Sâmi’nin verdiði 860 (1456) (Kåmûsü’l-a‘lâm, IV, 3170) ve Serkîs’in kaydettiði 885 (1480) tarihleri kaynaklarda geçmemektedir. Bazý eserlerde onun 877 (147273) yýlýnda vefat ettiði belirtilmektedir (Süyûtî, s. 132; Ýbn Ýyâs, III, 88). Ancak kendi çaðdaþý olan müelliflerle günümüzde Tûsî üzerinde çalýþma yapanlarýn çoðu onun 887 (1482) yýlýnda öldüðünü kaydetmekte-

dir (meselâ bk. Keþfü’¾-¾unûn, I, 513; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 737; Tehâfütü’l-felâsife [trc. Recep Duran], tercüme edenin giriþi, s. XIX). Eserleri. 1. Tehâfütü’l- felâsife. Kaynaklarda adý Kitâbü’×-¬üÅr (e×-¬eÅîre) olarak da geçen bu çalýþma müellife þöhret kazandýran eseridir. Tûsî mukaddimede eserini e×-¬üÅr diye adlandýrmýþtýr. Kitapta Gazzâlî’ye ait Tehâfüt’ün içerdiði yirmi mesele ayný adlarla sýralanmýþtýr. Çeþitli yazmalarý bulunan eserin (Tehâfütü’l-felâsife [trc. Recep Duran], tercüme edenin giriþi, s. XVI) bilinen ilk baskýsý e×-¬eÅîre fi’l-mu¼âkeme beyne kitâbey Tehâfüti’l-felâsife li’l-øazzâlî ve’l-¼ükemâßi li’bni Rüþd adýyla yapýlmýþ (Haydarâbâd 1317), ayrýca Tehâfütü’l-felâsife ismiyle yayýmlanmýþtýr (nþr. Rýzâ Saâde, Beyrut 1403/1983, 1990). Recep Duran kitap üzerine doktora tezi hazýrlamýþ ve eseri tercüme etmiþtir (bk. bibl.). 2. ¥âþiye £alâ Þer¼i’l-Mevâšýf. Seyyid Þerîf el-Cürcânî’nin Þer¼u’l-Mevâšýf adlý eserinin ilim bahisleri üzerine yazýlmýþtýr (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 1438, nr. 2119). 3. ¥âþiye £ale’t-Telvî¼. Sadrüþþerîa Ubeydullah b. Mes‘ûd’un Tenš¢¼u’l-u½ûl’üne Sa‘deddin et-Teftâzânî’nin yazdýðý et-Telvî¼ ilâ keþfi ¼ašåßišý’t-Tenš¢h adlý þerhin (Ýstanbul 1865; nþr. Muhammed Adnân Dervîþ, Beyrut 1419/1998) bazý konularý için yapýlmýþ bir hâþiyedir (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 1438; Dârülmesnevî, nr. 93; Beyazýt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 928; Tire Ýlçe Halk Ktp., Necip Paþa, nr. 199). 4. ¥âþiye £alâ Þer¼i MuÅta½ari’l-Müntehâ. Ýbnü’l-Hâcib’in MuÅta½arü’l-Müntehe’s-sûl ve’l-emel’ine Adudüddin el-Îcî tarafýndan yazýlan Þer¼u MuÅta½ari’l-Müntehâ adlý þerhin (Ýstanbul 1307-1310, 1317; Bulak 1316-1317; Beyrut 2000) kýsmî hâþiyesidir (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 2087). 5. ¥âþiye £alâ ¥âþiyeti’s-Seyyid Þerîf £alâ Þer¼i MuÅta½ari’l-Müntehâ. Yine Adudüddin el-Îcî’nin þerhine Seyyid Þerîf elCürcânî’nin kaleme aldýðý ¥âþiye £alâ Þer¼i MuÅta½ari’l-Müntehâ adlý hâþiyenin (Bulak 1316) kýsmî hâþiyesidir (Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 2087). Kaynaklarda Alâeddin et-Tûsî’nin, Adudüddin el-Îcî’nin el-£Ašåßidü’l-£AŠuŠiyye’sine Devvânî’nin yazdýðý þerhe, Zemahþerî’nin elKeþþâf’ýnýn baþ tarafýna (Fâtiha ile Bakara’nýn ilk yirmi beþ âyetine), Seyyid Þerîf el-Cürcânî’nin ¥âþiye £ale’l-Keþþâf’ýna (Beyrut, ts.), Sirâceddin el-Urmevî’nin Me¹âli£u’lenvâr fi’l-man¹ýš’ýna Kutbüddin er-Râzî tarafýndan Levâmi£u’l-esrâr þer¼u Me-

¹âli£i’l-envâr adýyla yazýlan þerhe (Hindistan 1271; Ýstanbul 1303, 1310; Tahran 1314) hâþiyeler kaleme aldýðý; ayrýca Sirâceddin el-Urmevî’nin Me¹âli£u’l-envâr fi’lman¹ýš adlý eserine Farsça bir þerh yazdýðý zikredilmektedir (Taþköprizâde, s. 100; Keþfü’¾-¾unûn, II, 1144, 1479, 1892; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 737). BÝBLÝYOGRAFYA :

Alâeddin et-Tûsî, Tehâfütü’l-felâsife (nþr. Rýzâ Saâde), Beyrut 1403/1983, neþredenin giriþi, s. 13-19; a.e.: Tehâfütü’l-felâsife: Kitâbu’z-Zuhr (trc. Recep Duran), Ankara 1990, tür.yer., ayrýca bk. tercüme edenin giriþi, s. XV-XVII, XIX; Alâ’addin Ali al-Tûsî: Kitâb al-Zuhr (haz. Recep Duran, doktora tezi, 1989), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Süyûtî, Na¾mü’l-£išyân (nþr. Philip K. Hitti), New York 1927, s. 132; Ýbn Ýyâs, Bedâßi £u’z-zühûr, III, 88; Taþköprizâde, eþ-Þešåßiš, s. 97-100; Keþfü’¾-¾unûn, I, 497, 513, 825; II, 1144, 1479, 1856-1857, 1892; Serkîs, Mu£cem, II, 1248-1249; Hediyyetü’l-£ârifîn, I, 737; Mubahat Türker, Üç Tehafüt Bakýmýndan Felsefe ve Din Münasebeti, Ankara 1956, tür.yer.; Nüveyhiz, Mu£cemü’lmüfessirîn, I, 383; Sâlihiyye, el-Mu£cemü’þ-þâmil, III, 515; Deniz Gürbüz, Hocazâde ve Ali Tûsî’nin Tehafütlerinin Mukayesesi (doktora tezi, 1999), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; Recep Duran, “Ali Tûsî’nin Tehafütü Kitabu’z-Zuhr’un Nüshalarý”, Bilim ve Felsefe Metinleri, sy. 3, Ankara 2004, s. 1-14; Kåmûsü’l-a‘lâm, IV, 3170.

ÿMustafa Öz

TÛSÎ, Ebû Ca‘fer ( À ‫! א‬9JI .- )

Ebû Ca‘fer Muhammed b. el-Hasen b. Alî et-Tûsî (ö. 460/1067)

˜

Ýmâmiyye Þîasý’na mensup çok yönlü âlim.

385 Ramazanýnda (Ekim 995) Horasan’ýn Tûs þehrinde doðdu. Horasan’da yirmi üç yaþýna kadar geçen yýllarý ile ailesi ve eðitimi hakkýnda fazla bilgi yoktur; kendisi de otobiyografisinde (el-Fihrist, s. 192-194) bu konuda yeterli bilgi vermemiþtir. Ýlk bilgileri Tûs’ta Ýmâmiyye’ye mensup hocalardan aldý. Çevrede Sünnîliðin hâkim olmasý dolayýsýyla bazý Sünnî hocalarýn derslerine devam etti. Öðrenimini büyük ihtimalle Tûs yakýnlarýnda yeni kurulan Meþhed’de sürdürdü. 408 (1017) yýlýnda halkýnýn çoðunluðu Þâfiî mezhebine mensup bulunan Horasan’dan ayrýlarak ömrünün büyük kýsmýný geçireceði, Þiî Büveyhîler’in hüküm sürdüðü Baðdat’a gitti. Hüseyin b. Ubeydullah el-Gadâirî, Ebü’l-Hasan b. Ebû Cûd, Ahmed b. Muhammed b. Mûsâ el-Ahvâzî ve Ebû Abdullah Ýbn Abdûn gibi dönemin ileri gelen âlimlerinden ders aldý (hocalarý için ayrý-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

433


TÛSÎ, Ebû Ca‘fer ca bk. Akhtar, s. 207-211). Burada Ýmâmiyye fýkhýnýn yaný sýra Þâfiî fýkhýný da öðrendi, özellikle Mu‘tezile düþüncesine yakýn olan Þeyh Müfîd’den ders gördü. Kýsa sürede hocasýnýn önde gelen talebeleri arasýna girmeyi baþardý. Müfîd’in 413 (1022) yýlýnda ölümü üzerine onun talebelerinden Þerîf el-Murtazâ’nýn derslerine devam etti. Kendisini takdir eden hocasý yetiþmesi için gerekli ilgiyi gösterdi ve ihtiyaçlarýný karþýlamasýnda yardýmcý oldu. Tûsî, zaman içinde Þerîf el-Murtazâ’nýn düþünce ve metoduna vâkýf olup bir anlamda onu geleceðe taþýyacak halefi seviyesine ulaþtý. Yirmi üç yýl boyunca çalýþmalarýný beraber sürdürdüðü hocasý henüz hayatta iken önemli eserlerini yazmaya ve çeþitli beldelerden gelen mektuplarý cevaplandýrmaya yöneldi. Þerîf el-Murtazâ’nýn 436 (1044) yýlýnda ölümünün ardýndan, Þeyh Müfîd’in eski öðrencilerinden Ahmed b. Ali en-Necâþî ve Muhammed el-Kerâcekî gibi önemli âlimler henüz hayatta iken Þeyh Müfîd ile Þerîf el-Murtazâ’nýn ilmî silsilesi ve temelini attýklarý Usûlî düþüncesi Tûsî ile temsil edilmeye ve kendisi “Þeyhü’t-tâife” unvanýyla anýlmaya baþlandý. Bu unvan daha sonra Nasîrüddîn-i Tûsî ile karýþtýrýlmamasý için Þîa tarafýndan özellikle kullanýlacaktýr. Tûsî’nin Baðdat’ýn Kerh semtindeki evi ilim öðrenmek, istiþarelerde bulunmak ve dinî meselelerini çözmek amacýyla gelen kiþi ve heyetlerle dolup taþýyordu. Kendisinden faydalanan öðrenci sayýsýnýn 300’e ulaþtýðý belirtilmektedir. Baðdat’ta öðrencilik ve hocalýk devresinde Þiî Büveyhîler’in güvenini kazandý. Ayrýca Abbâsî Halifesi Kaim-Biemrillâh kendisini takdir ederek ona kelâm ve irþad dersleri için bir kürsü hediye etti. Takdir gördüðü bu çevrede faaliyetlerine devam eden ve eser telifine aðýrlýk veren Tûsî, Baðdat’ta mevcut kütüphanelerle birlikte Büveyhî Hükümdarý Bahâüddevle’nin veziri Ebû Nasr Sâbûr b. Erdeþîr tarafýndan kurulan, 100.000 kadar kitabýn bulunduðu belirtilen Dârülilim’den, ayrýca hocasý Þerîf el-Murtazâ’nýn 80.000 kitap ihtiva ettiði rivayet edilen kütüphanesinden büyük ölçüde faydalanarak on yýlý aþan süre içinde eserlerinin büyük bölümünü telif etmeye muvaffak oldu.

Tûsî kýrk yýl süreyle kaldýðý Baðdat’ta ortaya çýkan isyanlar, kýtlýk ve hastalýklar yüzünden pek çok kiþinin ölmesi, bilhassa mezhep kavgalarýnda Kerh ve Bâbüttâk semtlerinin yaðmalanmasý, nihayet Tuðrul Bey’in Büveyhîler’i bertaraf edip Baðdat’a hâkim olmasý dönemlerinde kendisini gizlemeyi tercih etti. Daha sonra de434

vam eden karýþýklýklar ve fitneler neticesinde evi, kütüphanesi ve halifenin verdiði ders kürsüsü yaðmalanýp yakýldý; kendisi de Necef’e sýðýnmak zorunda kaldý (448/ 1056). Ondan ilim öðrenmek isteyen pek çok kiþi de Necef’e gelip yerleþti. Böylece Necef önemli bir ilim merkezi haline geldi. Hayatýnýn sonuna kadar kaldýðý Necef’te kendisinden sonra ilmî halefi sayýlan oðlu Ebû Ali Hasan baþta olmak üzere Süleyman eþ-Þehreþtî, Þeyh Sadûk’un yeðeni Hasan b. Hüseyin b. Bâbeveyh ve torunu Ýshak b. Muhammed el-Kummî, Ýbn Þehrâþûb’un dedesi Þehrâþûb el-Mâzenderânî ve Ýbn Fettâl en-Nîsâbûrî gibi sýnýrlý sayýdaki öðrenci grubuna ders verdi, bu arada eser yazmayý sürdürdü. 22 Muharrem 460 (2 Aralýk 1067) tarihinde vefat etti ve Necef’te defnedildi. Eserleri. Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin sayýsý elliyi aþan teliflerinden kýrk üçünün ismi onun el-Fihrist adlý eserinde kendisi tarafýndan kaydedilmiþtir (s. 192-194), En çok bilinen ve yayýmlanan eserleri þunlardýr. A) Tefsir. et-Tibyân fî tefsîri’l-Æurßân. Klasik dönem Ýmâmiyye Þîasý’nýn en önemli tefsirlerinden biri kabul edilir. Eserde bazý durumlarda rivayetlere yer verilmekle birlikte dirâyet yöntemi kullanýlarak istidlâllerde bulunulmuþ, kýraat, meânî ve i‘rab meselelerine temas edilmiþ, müteþâbih âyetler üzerinde durulmuþ, Cebriyye, Müþebbihe ve Mücessime gibi gruplarýn görüþleri eleþtirilmiþ, dinî hükümlerin usul ve fürûu hakkýnda açýklamalar yapýlmýþtýr. etTibyân, Ali b. Þîrâzî’nin tashihiyle iki cilt olarak (Tahran 1364/1945), Âga Büzürg-i Tahrânî’nin takdimi ve Ahmed Habîb Kasîr el-Âmilî’nin tahkikiyle on cilt halinde (Necef 1957-1965; Beyrut, ts., [Dârü ihyâi’t-türâsi’l-Arabî]) yayýmlanmýþ, müellifin çaðdaþlarýndan Ýbn Ýdrîs Muhammed b. Ahmed el-Ýclî ve Ebû Abdullah Hârûn tarafýndan MuÅta½arü’t-Tibyân adýyla ihtisar edilmiþtir. Þiî müfessiri Tabersî Mecma£u’l-beyân’ýný kaleme alýrken Tibyân’ýn kendisi için örnek teþkil ettiðini belirtmekle beraber eserin dilini ve tertibini eleþtirmiþtir (bk. MECMAU’l-BEYÂN). B) Hadis. 1. Teh×îbü’l-a¼kâm (fî þer¼i’l-Mušni£a). Ýmâmiyye’nin “kütüb-i er-

baa” diye adlandýrýlan dört temel hadis kitabýnýn üçüncüsüdür. Müellifin hocasý Þeyh Müfîd’in er-Risâletü’l-mušni£a adlý fýkýh kitabý esas alýnarak ilgili konulara ait 13.590 hadisin derlenip þerhedilmesiyle meydana gelen eser Tahran (I-II, 13161318), Necef (I-IX, 1377-1382) ve Beyrut’ta (I-X, 1401/1981) basýlmýþ, üzerine çok sayýda þerh ve hâþiye yazýlmýþtýr (bk. KÜ-

TÜB-i ERBAA). 2. el-Ýstib½âr (fî me’Åtülife mine’l-aÅbâr). Bir önceki eserin muhtasarý olup yaklaþýk 5500 hadis ihtiva eden

eser kütüb-i erbaanýn dördüncüsünü teþkil etmektedir (Leknev 1307/1889; Tahran 1317, 1363; I-IV, Necef 1375-1376; Beyrut 1390; nþr. Hasan el-Harsân, Tahran 1390, 1395). 3. Emâli’þ-ÞeyÅ e¹-ªûsî. Daha çok müellifin sünnetle ilgili imlâlarýný ihtiva eden iki ciltlik bir eserdir ve Muhammed Sâdýk Bahrülulûm’un bir mukaddimesiyle yayýmlanmýþtýr (Necef 1964; Beyrut 1401; Meþhed 1410/1990; Kum 1414/1994). C) Kelâm. 1. Temhîdü’l-u½ûl fî £ilmi’lkelâm. Hocasý Þerîf el-Murtazâ’nýn Cümelü’l-£ilm ve’l-£amel adlý Þîa akaidine dair esaslarla birlikte bazý fýkhî konularýn da ele alýndýðý eserinin hacimli þerhidir (nþr. Abdülmuhsin Dînî, Tahran 1358 hþ./1980, 1983). 2. el-Ýštisâd* fîmâ yete£allašu bi’l-i£tišåd. Müellifin Temhîdü’l-u½ûl’ünün muhtasarýdýr. Eserde ilim, amel, tevhid, adl, va‘d, vaîd, nübüvvet, imâmet ve þer‘î ibadetler gibi konular ele alýnmaktadýr. Ýmâmet bahsi hariç Mu‘tezilî anlayýþýn Þîa akaidine yansýdýðýný ortaya koyan eser el-Ýšti½âd fîmâ yete£allašu bi’l-i£tišåd adýyla yayýmlanmýþtýr (Necef 1399/1979; Beyrut 1406). 3. TelÅî½ü’þ-Þâfî. Þerîf elMurtazâ’nýn, hocasý Kadî Abdülcebbâr’ýn el-Mu³nî adlý eserinin imâmetle ilgili kýsýmlarýna reddiye mahiyetinde yazdýðý eþÞâfî fi’l-imâme’sinin muhtasarýdýr (Tahran 1302/1884; I-IV, nþr. Bahrülulûm Hüseyin b. Muhammed Taký, Necef 19631965). 4. Kitâbü’l-øaybe. On ikinci imamýn 260 (874) yýlýndan itibaren baþlayan küçük ve büyük gaybet dönemlerini, ilk dönemde görevlendirilen sefirleri ve imamdan onlara gelen tevký‘leri ele alan bir eserdir (nþr. Muhammed b. Hasan et-Tebrîzî, Tebriz 1324/1906; nþr. Âga Büzürg-i Tahrânî, Necef 1385/1966; nþr. Ali Ahmed enNâsýh, Kum 1990; nþr. Ýbâdullah et-Tahrânî – Ali Ahmed en-Nâsýh, Kum 1411; Beyrut 2008). D) Fýkýh. 1. el-£Udde fî u½ûli’l-fýšh ( £Uddetü’l-u½ûl). Kitapta yazýldýðý döneme ka-

dar tartýþýlan hemen bütün usul meseleleri ele alýnmýþ ve farklý mezhep görüþlerine yer verilmiþtir (Bombay 1312/1894; Tahran 1314/1896; nþr. Necef Mehdî, Necef 1403/1983 [Müessesetü Âli’l-beyt]; el-£Udde fî u½ûli’l-fýšh, nþr. Muhammed Rýzâ elEnsârî el-Kummî, Kum 1417). 2. el-Mebsû¹ fi’l-fýšh. Ýmâmiyye fýkhýnýn fer‘î hükümleriyle ilgili olan kitap Tûsî’nin son eserlerindendir. Müellifin en-Nihâye’sinde özet þeklinde verilen pek çok mesele burada geniþçe iþlenir. Eser tahkik edilerek

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Ebû Ca‘fer

sekiz cilt halinde yayýmlanmýþtýr (Tahran 1270/1853; nþr. Muhammed Taký el-Keþfî, Tahran 1387/1967; nþr. Muhammed Bâkýr el-Behbûdî, Tahran, ts. [el-Mektebetü’lMustafaviyye]; el-Mebsû¹ fî fýšhi’l-Ýmâmiyye, Kum 2007), 3. en-Nihâye fî mücerredi’l-fýšh ve’l-fetâvâ. Müellifin Ýmâmiyye fýkhýna dair diðer önemli bir eseri olup Þiî medreselerinde ders kitabý olarak okutulmuþ (Tahran 1276, 1333 hþ.; Beyrut 1390/1970), daha sonra Muhakkýk el-Hillî’nin Þerâßi£u’l-Ýslâm adlý eseri bunun yerini almýþtýr. Muhakkýk el-Hillî tarafýndan Nüketü’n-Nihâye (en-Nihâye ve nüketühâ) adýyla þerhedilen eser (Tahran 1276; I-III, Kum 1412) Farsça’ya (trc. Muhammed Bâkýr Sebzevârî, Tahran 1360/1981) ve Ýngilizce’ye (A Concise Description of Islamic Law and Legal Opinions, trc. A. Ezzati, London 2008) çevrilmiþtir. 4. el-Îcâz fi’l-ferâßi² ve’l-mevârî¦. en-Nihâye’nin ilgili kýsýmlarýnýn özetidir (nþr. Muhammed Hâdî el-Emînî, Necef 1963). 5. Kitâbü’lƒilâf (el-ƒilâf fi’l-a¼kâm, Mesâßilü’l-Åilâf). Fýkýh mezhepleri arasýndaki ihtilâflarý konu edinmektedir (nþr. Hâcî Âga Hüseyin Tabâtabâî el-Burûcirdî, Tahran 1370/1950, 1376, 1377; Necef 1376; Kum 1950, 1963, 1993). 6. Resâßilü’þ-ÞeyÅ e¹-ªûsî (er-Resâßilü’l-£aþr). Müellifin daha çok fýkýh konularýnda yazdýðý çeþitli risâlelerinden oluþmuþtur (Kum, ts. [Müessesetü’n-neþri’lÝslâmî]). 7. Mi½bâ¼u’l-müctehid. Ýbadet ve dua hakkýnda olan eseri (Meþhed 1338/ 1919; Beyrut 1991), Ýbnü’l-Mutahhar elHillî ihtisar etmiþtir. 8. el-Cümel ve’l£uš†d (fi’l-£ibâdât). Ýbadetleri ve bazý þer‘î akidleri sade bir dille ve özet halinde anlatmak amacýyla yazýlmýþtýr (nþr. M. Vâizzâde Horasânî, Kum, ts. [Müessesetü’nneþri’l-Ýslâmî]; Meþhed 1348 hþ./1969). Muhakkýk el-Hillî bu eseri el-Maš½ûd mine’l-Cümel ve’l-£uš†d adýyla ihtisar etmiþtir. E) Tabakat/Ricâl. 1. el-Fihrist (Fihristü’¹-ªûsî). Þîa ricâl ve ulemâsýnýn alfabe-

tik sýraya göre ele alýnýp eserlerinin incelendiði bir kitaptýr (nþr. A. Sprenger – Mevlâ Abdülhak, Kalküta 1271/1855; nþr. Muhammed Sâdýk Âl-i Bahrülulûm, Necef 1937, 1961; Beyrut 1403/1983; nþr. Cevâd el-Kayyûmî, [baský yeri yok], 1417 [Müessesetü neþri’l-fukahâ]). 2. ÝÅtiyârü ma£rifeti’r-ricâl. Keþþî’nin er-Ricâl’inden oluþturulan, çok sayýda Þiî âlimi ve ileri gelenlerini içeren bir eserdir (nþr. Hasan el-Mustafavî, Meþhed 1348 hþ./1969; nþr. Mehdî er-Recâî, Kum 1404/1984; Tahran 1424/ 2004). 3. Ricâlü’¹-ªûsî (er-Ricâl). Hz. Peygamber’den ve Ehl-i beyt’ten rivayette bu-

lunan râvilerin on ikinci imam dönemine kadar alfabetik sýraya göre kaydedildiði güvenilir Þîa hadis ricâli kitaplarýndandýr (nþr. Muhammed Sâdýk Âl-i Bahrülulûm, Necef 1381/1961; nþr. Cevâd el-Kayyûmî el-Ýsfahânî, Kum 1415; kaynaklarda müellife nisbet edilen diðer eserlerin bir listesi ve deðerlendirilmeleri için bk. Kays Âl-i Kays, III, 247-271; Akhtar, s. 217- 244). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ebû Ca‘fer et-Tûsî, et-Tibyân fî tefsîri’l-Æurßân (nþr. Ahmed Habîb Kasîr el-Âmilî), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), Âgå Büzürg-i Tahrânî’nin takdimi, I, s. e-ebk; a.mlf., el-Fihrist, Beyrut 1403/1983, s. 192-194; Ahmed b. Ali en-Necâþî, er-Ricâl (nþr. M. Cevâd en-Nâînî), Beyrut 1408/1988, II, 332; Ýbn Þehrâþûb, Me£âlimü’l£ulemâß (nþr. M. Sâdýk Âl-i Bahrülulûm), Beyrut, ts. (Dârü’l-edvâ), s. 114-115; Ýbnü’l-Cevzî, el-Munta¾am (Atâ), XVI, 110; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 58; Hasan b. Ali b. Dâvûd el-Hillî, er-Ricâl (nþr. M. Sâdýk Âl-i Bahrülulûm), Necef 1392/1972, s. 169170; Zehebî, A£lâmü’n-nübelâß, XVIII, 334-335; a.mlf., TârîÅu’l-Ýslâm: sene 441-460, s. 490-491; Safedî, el-Vâfî, II, 349; Sübkî, ªabašåt (Tanâhî), IV, 126-127; Ýbn Hacer, Lisânü’l-Mîzân, V, 35; Ýbn Taðrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, Kahire 1353/ 1935, V, 82; Dâvûdî, ªabašåtü’l-müfessirîn, II, 126-127; Muhammed b. Ali el-Hâirî el-Erdebîlî, Câmi £u’r-ruvât, Beyrut 1403/1983, II, 95; Bahrülulûm-i Tabâtabâî, Ricâlü’s-seyyid Ba¼ri’l£ulûm: el-Fevâßidü’r-ricâliyye (nþr. M. Sâdýk Bahrülulûm – Hüseyin Bahrülulûm), Tahran 1363 hþ., III, 227-239; M. Ýkbâl el-Ensârî, “Þeypu’t-Ta,ife Ebû Ca.fer hayâtühû ve mü,ellefâtüh”, e×-¬ikra’l-elfiyye li’þ-ÞeyÅ e¹-ªûsî, Meþhed 1972, s. 491572; Seyyid Rýzâ Sadr, “Negâhî be Âþâr-i Fýkhî Þeyp Tûsî”, Yâdnâme-i ÞeyÅ ªûsî (nþr. M. Vâizzâde Horasânî), Meþhed 1976, s. 264-317; Hasan es-Sadr, Teßsîsü’þ-Þî£a li-£ulûmi’l-Ýslâm, Beyrut 1401/1981, s. 266-267; A£yânü’þ-Þî£a, IX, 159167; Abbas el-Kummî, el-Künâ ve’l-elšåb, Beyrut 1403/1983, II, 394; Âga Büzürg-i Tahrânî, e׬erî£a ilâ te½ânîfi’þ-Þî£a, Beyrut 1403/1983, I, 365; II, 14, 36, 269, 486; III, 328; IV, 423; V, 9, 145; XX, 363; XXII, 91; a.mlf., Zindegînâme ve ¦âr-ý ÞeyÅ ªûsî, Tahran 1376, s. 1-137; Kays Âl-i Kays, el-Îrâniyyûn, III, 226-271; S. Waheed Akhtar, Early Sh¢‘ite Imåmiyyah Thinkers, New Delhi 1988, s. 205-244; Mu£cemü ¹abašåti’l-mütekellimîn, Kum 1424/1382, II, 233-236; M. Vâizzâde Horasânî, Þer¼-i ¥âl ve ¦âr-ý ÞeyÅ ªûsî, Meþhed, ts. (Dâniþgede-i Ýlâhiyyât ve Maârif-i Ýslâmî), s. 2-33; Seyyid Sâmir Hâþim el-Amîdî, “Devrü’þ-þeyp et-Tûsî fî .ulûmi’þ-þerî.ati’l-Ýslâmiyye”, Türâ¦ünâ, XIII/52, Kum 1418, s. 36-65; Mohammad Ali Amir-Moezzi, “al-Tusý”, EI 2 (Ýng.), X, 745-746.

ÿMustafa Öz

™ FIKIH. Tûsî, Ýsnâaþeriyye geleneðinde dönüm noktasý olan Usûlî ekolü kurup geliþtiren üç âlimden biri kabul edilir. Dinî ilimlerin hemen her alanýnda eser telif etmiþ, Usûlî ekolün geliþiminde etkili olmuþ ve daha çok “Þeyhü’t-tâife” unvanýyla ün kazanmýþtýr. Mezhep literatüründe Þeyh Murtazâ el-Ensârî’ye (ö. 1281/1865) kadar

olan dönemde “eþ-Þeyh” unvaný mutlak þekilde kullanýldýðýnda bununla Tûsî kastedilir. Mezhebin en muteber dört hadis kitabýndan ikisini telif eden Tûsî, en-Nihâye ve el-Mebsû¹ gibi sistematik fürû eserleriyle Ýsnâaþerî fýkhýnýn geliþimine damgasýný vurmuþ, mezhepte yeni bir dönemin baþlatýcýsý olarak görülmüþtür (bk. CA‘FERÝYYE). Fikirleri ve eserleri uzun süre fýkýh eðitimine yön vermiþ, Hille ekolünün ortaya çýkýþýndan sonraki dönemlerde de eserleri temel kaynaklar arasýndaki yerini korumuþtur. Fýkhý sistematik hale getirmesi ve teorik yapýsýný kurmasý bakýmýndan onun Ýsnâaþerî fýkhýnda oynadýðý rolün Sünnîlik’te Þâfiî’nin rolüne benzediði ileri sürülmüþtür (Adams, X/3 [1972], s. 176). Usûlî ekol içerisinde kelâm görüþleri bakýmýndan dinin esaslarýný anlamada akla daha çok önem veren Þerîf el-Murtazâ’dan ziyade nakle fazla yer veren Þeyh Müfîd’e yakýn durmuþtur. IV. (X.) yüzyýlýn sonlarýna kadar Þiî-Ýsnâaþerî fýkhýna hâkim olan Ahbârîler’in otoritesini zayýflatan ve mezhep içinde yeni bir sistem kuran kelâmcý-Usûlî ekol, Ahbârîler’i ve Nevbahtîler’i tenkit ederek mezhepte sistematik bir fýkýh oluþumunun yolunu açmýþtýr. Bu ekolü kuranlarýn fýkýh bakýmýndan dikkate deðer özellikleri, Kur’an’ýn eksiksiz ve saðlam bir þekilde nakledildiðini kabul etmeleri, ictihadý reddetmekle birlikte fýkýhta aklî istidlâle önem vermeleri ve Sünnî mezheplere benzer þekilde usul ve fürû eserleri telif edip Ýsnâaþerî fýkhýný, fiilen mâsum imamýn varlýðýndan baðýmsýz þekilde sistematik biçimde iþlenip yürütülecek bir yapýya kavuþturmalarýdýr. Ahbârîler’den farklý olarak Usûlîler’e göre hadis kitaplarýnýn ihtiva ettiði rivayetlerin tamamý sahih görülemez. Hocalarý Þeyh Müfîd ile Þerîf el-Murtazâ’nýn baþlattýðý Usûlî anlayýþý geliþtirip devam ettiren ve onlarýn çalýþmalarýný tamamlayan Tûsî kelâm görüþleri bakýmýndan hocalarý gibi Mu‘tezile’den etkilenmiþ ve temel meselelerde hüsün ve kubhun aklîliðini kabul etmiþtir (el-£Udde, I, 10; II, 759-762). Bu çerçevede en önemli hususlardan biri, Þerîf el-Murtazâ tarafýndan kesin bilgi vermemeleri sebebiyle reddedilen âhâd haberlerin fýkýhta delil olarak kullanýlabileceðini kabul etmesidir. Böylece âyetlerde ve mütevâtir haberlerde yer almayan meseleleri hüsün ve kubhun aklîliði ilkesine dayanarak çözüme kavuþturmaya çalýþan Þerîf el-Murtazâ’nýn aksine belli þartlarla (a.g.e., I, 100; el-Ýstib½âr, I, 2-3) âhâd haberleri kabul etmiþ, Usûlî ekolün fýkýh anlayýþýnda nakil-akýl dengesini kur-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

435


TÛSÎ, Ebû Ca‘fer

muþ, Ahbârîler karþýsýnda hocalarýna göre daha sentezci bir yaklaþým ortaya koymuþtur. Fýkýh usulüne dair kitabýnda iki hocasýnýn da eserlerinin eksik olduðunu, mezhepteki ilk tam eseri kendisinin yazdýðýný söyler (el-£Udde, I, 3-4). Ancak eserine hocasý Þerîf el-Murtazâ hayatta iken baþlamakla birlikte büyük bir kýsmýný onun vefatýndan sonra tamamladýðý anlaþýlmaktadýr ve hocasýnýn usul eseri ez-Zerî£a’nýn yazýlýþý el-£Udde’den öncedir (Ebü’lKasým Gürcî, III, 370-373). Uzun süre Þiî eðitim merkezlerinde ders kitabý olarak okutulan (Hossein Modarressi Tabataba’ý, s. 7) bu eserde Tûsî, dönemindeki birçok usulcü gibi Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-Mu£temed’indeki tertibi ve meseleleri örnek almýþ görünmektedir; fakat baþta ahbâr konusu olmak üzere tertip ve içerik yönünden deðiþiklikler yapmýþtýr. Ayrýca el£Udde’nin çeþitli bölümlerinde görülen ifadeler Þerîf el-Murtazâ’nýn ez-Zerî£a’sý ile büyük benzerlik gösterir. Ancak Þerîf el-Murtazâ’da olduðu gibi akla büyük bir rol tanýmaz, Ýbn Ýdrîs ve sonrasýnda yerleþtiði þekliyle deliller arasýnda da akla yer vermez. Delil olarak Kur’an, sünnet ve icmâý ele alýr, bunlarýn içinde daha ziyade âhâd haberler üzerinde durur. Geniþçe iþlediði âhâd haberlerin meþruiyetini, geliþtirdiði “a‘mâlü’t-tâife” (icmâu’l-fýrka) tabiriyle temellendirme yoluna gider. Ona göre gerekli þartlarý taþýyan âhâd haberler hem bilgi kaynaðý hem fürû-i fýkýhta delildir. Tûsî’nin icmâ anlayýþý imamýn da içinde yer aldýðý icmâýn kabul edileceði yolundadýr. Bu husus, imamýn gaybet döneminde bile toplum arasýnda yaþadýðý farzedilerek Þiî ulemânýn herhangi bir þekilde yanlýþ icmâda bulunmasýna izin vermeyeceði düþüncesine dayanmaktadýr. Re’y, kýyas ve bunlara benzer bir anlam yüklediði ictihadý reddeden Tûsî, kýyasýn aklen câiz görülmekle birlikte meþruiyetine dair sem‘î delilin bulunmadýðýný ileri sürer; doðrunun tek olmasý sebebiyle þer‘î konularda ictihadýn meydana gelmediðini savunur (el£Udde, I, 8; II, 647-735). Kýyas ve ictihadýn delil sayýlmadýðýný açýkça ifade eden Tûsî bunun yerine Kitap ve Sünnet’in zâhirine ve icmâa, burada yer almayan hususlarda delîl-i hitâb gibi lafzî, istishâb-ý hâl gibi aklî istidlâl yöntemlerine baþvurur. Onun fýkýh sisteminde daha çok Ahbârîler tarafýndan kullanýlan ihtiyat ve tahyîr prensiplerinin önemli bir yeri vardýr. Tûsî, Basra Mu‘tezilesi’ne yakýn duran Þiî ulemânýn benimsediði “ibâha-i asliyye” prensibi yerine Þeyh Müfîd gibi daha çok “berâetü’z436

zimme”yi benimsemiþ ve bunun ihtiyata daha elveriþli olduðunu ileri sürmüþtür (a.g.e., I, 70, 73, 77, 85, 102; II, 156; Uyar, Þiî Ulemâ, s. 46-47). Tûsî’nin büyük ölçüde Sünnî fýkhý ve usulünden faydalanýp ortaya koyduðu anlayýþ sayesinde Ýsnâaþerî fýkhý yeni bir merhaleye girmiþtir. el-ƒilâf adlý önemli ve kapsamlý eseriyle Ýsnâaþeriyye’nin fýkhî görüþlerini Sünnî fýkýh mezhepleriyle mukayese ederek ele alan ilk Þiî müellifi Tûsî’dir. O, el-Mebsû¹ ve el-ƒilâf adlý eserlerini Sünnî fýkhýndan yararlanýp Sünnî modeline göre tasnif etmiþtir (Hossein Modarressi Tabataba’ý, s. 44). Tûsî’nin bu tutumunda yaþadýðý ve Sünnî geleneðin hâkim olduðu Horasan ve Baðdat ortamýnýn büyük rolü olmalýdýr. el-Mebsû¹’un giriþindeki ifadelere göre fürûda önce enNihâye’yi, sonra el-Cümel ve’l-£uš†d fi’l£ibâdât adlý kitabýný, ardýndan el-Mebsû¹’u yazmýþtýr. el-ƒilâf’ý da en-Nihâye’den sonra kaleme aldýðý anlaþýlmaktadýr. en-Nihâye’nin “mesâil-i usûl” denilen temel fürû meselelerini, el-Mebsû¹’un ise bunlarýn yanýnda istinbat edilen zâit meseleleri içerdiði belirtilir (Seyyid Rýza Sadr, s. 453-458). Tûsî, hayatýnýn sonlarýna doðru telif ettiði el-Mebsû¹’un giriþinde Sünnîler’in Ýmâmiyye fýkhýný yetersizlikle suçladýklarýný, bu eseriyle onlara cevap vermek istediðini, eserin mezhepte bütün fýkýh konularýný içeren ilk kitap olduðunu ifade eder. Onun fýkýh sistemi kendisinden önceki fakihlere göre hayli zengin, geniþ ve sistemli ise de kendisinden sonrakilere, meselâ Muhakkýk el-Hillî’ye göre daðýnýktýr ve Sünnî fýkhýndan alýnan unsurlar tam olarak hazmedilmemiþ vaziyettedir (DÝA, XVIII, 39). Tûsî’nin ölümünün ardýndan yaklaþýk bir asýrlýk süre içerisinde fetva ve görüþlerine aþýrý baðlýlýk gösterilmiþ, fetvasýnýn bulunduðu bir konuda farklý bir fetvanýn verilmesi hoþ görülmemiþtir. VI. (XII.) yüzyýlýn ikinci yarýsýnda ortaya çýkan Mahmûd b. Ali Hammâsî er-Râzî, Hamza b. Ali b. Zühre el-Halebî ve Ýbn Ýdrîs Hillî gibi âlimlerin Tûsî’nin görüþlerini eleþtirmelerine ve Þerîf el-Murtazâ’nýn âhâd haberleri reddeden fýkýh anlayýþýný canlandýrmalarýna kadar bu durum devam etmiþtir. Özellikle Ýbn Ýdrîs, Tûsî’yi taklit geleneðini yýkmak için onun görüþlerini þiddetle tenkit etmiþtir. Ancak bu husus Tûsî’nin kitaplarýnýn, görüþ ve fetvalarýnýn önemini yitirdiði anlamýna gelmez. Aksine onun görüþleri ve sistemi daha da geliþtirilip sistemleþtirilerek Hille ekolü içerisinde varlýðýný sürdürmüþtür (Hossein Modarressi Tabataba’ý, s. 45-49).

Tûsî’nin Ýsnâaþeriyye’nin fýkýh düþüncesine üç önemli yenilik getirdiði söylenebilir. 1. Ýsnâaþeriyye fýkhýný ictihadýn daha sistemli biçimde kullanýldýðý geniþ bir alana taþýyýcý çabalar göstermiþ ve bu yönde ilmî esaslar ortaya koymuþtur. 2. Bir taraftan Þerîf el-Murtazâ’nýn akýl konusundaki tutumunu aþýrý bulurken diðer taraftan sentezci yaklaþýmýyla katý bir lafýzcýlýk ve nakilciliðin hâkim olduðu ilk dönem Ahbârîliðinin yetersizliðini göstermiþtir. 3. Ýcmâýn tam olarak ortaya çýkmasýný ve deliller kategorisindeki yerini almasýný saðlamýþtýr. Ayrýca fer‘î meselelerde önemli görüþler ileri sürmüþ, Þeyh Müfîd’in ulemânýn otoritesine dair ileri sürdüðü görüþleri geliþtirmiþ, Þerîf el-Murtazâ’nýn aksine fakihin fýkhî müdahalesini müstehap kabul etmiþ, ulemânýn imamý temsil yetkisinin adaletin icrasý, emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker görevinin yerine getirilmesi, humus ve diðer dinî vergilerin toplanýp hak edenlere daðýtýlmasý ve cuma imamlýðý gibi meseleleri kapsadýðýný ifade etmiþtir. Þiî bir kadýnýn imam tarafýndan tayin edildiði farzedilerek otoritesinin kabul edilmesi gerektiðini söylemiþ, dolayýsýyla imam tarafýndan ulemâya hadleri ve diðer kazâî hükümleri uygulama yetkisinin verildiðini kabul etmiþtir. Tûsî, zekât ve humusun toplanýp daðýtýlmasýnda imamýn temsilcileri sýfatýyla fakihlerin yetki sahibi olduðu ve bunlarýn fakihlere verilmesinin daha uygun sayýlacaðý kanaatindedir; bu görüþ Usûlî ulemâsýnýn toplumda otoritesinin kurulmasýnda önemli rol oynayan bir yeniliktir. Öte yandan Tûsî imamýn gaybet döneminde sadece savunma cihadýna cevaz vermiþtir. Ayrýca hocasý Þerîf el-Murtazâ gibi o da imamýn yokluðunda mevcut otoriteyle iliþkileri ve görev alma konusunu ayrýntýlý biçimde iþlemiþtir (Uyar, Þiî Ulemâ, s. 48-54). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-£Udde fî u½ûli’l-fýšh (nþr. M. Rýzâ el-Ensârî el-Kummî), Kum 1417, tür.yer.; a.mlf., el-Fihrist, Beyrut 1403/1983, s. 27-28, 192-194; a.mlf., el-Ýstib½âr, Kum 1380, I, 1-4; a.mlf., el-Mebsû¹ fi’l-fýšhi’l-Ýmâmiyye (nþr. M. Taký el-Keþfî), Tahran 1387, I, 1-3; a.mlf., el-ƒilâf, Kum 1425, I, 70, 73, 77, 85, 102, 181, 186; II, 156; a.mlf., et-Tibyân fî tefsîri’l-Æurßân (nþr. Ahmed Habîb Kasîr el-Âmilî), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), Mukaddime, I, 1-21; a.mlf., en-Nihâye fî mücerredi’l-fýšh ve’l-fetâvâ, Beyrut 1400/1980, s. 112-113; a.mlf., er-Resâßilü’l-£aþr: Resâßilü’þ-ÞeyÅ e¹-ªûsî, Kum, ts. (Müessesetü’nneþri’l-Ýslâmî); a.mlf., Mesâßil kelâmiyye (Resâßilü’l-£aþr içinde), s. 97-99; Ebü’l-Kasým Gürcî, “Þeyp Tusî ve .Uddetü’l-usûl”, Yâdnâme-i ÞeyÅ ªûsî, Meþhed 1354 hþ, III, 365-460; Seyyid Ahmed Fâtýmî, “Þeyp Tûsî ve Ýbn Ýdrîs”, a.e., III, 461-488; Seyyid Rýzâ Sadr, “Makam-ý Fýkhî Þeyp

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Nasîrüddin Tûsî”, Hezâre-i ÞeyÅ ªûsî, Tahran 1362 hþ., s. 401-428, 453-458; Hossein Modarressi Tabataba’ý, An Introduction to Sh¢‘¢ Law, London 1984, s. 7, 40-49; Mazlum Uyar, Ýmâmiyye Þiasý’nda Düþünce Ekolleri -Ahbârîlik-, Ýstanbul 2000, s. 106-131; a.mlf., Þiî Ulemânýn Otoritesinin Temelleri, Ýstanbul 2004, s. 13-98; a.mlf., “Hillî, Muhakkýk”, DÝA, XVIII, 39; C. J. Adams, “The Role of Shaykh Al-Tûsî in the Evolution of a Formal Science of Jurisprudence among the Shi’ah”, IS, X/3 (1972), s. 173-180; Abdullah Kahraman, “Caferi Usulcü Ebû Cafer et-Tûsî’ye Göre Baðlayýcýlýk Açýsýndan Hz. Peygamber’in Fiilleri”, Bakü Devlet Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesinin Elmi Mecmuasý, II/3, Bakü 2005, s. 11-28; a.mlf., “Þiî-Sünnî Usul Polemiði (Tusî Örneði)”, Marife, V/3, Konya 2005, s. 213-232.

ÿAbdullah Kahraman

TÛSÎ, Nasîrüddin ( À ‫ א‬B ‫ !א‬g ) Ebû Ca‘fer Nasîrüddîn Muhammed b. Muhammed b. el-Hasen et-Tûsî (ö. 672/1274)

˜

Ýranlý âlim ve filozof.

11 Cemâziyelevvel 597’de (17 Þubat 1201) Tûs’ta doðdu. Kum veya Hemedan yakýnlarýndaki Cehrûd Sâve’den olan ailesi daha sonra Tûs’a yerleþmiþtir. Kaynaklarýn çoðunda Ebû Ca‘fer künyesiyle geçiyorsa da Ca‘fer adýnda bir oðlu olduðu bilinmemektedir. Bu durum, onun Ýmâmiyye’nin önemli âlimlerinden Ebû Ca‘fer etTûsî ile (ö. 460/1067) karýþtýrýlmasýndan veya Rahim Sultanov’un belirttiði gibi (bk. bibl.) saygý amacýyla ona benzetilmesinden kaynaklanmýþ olabilir. Bazý müellifler Tûsî’yi Ebû Abdullah künyesiyle anmýþtýr (meselâ bk. Yûnînî, III, 79; Zehebî, s. 114; Ebü’l-Fidâ Ýbn Kesîr, XVII, 514). En çok kullanýlan lakabý Hâce Nasîrüddin’dir. Ýlk eðitimini babasýndan alan Tûsî on beþ yaþlarýnda iken dönemin ilim merkezlerine yolculuk yaptý. Nîþâbur’da Muînüddin Sâlim b. Bedrân el-Mâzinî el-Mýsrî’den fýkýh, Ferîdüddin Dâmâd diye bilinen Ebû Muhammed Hasan b. Muhammed Ferîmûdî’den felsefe dersleri aldý. Kendisinin felsefeye meyletmesinde bu sonuncu âlimin büyük etkisi vardýr. Tûsî ondan Ýbn Sînâ’nýn eserlerini ve özellikle el-Ýþârât ve’ttenbîhât’ý okudu. Aklî ilimlerdeki hocalar silsilesi Ferîdüddin Dâmâd, Ebû Ali Sadreddin Muhammed b. Hârisân es-Serahsî, Efdalüddin Gîlânî, Ebü’l-Abbas Fazl b. Muhammed Lûkerî, Behmenyâr b. Merzübân el-Âzerbaycânî, Ýbn Sînâ; naklî ilimlerdeki hocalar silsilesi de babasý Muhammed b. Hasan, Fazlullah b. Ali b. Abdullah el-Hasenî er-Râvendî, Ebû Ca‘fer et-

Tûsî, Þerîf el-Murtazâ þeklinde sýralanýr (Ýþkeverî, II, 415; Hânsârî, VI, 414). Tûsî’nin Ýmâmiyye mezhebine mensup âlimlerden oluþan naklî ilimlerdeki hocalar silsilesinde bir kopukluk bulunmaktadýr. Zira kronolojiye göre Râvendî’nin Ebû Ca‘fer et-Tûsî ve Þerîf el-Murtazâ’dan deðil bu iki âlimin öðrencilerinden ders almýþ olmasý gerekir. Tûsî’nin yukarýda adý geçenler yanýnda baþka hocalarý da vardýr (Tünükâbünî, s. 381; Razavî, s. 167-169). Genç yaþlarýndan itibaren ilme olan iþtiyaký Tûsî’yi kýsa zamanda üne kavuþturdu ve ünü, Kuhistan bölgesinin Ýsmâilî hâkimi Nâsýrüddin Abdürrahîm b. Ebû Mansûr Muhteþem’e kadar ulaþtý. Nâsýrüddin, Tûsî’yi kendi bölgesine davet etti; Moðol istilâsý yüzünden huzuru kaçan Tûsî bu teklifi kabul etti. Ýlk dönemlerde valinin kendisine destek olmasýyla Kuhistan’da ilmî faaliyetlerini yürütmek için uygun bir ortam buldu; özellikle felsefî ve tecrübî ilimler alanýnda deðerli eserlerinin çoðunu burada yazdý. Bunlar arasýnda Þer¼u’lÝþârât, AÅlâš-ý Nâ½ýrî ve Ta¼rîrü’l-Mecis¹î bulunmaktadýr (Razavî, s. 345-351). Ancak çok geçmeden Ýsmâilîler’le arasý açýldý. Kaynaklara göre bu durum onun Abbâsî Halifesi Müsta‘sým-Billâh’a yazdýðý bir mektuptan kaynaklanmýþtýr. Tûsî’nin halifeyle mektuplaþtýðýný öðrenen Kuhistan hâkimi onu hapse attýrdý; bir müddet sonra Ýsmâilîler’in merkezi olan Alamut Kalesi’ne gönderildi. Moðollar Alamut’u kuþattýklarýnda Tûsî, Alamut hâkimi Rükneddin Hürþah’a Hülâgû’ya karþý koymanýn bir iþe yaramayacaðýný anlattý ve gizlice orayý terkedip kaleyi ona teslim etmesini tavsiye etti. Kalenin tesliminde Tûsî’nin bu rolünü öðrenen Hülâgû onu yanýna alarak iltifatta bulundu. Hatta bazý kaynaklarýn belirttiði üzere Tûsî’yi vezir yaptý ve birçok kurumun yönetimini kendisine verdi (Tünükâbünî, s. 368-369, 378-380; Ýþkeverî, II, 416). Ardýndan Tûsî, Hülâgû’nun Baðdat seferine de katýldý. Bazý kaynaklar son Abbâsî halifesi Müsta‘sým-Billâh’ýn Tûsî’nin tavsiyesiyle öldürüldüðünü kaydeder. Bilhassa Takýyyüddin Ýbn Teymiyye (Minhâcü’s-sünne, III, 445-446) ve Ýbn Kayyim el-Cevziyye (ݳå¦etü’l-lehfân, II, 679) bu konuda Tûsî’ye aðýr eleþtiriler yöneltmiþtir. Ancak Baðdat’ýn iþgali ve halifenin öldürülmesi konusunda geniþ bilgi veren kaynaklarýn hiçbirinde bu husus yer almaz. Ebü’l-Fidâ Ýbn Kesîr de bu rivayeti þüpheyle karþýlamaktadýr (el-Bidâye ve’nnihâye, XVII, 514). Tûsî’nin Hülâgû nezdindeki saygýnlýðý, özellikle müsbet ilimlerdeki faaliyetlerini yürütmek için maddî destek

bulmasýna vesile oldu. Hülâgû’yu ikna ederek Azerbaycan’ýn Merâga þehrinde kendi dönemine kadar Ýslâm coðrafyasýnda yapýlan en büyük rasathânenin (Ballay, XXXVII/ 3 [1990], s. 389-390) kurulmasý için ondan kaynak saðladý. Rasathânenin yapýmý 657 (1259) yýlýnda tamamlandý. Merâga’daki faaliyetlerini sürdüren Tûsî Baðdat’a yaptýðý bir seferde vefat etti (18 Zilhicce 672 / 25 Haziran 1274); ayný þehirde Ýmam Mûsâ el-Kâzým’ýn türbesinin yanýna daha önce Abbâsî Halifesi Nâsýr-Lidînillâh için yapýlan, ancak bazý sebeplerle halifenin gömülemediði mezara defnedildi (Safedî, I, 183; Ýbn Usfûr el-Bahrânî, s. 246-247). Öðrencisi Ýbnü’l-Fuvatî, Tûsî’nin intihar ettiðini söylerse de (el-¥avâdi¦ü’l-câmi£a, s. 245) bu bilgiyi diðer kaynaklar doðrulamamaktadýr. Nitekim ayný müellif eserinin baþka bir yerinde (s. 269) onun normal þekilde öldüðünü belirtmektedir. Ýbnü’l-Ýbrî de, “Bazýlarý onun zehirlenerek öldüðünü yaydýlar” ifadesine yer vermiþtir (TârîÅu’z-zamân, s. 330). Sünnî ve Þiî kaynaklarýnda Tûsî’nin güzel ahlâklý, mütevazi ve insanlara karþý saygýlý olduðu kaydedilir (Ýbnü’l-Fuvatî, s. 269; Safedî, I, 112; Ebü’l-Fidâ Ýbn Kesîr, XVII, 514). Ancak Ýbn Teymiyye ve Ýbn Kayyim el-Cevziyye gibi Selefîler onun þer‘î kaidelere uymadýðýný, namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine getirmediðini, þarap içtiðini, âhirete inanmadýðýný, âlemin kadîm oluþunu iddia ettiðini ileri sürmüþtür. Hatta Ýbn Kayyim, Tûsî’nin Kur’an’ý “avamýn Kur’an’ý”, Ýbn Sînâ’nýn el-Ýþârât’ýný “havassýn Kur’an’ý” diye nitelendirdiðini söylemiþtir. Ayný âlimler Tûsî’nin rasathâne faaliyetlerini sihirle uðraþma olarak deðerlendirmiþtir (Minhâcü’s-sünne, III, 446-449; ݳâ¦etü’l-lehfân, II, 679). Fakat bütün bu iddialar gerçeði yansýtmamaktadýr; zira Tûsî’nin kitaplarý, özellikle kelâma dair eserleri incelendiðinde onun þeriatýn dýþýna çýkmamaya gayret ettiði görülür. Yetiþtirdiði öðrenciler arasýnda Ali b. Ömer el-Kâtibî, Kutbüddîn-i Þîrâzî, Ýbn Meysem elBahrânî, Ýbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Hasan b. Þerefþah, Ýbnü’l-Havvâm, Ýbnü’l-Fuvatî gibi âlimler bulunmaktadýr. Düþünce Sistemi. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin düþünce hayatýný birkaç evreye ayýrmak mümkündür. Eðitim çaðý olan ilk evre, onun babasýndan ve diðer Þiî-Ýmâmî âlimlerle Ferîdüddin Dâmâd gibi Ýbn Sînâ okuluna mensup düþünürlerden ders aldýðý dönemdir. Ýkinci evresi, Kuhistan’ýn Ýsmâilî hâkimi Nâsýrüddin b. Muhteþem’in daveti üzerine oraya gitmesiyle baþlar. 654 (1256) yýlýnda Kuhistan’ýn Moðollar tara-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

437


TÛSÎ, Nasîrüddin

fýndan iþgaliyle birlikte Tûsî’nin düþünce hayatýnýn üçüncü dönemi baþlar. Ýsmâilîlik’ten vazgeçtiðini açýkça ilân ettiði bu evre, onun müsbet ilimler ve Meþþâî felsefesiyle ilgili çalýþmalarý yanýnda felsefî kelâm alanýnda da eserler yazdýðý dönemdir. Tûsî, Fahreddin er-Râzî ile sistematik bir kimliðe bürünen felsefî kelâm geleneðinin temsilcilerinden biri ve Ýmâmiyye içerisinde felsefî kelâmýn kurucusudur. Bu alandaki en önemli eseri olan Tecrîdü’li£tišåd müteahhirîn dönemi kelâmýnýn baþlýca kaynaklarý arasýnda sayýlýr. Meþþâî felsefesiyle kelâmýn birlikte iþlenmesi yönündeki giriþimler Gazzâlî ile baþlayýp Râzî ile geliþmiþse de onlarýn bu faaliyetleri kendi içinde felsefeye karþý bir tepki barýndýrýyordu. Tûsî’de söz konusu geleneðe karþý tepkisel bir tavýr görülmediði gibi özellikle Tecrîd’de felsefe ve kelâm konularý ayný alanýn meseleleri þeklinde ele alýnmýþtýr. Bundan dolayý baþta Taþköprizâde olmak üzere birçok müellif kelâmla Meþþâî felsefesini tam anlamýyla ilk mezcedenin Tûsî olduðunu söylemiþtir (Miftâ¼u’s-sa£âde, I, 28). Bu sebeple Tûsî, Meþþâî felsefesi geleneðinin önemli temsilcileri arasýnda zikredilmiþ, Gazzâlî tarafýndan tutarlý biçimde eleþtirilen bu geleneði ihya edenlerden biri sayýlmýþtýr. Ýbn Sînâ felsefesini onun sistemine uygun þekilde yorumlamaya özen göstermiþ, bu felsefeyi Ebü’l-Feth eþ-Þehristânî ve Fahreddin er-Râzî gibi Eþ‘arî geleneðine mensup düþünürlerin eleþtirilerine karþý savunmuþtur. Þer¼u’l-Ýþârât ve Mu½âri£u’lMu½âri£ gibi eserleri bu yöndeki gayretlerini aksettiren temel çalýþmalarýdýr. Bilhassa Fahreddin er-Râzî’nin el-Ýþârât ve’ttenbîhât’a yazdýðý þerhteki eleþtirilere cevap mahiyetinde ayný eser üzerine yeni bir þerh yazan Tûsî burada tam bir Ýbn Sînâcý olarak davranmaktadýr. Bununla birlikte sadece Þer¼u’l-Ýþârât’a bakarak Tûsî’nin Ýbn Sînâcý çizgiyi sadakatle izlediðini söylemek yanlýþ olur. Þer¼u’l-Ýþârât, onun kendi düþünce sistemini ortaya koymak yerine Ýbn Sînâ’nýn görüþlerini açýkladýðý bir eserdir. Nitekim kitabýn baþýnda bunu kendisi de vurgulamakta ve þerh boyunca buna titizlikle uymaktadýr. Hatta tamamen karþý görüþü savunduðu bir konuda bile bu þartý hatýrlatarak (III, 331) eleþtiriden kaçýnmaktadýr. Tûsî ayný zamanda önde gelen Ýslâm mantýkçýlarý arasýnda yer alýr. Baþta Esâsü’l-ištibâs ve Tecrîdü’l-man¹ýš olmak üzere bu alanda önemli çalýþmalarý vardýr. Müteahhirîn döneminin önde gelen düþünürlerinden Teftâzânî, Seyyid Þerîf el-Cürcânî, Mîr Dâ438

mâd, Molla Sadrâ ve Molla Fenârî gibi âlimlerin eserlerinde Tûsî’nin görüþlerine yer vermeleri ve kendisini muhakkik sýfatýyla anmalarý onun bir otorite kabul edildiðini göstermektedir. Varlýk Anlayýþý. Tûsî’nin varlýk anlayýþý Meþþâî ve kelâmî geleneklerin izlerini taþýmaktadýr. Varlýðý tanýmlanamaz kabul ederek (Tecrîdü’l-i£tišåd, s. 105) hem Ýbn Sînâ-Behmenyâr okuluyla hem de kelâmcýlarýn büyük bölümüyle ayný görüþü benimsemekte, varlýk-mahiyet iliþkisinde Meþþâî felsefesinden yana tavýr almaktadýr. Bu konuda sadýk bir Ýbn Sînâcý gibi davranýp mümkinler alanýnda varlýkla mahiyetin ayrý, zorunlu varlýkta ise ayný olduðunu söyler (Mu½âri£u’l-Mu½âri£, s. 83). Mütekaddimîn dönemi kelâmcýlarýndan farklý þekilde zihnî varlýk kategorisini kabul etmesi de onun Ýbn Sînâcý yönlerinden biridir. Tûsî’nin, varlýkla yokluk arasýnda vasýta kabul etmeyerek Mu‘tezile kelâmcýsý Ebû Hâþim el-Cübbâî’nin benimsediði ahvâl teorisine karþý çýkmasý kelâmcýlarýn çoðunluðu ve Meþþâî düþünürlerin görüþleriyle, vücûb ve imkân gibi kavramlarýn sübûtî nitelikler olmadýðýný savunmasý ise Ýþrâkýliðin kurucusu Sühreverdî’`nin fikirleriyle örtüþmektedir (Tecrîdü’l-i£tišåd, s. 107, 112; krþ. Sühreverdî el-Maktûl, I, 2526). Tûsî, kelâmcýlarýn bölünmeyen cüz (atom) anlayýþýný reddedip basit cismin herhangi bir cüze sahip olmadýðýný savunan Ebü’l-Berekât el-Baðdâdî ile birleþmektedir (Þer¼u’l-Ýþârât, II, 20-25; krþ. el-Mu£teber fi’l-¼ikme, II, 27). Ýbn Sînâ düþüncesinde önemli bir yer tutan kozmik akýllar teorisine karþý felsefe ve kelâma dair eserlerinde farklý tavýrlar sergileyen Tûsî, Tecrîdü’l-i£tišåd’da bu teoriye karþý mütereddit davranýrken el-Fu½ûl’de bunu açýkça eleþtirmektedir. Onun el-Fu½ûl’deki istidlâline göre sudûrun kabul edilmesi, âlemdeki varlýklardan her birinin müteselsilen diðerinin vasýtalý veya vasýtasýz illeti olmasýný gerektirir; bu da illet ve ma‘lûl olmalarý bakýmýndan bütün varlýklarýn dolaylý veya dolaysýz birbirlerinden müstaðni kalamayacaðý anlamýna gelir. Halbuki duyulur âlemde böyle bir þey söz konusu deðildir. Ayrýca sudûr teorisinin varlýk-yokluk, teklik-çokluk gibi yönlerden de tutarsýzlýklar taþýdýðýný savunur ve bu teorinin doðru olmadýðý neticesine ulaþýr (elFu½ûl, s. 65). el-Fu½ûl’deki bu tutumuna raðmen Tecrîd’de sudûr konusunda mütereddit davranmasý, hatta bazan teoriyi savunmasý (meselâ bk. Risâle fî i¦bâti’l£ašli’l-mufârýš, s. 479-481) Tûsî’nin bu hususta tam bir kanaate varmadýðýný gös-

termektedir. Bu tereddüdü Sadreddin Konevî ile yazýþmalarýnda konunun zorluðunu vurgulamasýnda (Ecvibetü mesâßili Øadriddîn el-Æonevî, s. 230-232), ayrýca Râzî’nin öðrencilerinden Þemseddin Hüsrevþâhî’ye gönderdiði mektupta da görülmektedir. Burada tek bir illetten çokluðun çýkmasý sorununu çözemediðini belirterek Hüsrevþâhî’den bu konudaki görüþlerini kendisiyle paylaþmasýný rica etmektedir (Mesâßilü Na½îriddîn e¹-ªûsî, s. 268). Ulûhiyyet. Tûsî’nin ulûhiyyet anlayýþý genel hatlarýyla mensubu olduðu Ýmâmiyye’nin görüþleriyle uyumludur. Baþta isbât-ý vâcib olmak üzere bazý konularda Ýbn Sînâ geleneðinden etkilendiði söylenebilir. Ýsbât-ý vâcibde Ýbn Sînâ ekolünü izleyerek imkân delilini merkeze alan Tûsî, müstakil risâlelerinde ve öðrencisi Necmeddin Ali b. Ömer el-Kâtibî ile yazýþmalarýnda söz konusu delil üzerinde ayrýntýlý biçimde durmaktadýr. Allah’ýn sýfatlarý konusunda ise Ýmâmî-Mu‘tezile çizgisini benimseyip sýfatlarýn zâtýn ayný olduðunu kabul eder (Tecrîdü’l-i£tišåd, s. 194). Meþþâî felsefesiyle kelâm arasýnda tartýþmalý alanlardan birini teþkil eden Tanrý telakkisi meselesinde de çeþitli kanýtlar ileri sürerek filozoflardaki “mûcib bizzât Allah” anlayýþý yerine kelâmdaki “kadir-i muhtâr Allah” anlayýþýný kabul eder (a.g.e., s. 191; Ýbnü’l-Mutahhar el-Hillî, s. 393-394). Ancak Tûsî, Allah’ýn kadir-i muhtâr olduðu hususunda kelâmcýlarýn delillerini esas alýrken Fahreddin er-Râzî’den farklý þekilde (Kelâm’a Giriþ, s. 164) Ýbn Sînâ ve diðer Meþþâî filozoflarýnda Allah’ýn kadir olmadýðý yolunda bir iddiaya rastlanmadýðýný ifade eder. Tûsî’ye göre kadir kendisinden hem fiil sâdýr olabilen hem de olmayabilen varlýktýr. Kudret sýfatýna irade sýfatý eklenince kadir var etme veya etmeme þeklinde iki taraftan birini seçer. Filozoflar Allah’ýn bu anlamda kadir olduðunu kabul ederler. Ayrýca Tûsî kelâmcýlardan farklý biçimde yorumlasalar da filozoflarýn Allah’ýn muhtar olduðu anlayýþýný kabul ettiklerini söyler (Æavâ£idü’l-£ašåßid, s. 445). Bu konuda kelâmcýlarla filozoflar arasýndaki temel fark, iki sýfatýn bir arada bulunmasý halinde fiilin sâdýr olmasýnýn mümkün mü zorunlu mu oluþundadýr. Filozoflar, mûcip Tanrý anlayýþýný benimsediklerinden fiilin Allah’tan sâdýr olmasýný zorunlu görürken kelâmcýlar bunu zorunlu deðil mümkün görmüþlerdir (a.g.e., a.y.). Ayrýca filozoflar âlemin kadîm olduðu görüþünü benimsemiþtir. Kelâmcýlar ise bu sýfatlarýn bir arada bulunuþundan sonra fiilin ortaya çýktýðýný savu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Nasîrüddin

nup âlemin sonradan ve yoktan yaratýldýðýný söylemiþtir (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al, s. 269-270). Tûsî, ilim sýfatý konusunda da Meþþâî geleneðiyle kelâm geleneði arasýnda uzlaþmacý bir yol izlemiþtir. Bunu özellikle Allah’ýn cüz’îlere dair bilgisi hususunda ortaya koyduðu görülür. Allah’ýn ilminin her þeyi kuþattýðýný belirten Tûsî, Meþþâîler’in de bu konuda farklý düþünmediklerini kaydetmektedir. el-Fu½ûl’de (s. 74-75) kendisi filozoflarý eleþtirmesine raðmen diðer eserlerinde onlarýn Allah’ýn cüz’îleri bilmediði yolunda bir iddialarý bulunmadýðýný, insan bilgisiyle Allah’ýn bilgisi arasýndaki farka dikkat çekmek istemelerinden kaynaklanan yanlýþ anlaþýlmanýn söz konusu olduðunu belirtmektedir. Tûsî’ye göre Allah’ýn cüz’î olan þeyleri küllî þekilde bildiðinin ileri sürülmesi tenzih gereðidir (Ecvibetü mesâßili FaÅriddîn, s. 4446; Ecvibetü mesâßili Øadriddîn el-Æonevî, s. 232-233). Tûsî, “Allah’tan baþka kadîm yoktur” diyerek (Tecrîdü’l-i£tišåd, s. 120) âlemin kýdemi konusunda kelâmcýlarýn görüþüne meyletmekle birlikte, “Gerçek kýdem ve hudûsta zaman dikkate alýnmaz” sözüyle (a.g.e., s. 115) kelâmla Ýbn Sînâ felsefesinin arasýný bulmaya çalýþmaktadýr. Zira Ýbn Sînâ da âlemin zaman yönünden deðil kendi zâtý bakýmýndan hâdis olduðunu kabul eder. Tûsî’nin -irade hürriyeti ve mükellefiyet konularý hariç- Allah’ýn fiillerinin âdil olduðu hususunda Mu‘tezile-Þîa çizgisinde durduðu söylenebilir (elFu½ûl, s. 101-106). Nübüvvetle ilgili genel Ýslâmî görüþten farklý bir görüþ ortaya koymazken imâmet konusunda Ýmâmiyye-Ýsnâaþeriyye mezhebinin telakkilerini savunur (a.g.e., s. 211-295). Tecrübî Ýlimlerdeki Yeri. Tûsî, Ýslâm dünyasýnda müsbet ilimlerin geliþmesinde büyük katkýlarý bulunan âlimlerden biridir. Onun öncülüðünde Merâga Rasathânesi’nde yapýlan çalýþmalarda müsbet ilimler alanýnda önemli geliþmeler kaydedilmiþtir. Tûsî, o dönemde Ýslâm coðrafyasýndaki seçkin ilim adamlarýný ve müsbet ilimlerde uzmanlýðý bulunanlarý rasathâneye davet edip onlara gerekli desteði saðlamýþ, Baðdat’ýn Moðollar’ca yaðmalanmasý sýrasýnda kendisinin kurtardýðý eserlerle Ýslâm dünyasýnýn çeþitli yerlerinden getirttiði kitaplarý rasathânede toplayarak büyük bir kütüphane kurmuþtur. Rasathâne, astronominin yanýnda aklî ve naklî ilimlerde çalýþmalarýný yürüten âlimlerin de bulunduðu bir kurumdu. Kutbüddîn-i Þîrâzî ve Necmeddin Ali b. Ömer el-Kâtibî gibi felsefe, kelâm ve mantýk; Müeyyidüddin el-Urdî ed-Dýmaþký gibi geometri ve

astronomi; Fahreddîn-i Merâgý ve Ýbn Ebü’þ-Þükr el-Kurtubî gibi matematik; Fahreddîn-i Ahlâtî gibi týp alanýnda uzman kiþiler bu rasathânede faaliyetlerini rahatça yürütebiliyorlardý. Rasathânede Çin’den gelen Fau Mun Ji adlý bir astronom da çalýþýyordu (Ýþkeverî, II, 418; Memmedbeyli, s. 59; Ballay, XXXVII/3 [1990], s. 390). Tûsî, bu âlimlerin yardýmýyla astronomi kataloglarýný içeren ve astronomi alanýnda en önemli eseri olan Zîc-i ÝlÅânî’yi yazmaya baþlamýþ, ancak ölümü yüzünden eser yarým kalmýþtýr. Onun dönemine kadar yazýlan kataloglar içinde en geliþmiþi olan bu çalýþma baþta Çin olmak üzere bütün Asya’da bilinirdi (Bakhtyar Husain Siddiqi, I, 565). Zîc-i ÝlÅânî kataloglarýnda farklý takvimler üzerinde durulmuþ, çeþitli yýldýzlarýn ve 256 þehrin koordinatlarý verilmiþtir. Merâga Rasathânesi’nde kullanýlan astronomi aletlerinin birçoðu bizzat Tûsî tarafýndan icat edilmiþtir. Bunlarýn en önemlisi, bugün kullanýlan teodolit aletinin daha basit bir örneði olup semt ve irtifa tayininde kullanýlan “torquetum” adlý araçtýr (Dilgan, s. 9). Zîc-i ÝlÅânî’de Batlamyus’un yer merkezli sisteminin yanlýþlarý gösterilmiþ, yine yer merkezli baþka bir sistemin tasarýmý verilmiþ, bu sistem Copernicus sistemine giden yolu açmýþtýr. Tûsî’nin geometri alanýnda da önemli çalýþmalarý vardýr. Öklid’in Elementler’ine yazdýðý Ta¼rîru Öšlîdis (Ta¼rirü’l-u½ûl) adlý eser asýrlarca kendi alanýnda en önemli çalýþmalardan biri olarak ün yapmýþtýr. Hatta Sir Lanuckneri’nin XVIII. yüzyýlda uzay hendesesini Nasîrüddîn-i Tûsî’nin düzlem hendesesi prensiplerinden beþinci prensip üzerine kurduðunu söyleyen bilim adamlarý vardýr (M. Rýzâ el-Hakîmî, s. 48). Tûsî, Öklid’in beþinci postulatý olan “koþutlar postulatý”ný yeterince doyurucu bulmamýþ ve onu “Tûsî postulatý” diye tanýnan baþka bir þekilde ortaya koymuþ, bu postulatý kanýtlamada baþarýlý olamamýþsa da postulatýnýn ne olduðunun açýklýða kavuþmasýna ve Öklid dýþý geometrilerin ortaya çýkmasýna öncülük etmiþtir (Al-Daffa-Stroyls, IV/1 [1981], s. 141). Tûsî’nin, Ýslâm dünyasýnda trigonometriyle ilgili ilk müstakil çalýþma olan Þeklü’l-ša¹¹â£ adlý eseri sayesinde trigonometri astronomiden ayrýlmýþ ve matematiðin bir dalý olarak deðerlendirilmeye baþlanmýþtýr. Altý trigonometrik fonksiyonlarý kullanan Tûsî düzlemsel ve küresel üçgenlerin çözümüyle uðraþmýþtýr. Ayrýca bir çember içinde yuvarlanan baþka bir çember üzerindeki noktanýn geometrik yerine iliþkin verdiði sonuç, 300 yýl son-

ra Gerolamo Cardano ve Mikolaj Copernicus gibi bilginler tarafýndan kullanýlmýþtýr. Tûsî’nin cebir alanýna da önemli katkýlarý olmuþtur (Dönmez, s. 194). Eserleri. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin eserlerinin sayýsý konusunda çeþitli araþtýrmalarda farklý neticeler elde edilmekle birlikte onun 150 civarýnda telifi bulunduðunu söylemek mümkündür (Safedî, I, 181; Ziriklî, VII, 257-258; Demirkol, s. 17-28). Tûsî’nin eserleriyle ilgili müstakil çalýþmalar bulunmaktadýr. Bunlardan en kapsamlýsý Muhammed Taký Müderris Razavî’nin A¼vâl ve ¦âr-ý ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî adlý eseridir (bk. bibl.). Muhammed Müderris Zencânî’nin Sergüzeþt ve £Ašåßid-i Felsefî-i ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî adlý çalýþmasýnda da (Tahran 1379 hþ.) eserleri hakkýnda bilgi verilmiþ, çalýþmada Tûsî’nin eserleri konularýna göre tasnif edilmiþtir. Azerbaycan Ýlimler Akademisi doðumunun 800. yýlýnda Tûsî’nin eserlerini, bulunduklarý kütüphaneleri tanýtan ve çeþitli dillerde Tûsî hakkýnda yazýlan kitap ve makalelerin listesini ihtiva eden bir kitap neþretmiþtir (Xâce Nasîreddin Tûsî: Biblioqrafya, Bakü 2004). Benzer bir çalýþmayý Seyyid Ýbrâhim Eþk Þîrînî, Hasan Rahmânî, Elizabeth Alexandrýn ve Sergei Tourkin ortaklaþa yapmýþtýr (bk. bibl.). A) Kelâm. 1. Tecrîdü’l-i£tišåd*. Tecrîdü’l-kelâm diye de anýlan ve felsefî kelâmýn ilk örneklerinden olan eser üzerine yazýldýðý dönemden itibaren Ýbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Þemseddin Mahmûd Abdurrahman el-Ýsfahânî ve Ali Kuþçu gibi âlimler tarafýndan 200 civarýnda þerh, hâþiye ve ta‘likat yazýlmýþtýr. Eserin baþta M. Cevad Hüseynî Celâlî’nin tahkiki olmak üzere (Kum 1407/1986) birçok neþri bulunmaktadýr. 2. TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al. Fahreddin er-Râzî’nin önceki filozof ve kelâmcýlarýn görüþlerini özetlediði Mu¼a½½alü efkâri’l-mütešaddimîn ve’l-müteßaÅÅirîn adlý kitabýnýn tenkitli bir þerhi olan eser Našdü’l-Mu¼a½½al, Þer¼u’l-Mu¼a½½al ve TelÅî½ fî £ilmi’l-kelâm gibi adlarla da tanýnmýþtýr (Razavî, s. 446; Hânsârî, VI, 304). TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al (Kahire 1323, el-Mu¼a½½al ile birlikte; Kahire, ts.), Tûsî’nin kelâm ve felsefe alanýndaki otuz risâlesiyle birlikte Abdullah Nûrânî editörlüðünde neþredilmiþtir (Beyrut 1405/1985). 3. Æavâ£idü’l-£ašåßid. Genel kelâm konularýnýn tasvirî þekilde incelendiði muhtasar bir eserdir (nþr. Abdullah Nûrânî, TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde, Beyrut 1405/1985; nþr. Ali Hasan Hâzim, Beyrut 1413/1992). 4. el-Fu½ûl. Tûsî’nin kelâm alanýnda Farsça telif ettiði eser Rükneddin Muhammed

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

439


TÛSÎ, Nasîrüddin

b. Ali el-Cürcânî tarafýndan 728 (1328) yýlýnda Arapça’ya tercüme edilmiþtir (Hânsârî, VI, 313). Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir nüshasý bulunan eser (Þehid Ali Paþa, nr. 2816, vr. 49-60), Abdullah Ni‘met’in el-Edilletü’l-celiyye fî Þer¼i Fu½ûli’nNa½îriyye (Beyrut 1986) ve Mikdâd b. Abdullah es-Süyûrî’nin el-Envârü’l-Celâliyye fî Þer¼i’l-Fu½ûli’n-Na½îriyye (nþr. Ali Hâcî Âbâdî – Abbas Celâlî Niyâ, Meþhed 1420/1999) adlý eserleri içinde yayýmlanmýþtýr. 5. ݦbât-ý Vâcib Risâleleri. Tûsî’nin, isbât-ý vâcib konusunda öðrencisi Necmeddin Ali b. Ömer el-Kâtibî ile yazýþmalarýndan ibaret olan iki risâlesi bulunmaktadýr. Risâleleri Fuat Sezgin Ýspanyolca tercümeleriyle birlikte (Frankfurt 2000), Muhammed Hasan Âl-i Yâsîn el-Mu¹âra¼ât felsefiyye adýyla (Baðdat 1956) neþretmiþtir. Müellifin ayný konuda Burhân fî ݦbâti’l-Vâcib adlý tek sayfalýk bir risâlesi (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde, Beyrut 1405/ 1985) ve Mecmû£a-i Resâßil-i ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî içinde neþredilen (Tahran 1335 hþ., s. 1-7) Farsça bir isbât-i vâcib risâlesi daha bulunmaktadýr. 6. Risâletü’l-Ýmâme. Ýmâmiyye Þîasý’nýn imâmet anlayýþýný savunmak için telif edilen risâle (nþr. Muhammed Taký Dâneþpejûh, Tahran 1335/1916; nþr. Abdullah Nûrânî, TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde, 1405/1985), Hasan Onat tarafýndan Türkçe’ye tercüme edilmiþtir (AÜÝFD, XXXV [1996], s. 179-191). 7. Risâle-i Cebr ve Æader (Mecmû£a-i Resâßil-i ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî içinde, Tahran 1335 hþ., s. 8-27). Müellifin Ýsmâilîler’in himayesinde bulunduðu dönemde kaleme alýnmýþtýr. 8. Ef£âlü’l-£ibâd beyne’l-cebr ve’t-tefvî² (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde, s. 477-478). 9. Ešallü mâ yecibü’l-i£tišådü bih (Risâle-i Ý £tišådiyye). Her müslümanýn inanmasý gereken temel itikadî konularý içeren bir risâledir (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde, s. 471-472). 10. el-Mušni£a fî evveli’l-mevcûdât. Risâlede tevhid, adl, nübüvvet, imâmet, meâd gibi Ýmâmiyye inanç esaslarý kýsaca ele alýnmýþtýr (Tel¼î½ü’l-Mu¼a½½al içinde, s. 473-474). B) Felsefe, Mantýk ve Ahlâk. 1. Þer¼u’l-Ýþârât (ƒallü müþkilâti’l-Ýþârât). Ýbn Sînâ’nýn el-Ýþârât ve’t-tenbîhât adlý eseri üzerine yazýlmýþ en önemli þerhlerden biridir. Tûsî Ýsmâilîler’in kalesinde iken yazdýðý bu þerhi 644 yýlýnýn Safer ayýnda (Haziran-Temmuz 1246) tamamlamýþtýr. Kitap üzerine baþta Hillî ve Kutbüddin er-Râzî olmak üzere birçok müellif tarafýndan hâþiye ve ta‘lik yazýlmýþ, eserin muhtelif baskýlarý yapýlmýþtýr (Ýstanbul 1290; Leknev

440

1293, 1297; nþr. Süleyman Dünyâ, I-IV, Kahire 1948-1949, 1960; Beyrut 1413/1993; nþr. Kerîm Feyzî, Kum 1383 hþ.). 2. Mu½âri£u’l-Mu½âri£. Þehristânî’nin varlýk, isbât-ý vâcib, tevhid, sudûr, Allah’ýn ilmi ve nübüvvetin ispatý gibi konularda Ýbn Sînâ’ya karþý eleþtirilerini içeren Mu½âra£atü’l-felâsife adlý eserine reddiyedir (nþr. Hasan Muizzî, Kum 1405/1985). 3. Aplâk-ý Nâsýrî*. Tûsî, bu Farsça eserini Kuhistan’ýn Ýsmâilî hâkimi Nâsýrüddin Abdürrahîm b. Ebû Mansûr Muhteþem’in isteði üzerine kaleme alýp ona ithaf etmiþtir (Kalküta 1269/1853; Tahran 1356 hþ.). Eseri, A. Vahap Taþtan ve Habil Nazlýgül Azerbaycan Türkçesi’nden (Ankara 2005), Anar Gafarov ve Zaur Þükürov aslýndan (Ýstanbul 2007) Türkçe’ye çevirmiþtir. 4. Esâsü’l-ištibâs (Tahran 1375 hþ.). Bu Farsça mantýk kitabýný Molla Hüsrev Arapça’ya tercüme etmiþtir. 5. Ta£dîlü’l-mi£yâr fî našd-i Tenzîli’l-efkâr. Mantýkla ilgili olup Esîrüddin el-Ebherî’nin eseri üzerine yazýlmýþtýr (Man¹ýš ve mebâ¼i¦ü’l-elfâ¾: Mecmû£a-i Mütûn ve Mašålât-ý Ta¼š¢š¢ içinde, nþr. Mehdî Muhakkýk, Tahran 1353 hþ., s. 137-248). 6. Tecrîdü’l-man¹ýš (Beyrut 1408/1988). Esere Ýbnü’l-Mutahhar el-Hillî’`nin el-Cevherü’n-naŠîd adlý çalýþmasý baþta olmak üzere birçok þerh yazýlmýþtýr. 7. Ecvibetü süßâlâti Rükniddîn el-Esterâbâdî (Man¹ýš ve mebâ¼i¦ü’l-elfâ¾, Mecmû£a-i Mütûn ve Mašålât-ý Ta¼š¢š¢ içinde, s. 249-275). 8. AÅlâš-ý Muhteþemî. Mukaddimesinde de belirtildiði gibi Tûsî’nin telifi olmayýp Nâsýrüddin b. Muhteþem’in âyet, hadis, Ehl-i beyt’e dair haberlerle Ýsmâilî önderlerinin sözlerinden oluþturduðu ahlâkla ilgili kitabýnýn Tûsî tarafýndan tamamlanmýþ Farsça tercümesidir (nþr. Muhammed Taký Dâniþpejûh, Tahran 1361 hþ., 1377 hþ.). 9. er-Risâletü’n-Na½îriyye. Ahlâkla ilgilidir (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al ’la birlikte, Beyrut 1405/1985, s. 501-506). 10. elMürâselât beyne Øadriddîn Æonevî ve Na½îriddîn e¹-ªûsî. Bu felsefî yazýþmalarýn Tûsî’ye ait olmadýðýna dair bazý iddialar bulunmaktaysa da (Bayram, bk. bibl.) bunlar kaynaklarca doðrulanmamýþtýr (Razavî, s. 493-497). Yazýþmalar Konevî’nin Tûsî’ye varlýk, mahiyet ve bunlar arasýndaki iliþki, sudûr ve nefis gibi konulardaki sorularýyla Tûsî’nin bunlara Meþþâî felsefesi açýsýndan verdiði cevaplardan oluþmaktadýr. Eser Gudrun Schubert (Müråselåt beyne Øadridd¢n Æonev¢ ve Na½¢ridd¢n e¹-ª†s¢: Annaherungen der mystisch philosophische briefwechsel zwischen Øadr udD¢n Qonaw¢ und Na½¢r ud-D¢n-i ª†s¢, Beyrut 1416/1995, Risâletü’l-mufa½½ý¼a ve er-

Risâletü’l-hâdiye adlý eserleriyle birlikte) ve Abdullah-ý Nûrânî (Ecvibetü’l-mesâßili’nNa½îriyye, Tahran 1373 hþ.) tarafýndan yayýmlanmýþ, Ekrem Demirli bunlarý Türkçe’ye çevirmiþtir (Ýstanbul 2002). Ayrýca Tûsî’nin bazý felsefî risâleleri TelÅî½ü’lMu¼a½½al’la birlikte neþredilmiþtir (Beyrut 1405/1985). Tûsî’ye Seyr ve sülûk (nþr. Seyyid Celâl Hüseynî Bedahþânî, London 1998), Rav²a-yý Teslîm (Ta½avvurât) (Ýng. trc. ve nþr. Wladimir Ivanov, Leiden 1950; S. J. Badakhchani, London 2005; Fr. trc. Christian Jambet, Paris 1996) adlý iki eser daha isnat edilmektedir. Ýsmâilîler’`in kalesinde iken bu mezhebi savunmak için yazdýðý ileri sürülen bu kitaplarýn ilkinde Ýsmâilîlik’le biten kendi hayat hikâyesini anlatmýþ, ikincisinde bu mezhebin görüþlerini felsefî dille açýklamýþtýr. C) Riyâzî Ýlimler. Mecmû£u’r-resâßil (I-II, Haydarâbâd 1359). Mecmua içinde þu risâleler bulunmaktadýr: Ta¼rîrü’l-Mu£¹ayât li-Öšlîdis, Ta¼rîrü’l-Üker li-Savizusyus, Ta¼rîru Kitâbi’l-Æureti’l-müte¼arrike li-Otologus (Autolycos), Ta¼rîru Kitâbi’l-Mesâkin li-Savizusyus, Ta¼rîrü Kitâbi’l-Menâ¾ýr li-Öšlîdis, Ta¼rîru Ma£rifeti’l-mesâ¼ati’l-eþkâl li-Benî Mûsâ: Mu¼ammed ve’l-¥asan ve A¼med, Ta¼rîru Kitâbi’l-Meß¼û×ât li-Arþimedis (Archimedes), Ta¼rîru Kitâbi’l-Küre ve’lüs¹uvâne li-Arþimedis (Archimedes), Ta¼rîru Kitâbi’l-Mefrû²ât li-¡âbit b. Æurre, er-Risâletü’þ-Þâfiye. Bunlardan baþka müellifin Cevâmi£u’l-¼isâb bi’ttaÅt ve’t-türâb (nþr. Ahmed Selîm Saîdân, Mecelletü’l-eb¼â¦, XX/2, Beyrut 1967, s. 91-164; XX/3, s. 213-292), Ta¼rîru Kitâbi’l-Eþkâli’l-küreviyye li-Menâlâvus (Menelaos) (A Collection of Mathematical

and Astronomical Treatises as Revised by Nasiraddin at-Tusi Second Part içinde, nþr.

Fuat Sezgin, Frankfurt 1998, s. 1-148) adlý eserleri ve Þeklü’l-ša¹¹â£ (Kitâb fî shakl al-qa¹¹a£) baþlýklý bir çalýþmasý (nþr. Fuat Sezgin, Frankfurt 1998) vardýr. Çeþitli eserlerde Tûsî’ye Ta¼rîrü’l-Mecis¹î li-Ba¹lamyus, Ta¼rîrü’l-Üker li-Mânâlavus, Tecrîd fi’l-hendese, Ta¼rîru Terbî£i’d-dâßire li-Arhimedis, Risâle der A¼vâl-i Åu¹ûti’l-mün¼aniye, Risâle-i Red ber Mü½âdere-i Öšlîdis, el-Cebr ve’l-mušåbele, Risâle der Bâb-ý Æýble-i Tebrîz, Mašåle-i Arþimîdes der Teksîr-i Dâßire gibi risâleler nisbet edilmektedir (Safedî, I, 181; Ziriklî, VII, 257; M. Taký Müderris Razavî, s. 364, 369, 557-558). D) Astronomi. 1. Mecmû£u’r-resâßil (III, Haydarâbâd 1359). Eserde þu risâleler yer almaktadýr: Ta¼rîru Kitâbi Cirme-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Nasîrüddin

yi’n-neyyireyn li-Aristarhus (Arisarchos), Ta¼rîru Kitâbi’¹-ªulû£ ve’l-³urûb li-Otologus (Autolycos), Ta¼rîru Kitâbi æâhirâti’l-felek li-Öšlîdis, Ta¼rîru Kitâbi’lMe¹âli£ li-Ýsklâvus (Hypsicles), Ta¼rîru Kitâbi’l-Eyyâm ve’l-leyâlî. 2. Zîc-i Ýlpânî*. Tûsî’nin astronomi alanýnda en önemli çalýþmasýdýr. 3. MuÅta½ar fî £ilmi‘t-tencîm ve ma£rifeti’t-tašvîm (Risâle-i Sî Fa½l). Eseri Ahmed-i Dâî Tercüme-i Eþkâl-i Nasîr-i Tûsî baþlýðýyla Türkçe’ye çevirmiþ (sadeleþtirenlerin önsözü, s. 1), bu çeviriyi Tahir Nejat Gencan ve Muammer Dizer sadeleþtirmiþtir (Ýstanbul 1984). Kaynaklarda Tûsî’nin þu eserleri de zikredilmektedir: Zübdetü’l-idrâk fî heyßeti’l-eflâk, Risâle der Beyân-ý Øub¼-i Kâ×ib, Risâle der Ta¼š¢š-i Æavs ve Æuza¼, Te×kiretü’n-Na½îriyye fi’l-heyße, Þer¼u’¦-¡emere fî a¼kâmi’n-nücûm li-Ba¹lamyus, Risâle fî in£ikâsi’þ-þu£âßât, Bîst Bâb der Ma£rifet-i Us¹urlâb, ÝÅtiyârâtü Mesîri’l-šamer, Þer¼-i Mu£îniyye, Tašvîm-i £Alâßî, Kitâbü’l-Bârî der £Ýlm-i Tašvîm, Ta¼½îl der £Ýlm-i Nücûm (M. Taký Müderris Razavî, s. 388-390, 399-406, 413420, 561-563, 566-567). Bu eserlerin bazýlarý üzerine Kutbüddîn-i Þîrâzî, Fethullah eþ-Þirvânî, Bircendî ve Nizâmeddin en-Nîsâbûrî gibi âlimler þerh yazmýþtýr. E) Diðer Eserleri. Cevâhirü’l-ferâßi² (el-Ferâßi² £alâ me×hebi Ehli’l-beyt, el-Ferâßi²ü’n-Na½îriyye) (a.g.e., s. 529-530; Xâce Nasîreddin Tûsî: Biblioqrafya, s. 29), Tefsîru sûreti’l-£A½r (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al için-

de, s. 520); Ev½âfü’l-eþrâf* (nþr. Seyyid Mehdî Þemseddin, Tahran 1377 hþ.); Ecvibetü mesâßili’¹-¹ýbbiyye (Ecvibetü’lmesâßili’n-Na½îriyye içinde, s. 155-172) (kaynaklarda Tûsî’ye Æavânînü’¹-¹ýb, ¥avâþî £alâ Külliyyâti’l-Æånûn ve ™avâbi¹ü’¹¹ýb adlý risâleler de atfedilmektedir; Safe-

dî, I, 181; M. Taký Müderris Razavî, s. 554555); Mi£yârü’l-eþ£âr (Þi£r ve Þâ£irî der ¦âr-ý ƒâce Na½îreddîn-i ªûsî içinde, nþr. Muazzame Ýkbâlî, Tahran 1379 hþ., s. 159415) (bundan baþka müellif, Ýbnü’l-Mukaffa’dan Farsça’ya Tercemetü’l-Edebi’lvecîz li’l-veledi’½-½a³¢r ’i çevirmiþtir; AÅlâš-ý Mu¼teþemî içinde, Tahran 1377 hþ., s. 495-559); Kitâbü’l-Vâfî fi’l-šavâfî ve’lmašåmât (Hânsârî, VI, 304-306; M. Taký Müderris Razavî, s. 583, 587); Tansûšnâme-i ÝlÅânî: Cevâhirnâme (Azerbaycan Türkçesi’ne trc. Qafar Kendli, Bakü 1984).

Müellifin diðer risâleleri de þunlardýr: Mašåle fî fe²âßili emîri’l-müßminîn £Alî (AÅlâš-ý MuÅteþemî içinde, nþr. M. Taký Dâniþpejûh, Tahran 1377 hþ., s. 571-577);

Risâle der Resm ve Âßin-i Pâdiþâhî (Mecmû£a-i Resâßil-i ƒâce Na½îruddîn-i ªûsî içinde, Tahran 1335 hþ., s. 28-35); Âdâbü’lmüte£allimîn (trc. Yahyâ el-Haþþâb, MMMA [Kahire] içinde, III/2, [1377/1957], s. 267-284; Nâme-i Ferheng, Tahran 1376 hþ., IV, 190-195); Cevâbü Risâleti ÆåŠi’l-Ba¼reyn (Ecvibetü’l-mesâßili’n-Na½îriyye içinde, s. 277); Risâle-i ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî be ƒâce Recâßî Buzluk (Ecvibetü’l-me-sâßili’n-Na½îriyye içinde, s. 278); Mašåle der Mûsiš¢ (Risâle fî £ilmi’lMûsîšå adýyla da bilinen ve tek nüshasý Paris Bibliothèque Nationale’de bulunan [nr. 2466] risâleyi Fazlý Arslan Türkçe’ye tercüme etmiþtir [“Nasîruddin et-Tûsî ve Mûsikî Risâlesi”, Dinî Araþtýrmalar, sy. 26 [Ankara 2006], s. 317-335]); Kitâbü’t-Teshîl fi’n-nücûm; S⚢nâme; Æånûnnâme; Âdâbü’l-ba¼¦; Risâle fî a¼kâmi’lketf; Risâle der Ni£methâ ve hûþhâ ve le××ethâ; ¬eylü Cihângüþâ: Vâšý£atü Ba³dâd (M. Taký Müderris Razavî, s. 535, 571, 588, 592); Risâle fi’r-reml (er-Risâletü’s-sul¹âniyye fi’r-reml, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3797, vr. 91-96; Yenicami, nr. 11-76, vr. 265-270); Risâle-i ÝstiÅrâc-ý habâyâ; ƒilâfetnâme-i Ýlâhî; Serî£atü’l-e¦er fî encâhi’l-mašå½ýd ve keþfi’l-mülemmât (M. Taký Müderris Razavî, s. 537-540; Hânsârî, VI, 304); Øalavât-ý Þerîfe Ber Devâzdeh Ýmâmân (Süleymaniye Ktp., Hacý Mahmud Efendi, nr. 2673, vr. 8-13); Urûz (Safedî, I, 181). Tûsî hakýnda Türkiye’de yapýlan çalýþmalarýn bir kýsmý þöylece sýralanabilir: Nihat Keklik, Ýslâm Dünyasýnda Tasavvuf ve Felsefe Arasýndaki Hesaplaþmalar: Sadraddin Konavî ve Nasiraddin Tûsî Felsefeleri (1962, doçentlik tezi); Fahrettin Olguner, Üç Türk-Ýslâm Mütefekkiri Ýbn Sînâ, Fahreddin Râzî, Nasîreddin Tûsî Düþüncesinde Varoluþ, Murat Demirkol (bk. bibl.); Agil Þirinov (bk. bibl.); Anar Gafarov, Nasîruddin Tûsî’nin Ahlâk Felsefesi (2009, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Azime Þimþek, Nasireddin Tûsî’nin Ahlâk ve Eðitim Anlayýþý (yüksek lisans tezi, 2005, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü). Tûsî’nin müsbet ilimlerdeki yeriyle ilgili olarak Hamit Dilgan’`ýn bir çalýþmasý bulunmaktadýr (bk. bibl.). BÝBLÝYOGRAFYA :

Nasîrüddîn-i Tûsî, el-Fu½ûl (Abdullah Ni‘me, elEdilletü’l-celiyye fî þer¼i Fu½ûli’n-Na½îriyye içinde), Beyrut 1986, s. 65, 74-75, 101-106, 211-295; a.mlf., Ecvibetü mesâßili FaÅriddîn Mu¼ammed b. £Abdillâh Beyârî (a.mlf., Ecvibetü’l-mesâßili’n-Na½îriyye içinde), Tahran 1383 hþ., s. 44-46; a.mlf., Ecvibetü mesâßili Øadriddîn el-Æonevî (a.e. için-

de), s. 230-233; a.mlf., Mesâßilü Na½îriddîn e¹ªûsî £an Þemsiddîn el-ƒüsrevþâhî (a.e. içinde), s. 268; a.mlf., Þer¼u Mesßeleti’l-£ilm (a.e. içinde), s. 98-100; a.mlf., TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al, Beyrut 1405/1985, s. 269-270, 339; a.mlf., Æavâ£idü’l-£ašåßid (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde), s. 445, 453; a.mlf., Ef £âlü’l-£ibâd beyne’l-cebr ve’t-tefvî² (a.e. içinde), s. 269-270, 477-478; a.mlf., Risâletü’l-Ýmâme (a.e. içinde), s. 424-433; a.mlf., Risâle fî i¦bâti nefsi’l-emr, Beyazýt Devlet Ktp., nr. 8038, vr. 35b-36a; a.e.: Risâle fî i¦bâ¹i’l-£ašli’lmufârýš (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al içinde), s. 479-481; a.mlf., Risâle fî i¦bâti vâcibi’l-vücûd, Frankfurt 2000, I-II, tür.yer.; a.mlf., Mu½âri £u’l-Mu½âri £ (nþr. Hasan el-Muizzî), Kum 1405/1985, s. 83; a.mlf., Risâle-i Cebr ve Æader (Mecmû£a-i Resâßil-i ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî içinde), Tahran 1335 hþ., s. 8-27; a.mlf., Þer¼u’l-Ýþârât, Kum 1383 hþ., I, 75-77; II, 20-25; III, 98, 202-205, 331, 335-338; a.mlf., Tecrîdü’l-i £tišåd (nþr. M. Cevâd el-Hüseynî), Kum 1407/1986, tür.yer.; ayrýca bk. neþredenin giriþi, s. 39-68; a.mlf., Exlâqi Nâsirî (trc. Rahim Sultanov), Bakü 1980, tercüme edenin giriþi, s. 5; a.mlf., Muhtasar fî Ýlm et-Tencîm ve Ma‘rifet et-Takvîm: Risâle-i Sî Fasl (trc. Ahmed-i Dâî, s. nþr. Tahir Nejat Gencan – Muammer Dizer), Ýstanbul 1984, sadeleþtirenlerin önsözü, s. 1; Ebü’lBerekât el-Baðdâdî, el-Mu£teber fi’l-¼ikme, Ýsfahan 1379 hþ., II, 27; Sühreverdî el-Maktûl, el-Mu¹âra¼ât (Mecmû£a-i Mu½annefât-i ÞeyÅ-i Ýþrâš içinde, nþr. H. Corbin), Tahran 1373 hþ./1933, I, 25-26; Fahreddin er-Râzî, Kelâm’a Giriþ [Muhassal] (trc. Hüseyin Atay), Ankara 2002, s. 164; Ýbnü’l-Ýbrî, TârîÅu’z-zamân (nþr. Ýshak Ermele), Beyrut 1986, s. 330; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi£u’t-tevârîÅ (nþr. Behmen Kerîmî), Tahran 1362 hþ., II, 696, 718; Ýbnü’l-Fuvatî, el-¥avâdi¦ü’l-câmi £a (nþr. Mehdî en-Necm), Beyrut 1424/ 2003, s. 245, 269; Ýbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Keþfü’l-murâd fî þer¼i Tecrîdi’l-i £tišåd (nþr. Hasan Hasanzâde Âmülî), Kum 1425, s. 393-394; Yûnînî, ¬eylü Mirßâti’z-zamân, Haydarâbâd 1374/1954, III, 79; Takýyyüddin Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nþr. M. Reþâd Sâlim), Riyad 1406/1986, III, 445-449; Zehebî, TârîÅu’l-Ýslâm: sene 671-680, s. 114-115; Müstevfî, TârîÅ-i Güzîde (Browne), s. 811; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, ݳå¦etü’l-lehfân (nþr. Beþîr M. Uyûn), Dýmaþk-Beyrut 1414/1994, II, 679; Safedî, el-Vâfî, I, 112, 181, 183; Ebü’l-Fidâ Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Cîze 1419/1998, XVII, 514; Bedreddin el-Aynî, £Ýšdü’l-cümân (nþr. Muhammed Muhammed Emîn), Kahire 1408/ 1988, II, 124-125; Hamza b. Ahmed Ýbn Sebât, TârîÅ: Øýdšu’l-aÅbâr (nþr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Trablus 1413/1993, s. 436; Taþköprizâde, Miftâ¼u’s-sa£âde, I, 28; Mirzâ Muhammed b. Süleyman Tünükâbünî, Æý½a½ü’l-£ulemâß, Tahran 1396, s. 368-369, 378-380, 381; Ýbnü’l-Ýmâd, Þe×erât, V, 339; Kutbüddin Muhammed b. Ali edDeylemî el-Ýþkeverî, Ma¼bûbü’l-šulûb: el-Mašåletü’¦-¦âniye (nþr. Hâmid Sýdký – Ýbrâhim ed-Dîbâcî), Tahran 1424/2003, II, 415-419; Abdullah Efendi el-Ýsfahânî, Riyâ²ü’l-£ulemâß ve ¼iyâ²ü’lfu²alâß (nþr. Ahmed el-Hüseynî), Kum 1401, s. 159; Ýbnü’l-Gazzî, Dîvânü’l-Ýslâm (nþr. Seyyid Kesrevî Hasan), Beyrut 1411/1990, IV, 308; Ýbn Usfûr el-Bahrânî, Lüßlüßetü’l-Ba¼reyn (nþr. M. Sâdýk Âl-i Bahrülulûm), Beyrut 1406/1986, s. 246247; Hânsârî, Rav²âtü’l-cennât (nþr. Esedullah Ýsmâiliyyân), Kum 1392/1972, VI, 300, 304-306, 313, 414; Ziriklî, el-A£lâm, VII, 257-258; Zeki Velidi Togan, “Mecmû.a-i Resâ,il-i Riyâçiyye der Kü-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

441


TÛSÎ, Nasîrüddin tübpâne-i Magnisa ke Hod Pâce Nasîrüddîn-i Tûsî Cem£ Kerde Bûd”, Yâdnâme-i ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî (nþr. Zebîhullah Safâ), Tahran 1336 hþ., I, 1-18; Hamit Dilgan, Büyük Türk Âlimi Nasîreddîn Tûsî, Ýstanbul 1968, s. 9; Abdülemîr el-A‘sem, el-Feylesûf Na½îrüddîn e¹-ªûsî, Beyrut 1980, s. 78-95; H. Memmedbeyli, Muhammed Nasîreddin Tûsî, Bakü 1980, s. 35, 59, 74-75; Ferman Eyvazov, Dahi Âlim ve Filosof, Bakü 1981, s. 18; Bakhtyar Husain Siddiqi, “Nasîr al-Din Tusi”, A

History of Muslim Philosophy (ed. M. M. Sharif), Karachi 1983, I, 565; Abbas el-Kummî, el-Künâ ve’l-elšåb, Beyrut 1403/1983, I, 250, 252; Hasan el-Emîn, Müstedrekâtü A£yâni’þ-Þî£a, Beyrut 1408/1987, I, 200-206; M. Taký Müderris Razavî, A¼vâl ve ¦âr-ý ƒâce Na½îrüddîn-i ªûsî, Tahran 1370 hþ., tür.yer.; M. Rýzâ el-Hakîmî, Ýslâm Bilim Tarihi (trc. Hüseyin Arslan), Ýstanbul 1999, s. 48; Seyyid Ýbrâhim Eþk Þîrînî v.dðr., “Kitâbþinâsî-yi Pâce Nasîreddin-i Tûsî”, Dâniþmend-i ªûs (nþr. Nasrullah Pürcevâdî – Jîvâ Vesel), Tahran 2000, s. 71-118, 207-213, 215-218; Ali Dönmez, Matematiðin Öyküsü ve Serüveni “Dünya Matematik Tarihi Ansiklopedisi”: Matematik Sözlüðü, Ýstanbul 2002, s. 194, 251; Xâce Nasîreddin Tûsî: Biblioqrafya, Bakü 2004; Süheyl el-Hüseynî, el-ƒâce Na½îrüddin e¹-ªûsî, Beyrut 2005, s. 88-114; Agil Þirinov, Nasîruddin Tûsî’de Varlýk ve Ulûhiyyet (doktora tezi, 2007), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 242-252; Murat Demirkol, Nasîruddin Tûsî’nin Ýbn Sînâcýlýðý (doktora tezi, 2007), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 17-28, 128; Mikail Bayram, “Sadreddin Konevî ile Hâce Nasîruddin Tûsî’nin Mektuplaþtýklarý Ýddiasý Üzerine”, TD, sy. 32 (1979), s. 11-28; Ali A. Al-Daffa-John Stroyls, “Nasîr al-Din al-Tûsî’s Attempt to Prove the Parallel Postulate of Euclid”, Journal of Central Asia, IV/1, Islamabad 1981, s. 1-41; U. Ballay, “The Astronomical Manuscripts of Nasýr al-Dýn Tusý”, Arabica, XXXVII/3, Leiden 1990, s. 389-390; R. Strothmann, “Tûsî”, ÝA, XII/ 2, s. 132-133; J. Ruska, “Tûsî”, a.e., XII/2, s. 133134; H. Daiber, “al-Tusý, Nasýr al-Dýn”, EI 2 (Ýng.), X, 746-750; F. J. Ragep, “al-Tusý, Nasýr al-Dýn”, a.e., X, 750-752.

ÿ Agil Þirinov

Ýlimler Tasnifi, Psikoloji ve Ahlâk. Ýlimler tasnifi konusunda Tûsî müslüman filozoflarýn Aristo’dan hareketle geliþtirdiði, özellikle Ýbn Sînâ tarafýndan son þekli verilen geleneði esas almýþtýr. Tûsî, hem bilmeye hem yapmaya yönelik bir beþerî etkinlik olarak kavradýðý felsefenin öncelikle nazarî ve amelî kýsýmlarýna ayrýldýðý düþüncesini takip eder. Ona göre bu ayýrýmýn ontolojik bir gerekçesi bulunmaktadýr. Felsefe bütün varlýklarýn hakikat ve mahiyetlerine iliþkin bir ilim kabul edildiðine göre ilimler de varlýk alanlarý dikkate alýnarak tasnif edilecektir. Biri insan iradesinden tamamen baðýmsýz, diðeri insanlarýn yönetim ve uygulamalarýna baðlý iki varlýk alaný bulunduðuna göre felsefe de nazarî ve amelî diye iki kýsma ayrýlacaktýr. Nazarî felsefe metafizik, matematik ve tabiat ilmi olmak üzere üç disiplini kap-

442

sar. Bu üç disiplinin her birinin alt dallarý bulunmaktadýr. Ýlâhiyyât ve ilk felsefe metafiziðin aslýný teþkil eder. Bunlardan ilki Allah’ý tanýma ve O’na yakýnlaþmayý; ikincisi varlýklarý vahdet, kesret, vücûb, imkân, hudûs, kýdem gibi yönleriyle bilmeyi saðlar. Nübüvvet, þeriat, âhiret vb. konularýn bilgisi metafiziðin alt disiplinlerini oluþturur (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 37-38). Fakat Tûsî, ilimlerin tasnifiyle ilgili Ašsâmü’l¼ikme adlý baþka bir risâlesinde Ýbn Sînâ’nýn Ašsâmü’l-£ulûmi’l-£ašliyye’sini izleyerek metafiziði “ilm-i ilâhî” diye adlandýrmakta ve bu ilmin asýllarýnýn vahdet, kesret, vücûb, imkân gibi genel kavramlar (elumûrü’l-âmme) ve ilimlerin ilkeleri üzerine düþünme, Allah’ýn varlýðý ve birliðinin ispatý, ruhanî cevherlerin ispatý, mümkinlerin düzeni ve onlarýn ilk ilkeye nisbetleri gibi konularý içeren beþ kýsýmdan; alt disiplinlerinin ise nübüvvet ve meâd bölümlerinden meydana geldiðini belirtmektedir. Tûsî’nin metafizik konusundaki bu tasnifinin Tecrîdü’l-i£tišåd adlý eserinde de uygulandýðý görülmektedir. Benzer bir uygulamanýn Fahreddin er-Râzî’nin el-Mebâ¼i¦ü’l-meþrišýyye’sinde mevcut olduðu göz önüne alýnýrsa her iki düþünürün bu konuyla ilgili olarak Ýbn Sînâ çizgisinde buluþtuðu söylenebilir (Ašsâmü’l-¼ikme, s. 527-528; Tecrîdü’l-i£tišåd, s. 103-217, 297-310; krþ. Ýbn Sînâ, Ašsâmü’l-£ulûmi’l£ašliyye, s. 72-73, 76-79; Fahreddin er-Râzî, el-Mebâ¼i¦ü’l-meþrišýyye, I, 95-793; II, 465-557). Matematiðe gelince geometri, aritmetik, astronomi ve telif bu ilmin ana disiplinlerini; optik, perspektif, cebir, mukabele ve mekanik gibi ilimler de alt disiplinlerini oluþturur. Tabiat ilmi genel fizik, sema ve âlem, kevn ve fesad, meteoroloji, mineraloji, botanik, zooloji ve psikoloji olmak üzere sekiz ana disiplinden oluþur. Týp, astroloji ve ziraat gibi ilimler bunun alt disiplinleridir (AÅlâk-ý Nâ½ýrî, s. 39-40). Amelî felsefenin kapsamýna giren ilimler ferde ve topluma ait olmak üzere ikiye ayrýlýr. Ýbn Sînâ’yý yakýndan izleyen Tûsî toplum ilmini ev halkýndan ibaret topluluða ve þehir, vilâyet, bölge / ülke halkýndan ibaret topluluða ait olmak üzere iki kýsýmda ele alýr. Bu sebeple pratik felsefe ahlâk terbiyesi, ev idaresi ve devlet yönetimi olmak üzere üç bölümden meydana gelmektedir (a.g.e., s. 37- 41). Buna göre amelî hikmetin Ýbn Sînâ’da aldýðý son þeklin Tûsî tarafýndan da benimsendiði söylenebilir. Öte yandan Tûsî’nin ilimler tasnifinde fýkha yer vermeyiþi onun Ýbn Sînâ çizgisini sürdürdüðünü gösterir. Tûsî ilim-

ler tasnifinde insaný yanýlgý ve hatalara düþmekten koruduðunu, teorik ve pratik ilimleri kazanmasýnda alet vazifesi gördüðünü düþündüðü (Esâsü’l-ištibâs, s. 5) mantýk sanatýna da yer vermektedir. Mantýk ve onun bölümlerine iliþkin Fârâbî’deki tablo Tûsî’de de mevcuttur. Dokuz bölümden oluþan ve Aristo’nun Organon adlý mantýk külliyatýndan intikal eden bu tasnife göre mantýðýn kýsýmlarý Îsâgucî, kategoriler (makulât), önermeler (ibâre), I. analitikler (kýyas), II. analitikler (burhan), topika (cedel), sofistika (mugalata), retorika (hitabet) ve poetikadan (þiir) ibarettir (Ašsâmü’l¼ikme, s. 528). Tûsî’nin Esâsü’l-ištibâs ve Tecrîdü’l-man¹ýš gibi eserleri Ýbn Sînâ’nýn eþ-Þifâßdaki bilgiler doðrultusunda kapsamlý açýklamalar içermektedir. Psikoloji. Nasîrüddîn-i Tûsî psikoloji alanýna hem metafizik hem de nefsin güçleri açýsýndan girmekte, metafizik yönünden nefsin varlýðý, mânevî bir cevher oluþu ve ölümsüzlüðü üzerinde durmaktadýr. Tûsî, nefsin varlýðýný ispatlamak yerine -Ýbn Sînâcý bir yaklaþýmla- onun apaçýk bir gerçek olduðunu ve ispata ihtiyaç duymadýðýný kabul eder. Bu konuda insanýn benlik bilincinden yola çýkarak Ýbn Sînâ’dan þu cümleyi aktarýr: “Uyuyan uykusunda, uyanýk uyanýkken, sarhoþ sarhoþken, ayýk olan da ayýkken her þeyden gafil olabildiði halde kendi zatýndan hiçbir zaman gafil olmamaktadýr.” Þu halde nefis, herkesin “ben” diye iþaret ettiði þeydir (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 49; Fu½ûl, s. 176; krþ. Ýbn Sînâ, elÝþârât, II, 343-344). Ýbn Sînâ’nýn “uçan adam” örneðiyle de örtüþen bu açýklamaya göre nefis kendi kendini idrak eden basit (cismanî olmayan) bir cevherdir. Tûsî’nin bu konudaki delillerinden birincisi varlýk itibariyle cevherle araz arasýnda yaptýðý ayýrýma dayanýr. Þöyle ki, arazýn ayýrýcý özelliði kendisinin taþýyýcýsý olan diðer bir þeye yüklenmesidir. Halbuki cevher arazlarý yüklenen ve taþýyandýr. Ýnsanýn nefsi de akledilirlerin sûretlerinin ve anlamlarýnýn taþýyýcýsý ve kabul edicisi olduðuna göre araz deðil cevherdir (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 49-50), fakat cismanî bir cevher deðildir. Zira cisim bir sûret ortadan kalkmadan baþka bir sûreti kabul etmezken nefis çok sayýda bilgi formunu kabul edebilir; bütün sûretler tam ve yetkin þekilde nefiste kendini gösterir. Ýbn Sînâ gibi Tûsî de bu düþüncesini insanýn eðitim ve öðrenim gördükçe zekâsýnýn artacaðý yolunda tecrübeye dayalý bir örnekle temellendirmektedir (Tecrîdü’l-i£tišåd, s. 157; krþ. Ýbn Sînâ, eþ-Þifâß, s. 166-171, 192; AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 52).

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Nasîrüddin

Algý hususunda nefsin duyulardan yetkin oluþu onun cisimden baðýmsýz bir cevher olduðunu göstermektedir. Buna göre her duyu organý kendi iþlevi dýþýndakileri algýlayamazken nefis bütün duyularýn algýladýklarýný bir defada kavrar, ayrýca her duyunun hangi organa özgü bulunduðunu algýlar. Duyu algýsýnýn nefsin idrakine kýyasla yetersizliði duyularýn nefsi algýlayabilmesini imkânsýz kýlmaktadýr. Aklî bilginin nitelik bakýmýndan duyu bilgisinden farklýlýðýný konu edinen epistemolojik içerikli bu delil, nesneleri idrak sonucu duyularýn verdiði hükümleri doðru ve yanlýþ diye belirleyenin nefis olduðunu göstermektedir. Tûsî’nin Ýbn Miskeveyh’ten etkilenerek bu konuda güneþin ve su kenarýndaki aðaçlarýn algýlanmasýnda aklî idrakle duyusal idraki karþýlaþtýrmasý ilgi çekicidir. Burada aklî bilginin duyu bilgisine göre kesinliði ve duyularýn nefsin kendisini bilmede bir vasýta teþkil etmeyeceði ileri sürülmektedir (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 5354; krþ. Ýbn Miskeveyh, Teh×îbü’l-aÅlâš, s. 13-17). Nefsin cisim veya cismanî olmayýþýnýn Tûsî’nin felsefesindeki bir diðer dayanaðý nefsin cisim gibi birleþik deðil basit oluþudur. Bu düþüncenin hareket noktasý bilgi kavramýdýr. Tûsî, akýldaki bilginin bölünmeyen soyut bir kavram olmasýndan hareketle ona mahal olan akýl veya nefsin de bölünmez olduðunu savunur (TelÅî½ü’lMu¼a½½al, s. 379; Bešåßü’n-nefs, s. 486). Her ne kadar Ýbn Kayyim el-Cevziyye ve Fahreddin er-Râzî gibi düþünürler, çizgi ile nokta arasýndaki iliþkiden hareketle daha önce diðer filozoflarca da ileri sürülen bu delili (Fârâbî, el-Medînetü’l-fâ²ýla, s. 90-91, 101-103; Ýbn Sînâ, el-Ýþârât, II, 400, 404406) eleþtirmiþlerse de bu eleþtiriler isabetsiz bulunmuþtur (meselâ bk. Ýbn Rüþd, Tutarsýzlýðýn Tutarsýzlýðý, s. 308-313). Tûsî, insan nefsinin cisimden baðýmsýz soyut bir cevher oluþuna dair son delil olarak bedenin ihtiyarladýkça zayýflamasýna karþýlýk nefsin kuvvetlendiði þeklindeki Ýbn Sînâcý görüþe yer verir (Ýbnü’l-Mutahhar elHillî, s. 166; krþ. Ýbn Sînâ, eþ-Þifâß, s. 194196).

zi oluþturmaktadýr (TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al, s. 379-380; krþ. Fârâbî, el-Medînetü’l-fâ²ýla, s. 101-103; Ýbn Sînâ, el-Ýþârât, II, 400, 404406). Seleflerini yakýndan izleyen Tûsî nefsin ölümsüzlüðü yönünde en esaslý temellendirmesini Yeni Eflâtuncu felsefenin etkilerini taþýyan sudûr teorisi baðlamýnda yapmaktadýr. Diðer bir eserinde sudûr teorisini kesin bir dille eleþtirmesine raðmen (Fu½ûl, s. 65) Tûsî, akýllardan sudûr eden gök nefislerinin ebedîliði görüþünden hareketle faal akýldan sudûr eden insan nefsinin de ebedîliðini savunmaktadýr (Bešåßü’n-nefs, s. 488; krþ. Ýbn Miskeveyh, Teh×îbü’l-aÅlâš, s. 13-17, 180; Ýbn Sînâ, elAŠ¼aviyye fi’l-me£âd, s. 139-144). Ayrýca Ýbn Sînâ’da olduðu gibi Tûsî’ye göre de nebatî, hayvanî ve insanî nefisler arasýnda yalnýzca insanî nefsin kendi varlýðýnýn bilincinde olmasý ölümsüzlükle yalnýzca insanî nefsin niteleneceðini göstermektedir (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 54). Ýbn Sînâ gibi Tûsî de ruh göçünün (tenâsüh) imkânsýzlýðý yönündeki delillerini, insanýn kendi varlýðýnýn bilincinde oluþu ve nefis-beden iliþkisi problemi baðlamýnda ortaya koymaya çalýþmaktadýr. Þöyle ki, insan nefsi yalnýzca bedenle birlikte ferdî bir varlýktýr (Ecvibetü Mesâßili es-Seyyid, s. 69-70); bu sebeple her beden faal akýldan kendini yönetecek tek bir nefsi kabul eder. Nitekim her insanda bir tek benlik bilinci vardýr. Ayrýca bedenle ferdî varlýðýný kazanan nefis bedenden sonra da ferdîliðini korur (Ahlâš-ý Nâ½ýrî, s. 49; Fu½ûl, s. 176; krþ. Ýbn Sînâ, eþ-Þifâß, s. 198-207). Tabiat felsefesi açýsýndan bakýldýðýnda Tûsî’nin psikolojisi yetilerin analizine dayanmaktadýr. Ýnsan nefsini þehvet, öfke ve akýl güçlerine ayýran Eflâtuncu nefis anlayýþý (Devlet, 439a440a), yine insan nefsini tabiat felsefesinin bir konusu olarak deðerlendirip tabiattaki nebatî ve hayvanî varlýk tabakalarýna insanî mertebeyi ilâve etmek suretiyle insanî nefsî nebatî, hayvanî ve insanî güçleri bakýmýndan ele alan Aristocu anlayýþ (De Anima, 414b, 20-30) Tûsî’nin psikolojiye ve ahlâka dair açýklamalarýnda yer alýr (meselâ bk. AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 56-63, 76-79).

Nefsin varlýðý ve soyut bir cevher oluþuna iliþkin deliller, Ýslâm Meþþâî filozoflarýnda görüldüðü gibi Tûsî psikolojisinde de nefsin ölümsüzlüðü probleminin dayanaðýný teþkil etmektedir. Ýnsanýn özünü ifade eden nefis soyut bir cevherdir ve cisimlere ait özelliklere tâbi deðildir; zira nefis beden gibi birleþik bir varlýk olmayýp yalýndýr. Bu görüþün temelini, kavramlarýn anlamlarýnýn bölünende ve konumlu olanda (zî vaz‘) resmedilemeyeceði te-

Ahlâk. Nasîrüddîn-i Tûsî ahlâký, “düþünüp taþýnmaya gerek kalmadan fiil ve davranýþlarýn kolaylýkla sâdýr olmasýný saðlayan melekeler” diye tanýmlar. Kaynaðý itibariyle Galen’e ait olan bu tanýmý Ýbn Miskeveyh gibi Tûsî de benimsemekle birlikte tanýmda “meleke” kavramýný kullanmakla Galen ve Ýbn Miskeveyh’ten çok Ýbn Sînâ ve Gazzâlî’ye yakýn durmaktadýr. Zira Galen bu tanýmda “hal” kavramýna yer vermiþtir (a.g.e., s. 190). Ahlâkýn ki-

þide çabucak ortadan kalkmayýp bir meleke haline geldiði düþüncesini ise Gazzâlî’den almýþtýr (a.g.e., s. 101; krþ. Gazzâlî, III, 47). Tûsî doðuþtan gelen her türlü eðilimin, ham ve kaba davranýþýn eðitim ve alýþkanlýklarla deðiþtirilebileceðini savunmaktadýr. Ahlâkî eðitim ve alýþkanlýklarýn amacý faziletleri kazandýrmaktýr. Ýnsanýn yaratýlýþ gayesi en yüksek yetkinliðe ve mutluluða ulaþarak Allah’ýn halifesi olmak, bunun yolu da felsefî bir yaþayýþla fazilete aykýrý tutum ve davranýþlardan arýnýp güzel ahlâkla donanmaktýr. Zira yetkinlik faziletin, eksiklik rezîletin gereðidir. Fazilet ifrat ve tefrit denilen iki aþýrý ucun ortasý, rezîlet ifrat ve tefrit taraflarýdýr. Buna göre hikmet kurnazlýkla ahmaklýðýn, yiðitlik saldýrganlýkla korkaklýðýn, iffet hazlara düþkünlükle isteksizliðin, adalet zulümle zulme boyun eðmenin ortasýdýr. Ancak faziletin belirlenmesinde ölçü olan orta, 2 ile 6 sayýlarýnýn ortasýnýn 4 olmasý gibi matematiksel bir oranlamaya göre olmayýp zamana, yere ve kiþilere göre deðiþmektedir. Akýl gücünün erdemi hikmet, öfke gücünün yiðitlik, þehvet gücünün iffettir. Bütün bu güçlerin dengeli ve uyumlu iþleyiþi adaleti ortaya çýkarýr. Nefsin güçlerinin uyumlu ve dengeli iþleyiþi gerçek bir fazilet ölçüsü olan itidal ilkesine göredir. Güçlerin itidal noktasýndan sapmasý yukarýda zikredilen sekiz temel erdemsizliðin doðmasýna yol açar (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 66-67, 108-109, 117-119). Ahlâk pratik aklýn ürünüdür; ancak pratik akýl davranýþlarýn iyi veya kötü olduðu yönünde hüküm verirken teorik akýlla irtibat halindedir (Fu½ûl, s. 100). Her ne kadar adalet dördüncü erdem þeklinde zikredilmiþse de buradaki adalet diðer üç erdemden meydana gelen birleþik bir erdem olarak deðil insanýn nefsânî güçlerinin uyumlu hale getirilmesi için kendisine baþvurulan bir ölçü olup itidal kavramýnýn yerine kullanýlmýþtýr. Bu sebeple erdemli olmak nefsânî güçleri adalete uygun biçimde kullanmaktýr. Tûsî buradan hareketle kiþinin, adaleti ilk önce kendisine uygulamasý gerektiði þeklinde bir sonuca varmaktadýr. Ýnsanýn doðuþtan sosyal bir varlýk oluþu onun çevresine karþý âdil davranmasýný gerektirir. Hikmet, iffet ve yiðitlik gibi erdemler kiþinin kendi dýþýndakilere karþý muamele ve davranýþlarýnda ölçülü olmasýnýn ifadesidir. Bu baðlamda âdil insan her üç erdemi kendisinde bulunduran kimsedir. Ýnsanýn hem kendine hem baþkalarýna karþý âdil davranmasý onun Allah’ýn halifesi olma görevinin bir gereðidir. Tûsî ayrýca adaleti eþitliðe,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

443


TÛSÎ, Nasîrüddin

eþitliði birliðe, birliði Allah’ýn birliðine baðlayan bir silsile izleyerek adaleti Allah’ýn birliðinin bu dünyadaki yansýmasý diye görür (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 108-109, 131-132, 145-146). Nasîrüddîn-i Tûsî’nin ahlâk felsefesinde dikkat çeken hususlardan en önemlisi onun erdemsizliklerin tasnifine iliþkin görüþleridir. Düþünüre göre erdemlerden nitelik ve nicelik bakýmýndan iki türlü uzaklaþma söz konusudur. Ýfrat ve tefrit yönünde uzaklaþma nicelik uzaklaþmasý olup bilinen sekiz tür erdemsizliði doðururken nitelik bakýmýndan uzaklaþma (meselâ eþcinsellik) sapýklýðý (redâet) doðurur. Nicelik baðlamýndaki erdemsizlik ahlâka uygun olmasa da insan doðasýna uygundur, halbuki nitelik bakýmýndan erdemsizlik hem ahlâktan hem de fýtrattan sapmadýr. Bunun sonucunda filozof ahlâkî hastalýklarý niceliksel ve niteliksel diye iki kategoride ele alýr (a.g.e., s. 168-169). Tûsî’den önceki filozoflarýn ahlâk kitaplarýnda görülmeyen bu ayýrým daha sonra Osmanlý ahlâk düþünürleri tarafýndan benimsenmiþtir (Anay, s. 311-314; Oktay, s. 222227; Ýçöz, s. 65-67). Ebû Zeyd el-Belhî, Ebû Bekir er-Râzî gibi düþünürlerden gelen anlayýþa uyan Tûsî týp ilmiyle ahlâk arasýnda bir bað kurmuþ, gerek erdemlerin korunmasý gerekse erdemsizliklerin tedavisi açýsýndan ahlâkî eðitimde týbbýn yöntemlerinden faydalanýlmasý gerektiðini düþünmüþtür. Ona göre ilk önce erdemsizliklerin insaný ne gibi nefsânî hastalýklara götüreceði bilinmeli, daha sonra erdemlerin uygulanmasýyla erdemsizliklerin ortaya çýkmasý önlenmelidir. Eðer bu sonuç vermezse ve nefiste bir erdemsizlik meydana gelmiþse bu onun zýddý olan erdemsizlikle ortadan kaldýrýlmalýdýr. Bu da hastalýðý ortadan kaldýrmazsa o takdirde kiþi kendi nefsini cezalandýrmalýdýr. Ayrýca Kindî tarafýndan bir risâlede ele alýnan ölüm korkusu ve üzüntü problemi Tûsî’nin nefsânî hastalýklar arasýnda yer verdiði temel konular arasýndadýr (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 167202). Ýbn Miskeveyh gibi Tûsî de dinî inanç ve uygulamalarýn ahlâk için önemini kabul etmekte, insan nefsinin ahlâkî yönden menfi talepleri karþýsýnda ilâhî kanunu kurtuluþ çaresi olarak görmektedir. Çünkü ilâhî kanun yalnýzca iyi þeyleri emreder, kötülük ve erdemsizliklerden meneder (a.g.e., s. 105-106, 135-136, 278279). Dinle ahlâk arasýnda gördüðü bu iliþki dolayýsýyla Tûsî, ahlâka dair eserlerinde ve özellikle felsefî geleneðe göre yazdýðý 444

AÅlâš-ý Nâ½ýrî’de yer yer dinî metinlere baþvurmuþ, felsefî ahlâkýn içerdiði erdemlerle birlikte teslimiyet, tevekkül ve ibadetin lüzumuna da yer vermiþtir. Diðer Ýslâm filozoflarý gibi Tûsî’nin ahlâk anlayýþý da mutluluk ahlâkýdýr ve mutluluðu iyilik ve haz gibi konularla irtibatlý þekilde ele alýr. Ona göre mutluluk bir tür hazdýr, fakat duyusal deðil aklî hazdýr. Tûsî’nin bu yöndeki görüþlerinin temelini Ýbn Miskeveyh’in haz ayýrýmý oluþturmaktadýr. Bu ayýrýma göre hazlar aktif ve pasif olmak üzere iki türlüdür. Bedensel tutkular ve öfke gibi eðilimlerden kaynaklanan pasif hazlar insanýn diðer canlýlarla ortak yanýný meydana getirir. Bu tür hazlar, psikolojik yapýnýn aklî olmayan ve aldýðý dýþ etkilerin tutkulara dönüþtüren kýsmýna ait olup nefsin akýl gücü dýþýndaki diðer iki gücüyle ilgilidir. Þehvânî ve gazabî olarak adlandýrýlan bu iki güç maddî haz uyarýlarý karþýsýnda pasif durumdadýr. Gerek bu iki gücün haz alma kapasitesinin sýnýrlý ve belirli doyum noktasýna sahip oluþu gerekse haz veren þeylerin geçiciliði bu tür hazlarýn kalýcý olmadýðýný gösterir. Nitekim belli bir doyum noktasýnýn ardýndan haz eleme dönüþür. Bu sebeple Ebû Bekir erRâzî gibi (e¹-ªýbbü’r-rû¼ânî, s. 36) Tûsî de bu tür hazlarý ahlâkî yaþantýnýn ve mutluluðun ölçüsü saymaz. Aktif hazlar ise aklîdir, kesintili deðil sürekli, dolayýsýyla zâtîdir. Asýl mutluluk bu tür hazlarý ifade eder (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 72, 96-98). Mutlulukaktif haz iliþkisini temellendirmek için aktif hazlarý cömertlikle, cömertliði de mutlulukla iliþkilendirmesine bakýlacak olursa Tûsî’nin bu konuda da Ýbn Miskeveyh’ten etkilendiði söylenebilir (a.g.e., s. 98-99; krþ. Ýbn Miskeveyh, Teh×îbü’l-aÅlâš, s. 112113). Tûsî’ye göre iyi (hayýr) mutlak ve izâfî olmak üzere ikiye ayrýlýr. Mutlak iyi son gaye, izâfî iyi son gayeye ulaþmada vasýta olan þeylerdir. Mutluluk her insanýn kendine özgü sübjektif bir deðeri ifade ederken mutlak iyi bütün insanlarýn yöneldiði ortak ve objektif deðerdir. Fakat Tûsî bu izâfî mutluluðun yanýnda bir de tam mutluluktan söz eder ve onun nihaî gaye olduðunu söyler. Burada Tûsî’nin mutluluða týpký mutlak iyilik gibi objektif bir deðer atfettiði görülmektedir. Bu konudaki tahlillerin neticesinde Tûsî mutluluðu göreli ve mutlak veya tikel ve tümel diye iki kategoride ele alýr. Birinci türden mutluluklarý saðlayan maddî ve bedenî iyilikler bu dünya hayatý için gereklidir. Bunlar, insanýn uygar bir çevrede yaþamasý ve yetkinleþmesi için muhtaç olduðu erdemle-

ri ortaya koyabilmesi yönünden oldukça önemlidir. Daha sonra dikkati akledilir âlemin sonsuzluðuna çeviren Tûsî dünya mutluluðunun geçiciliðinden, mutlak ve tümel dediði gerçek mutluluðun öteki âlemde gerçekleþeceðinden söz eder. Bedenî iyilikler bir tür mutluluk saðlayabilir. Ancak bedenî mutlulukla ruhî mutluluk arasýnda hem derece hem mahiyet farký vardýr. Bedenî mutluluk nisbî bir deðere sahiptir. Halbuki ruhî mutluluðun kendi baþýna bir deðeri vardýr ve o mükemmeldir (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 80-89). Mutluluk yalnýz ferdin deðil toplumun da son gayesidir; toplumsal hayat insanlarýn mutluluða ulaþmasýnýn vazgeçilmez aracýdýr. Ýnsan yaratýlýþý bakýmýndan sosyal bir varlýktýr ve onun yetkinliði hemcinslerine karþý bu özelliðini göstermesindedir. Ýnsan kendi kendine yeterli deðildir, her insan bir diðerine muhtaçtýr. Bireylerin kiþisel istek ve çýkarlarý farklý olup bunun ortaya çýkaracaðý haksýzlýk ve çatýþmalarýn önlenmesi, hak ve hukukun korunabilmesi için devlete ve yöneticiye ihtiyaç vardýr. Tûsî AÅlâš-ý Nâ½ýrî’nin üçüncü bölümünü sýrf bu konuya ayýrmýþtýr. Onun medenî toplumun gereðini ve tek baþýna yaþamanýn sakýncalarýný, sosyal grup ve devlet þekillerini, devlet baþkanýnýn niteliklerini ele alýþý büyük ölçüde Fârâbî ve Ýbn Miskeveyh’in bu yöndeki görüþlerine dayanmaktadýr (Çaðrýcý, s. 114-119, 147150, 208-210). Sonuçta Fârâbî’de olduðu gibi Tûsî’nin siyaset felsefesi de sosyal dayanýþma ve yardýmlaþmayla gerçek yetkinliðe yönelen toplumun mutluluðunu saðlayacak tümel yasalarýn incelenmesinden ibarettir. Bu sebeple devlet yönetimi hikmet kaidesine uygun olmalý, böylece toplumda yetkinleþmeye yol açmalýdýr. Bunun saðlanabilmesi için hükümdarýn temel niteliklere ve erdemlere sahip olmasýný öngören Tûsî bu baðlamda sevgi, adalet ve dostluðun önemine iþaret eder (AÅlâš-ý Nâ½ýrî, s. 247-344). Dolayýsýyla toplumu ahlâkî hayatýn zemini olarak gören Tûsî’nin ahlâk anlayýþýnda dünyadan elini eteðini çeken zâhidin hayatýna yer yoktur. Nitekim düþünürün daha sonra telif ettiði tasavvuf içerikli Ev½âfü’l-eþrâf adlý eserde nefsin arýndýrýlmasý için takip edilecek tasavvufî hayat bu ana fikir doðrultusunda ortaya konmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Tehânevî, Keþþâf (Dahrûc), I, 701; Nasîrüddîn-i Tûsî, AÅlâš-ý Nâ½ýrî (nþr. Müctebâ Mînovî – Ali Rýzâ Haydarî), Tahran 1369, tür.yer.; a.mlf., TelÅî½ü’l-Mu¼a½½al, Beyrut 1405/1985, s. 379-380; a.mlf., Ašsâmü’l-¼ikme (a.e. içinde), s. 526528; a.mlf., Bešåßü’n-nefs ba£de bevâri’l-beden

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÛSÎ, Þerefeddin (a.e. içinde), s. 486-488; a.mlf., en-Nüfûsü’l-arŠýyye (a.e. içinde), s. 497-500; a.mlf., er-Risâletü’n-Na½îriyye (a.e. içinde), s. 501-503; a.mlf., Tecrîdü’l-i £tišåd (nþr. M. Cevâd el-Hüseynî), Kum 1407, s. 103-217, 297-310; a.mlf., Fu½ûl (nþr. Abdullah Ni‘me, el-Edilletü’l-celiyye fî þer¼i Fu½ûli’n-Na½îriyye içinde), Beyrut 1986, s. 65, 100, 176; a.mlf., Esâsü’l-ištibâs (nþr. M. Taký Müderris Razavî), Tahran 1367 hþ., s. 5; a.mlf., Ecvibetü Mesâßili £Ýzzeddîn Ebü’r-Rý²â Sa£d b. Man½ûr b. Kemmûne el-Ba³dâdî (nþr. Abdullah Nûrânî, Ecvibetü’l-mesâßili’n-Na½îriyye içinde), Tahran 1383 hþ., s. 33-34; a.mlf., Ecvibetü mesâßili esSeyyid Rüknüddîn el-Esterâbâdî (a.e. içinde), s. 69-70; a.mlf., Ecvibetü Na½îrüddîn ªûsî £an mesâßili Øadreddîn Æonevî (a.e. içinde), s. 234; a.mlf., Ev½âfü’l-eþrâf (nþr. Seyyid Rýzâ Gýyâsî Kirmânî), Tahran 1379, s. 25-26, 66-68; a.mlf., elÝþârât ve’t-tenbîhât ma£a Þer¼i Na½îrüddîn ªûsî (nþr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1960, III-IV, 821; Aristoteles [Aristo], De Anima (trc. Zeki Özcan), Ýstanbul 2001, 414b, 20-30; a.mlf., Nikomakhos’a Etik (trc. Saffet Babür), Ankara 1997, II, 1103a-1104b, 1106b-1107a; Eflâtun, Devlet (trc. Sabahattin Eyüboðlu – M. Ali Cimcoz), Ýstanbul 1975, 439a-440a; Câlînûs, Kitâbü’l-AÅlâš (nþr. Abdurrahman Bedevî, Dirâsât ve nu½û½ fi’l-felsefe ve’l-£ulûm £inde’l-£Arab içinde), Beyrut 1981, s. 190; Kindî, Resâßil, s. 97, 362-384; Ebû Bekir er-Râzî, e¹-ªýbbü’r-rû¼ânî (nþr. P. Kraus, Resâßil felsefiyye içinde), Kahire 1939, s. 36; Fârâbî, ݼ½âßü’l-£ulûm (nþr. Osman M. Emîn), Kahire 1949, s. 43-113; a.mlf., el-Medînetü’l-fâ²ýla (nþr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1985, s. 90-91, 101103; Ýbn Miskeveyh, Teh×îbü’l-aÅlâš, Beyrut 1398/ 1978, s. 13-17, 41-44, 112-113, 180; a.mlf., elFevzü’l-a½³ar (nþr. Sâlih Uzeyme), Tunus 1987, s. 63, 67-71, 74-75, 99; Ýbn Sînâ, Ašsâmü’l-£ulûmi’l-£ašliyye (Tis£u Resâßil içinde), Ýstanbul 1298, s. 72-74, 76-79; a.mlf., el-Ýþârât ve’t-tenbîhât (nþr. Süleyman Dünyâ), Beyrut 1413/1992-93, II, 343-344, 400, 404-406; III-IV, 779-780; a.mlf., eþ-Þifâß e¹-ªabî£iyyât (6), s. 13, 166-171, 192, 194-196, 198-207, 225-226; a.mlf., el-AŠ¼aviyye fi’l-me£âd (nþr. Hasan Âsî), Beyrut 1407/1987, s. 120-126, 132-144; a.mlf., el-Mübâ¼a¦ât (nþr. Muhsin Bîdârfer), Kum 1371/1413, s. 235-236, 369-370, 373; Gazzâlî, ݼyâß, III, 47; Ýbn Rüþd, Risâletü’n-nefs (nþr. Cîrâr Cihâmî – Refîk el-Acem), Beyrut 1994, s. 83-84; a.mlf., Tutarsýzlýðýn Tutarsýzlýðý (trc. Kemal Iþýk – Mehmet Dað), Samsun 1986, s. 308-313; Fahreddin er-Râzî, el-Mebâ¼i¦ü’l-meþrišýyye (nþr. Muhammed el-Mu‘tasým-Billâh el-Baðdâdî), Beyrut 1410/1990, I, 95793; II, 465-557; Ýbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Keþfü’l-murâd fî þer¼i Tecrîdi’l-i £tišåd, Beyrut 1408/ 1988, s. 164, 166-170, 231, 240; Harun Anay, Celâleddin Devvânî: Hayatý, Eserleri, Ahlak ve Siyaset Düþüncesi (doktora tezi, 1994), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 311-314; Mehmet Bayrakdar, Ýslâm Felsefesine Giriþ, Ankara 1997, s. 23; Mustafa Çaðrýcý, Ýslâm Düþüncesinde Ahlâk, Ýstanbul 2000, s. 9-10, 114-119, 147-150, 208210; Ayþe Sýdýka Oktay, Kýnalýzâde Ali Efendi ve Ahlâk-ý Alâî, Ýstanbul 2005, s. 222-227; Elzem Ýçöz, Taþköprüzâde’nin Þerhu Ahlâk-ý Adudiyye Adlý Eseri (yüksek lisans tezi, 2007), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 65-67; Nesib Göyüþov, “Nesireddin Tûsî’ye Göre Biliklerin Tesnifatý”, Azerbaycan Milli Ýlimler Akedemisi Ýlim ve Hayat Dergisi, sy. 8, Bakü, ts., s. 25.

ÿAnar Gafarov

TÛSÎ, Þerefeddin ( À ‫ א‬B ‫א‬V!Z )

Þerefüddîn Muzaffer b. Muhammed b. Muzaffer et-Tûsî (VI./XII. yüzyýl)

˜

Matematik ve astronomi âlimi.

Hayatýna dair yeterli bilgi yoktur. Nisbesinden Horasan bölgesindeki Tûs þehrinden olduðu anlaþýlmaktadýr. Tabakat kitaplarýnda kendisiyle ilgili olarak verilen daðýnýk ve sýnýrlý bilgilerden birçok ilim merkezini dolaþtýðý, Musul, Halep ve Dýmaþk’ta kaldýðý, Hemedan’a da uðradýðý öðrenilmektedir. Onun riyâziye ilmini iyi bildiðini ve hikmet konusunda bilgi sahibi olduðunu söyleyen Ýbnü’l-Kýftî, Halep’e geldiði sýrada Ebü’l-Fazl Bünyâmin’in (ö. 604/1207) ondan ders aldýðýný belirtir. Bünyâmin kendisinden hesap, astronomi ve diðer aklî ilimleri okumuþtur. Ýbn Ebû Usaybia da Ebü’l-Fazl Müeyyidüddin Muhammed b. Abdülkerîm el-Mühendis el-Hârisî’den (ö. 599/1202) söz ederken onun Dýmaþk’a gelen Tûsî’den çok faydalandýðýný, hendese ve riyâziyede kendi döneminde Tûsî’nin benzerinin bulunmadýðýný söyler. Yine Ýbn Ebû Usaybia’nýn kaydettiðine göre Tûsî, Musul’da iken Mühezzebüddin Ýbnü’l-Hâcib ve Muvaffakuddin b. Abdülazîz onu görmek için gelmiþlerse de Tûsî oradan ayrýlýp Tûs’a gitmiþti. Tûsî’nin birikimini Nasîrüddîn-i Tûsî ve Esîrüddin el-Ebherî’ye aktaran öðrencisi Kemâleddin Ýbn Yûnus, Tûsî’nin 19 Rebîülevvel 576 (13 Aðustos 1180) tarihinden önce Musul’da bulunduðunu ve kendisinden Öklid’in U½ûl’ü ile Batlamyus’un elMecis¹î’sini okuduðunu belirtmiþtir (Sübkî, VIII, 386). Ýbn Yûnus’un doðum tarihi (551/1156) dikkate alýndýðýnda onun Tûsî’den yirmi yaþlarýnda iken ders aldýðý anlaþýlýr. Yine Ýbn Yûnus’un kaydettiðine göre hocasý Musul’da birçok defa kalmýþ, buradan memleketine gidip gelmiþtir. Tûsî’nin bundan sonraki hayatýna dair ilk kaynaklarda baþka bilgi verilmemekte, sonraki kaynaklar buna sadece onun 606 (1209) yýlýnda hayatta olduðuna dair yanlýþ bir bilgi eklemektedir. Bu bilgi, Tûsî’nin Risâle fî £ameli mesßeletin hendesiyye adlý eserine ait bir nüshadaki silinmiþ telif tarihinin müstensih tarafýndan yanlýþ okunmasýndan kaynaklanmýþtýr (Rüþdî Râþid, el-Cebr, s. 19). Sadece cebir ve hesap konusunda deðil astronomi alanýnda da geniþ mâlûmat sahibi olduðu anlaþýlan Tûsî’nin eserleri ve ilmî kapasitesi hususunda bu ilimlere

dair eserlerden bilgi edinilmektedir. Tûsî’nin talebesinin talebesi olduðunu söyleyen Abdülazîz el-Hýlâtî Nûrü’d-delâle fî £ilmi’l-cebr ve’l-mušåbele ve Ýbn Fellûs diye tanýnan Ýsmâil b. Ýbrâhim el-Mardînî Ni½âbü’l-¼abr fî ¼isâbi’l-cebr adlý eserinde onun üçüncü dereceden denklemleri çözmesiyle ilgili bilgi vermekte, Ýbnü’l-Hâim de el-Mümti£ fî þer¼i’l-Mušni£de Tâceddin et-Tebrîzî’den naklen buna iþaret etmektedir. Bu eserlerde yer alan bilgiler, Tûsî’nin kitabýnýn VII. (XIII.) yüzyýl matematikçileri tarafýndan kullanýldýðýný ve onun Ruffini-Horner metodundan önemsiz sayýlacak bir farklýlýk arzeden, denklemlerin sayýsal çözümüyle ilgili metodunun bilindiðini göstermektedir. Daha sonraki birçok matematikçinin de Tûsî’nin çalýþmalarýna muttali olduðu bilinmektedir. Kemâleddin el-Fârisî, hocasý Ýbnü’l-Havvâm’ýn el-Fevâßidü’l-Bahâßiyye’sini þerhettiði Esâsü’l-šavâ£id fî u½ûli’l-Fevâßid, Yahyâ b. Ahmed el-Kâþî βâ¼u’l-mašå½ýd li-ferâßidi’l-Fevâßid ve Lübbü’l-¼isâb, Celâleddin Ali el-Garbî el-Mu£cizâtü’n-necîbiyye fî þer¼i’r-Risâleti’l-£alâßiyye, Gýyâseddin Cemþîd el-Kâþî Miftâ¼u’l¼isâb, Ýbnü’l-Mecdî ¥âvî’l-lübâb fî þer¼i TelÅî½i a£mâli’l-¼isâb adlý eserlerinde dolaylý da olsa Tûsî’nin çalýþmalarýna atýfta bulunmuþlardýr. Birçok bilim tarihçisinin, müslüman matematikçilerin denklemler konusundaki katkýlarýnýn Ömer Hayyâm’ýn ortaya koyduklarýný pek fazla geçmediðine dair düþünceleri Tûsî’nin eseri üzerindeki yeni incelemelerle birlikte geçerliliðini yitirmiþtir. Ýslâm cebir tarihinde ilk defa üçüncü dereceden denklemleri sistematik biçimde inceleyerek on üç kýsma ayýran, bu denklemlerin her biri için geometrik ispat ve koni kesitlerine dayalý çözümler bulan, bu çözümlerden yalnýz pozitif olan kökü kabul eden Ömer Hayyâm böylece “el-mesâilü’l-mümtenia”nýn çözümleri için bir yol açmýþ ve analitik geometrinin temellerini atmýþtýr. Hayyâm’dan yaklaþýk bir asýr sonra gelen Þerefeddin et-Tûsî de onu izleyerek üçüncü dereceden denklemleri on üç kýsma ayýrmýþ, bunlarý sekizi en az bir pozitif köke sahip denklemler (sonuncusu üç pozitif köke sahiptir), beþi de bazan çözümü imkânsýz olan denklemler olmak üzere iki kýsýmda incelemiþtir. Hayyâm gibi pozitif kökü çözüm olarak alýp ispatlarýný ayný þekilde koni kesitleriyle vermekle birlikte bu ispat tarzýný, onun gibi çözümü bulmak için deðil sayýsal biçimde tesbit ettiði çözümü Hârizmî gibi resmetmek için kullanan Tûsî’nin bu çözüm anlayýþýn-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

445


TÛSÎ, Þerefeddin

da günümüz matematiðinde mevcut olan varlýk teorisinin benzeri bir yorum görülmektedir. Yine Tûsî her denklem tipi için mümkün görülen çözümleri tek tek araþtýrýrken modern matematikte ilk defa Pierre de Fermat (ö. 1665) tarafýndan kullanýlan “minima” ve “maxima” anlayýþýna ve Newton metodu denilen yaklaþtýrma yöntemine benzer bir tavýr sergilemiþtir (Encyclopedia of the History, II, 362-369; DÝA, VII, 198; Houzel, s. 243-244, 254-261; daha fazla bilgi ve denklemlerin çözümü için bk. DSB, XIII, 515-516; Rüþdî Râþid, el-Cebr, s. 26-35, 39-58). Tûsî, astronomi alanýnda da önemli bir âlim olup düz (musattah) usturlaptan farklý þekilde kendisinin icat ettiði asâ tarzýndaki doðrusal usturlap (usturlâb-ý hattî) bilim tarihinde “asâ-yý Tûsî” adýyla bilinir. Risâle fi’l-us¹urlâbi’l-Åa¹¹î adlý eserinde yapýmý ve kullanýmý hakkýnda bilgi verdiði bu usturlap öðrencisi Ýbn Yûnus tarafýndan geliþtirilmiþ olup Topkapý Sarayý’ndaki nüshalar buna aittir. Tûsî’nin bu usturlapla ilgili olarak ortaya koyduðu esaslarý Hasan b. Ali el-Merrâküþî taklit ve tasvir etmiþtir. Yýldýzlarýn yüksekliðini, zamaný ve kýble istikametini tesbit için yapýlacak astronomi gözlemlerinde kullanýlan bu aletin basit, ucuz ve diðer usturlaplardan daha az kusurlu olmasý amaçlanmýþtýr. Eserleri. 1. el-Mu£âdelât. Tûsî’nin bu önemli eseri meçhul bir kiþinin ihtisar ettiði þekliyle günümüze ulaþmýþtýr. Tûsî’nin ayný konudaki Risâle fi’l- Åa¹¹eyn elle×eyn yašrübân ve lâ yeltašýyân adlý eserinin muhtevasýyla karþýlaþtýrýldýðýnda yapýlan özetlemenin boyutu anlaþýlabilmektedir. Ýki eserin de çoðu zaman ayný þekilleri, hatta ayný cümle ve tabirleri içermesi gerek þekiller gerekse denklemlerle ilgili hususlarda bir kýsaltmaya gidilmediðini, yalnýzca Tûsî’nin denklemlerin sayýsal çözümü için koyduðu cetvellerin çýkarýldýðýný göstermektedir. Ancak VII. (XIII.) yüzyýlýn sonlarýndan önce yapýldýðý anlaþýlan bu özetleme metnin anlaþýlmasýný güçleþtirmiþtir. Tûsî’nin Ýslâm cebirinin en geniþ çalýþmalarýndan biri olan bu eserinde giriþ yazmadan hemen þekillere geçilmesinden meçhul kiþinin eserden önsözü çýkardýðý sonucuna varýlabilir. Kitapta koni kesitleriyle ilgili ön bilgiler ve denklemlerin tasnifinden sonra ilk bölümde ikinci dereceden on iki, üçüncü dereceden sekiz, ikinci bölümde üçüncü dereceden beþ denklemin çözümüne yer verilmiþtir. Rüþdî Râþid, çeþitli nüshalarýna dayanarak eserin ve müellifin diðer iki risâlesinin edisyon kritiðini yaparak tercümesiyle birlik446

te Sharaf al-D¢n al-T†s¢: Oeuvres mathématiques, algebre et géométrie au XII. siècle adýyla neþretmiþ (I-II, Paris 1986), bu neþir, Nikûlâ Fâris tarafýndan elCebr ve’l-hendese fi’l-šarni’¦-¦ânî £aþer: Müßellefâtü Þerefiddîn e¹-ªûsî adýyla Arapça’ya çevrilmiþtir (Beyrut 1998). 2. Risâle fi’l-Åa¹¹eyn elle×eyn yašrübân ve lâ yeltašýyân. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin etTe×kire’sinin Nizâmeddin en-Nîsâbûrî’ye ait þerhiyle birlikte bir mecmua içinde Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Ayasofya, nr. 2646) kayýtlý bir nüshasý mevcut olup Rüþdî Râþid tarafýndan el-Mu£âdelât’ýn sonunda yayýmlanmýþtýr (s. 683-688). 3. Risâle bu£i¦e bihâ ilâ mürâsil lehû yüd£â Þemsüddîn (Risâle fî £ameli mesßeletin hendesiyye). Columbia Üniversitesi (Smith, Or., nr. 45, vr. 29-35) ve Leiden (Or., nr. 14, vr. 323-326) kütüphanelerinde yazma nüshalarý bulunan bu risâleyi de Rüþdî Râþid el-Mu£âdelât’ýn sonunda neþretmiþtir (s. 691-697). 4. Risâle fi’l-us¹urlâbi’l-Åa¹¹î. British Museum’da (Or., nr. 5479) ve Topkapý Sarayý Müzesi Kütüphanesi’nde (III. Ahmed, nr. 3342/6, 3494/2) nüshalarý vardýr. Astronomi bilgini Hasan b. Ali el-Merrâküþî’nin bu usturlabýn taným ve tasviriyle ilgili metni R. Carra de Vaux tarafýndan Fransýzca tercümesiyle birlikte yayýmlanmýþtýr (“L’astorlabe linéaire ou bâton d’alToussi”, JA, XI. seri, V [1895], s. 464-516). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Kýftî, ÝÅbârü’l-£ulemâß, s. 426; Ýbn Ebû Usaybia, £Uyûnü’l-enbâß, Kahire 1299/1882, II, 182, 191; Ýbn Hallikân, Vefeyât, V, 314; VI, 52-53; Sübkî, ªabašåt (Tanâhî), VIII, 386; Sarton, Introduction, II/2, s. 622-623; Brockelmann, GAL, I, 622; Suppl., I, 858-859; Karatay, Arapça Yazmalar, III, 782, 784; Kadrî Hâfýz Tûkan, Türâ¦ü’l-£Arabi’l-£ilmî fi’r-riyâ²iyyât ve’l-felek, Beyrut, ts. (Dârü’þ-þark), s. 375, 406; Adel Anbouba, “al-Tûsî, Sharaf al-Dîn”, DSB, XIII, 514-517; Ziriklî, elA£lâm (Fethullah), VII, 257; Ebü’l-Kasým Kurbânî, Zindegînâme-i Riyâ²îdânân-ý Devre-i Ýslâmî, Tahran 1365 hþ., s. 277-281; Ahmed Selîm Saîdân, TârîÅu £ilmi’l-cebr fi’l-£âlemi’l-£Arabî, Küveyt 1406/1986, s. 383-386; D. A. King, Islamic Astronomical Instruments, London 1987, I, 6; II, 55; Rüþdî Râþid, TârîÅu’r-riyâ²iyyâti’l-£Arabiyye beyne’l-cebr ve’l-¼isâb (trc. Hüseyin Zeynüddin), Beyrut 1989, s. 173-231; a.mlf., “Algebra”, Encyclopedia of the History of Arabic Science (ed. Roshdi Rashed), London 1996, II, 362-375; a.mlf., el-Cebr ve’l-hendese fi’l-šarni’¦-¦ânî £aþer: Müßellefâtü Þerefiddîn e¹-ªûsî (trc. Nikûlâ Fâris), Beyrut 1998, s. 17-78; Nicolas Farès, “Le calcul du maximum et la ‘Dérivée’ selon Sharaf al-Dîn alTûsî”, Arabic Sciences and Philosophy, V/2, Cambridge 1995, s. 219-237; Christian Houzel, “Sharaf al-Dîn al-Tûsî et le polygône de Newton”, a.e., s. 239-262; W. Hartner, “Asturlab”, EI 2 (Ýng.), I, 727; Ýhsan Fazlýoðlu, “Cebir”, DÝA, VII, 198.

ÿAhmet Özel

TÛTÎNÂME ( ( CN N )

Hikâye türündeki Sanskritçe Çukasaptati adlý eserin Ziyâeddin Nahþebî (ö. 751/1350 [?] ) tarafýndan yapýlan Farsça tercümesi

˜ –

(bk. NAHÞEBÎ, Ziyâeddin).

TUTUÞ

™ —

(ö. 488/1095)

˜

Suriye Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarý (1079-1095).

Ramazan 458’de (Aðustos 1066) doðdu (Ýbn Hallikân, I, 295); 454 (1062) yýlýnda doðduðu da rivayet edilir (ÝA, XII/2, s. 134). Sultan Alparslan’ýn oðlu ve Melikþah’ýn kardeþidir. Melikþah, büyük emîrlerinden Atsýz b. Uvak’ýn Fâtýmîler karþýsýnda Kahire’de bozguna uðradýðý ve öldürüldüðü haberini alýnca o sýrada Gence’de bulunan Tutuþ’u bölgedeki fetihleri tamamlamasý için Suriye’ye gönderdi; bölgeyi 470 veya 471’de (1077 veya 1078) ona iktâ etti. Ayrýca Ukaylîler’den Musul Hükümdarý Þerefüddevle Müslim b. Kureyþ’i yardýmcý olarak görevlendirdi. Tutuþ, Diyarbekir bölgesine geldiðinde birçok emîr kendisine katýldý. Burada Atsýz’ýn öldürülmeyip Suriye’ye döndüðünü öðrenen Tutuþ durumu Melikþah’a bildirdi. Melikþah, Suriye bölgesinin Atsýz’ýn hâkimiyetinde kalmasýný ve kendisinin Mirdâsîler’e ait Halep’e yönelmesini emretti. Tutuþ, Menbic’i alarak Halep’e kadar gitti ve þehri kuþattý, fakat ele geçiremedi. 470 (1077-78) ve 471 (107879) yýllarýnda sürekli Fâtýmî baskýsýyla karþýlaþan Atsýz, Dýmaþk’ý Fâtýmîler’e karþý savunamayacaðýný anlayýnca hizmetine gireceðini bildirerek Tutuþ’tan yardým istedi. Tutuþ’un Atsýz’a yardýma geldiðini öðrenen Fâtýmî ordusu kumandaný Nasrüddevle el-Cüyûþî, Mýsýr’a dönmek zorunda kaldý. Tutuþ, kendisini þehir dýþýnda deðil surlar önünde karþýlayan Atsýz’ý mâzeret bildirmesine raðmen yayýnýn kiriþiyle boðdurdu, kardeþini de öldürttü. 471’de (1079) Dýmaþk’a giren Tutuþ, Atsýz’ýn hâkimiyetindeki Kudüs, Dýmaþk, Akkâ, Sûr, Trablusþam, Yafa, Arîþ, Taberiye gibi þehirleri ele geçirip Suriye Selçuklu Devleti’nin temellerini attý; Ýbn Asâkir ise Dýmaþk’a 472’de (1079) girdiðini kaydeder. Ardýndan Tartûs’u ve Sayda’yý zaptetti.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUTUÞ

Tutuþ, Kuzey Suriye’de geniþ bir alana yayýlma istidadý gösteren Þerefüddevle Müslim b. Kureyþ karþýsýnda baþarýlý olamadý; Halep ve diðer bazý þehirleri ona býrakmak zorunda kaldý. Bu sýrada Anadolu Selçuklu Sultaný I. Süleyman Þah’ýn Antakya’yý zaptetmesi Müslim ve Tutuþ’u endiþeye sevketti. Müslim, Antakya’dan aldýðý yýllýk 30.000 dinar vergiyi Süleyman Þah’tan da almak isteyince çýkan savaþta yenilerek öldürüldü. Süleyman Þah’ýn Halep’i ele geçirmeye kalkýþmasý üzerine þehrin hâkimi Þerîf Ebû Ali Hasan b. Hibetullah el-Huteytî, Tutuþ’u Halep’e davet etti ve þehri ona teslim edeceðini söyledi. Bunu kabul eden Tutuþ ile Süleyman Þah arasýndaki savaþý Artuk Bey’in yardýmýyla Tutuþ kazandý. Süleyman Þah esir düþmek istemediðinden intihar etti; diðer bir rivayete göre ise savaþ meydanýnda öldürüldü. Böylece Tutuþ, Kuzey Suriye’nin tek hâkimi oldu. Ardýndan kendisini davet eden Ýbnü’l-Huteytî’nin sözünde durmadýðýný görünce þehri bir müddet kuþattýktan sonra ele geçirdi (11 Temmuz 1086); fakat iç kaleyi alamadý. Bir süre sonra Artuk Bey ile birlikte Dýmaþk’a çekildi. Sultan Melikþah, Süleyman Þah’ýn ölümünden dolayý üzülen Tutuþ’a bir mektup göndererek kýzgýnlýðýný bildirdi. Tutuþ, Ýbnü’l-Huteytî’nin davetiyle Halep’i teslim almak için gelen Melikþah’ýn ordusunun yorgun olduðunu ve hücum edildiði takdirde galip gelineceðini söyleyen Artuk Bey’in teklifini kabul etmedi, böylece Melikþah’a baðlýlýðýný ortaya koydu. Melikþah, Kasîmüddevle Aksungur’u Halep’e, Yaðýsýyan’ý Antakya’ya, Bozan’ý da Urfa’ya vali tayin edip idarelerini merkeze baðladý; böylece Tutuþ’un buralara hâkim olmasýný engelledi. Tutuþ, Fâtýmîler’in Filistin ve Suriye’deki bazý þehir ve kaleleri iþgal etmesi üzerine Melikþah’tan yardým istedi (482/1089). Ertesi yýl Afþin, Yaðýsýyan ve Bozan’ýn yardýmýyla Humus’u ele geçirdikten sonra Ammâroðullarý’nýn elindeki Trablusþam’ý kuþattý. Bu sýrada þehrin hâkimi olan Ýbn Ammâr, Tutuþ’un kumandanlarýný çeþitli vaadlerle kendi tarafýna çekmek istedi, ayný teklifi Aksungur’a da yaptý. Tutuþ, Aksungur’un kuþatma aleyhindeki sözlerini iþitince oðullarýndan birini Melikþah’a göndererek onu þikâyet etti ve kuþatmaya son verip Dýmaþk’a dönmek zorunda kaldý. Melikþah’ýn 24 Ramazan 485’te (28 Ekim 1092) Baðdat’ý ziyareti vesilesiyle Süleyman Þah’ýn ölümünden dolayý aralarýndaki dargýnlýðý ortadan kaldýrmak için Baðdat’a hareket etti. Hît kasabasýna ulaþtý-

ðýnda Melikþah’ýn ölüm haberini alýnca hükümdarlýðýný ilân etti (Kasým 1092) ve Selçuklu tahtýný ele geçirmek amacýyla Dýmaþk’a döndü. Dýmaþk’ta büyük bir ordu hazýrlayýp Aksungur’un vali olduðu Halep’e yürüdü. Tek baþýna Tutuþ’la baþa çýkamayacaðýný bilen Aksungur onunla anlaþmayý tercih etti. Ayrýca Antakya hâkimi Yaðýsýyan ile Urfa ve Harran hâkimi Bozan’a haber gönderip Melikþah’ýn oðullarý arasýndaki mücadele sonuçlanýncaya kadar Tutuþ’a itaat etmelerini istedi; onlar da beldelerinde hutbeyi Tutuþ adýna okuttular. Bu katýlmalarla güçlenen Tutuþ, Rahbe üzerine yürüdü ve 486 Muharreminde (Þubat 1093) halka eman verip þehre girdi; Büyük Selçuklu sultaný sýfatýyla adýna hutbe okuttu. Rakka ve Habur yörelerini ayný þekilde aldý; buralara kendi muhafýzlarýný tayin ederek yoluna devam etti. Nusaybin surlarýnýn bir kýsmýný tahrip ettirdi ve içeri girmeyi baþardý. Bazý Arap emîrleriyle 2000 kiþiyi öldürttü; halký aðýr cezalara çarptýrdý ve her tarafý yaðmalattý (Safer 486 / Mart 1093). Nusaybin’i Muhammed b. Þerefüddevle Müslim b. Kureyþ’e teslim eden Tutuþ Musul’a yöneldi; ancak bir süre sonra halasý Safiyye Hatun’un yeni kocasý Ýbrâhim b. Kureyþ þehri ele geçirdi. Tutuþ, ona yazdýðý mektupta Baðdat’a geçebilmesi için yol vermesini ve hutbeyi kendi adýna okutmasýný istedi. Ýbrâhim bunu kabul etmeyince Tutuþ Musul’a doðru harekete geçti. Ýki ordu 2 Rebîülevvel 486’da (2 Nisan 1093) Musul’a baðlý Mudayye mevkiinde karþýlaþtý. Ýbrâhim’in ordusu 30.000, Tutuþ’un ordusu 10.000 askerden oluþuyordu. Her iki taraftan toplam 10.000 kiþinin öldüðü bu savaþtan galip çýkan Selçuklu ordusu büyük ganimet ele geçirdi. Ýbrâhim ve ileri gelen Arap emîrleri öldürüldü. Ardýndan Tutuþ Musul’a girdi; Halasý Safiyye Hatun ile oðlu Ali’yi buraya vekil tayin etti. Sultan Melikþah’tan sonra saltanat davasýnda Aksungur, Bozan, Tuðtegin ve Yaðýsýyan’ýn desteðiyle Tutuþ, Büyük Selçuklu sultaný sýfatýyla Baðdat’ta adýna hutbe okunmasý için Halife MuktedîBiemrillâh’a elçi gönderdi. Halife Muktedî elçiye Baðdat’ta Tutuþ adýna hutbe okutulmasý için gerekli þartlarýn henüz gerçekleþmediðini, Tutuþ’un Ýsfahan’daki hazineleri ele geçirerek bütün Ýslâm dünyasýna hükümran olmasý ve Melikþah’ýn oðullarýndan muhalefet edecek hiç kimsenin kalmamasý halinde teklifini yerine getirebileceðini bildirdi ve kulluk sýnýrýný aþmamasý konusunda kendisini sert biçimde

uyardý. Tutuþ’un buna tepki göstermediði anlaþýlmaktadýr. Tutuþ, Benî Cehîr’den Ebü’l-Hasan Ýbnü’l-Kâfî’nin hâkimiyetindeki el-Cezîre ile Mervânîler’in elindeki Diyarbekir bölgesine yöneldi. Diyarbekir, Sultan Melikþah devrinde Büyük Selçuklu Devleti topraklarýna katýlmýþ ve çeþitli Türk emîrlerine iktâ edilmiþti. Melikþah’ýn ölümünün ardýndan Meyyâfârikýn (Silvan) þehri ileri gelenleri oðlu Berkyaruk’a haber göndererek kendisinden baþka kimseyi istemediklerini bildirdiler. Ancak Berkyaruk saltanat mücadeleleri yüzünden fýrsat bulup gidemedi. Meyyâfârikýn ileri gelenleri Berkyaruk’un gelmemesi üzerine o sýrada Nusaybin’de bulunan Tutuþ’a bir heyet yolladýlar. Heyet üyeleri Tutuþ’a Berkyaruk adýna kimse gelmediði için Melikþah’ýn kardeþi olarak kendisini beklediklerini söylediler. Bu davetin ardýndan Diyarbekir’e yönelen Tutuþ, Cehîroðullarý’ndan Ebü’l-Hasan’ýn elindeki el-Cezîre ile Âmid’i iþgal etti; Ebü’l-Hasan’a da Nusaybin’i verdi. Daha sonra Meyyâfârikýn üzerine yürüdü ve þehrin hâkimi Nâsýrüddevle Mansûr’a haber göndererek þehrin teslim edilmesini istedi. Nâsýrüddevle Mansûr, Meyyâfârikýn’i terketmek zorunda kaldý (12 Rebîülevvel 486 / 12 Nisan 1093). Tutuþ þehrin idaresini eski Mervânî vezirlerinden Ebû Tâhir Ýbnü’l-Enbârî’ye verdi. Sincar ve Musul’a yeni valiler tayin etti. Azerbaycan’a doðru ilerlemeye devam eden Tutuþ’un geçtiði yerlerde halkýn yol boyunca itaat arzetmesi saltanat hýrsýný daha da arttýrdý. Bu arada Berkyaruk, Rey ve Hemedan ile bu ikisi arasýndaki bölgeleri iþgal etmiþti. Tutuþ’un Büyük Selçuklu tahtýna göz diktiðini ve baþþehir Ýsfahan’a gitmek amacýyla hareket edip Tebriz’e kadar geldiðini öðrenince amcasýna engel olmak için Rey yakýnlarýna ulaþtý. Ýki ordu birbirine yaklaþtýðý sýrada Aksungur, Tutuþ’un halka zulmettiðini söyleyip Berkyaruk tarafýna geçti; Bozan’ýn da ona katýlmasýný saðladý. Bu hareket Tutuþ’u çok zor durumda býraktý. Aksungur ve Bozan, Tutuþ’a karþý Berkyaruk’u harekete geçmeye teþvik ediyorlar, ayrýca Halep ve Urfa’ya gidebilmeleri için bir miktar kuvvet verilmesini istiyorlardý. Berkyaruk, askerle beraber Ali b. Þerefüddevle Müslim b. Kureyþ ile Ukaylîler’den bir grubu onlarla birlikte gönderdi. Ordusunu güçlendirmek amacýyla Diyarbekir’e dönen Tutuþ adamlarýnýn bir kýsmýný burada býrakýp Yaðýsýyan’la bera-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

447


TUTUÞ

ber Antakya’ya gitti. Eski Mirdâsî emîrlerinden Vessâb b. Mahmûd, Benî Kilâb ve Araplar’dan derlediði kuvvetlerle Dýmaþk’a geri döndü. Aksungur ve Bozan’ýn Halep ve Urfa’da hutbeyi Berkyaruk adýna okuttuklarýný öðrenince Dýmaþk’tan ayrýldý. Hama yakýnlarýnda Yaðýsýyan da birlikleriyle ona katýldý. Âsi ýrmaðýný geçip Maarretünnu‘mân civarýndaki Tel Mennes Kalesi önüne ulaþtý. Aksungur, Tutuþ’un yaklaþmasý üzerine Baðdat’ta bulunan Berkyaruk’tan yardým isteyince Berkyaruk, Kürboða ile Urfa hâkimi Bozan’a Aksungur’a yardýma gitmelerini emretti. Ayný maksatla Yûsuf b. Abak 2500 kiþilik bir süvari birliðiyle Halep’e geldi. Aksungur’a katýlan birliklerden haberdar olan Tutuþ, Hânûte’ye ve oradan Halep’in güneydoðusundaki Nâûre’ye ulaþtý. Buradan Antakya’ya geçmek için Bizâa vadisine yöneldi. Bu esnada Benî Kilâb kabilesinden Þibl b. Câmi‘, Mübârek b. Þibl ve Muhammed b. Zâide, Aksungur’un ordusuna katýldý. Aksungur 6000 kiþilik mükemmel teçhizatlý bir orduya sahip oldu; Tutuþ’un kuvveti de o kadardý. Yalnýz ordudaki Araplar’ýn sayýsý Türkler’den daha fazlaydý. Ýki ordu 9 Cemâziyelevvel 487 (27 Mayýs 1094) tarihinde Halep’e yaklaþýk 36 km. mesafedeki Tel Sultan’a (Rûyân köyü) yakýn bir mevkide Nehriseb‘în denilen yerde karþýlaþtý. Savaþ devam ederken Arap askerlerinin Tutuþ’a meyletmesinden korkan Aksungur onlarý sað cenahtan sola, ardýndan merkeze nakletti, fakat baþarýlý olamadý. Yûsuf b. Abak’ýn Tutuþ’un yanýna geçmesi, Bozan ve Kürboða’nýn savaþa bilfiil katýlamamalarý muharebenin kaderini tayin etti. Tutuþ, Aksungur’a baðlý birlikleri bozguna uðrattý; Aksungur esir düþtü. Tutuþ huzuruna getirttiði Aksungur’un kumandanlarýyla birlikte öldürülmesini emretti (Cemâziyelevvel 487 / Mayýs 1094). Bozan ve Kürboða Halep’e sýðýnmak zorunda kaldý. Halk tarafýndan desteklenen iki emîr þehri Tutuþ’a karþý savunabilmek için Berkyaruk’tan yardým istedi. Berkyaruk’tan gelen mektupta gönderilen kuvvetlerin Musul’a ulaþtýðý haber veriliyordu. Tutuþ da onlarýn ardýndan Halep’e gelmiþ ve kuþatmaya baþlamýþtý. Halep’teki birliklerin bir kýsmý þehrin Tutuþ’a teslim edilmesine karþý çýkarken bir kýsmý teslim edilmesinden yanaydý. Ýkinci grubun desteðiyle eski Halep hâkimi Vessâb b. Mahmûd, Antakya Kapýsý’ndan içeri girdi ve daha sonra þehri Tutuþ’a teslim etti. Büyük kaleye hâkim olan Emîr Nûh da güvence aldýktan sonra huzura çýktý. Tutuþ 448

esir düþen Bozan’ýn boynunun vurulmasýný emretti; Kürboða ise Emîr Üner’in ricasýyla ölümden kurtuldu. Kardeþi Altuntaþ ile birlikte önce Halep’te hapsedildi, ardýndan Humus’a götürüldü. Maarretünnu‘mân ve Lazkiye’yi Yaðýsýyan’a iktâ eden Tutuþ, Ebü’l-Kasým b. Bedî‘i Halep’i yönetmekle görevlendirdi ve buradan ayrýldý. Harran ve Serûc’u (Surûc) teslim aldýktan sonra Urfa’ya yöneldi ve þehrin teslim edilmesini istedi. Bozan’ýn hapiste olduðunu zanneden halk Tutuþ’un teklifini kabul etmediyse de Bozan’ýn mýzraða takýlý baþý kendilerine gönderilince þehri teslim ettiler. Aksungur ve Bozan gibi güçlü muhaliflerini bertaraf eden Tutuþ Harran, Urfa, el-Cezîre, Diyarbekir, Ahlat, Azerbaycan ve Hemedan’a hâkim oldu. Halife Müstazhir-Billâh’a haber gönderip hutbeyi Büyük Selçuklu sultaný sýfatýyla kendi adýna okutmasýný istedi. Bu sýrada Baðdat þahnesi olan Aytekin Ceb’in ýsrarý ve Berkyaruk’un Tutuþ karþýsýnda yenilgiye uðradýðýnýn duyulmasý üzerine hutbe Tutuþ adýna okundu (Þevval 487 / Ekim-Kasým 1094). Tutuþ daha sonra Diyarbekir ve Meyyâfârikýn’e gitti. Ardýndan Baðdat’ta olduðunu zannettiði Berkyaruk’u bertaraf etmek için buradan ayrýldý. Ancak yolda onun Musul’da bulunduðunu öðrendi. Oðlu Mahmud adýna mücadele eden Terken Hatun daha önce Tutuþ’a bir mektup yollayarak ülkeyi birlikte yönetmeyi teklif etmiþ, ülkeyi Tutuþ’la birlikte yönetme konusunda anlaþmaya varmýþtý. Berkyaruk’tan önce Ýsfahan’a ulaþmak isteyen Tutuþ, Diyarbekir’den Ahlat ve Azerbaycan istikametinde yola çýktý ve Hemedan’a kadar gitti. Hemedan’da Terken Hatun ile birleþip Berkyaruk’a karþý ortak bir mücadele baþlatacaktý. Ancak Ýsfahan’dan Hemedan’a gitmek üzere yola çýkan Terken Hatun yolda hastalanýnca geri döndü ve bir süre sonra öldü. Ona baðlý emîrlerin bir kýsmý Berkyaruk tarafýna geçerken büyük çoðunluðu Tutuþ’a katýldý. Nusaybin’de bulunan Berkyaruk, Tutuþ’un ileri harekâtýný önleyebilmek için Dicle’yi geçti. Önce Erbil’e, oradan Sürhab b. Bedr’in beldesine yürüdü. Tutuþ’un yanýndaki 50.000 kiþilik kuvvete karþýlýk Berkyaruk’un yanýnda sadece 1000 kiþi vardý. Tutuþ’un emîrlerinden Ya‘kub b. Abak, Berkyaruk’a saldýrdý ve onu maðlûp ederek ordugâhýný yaðmaladý. Berkyaruk yanýnda Porsuk, Gümüþtegin elCandar ve Emîr Yaruk’la Mahmûd b. Melikþah’ýn hâkimiyetindeki Ýsfahan’a kaçmak zorunda kaldý. Terken Hatun’un ve

ondan bir ay sonra da oðlu Mahmud’un ölümüyle iki hasmýndan kurtulan Berkyaruk kendisine muhalefet eden emîrlerin büyük bir kýsmýnýn, Tutuþ’a düþman olanlarýn tamamýnýn desteðiyle Ýsfahan’a hâkim olmayý baþardý. Hemedan istikametinde ilerleyen Tutuþ burada Emîr-i Âhûr’un direniþiyle karþýlaþýnca geri döndü. Emîr-i Âhûr, Tutuþ’un aðýrlýklarýný yaðmalamak için saldýrýya geçtiyse de maðlûp olarak eman dilemek zorunda kaldý ve hayatýný þehri teslim etmek suretiyle kurtarabildi. Tutuþ, daha sonra Berkyaruk’un hastalýðýný fýrsat bilerek Ýsfahan’a yürümek üzere hazýrlýklara baþladý. Emîrler, Berkyaruk’un iyileþtiðinden emin olmadýklarý için Tutuþ’a olan düþmanlýklarýný belli etmediler ve kendisini destekleyeceklerine söz verdiler. Emîr-i Âhûr, Tutuþ’a erzak temin etmek için Hemedan ile Ýsfahan arasýndaki Cerbâzekan’a gitti. Ancak Tutuþ, onun Cerbâzekan’dan Ýsfahan’a gidiþi esnasýnda Berkyaruk’a kendi ordusu hakkýnda bilgi vereceðini öðrenince Cerbâzekan’ý yaðmaladý; Ýsfahan’a gideceði yerde güneydoðuya döndü ve Rey’i iþgal etti. Tutuþ’un planýný muhtemelen kýþ ortasýnda erzak saðlamanýn zorluðu sebebiyle deðiþtirmesi Berkyaruk için iyi bir fýrsat oldu. Daha önce Tutuþ’a destek veren emîrler bu defa Berkyaruk’un yanýnda yer aldýlar. Berkyaruk, Ýsfahan’daki emîrler ve yanýndaki az bir kuvvetle Tutuþ üzerine yürüdü. Cerbâzekan’a ulaþtýðýnda çevredeki þehirlerden gelen askerlerle ordusunun sayýsý 30.000’e ulaþtý. Tutuþ’un sert mizacý ve þehirleri acýmasýzca yaðmalatmasý bütün taraftarlarýný aleyhine çevirmiþti. Tutuþ, Rey halkýnýn ihanetinden çekinerek 15.000 kiþilik ordusuyla þehir dýþýna çýktý ve Rey’den 72 km. uzaklýktaki Dâþilû’da karargâh kurdu; Berkyaruk da ordusuyla buraya geldi. Bazý çarpýþmalardan sonra esas savaþ 17 Safer 488’de (26 Þubat 1095) baþladý. Savaþ devam ederken Sultan Melikþah’ýn Berkyaruk’un ordusunda bulunan sancaðý açýlýnca Tutuþ’un adamlarý Berkyaruk’un yanýna geçtiler. Pusuda bekleyen Emîr Yaðýsýyan savaþa girmekten vazgeçti. Tutuþ daha önce öldürttüðü bir gencin babasý tarafýndan yaralanarak yere düþtü, Sungurca adlý bir emîr kýlýcýyla baþýný kesti. Berkyaruk savaþýn ardýndan Tutuþ’un adamlarýna eman verildiðini duyurdu ve maðlûp orduyu cezalandýrma yoluna gitmedi. Ancak ordugâhtaki bütün mallar yaðmalandý, esirler daha sonra serbest býrakýldý. Tutuþ’un ölümü üzerine oðlu Rýdvan, Suriye Selçuklularý’-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUVEYS

nýn Halep þubesini kurdu (1095-1113). Rey savaþýnda babasýnýn yanýnda olan diðer oðlu Dukak, Halep’e dönerek bir süre orada kaldý, daha sonra Emîr Savtegin elHâdim’in davetiyle Dýmaþk’a gidip Suriye Selçuklularý’nýn Dýmaþk þubesini tesis etti (1095-1104). Sert mizacý Tutuþ’u emîrlerin ve halkýn desteðinden mahrum býrakmýþ, Aksungur ve Bozan ondan bu sebeple ayrýlmýþtýr. Nusaybin, Musul ve Rey gibi þehirlerde zulme varan cezalar uygulamasý iþgal edilen belde halkýnýn nefretine yol açmýþtýr. Ayrýca taht kavgalarý sýrasýnda eline geçen fýrsatlarý iyi kullanamamýþtýr. Emîrlerin çýkarcý politikalarý da onun baþarýsýzlýðýnýn sebeplerindendir. Tutuþ Suriye, Filistin, Diyarbekir, el-Cezîre ve Azerbaycan’da hâkimiyet kurduktan sonra huzuru saðlamak için büyük gayret göstermiþ, hem tarýmsal üretimi arttýrmak hem ticarî faaliyetleri geliþtirmek için çalýþmýþ, imar iþleriyle ilgilenmiþtir. Dýmaþk’ta bir mescid (Mescidü Tutuþ) yaptýrmýþ, Sümeylâtiyye Hankahý adýyla bilinen bir hankahý tamir ettirmiþtir. Baðdat’ta Dicle’nin doðu yakasýndaki bir medrese ile kendisi tarafýndan yaptýrýldýðýna dair bilgi bulunmayan bir hastahane (Bîmâristanü’t-Tutuþî) onun adýný taþýmaktadýr (DÝA, VI, 168, 172). Tutuþ ulemâya büyük saygý gösterirdi. Hanbelî fakihi Ebü’l-Ferec eþ-Þîrâzî ondan saygý gören âlimler arasýnda yer alýyordu. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnü’l-Kalânisî, TârîÅu Dýmaþš (Zekkâr), bk. Ýndeks; Azimî Tarihi: Selçuklular Dönemiyle Ýlgili Bölümler: H. 430-538 (nþr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988, metin s. 23, trc. s. 29, ayrýca bk. Ýndeks; Urfalý Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (nþr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962, s. 181, 183-184; Ebü’l-Kasým Ýbn Asâkir, Vülâtü Dýmaþš fi’l-£ahdi’s-Selcûš¢ (nþr. Selâhaddin el-Müneccid), Beyrut 1981, s. 18-19; Ýbnü’l-Ezrak el-Fâriký, TârîÅu Meyyâfâriš¢n ve Âmid (nþr. Bedevî Abdüllatîf Avad), Kahire 1959, s. 232-235; Ýbnü’l-Cevzî, elMunta¾am, IX, 76-77, 84-85; Ahbârü’d-devleti’sSelcûkýyye (Lugal), s. 53; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. Ýndeks; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-¼aleb min târîÅi ¥aleb (nþr. Süheyl Zekkâr), Dýmaþk 1418/ 1997, I-II, bk. Ýndeks; Ýbn Hallikân, Vefeyât, I, 295-297; Ýzzeddin Ýbn Þeddâd, el-A£lâšu’l-Åa¹îre fî ×ikri ümerâßi’þ-Þâm ve’l-Cezîre (nþr. Sâmî edDehhân), Dýmaþk 1375/1956, s. 159; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’t-tevârîÅ (nþr. Ahmed Ateþ), Ankara 1960; Müneccimbaþý, Câmiu’ddüvel: Selçuklular Tarihi (nþr. ve trc. Ali Öngül), Ýzmir 2000, I, 72-73, 75-76; Ýbrahim Kafesoðlu, Sultan Melikþah Devrinde Büyük Selçuklu Ýmparatorluðu, Ýstanbul 1953, bk. Ýndeks; C. E. Bosworth, “The Political and Dynastic History of Iranian World”, CHIr., V, bk. Ýndeks; a.mlf., “Tu-

tush”, EI 2 (Ýng.), X, 756-757; Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçuklularý Tarihi, Ankara 1983, bk. Ýndeks; a.mlf., “Tutuþ”, ÝA, XII/2, s. 134-137; Nuaymî, ed-Dâris fî târîÅi’l-medâris (nþr. Ca‘fer elHasenî), Kahire 1988, I, 12; II, 65-66, 153, 356; Taef Kamal el-Azhari, The Saljuqs of Syria: During the Crusades, 463-549 A. H./1070-1154 A. D., Berlin 1997, s. 24-82; Abdülkerim Özaydýn, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485498/1092-1104), Ýstanbul 2001, s. 28-46; a.mlf., “Büyük Selçuklu Emîri Kürboða”, TD, sy. 36 (2000), s. 405-422; Erdoðan Merçil, Büyük Selçuklu Devleti, Ankara 2005, s. 86-87; Coþkun Alptekin, “Aksungur”, DÝA, II, 206; Rýzâ Nâzýmiyân, “Tutuþ”, DMBÝ, XIV, 504-506.

ÿAbdülkerim Özaydýn

TUVEYS ( O N )

Ebû Abdilmün‘im Tuveys Îsâ b. Abdillâh el-Medenî (ö. 92/711)

˜

Medineli ünlü mûsikiþinas.

13 Rebîülevvel 11 (8 Haziran 632) tarihinde Medine’de doðdu. “Tuveys” (tavusçuk) ismi kendisine kadýnsý davranýþlarýndan dolayý ve aþaðýlayýcý anlamda verilmiþ olmalýdýr. Muhtemelen renkli elbiseler giymesi, saçlarýný tarayýp boyamasý yüzünden tüyleri renkli tavus kuþuna benzetilmiþtir. Ebû Abdilmün‘im künyesi daha sonra Ebû Abdünnaîm þeklinde deðiþtirilmiþtir. Milliyeti hakkýnda kesin bilgi yoktur. Benî Mahzûm’un âzatlý kölesi olarak Hz. Osman’ýn annesi Ervâ bint Küreyz’in hizmetinde bulundu. Sað gözü þaþý olan ve uzaðý göremeyen Tuveys’in halk arasýnda lânetli ve uðursuz olduðuna inanýlýrdý; bu sebeple “Tuveys’ten daha uðursuz” ifadesi darbýmesel haline gelmiþtir. Tuveys kendisinin bildirdiðine göre Hz. Peygamber’in vefat ettiði gün doðmuþ, Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiði gün sütten kesilmiþ, Hz. Ömer’in vefat ettiði gün sünnet olmuþ, Hz. Osman’ýn þehid edildiði gün evlenmiþ, Hz. Ali’nin þehid edildiði gün bir oðlu dünyaya gelmiþtir. Kaynaklarda nüktedan, tatlý dilli ve zarif bir sanatkâr diye anýlan Tuveys kadýnsý davranýþlar sergileyen bir kiþiydi (muhannes). Bilhassa dört halife döneminde ortaya çýkan ve “muhannesûn” denilen bu kiþiler renkli elbiseler giyer, ellerine kýna yakar, saçlarýný boyarlardý. Tuveys bu grubun önde gelenlerindendi. Bu sebeple “Tuveys’ten daha kadýnsý” þeklinde bir darbýmesel yerleþmiþtir. Tuveys, Muâviye b. Ebû Süfyân’ýn halifeliði döneminde Hicaz Valisi Mervân b. Hakem tarafýndan öldürülme korkusuyla diðer muhannesler gibi þehirden kaçtý ve Medine’nin kuzeyinde Þam

yolu üzerinde Süveydâ’ya yerleþti; hayatýnýn sonuna kadar burada yaþadý ve burada öldü. Tuveys mûsikiþinas olarak Hz. Osman’ýn hilâfeti devrinde þöhrete ulaþmýþ, o dönemde Medine’ye “el-gýnâü’l-mutkan” (el-gýnâü’rrakýk) adý verilen bir mûsiki formu gelmiþti. Bu formun özelliði îkaýn (ritim, usul) melodiye uygulanmasýdýr. Medine’de bu formdaki eserleri ilk terennüm eden kiþinin Tuveys olduðu söylenir. Abdullah b. Zübeyr devrinde yýkýlan Kâbe’yi onarmak için gelen Rum ve Ýranlý esirlerden þarkýlar ve melodiler öðrenen Tuveys bu melodilere Arapça güfteler uyarlayarak Arapça þarký okuma geleneðini baþlatmýþtýr. Ayrýca hezec usulünde en baþarýlý sanatkâr diye bilinir. Kaynaklarda hezecde Tuveys’in, sakýlde Ýbn Muhriz’in, remelde Ýbn Süreyc’in üstünde sanatkârýn bulunmadýðý kaydedilir. Tuveys’in çok güzel bir sesi vardý ve ilk defa Hz. Ali döneminde þarký okumaya baþlamýþtý. Þarkýlarýný kare biçiminde bir def eþliðinde okur, baþka enstrüman kullanmazdý. Sesinin güzelliðiyle övünen mugannî Ýbn Süreyc’in Tuveys’i dinledikten sonra bu iddiasýndan vazgeçtiði nakledilir. Sanatýný özel toplantýlarda icra eden Tuveys bilhassa Medine’nin soylularý ve ileri gelenleri tarafýndan himaye görmüþtür. Tuveys ayný zamanda Medine’yi çok iyi bilen, Medineli ailelerin soy ve nesepleri konusunda uzman bir kiþiydi. Ebân b. Osman b. Affân Medine’ye vali tayin edildiðinde onu karþýlayan kiþiler arasýnda Tuveys de vardý. Tuveys valiyi görünce onu selâmlamýþ ve kendisini gördüðünde þarkýlar söyleyeceðine dair Allah’a söz verdiðini ifade edip elindeki defiyle þarkýlar söylemeye baþlamýþ, bundan hoþlanan Ebân, Tuveys’e kendisine kâfir olduðuna dair iddialarýn ulaþtýðýný bildirince Tuveys þahadet getirip beþ vakit namaz kýldýðýný, oruç tuttuðunu ve hac görevini yerine getirdiðini ifade etmiþ, ayrýca daha önce babaannesine hizmet ettiðini belirtmiþ, bunun üzerine Ebân onu emin bir yere göndererek hayatýný kurtarmýþtýr. Nüveyrî, Tuveys’in þiir konusunda da kabiliyetli olduðunu nakletmektedir. Tuveys, Evs ve Hazrec kabilelerinin Ýslâm’dan önceki tarihlerini, aralarýnda yýllarca süren savaþlar yüzünden husumetlerini çok iyi bilirdi. Bir defasýnda bu savaþlarla ilgili þiirler okumaya baþlayýnca Evsli ve Hazrecli müslümanlar birbirine girmiþ ve kavga güçlükle önlenebilmiþti. Bu olaydan sonra Tuveys’ten bu konuda þiir okumamasý istenmiþtir. Tuveys’in mûsikideki öðrencileri Nevmetü’d-Duhâ, Delâl, Fend, Þüreyh

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

449


TUVEYS

ve Ýbn Süreyc’dir. Ebü’l-Ferec el-Ýsfahânî Kitâbü’l-E³ånî’sinde Ýshak el-Mevsýlî’nin Kitâbü AÅbâri ªuveys adýyla bir eser kaleme aldýðýný nakletmiþse de bu eser günümüze ulaþmamýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Câhiz, Kitâbü’l-¥ayevân (nþr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1966, IV, 58; Ýbn Kuteybe, Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs: Hadis Müdafasý (trc. M. Hayri Kýrbaþoðlu), Ýstanbul 1989, s. 442-443; Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), V, 172-232; Ebü’l-Ferec el-Ýsfahânî, el-E³ånî, Kahire 1963, IV, 219-222; Ebû Hilâl el-Askerî, el-Evâßil, Beyrut 1407/1987, s. 268270; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, IV, 246-249; Zehebî, A£lâmü’n-nübelâß, IV, 364; Safedî, el-Vâfî (nþr. Ahmed el-Arnaût – Türkî Mustafa), Beyrut 1420/2000, XVI, 288; Ebü’l-Fidâ Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nþr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Cîze 1418/1998, XII, 438; H. G. Farmer, TârîÅu’l-mûsîša’l-£Arabiyye (trc. Hüseyin Nassâr), Kahire 1956, s. 65, 67-68; a.mlf. – [E. Neubauer], “Tuways”, EI 2 (Ýng.), X, 759; Ziriklî, elA£lâm (Fethullah), V, 105; J. Rouanet, el-Mûsîša’l-£Arabiyye (trc. Ýskender Þelfûn), Kahire, ts., s. 58-59; E. K. Rowson, “The Effeminates of Medina”, JAOS, CXI (1991), s. 671-693; Mustafa Kýlýç, “Ýslâm Kültür Tarihinde Mûsikî: Baþlangýçtan Emevîlerin Sonuna Kadar”, AÜÝFD, XXXI (1989), s. 426-427; Þahâde Ali en-Nâtûr, “Ýslâm’a Göre Ses ve Mûsiki Sanatý” (trc. Ruhi Kalender – Adem Akýn), a.e., XXXIII (1992), s. 187-201; L. Ý. Klimoviç, “Kur’an’ýn Mahlûk Olmadýðý Dogmasý” (trc. M. Kemal Atik), Kahramanmaraþ Sütçü Ýmam Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Kahramanmaraþ 2003, s. 161-171; Selâhaddin Polat, “Ebân b. Osman b. Affân”, DÝA, X, 66; Ýrfan Aycan, “Mervân I”, a.e., XXIX, 225-227; Münâ elHasan, “Tuveys”, el-Mevsû£atü’l-£Arabiyye, Dýmaþk 2005, XII, 662-663; M. Hiþâm en-Na‘sân, “Tuveys”, Mv.AU, XIX, 292-296.

ÿAhmet Hakký Turabi

˜

TUYUÐ Klasik Türk edebiyatýnda kullanýlan yerli bir nazým þekli.

Sözlükte “kapalý, imalý, cinaslý söz söyleme, þarký söyleme” anlamýndaki tuyuð (toyýk, toyuk) terim olarak genellikle “fâilâtün / fâilâtün / fâilün” kalýbýyla yazýlan, daha çok a a x a düzeninde cinaslý kafiyelenen, bir fikrin, bir hikmetin dile getirildiði dört mýsralý nazým þeklinin adýdýr. Mahlas kullanýlmadan yazýlan tuyuðlarýn cinassýz kafiyeli veya x a x a düzeninde yahut bütün mýsralarý kafiyeli (musarra‘) olanlarýna da rastlanýr. Tuyuð Türk halk edebiyatýnda 11’li hece ölçüsüyle düzenlenen, mahlas kullanýlmayan ve dört mýsradan teþekkül eden cinaslý mâniye, iki beyitten meydana geliþi, yine mahlassýz oluþu, kafiye yapýsý ve konusu gibi hususlarda da rubâîye benzer. Ancak rubâî tamamen farklý bir aruz kalýbýyla yazýlýr. 450

Tuyuð hikemî ve lirik muhtevalara uygun bir nazým þeklidir. Þairlerin önemli bir düþünceyi kýsaca dile getirmek yahut görüþünü, inancýný ortaya koymak istediðinde tuyuðu tercih ettiði görülmektedir. Tuyuðun ilk iki veya üç dizesinde anlatýlacak fikre zemin oluþturulur, son dizede ise hüküm veciz þekilde söylenir. Ali Þîr Nevâî, “O vezinlerden birisi tuyuðdur ki iki beyitten ibarettir. Ve tecnis yapýlmasýna gayret ederler. Ve o vezin remel-i müseddes-i mahzûftur” dedikten sonra, “Yâ rab ol þehd ü þekker yâ leb durur / Yâ meger þehd ü þekker yalap durur / Cânýma peyveste nâvek atgalý / Gamze okun kaþýga yalap durur” rubâîsini örnek verir (Mîzânü’l-evzân, s. 115). Bâbür, Aruz Risâlesi’nde “fâilâtün / fâilâtün / fâilât” vezninden bahsederken tuyuð hakkýnda geniþ bilgi verdikten sonra bu vezinde Türkçe tuyuðlar yazýldýðýný, bunlarda iki veya üç kafiyenin cinaslý olabileceðini, ilk ve üçüncü mýsralarý kafiyesiz tuyuðlara da rastlanýldýðýný söyler ve Nevâî’den örnekler aktarýr (vr. 138a-b). Bu nazým þeklinin ortaya çýkýþýna dair farklý görüþler vardýr. M. Fuad Köprülü’ye göre Oðuz Türkleri’nin Azerbaycan, Doðu Anadolu ve Irak’a yerleþmesiyle dört mýsralýk halk þiiri bu bölgede “fehleviyyât” adýyla ve aruzla yazýlan, bestelenip söylenen rubâîlerden etkilenip tuyuð þekline dönüþmüþtür. Diðer bir anlayýþa göre ise tuyuð Türk halk edebiyatýnýn millî nazým þekli olan dörtlüklerden çýkmýþtýr. Türk þairleri fehleviyyâttan etkilenseler de esas itibariyle mâninin cinaslý biçimini ve dört mýsralýk millî þekli aruzla birleþtirerek yeni bir nazým kalýbý geliþtirmiþ, ayrýca aruzun 11’li hece ölçüsüne uygun olanýný tercih etmiþtir. Ali Þîr Nevâî ve Bâbür’den sonra yazýlan nazariye kitaplarýnda tuyuð hakkýnda bilgi yoktur. Modern araþtýrmalar içinde tuyuðdan ilk defa Gibb (Osmanlý Þiiri Tarihi, I-II, 73), ardýndan Samayloviç (bk. bibl.) bahsetmiþtir. Konu hakkýnda en geniþ ve saðlam bilgiyi ise M. Fuad Köprülü vermiþtir (TM, II [1928], s. 219-242). Türk edebiyatýnda tuyuð nazým þekli daha çok Âzerî ve Çaðatay sahalarýnda kullanýlmýþtýr. Anadolu’da ilk örnekleri bugünkü bilgilere göre Kadý Burhâneddin’e (ö. 800/1398) ait olup þair 119 tuyuð yazmýþtýr. F. F. Godsell tarafýndan yayýmlanan bu dörtlükler cinassýz ve sade bir Türkçe ile kaleme alýnmýþ tasavvufî mahiyette þiirlerdir. Kadý Burhâneddin ile ayný yüzyýlda yaþayan Seyyid Nesîmî de önemli bir tuyuð þairidir; cinassýz ve çoðunun bütün dizeleri kafiyeli 382 tuyuðu vardýr (bk. NESÎMÎ).

Ali Þîr Nevâî, Çaðatay sahasýndaki tuyuðlardan bazýlarýný tezkiresinde zikreder. Ona göre XV. yüzyýldan önce tuyuð yazan þairler olmakla birlikte kendi çaðdaþlarýndan Ýskender-i Þîrâzî ve Lutfî (ö. 897/1492 [?]) önemli isimlerdir. Divanýnda 113 tuyuð bulunan Lutfî daha çok tuyuðlarýyla tanýnmýþtýr. Nevâî’nin üçüncü divaný olan Bedâyiu’l-vasat’ýnda on üç tuyuð vardýr. Þair, “La‘lidin cânýmga otlar yakýlur / Kaþý kaddimni cefâdýn ya kýlur / Min cefâsý va‘desidin þâd min / Ol vefâ bilmem ki kýlmas yâ kýlur” gibi söyleyiþleriyle Anadolu sahasý þairlerini etkilemiþtir (Türkay, IX/27 [1997], s. 1269-1280). Tuyuðda baþarýlý sayýlan diðer Çaðatay þairi Bâbür ise rubâîlerini tuyuða benzetmeye çalýþmýþ, âdet olmamakla beraber kafiyelerinde cinas yapmaya özen göstermiþtir. Anadolu sahasý Türk edebiyatýnda tuyuð fazla raðbet görmemiþ, onun yerine rubâî tercih edilmiþtir. Divanlarda rubâî baþlýðý altýnda birçok þiirin kýta, rubâî ve dûbeytle karýþtýrýldýðý görülür. Yine cinassýz tuyuðlarýn yanlýþlýkla rubâî veya kýta ismi altýnda toplandýðý olmuþtur (Baðýrof, sy. 1 [1982], s. 16-17). Anadolu’daki en önemli tuyuð þairinin Ývazpaþazâde Atâî (ö. 841/ 1437-38 [?]) olduðu kaydedilmektedir. Latîfî’ye göre Atâî, devrinin Þeyhî’den sonra en büyük þairidir. Nazým tekniði oldukça güçlü olan Atâî’nin divanýnda güzel sayýlan tuyuðlarý vardýr. Ali Canip Yöntem onun tuyuðlarý ile birlikte çeþitli manzumelerinin bulunduðu bir mecmuayý Bursa Müzesi Kütüphanesi’nde tesbit etmiþ ve bir makalede tanýtmýþtýr (HM, sy. 93 [1928], s. 286-287). XVI. yüzyýlýn baþlarýnda yaþayan Amasyalý Münîrî’nin divanýnda ikisi Farsça, on dokuzu Türkçe yirmi bir tuyuð vardýr. Münîrî’nin divaný üzerinde doktora çalýþmasý yapan Ersen Ersoy’un kanaatine göre þair Atâî’nin etkisinde kalmýþtýr. XV. yüzyýlda Kemal Ümmî, Karakoyunlu Hükümdarý Cihan Þah (Hakîkî), XVI. yüzyýlýn sonlarýnda Misâlî, XVII. yüzyýlýn baþlarýnda Muhîtî ve Edirneli Ýlmî gibi þairler de tuyuð kaleme almýþtýr. Bunlarýn çoðunda Kadý Burhâneddin, Nesîmî, Ali Þîr Nevâî ve Atâî’nin tesirleri görülür. Nesîmî’nin etkisi bilhassa Hurûfî þairleri üzerindedir. XVII. yüzyýldan itibaren tuyuð yerini tamamen rubâî ve mâniye býrakmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ali Þîr Nevâî, Muhakemetü’l-lûgateyn (trc. Ýshak Refet Iþýtman), Ankara 1941, s. 70-71; a.mlf., Mîzânü’l-evzân (haz. Kemal Eraslan), Ankara 1993, s. 58, 115; Bâbür, Aruz Risâlesi (nþr. I. V. Stebleva), Moskva 1972, vr. 138a-b; Samaylovic, “Nevâî Tuyuðlarý”, Ýslam Dünyasý, Petrograd 1917, I, 10-22; Ýmâdeddin Nesîmî, I-III (haz. Ci-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUZCUOÐULLARI hangir Gehramanov), Baký 1973; E. J. W. Gibb, Osmanlý Þiiri Tarihi (trc. Ali Çavuþoðlu), Ankara 1998, I-II, 73; Hüseyin Ayan, Nesîmî: Hayatý, Edebî Kiþiliði, Eserleri ve Türkçe Divanýnýn Tenkitli Metni, Ankara 2002, I, 73; Ersen Ersoy, II. Bayezit Devri Þairlerinden Münirî, Hayatý, Eserleri ve Divaný: Ýnceleme-Tenkitli Metin (doktora tezi, 2010), MÜ Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü, s. 6, 24; Ali Cânip, “Dokuzuncu Asýr Þairlerinden Atâî’nin Tuyuðlarý”, HM, sy. 93 (1928), s. 286287; M. Fuad Köprülü, “Türk Klasik Edebiyatýndaki Husûsî Nazým Þekilleri: Tuyuð”, TM, II (1928), s. 219-242; ayný yazý için bk. Köprülü, Edebiyat Araþtýrmalarý II, s. 194-228; Akif Baðýrof, “Tuyuðun Tür Özellikleri” (aktaran: Recep Toparlý), Kardaþ Edebiyatlar, sy. 1, Erzurum 1982, s. 16-17; Kaya Türkay, “Alî Þîr Nevâyî’nin Tuyuðlarý”, Erdem, IX/27, Ankara 1997, s. 1269-1280; Fatih Köksal, “Seyyid Nesimî’nin Bilinmeyen Tuyuðlarý”, TUBA, XXIV/1 (2000), s. 187-208; Recai Kýzýltunç, “Türk Edebiyatýnda Tuyuð ve Bazý Problemleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü Dergisi, sy. 37, Erzurum 2008, s. 107-126; Ömer Faruk Akün, “Bâbür”, DÝA, IV, 397, 398, 399.

ÿNihat Öztoprak

˜

TUZCUOÐULLARI Doðu Karadeniz’de Rize merkezli olarak ortaya çýkan âyan ailesi.

Atalarýnýn Konya’dan geldiði rivayet edilir. Tarihte ilk defa XVIII. yüzyýlýn sonlarýnda Memiþ Aða ile tanýnmýþtýr. Memiþ Aða’nýn Hopa eþrafýndan Hamdi Bey’in oðlu ve Erzurum Valisi Ahmed Paþa’ nýn yeðeni olduðu kaydedilmekle birlikte Tuzcuoðlu ailesiyle ilgili bugüne ulaþan en eski kayýt 1763 yýlýna aittir. Trabzon Þer‘iyye Sicili’ndeki bu kayýtta Rize sakinlerinden Tuzcuoðlu Ömer’in birçok kiþiyi yanýna toplayarak eþkýyalýk yaptýðýndan bahsedilir (Aygün, s. 50). Daha sonraki kayýtlarda ise Tuzcuoðlu Rize âyaný diye anýlmaktadýr. Bu durum, Tuzcuoðlu ailesinin rakiplerini bertaraf edip 1760’lardan itibaren Rize âyanlýðýný ele geçirdiðine iþaret etmektedir. Tuzcuoðullarý’nýn adý belgelerde, Ruslar’ýn 1789’da Anapa Kalesi ve ardýndan Faþ Kalesi’ni almalarý üzerine onlara karþý koymak için bölge âyanlarýndan asker istenmesi sýrasýnda tekrar zikredilir (Tatar, I, 221-222). Devlet hizmetini üstlenmek yoluyla gittikçe güç kazanan Tuzcuoðullarý merkezden uzak olmanýn saðladýðý avantajla bölgede askerî, malî, idarî ve adlî denetim kurmaya baþladýlar. Tuzcuoðlu Memiþ Aða yerel bir âyandan bölgesel büyüklükte bir âyan konumuna yükseldi (Meeker, s. 224-225). Bunda onun Rusya’ya karþý savunmada verdiði hizmetler önemli rol oynadý. Memiþ Aða 1806’da Faþ Kalesi

muhafýzlýðýna tayin edildi (1806 tarihli bir belgede Faþ Kalesi muhafýzý olarak Dergâh-ý Muallâ kapýcýbaþýlarýndan Tuzcuzâde Mehmed adý geçmektedir, BA, Trabzon Ahkâm Defteri, nr. 3, s. 78/4). 1809’da Faþ Kalesi’nin Rus kuþatmasýndan kurtarýlmasýnda büyük hizmetler yaptý. Bir süre güçlü mahallî âyandan Hazinedaroðlu Süleyman Aða ile iþ birliði içinde hareket etti. Kendisine kapýcýbaþýlýk rütbesi verildi; Rize âyanlýðý dýþýnda Batum Kalesi ve Batum sancaðý da yönetimi altýna girdi. 1810 tarihli bir fermanda Tuzcuoðlu ailesinden baþka isimler de anýlmaktadýr. Buna göre Trabzon sancaðýnda bulunan keten bezi damga vergisi mukataasý iltizamýný açýk arttýrmayla “silâhþorân-ý hâssa”dan Tuzcuzâde Seyyid Osman ve oðullarý Seyyid Tâhir Ömer, Seyyid Abdülhâlid, Seyyid Abdülaziz, Seyyid Abdülhamid, Seyyid Ahmed Reþid ve Seyyid Mikdat almýþtýr. Burada adý geçenlerin hepsi için “seyyid” kelimesinin kullanýlmasý ailenin peygamber soyundan geldiðinin kabul edildiðine iþaret etmektedir. Bunlar muhtemelen Tuzcuoðlu Memiþ Aða ile baðlantýlý olan aile fertleridir. Memiþ Aða’nýn savaþtaki hizmetleri sebebiyle 1811’de âyanlýk bölgesi Gönye sancaðýna kadar geniþletildi ve Rize’den baþlayarak Doðu Karadeniz’in en nüfuzlu âyaný haline geldi. Buna karþýlýk daha önce Gönye, Faþ ve Anapa muhafýzlýðýnda bulunan Hazinedarzâde Süleyman Aða’nýn hizmetlerinden dolayý kapýcýbaþýlýktan vezirliðe yükseltilip 1811’de Trabzon valiliðine tayin edilmesi Memiþ Aða ile aralarýndaki dostluðun bozulmasýna yol açtý ve ikisi arasýnda þiddetli bir nüfuz mücadelesi baþladý. Her ne kadar sorun bir alacak verecek meselesi yüzünden çýkmýþ gibi görünse de bunun altýnda ekonomik güç rekabeti yatýyordu. Trabzon ve Rize limanlarý bu rekabetle öne çýkmýþtý ve Trabzon’daki kargaþalýklar ticaretin Rize’ye kaymasýna yol açmýþtý (Meeker, s. 199-202). Tuzcuoðlu ailesi Rize ve doðusundaki sahil kasabalarýný kontrol ederken Hazinedaroðlu Trabzon’da iç kalede hükmediyordu. Ýç kale dýþýnda Trabzon þehrinde vali gücünü birbiriyle rekabet halinde olan Þatýroðlu ve Kalcýoðlu aileleriyle paylaþmak durumundaydý. Kalcýoðlu Osman Bey, Tuzcuoðlu Memiþ Aða’nýn damadý idi. Bölgedeki diðer âyanlar da esasen iki kýsma ayrýlmýþtý. Bir grup, baþta dönem dönem Trabzon gümrüðü gelirlerini iltizamen alan Þatýroðlu olmak üzere valinin yanýnda yer alýrken diðer grup, 1811’den itibaren bölgedeki nüfuzlarýný kýrmaya çalýþan valiye karþý dire-

nen âyanlardan meydana geliyordu. Bunlardan Tonya âyaný Hacýsâlihoðlu Ali Aða âyanlýk bölgesini Maçka’ya geniþletmiþ, ancak merkezin bu durumu tanýmamasýna raðmen geri adým atmadýðý için 1813 yýlýnda idama mahkûm edilmiþti. Ali Aða gibi Of ve Sürmene aðalarý da valiye karþý Tuzcuoðlu Memiþ Aða’yý destekliyordu. Nihayet vali Tuzcuoðlu Memiþ Aða’yý merkeze þikâyet ederek idamý için ferman aldý (Eylül 1815). Bunun üzerine Memiþ Aða ve müttefikleri kuvvetlerini birleþtirip Trabzon’u kuþattý ve 18 Aðustos 1816’da þehri ele geçirdi. Valinin kaymakamý sýfatýyla buranýn idaresini üstlenen Çeçenoðlu Hasan Aða’yý bir gemiye bindirerek þehirden uzaklaþtýrdý. Tuzcuoðullarý ve onunla beraber hareket eden âyanlar daha sonra hâkimiyet ve nüfuz alanlarýný geniþlettiler. Fakat Çeçenoðlu Hasan Aða merkezin gönderdiði kuvvetler ve Samsun, Amasya, Tokat, Sivas dolaylarýndaki âyanlardan toplanan askerlerle 1816 Kasým sonunda Trabzon’u geri aldý. Önce Rize’deki konaðýna çekilen Memiþ Aða oradan Of’a kaçtý. Burada Hazinedaroðlu ile ittifak halinde olan Þatýroðlu gibi âyanlarýn desteðiyle kuþatýlýp 26 Ekim 1817’de ele geçirildi ve hemen idam edilerek baþý Ýstanbul’a gönderildi. Bu sýrada oðlu Ahmed’in on dört yaþlarýnda olduðu göz önünde bulundurulursa Memiþ Aða’nýn öldürüldüðünde yaþýnýn 100’ü geçtiði iddiasýný þüpheyle karþýlamak gerekir. Memiþ Aða’nýn türbesi Of’un Pazarönü (Alona / Alanomakod) köyündedir. Ýsyanýn diðer liderlerinden Kalcýoðlu Trabzon’dan çýkarýlarak Sürmene’ye, Hacýsâlihoðlu da Tonya’dan çýkarýlýp Trabzon’a yerleþtirildi. Âyanlarýn çýkarabileceði yeni bir isyaný engellemek için Hazinedarzâde Süleyman Paþa da Alâiye (Alanya) sancaðýna tayin edildi, fakat yolda hastalanarak öldü. Yeni gelen

Tuzcuoðlu Memiþ Aða’nýn Of’un Alona köyündeki türbesi

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

451


TUZCUOÐULLARI

vali Kaptanýderyâ Koca Hüsrev Paþa eski valinin müttefiki Þatýroðlu Osman Bey’le iþ birliði yapmaya baþladý. Bunun üzerine Kalcýoðlu Osman Bey ve Hacýsâlihoðlu Ali Aða, Trabzon’un batýsýnda bulunan sahil kasabalarýndaki âyanlarla (Eynesil âyaný Dedeoðlu Süleyman Bey, Bahadýroðlu ve Hacýfettahoðlu) ittifak yaparak valiye karþý harekete geçti. Vali Hüsrev Paþa Ocak 1819’da âyanlarý geri püskürttü. 1820-1821’de Trabzon valiliðine getirilen Sâlih Paþa âyanlarý kontrol altýna alamayýnca merkezden askerî yardým talep etti. Memiþ Aða’nýn oðlu Ahmed Aða eniþtesi Kalcýoðlu Osman Bey’le birleþerek valiye karþý harekete geçmiþti. Ýstanbul’dan gönderilen bir ara bulucunun özellikle halkýn üzerindeki vergilerin azaltýlmasý gibi önlemlerle âyanlara saðlanan desteði azaltmasý ve onlarý ikna etmesiyle isyan sona erdi. Sâlih Paþa valilikten azledildi ve Memiþ Aða’nýn kardeþinin oðullarý Tâhir, Abdülkadir ve Abdülaziz aðalar devlet hizmetine alýnýp sakinleþtirilmeye çalýþýldý. 1825 yýlýna kadar yeni bir ayaklanma görülmedi (Aktepe, III/5-6 [1951-52], s. 39). 1825’te Çeçenoðlu Hasan Aða’nýn Trabzon valiliðine tayininden sonra daha önce Tuzcuoðlu Memiþ Aða’ya karþý müttefiki olan Þatýroðlu Osman Bey ile iliþkileri bozuldu ve Þatýroðlu’nun Trabzon’dan çýkarýlmasýný istedi. Þatýroðlu’nun Erzurum’a tayiniyle kriz aþýlmýþ oldu. Tuzcuoðlu ailesi bu dönemde bir isyan hareketine kalkýþmadý. 1828-1829 Osmanlý-Rus savaþýnda Rize aðalarýndan asker gönderenler içinde ilk sýrada Tuzcuoðlu Tâhir Aða, Abdülkadir Aða ve Abdülaziz Aða anýlmaktadýr (BA, HAT, nr. 1072/43876-A). Savaþýn ardýndan Tuzcuoðullarý ile Trabzon valisi arasýnda yeni meseleler ortaya çýktý. Nisan 1830 tarihli bir hükümde Rize âyanlýðý iddiasýnda bulunan Tuzcuoðlu Aziz’den söz edilmesi dikkat çekicidir (BA, Trabzon Ahkâm Defteri, nr. 4, s. 161/2). 1829’da Trabzon’a tayin edilen Hazinedaroðlu ailesinden Osman Paþa 1831’de Tuzcuoðlu Tâhir Aða’yý Rize mütesellimliðine, Abdülkadir Aða’yý Çürüksu kaymakamlýðýna, Þatýroðlu’nu Trabzon’daki askerin kumandanlýðýna getirerek kendisine karþý bir baþ kaldýrýyý önlemeye çalýþtý. Kötü hâsýlat ve yüksek vergiler yanýnda Mýsýr’da Mehmed Ali Paþa’nýn ayaklanma haberlerinin 1831’de Trabzon’a ulaþmasýyla valinin otoritesi iyice sarsýldý (Bryer, sy. 26 [1969], s. 202). Vali, yokluðunda bir isyaný engellemek düþüncesiyle Tuzcuoðlu Tâhir Aða’yý 750 kiþilik bir kuvvetle yanýna alýp orduya katýlmak üzere Trabzon’dan ay-

452

rýldý. Bu fýrsattan yararlanan Tuzcuoðullarý ve müttefikleri 1832’de tekrar ayaklandý. Özellikle Gönye ve Livana bölgesinde gerçekleþen hareket bastýrýldý ve Tuzcuoðlu Abdülkadir Aða Ýstanbul’a çaðrýldý. 1833’te Rize’de âyanlýk iddiasýnda bulunan kiþi olarak Tuzcuoðlu Tâhir’in adý geçer (BA, Trabzon Ahkâm Defteri, nr. 4, s. 195/2). Bir süre sonra Rize’ye dönen Abdülkadir Aða yeni bir isyan baþlattý ve Gönye üzerine yürüdü. Sürmene-Pazar arasýnda gerçekleþen bu ayaklanma sýrasýnda Þâtýroðlu Osman Bey, Hacýsâlihoðlu Ali Aða, Tirebolulu Kethüdâoðlu Emin Aða ve diðer âyanlar Trabzon valisini desteklemek için Tuzcuoðullarý’na karþý harekete geçtiler ve ayaklanmayý bastýrarak Tuzcuoðullarý’nýn konaðýný kuþattýlar. Tuzcuoðullarý’ndan Abdülkadir Aða Mayýs 1834’te yakalanarak idam edildi. Bunun üzerine Tâhir ve Abdülaziz aðalar ve oðullarý Hamid, Ömer, Behram ve Ârif, Erzurum valisine teslim oldular ve aflarýný talep ettiler. Valinin aracýlýðýyla affedilip Aralýk 1834’te Rusçuk ve Varna’ya yerleþtirildiler (Aktepe, III/ 5-6 [1951-52], s. 51-52). Böylece imparatorluðun diðer bölgelerinde görüldüðü gibi Doðu Karadeniz’de de merkezî otorite tesis edilmiþ oldu. Rize’nin 1834’te yapýlan nüfus sayýmýyla ilgili kayýtlarda Memiþ Aða’nýn konaðýnýn bulunduðu Pîrîçelebi mahallesinde onun oðlu Ahmed’in adýna rastlanýr. Ayný tarihte Ahmed’in iki oðlu da kayýtlýdýr. Bunlardan biri Mehmed, diðeri Hurþid’dir. Tuzcuoðlu Ahmed’in konaðýnda “tebaasý” diye belirtilen hizmetlilerin de olduðu anlaþýlmaktadýr (Trabzon Nüfus Defteri, nr. 1144, s. 13). Babasýnýn idamý ve amcasýnýn oðullarýnýn sürgün edilmesine raðmen Ahmed Aða’nýn babasýndan devraldýðý mirasý koruduðu ve Rize’nin nüfuzlu aileleri arasýnda yer almayý sürdürdüðü anlaþýlmaktadýr. 1850 yýlýnda Rize’de öþür vergisi kayýtlarýnda Pîrîçelebi, Paþayan (Çarþý), Babik (Tophane), Kalohten (Paþakuyu), Müftüparafol (Fatih-Dereüstü-Müftü), Kuvaroz (Gülbahar), Humrik (Ýsmet Paþa), Kale, Yaka (Eminettin), Haçanoz (Çamlýbel) mahalleleri; Rados Ýspalnoz (Uzun), Uma (Ortapazar), Hanis (Býldýrcýn) köyleri ve Gündoðdu’da Mirokaloz (Tatlýdere-Hamidiye) köyünde Tuzcuzâde olarak Ýsmâil, Mehmed, Reþid, Mahmud, Þâkir, Mustafa aðalar, (Abdül) Hamid Aða ve kardeþleri kaydedilmiþtir (BA, MAD, nr. 7958). Bunlardan Ýsmâil ve Mehmed aðalarýn beþ farklý mahallede arazi sahibi olmasý ve yüklü miktarda öþür vergisi ödemesi toprak zenginliklerini koruduklarýný göstermekte ve “zâde” þeklinde kaydedil-

meleri de âyanlýðýn getirdiði asilzadeliðin unvan halinde korunduðuna iþaret etmektedir. 1853’te Rize’de eþkýyalýk yapanlarýn listesinde Tuzcuoðullarý’ndan hiç kimsenin adýnýn geçmemesi ailenin artýk merkezî yönetimle bir anlaþmazlýðýnýn kalmadýðýný gösterir. 1880’de hükümetin hazýrlattýðý bir cetvelde Rize’nin nüfuzlu þahsiyetleri arasýnda ilk sýralarda Tuzcuoðullarý Mahmud Aða, Hacý Mehmed Aða, Ýsmâil Aða, Hurþid Efendi ve Hacý Ârif Aða sýralanmaktadýr. Adý geçenlerden ilk üçü “emlâkça ve haysiyetçe” birinci derece, yani zengin ve yönetimle iliþkileri iyi olarak sýnýflandýrýlmýþtýr (BA, Y.PRK.UM, nr. 2/40, lef 9). Bunlardan Mahmud Aða’nýn 1881’de Rize belediye reisi olduðu dikkati çeker (Taþpýnar, s. 270). Millî Mücadele döneminde Trabzon’daki Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyyet Cemiyeti’nin Rize þubesi Tuzcuoðlu Þâban Efendi baþkanlýðýnda kuruldu ve cemiyette ayný aileden Hakký Efendi de yer aldý. 1919’da Rize’de kurulan Trabzon Muhâfaza-i Hukuk-ý Milliyye Cemiyeti’nin kurucularýndan biri de Tuzcuoðlu Süleyman Tevfik Efendi’dir. 1920’de Rize’deki askerî birlikleri idare eden liderler arasýnda Tuzcuoðlu Hâlid Aða bulunmaktaydý. Hâlid Aða, Sakarya savaþýna kendi birliðiyle katýldý ve Büyük Taarruz’da önemli baþarýlar gösterdi. Tek parti döneminde bölgedeki diðer birçok âyan ailesi gibi Tuzcuoðullarý’nýn da siyasetten uzak durduðu anlaþýlmaktadýr. 1934 soyadý kanunuyla aile mensuplarý genellikle Tuzcu soyadýný almýþtýr. Osmanlý dönemindeki idarecilik geleneði ve emlâk zenginliðine baðlý þekilde Cumhuriyet döneminde de Tuzcuoðlu ailesi Rize’nin nüfuzlu ailelerinden biriydi. Aile mensuplarýndan bazýlarý baþta Ýstanbul olmak üzere baþka þehirlere göç ettiler. Fakat ailenin önemli bir kýsmý Rize’nin merkezinde Memiþ Aða’nýn konaðý ve çevresinde Pîrîçelebi, Kambursýrt ve Tophane mahallelerinde yaþamaktadýr. Tuzcuoðullarý’na ait üç konaktan Tahsin Aða Konaðý’nýn duvarlarý, Mahmud Paþa’nýn konaðý ise tamamen yýkýlmýþtýr. Memiþ Aða’nýn konaðý üç katlýdýr, hamam ve hapishane kýsmý harap durumda olmakla birlikte ana bina ayaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA : National Archives of United Kingdom, FO 195/ 101 (Ýngiltere’nin Trabzon Konsolosu H. Suter’in 12 Mayýs 1834 tarihli raporu); Þâkir Þevket, Trabzon Tarihi, Trabzon 1294, s. 256-273; Mahmut Goloðlu, Trabzon Tarihi, Ankara 1975, s. 138-164; Mehmet Bilgin, Sürmene Tarihi, Ýstanbul 1990, tür.yer.; Sabahattin Özel, Millî Mücadelede Trabzon, Ankara 1991, s. 60-66, 104; M. E. Meeker,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TUZLA A Nation of Empire: The Ottoman Legacy of Turkish Modernity, Berkeley 2002, s. 199-202, 224225; Özcan Tatar, “1787-1792 Osmanlý-Rus Savaþý’nda Trabzon ve Çevresinin Yeri ve Önemi”,

Trabzon ve Çevresi Uluslararasý Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri (haz. Mithat Kerim Arslan v.dðr.), Trabzon 2002, I, 201-235; Mehmet Beþirli, “XIX. Yüzyýlýn Baþlarýnda Karadeniz Bölgesi ve Ayan-Devlet Perspektifinden Trabzon Valisi Hazinedârzâde Süleyman Paþa”, a.e., I, 327-343; Rýza Karagöz, Canikli Ali Paþa, Ankara 2003, s. 23; Ali Taþpýnar, Rize Tarihi, Rize 2004, s. 270, 400, 440-451, 487-488; Necmettin Ay-

gün, Onsekizinci Yüzyýlda Trabzon’da Ticaret, Trabzon 2005, s. 50; Muhammet Safi, Rize Tahrir-i Öþür Envanteri: 1850 Rize Sülaleleri, Ýstanbul 2007, s. XXX-XXXI, 2, 5-8, 10, 12, 14, 17, 24, 29, 34, 149; Ýsmail Akbal, Millî Mücadele Döneminde Trabzon’da Muhalefet, Trabzon 2008, s. 85; M. Münir Aktepe, “Tuzcu Oðullarý Ýsyaný”, TD, III/56 (1951-52), s. 21-52; A. Bryer, “The Last Laz Risings and the Downfall of the Pontic Derebeys, 1812-1840”, Bedi Kartlisa, sy. 26, Paris 1969, s. 191-210.

ÿMehmet Hacýsalihoðlu

– ˜

TUZLA (bk. LARNAKA).

— TUZLA

˜

Bosna-Hersek’te tarihî bir þehir.

Ülkenin kuzeydoðusunda Majevica daðýnýn eteklerinde kurulmuþtur. Kapsamlý arkeolojik araþtýrmalar Tuzla’nýn Neolitik dönemden itibaren bir yerleþim yeri olduðunu gösterir. Roma idaresi devrinden çok az bir iz kalmýþtýr. X. yüzyýlýn ortalarýnda Konstantinos Porpyhyrogenetos ve XII. yüzyýlýn ortalarýnda Pop Dukljanin bölgeyi Soli (Tuzla) diye zikreder. XII. yüzyýlda Macarlar tarafýndan idare edilen Tuzla yöresini Ban (vali) Boriç, Bosna’ya dahil etti. 1253’ten itibaren Macarlar’ýn Ma®va banlýðýnýn bir parçasý idi. 1284-1300 yýllarý arasýnda Soli dahil Usora bölgesinin doðu bölümü Macar vasalý olan Sýrp Kralý Dragutin tarafýndan yönetildi. Ban II. Stjepan Kotromani—’in idaresi esnasýnda (13221353) Usora ve Soli de Bosna Devleti’nin bir parçasý oldu. Burada Bogomiller denilen heretik Bosna kilisesi taraftarlarýnýn erken dönemden itibaren bulunduðu kaynaklarda zikredilir. Onlardan kalma lahit benzeri, süslemeli pek çok mezar taþý bugüne ulaþmýþtýr. 1340’ta Macar Katolik kilisesi Bogomiller’e karþý bölgeye Fransisken rahipleri yolladý. Bosna ve Drina nehirleri arasýndaki topraklarda on Fransisken manastýrý inþa edildi. Bunlarýn ikisi Soli’deydi. Manastýrlar Osmanlý idaresinin ilk

yüzyýlýnda fonksiyonlarýný devam ettirdi ve vergi imtiyazý tanýndý. Bölgede Tuzla adýyla anýlan iki ayrý yerleþim yeri vardý. Bunlardan Donja Tuzla (Aþaðý Tuzla) bugünkü Tuzla kasabasýdýr; 10 km. uzaklýkta olan diðeri ise Gornja Tuzla (Yukarý Tuzla) adýný taþýyordu. Donja Soli ahþap ve kerpiçten yapma bir istihkama sahipti. Burayý 1463’te Osmanlý tarihçisi Neþrî Aðaçhisar diye zikreder. Bosna kralý Aðaçhisar’ý Osmanlýlar’ýn eline geçmesini önlemek için yaktýrmýþtýr. Tarihî araþtýrmalarda uzun süre Tuzla’nýn Osmanlýlar tarafýndan 1512 yýlýnda ele geçirildiði yazýlmýþtýr. Ancak 872 (1467-68) tarihli Tahrir Defteri’ndeki kayýtlar (Ýstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplýðý, Muallim Cevdet, nr. 076) buranýn 1474 Nisanýndan önce Osmanlý idaresine girdiðini gösterir. 884 (1479) tarihli bir mukataa defterinde (BA, MAD, nr. 176) Donja Tuzla’da yetmiþ beþ, Gornja Tuzla’da on beþ hýristiyan hânesi bulunduðu belirtilir. 1480’de bu iki Tuzla, Macar baskýnlarýna karþý daha iyi korunmasý için Ýzvornik (Zvornik) sancaðýna dahil edildi. 1479’da tuzlalardan 12.304 akçe saðlanmýþtý. 1548 yýlýnda iki tuzlanýn geliri on kat artacak ve 129.856 akçeye ulaþacaktýr. 1521’de Osmanlýlar’ýn Belgrad’ý fethinden sonra Doðu Slavonya ve 1526’da Osijek’te (Essek) hâkimiyet kurulunca Tuzla bölgesi sýnýr olmaktan çýktý ve hýzlý biçimde geliþmeye baþladý. 1533 tarihli Tahrir Defteri’nde bölgede Ýslâmlaþma’nýn hýzlandýðýna ve yayýldýðýna iþaret edilir (BA, TD, nr. 173). Osmanlý kayýtlarýnda Memleha-i Zîr (Aþaðý Tuzla) diye geçen Donja Tuzla yedi müslüman, kýrk altý hýristiyan, Memleha-i Bâlâ (Yukarý Tuzla) diye geçen Gornja Tuzla 144 müslüman, on hýristiyan hânesinden ibaretti. Müslümanlar tahrir defterlerindeki pek çok örnekte görüldüðü gibi mahallî halktan Bosna asýllýlar, büyük bir ihtimalle de vaktiyle Katolikleþtirilen gizli Bogomiller idi. 955 (1548) tarihli Tahrir Defteri’ne göre her iki yerleþim ilginç bir büyüme gösterdi. Aradan geçen on beþ yýl içerisinde Donja Tuzla müslümanlarý yediden 283’e, hýristiyanlar ise kýrk altýdan 123 hâneye ulaþmýþtý. Gornja Tuzla’nýn 144 müslüman hânesi 422’ye çýkmýþ, hýristiyan hânesi ondan on üçe yükselmiþti. Böylece bu sonuncu kasaba % 99’u müslüman olan bir yerleþim yerine dönüþmüþtü. Ayný yýllar arasýnda kasabanýn tam merkezindeki Gornja Tuzla Franjeva®ki Samostan Sv. Marije Manastýrý bölgenin tamamen müslümanlaþmasýyla kapanmýþtý. 1541’de Kanûnî Sultan Süleyman’ýn izniyle mahallî Katolik Knez Petar Soi—, Gornja

ve Donja Tuzla arasýndaki Gradovrh tepesine manastýrý tekrar yaptýrdý. 1683-1699 yýllarýnda süren uzun savaþlara kadar bu manastýr varlýðýný devam ettirdi. XVI. yüzyýlda Donja Tuzla, Gornja Tuzla’nýn duraksadýðý bir dönemde ilerleme gösterdi ve ana yerleþim merkezi haline geldi. 15331548 yýllarý arasýnda Donja Tuzla savunma duvarlarýyla güçlendirildi. 981’de (1573) burasý bir kadýlýk merkezi oldu. 1548’de Osmanlý idaresi Tuzla’daki tuz yataklarý için bir kanun çýkardý ve bu kanun Osmanlý hâkimiyetinin sonuna kadar yürürlükte kaldý. Buna göre her yýl buradan 400 ile 600 ton tuz elde edilmiþtir. Hamza Bâlî’nin müridlerince yürütülen heretik Hamzaviyye tarikatý faaliyetleri dýþýnda Tuzla bölgesinde tarikat hareketlerine dair çok az þey bilinmektedir. Hamza Bâlî özellikle Tuzla ve civarýnda faal olup bâtýnî fikirlerini yaymaya çalýþtý. Daha sonra bir bakýma Hamzaviyye hareketi merkezi haline gelen Gornja Tuzla’da tutuklandý ve Ýstanbul’da idam edildi (1573). 990’da (1582) çýkan yeni bir Hamzavî isyaný bastýrýldý, isyancýlardan birkaçý Gornja Tuzla’da idam edildi. Hareket gizli de olsa XVIII. yüzyýla kadar bölgede varlýðýný sürdürdü. Tuzla, 1555’ten kýsa bir süre önce kurulan Üsküp’teki Halvetiyye / Sinâniyye Tekkesi’nin kurucusu olan Þeyh Velî Efendi’nin de memleketidir. Sinâniyye tarikatý Makedonya, Kosova, daha kuzeye Slavonya’ya ve Osmanlý Macaristaný’na Üsküp’ten yayýldý. 1572’den kýsa bir süre önce Semendire sancak beyi olan Tur Ali Bey, Donja Tuzla’da bir cami, bir mektep, bir hamam, bir han, bir su sistemi, otuz sekiz dükkâný içeren bir vakýf kurdu ve bu vakfa 300.000 akçe tahsis etti. XVI. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda her iki yerleþim birimi büyümeye devam etti. 1600-1604 yýllarýnda kaleme alýnan Ýzvornik Livâsý Tahriri’nde (BA, TD, nr, 743) Donja Tuzla’da 373 müslüman ve 133 hýristiyan hânesinin bulunduðu belirtilir (tahminen 2500 kiþi). Gonja Tuzla’nýn ise neredeyse tamamý müslümandý, cami ve mescidleriyle birlikte on bir mahallesi bulunuyordu. Buradaki hýristiyanlar bir mahalleye toplanmýþtý. XVI. yüzyýlýn ilk yarýsýnda pek çok Ortodoks hýristiyan Eflak, Tuzla ve civarýna yerleþti, bunlar giderek Sýrplaþtýrýldý. Bölgede bilinen en eski Ortodoks kilisesi 1528’de zikredilen Teo®ak Kalesi’nin yakýnýndaki Srednj / Rudine köyündeydi. XVI. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Ortodoks hýristiyanlar bölgeyi dinî ve kültürel açýdan önemli kýlan birkaç manastýr yapmýþtý (Papra@a ilk defa 1547 yýlýnda zik-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

453


TUZLA

caristan’dan göç eden müslüman gruplar Tuzla’nýn geniþ alanlarýna yerleþti.

Tuzla’da 1209 (1794-95) yýlýnda Hacý Hasan tarafýndan yenilenen Merkez Camii (Çarþý Camii)

redildi; Tamna 1548 ve 1587 arasýnda, Ozren 1587 vb.). Bu yapýlarýn mimarilerinde dikkate deðer bir Osmanlý etkisi görülür. 1655’te Bosna Katolik papazý Marjan Maravi—, Aþaðý Tuzla’yý (Salina Inferior) 550 Türk, 250 hýristiyan hânesi ve altý camisi bulunan bir yer olarak tasvir eder. Yukarý Tuzla ise (Salina Superior) 250 müslüman ve hýristiyan hânesi olan, yine altý camisi bulunan bir yerdi. Aþaðý Tuzla’daki Saint Peter Manastýrý, Tuzla bölgesinin Katolikler’ine hizmet veriyordu; bunlar 700 kiþilik bir nüfusu barýndýran 160 hâneye sahipti. Tuzla’da 1660-1674 yýllarýnda Behram Bey Camii diye bilinen Eskicami yanýna bir medrese inþa edildi. 1660 yýlýna ait Osmanlý medrese listesinde Tuzla’da herhangi bir medresenin varlýðýndan söz edilmez. Ancak 1674’te Katolik papazý Olovçiç, Aþaðý Tuzla’da Behram Bey Medresesi’nden bahseder; burasý II. Dünya Savaþý’na kadar faaliyet göstermiþtir. Tuzla 1688’de Ludwig von Baden kumandasýndaki Habsburg ordusunun iþgaline uðradý. 1688 ve 1690’da iki Fransisken manastýrýnýn rahipleri kuzeye kaçtý. Aþaðý Tuzla’daki Saint Peter Manastýrý 1690’da boþaltýldý. Kýsa bir süre sonra tekrar inþa edildi, ancak 1697’de Prens Eugen’in ölümcül saldýrýsýnda kesin biçimde ortadan kaldýrýldý. Ayný savaþ esnasýnda ve 1699’daki Karlofça Antlaþmasý’nýn ardýndan Slavonya ve Ma-

454

XVIII. yüzyýlda büyüyen güvensizlik ortamý ve 1699 yýlýndan beri Habsburg sýnýrýnýn emniyetsiz oluþu, devleti tuz yataklarýndan gelen parayla gelirleri karþýlanan ayrý bir askerî bölge (kaptanlýk) oluþturmaya sevketti. Aþaðý Tuzla palankasý taþ duvarlarla saðlam bir kale olarak yeniden inþa edildi ve 1758’de inþaat tamamlandý. Tuzla kaptanlýðý XIX. yüzyýlýn ortalarýna kadar devam etti. Birkaç kaptana ve onlarýn aile üyelerine ait güzel hatlarla süslenmiþ mezar taþlarý Hâfýz Hanumina Camii’nin hazîresinde yer alýr (Mujezinovi`, II, 149). 1833 tarihli bir raporda yirmi dört adet top mermisinin bulunduðu Tuzla Kalesi’nin iyi durumda olduðu bildirilmiþtir. XVIII. yüzyýlýn ilk yýllarýnda Tuzla, Hacý Bacý Kadýn adýný taþýyan ve 1907’ye kadar faal olan ikinci bir medreseye kavuþtu. Osmanlý dönemine ait camiler arasýnda Hacý Hasan Camii, Hâfýz Hanumina Camii (Jalska Dzamija) ve Sagrdÿijan Camii XIX. yüzyýlda restore edilen camilerdir. 1842’de Frano Juki—, Aþaðý Tuzla’yý bir “müsellim paþa”nýn, müftü ve kadýnýn ikamet ettiði yer þeklinde tasvir eder. Burasý 6000 kiþilik nüfusu, on iki camisi, canlý ticareti ve el sanatlarýyla öne çýktý. Kasabanýn sadece kýrk Katolik ve Ortodoks hýristiyan hânesi vardý, bu durumda müslümanlarýn oraný % 96’nýn üzerindeydi. Yukarý Tuzla’nýn 150 müslüman hânesi ve üç camisi bulunmaktaydý. 1851-1852 sayýmlarýna göre Yukarý ve Aþaðý nahiyeleriyle birlikte Tuzla 4020 müslüman ve 1123 hýristiyan hânesine, toplamda 12.985 müslüman erkek ve 4336 hýristiyan erkek nüfusa sahipti. Hâne sayýsýna göre yapýlan hesaba göre nüfusun % 78’i, erkek nüfus sayýsý üzerine yapýlan hesaplamada nüfusun % 75’i müslüman çýkmaktaydý, çün-

kü hýristiyan aileleri müslüman ailelerine göre daha kalabalýktý. 1855’te Tuzla bir yangýn sonucu hemen hemen tamamen yandý. 1871 Eylülünde Tuzla’nýn bütün pazar bölgesi yakýldý. Hâlâ ayakta kalan on tarihî camisi, geç Osmanlý dönemi ve Avusturya iþgali zamanýnda yapýlan yenileme çalýþmalarýnýn bir ürünüdür. Avusturyalýlar’ýn idaresi altýnda gerçekleþtirilen yenileme çalýþmalarý, yeni idarenin Osmanlýlar’dan farklý olduðunu göstermek için Kuzey Afrika mimarisi tarzýnda gerçekleþtirildi. Geç dönem Osmanlý idaresi zamanýnda XX. yüzyýlýn ilk yarýsýna kadar Tuzla’da ayrýca küçük bir yahudi cemaati mevcuttu. Berlin Antlaþmasý’ndan sonra 1878 Aðustosunda Avusturya güçleri þiddetli çatýþmalarýn ardýndan Tuzla’yý iþgal etti. Avusturya dönemi yeni bir geliþmeye yol açmadý. 1885’ten itibaren þehir demiryollarý ile Orta Avrupa’dan Saraybosna’ya, yan bir yolla Ýzvornik’e baðlandý. Eski kale 1896’da yýkýldý, yerine modern otellerin yapýldýðý yeni bir þehir merkezi kuruldu. Büyük linyit madeni, amonyak ve mavi ispirto fabrikalarý bir endüstri merkezi olarak Tuzla’nýn geliþimine katkýda bulundu. 1913’te nüfus 12.400’e çýktý. Avusturya döneminde gösteriþli kiliseleriyle Katolik Hýrvat cemaati güçlendi. Ayný dönemde Fransisken rahipleri de þehre döndü ve günümüzde hâlâ ayakta duran yeni bir manastýr inþa etti. Eski Yugoslavya Krallýðý zamanýnda büyük deðiþiklikler görülmedi; bununla birlikte 1948’deki yýkýcý bir savaþtan sonra Tuzla her þeye raðmen 22.730 nüfusa sahipti. II. Dünya Savaþý’ndan sonra Tuzla ve civarý tekrar büyük geliþme kaydetti. 1948 sayýmlarý þehrin ve altmýþ beþ köyün toplam nüfusunu 49.821 olarak kaydeder. 1991 sayýmý % 48’i müslüman olan 131.618 ki-

Tuzla þehir merkezindeki meydan (G. Boykov fotoðraf arþivi)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜBBA‘

˜

1890 yýlýnda Hâfýz Haným Tuzlic tarafýndan yenilenen Tuzla’da Jalska Camii

þilik bir nüfus gösterir. Þehrin 1961’de nüfusu 41.450, 1991’de 83.770 olup bu rakamýn % 53’ü müslüman, % 16’sý Sýrp ve % 7’si Hýrvat, geri kalaný karýþýk evlilikten doðanlardan oluþmaktaydý. Bosna savaþý esnasýnda (1991-1995) þehir herhangi bir milliyetçi grup tarafýndan iþgal edilmedi, Bosna’nýn diðer bölgelerinden daha az hasara uðradý ve savaþ sýrasýnda müslüman güçlerin elinde kaldý. Savaþ süresince ve daha sonra pek çok Sýrp þehri terkederken mülteciler buraya akýn etti. 1991’de þehrin 83.770 kiþilik nüfusu vardý. Bu nüfus 2004 yýlý tahminlerine göre 123.500’e yükselmiþtir. Tuzla þehri banliyöleriyle birlikte günümüzde yaklaþýk üçte ikisi müslüman olan 170.000 kiþinin üzerinde bir nüfusu barýndýrmaktadýr. Sahip olduðu camileri ve çeþitli hýristiyan cemaatlerine ait kiliseleriyle beraber þehir nüfusunun çok dinli, çok ýrklý görünümü hâlâ devam etmektedir. Yukarý Tuzla bir geliþme kaydetmedi. 1991’de % 92’si müslüman olan sadece 3237 kiþilik bir nüfusu bulunmaktaydý. Bugünlerde Tuzla’nýn eski þehir merkezi geç XIX. yüzyýl manzarasýný korumuþtur; bazý sokak adlarý da Zlatarska (kuyumcular), Kazandÿijka gibi Osmanlý esnafýný hatýrlatmaktadýr. XVII. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Tuzla’dan iki þair çýkmýþtýr. Bunlar Tuzla müftüsü þair Sâlih Efendi Sabaviye ile Türkçe ve Farsça þiirler yazan Nabiye Tuzlak ve daha önemlisi Bosna edebiyatýnýn en iyi “alhamijado”su ve yazdýðý TürkçeBoþnakça Makbûl-i Ârif (Potur }ahidija) adlý sözlüðüyle tanýnan Muhammed Hevaî Üskûfî’dir (ö. 1651). BÝBLÝYOGRAFYA :

Neþrî, Cihannümâ (Unat), s. 762-763; I. Frano Juki—, “Zemljopis Bosne”, Putopisi i istoriskoetnografski Radovi, Sarajevo 1953, s. 372-373; Bishop, Acta Bosnae potissimum ecclesiastica cum insertis editorum documentorum regestis ab anno 925 ad annum 1752 (ed. E. Fermend-

zin), Zagrabiae 1892, s. 475-480; V. Bajovi—, Tuzla i Okolina, Tuzla 1937; Hamdija Kreševljakovi—, Kapetanije u Bosnii Hercegovini, Sarajevo 1953, s. 204; a.mlf., “Turali Begov vakuf”, Glasnik VIS, IX/1-2 (1941), s. 1-32; a.mlf., “Prilozi povjesti Bosanskih gradova pod turskom upravom”, POF, II (1951), s. 115-184; a.mlf., “Stari Bosanski Gradovi”, Na•e Starine, II, Sarajevo 1953, s. 7-44; M. Vego, Naselja Bosanske Srednjevjekovne Dr´ave, Sarajevo 1957, s. 106-107; A. F. Giljferding, Putovanje po Hercegovini, Bosni i Staroj Srbiji (trc. B. Culi@), Sarajevo 1972, s. 330-335; Adem Handÿi—, Tuzla i Njeva okolina u XVI vijeku, Sarajevo 1975, tür.yer.; a.mlf., “Bosanske Solana u XVI i XVII vijeku”, ‡lanci i Gradja za kulturnu istariju istocne Bosne u Tuzla, III, Tuzla 1959, s. 77-112; a.mlf., “Tuzla”, Enciklopedija Jugoslavije, Zagreb 1971, VIII, 409-410; a.mlf. – M. Hadÿijahi—, “O progonu Hamzevija u Bosni 1573”, POF, XX-XXI (1974), s. 51-70; Mehmed Mujezinovi—, Islamska Epigrafika Bosne i Hercegovine, Sarajevo 1977, II, 147-155; Ayverdi, Avrupa’da Osmanlý Mimârî Eserleri III, s. 472-474; Aiša Djilizarevi—-Simi—, “Vakufnama Turali-Bega, sina pokojnog Isa-hana”, Vakufname iz Bosne i Hercegovine: XV i XVI vijek (ed. Lejla Gazi@ – Ahmed Alici@), Sarajevo 1985, s. 179-185; Dÿemal Cehaji—, Dervi{ki Redovi u Jugoslovenskim Zemljama sa posenvim ovstrom na Basnu i Hercegovinu, Sarajevo 1986, s. 198-200; Smail Bali—, Das unbekannte Bosnien, Wien 1992, s. 214, 258, 263; N. Clayer, Mystiques, état et société: Les Halvetis dans l’aire balkanique de la fin du XV e siècle à nos jours, Leiden 1994, s. 86-89, 173174; Fehim Spaho, “Pobune u Tuzlanskom strezu polovinom XVIII vijeka”, Glasnik Zemaljskog Muzeja Bosne i Hercegovine, XLV, Sarajevo 1933, s. 71-76; M. Baum, “Zupa Soli prilog za poznavanje prošlosti Tuzlanskog kraja”, ‡lanci i Gradja, I (1957), s. 7-37; Šaban Hodÿi—, “Migracije Musulmanskog stanovništva iz Srbije u severistocnu Bosnu i 1788-1862 godine”, a.e., II (1958), s. 120-143; M. Filipovi—, “Propast Franjeva manastire Gradovrha kod Tuzle”, a.e., IV (1960), s. 89-94; Alija A. Sadikovi—, “Hadzi-Badze Kadun Medrese u Tuzli”, Anali GHB, XVII-XVIII (1996), s. 357-368; Omer Naki®evi—, “Gornjo Tuzlanski Protokol”, a.e., XXXI (2010), s. 65-83; Nihat Azamat, “Hamza Bâlî”, DÝA, XV, 503-505.

ÿMachýel Kýel

TÜBBA‘ ( * M ) Eski Yemen krallarýnýn unvaný, Kur’an’da helâk edildiði bildirilen bir kavmin adý.

Tübba‘ adý Kur’ân-ý Kerîm’de iki yerde geçmekte (ed-Duhân 44/37; Kaf 50/14), bu isimle anýlan kavmin günahkârlýklarý ve elçileri yalanlamalarý yüzünden helâk edildiði bildirilmektedir. Firavun Mýsýr, kisrâ Ýran, kayser Bizans ve necâþî Habeþ krallarýnýn unvaný olduðu gibi tübba‘ da (çoðulu tebâbia) Yemen (Himyer) krallarýnýn unvanýydý. Ýslâm kaynaklarýna göre onlara bu adýn verilmesinin sebebi, krallarýn birbirinin yolunu izleyerek krallýk yapmalarý veya kendilerine tâbi olanlarýn çokluðudur (Lisânü’l-£Arab, “tb.” md.; Ýbn Haldûn, II, 50; M. Hüseyin el-Ferah, I, 129-130). Yemenliler’in aslýný oluþturan Kahtânîler, Cürhüm ve Ya‘rub olmak üzere iki kola ayrýlmýþ, Ya‘rub b. Kahtân bölgede ilk devleti tesis etmiþ, Ya‘rub’un soyundan gelen Sebe de bölgede birliði yeniden saðlayýp Sebe Devleti’ni kurmuþtur. Bu devletin kuruluþ tarihinin milâttan önce üç binli yýllara kadar gittiði tahmin edilmektedir. Sebe Devleti mukarribler (m.ö. ?-m.ö. 650) ve melikler (m.ö. 650-m.ö. 115) diye iki döneme ayrýlmýþ, Sebe’nin soyundan gelen Himyer Himyerî Devleti’ni tesis etmiþtir (C. Zeydân, s. 142; M. Hüseyin el-Ferah, I, 34, 47). Güney Arabistan’da milâttan önce 115 yýlýndan milattan sonra 525 yýlýna kadar hüküm süren Himyerî Devleti birincisine krallar, ikincisine tebâbia denilen iki döneme ayrýlmaktadýr. Krallar devri IV. yüzyýlýn baþýna, tebâbia devri 525 yýlýna kadar devam etmiþtir. Bu dönemde kendilerine tübba‘ adý verilen Himyerî krallarý Güneybatý Arabistan’ýn tamamýna hâkim olmuþtur. Ýslâm kaynaklarýnda Yemen krallarýna Sebe, Himyer ve Hadramut’a sahip olmadýkça tübba‘ denilmediði belirtilmektedir; dolayýsýyla tebâbia Yemen’in birliðini saðlayan krallarýn unvanýdýr (Lisânü’l-£Arab, “tb.” md.; M. Hüseyin el-Ferah, I, 129-131). Tebâbia dönemine, tebâbia krallarýnýn sayýsýna ve Kur’an’da bahsedilen tübbaýn yaþadýðý çaða iliþkin Ýslâm kaynaklarýndaki bilgiler çeliþkilidir. Bazý tarihçiler Himyerî Devleti’nin ikinci dönemini tebâbia diye adlandýrýrken (EI 2 [Fr.], X, 618) bazýlarý tübba‘ devrini çok daha gerilere götürmekte, bu sürece Sebe devri dahil edilmekte

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

455


TÜBBA‘

ve tebâbia dönemi milâttan önce XV. yüzyýlda Hâris er-Râiþ ile baþlatýlmaktadýr. Hâris er-Râiþ liderliðinde ülkede birliðin saðlanmasýyla Sebe Devleti’nde tebâbia krallarý ve yetmiþ Yemen tebâbiasý dönemi baþlamýþtýr (M. Hüseyin el-Ferah, I, 127, 129, 133). Buna göre Hâris er-Râiþ ilk tübba‘dýr. Bölge halklarýnýn ona tâbi olmasýyla kendisine tübba‘ denildiði de rivayet edilmektedir (Ýbn Haldûn, II, 51; M. Hüseyin elFerah, I, 130-132). Ýbn Haldûn, tübba‘ diye nitelendirilen ilk kralýn Hâris er-Râiþ olduðunda tarihçilerin ittifak ettiðini nakletmekte (el-£Ýber, II, 51), Ýbn Kesîr de Kur’an’da zikredilen tübba‘ kavminin Sebe halkýndan meydana geldiðini belirtmektedir (Tefsîr, VII, 242). Bu kanaati savunanlara göre tebâbianýn çoðu Sebe Devleti krallarýdýr; fakat Himyer b. Sebe ve Himyer elAsgar (Himyer Zîreydân) b. Sebe el-Asgar soyundan geldikleri için onlara ayrýca Himyer krallarý denilmektedir (M. Hüseyin elFerah, I, 131). Neþvân el-Himyerî, Himyerli tebâbianýn sayýsýnýn yetmiþ olduðunu, hepsinin Râiþ’in soyundan geldiðini ve bütün bölgede hâkimiyet kurduklarýný söylemektedir (Mülûkü ¥imyer, s. 62). Tebâbianýn sayýsýný dokuz, on altý ve yirmi altý olarak verenler de vardýr. Tebâbia dönemini Himyerî Devleti’nin ikinci dönemiyle (IV-VI. asýrlar) baþlatanlara göre tübba‘ unvanlý ilk kral olan Þemmer Yür’iþ, IV. yüzyýlýn baþýnda Katabân ve Hadramut’u bertaraf ederek bölgedeki çatýþmalara son vermiþ, böylece Yemen’in birliðini saðlamýþ, ardýndan da Sebe, Zûreydân, Hadramut ve Yemanet kralý unvanýný almýþtýr. Güney Arabistan’da IV-VI. yüzyýllar siyasî açýdan Himyerî devridir (EI 2 [Fr.], VIII, 683-684; X, 618). Bazý araþtýrmacýlarýn Sebe kitâbelerinden hareketle ortaya koyduklarýna göre sonraki dönem Sebe tebâbiasý içinde ilk defa Þemmer Yür’iþ ülkenin idarî taksimatýna uygun þekilde Sebe, Zûreydân, Hadramut ve Yemanet kralý unvanýný kullanmýþtýr. Þemmer Yür’iþ, bazýlarýnýn iddia ettiði gibi son Himyerî Devleti zamanýnda (IV. yüzyýl) deðil (a.g.e., VIII, 683-684; X, 618) milâttan önce IX. yüzyýlda yaþamýþtýr. Çünkü kitâbelerdeki tarihlendirme milâdî takvime göre olmayýp Sebe takvimine göredir (M. Hüseyin el-Ferah, I, 144-145). Ýlk tübbaa dair bilgiler gibi tebâbianýn en meþhuru olan Ebû Kerib Es‘ad Kâmil’in yaþadýðý dönemle ilgili bilgiler de çeliþkilidir. Kur’an’da zikredilen tübba‘ kavminin Sebe (Ýbn Kesîr, VII, 242), tübbaýn da (edDuhân 44/37) Ebû Kerib Es‘ad olduðu (M. 456

Hüseyin el-Ferah I, 129) ifade edilmekle birlikte onun yaþadýðý döneme dair farklý tarihler verilmektedir. Tebâbia devrini Himyerî Devleti’nin ikinci devriyle baþlatanlara göre IV. yüzyýlýn sonunda Ebû Kerib Es‘ad, Orta Arabistan’a kadar ilerlemiþ ve Þemmer’in kullandýðý unvana, “Necid ve Tihâme Araplarý’nýn da kralý” ilâvesini yapmýþ, bu kralla ilgili çeþitli efsaneler ortaya çýkmýþtýr (EI 2 [Fr.], X, 618). Bazý kaynaklarda Ebû Kerib Es‘ad’ýn milâttan önce 703-669 yýllarý arasýnda Sebe’de krallýk yaptýðý, kitâbelerde adýnýn “Sebe, Zûreydân, Hadramut, Yemanet ve Necid ile Tihâme kralý” diye geçtiði, Kâbe’ye örtü giydirdiði, nebî mi yoksa kral mý olduðunun tartýþýldýðý belirtilmekte, Ýbn Abbas onun nebî, Kâ‘b ise kral olduðunu ileri sürmektedir. Hz. Peygamber’den, “Tübbaa küfretmeyin, zira o müslüman olmuþtur”; “Es‘ad el-Himyerî’ye küfretmeyin, zira o Kâbe’ye ilk örtü giydirendir” meâlinde hadisler nakledilmektedir (Müsned, V, 340; M. Hüseyin elFerah, I, 129, 147; II, 645-658). Rivayete göre Ebû Kerib Es‘ad bir defasýnda Mekke’de altý gün kalmýþ, bu esnada rüyasýnda Kâbe’ye örtü giydirdiðini görmüþ, ertesi gün Kâbe’ye rüyada gördüðü kumaþtan bir örtü giydirmiþ, ikinci gece baþka bir kumaþtan örtü giydirdiðini görünce bu defa o kumaþtan bir örtü yaptýrmýþ, üçüncü gece baþka bir kumaþtan örtü giydirdiðini görünce ayný kumaþtan baþka bir örtü giydirmiþtir. Bu sebeple Kâbe’ye ilk örtü giydiren kimse diye tanýnmýþtýr (Ýbn Hiþâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, I, 19-20; Tecrid Tercemesi, VI, 45). Bazý kaynaklarda Ebû Kerib’in Hz. Peygamber’den 700 yýl önce yaþadýðý ve ona gýyabýnda iman ettiði bildirilmekte (Ýbn Kuteybe, s. 60); bir kýsým rivayetlerde ise onun Zebûr’a inanan bir kiþi olduðu ve orada Hz. Muhammed’in niteliklerini bulduðu nakledilmektedir (M. Hüseyin el-Ferah, II, 647). Medine tarihine dair eserleriyle tanýnan Semhûdî de Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin Medine’deki evinin ilk tübba‘ tarafýndan Hz. Peygamber için yaptýrýldýðýný kaydetmektedir. Bu rivayete göre hicretten 700 yýl önce Yesrib’e gelen ilk tübba‘ ileride burada bir peygamberin çýkacaðý kendisine bildirildiðinde bu evi yaptýrýr ve ona verilmek üzere bir de mektup býrakýr. Mektupta kendisine iman ettiðini bildirmekte ve kýyamette þefaatçi olmasýný istemektedir. Ebû Eyyûb el-Ensârî kendisine intikal eden bu mektubu Resûlullah’a verir. Mektup okununca Resûlullah, “Merhaba ey sâlih kardeþ!” diyerek onu selâmlar (Semhûdî, s. 340-342, 354).

Tebâbia döneminin son hükümdarý Zûnüvâs, Yahudiliði kabul etmiþ ve bölgedeki hýristiyanlarý bu dine girmeye zorlamýþtýr (bk. ASHÂBÜ’l-UHDÛD). Bunun üzerine Habeþ Kralý Kaleb Ela-Esbaha, Bizans Ýmparatoru I. Iustinos ile anlaþýp Zûnüvâs’a savaþ açmýþ ve Himyerî Devleti’ni yýkmýþtýr. Tebâbiadan sonra Yemen’de Habeþler hâkimiyet kurmuþtur (C. Zeydân, s. 141-145). Kur’an’da günahkâr olduklarý ve peygamberleri yalanladýklarý için yok edildikleri bildirilen kavimler Nûh kavmi, Ashâbü’r-res, Semûd kavmi, Âd kavmi, Firavun’un taraftarlarý, Lût’un kardeþleri, Ashâbü’l-Eyke ve tübba‘ halký þeklinde sýralanmaktadýr. Helâk edildiði bildirilen tübba‘ kavminin kimliði söz konusu tübbaýn kim olduðuna ve yaþadýðý döneme baðlýdýr. Burada tübba‘ eðer Sebe halký ise (M. Hüseyin el-Ferrah I, 129) yine Kur’ân-ý Kerîm’de iki yerde Sebe’den bahsedilmekte ve birinde (en-Neml 27/20-44) Sebe melikesinin Hz. Süleyman’ý ziyareti konu edilmekte, diðerinde (Sebe’ 34/15-21) Sebe toplumunun þeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirdiði ve bu yüzden büyük bir sel felâketiyle cezalandýrýldýðý belirtilmektedir. Kur’an’da tübba‘ halkýnýn cezalandýrýlmasýyla ilgili bilgiler Sebe kavminin helâkine dair olabileceði gibi Himyerîler Devleti’nin tebâbia döneminin sonunda Ebrehe’nin Kâbe’yi yýkma teþebbüsünün sonuçsuz býrakýlmasý ve onun Mekke’ye gelen ordusunun helâk edilmesine ait de olabilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Mustafavî, et-Ta¼š¢š, I, 360; Müsned, V, 340; Ýbn Hiþâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, Beyrut, ts., I, 9-30; a.mlf., Kitâbü’t-Tîcân fî Mülûki ¥imyer, Kahire 1996, tür.yer.; Ýbn Kuteybe, el-Ma£ârif (Ukkâþe), s. 60, 626-637; Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), I, 566-567; Mes‘ûdî, Mürûcü’×-×eheb (Abdülhamîd), II, 74-78; Neþvân el-Himyerî, Mülûkü ¥imyer ve £ašyâlü’l-Yemen (nþr. Ali b Ýsmâil el-Müeyyed – Ýsmâil b. Ahmed el-Cerâfî), Kahire 1378, s. 62; Ýbn Kesîr, Tefsîrü’l-Æurßân, VII, 242; Ýbn Haldûn, el-£Ýber, II, 50-51; Tecrid Tercemesi, VI, 45; Semhûdî, Vefâßü’l-vefâ bi-aÅbâri dâri’l-Mu½¹afâ (nþr. Kasým es-Sâmerrâî), Beyrut 1422/2001, s. 340-342, 354; C. Zeydân, el-£Arab šable’l-Ýslâm, Beyrut, ts (Dâru mektebeti’l-hayât), s.141145; Neþet Çaðatay, Ýslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çaðý, Ankara 1982, s. 10-38; P. K. Hitti, TârîÅu’l-£Arab, Beyrut 1986, s. 89-90, 95; Y. M. Abdullah, “Tübba.”, el-Mevsû£atü’l-Yemeniyye, San‘a 1423/2003, I, 625-627; M. Hüseyin el-Ferah, el-Cedîd fî târîÅi devleti ve ¼aŠârati Sebeß ve ¥imyer, San‘a 1425/2004, I, 34, 37, 47, 127, 129133, 144-145, 147; II, 645-658; A. F. L. Beeston, “Hadramawt’”, EI 2 (Fr.), III, 53-55; a.mlf., “Kataban”, a.e., IV, 775-778; a.mlf., “Saba,”, a.e., VIII, 682-685; a.mlf., “Tubba.”, a.e., X, 618; A. Fischer – [A. K. Irvine], “Kahtan”, a.e., IV, 467468.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

ÿÖmer Faruk Harman


TÜCÎBÎ

˜

TÜCÎB (Benî Tücîb) ( 7 2 3. ) Benî Kinde’ye mensup bir Arap kabilesi.

Yemen asýllý Kinde kabilesinin önemli kollarýndan Benî Sekûn’a mensup olan Eþres b. Þebîb b. Sekûn’un Adî ve Sa‘d adlý iki oðlunun soyundan gelir. Ýki kardeþin ahfadý Mezhic kabilesine mensup anneleri Tücîb bint Sevbân b. Süleym’e nisbetle Benî Tücîb diye anýlmýþtýr. Kabile Ýslâm’dan önce Arabistan’ýn güneyinde Hadramut bölgesinde yaþýyordu. Tücîb’den on üç kiþilik bir heyet 9 (630) yýlýnda Medine’ye geldi. Rivayete göre heyet, mallarýnýn zekâtýný yanlarýnda getirerek Hz. Peygamber’e vermiþ, Hz. Peygamber bu mallarý geri götürüp kendi kabilelerindeki fakirlere daðýtmalarýný isteyince getirdiklerinin fakirlerden artan zekât mallarý olduðunu söyleyerek Resûlullah’a býrakmýþtý. Bu olay onlarýn Medine’ye gelmeden Ýslâmiyet’i benimsediklerini göstermektedir. Tücîb heyetinin bu davranýþýndan çok memnun kalan Resûl-i Ekrem, “Hidayet yüce Allah’ýn elindedir; Allah hayrýný dilediði kimsenin kalbini imana açar” diyerek heyet mensuplarý ile bizzat ilgilenip sohbet etti, daha sonra aðýrlanmalarý için Bilâl-i Habeþî’yi görevlendirdi. Medine’de bir süre kalan Benî Tücîb heyeti, Resûlullah’a Kur’an ve Sünnet’le ilgili sorular sordular ve cevaplarýný yazýlý olarak aldýlar. Onlarýn Ýslâm dinine gösterdiði alâka dolayýsýyla Hz. Peygamber, Medine’den ayrýlmak istediklerinde biraz daha kalmalarýný söyledi, vedalaþma sýrasýnda heyettekilerin her birine hediye verip hayýr duada bulundu. Bu sýrada develerin baþýnda býrakýlan genci de huzuruna çaðýrdý ve kendisinden sadece dua dileyen genç için dua edip hediye verilmesini istedi. Tücîbîler, Vedâ haccý sýrasýnda Mina’da Resûl-i Ekrem’le bir defa daha buluþtu. Hz. Peygamber’in vefatýndan sonra ortaya çýkan irtidad hareketlerinin Yemen kabileleri arasýnda yoðun biçimde yayýlmasýna raðmen Benî Tücîb’den hiç kimsenin bu olaylara karýþmadýðý bildirilmektedir. Kaynaklarda Tücîbîler’in irtidad hadiseleri esnasýndaki bu tutumunda, Medine’ye giden heyetin hayvanlarýnýn baþýnda býrakýlan ve Hz. Peygamber’den sadece dua isteyen gencin önemli rol oynadýðýna dikkat çekilmektedir. Tücîbîler, Hz. Ömer zamanýnda özellikle Mýsýr fetihlerinde bulundu. Fetihten sonra Amr b. Âs tarafýndan Fustat þehrinin kurulmasý sýra-

sýnda kabilelere ait mahallelerin belirlenip düzenlenmesi iþinde görevlendirilenler arasýnda Muâviye b. Hudeyc et-Tücîbî de vardý. Mýsýr’daki Tücîbîler’den Kinâne b. Biþr gibi Hz. Osman’ýn öldürülmesine adý karýþanlar da oldu. Benî Tücîb’den bazý kiþiler Emevîler ve Abbâsîler devrinde Mýsýr’da valilik, kadýlýk ve þurta reisliði görevlerine getirildi. Muâviye b. Ebû Süfyân tarafýndan kadý tayin edilen Süleym b. Itr bu görevini uzun süre devam ettirdi. Süleym, Mýsýr’da mahkeme kararlarýnýn sicilini tutan ilk kadý olarak tanýnmaktadýr. Abdülazîz b. Mervân’ýn Mýsýr valiliði sýrasýnda Abdurrahman b. Muâviye et-Tücîbî kadýlýk ve þurta reisliði yaptýðý gibi Ziyâd b. Hanâte et-Tücîbî de sâhibü’þ-þurtalýða tayin edildi. II. Mervân’ýn onayý gelmeden askerler tarafýndan kadýlýða getirilen Abdullah b. Abdurrahman et-Tücîbî, Abbâsîler zamanýnda bu görevini sürdürdü ve 152 (769) yýlýnda Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafýndan Mýsýr valiliðine tayin edildi. Onun ölümü üzerine kardeþi Muhammed b. Abdurrahman valiliðe getirilirken diðer kardeþi Abbas þurta reisliðine tayin edildi. Kuzey Afrika ve Endülüs fetihlerine katýlan Benî Tücîb’in Endülüs’te Mýsýr’da olduðundan daha etkin bir rol oynadýðý görülmektedir. Kabilenin liderlerinden bazýlarý fetihlerden itibaren kumandanlýk, kadýlýk ve valilik görevlerinde bulundular. Mülûkü’t-tavâif döneminde kabilenin iki kolundan Benî Hâþim Sarakusta’da, Benî Sumâdýh Meriye’de emirlik kurdu (bk. TÜCÎBÎLER). Tücîbîler’den pek çok âlim, edip ve þair yetiþmiþtir. Ömer b. Abdülazîz’in Berberîler arasýnda Ýslâm'ý yaymak için görevlendirdiði teblið heyetinde yer alan Ebû Mes‘ûd Sa‘d b. Mes‘ûd et-Tücîbî, Trablusgarp’ta isyan eden Ýbâzî / Hâricî liderlerinden Abdullah b. Mes‘ûd, Kurtuba kadýsý Ýbnü’l-Hâc Muhammed b. Ahmed b. Halef, Endülüs Mâlikî fakihlerinden muhaddis ve edip Ebü'l-Velîd el-Bâcî, Batý Ýslâm dünyasýnda yetiþen ilk müslüman filozof olarak bilinen Ýbn Bâcce et-Tücîbî, daha çok sûfîliðiyle tanýnan tefsir, kelâm ve fýkýh âlimi Harâllî bunlarýn en meþhurlarýdýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbn Sa‘d, e¹-ªabašåt, I, 323; Ýbn Abdülhakem, Fütû¼u Mý½r (Torrey), s. 224-235; Vekî‘, AÅbârü’l-šuŠât, III, 221, 225; Ýbn Ýzârî, el-Beyânü’lmu³rib, III, 167-169; Ebû Bekir el-Mâlikî, Riyâ²ü’n-nüfûs (nþr. Beþîr el-Bekkûþ), Beyrut 1403/ 1983, I, 102-106; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân (Cündî), II, 19; Kindî, el-Vülât ve’l-šuŠât (Guest), s. 10, 34-35, 49, 51, 65, 71, 303-305, 309, 311, 317; Makrîzî, el-ƒý¹a¹, I, 94, 296-297; Ýbn Taðrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, I, 124, 193, 244; Sey-

yide Ýsmâil Kâþif, el-Velîd b. £Abdilmelik (86-94/ 705-715), Kahire 1962, s. 173-174; M. Abdullah Ýnân, Devletü’l-Ýslâm fi’l-Endelüs: Düvelü’¹-¹avâßif, Kahire 1408/1988, s. 164-173, 264-270; E. Lévi-Provençal, “Tucibîler”, ÝA, XII/1, s. 479; H. L. Gottschalk, “Dýwan”, EI 2 (Ýng.), II, 327; P. Guichard, “Tudjýb”, a.e., X, 582-584.

ÿNadir Özkuyumcu

TÜCÎBÎ ( M 2 ‫) א‬ Ebü’l-Kåsým Alemüddîn Kåsým b. Yûsuf b. Muhammed et-Tücîbî es-Sebtî (ö. 730/1329)

˜

Sebteli muhaddis ve seyyah.

670 (1271-72) yýlý civarýnda Sebte’de (Ceuta) doðdu. Aslen Belensiyelidir (Valencia). Ýbn Sâ[hi]bi Rýzkih adýyla meþhur Abdurrahman b. Îsâ el-Vuryaglî’den dinî bilgiler ve Kur’an dersleri aldýktan sonra Ýbn Ebü’rRebî‘ el-Ýþbîlî’den kýrâat-i seb‘a öðrenimini tamamlayýp 686’da (1287) icâzet aldý (Tücîbî, Bernâmec, s. 22). Sonraki sekiz yýl boyunca Sebte’de aralarýnda Ubeydullah b. Abdülazîz Ýbnü’l-Karî, Abdülazîz b. Ýbrâhim el-Cezerî, Ýbnü’l-Murahhal, Ýbrâhim b. Ebû Bekir et-Tilimsânî, Tâhir b. Refî‘ elHüseynî gibi þahsiyetlerin bulunduðu birçok hocadan baþta hadis olmak üzere fýkýh, tasavvuf ve Arap diline dair ilimleri tahsil etti. Diðer þehirlerdeki bazý âlimlerden mükâtebe yoluyla icâzetler aldý. 694 veya 695’te (1295, 1296) Endülüs’e geçip Mâleka’da (Malaga) Ebû Abdullah Ýbn Ayyâþ’tan ve Ýbn Mesâmid adýyla tanýnan Ali b. Yûsuf es-Sanhâcî’den hadis, Meriye’de (Almeria) Ebû Abdullah Ýbn Þuayb el-Kaysî’den tefsir okudu (a.g.e., s. 46-47, 146-147). Ardýndan doðu Ýslâm ülkelerine yönelen Tücîbî iki yýl süren bu seyahati sýrasýnda Bicâye’de (Bougie) Ebû Abdullâh Ýbn Sâlih, Ýbn Rahîme el-Kinânî ve Nâsýrüddin Mansûr el-Miþdâlî; Tunus’ta Ebû Abdullah el-Hallâsî; Ýskenderiye’de Ali b. Ebü’l-Abbas el-Garrâfî; Kahire’de Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî ve Ýbn Dakýkul‘îd; Dýmaþk’ta Takýyyüddin Ýbn Teymiyye, Ahmed b. Hibetullah el-Asâkirî, Yûsuf b. Ebû Nasr Ýbnü’þ-Þukârî, Ýbnü’n-Nehhâs el-Halebî; Mekke’de Radýyyüddin Ýbrâhim b. Muhammed et-Taberî, Abdurrahman b. Muhammed Ýbnü’t-Taberî ve Osman b. Muhammed et-Tevzerî, ayrýca Hicaz seyahatinde yol arkadaþý olan Halef b. Abdülazîz el-Kabtevrî gibi âlimlerden ders aldý ve birçok âlî isnad elde etti (a.g.e., s. 34-35, 64). Hac dönüþü Zehebî ile görüþtü (Zehebî, s. 194-195). Memleketine dön-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

457


TÜCÎBÎ

dükten sonra gezdiði yerler ve tanýþtýðý âlimler hakkýnda tuttuðu notlarý Müstefâdü’r-ri¼le adýyla kitap haline getirdi. Son hocalarýndan olan Ebû Bekir el-Estabûnî’den bir süre daha Sebte’de ilim tahsil etti (Bernâmec, s. 276). Daha sonralarý hadis ve fýkýh dersleri vermeye baþlayarak kýsa zamanda bölgenin önde gelen muhaddisleri arasýnda yer aldý. Öðrencileri içinde Muhammed b. Saîd er-Ruaynî, Muhammed b. Abdülmüheymin el-Hadramî, Ebü’lHaccâc el-Münteþâfirî, Ýbn Hamîs el-Cezîrî, Ebû Abdullah el-Ensârî eþ-Þedîd, Ýbnü’lHâc el-Billifîký gibi þahsiyetler zikredilir. Güvenilir bir muhaddis ve münekkit kabul edilen Tücîbî (Zehebî, s. 194), Mâlik b. Enes’in el-Muva¹¹aßýnýn (Tücîbî, Bernâmec, s. 64; diðer âlî isnadlarý için bk. a.g.e., s. 54-55, 57) ve Buhârî’nin el-Câmi£u’½-½a¼î¼’inin (a.g.e., s. 71) en âlî isnadlarýna sahipti. Kýrâat-i seb‘ayý, özellikle Nâfi‘ kýraatini çok iyi bilirdi. Yazýsý düzgün ve zabtý saðlamdý. Ayný zamanda þair olup sultanlar ve vezirler tarafýndan sevilirdi. Bazý kaynaklarda geçimini marangozlukla temin ettiðine dair bilgiler vardýr (Ýbn Hacer, III, 240). Seyahatlerinden döndükten sonra Sebte’den ayrýlmayan Tücîbî burada vefat etti ve Mînâ Mezarlýðý’na defnedildi. Eserleri. 1. Müstefâdü’r-ri¼le ve’li³tirâb. Aslýnýn üç cilt olduðu belirtilen eserin (a.g.e., a.y.) yalnýzca II. cildinin büyük bir kýsmý günümüze ulaþmýþtýr (bk. bibl.). Abdülhay el-Kettânî’nin Tunus’ta gördüðünü söylediði kýsým (Fihrisü’l-fehâris, I, 191) bu cilde ait yazma nüshadýr (Müstefâdü’r-ri¼le, neþredenin giriþi, s. III). Yayýmlanan cildinde Kahire, Cidde ve Mekke’ye dair bilgilerin yer aldýðý eserin kayýp ciltlerinin birincisinde muhtemelen Tücîbî’nin Sebte’den ayrýlýp Mýsýr’a ulaþtýðý 696 (1296) yýlý baþlarýna kadarki seyahati, üçüncü cildinde ise Kudüs ve Suriye ile ilgili haberler, dönüþ sýrasýnda karþýlaþtýðý olaylar ve kiþiler ele alýnmýþtýr (a.g.e., neþredenin giriþi, s. II-III). Tücîbî eserinde, kendisinden kýsa bir süre önce ayný yerlere seyahat eden hemþehrisi Ýbn Rüþeyd’in Milßü’l-£aybe’sindekine benzer bir yöntem uygulamakla birlikte ondan farklý þekilde sadece hocalarýndan yaptýðý rivayetler ve okuduðu dersler hakkýnda deðil ayný zamanda onlarýn hayatlarýna dair ayrýntýlý bilgi vermektedir. O dönemde okunan kitaplarýn da tanýtýldýðý eserde Tücîbî’nin uðradýðý þehirlerin coðrafyasý, siyasal, ekonomik, sosyal ve ilmî durumuyla mimari yapýlarý gibi konular da ele alýnmaktadýr. Asya-Hint ticaret yolu olarak da kullaný-

458

lan hac yolunun Kus-Ayzâb þehirleri arasýndaki bölümü hakkýnda bu yolun önemi, ticaret erbabýnýn yol boyunca karþýlaþtýðý zorluklar, devletin bu zorluklarý gidermek için gösterdiði gayretler eserde yer alan ayrýntýlardýr. Yol boyunca karþýlaþtýðý Endülüslü seyyahlarýn verdiði birtakým yanlýþ bilgileri zikreden Tücîbî onlarýn araþtýrmadan söylenen her þeye inanmalarýný da eleþtirmiþtir. Eserin Kahire’ye ayrýlan bölümünde þehrin kuruluþu, demografik, topografik ve mimari özellikleri, bayýndýrlýk durumu, eðitim kurumlarý gibi konular iþlenmektedir. Tücîbî, Kahire’de medfun bazý meþhur þahýslarý ve türbelerini kaydettikten sonra burada görüþtüðü âlimleri zikretmektedir. Mekke ile ilgili bölümde ise Kâbe’nin inþasý ve özellikleri, Hacerülesved, Zemzem Kuyusu’nun açýlmasý, Mekke’nin kuruluþu, fazileti, kapýlarý, harem sýnýrlarý, þehrin sosyal yapýsý, ilmî durumu, camileri üzerine bilgi verilmektedir. Müellifin haccýn ifasý sýrasýnda gördüðü bid‘atlarý eleþtirmesi bu seyahatnâmeyi benzerlerinden ayýran bir baþka özellik kabul edilmektedir (DÝA, XIV, 414). 2. Bernâmec. Müellifin büyük oranda Müstefâdü’r-ri¼le’deki bilgileri esas alarak tahminen 702’den (1303) sonra (Bernâmec, neþredenin giriþi, s. V) yazdýðý bu eserde kendi ilmî macerasýný, bilhassa semâ ve kýraat yoluyla okuduðu eserlerin rivayet senedlerini ve hocalarýný kaydetmiþ, münâvele ve icâzet gibi diðer tahammül vasýtalarýyla aldýðý eserlere nâdiren yer vermiþtir (a.g.e., s. 8-9). Ana Ramos Calva, Bernâmec neþredilmeden önce bu eser hakkýnda bazý makaleler yayýmlamýþtýr (bk. bibl.). 3. Erba£ûne ¼adî¦ fî fa²li’l-cihâd. Müellifin Merînî Sultaný Ebû Saîd Osman b. Ya‘kub için derlediði kýrk hadisi içeren bir eser olup et-Ter³¢b fi’l-cihâd adýyla da bilinir (Bül³atü’l-ümniyye, s. 28). Tücîbî ayrýca hocasý Ýbn Abdülmelik’in e׬eyl ve’t-Tekmile’si üzerine bir müstedrek hazýrlamýþ, Abdülmü’min b. Halef edDimyâtî’nin Mu£cemü’þ-þüyûÅ’una bazý ilâvelerde bulunmuþtur. BÝBLÝYOGRAFYA :

Tücîbî, Bernâmec (nþr. Abdülhafîz Mansûr), Libya 1981, s. 8-9, 22, 34-35, 46-47, 54-55, 64, 146-147, 276, ayrýca bk. neþredenin giriþi, s. I-V; a.mlf., Müstefâdü’r-ri¼le ve’l-i³tirâb (nþr. Abdülhafîz Mansûr), Tunus 1395/1975, neþredenin giriþi, s. I-V; Zehebî, el-Mu£cemü’l-muÅta½ bi’l-mu¼addi¦în (nþr. M. Habîb el-Hîle), Tâif 1408/1988, s. 194-195; Safedî, el-Vâfî, XXIV, 173; Bül³atü’lümniyye ve maš½adü’l-lebîb (nþr. Abdülvehhâb b. Mansûr), Rabat 1404/1984, s. 28-29; Ýbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, III, 240-241; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü’l-fehâris, Fas 1346, I, 191; Avâtýf M. Yûsuf Nevvâb, er-Ra¼alâtü’l-Ma³ribiyye

ve’l-Endelüsiyye, Riyad 1417/1996, s. 121-124; Abdullah Murâbýt et-Tergý, Fehârisü £ulemâßi’lMa³rib, Týtvân 1420/1999, s. 228-249; A. R. Calva, “Le Barnâmað d’al-Tuðîbî”, Arabica, XXIV/ 3, Leiden 1977, s. 291-298; a.mlf., “Materiales Para el Estudio de Algunas Obras Poeticas y de Adab Contenidas en el Barnamay de al-Tuyibi”, Awråq, sy. 3, Madrid 1980, s. 32-43; Maribel Fierro, “al-Tujýbý”, EI 2 (Ýng.), X, 584-585; Ahmet Özel, “Hac”, DÝA, XIV, 414; M. Yaþar Kandemir, “Ýbn Rüþeyd”, a.e., XX, 292-294; Zelîha bint Ramazan, “et-Tücîbî”, Ma£lemetü’l-Ma³rib, Rabat 1415/1995, VII, 2293-2294.

ÿS. Kemal Sandýkçý

˜

TÜCÎBÎLER ( M 2 ‫) א‬ Endülüs’te Sarakusta ve Meriye’de hüküm süren iki müslüman hânedaný.

Hz. Peygamber zamanýnda Ýslâmiyet’i kabul eden Benî Tücîb, Mýsýr ve Kuzey Afrika fetihlerinin ardýndan liderleri Abdurrahman b. Abdullah b. Muhâcir’in baþkanlýðýnda Endülüs’ün fethine katýldý, fetihlerden sonra da Aragon’a yerleþti. Abdurrahman’ýn arkasýndan kabile Benî Hâþim ve Benî Sumâdýh þeklinde ikiye ayrýldý. Bu iki kol arasýnda ortaya çýkan anlaþmazlýk neticesinde Benî Sumâdýh, Aragon’dan ayrýlmak zorunda kaldý ve Meriye’ye (Almeria) giderek oraya yerleþti. Her iki kol, Endülüs Emevî Devleti’nin çöküþü üzerine ortaya çýkan mülûkü’t-tavâif döneminde bulunduklarý þehrin yönetimini ele geçirip birer emirlik kurdu. Benî Tücîb fetihlerden bir süre sonra Endülüs’ün önemli kabileleri arasýna girmiþti. Kabile mensuplarýndan bazýlarý adlî, askerî ve idarî görevlere getirildi, bunlarýn sayýsý giderek arttý. Komutanlardan Ebû Yahyâ Muhammed b. Abdurrahman, 276 (889) yýlýnda Ýspanyol kökenli Benî Kasî kabilesinin elindeki Saðrüla‘lâ (Aragon) bölgesinin merkezi olan Sarakusta (Saragossa, Zaragoza) valiliðine tayin edildi. Onun þehri ele geçirip valilik görevine baþlamasýndan itibaren kuzeydeki hýristiyan krallýklarýna komþu serhat þehrinin valiliði Endülüs Emevî Devleti’nin sonuna kadar Tücîbîler’in elinde kaldý. Mülûkü’t-tavâif döneminde Münzir b. Yahyâ el-Mansûr’un baðýmsýzlýðýný ilân etmesiyle müstakil emirliðe dönüþtü. Muhammed b. Abdurrahman’ýn ölümüyle (312/924) yerine burada hüküm süren Benî Hâþim hânedanýna adýný veren oðlu Hâþim b. Muhammed geçti. Hâþim’in ölümünün (318/930) ardýndan valilik görevine getirilen Muhammed b. Hâþim zama-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜFEK

nýnda önemli olaylar meydana geldi. Onun III. Abdurrahman’a itaatten ayrýlýp Leon ve Navarra (Neberre) krallýklarýyla ittifak kurmasý ve Leon Kralý II. Ramiro’nun hâkimiyetini tanýdýðýný açýklamasý üzerine iki taraf arasýnda mücadele baþladý (323/935). III. Abdurrahman 326’da (938) isyaný bastýrmak için harekete geçti. Önce Muhammed’in idaresindeki Kal‘atü Benî Eyyûb’u ele geçirdi, ardýndan Sarakusta’yý kuþatýp isyancý valiyi teslim olmak zorunda býraktý. Ancak hükümdar, Benî Tücîb’in kuzey sýnýrlarýndaki etkinliðini dikkate alarak Muhammed b. Hâþim’i affedip görevinde býraktý. 329’da (940-41) Simancas surlarý önünde cereyan eden ve müslümanlarýn yenilgisiyle sonuçlanan savaþta Leon kralýna esir düþen Muhammed, III. Abdurrahman’ýn yaptýðý barýþ sayesinde kurtuldu (940). Bu sýrada Kurtuba’ya (Cordoba) geldi, kendisini çok iyi karþýlayan halife tarafýndan vezirlik mertebesine yükseltildi ve görevine yeniden baþladý. Hýristiyanlarla savaþta önemli baþarýlar kazanan Muhammed b. Hâþim’in ölümü üzerine (338/ 949) vali tayin edilen oðlu Yahyâ b. Muhammed de hýristiyanlarla mücadelede baþarý gösterdi. Daha sonraki valilerden Abdurrahman b. Mutarrif’in adý, devlet yönetimini fiilen elinde tutan Baþvezir Ýbn Ebû Âmir el-Mansûr’a karþý onun oðlu Abdullah’ýn liderliðinde yürütülen bir isyan hazýrlýðýna karýþtý. Bu sýrada görevden alýnan ve ardýndan idam edilen Abdurrahman’ýn yerine Yahyâ b. Abdurrahman getirildi (379/989). Benî Hâþim (1019-1039). Yahyâ b. Abdurrahman’ýn ardýndan valilik görevini oðlu Münzir üstlendi (400/1010). Münzir bölgede giderek gücünü arttýrdý, valiliðinin onuncu yýlýnda hükümdarlýðýný ilân etti (410/1019). Mülûkü’t-tavâif döneminde Sarakusta’da hüküm süren Benî Hâþim hânedanýnýn ilk hükümdarý kabul edilen Münzir b. Yahyâ el-Mansûr Kastilya, Barselona (Berþelûne), Navarra ve Leon krallýklarýyla dostluk kurdu. Lâride (Lérida), Tutîle (Tudela) gibi egemenliði altýndaki þehirlerde istikrarý saðladý. Baþþehir Sarakusta onun zamanýnda sakin dönemlerinden birini yaþadý, nüfusu arttý ve refah seviyesi yükseldi. Münzir’in 414 (1023) yýlýnda ölümünden sonra tahta oðlu Yahyâ çýktý. Yahyâ el-Muzaffer zamanýnda Barselona kralýyla iliþkiler bozuldu ve sýnýrdaki bazý merkezler iþgal edildi. Onun ölümünün (420/1029) ardýndan tahta çýkan II. Münzir b. Yahyâ Muizzüddevle 430’da (1039) kumandanlarý ve bazý yakýnlarý tarafýndan öldürüldü. Bunun üzerine Sarakusta’da

karýþýklýklar çýktý. Bu esnada Süleyman b. Hûd’un þehri ele geçirmesiyle Sarakusta Tücîbîleri’nin egemenliði sona erdi (Muharrem 431 / Eylül-Ekim 1039) ve Hûdîler’in hâkimiyeti baþladý. Benî Sumâdýh (1042-1091). Endülüs Emevî Devleti hâcibi Ýbn Ebû Âmir el-Mansûr’un kumandanlarýndan olan Muhammed b. Ahmed b. Sumâdýh ayný zamanda Veþka (Huesca) valiliði görevinde bulunmuþtu. Daha sonra Belensiye’de hüküm süren Âmirî Hâcib Abdurrahman b. Ebû Âmir’in oðlu Abdülazîz, 416’da (1025) Muhammed b. Ahmed’in oðlu Ebü’l-Asbað Ma‘n et-Tücîbî’yi Meriye’ye vali tayin etti. Ebü’l-Asbað baðýmsýzlýðýný ilân ederek Benî Sumâdýh kolunu kurdu. Baþarýlý bir hükümdar olan Ma‘n, istikrarý saðlamanýn yanýnda Lûrka (Lorca), Beyyâse (Baeza) ve Ceyyân’ý (Cáen) egemenliði altýna aldý. 1051’de ölümünden sonra henüz on dört yaþýndaki oðlu Ebû Yahyâ Muhammed amcalarýnýn desteðiyle Mu‘tasým-Billâh lakabýyla tahta çýktý. Amcasý Ebû Utbe Ýbn Sumâdýh üç yýl boyunca nâib sýfatýyla yönetim iþlerinde yardýmcý oldu. Bastýrdýðý sikkelerde Vâsik-Billâh ve Reþîd lakaplarýný kullanan Mu‘tasým’ýn kýrk yýl devam eden melikliði komþularýyla mücadele içinde geçti. Gýrnata ve Belensiye ile mücadele eden Mu‘tasým, Gýrnata’yý istilâ etmeye niyetlendi, ancak bunu baþaramadý. Mu‘tasým, oðlu Muizzüddevle ile Endülüs’e geçen Murâbýt Hükümdarý Yûsuf b. Tâþfîn’e kýymetli hediyeler ve ordusuna yardýmcý birlik gönderdi; bu askerler Zellâka (Sagrajos) savaþýna (479/1086) ve Aledo (Lîd) kuþatmasýna katýldý. Mu‘tasým ölümünden (14 Mayýs 1091) bir süre önce oðlu Ahmed Muizzüddevle’ye, Ýþbîliye (Sevilla) Murâbýtlar’ýn eline geçtiði takdirde Meriye’yi onlara býrakýp Hammâdîler’in hâkimiyetindeki Maðrib topraklarýna sýðýnmasýný vasiyet etti. Muizzüddevle’nin onun vasiyetine uyarak üç gemiyle Bicâye’ye gitmesi üzerine Benî Sumâdýh hânedaný sona erdi (Ramazan 484 / Ekim-Kasým 1091). Diðer bir rivayete göre ise Murâbýt birlikleri þehri kuþattýðýnda hayatta olan Mu‘tasým hastalýðýna raðmen Murâbýt kuvvetlerine karþý direnmiþ, ancak içeri girmelerini önleyememiþtir. Þehri Muizzüddevle’nin savunduðu, fakat sonunda Akdeniz’deki Benî Mezgannâ adasýna yerleþmek için þehri terkettiði de söylenmektedir. Benî Sumâdýh devrinde Meriye mimari, ticaret, bilim ve kültür alanlarýnda en parlak dönemini yaþamýþ, Mu‘tasým Meriye’nin imarý için büyük gayret göster-

miþ, þehre temiz su getirmek amacýyla kanallar açtýrmýþ, çeþitli bina ve saraylar yaptýrmýþtýr. Donanma üssü niteliðini sürdürmesinin yanýnda Endülüs’ün en iþlek ticarî limaný olarak zenginleþen þehirde önemli imar faaliyetleri gerçekleþtirilmiþtir. Benî Sumâdýh sarayýnda Ýbnü’l-Haddâd el-Vâdîâþî, Ýbn Ubâde, Ýbn Þüheyd, coðrafyacý Ýbnü’d-Delâî el-Uzrî ve Ebû Ubeyd el-Bekrî gibi âlim, þair ve edipler kalmýþtýr. Diðer taraftan Batý Endülüs’te Batalyevs merkez olmak üzere Saðrülednâ’da hüküm süren Eftasîler’in (10221095), Berberî asýllý olmalarýna raðmen toplum içinde itibarlý bir mevki edinebilmek amacýyla ikinci hükümdar Abdullah b. Muhammed’den itibaren Tücîbîler’e mensup olduklarýný söyledikleri bilinmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbn Sa‘d, e¹-ªabašåt, I, 323; Ýbn Abdülhakem, Fütû¼u Mý½r (Torrey), s. 224-235; Kindî, el-Vülât ve’l-šuŠât (Guest), s. 10, 34-35, 49, 51, 65, 71, 303-305, 309, 311, 317; Ebû Bekir el-Mâlikî, Riyâ²ü’n-nüfûs (nþr. Beþîr el-Bekkûþ), Beyrut 1403/ 1983, I, 102-106; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân (Cündî), II, 19; Ýbn Ýzârî, el-Beyânü’l-mu³rib, III, 167169; Bosworth, Ýslâm Devletleri Tarihi, s. 17-22; D. Wasserstein, The Rise and Fall of the PartyKings: Politics and Society in Islamic Spain 10021086, Princeton 1985, bk. Ýndeks; M. Abdullah Ýnân, Devletü’l-Ýslâm fi’l-Endelüs: Düvelü’¹-¹avâßif, Kahire 1408/1988, s. 164-173, 264-270; Receb Muhammed Abdülhalîm, el-£Alâšåt beyne’l-Endelüsi’l-Ýslâmiyye ve Ýsbânyâ en-Na½râniyye fî £a½ri Benî Ümeyye ve mülûki’¹-¹avâßif, Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-Ýslâmiyye), s. 336-346; E. Lévi-Provençal, “Tucibîler”, ÝA, XII/1, s. 479; P. Guichard, “Tujýb”, EI 2 (Ýng.), X, 582-584; Settâr Ûdî, “Tücîbiyân”, Dâniþnâme-i Cihân-ý Ýslâm, Tahran 1380/2002, VI, 11-14; Câsim el-Ubûdî, “Sarakusta”, DÝA, XXXVI, 113-114.

ÿNadir Özkuyumcu

– ˜

TÜFEK

— ™

Ahþap kundak üzerine yerleþtirilmiþ namludan ve namludaki ateþleme tertibatýyla niþangâhtan meydana gelen ateþli bir el silâhýdýr. Farsça tufeng kelimesi Osmanlý kaynaklarýnda tüfenk, tüfeng, tüfek þeklinde geçer. Kelime bu mânasýný XV. yüzyýlda kazanmýþtýr. Kundaksýz dövme demir namludan ibaret olup aðýzdan doldurulan, taþ veya demir gülle atan, uzaktan tetiksiz bir fitilli ateþleme mekanizmasýyla ateþlenen en eski silâhlarý küçük çaplý top veya aðýr tüfek diye nitelendirmek mümkündür. Bu tür silâhlardan olan ve daha çok kalelerin metrislerinde kullanýlan þakalozlarý XV ve XVI. yüzyýllarda Osmanlýlar küçük top, Macarlar ise aðýr tüfek (puska, pixis) þeklinde nitelendirmiþ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

459


TÜFEK

tir. Macarca’da “kancalý tüfek” mânasýna gelen “szakállas puska”, adýný namlunun altýnda bulunan ve silâhýn güçlü tepmesini önlemek amacýyla duvara veya sipere raptetmek için kullanýlan kancadan almaktadýr. XIV. yüzyýlýn son çeyreðinde ateþli silâhlarla Balkanlar’da tanýþan Osmanlýlar’ýn ne zamandan beri tüfek kullandýklarý kesin þekilde bilinmemektedir. Tüfek kullanýmýyla ilgili verilen en erken tarihleri (1394, 1402, 1421, 1430, 1440, 1442) bazý tarihçiler doðru bulmamakla beraber Osmanlýlar’ýn 1443-1444 Osmanlý-Macar savaþlarý ile II. Kosova Savaþý’nda tüfek kullandýklarý genellikle kabul edilmektedir (Gazavât-ý Sultân Murâd, s. 42, 52, 54, 67-68; Emecen, s. 34). Bu silâhlarýn arkebüz veya þakaloz tarzýnda kundaksýz küçük top yahut aðýr ateþli el silâhlarý olmasý muhtemeldir. XV. yüzyýldan kalma buna benzer silâhlar Macar Askerî Müzesi dahil birçok Avrupa müzesinde mevcuttur. Bu tür fitilli arkebüzler Avrupa’da 1380’lerden beri bilinmekteyse de bunlarýn el silâhý þeklinde kullanýlýþlarý XV. yüzyýlýn sonlarýna rastlar. Tüfekler Osmanlýlar’a muhtemelen ticaret yoluyla yahut Balkanlar’da ve Doðu Akdeniz’de Avrupalýlar’a karþý yaptýklarý akýn ve savaþlarýn sonucunda ulaþmýþtýr. Osmanlýlar’ýn Balkanlar’daki sýnýr kalelerinde XV. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren top ve tüfek kullandýklarý arþiv kaynaklarýndan bilinmektedir. Meselâ 1455’te Üsküp Kalesi’nde on iki topla 125 kurþun top güllesi ve 148 tüfekle 4000 tüfek kurþunu (fýndýk), ayný tarihte Novoberda Kalesi’nde üç büyük top, beþ prangý denilen küçük topla elli beþ tüfek bulunmaktaydý (Emecen, s. 35-36). XV. yüzyýlda bazý Balkan kalelerinin silâh defterlerinde görülen tüfenk kelimesinin fitilli arkebüz için kullanýldýðý düþünülebilirse de bu silâhlarýn yýlankavi ateþleme tertibatý ile mi yoksa fitilli ateþleme tertibatýnýn daha geliþmiþ bir türüyle mi çalýþtýðý konusu açýk deðildir. Yýlankavi tertibat olarak bilinen en eski fitilli mekanizmanýn XV. yüzyýlýn baþlarýnda ortaya çýktýðý söylenmektedir. Bu tertibat, merkezî bir eksenle kabzaya raptedilmiþ “ S ” þeklinde bir metal parçasý olup silâhý ateþlemek için kullanýlmaktaydý. “ S ” þeklindeki tertibatýn üst kýsmý yanan fitili tutuyor, alt kýsmý tetik vazifesini görüyordu. Asker, yýlankavi tertibatýn alt kýsmýný çekince fitili, silâhý ateþleyecek olan fünye barutunun bulunduðu ateþleme tavasýna indirmiþ oluyordu. 460

YENÝÇERÝLERE AÝT AÐIR METRÝS TÜFEKLERÝ Tarih (yüzyýl)

Ateþleme tertibatý

Namlu uzunluðu (cm.)

Çap (mm.)

Envanter nr.

XVI. yüzyýl

fitilli

148

22

XVII. yüzyýl baþlarý

fitilli

128

44

2307

XVI-XVII. yüzyýl

fitilli

139,5

25

9090

XVI-XVII. yüzyýl

fitilli

137,5

20

9089

XVII. yüzyýl sonlarý

fitilli

122

28

8786

XVI. yüzyýl

miquelet tertibatý

147

29

9017

XVII. yüzyýl

miquelet tertibatý

131

26

8896

XVII-XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

122

35 (havan)

8392

XVII-XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

143,5

21,6

5844

XVIII. yüzyýl sonlar

miquelet tertibatý

232

21,9

3043

Kaynaklarda belirtildiðine göre Üsküp, Novoberda, Güvercinlik ve Resava gibi kalelerde top ve tüfekleri kullanan askerlerin çoðu hýristiyan topçu ve tüfekçilerdi. Ancak Novoberda’da on bir hýristiyan tüfekçi yanýnda on yeniçeri tüfekçinin bulunmasý dikkat çekicidir (a.g.e., s. 36). Yeniçeriler II. Murad döneminde ateþli el silâhlarý kullanmýþ, fakat tüfekle teçhiz edilen yeniçerilerin sayýsý ancak XV. yüzyýlýn sonlarýna doðru artmaya baþlamýþtýr. Mohaç seferinden (932/1526) söz eden Lutfi Paþa her ne kadar “otuz bin piyade tüfengendaz”dan bahsederse de (Târih, s. 325) diðer kaynaklara göre sayýlarý 12.000 olan yeniçerilerin yalnýz bir kýsmý tüfek kullanmýþtýr. Kanûnî Sultan Süleyman’ýn 1532 Viyana ve Macaristan seferi hakkýnda ayný senede yazýlmýþ bir Alman kaynaðýnda, 10.000 yeniçeriden yaklaþýk 9000 kadarýnýn ateþli silâhlarla teçhiz edildiði ve 1000 kadarýnýn sadece mýzrak türü silâhlar taþýdýðý Türk esirlerinden alýnan bilgilere dayanýlarak ileri sürülmüþtür. Sayýlarý Fâtih Sultan Mehmed’in son yýllarýnda 10.000’e ulaþan yeniçerileri II. Bayezid’in fitilli tüfeðin daha geliþmiþ ve da-

8825

ha etkili bir çeþidiyle donattýðý bir Venedik raporunda kaydedilmektedir. Ancak söz konusu raporda Osmanlýlar’ýn Avrupa’dan ithal ettikleri yeni tip fitilli tüfeklerin mi yoksa kendileri tarafýndan geliþtirilen yýlankavi mekanizmayla donatýlmýþ el silâhlarýnýn mý kastedildiði anlaþýlamamaktadýr. Venedik kaynaklarý ayrýca III. Murad’ýn bütün yeniçerileri tüfeklerle donattýðýný ifade etmektedir. Bu kaynakta büyük ihtimalle daha da geliþmiþ bir silâh olan fitilli misket tüfeðinden söz edilmektedir. Bunlar ilk defa XVI. yüzyýlýn baþýnda Ýtalya’da aðýr zýrhlý askerlerle savaþýrken daha güçlü silâhlara olan ihtiyacý gören Ýspanyol askerleri tarafýndan kullanýlmýþtýr. Misket / musket tüfekleri arkebüzden daha aðýr ve namlusu daha uzundur; daha aðýr mermileri ayný veya daha yüksek hýzla atabiliyordu. Bu kombinasyon aðýr zýrhlý düþman birliklerinin yarattýðý þoka karþý etkili olmuþtur. Yeniçeriler her ne kadar XVII. yüzyýlýn ilerleyen yýllarýna kadar fitilli tüfekleri kullanmýþlarsa da Osmanlý Devleti’nde XVI. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren çakmaklý tüfekler giderek daha çok sayýda üretilme-

YENÝÇERÝ TÜFEKLERÝ Tarih (yüzyýl)

Ateþleme tertibatý

Namlu uzunluðu (cm.)

Çap (mm.)

Envanter nr.

XVI-XVII. yüzyýl

fitilli

120

16

406

XVI-XVII. yüzyýl

fitilli

150

16

8925

XVI-XVII. yüzyýl

fitilli

133

19

9086

XVII. yüzyýl sonlarý

fitilli

144

11

21.626

XVI. yüzyýl

miquelet tertibatý

132

19

9053

XVII. yüzyýl

miquelet tertibatý

141

19

1371

XVII-XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

154

13

1890

XVII-XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

147

16

10.410

XVII-XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

151

17

1900

XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

123

13

81

XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

115

15

13.607

XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

116

16

8821

XVIII. yüzyýl

miquelet tertibatý

136

13,5

4177

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜMEN

ye baþlanmýþtýr. Bu tüfeklerin ateþlemesi çakmak taþýyla yapýlýyordu. Asker tetiði çekince horoz içindeki çakmak taþýný çakmak demirine çarpar ve bu esnada çýkan ateþi falyaya düþürür, falyadaki ateþ de namludaki barutu ateþlerdi. XVI. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren baþta Ýspanya’da olmak üzere çakmaklý tüfeklerin daha geliþmiþ çeþidi olan ve ateþleme mekanizmasýndan dolayý “patilla / miquelet tüfeði” diye adlandýrýlan silâhlar imal edilmiþtir. Bu silâhlar Osmanlýlar’ýn katkýlarýyla Akdeniz’de ve Balkanlar’da çabuk yaygýnlaþmýþtýr. Ancak ilk çakmaklý tüfekler fitilli tüfekler kadar güvenilir deðildi: Çakmak aþýnýr, ateþleme tavasýna yanlýþ açýdan çarpar veya horozundan düþtüðü için tavadaki barutu ateþleyecek kadar kývýlcým üretemezdi. Dolayýsýyla Osmanlýlar da Avrupalýlar gibi birleþik ateþleme tertibatlarýný kullanmýþtýr; Avrupa’da buna 1688’lerden sonra “vauban mekanizmasý” denilmekteydi. Osmanlýlar’ýn 1094’te (1683) II. Viyana Kuþatmasý’nda kullandýklarý bu tip tüfeklerden bazýlarý hýristiyanlar tarafýndan ele geçirilmiþ ve Dresden Müzesi’nde sergilenmiþtir. Kuþatmalarda ve kale savunmalarýnda Osmanlýlar sekiz köþeli yahut silindirik formlu, kaval namlulu aðýr fitilli tüfek kullanýyordu. Metris tüfeði diye bilinen bu silâhlarýn namlu uzunluðu 130-160 cm., namlu çapý 20-29 mm. olup çok defa humbara atmak için kullanýlan daha geniþ namlu çapýna (35 ve 45 mm.) sahip olanlarý da vardý. Avrupa kaynaklarý, Osmanlý el silâh-

Topkapý Sarayý’nda sergilenen iki tüfeðin süslemeli kabza ve tetik mekanizmalarý

larýnýn Avrupalýlar’daki silâhlardan daha büyük olduðunu iddia ederken muhtemelen Osmanlý kuþatmalarý sýrasýnda gördükleri bu metris tüfeklerini kastediyorlardý. Fakat Avrupa kaynaklarý temel alýnarak yapýlan genellemelere ihtiyatla yaklaþmak gerekir; çünkü bu aðýr tüfeklerin yaný sýra yeniçeriler daha küçük ve hafif tüfekler de kullanýyordu. 1567’de Belgrad Kalesi’ndeki yeniçeriler 12 ve 15 gr. (4-5 dirhem) aðýrlýðýnda kurþun atan tüfeklere sahipti (BA, MD, nr. 7, s. 198, hk. 539). Aralýk 1567 sonlarýnda Ýstanbul’dan Mýsýr’a 12 gr. (dörder dirhem) atar 2500 kabza tüfekle 5 milyon kurþunun gönderilmesi emredilmiþtir (BA, MD, nr. 7, s. 219, hk. 609). Devlet imalâthanelerinde yapýlan ve 1571’de Baðdat’ta kullanýlan tüfekler 15 gr. (5 dirhem) aðýrlýðýnda kurþun atýyordu (BA, MD, nr. 12, s. 488, hk. 934). Kurþun mermilerin aðýrlýðý göz önüne alýndýðýnda bu silâhlarýn yaklaþýk 13 veya 14 mm. bir çapa sahip olduðu ve meydan muharebelerinde kullanýlan yeniçeri tüfeklerinin daha küçük türlerine benzediði söylenebilir. Bu küçük tüfekler genellikle 115-140 cm. uzunluðunda olup 3-4,5 kg. aðýrlýðýnda ve namlularý 11, 13, 14 veya 16 mm. (nâdiren 19 veya 20 mm.) çapýndaydý. Yeniçeri tüfekleri Avrupa’da kullanýlanlara çok benzemekteydi. Avrupa ordularýnda kullanýlan “tipik” fitilli tüfek 120-150 cm. uzunluðunda ve 2,5-4,5 kg. aðýrlýðýnda olup 14-18 mm. çapý vardý. Tipik XVI. yüzyýl arkebüzünün özellikleri de benzerdi: 4,5 kg. aðýrlýðýnda olup 15 mm. veya o civarda bir namlu çapýna sahipti. Osmanlý tüfeklerinin kalitesiyle ilgili olarak kaynaklar çeliþkili bilgiler vermektedir. 1015’te (1606) kaleme alýnan ve ocaðýn çok ayrýntýlý bir tasvirini yapan Kavânîn-i Yeniçeriyân’da mîrî tüfek kârhânelerinde imal edilen tüfeklerin özel silâh imalâtçýlarýnda bulunanlara göre daha düþük kalitede olduðundan þikâyet edilmektedir. Öte yandan Raimondo Montecuccoli, Türk tüfeklerinin metalinin kaliteli, menzillerinin ve tesir kuvvetlerinin hýristiyan tüfeklerinden daha iyi olduðunu iddia etmiþtir. Teknoloji tarihçileri bu iddiayý teyit edip Osmanlý tüfek namlularýnýn Avrupa’dakilere nisbeten daha güçlü ve güvenilir olmasýný, Osmanlý tüfek yapýmcýlarýnýn Þam kýlýçlarýna benzer þekilde spiral halinde dürdükleri yassý çelik levhalar kullanmalarýna baðlamaktadýr. Bu yöntem, barutun yanmasý esnasýnda ortaya çýkan basýnca namlunun yüksek mukavemet göstermesini saðlamaktaydý. XVII ve XVIII. yüzyýllarda tüfekler daha da çeþitlendi.

Osmanlýlar bu yüzyýllarda teknolojik geliþmeyi iyi takip ettiler. Batýda XIX. yüzyýlda geliþtirilen yeni tip mekanizmalý tüfekler (kapsüllü ve iðneli) kýsa süre sonra Osmanlý ordusunda da kullanýlmýþtýr. XIX. yüzyýlýn son çeyreðindeki savaþlar döneminde Amerikan tüfekleriyle teçhiz edilen ordu hasýmlarýna nisbetle daha seri ateþ edebilen tüfeklere sahip olmuþtur. BÝBLÝYOGRAFYA :

Lutfi Paþa, Târih, Ýstanbul 1341, s. 325; Topçular Kâtibi Abdülkadir (Kadrî) Efendi Târihi (haz. Ziya Yýlmazer), Ankara 2003, tür.yer.; Peçuylu Ýbrâhim, Târih, I, 78, 85; Gazavât-ý Sultân Murâd b. Mehemmed Hân (haz. Halil Ýnalcýk – Mevlûd Oðuz), Ankara 1978, tür.yer.; D. Petrovi@, “Fire-arms in the Balkans on the Eve of and After the Ottoman Conquest of the Fourteenth and Fifteenth Centuries”, War: Technology and So-

ciety in the Middle East (ed. V. J. Parry – M. E. Yapp), London 1975, s. 164-194; Tülin Çoruhlu, Osmanlý Tüfek, Tabanca ve Techizatlarý: Askeri Müzeden Örneklerle, Ankara 1993; Aysel Çötelioðlu, Askeri Müze Osmanlý ve Cumhuriyet Dönemi Ateþli Silahlar Kataloðu, Ýstanbul 2000; G. Ágoston, Barut, Top ve Tüfek: Osmanlý Ýmparatorluðu’nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi (trc. Tanju Akad), Ýstanbul 2006, s. 107-125; a.mlf., “Ottoman Artillery and European Military Technology in the Fifteenth and Seventeenth Centuries”, AOH, XLVII/1-2 (1994), s. 19-26; Feridun M. Emecen, Osmanlý Klasik Çaðýnda Savaþ, Ýstanbul 2010, s. 30-45; Halil Ýnalcýk, “Osmanlýlar’da Ateþli Silâhlar”, TTK Belleten, XXI/83 (1957), s. 508-512; Mücteba Ýlgürel, “Osmanlý Ýmparatorluðunda Ateþli Silâhlarýn Yayýlýþý”, TD, sy. 32 (1979), s. 301-318; V. J. Parry, “Barud”, EI 2 (Ýng.), I, 1061.

ÿGabor Agoston

TÜMEN

Ortaçað Türk ve Moðol devletlerinde bir askerî birliði ifade eden, idarî ve malî teþkilâtta da kullanýlan terim.

˜

Türk ve Moðol devletlerinin askerî, idarî ve malî teþkilâtlarýnda çeþitli tanýmlamalar için yaygýn biçimde kullanýlmýþtýr. Kelimenin kökenini bazý araþtýrmacýlar Toharca (tman, tmane, tumane) veya Eski Çince’ye (wán, man, tí-man, *tman) baðlamaya çalýþsa da bu filolojik açýdan pek mümkün görünmez (Doerfer, II, 641-642). Türkçe metinlerde ilk defa VIII. yüzyýlýn ilk yarýsýna ait Tonyukuk ve Kültigin kitâbelerinde “on bin kiþiden oluþan askerî birlik” mânasýnda geçer. VIII. yüzyýlýn ortalarýna ait Þine-Usu kitâbesi ve Göktürk harfleriyle yazýlmýþ bir fal kitabý olan Irk Bitig’de yalnýzca sayý (10.000) anlamýnda kullanýlmýþtýr. Eski Türkler’de askerî sistemin daha Asya Hun Hükümdarý Mao-tun (m.ö. 209-174) devrinden itibaren onlu sistem

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

461


TÜMEN

üzerine kurulduðu ve en büyük askerî birliðin 10.000 askerden oluþtuðu bilinmektedir. Bu durumda tümen kelimesinin askerî mânada kullanýlýþýnýn Asya Hun Devleti’ne kadar uzanmasý ihtimali vardýr (Ögel, I, 211; Kafesoðlu, s. 282, 345). Tümenin karþýlýðý Kâþgarlý Mahmud tarafýndan “çok” (kesîr) þeklinde verilmiþ, örnek olarak, “Tümen türlüg sözledi” (Bir yýðýn söz söyledi) cümlesi zikredilmiþtir (Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, I, 233-234, 402). Kelime Codex Cumanicus ile Mýsýr coðrafyasýnda kaleme alýnan Kýpçak Türkçesi sözlüklerinde de “on bin, binlerce” anlamýnda geçer. Çok eski tarihlerde Moðolca’ya geçtiði anlaþýlan tümen kelimesine 1240’ta yazýlan Moðollar’ýn Gizli Tarihi’nde “tumed” (on bin kiþilik askerî birlik) ve “tumed un noyat” (tümen kumandanlarý) þeklinde rastlanýr. Tümen Moðol coðrafyasýnda zamanla askerî mânasýnýn yanýnda idarîiçtimaî bir mâna da kazanmýþtýr. Büyük Moðol Ýmparatorluðu’nda bütün Moðol milleti ulus-tümenlere taksim edilmiþ ve bu taksimatta tümen týpký ulus gibi birkaç “otok”un dahil olduðu büyük kabile grubunu ifade etmiþtir. Bu dönemde her büyük kabile grubu kendi adýyla anýlan bir tümen meydana getirmiþtir. Bu birlikler sabit deðildi; zaman zaman parçalara ayrýlarak deðiþikliðe uðramýþ, bazan eski tümenler kaybolurken yenileri ortaya çýkmýþtýr (Vladimirtsov, s. 195, 197-198). Tümen kelimesi Büyük Moðol Ýmparatorluðu’ndan doðan Çaðatay, Altýn Orda ve Ýlhanlý devletlerine de geçmiþtir. Özellikle XIII. yüzyýldan itibaren üç farklý anlamda kullanýldýðý görülmektedir. 1. Askerî birlik olarak tümen Ýlhanlý, Çaðatay ve Altýn Orda devletleri teþkilâtýnda “on bin kiþiden oluþan askerî birlik” demektir. Bununla birlikte kelimenin gerçekten 10.000 kiþilik askerî birliðe tekabül edip etmediði tartýþmalýdýr. Ýlhanlý, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinde tümen kumandanlarýna emîr-i tümen denilmiþtir (Reþîdüddin, I, 172; II, 1479; Ebû Bekr-i Tihrânî, II, 428). Ýran coðrafyasýnda tümenin “askerî birlik” anlamýnda kullanýmý her ne kadar Safevîler ve Afþarlar devrinde kesintiye uðramýþ görünse de sistem Kaçarlar zamanýnda 1852 yýlýnda “tümen-bendî” adýyla yeniden düzenlenmiþtir. Bu düzenlemede Ýran ordusu her biri 10.000 askerden oluþan toplam on tümene ayrýlmýþtýr. Bu sistem 1890-1891 yýllarýnda laðvedilinceye kadar devam etmiþtir. 2. Malî-idarî birim olarak tümen Ýlhanlý ve Çaðatay devletlerinde eyaletin alt birimini meydana getiren na462

hiyeler için kullanýlmýþtýr (Cüveynî, II, 255; Müstevfî, s. 53, 55). Bu taksimatta devlete baðlý bütün eyaletlerin deðil sadece bazý eyaletlerin tümenlere ayrýldýðý anlaþýlmaktadýr. Meselâ Ýlhanlý Devleti’nde yaklaþýk kýrk þehrin bulunduðu Irâk-ý Acem ve Azerbaycan eyaletleri toplam dokuzar tümenden oluþmaktaydý (Müstevfî, s. 47, 75). G. le Strange ve G. Vernardsky gibi araþtýrmacýlar tümenin bölgenin çýkardýðý asker sayýsýyla (10.000) ilgili bulunduðunu kabul ederken V. V. Barthold ve B. Spuler gibi araþtýrmacýlar kelimenin bölgede yaþayan 10.000 kiþilik nüfusla iliþkili olmasý gerektiðini düþünmüþtür. Öte yandan bazý sözlüklerde tümenin yüz köyden meydana gelen idarî birim için kullanýldýðý kaydedilmiþtir. Kelimeyle ilgili bütün metinleri gözden geçiren G. Doerfer geç Moðol devrinde bundan artýk sayýsal bir anlam çýkarýlmamasý gerektiði görüþündedir (TMEN, II, 637). Tümen kelimesinin Ýlhanlýlar döneminde Farsça kurallara göre “tümenhâ”, Arapça kurallara göre “tümânât” þeklinde çoðulu yapýlmýþtýr (Cüveynî, II, 255; Vassâf, s. 126, 284). 3. Para birimi olarak tümen Ýlhanlýlar devrinde yaygýndýr. Para hesaplarýnda zaman zaman dirhem, dinar, zer, akçe ve bâliþ için “on bin” anlamýnda kelimenin kullanýldýðý görülür: “On tümen râyiç altýn ki yüz bin dinar eder” (Þems-i Münþî, II, 12). Buradan hareketle kelime Ýlhanlýlar döneminde büyük paralarýn hesabýnda kullanýlmýþtýr. Bu durum, tümenin Ýran coðrafyasýnda muhtemelen Akkoyunlular devrinden itibaren yavaþ yavaþ “para birimi” mânasýný kazanmasýna yol açmýþtýr. Kaynaklarda daha Akkoyunlular döneminden itibaren “tümen-i Tebrîzî” tabirine rastlanýr (Ebû Bekr-i Tihrânî, II, 341, 363, 454). Þah Ýsmâil’in tahta geçmesiyle birlikte Tebriz’de kesilen ilk sikkeye de tümen adý verilmiþtir. Bu yaklaþýk 10.000 gümüþ dinar deðerindeydi. Ýran’da resmen tümen adýný taþýyan sikkeler Feth Ali Þah zamanýnda da (17971834) bastýrýlmýþ, bunu Nâsýrüddin Þah döneminde (1848-1896) bastýrýlan 10 tümenlik para takip etmiþtir. 1929’da para sisteminin yeniden düzenlenmesinin ardýndan 1 tümen 10 riyale, 1 riyal 100 dinara eþdeðer kabul edilmiþtir. Kelime Ýran’da bugün de konuþma dilinde 10 riyale tekabül eden para birimidir. Tümen XIV. yüzyýldan itibaren Anadolu coðrafyasýnda “on bin, pek çok” ve “fýrka” anlamlarýnda yaygýn biçimde geçer. Kelime bugün Türkiye Türkçesi’nde “büyük küme, yýðýn” ve “tugayla kolordu arasýndaki askerî birlik” mâ-

nasýnda kullanýlmaktadýr. Halk aðzýnda ise “yýðýn, küme, sürü; toptan, hepsi birden” anlamlarýný kazandýðý anlaþýlmaktadýr. Tümen kelimesi, XIII. yüzyýldan itibaren Türkler ve Moðollar’la temasta bulunan pek çok milletin diline geçmiþtir. Bu diller arasýnda Farsça, Arapça, Urduca, Ermenice, Gürcüce, Süryânîce, Macarca, Bulgarca ve Rusça’yý saymak mümkündür (Doerfer, II, 641-642). BÝBLÝYOGRAFYA :

Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, I, 233-234, 402; IV, 670; Doerfer, TMEN, II, 632-642; Clauson, Dictionary, s. 507-508; K. Grönbech, Kuman Lehçesi Sözlüðü (trc. Kemal Aytaç), Ankara 1992, s. 202; Recep Toparlý v.dðr., Kýpçak Türkçesi Sözlüðü, Ankara 2003, s. 287; Moðollarýn Gizli Tarihi (trc. Ahmet Temir), Ankara 1986, s. 114, 149, 150, 151; Cüveynî, TârîÅ-i Cihângüþâ, I, 70, 169; II, 255; III, 53, 70; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’t-tevârîÅ (nþr. M. Rûþen – Mustafa Mûsevî), Tahran 1373/1994, tür.yer.; Vassâf, TârîÅ (nþr. M. Ýsfahânî), Tahran 1338, s. 126, 284, 416, 506, 672; Müstevfî, Nüzhetü’l-šulûb (Strange), s. 47, 53, 55, 67, 75; Þems-i Münþî, Destûrü’l-kâtib (nþr. Abdülkerim Alioðlu Alizâde), Moskva 196476, tür.yer.; Ebû Bekr-i Tihrânî, Kitåb-ý Diyårbakriyye (nþr. Necati Lugal – Faruk Sümer), Ankara 1993, II, 341, 356, 363, 427, 428, 454; W. Hinz, “The Value of the Tuman in the Middle Ages”, Yâdnâme-yi Îrânî-yi Minorskî (nþr. Müctebâ Mînovî – Îrec Efþâr), Tahran 1348 hþ., s. 90-95; Mirkamal Nabipour, Die beiden persischen Leitfäden des Falak £Alå-ye Tabr¢z¢ über das staatliche Rechnungswesen im 14. Jahrhundert, Göttingen 1973, s. 18, 138, 141, 143; Bahaeddin Ögel, Büyük Hun Ýmparatorluðu Tarihi, Ankara 1981, I, 211, 217; B. Spuler, Die Mongolen in Iran, Leiden 1985, s. 255, 330, 333, 336; B. Y. Vladimirtsov, Moðollarýn Ýçtimaî Teþkilâtý (trc. Abdülkadir Ýnan), Ankara 1987, s. 157-159, 191-199, 224, 226, 229; J. M. Smith, “Mongol Nomadism and Middle Eastern Geography: Qýshlaqs and Tümens”, The Mongol Empire and its Legacy (ed. R. Amitai-Preiss – D. O. Morgan), Leiden-Boston 2000, s. 39-56; Ýbrahim Kafesoðlu, Türk Millî Kültürü, Ýstanbul 2002, s. 282, 345; Osman G. Özgüdenli, Moðol Ýranýnda Gelenek ve Deðiþim: Gâzân Han ve Reformlarý (1295-1304), Ýstanbul 2009, tür.yer.; W. Barthold, “Tümen”, ÝA, XII/2, s. 139-140; R. Amitai, “Tuman”, EI 2 (Ýng.), X, 619; R. E. Darley-Doran, “Tuman”, a.e., X, 619621; Nâdiâ Bergnîsî, “Tûmân”, Dâniþnâme-yi Cihân-ý Ýslâm, Tahran 1383/2004, VIII, 622-625; Ali Ekber Diyânet, “Tuman”, DMBÝ, XVI, 404-406.

ÿOsman Gazi Özgüdenli

— TÜMER, Günay (1938-1995)

˜

Dinler tarihçisi.

23 Haziran 1938’de Ankara’da doðdu. Aslen Kastamonulu olan babasý aðýr ceza hâkimi Ahmet Cemal, annesi Hikmet Haným’dýr. Ýlk ve orta öðrenimini Kastamo-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜMER, Günay

nu’da tamamladý (1955). Ankara Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi’nden 1961’de mezun oldu. Mezuniyet tezi Kur’ân-ý Kerim’de Nüzûl Sebeplerinin Mahiyet, Husûsiyet ve Kaideleri adýný taþýmaktaydý. Günay Tümer sýrasýyla Akçadað Öðretmen Okulu (1961-1962), Kastamonu Kýz Ýlköðretmen Okulu (1962-1963), Adana Ýmam-Hatip Okulu (1965-1966), Ankara Etlik Ortaokulu (1966-1967) ve Ankara Ýmam-Hatip Okulu’nda (1967-1969) öðretmenlik ve idarecilik yaptý. Askerliðini yedek subay olarak Hakkâri’de tamamladý (1965). 1969 yýlýnda Ankara Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi’nde tefsir dalýnda çalýþmayý arzu etmesine raðmen söz konusu alanda kadro açýlmadýðý için Dinler Tarihi Kürsüsü’ne asistan tayin edildi. Hikmet Tanyu yönetiminde çalýþmalarýna baþladý. 1974’te tamamladýðý Bîrûnî’nin Ýslâmiyet ve Diðer Dinler Hakkýnda Düþünceleri baþlýklý teziyle Türkiye’de karþýlaþtýrmalý dinler tarihi alanýnda ilk ilmî çalýþmayý yapan akademisyen oldu. 1979’da Hýristiyan ve Ýslâm Dinlerinde Meryem baþlýklý teziyle doçent unvanýný aldý. Doçentlik tezi için bir süre Ýngiltere’ye giderek British Library’de araþtýrmalar yaptý. Yehova Þahitleri konulu takdim çalýþmasýyla 1985’te profesörlüðe yükseltildi ve 1986 yýlýnda Uludað Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi öðretim üyeliðine tayin edildi. Burada Dinler Tarihi Ana Bilim Dalý ile Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü baþkanlýklarýný yürüttü; yönetim kurulu üyeliði ve dekan yardýmcýlýðý yaptý; üniversite senatörlüðü görevlerinde bulundu. Türkiye Diyanet Vakfý Ýslâm Ansiklopedisi’nin hazýrlýk çalýþmalarýna katýldý (1988) ve bu katkýsýný hayatýnýn sonuna kadar sürdürdü. Günay Tümer 22 Aðustos 1995 tarihinde Kastamonu-Araç yolunda geçirdiði trafik kazasý sonucu öldü ve Bursa’da Emirsultan Mezarlýðý’na defnedildi. Öðrencileriyle ilgilenen hoþgörülü bir hoca, ciddi ve titiz bir ilim adamý olarak tanýnan Tümer’i derinden etkileyen üç örnek þahsiyet söz konusudur. Ýlki araþtýrma yöntemine ve baþarýlý karþýlaþtýrmalarýna hayran olduðu Bîrûnî, ikincisi kendisinden özel dersler aldýðý ve mânevî rehberliðini önemsediði Kastamonulu Mehmet Feyzi Efendi (Þallýoðlu), üçüncüsü ise akademik araþtýrmalarýna yön veren Hikmet Tanyu’dur. Günay Tümer’in ilmî çalýþmalarýnda baþta Bîrûnî, Yehova Þahitleri ve Hz. Meryem olmak üzere din, dinin anlatýmý, dinlerin öðretimi, din-toplum ve din-devlet iliþkisi, dinlerde dünya-âhiret dengesi, misyonerlik ve dinler tarihi meseleleri ele aldýðý baþlýca konulardýr. Me-

todolojik açýdan deðerlendirildiðinde özellikle akademik eserlerinde tarihsel, fenomenolojik ve karþýlaþtýrmalý inceleme yöntemlerini bir arada baþarýyla uyguladýðý söylenebilir. Eserleri. 1. Bîrûnî’ye Göre Dinler ve Ýslâm Dini (Ankara 1975, 1986, 1992). Doktora tezi olup ikinci bölümünün geniþ bir özeti makale halinde ayrýca yayýmlanmýþtýr (Beyrûnî’ye Armaðan, Ankara 1974, s. 209-231). Üç bölümden oluþan kitapta Bîrûnî’nin hayatý ve eserleri, ilmî ve dinî kiþiliði, tarih anlayýþý ve metodu ele alýnmýþ, belli fenomenler ekseninde dinlerle ilgili karþýlaþtýrmalarýna yer verilmiþ, Hinduizm baþta olmak üzere çeþitli dinlere dair bilgiler bir araya getirilmiþtir. 2. Lise ve Dengi Okullar Ýçin Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi: 1. Sýnýf (Rami Ayas ile birlikte, Ankara 1982). 3. Ýmam-Hatip Liseleri Ýçin Dinler Tarihi: 12. Sýnýf (Abdurrahman Küçük ile birlikte, Ankara 1985, 1990). 4. Yeni Dokümanlar Iþýðýnda Yehova Þahitleri (Ankara 1987). Hikmet Tanyu’nun kitabýndan (Yehova Þahitleri, Ankara 1973) sonra, bu konuda benzer neticeye varýlmýþ ikinci akademik çalýþmadýr. Tanyu’nun kullandýðý Almanca kaynaklara karþýlýk Günay Tümer, Ýngilizce kaynaklara dayalý daha sistematik bir çalýþma ortaya koymuþtur. Yayýmlanmýþ iki makale ile (“Yehova Þahitlerinin Mahiyeti ve Ülkemizde Mer’î Hukuk Karþýsýndaki Durumu”, AÜÝFD, XXVI [1983], s. 491-548; “Yehova Þahitleri Hareketi ve Bir Din Olup Olmadýðý”, AÜÝFD,

XXVII [1985], s. 221-263) yeni bir çalýþmanýn birlikte düzenlenmesinden oluþan, “hasmâne bir gayeye deðil ilmî araþtýrma sâikine” dayandýðý belirtilen bu kitapta Yehova Þahitleri’nin mahiyeti, bu hareketin bir din olup olmadýðý ve devletin temel nizamlarý karþýsýndaki durumu geniþçe ele

Günay Tümer

alýnmýþtýr. 5. Dinler Tarihi (Abdurrahman Küçük ile birlikte, Ankara 1988, 1993, 1997, 2002). Yazýldýðý dönem açýsýndan en kapsamlý dinler tarihi kitabýdýr ve ilkel kabile dinleri, millî dinler, evrensel (ilâhî) dinler þeklinde bir sýnýflandýrma ile yaþayan dinleri konu almaktadýr. Kitapta genel olarak nitelendirici (descriptif) yöntem uygulanmakla birlikte deðerlendirme ve karþýlaþtýrmalara da yer verilmiþtir. 6. Hýristiyanlýkta ve Ýslâm’da Hz. Meryem (Ankara 1996). Belli bir dinî fenomenin iki din açýsýndan karþýlaþtýrmalý olarak incelenmesi bakýmýndan çýðýr açýcý bir örnek sayýlabilir. Kitabýn metodoloji ve kaynak bilgisini de içeren giriþ bölümünde dinler tarihi çerçevesinde Îsâ ve Meryem ile Meryem kültünün tarihçesi verilmiþtir. Her iki dinin Meryem’e bakýþý ayrý bölümlerde ele alýndýktan sonra benzer ve farklý noktalar son bölümde ortaya konulmuþtur. Günay Tümer’in makaleleri arasýnda “Çeþitli Yönleriyle Din” (AÜÝFD, XXVIII [1986], s. 213-267) adlý makalesi ilk sýrayý alacak kadar önemlidir. Bu çalýþma müellifin daha sonra din ve din bilimlerine dair yazdýklarýnýn esasýný teþkil etmiþtir. Tümer’in diðer belli baþlý makale ve bildirileri þunlardýr: “Bîrûnî’nin Türkoloji ile Ýlgili Olarak Verdiði Bilgiler” (a.g.e., XXII [1978], s. 361365); “Batý’da Din Bilimleri Kavramý ve Dinler Tarihi Çalýþmalarýnda Metodoloji” (Günümüz Din Bilimleri Araþtýrmalarý ve Problemleri Sempozyumu, Samsun 1989, s. 139-

149); “Günümüzdeki Dinlerde Dünya-Âhiret Dengesi” (Dünden Bugüne Ýslâm Dünyasýnda Zihniyet Deðiþiklikleri ve Çaðdaþlaþma Problemleri Sempozyumu, Bursa

1990, s. 13-35); “Günümüzde Doðu Hýristiyanlýðý” (Asrýmýzda Hýristiyan-Müslüman Münasebetleri, Ýstanbul 1993, s. 123-134); “Bizans’ta Din-Devlet Ýliþkisi” (Din-Devlet Ýliþkileri Sempozyumu: Bildiriler, Ýstanbul 1996, s. 53-55); “Vaaz’da Takip Edilecek Metod I-III” (Diyanet Dergisi, XVII [1978], sy. 1, s. 5-23; sy. 2, s. 110-127; sy. 3, s. 334344). Onun Türkiye’de dinler tarihi alanýnýn ilk kaynak metinleri arasýnda yer alan çeviri makaleleri ise Joseph L. Hromádka’dan “Doðu Ortodoksluðu” (AÜÝFD, XVII [1969], s.239-258), William P. Alston’dan “Din” (AÜÝFD, XVIII [1970], s. 163-176), Lewis Hodous’dan “Konfuçyüs Dini” (AÜÝFD, XXI [1976], s. 391-410) ve Ninian Smart’tan “Tarih öncesine Ait Dinlerle Ýlkel Dinler” (AÜÝFD, XXV [1981], s. 297-323) þeklinde sýralanabilir. Tümer’in ilk kitap tanýtma yazýsý Ahmed Þelebî’nin “Mukârenetu’l-Edyân”ý üzerinedir (AÜÝFD, XVIII [1970], s. 203-221). Ayrýca “Beyrûnî’ye Ar-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

463


TÜMER, Günay

maðan” (AÜÝFD, XXI [1976], s. 429-439) ve “Bir Türkçe Kasas-ý Enbiyâ” (AÜÝFD, XXII, [1978], s. 397-404) adlý yazýlarý da bu konudaki çalýþmalarý için örnek olarak zikredilebilir. Günay Tümer’in ilmî çabasýnýn dikkate deðer bir yönünü ansiklopedi maddeleri oluþturmaktadýr. Türk Ansiklopedisi, Þâmil Ýslâm Ansiklopedisi ve Türkiye Diyanet Vakfý Ýslâm Ansiklopedisi’ne çeþitli maddeler yazmýþtýr. Bunlar arasýnda Türkiye Diyanet Vakfý Ýslâm Ansiklopedisi’nde çýkan “Bîrûnî, Din (Genel Olarak Din ve Din Bilimleri), Brahmanizm” ve “Budizm” önemlidir. Tümer’in Yehova Þahitliði’ne dair bilirkiþi raporlarý, yayýmlanmamýþ çeviri ve bildirileri, konferanslarý, radyo-televizyon konuþmalarý da vardýr. The Great Religions of the Modern World (ed. Edward J. Jurji, Princeton 1967) adlý eserin çevirisini tamamladýðý halde bu tercüme henüz neþredilmemiþtir. Günay Tümer, Amerikalý bir Protestan misyonerince hazýrlanan yüksek lisans tezi projesinde yazmýþ olduðu Dinler Tarihi adlý kitabý (Ankara 1988) açýsýndan inceleme konusu yapýlmýþ, Kenneth Frank, bu çalýþmasýnda Tümer’in John Hick’in üçlü modelini kullanarak kapsayýcý tutumu temsil ettiði iddiasýnda bulunmuþtur (Kenneth Frank, “Kapsamlýlýk ve Sýnýrlayýcýlýk: Bazý Türk Ýlahiyatçýlarýnýn Ýslâm Dýþý Gelenekler Mensuplarýna Bakýþý”, DÜÝF, Ýz-

mir-Claremont 1993, s. 9-19). Ahmet Özgül’ün daha çok röportajlara dayanan mezuniyet tezi (1996, “Prof. Dr. Günay Tümer: Hayatý-Þahsiyeti-Eserleri”, UÜ Ýlâhiyat Fakültesi), yüksek lisans düzeyinde olgunlaþtýrýlma aþamasýnda iken çeþitli sebeplerle tamamlanamamýþtýr. Ölümünden bir yýl sonra kendisi için Ankara’da düzenlenen anma toplantýsý ve sempozyumda yapýlan konuþmalar ve sunulan bildiriler yayýmlanmýþtýr (Ankara 1998). Muhittin Ertaþ, Günay Tümer’in Dinler Tarihi Bilimindeki Yeri baþlýklý bir yüksek lisans tezi hazýrlamýþtýr (2001, Fýrat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). BÝBLÝYOGRAFYA : Abdurrahman Küçük, “Prof. Dr. Günay Tümer: Eserleri ve Türkiye Dinler Tarihine Katkýlarý”, Dinler Tarihi Araþtýrmalarý-I, Ankara 1998, s. 109120; a.e., s. 75-105 (çeþitli kiþilerin kýsa konuþmalarý); Süleyman Sayar, “Prof. Dr. Günay Tümer’in Dinler Tarihçiliði”, Dinler Tarihi Araþtýrmalarý-VII, Ankara 2010, s. 541-557; a.mlf., “Türkçe Literatürde Yehova Þahitleri”, UÜ Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, Bursa 1992, s. 291292; a.mlf., “Prof. Dr. Günay Tümer’in Hayatý ve Çalýþmalarý”, a.e., VII/7 (1998), s. 391-398; a.mlf., “Prof. Dr. Günay Tümer’e Göre Hýristiyanlýkta ve Ýslâmda Hz. Meryem”, a.e., VII/7 (1998), s. 399-408.

ÿSüleyman Sayar

464

TÜPBEBEK

Erkeðin spermi ile kadýnýn yumurtasýný uygun dýþ ortamda döllendirdikten sonra oluþan embriyoyu kadýnýn rahmine yerleþtirme yöntemi

˜ – ˜ – ˜

(bk. ÝLK…H).

TÜR (bk. NEVÝ).

TÜRBE ( ?.! ‫) א‬

™ — ™ — ™

Ýslâm coðrafyasýnda tanýnmýþ þahsiyetlerin mezar anýtlarý türbeden baþka “kümbet, makam, meþhed, buk‘a, darîh, kubbe, ravza” gibi adlarla da anýlmýþtýr. Bu adlandýrmalar genellikle yapýnýn ait olduðu kiþinin makam ve mevkii, mensup olduðu sosyal, dinî ve siyasî zümre, ayrýca yapýnýn mimari özelliðini yansýtmakla birlikte birbirinin yerine de kullanýlmýþtýr. En makbul mezarý “en çabuk kaybolan” diye tanýmlayan Ýslâmiyet’te zengin bir mezar mimarisinin geliþmesi þüphesiz çok þaþýrtýcýdýr. Ýlk 250 yýllýk süreçte Kubbetü’s-Suleybiyye gibi atipik bir yapýnýn varlýðýna raðmen mezar mimarisi Ýslâm’ýn öngördüðü þekilde geliþmiþti. Abbâsî halifelerinden Müntasýr-Billâh için Rum asýllý annesi tarafýndan Sâmerrâ’da inþa ettirilen, sekizgen planlý bir dehlizle kuþatýlmýþ kubbeli kare bir mekândan oluþan Kubbetü’sSuleybiyye, sadece Abbâsî mimarlýðýnýn deðil Ýslâm mimarlýðýnýn da ilk mezar yapýsý olarak önem arzetmekle birlikte tipolojik etkisi bulunmayan bir yapý durumundadýr. Abbâsî devrinde Buhara’da Sâmânîler’den Ýsmâil b. Ahmed için yaptýrýlan kare planlý türbe kubbe ile örtülü olup dört cephesi birbirinin benzeri biçimde ele alýnmýþtýr. Karahanlýlar’a mal edilen ve tromplu kubbeyle örtülü kare mekâný ile sade, fakat etkileyici bir mimari tasarýma sahip olan 367 (977-78) tarihli Arap Ata Türbesinde farklý biçimde giriþ cephesi yükseltilerek vurgulanmýþtýr. Bölgesel þartlarýn belirleyiciliði sebebiyle mezar yapýlarýnda tuðla malzemeyi öne çýkaran Karahanlýlar’ýn bunun saðladýðý imkânlarý nasýl zengin bir süsleme sanatýna dönüþtürdüklerini bu türbede görmek mümkündür. Nitekim buradaki cephe tasarýmý, Büyük Selçuklu Sultaný Alparslan’ýn kýzý Ayþe Bîbî

için Talas’ta (Taraz) inþa edilen türbe ile Özkent’teki Celâleddin Hüseyin ve Muhammed b. Nasr türbelerinde görülen süslemelere öncülük etmiþtir. XII. yüzyýlda konstrüksiyonda yoðunlaþan mimari denemelere giriþen Karahanlýlar, Tirmiz’deki Sultan Hüseyin Türbesi’nde kemerli saðýr niþlerle teþkilâtlandýrdýklarý iç mekâna yeni bir boyut kazandýrýrken Þeyh Fâzýl Türbesi’nde kare planlý gövde üzerinde yükselen kademeli kasnaða oturttuklarý sivri kubbe ile sonraki yapýlarý derinden etkileyecek olan dýþ kütle biçimleniþinin ilk nüvelerini ortaya koymuþlardýr. Öte yandan ayný dönemde hüküm süren Gazneliler, Arslan Câzib Türbesi gibi iddialý bir yapýyý inþa etmelerine raðmen mezar mimarisinde Karahanlýlar’ýn gösterdiði geliþime ulaþamamýþlardýr. Daha büyük uygulanan plan þemalarý ve zenginleþen süsleme özellikleri dýþýnda baþlarda önemli bir geliþme gösteremeyen Selçuklular, Serahs’ta XI. yüzyýla ait Ebü’l-Fazl Türbesi ile Astanababa’da Alemberdâr Türbesi’nde giriþleri bir eyvan þeklindeki hazýrlýk mekânlarýnýn içine alarak önemli bir yenilik getirmiþlerdir. Çift kubbe kullanýmý ile bu küçük ölçekli yapýlara âbidevî bir görünüm kazandýrmaya çalýþan Selçuklular’ýn uygulamalarýnda dikkati çeken bir baþka özellik ise diðer cephelere de portalden aþaðý kalmayacak derecede önem verilmiþ olmasýdýr. Her iki özelliði en açýk biçimde yansýtan Merv’deki Sultan Sencer Türbesi (1157) Büyük Selçuklu mimarisinin þüphesiz en dikkate deðer mezar yapýsýdýr. Âbidevî gövdesini taçlandýran çift kubbeli tasarýmý ile etkileyici bir mimarlýk çalýþmasý ortaya koyan yapýnýn günümüze intikal etmeyen dýþ kubbesinde kullanýldýðý bilinen fîrûze renkli sýrlý tuðlalarla çininin mezar mimarisindeki yerini de belirlediði söylenebilir. Ýç mekânda bir diðer önemli süsleme unsuru olan alçýnýn kullanýmý ise henüz küçük ölçeklerdedir (bk. SULTAN SENCER TÜRBESÝ). Büyük Selçuklular’ýn yýkýlýþýndan sonra onlarýn hüküm sürdüðü topraklara egemen olan devletler arasýnda mezar anýtlarý açýsýndan en verimli olaný hiç þüphesiz Anadolu Selçuklularý’dýr. Bölgenin doðal taþ kaynaklarýnýn zenginliði ve bunu iþleyecek yerli ustalarýn üstün becerisiyle bilhassa süslemede yeni bir senteze ulaþan Anadolu Selçuklularý, türbelerden ziyade daha fazla sayýda ele aldýklarý kümbet tarzý mezar yapýlarýnda bu yenilikleri fazlasýyla kullanmýþlardýr. Anadolu Selçuklularý’ndan günümüze ulaþan en eski türbe, Ýzzeddin Keykâvus’un Sivas’ta yaptýrdýðý medresenin bir

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRBE

görünüm kazanmýþtýr. Silindir, sekiz kenarlý poligonal ve kare planýn öne çýktýðý bu dönemde Osmanlýlar’a ait Þehzade Mustafa Türbesi’nde olduðu gibi altýgen planlý örneklerle de karþýlaþýlmaktadýr. Ancak devrin en önemli yeniliði baldaken tarzý adý verilen, kenarlarý açýk türbe modelinin ortaya çýkýþýdýr. Karamanoðullarý’nýn Karaman’daki Karabaþ Velî Türbesi’nde olduðu gibi sekizgen ve Osmanlýlar’a ait Ýznik’teki Sarý Saltuk ve Ankara’daki Arap Baba türbelerinde kare planlý örnekleri bulunan açýk türbeler sonraki dönemlerde sýk sýk kullanýlmýþtýr.

Amasya’da Torumtay’ýn türbesi

hücresinde oluþturulmasýyla türbe-medrese iliþkisinin ilk örneklerinden birini sunan Ýzzeddin Keykâvus Türbesi’dir. Bu sebeple mimari açýdan bir yenilik getirmeyen yapý, Büyük Selçuklu geleneðini devam ettiren çini süslemelerle zenginleþtirilmiþ cephe tasarýmý ile önemlidir. Öte yandan Selçuklu imar faaliyetlerinde mühim bir yere sahip olan vezirlerin türbe mimarisine sultanlardan daha fazla katký yaptýklarý görülmektedir. Selçuklu vezirlerinden Sâhib Ata’nýn 682 (1283) yýlýnda Konya’da inþa ettirdiði külliyenin içinde bulunan türbesi, tasarým özelliklerinden ziyade kubbeli mekânýný kaplayan olaðan üstü çini süslemeleriyle dikkati çeker. Torumtay için 677’de (1278) Amasya’da yaptýrýlan türbe ise tonozla örtülü dikdörtgen planý ve örtü sistemini destekleyen aðýrlýk kuleleriyle farklý arayýþlara iþaret etmektedir. Bununla birlikte Anadolu Selçuklularý’nýn mezar mimarisine kattýklarý en önemli tür, XIII. yüzyýlýn baþlarýna tarihlenen Seyitgazi’deki Ümmühan Hatun Türbesi ile ortaya çýkan eyvan tipi türbelerdir. Daha ziyade Konya ve Afyon çevresinde uygulanan bu þemanýn anýtsal bir örneði olan Konya’daki Gömeç Hatun Türbesi taþtan bir mumyalýk üzerine yükselen tuðla yapýsý ile önem taþýr. Anadolu Selçuklularý’nýn tarih sahnesinden çekilmesiyle baðýmsýz hareket etmeye baþlayan beyliklerin parçalý bir görünüme büründürdüðü Anadolu’da mezar mimarisi de buna baðlý olarak çok renkli bir

Selçuklu sonrasý Anadolu’da Ýlhanlý hâkimiyeti sýrasýnda yapýlan Nûreddin b. Sentimur Türbesi (713/1313-14) kesme taþtan kare alt yapý üzerinde tuðladan kýrýk piramidal bir külâhla örtülüdür. Eretna Beyliði’nin kýsa süren siyasî hayatý içinde ilgi çekici bir yapý Kýrþehir’deki 733 (1332-33) tarihli Âþýk Paþa Türbesi’dir. Tamamen mermerden inþa edilen türbenin kubbeli kare mekânýnýn yan kýsmýna alýnmýþ giriþ holünün dar kanadýnda bulunan portali ile, tâli unsurlar ve süsleme detaylarý ile âdeta Osmanlýlar’da karakteristik hale gelecek olan üslûbun habercisidir. Nitekim bu üslûp, Yýldýrým Bayezid’in Bursa’daki külliyesinde yer alan türbesinde kare planlý mekânýn önüne yerleþtirilen üç bölümlü revak tasarýmý ile olgun biçimine kavuþmuþtur. Ayný yýllar, Orta Asya’da kuvvetli bir imparatorluk kurup kýsa zamanda kazandý-

Timurlu türbelerinden Gûr-ý Emîr – Semerkant / Özbekistan

Baldaken tarzý türbelerden Ýznik’teki Sarý Saltuk Türbesi – Bursa

ðý zaferlerin ardýndan çeþitli inþa faaliyetleri gerçekleþtiren Timur’un, çevresine topladýðý deðiþik milletlerden sanatkârlarla milletlerarasý bir üslûbun temellerini attýðý dönemdir. Plan ve konstrüksiyonda daha ziyade eski gelenekleri devam ettirmekle beraber Timurlular asýl önemli yenilikleri süslemede göstermiþler, Anadolu Selçuklu mimarisinde ortaya konan þemalarý deðiþik kaynaklarýn beslediði zengin bir repertuvarla kendini gösteren çini süslemelerle deðerlendirmiþlerdir. Özellikle Semerkant’ta yer alan Þâh-ý Zinde mezar topluluðundaki örneklerle kendini gösteren Timurlu mezar mimarisi þüphesiz bir þaheser olan Gûr-ý Emîr ile zirveye çýkar. Ýçte kare, dýþta sekizgen planlý gövde üzerinde yükselen kasnaða oturan dilimli kubbesiyle Timurlu mimarisinin karakteristik özelliklerini sergileyen yapýnýn bütün yüzeylerini kaplayan çini ve sýrlý tuðla süslemeler mimariye göre þekillenen süsleme anlayýþýnýn anýtsal örnekleridir. Fâtýmîler’den itibaren köklü bir türbe geleneðine sahip olan Mýsýr’da türbe mimarisi asýl geliþimini Memlükler zamanýnda göstermiþtir. Yüksek kasnaklar üzerinde yükselen sivri kubbe gibi Orta Asya menþeli bir mimari üslûbu benimseyen Memlükler, Sultâniye ve el-Melikü’l-Eþref Ýnal örneklerinde görüldüðü gibi medrese, ziyaretgâh ve tekke gibi yapýlarla birlikte daha ziyade külliye ölçeðinde mezar komplekslerine raðbet etmiþlerdir. Sultan mezarlarýnýn toplandýðý Bâbülvezîr’de bulunan Kayýtbay Türbesi’nde karakteristik özelliklerini sergileyen Memlük mezar mimarisi, Kahire’deki Sultan Hasan Külliyesi’nde þehir merkezinde konumlanan medrese-türbe iliþkisinin ilgi çekici örneklerinden birini ortaya koymuþtur.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

465


TÜRBE

Çelebi Sultan Mehmed’in kendi adýna yaptýrdýðý türbede (Bursa Yeþiltürbe) alýþýlmadýk þekilde Orta Asya mimarlýðýndan esinlenmiþ olmasý Timur’la sanatsal bir boy ölçüþme olarak deðerlendirilebilir. Oðlu II. Murad’ýn Bursa’daki külliyesinde yer alan türbesi Ýslâmî anlayýþýn biçimlendirdiði aydýnlýk kubbeli tasarýmý ile dikkati çekmektedir. Bizzat sultanýn vasiyetiyle ortaya çýktýðý bilinen bu model, ulemâ sýnýfýnýn tercih ettiði açýk türbeler bir yana býrakýlýrsa Osmanlý mimarlýðýndaki yegâne örneklerden biridir. Ýstanbul’un fethinden sonra inþa edilen Mahmud Paþa Türbesi dýþ cephe süslemesiyle farklý bir yapýdýr. Sekizgen planlý, üzeri kubbeli Eyüp Sultan Türbesi’nin güneyine inþa edilen cami dýþýnda pek çok türbe camilerin mihrap önündeki alanda yer almýþtýr. Bu dönemde dikkati çeken en önemli özellik mezar yapýlarýnýn külliye programýndaki yerinin karakteristik bir durum almýþ olmasýdýr. Fâtih Külliyesi’nde mihrap duvarý önünde oluþturulan ve baþlangýçta bir gülistan þeklinde düzenlenen hazîre içine alýnarak yeri belirlenen türbe, sonraki selâtin ve vüzerâ külliyelerinde topografyanýn elverdiði ölçüde ayný yerde kullanýlacaktýr. II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim türbeleri sekizgen planlý kubbeli þemalarýyla külliyelerde yerini almýþtýr. Osmanlý mimarisinde önemli bir yeri olan Mimar Sinan’ýn türbe mimarisine farklý katkýlarda bulunduðu gö-

Klasik Osmanlý dönemi türbelerinden, Süleymaniye Külliyesi içinde yer alan Hürrem Sultan Türbesi

rülmektedir. Ýlk defa Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nde uyguladýðý çift kabuklu ve çift kubbeli tasarým þemasýný, Ayasofya’daki Sultan II. Selim Türbesi’nde içte ve dýþta farklý plan kurgularý üzerinde deneyerek mükemmele ulaþtýran Sinan, cami mimarisinde olduðu gibi türbe mimarisinde de yenilikler yapmýþtýr. Halefleri tarafýndan benimsenen bu þema, III. Murad ve III. Mehmed için Ayasofya Camii yanýnda inþa edilen türbelerle XVII. yüzyýla intikal etmiþtir. XVII. yüzyýlda türbelerin daha ziyade medreselerle birlikte planlandýðý görülmektedir. Ýlk olarak XVI. yüzyýlda Sinan’ýn Eyüp’te inþa ettiði Sokullu Mehmed Paþa Külliyesi’nde ortaya çýkan bu þema Sinan’ýn ardýndan bu yüzyýlýn sonunda Koca Sinan Paþa Külliyesi’nde uygulanmýþtýr. Bu durum XVII. yüzyýlda Kuyucu Murad Paþa, Ekmekçizâde Ahmed Paþa, Köprülü Mehmed Paþa külliyelerinde devam eder. XVIII. yüzyýlýn baþýnda Gülnûþ Emetullah Vâlide Sultan için Üsküdar’daki külliyesinde inþa edilen türbe kafesli kubbesiyle hânedan türbeleri içinde farklý bir uygulamadýr. Osmanlýlar’ýn dikkatlerini Batý’ya çevirdikleri XVIII. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren baþta süsleme olmak üzere mimaride dýþ etkilerin arttýðýný türbelerde de tesbit etmek mümkündür. Nuruosmaniye Külliyesi’nde Þehsuvar Vâlide Sultan Türbesi, Lâleli Külliyesi’nde III. Mustafa Türbesi bu tip yapýlardýr. Þah Sultan ve Mihriþah Vâlide Sultan türbelerinin plan ve tasarým özelliklerinde açýk þekilde beliren barok ve rokoko detaylar Sultan II. Mahmud Türbesi’nde geleneksel þema üzerine iþlenen empire (ampir) üslûba dönüþür. Klasik Osmanlý mimarisinde kullanýlmayan yuvarlak plan þemasýna göre inþa edilen Gülüstû Sultan Türbesi dönemin en ilgi çekici yapýlarýndan biridir. XIX. yüzyýlýn sonlarýnda giderek artan Batý etkilerinin uyandýrdýðý tepkinin mimarideki yansýmasý olan neo-klasik üslûp, Sultan Mehmed Reþad için Eyüp’te inþa edilen türbede görkemli bir þekilde ele alýnarak Osmanlý türbe mimarisinin son örneði olarak tarihe geçmiþtir (türbeyle ilgili dinî hükümler için bk. KABÝR). BÝBLÝYOGRAFYA :

Doðan Kuban, Türk Barok Mimarisi Hakkýnda Bir Deneme, Ýstanbul 1954; Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Þehir ve Mimarlýk, Ýstanbul 1977; Gönül Öney, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Süsleme ve El Sanatlarý, Ankara 1978; a.mlf., Beylikler Devri Sanatý: XIV-XV. Yüzyýl (1300-1453), Ankara 1989; a.mlf., “Ýran ve Anadolu Selçuklu Türbelerinin Mukayesesi”, AÜ Ýlâ-

466

hiyat Fakültesi Yýllýk Araþtýrmalar Dergisi, III, Ankara 1981, s. 41-66; Pars Tuðlacý, Osmanlý Mimarlýðýnda Batýlýlaþma Dönemi ve Balyan Ailesi, Ýstanbul 1981; Yavuz Yýldýrým, Mimar Kemalettin ve Birinci Ulusal Mimarlýk Dönemi, Ankara 1981; Metin Sözen, Tarihsel Geliþimi Ýçinde Türk Sanatý, Ýstanbul 1983; a.mlf., “Anadolu’da Eyvan Tipi Türbeler”, Anadolu Sanatý Araþtýrmalarý, I, Ýstanbul 1968, s. 167-210; Orhan Cezmi Tuncer, Anadolu Kümbetleri, Ankara 198691, I-III; B. O’Kane, Timurid Architecture in Khurasan, Costa Mesa 1987; Ara Altun, Ortaçað Türk Mimarisinin Anahatlarý Ýçin Bir Özet, Ýstanbul 1988; Yýldýz Demiriz, Eyüp’te Türbeler, Ankara 1989; Seyfi Baþkan, Türk Sanatý Üzerine Denemeler, Ýstanbul 1990, s. 89-97; Oktay Aslanapa, Türk Sanatý, Ankara 1990; a.mlf., Türk Cumhuriyetleri Mimarlýk Abideleri, Ankara 1996; M. Meinecke, Die Mamlukische Architektur in Ägypten und Syrien, Glückstadt 1992, I-II; Hakký Önkal, Osmanlý Hanedan Türbeleri, Ankara 1992; a.mlf., Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara 1996; Cimetières et traditions funéraires dans le monde islamique: Ýslam Dünyasýnda Mezarlýklar ve Defin Gelenekleri (ed. J.-L. Bacqué-Grammont – Aksel Tibet), Ankara 1996, I-II; O. Grabar, Ýslam Sanatýnýn Oluþumu (trc. Nuran Yavuz), Ýstanbul 1998; Gözde Ramazanoðlu, Orta Asya’da Türk Mimarisi, Ankara 1998; Geçmiþten Günümüze Mezarlýk Kültürü ve Ýnsan Hayatýna Etkileri Sempozyumu: 18-20 Aralýk 1998, Ýstanbul 1999; M. Oluþ Arýk, “Erken Devir Türk Mimarisinde Türbe Biçimleri”, Anadolu: Anatolia, XI, Ankara 1969, s. 57-119; Behçet Ünsal, “Ýstanbul Türbeleri Üzerine Stil Araþtýrmasý”, VD, sy. 16 (1982), s. 77-120; Beyhan Erçað, “Mimar Sinan Türbelerinin Estetiði Üzerine”, Ýlgi, sy. 58, Ýstanbul 1989, s. 7-14.

ÿÝsmail Orman

TÜREBE SERÝYYESÝ ( ?.! ? ! )

Hevâzin’e mensup dört kabile üzerine Hz. Ömer’in kumandasýnda gönderilen seriyye (7/628).

˜

6. yýlýn Þâban ayýnda (Aralýk-Ocak 627628) Hevâzin kabilesinden Sa‘d b. Bekir oðullarýnýn Fedek’te müslümanlara karþý Hayber yahudileriyle ittifak kurduðu ve onlara yardým hazýrlýðý içinde bulunduðu duyulunca Resûl-i Ekrem Hz. Ali’nin idaresinde bir seriyye göndermiþti. 7. yýlýn Þâban ayýnda (Aralýk 628) bu kabile ile Hevâzin’den diðer üç kabilenin müslümanlara saldýrmak için iþ birliði yaptýðý haber alýndý. Bunun üzerine Resûlullah, Hz. Ömer’i otuz kiþilik bir süvari birliðinin baþýnda onlara karþý sevketti. Yanýna Benî Hilâl’den çöl yolculuðunu ve bölgeyi iyi bilen bir kýlavuz alan Hz. Ömer, geceleri yol alýp gündüzleri gizlenerek Tâif yakýnýnda Serât daðýndan Necid’e kadar uzanan Türebe vadisinin en güney kýsmýnda yer alan Ablâ‘ bölgesine ulaþtý. Söz konusu kabileler bu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

rada toplanmýþlardý. Ancak müslümanlarýn gelmekte olduðunu duyan kabileler bölgeyi terkedip civara daðýldýlar. Geride býrakýlan sürüleri ganimet olarak alan Hz. Ömer müfrezenin baþýnda geri döndü. Dönüþ yolunda Cedr mevkiine gelindiðinde kýlavuz Hz. Ömer’e, yurtlarýndaki kuraklýk yüzünden oraya göç eden Has‘am kabilesine saldýrmayý teklif etti. Ancak Ömer, Resûlullah’ýn kendisini sadece müslümanlara saldýrý için hazýrlýk yapan kabilelerin üzerine gönderdiðini söyleyerek bunu uygun görmedi. BÝBLÝYOGRAFYA :

Vâkýdî, el-Me³åzî, II, 722; Ýbn Sa‘d, e¹-ªabašåt, II, 89, 117; Halîfe b. Hayyât, et-TârîÅ (Ömerî), I, 78; Belâzürî, Ensâb, I, 379; Taberî, TârîÅ (Ebü’lFazl), III, 22; Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî, er-Rav²ü’l-ünüf (nþr. Mecdî Mansûr), Beyrut 1997, IV, 395; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân, IV, 80; Ýbn Seyyidünnâs, £Uyûnü’l-e¦er (nþr. Muhammed el-Îdü’l-Hatrâvî – Muhyiddin Müstû), Medine 1413/1992, I, 446-447; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-me£âd, Beyrut 1985, II, 213; Ýbn Kesîr, es-Sîre, III, 418; Þâmî, Sübülü’l-hüdâ, VI, 255256; Nûreddin el-Halebî, Ýnsânü’l-£uyûn, Beyrut 1400, III, 185, 191; Muhammed b. Abdülbâký ezZürkanî, Þer¼u’l-Mevâhib, Kahire, ts. (Dârü’t-týbâati’l-Mîriyye), II, 298; Köksal, Ýslâm Tarihi (Medine), VII, 306-307; Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, Ýstanbul 2001, s. 75-76.

ÿÝsmail Yiðit

— TÜRK I. TARÝH II. KÜLTÜR ve MEDENÝYET 1. Genel 2. Yazý 3. Dil ve Edebiyat 4. Sanat

˜

5. Din

I. TARÝH

Türk Soyu ve Tarihi, Ortaya Çýkýþý, Yayýlýþý, Kollarý, Kurduklarý Devletler. Hero-

dotos’un milâttan önce V. yüzyýlda doðu kavimleri arasýnda zikrettiði bir kavim için kullandýðý Targita isminin Türk kelimesinin ilk þekli olabileceði ileri sürülmüþtür. Ýskit topraklarýnda oturduklarý söylenen Tyrkaeler, Tevrat’ta adý geçen Yafes’in torunu Togharma, eski Hint kaynaklarýnda bildirilen Turukhalar, Thraklar ve Troialýlar’ýn Türk adýný ilk defa taþýyan kavimler olduðu sanýlmýþtýr. Ýslâm kaynaklarýnda bildirilen Ýran Zend-Avesta rivayetleri içerisinde Hükümdar Feridun’un oðlu Turac (Tur-Turan) ve Yafes’in torunu Türk’ten türeyen nesil de Türk adýný ilk alan kavim diye düþünülmüþtür. Ayrýca Ýran-Turan mü-

cadelelerinde zikredilen Efrâsiyâb da (Alp Er Tunga) bir Türk baþbuðu kabul edilmektedir. Çin kaynaklarýnda geçen ve Hun Hükümdarý Mo-tu’nun kabilesinin adý olarak gösterilen Tu-ku’nun (T’u-ko) Türk anlamýna geldiði, bu kelimenin milâttan önce 209’da kaynaklarda yer aldýðý bazý araþtýrmacýlar tarafýndan ileri sürülmüþtür. Türkçe’de cins ismi þeklinde eskiden beri bilinen türk kelimesinin Altaylý (Seyhun nehrinin kuzeyi) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde ve 515 olaylarý dolayýsýyla “türk Hun” (kuvvetli Hun) tabirinde geçtiði bilinmektedir. Türk kelimesine kaynaklarda çeþitli anlamlar verilmekle birlikte 1911 yýlýnda neþredilen Uygurca bir belgede “kuvvet ve güç” mânasýna geldiði görülmektedir.

zasýndan Siriderya (Seyhun) boyu üzerinden Mangýþlak’a ve Ýdil’e (Ýtil) kadar daðýnýk halde yaþadýlar. Oðuz adý bu dönemde ön plana çýksa da Türk kimliklerinden dolayý Ýslâm kaynaklarýnda Türkmen, Rus kaynaklarýnda Tork adýyla anýldý. Üç kýtada hüküm süren Osmanlý Devleti’ne Batýlýlar Türk Devleti adýný veriyordu. Türkiye tabiri daha VI. yüzyýlda Bizanslýlar tarafýndan Orta Asya için kullanýlýyordu. Yine Bizanslýlar IX ve X. yüzyýllarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan sahaya da Türkiye adýný vermiþlerdi. XI-XII. yüzyýllarda Mýsýr ve Suriye’ye Türkiye denirdi. Anadolu ise XII. yüzyýldan itibaren Türkiye olarak tanýnmaya baþlandý. Orta Asya yaklaþýk 4000 yýl, Anadolu ise 1000 yýldýr Türkler’e vatan vazifesi görmektedir.

Arkeolojik kazý neticeleri Türkler’in en eski anayurdu konusunda bazý ip uçlarýný ortaya çýkarmýþ, nihayet 1950’li yýllarda yapýlan yeni çalýþmalar sonunda Altay daðlarýnýn kuzeyi ile Sayan daðlarýnýn güneybatýsý arasýndaki bölgenin en eski Türk yurdu olduðu anlaþýlmýþtýr. Buna göre Minusinsk bölgesindeki Afanasyevo ile (m.ö. 2500-1700) Andronovo (m.ö. 1700-1200) kültürleri eski Türk yurdunun Proto-Türkleri’nin temsilcisidir. Milâttan sonra X. yüzyýla kadar Moðolistan’ýn doðusundaki Kerulen ýrmaðýndan Macaristan ovalarýna uzanan geniþ saha Türk boylarýyla meskûn iken daha sonra Ortadoðu Türk göçlerine sahne oldu. Türkler’in çok sayýda kavimle temaslarý neticesinde Türk ismi yanýnda boy adlarý farklý milletlerin kaynaklarýnda çeþitli þekillerde yazýlmýþtýr. Türk adý, 542 yýlýnda tarih sahnesine çýkan ve 552’de baðýmsýzlýðýný ilân eden Göktürk (Kök-Türk) Devleti’yle resmî bir kimlik kazandý. Aslýnda bu devletin adý KökTürk deðil Türk’tü ve bazan yazýtlarda Türük þeklinde yazýlýyordu. Moðolistan’da kurulan Türk devleti kýsa zamanda bütün Orta Asya’yý, Kuzey Çin’i ve Tibet’i hâkimiyeti altýna aldý. Daha sonra Kore’den Karadeniz’e kadar Kafkaslar’ýn kuzeyini ve Kuzey Afganistan’ý kendine baðladý. Böylece hem Doðu (Çin, Tibet, Kore) hem Batý (Bizans) kaynaklarýnda Türk Devleti adýyla geniþ yer edindiði gibi Orta Asya da Türkiye diye anýlmaya baþlandý. Türk Devleti 745’te yýkýlýnca topraklarýnýn doðu kanadýnda Uygur Devleti, Dokuz Oðuz boylarýnýn üzerinde hâkimiyet kurup idareyi sürdürdü. Batý Göktürk topraklarýnda ise önce çeþitli boy topluluklarý Türgiþ (Türkiþ / Türkler) adýyla varlýklarýný devam ettirdi. 766’da Türgiþ siyasî birliði ortadan kalkýnca Oðuzlar, Tanrýdaðlarý-Çu-Yedisu hav-

Milâttan Önce Türk Göçleri. Ortaçað’ýn sonuna kadar yayýlmalar / toplu göç hareketleri Türk kavimlerinin en karakteristik özelliklerindendir. Anayurttan (Andronovo bölgesi) ilk göç hareketi milâttan önce 1700’lü yýllarda Altay ve Tanrýdaðlarý’na olmuþtur. Milâttan önce 1300’lerde Kazakistan ve Mâverâünnehir’e doðru bir hareketlenme söz konusudur. Milâttan önce 1100’lerde Çin’in kuzeyindeki Kansu-Ordos bozkýrlarýna bir göç gerçekleþmiþtir. Don nehrine doðru yayýlma hareketi milâttan önce 1500’lerde meydana geldi. Ayný tarihlerde Baykal gölü civarýna bir baþka göç vardýr. Milâttan önce 1000’li yýllarda bir Türk grubu Kuzey Hindistan’a gitti. Altaylar ve Sayan bölgesini terkeden bir baþka kitle Ural daðlarý ve Sibirya yöresine çekildi. Milâttan önce 52’den sonra Chih-ch’i Hunlarý Ötüken bölgesinden Batý Türkistan yöresine (Güney Kazakistan ve Fergana) geldiler. Milâttan Sonra Türk Göçleri. Hunlar, I. yüzyýlýn sonlarýndan II. yüzyýlýn ortalarýna kadar Orhon (Orhun) bölgesinden Güney Kazakistan bozkýrlarýna yayýldýlar. 375’ten sona Orta Avrupa’ya, Uar-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a, Ogurlar Güneybatý Sibirya’dan Güney Rusya’ya (461465), Sabarlar Aral’ýn kuzeyinden Kafkaslar’a (V. asrýn ilk yarýsý), Avarlar Batý Türkistan’dan Orta Avrupa’ya (VI. asýr ortasý), Peçenek, Kuman-Kýpçak ve Uzlar (Oðuzlar) Hazar denizinin kuzeyinden Doðu Avrupa’ya ve Balkanlar’a (IX-XI. asýr), Bulgarlar Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve Volga nehri kýyýlarýna (668’den sonra), Macarlar’la birlikte bazý Türk boylarý 830’dan sonra Kafkaslar’ýn kuzeyinden Orta Avrupa’ya göç ettiler. 359 ve 373 yýllarýnda Hunlar’dan bir kitle Kafkaslar yoluyla Anadolu, Suriye ve Azerbaycan’a geldiler.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

467


TÜRK

Oðuzlar XI. yüzyýlda Mâverâünnehir üzerinden Ýran’a ve Anadolu’ya yayýlýrken Uygurlar, Orhon nehri bölgesinden Ýç Asya’ya (840’ý takip eden yýllarda) göç ettiler. Hunlar’dan Önceki Durum. Altaylar’da milâttan önce 3000 yýllarýnda Oðuz tipinde brakisefal bir ýrk yaþýyordu. Ziraata çok az yer veren bu kavmin kuzeyinde Sibirya’da Mongoloid ýrklar hâkimdi. Milâttan önce 2500-1700 arasýnda Güney Sibirya’yý etkileyen Afanasyevo kültürünün Altay kültüründen doðduðu düþünülmektedir. Daha sonraki devirlerde hemen bütün Orta Asya’ya (Doðu ve Batý Türkistan) yayýlan Altay kültürü proto-Türk kültürünün ilk temsilcisidir. Bu kültürün yayýlmalarý neticesinde Kuzey Çin’de Sarý ýrmaðýn üst taraflarýnda milâttan önce 2000’den itibaren Yang-shao kültürü ortaya çýktý. Milâttan önce 1700’lerden itibaren Orta Asya’da göçebe ve savaþçý bir kavmin hâkimiyeti görülmeye baþlar. Antropologlar tarafýndan “Andronovo insaný” denilen bu kavmin kültürü Sibirya’nýn milâttan önce 1700-1200 tarihleri arasýndaki Bronz devrine iþaret eder. Bu kültürün kalýntýlarý ilk defa Yenisey nehrinin baþ taraflarýndaki Minusinsk bölgesinde bulundu. Andronovo insaný ziraat ve hayvancýlýkla geçiniyordu. Atýn kullanýlmasý ve demirin iþlenmesi Andronovo kültürünün dünya medeniyetine bir armaðanýdýr. Andronovo kültürünün geliþmesi ve yayýlmasý ayný zamanda proto-Türk yayýlmasý ve geliþmesini göstermektedir. Bu kültür Altaylar’da devam ettiði sýrada Minusinsk bölgesinde milâttan önce 1000 yýllarýnda Karasuk kültürü adý verilen yeni bir kültür görülmeye baþlar. Milâttan önce 800’lerde Altaylar’da ve Minusinsk civarýndaki bozkýrlarda atlý göçebeler tamamen hâkim olmuþtur. Bazý Moðol boylarýnýn da atlý göçebeler halinde yaþadýðý anlaþýlmaktadýr. Bu tarihlerde Karasuk kültürü, yerini Altaylar’da Mayemir kültürü ve Minusinsk’te Tagar kültürüne býraktý. Türkler’in Ýslâm’dan Önce Asya’da Kurduklarý Devletler. Asya Hun Ýmparatorluðu. Türkler’in kurduðu ilk devlet olan Hun-

lar’ýn ortaya çýkýþýnýn tarihi kesin þekilde belli olmamasýna raðmen efsanevî Çin kayýtlarýna göre bu tarih milâttan önce 2255’lere kadar götürülebilir. Bu dönemde Hunlar’ýn adý kaynaklarda farklý biçimlerde yazýlmýþ, Çin kaynaklarýnda Yen-yün, Hsienyün þeklinde kaydedilmiþtir. Milâttan önce 318 tarihli bir antlaþma metninde geçen Hsiung-nu kelimesinin Hun adýnýn karþýlýðý olduðu milâttan sonra 311 yýlýna ait Soðdca bir metinden anlaþýlmýþtýr. Milât468

tan önce 2255-318 yýllarý arasýnda -pek açýk olmamakla birlikte- Hunlar’ýn atalarýna dair bazý belgeler mevcuttur. Belgelerde Hunlar’ýn atalarýnýn Çin’deki hânedanlarla iliþkilerine yer verilmektedir. Hunlar’ýn atalarýnýn Çin’e akýnlarý neticesinde Çin’deki Lung-shan kültürünün yerini Yangshao kültürü aldý. Yang-shao kültürü demirin kullanýmý, atýn evcilleþtirilmesi ve gök kültü dolayýsýyla bozkýr özellikleri taþýmaktadýr. Bu kültürün siyasî sahnede temsilcisi Chou Devleti’dir (m.ö. 1122-255). Bu devlet zamanla Çinlileþmiþtir. Diðer taraftan Çin’e Hun akýnlarý asýrlarca devam etti. Bu akýnlarý durdurmak için milâttan önce 780’li yýllarda Çin Seddi’nin ilk temelleri atýldý. Hunlar’la savaþlarda baþarýlý olamayan Çinliler, milâttan önce 247-221 yýllarýnda Çin Seddi’nin inþasýný tamamladýlar. Adý bilinen ilk Hun hükümdarý (Þan-yü) T’ou-man’dýr. Milâttan önce 221 yýlýnda Hun tahtýnda görülen T’ou-man zamanýnda Çinliler, Hunlar’ý yenerek Kuzeybatý Çin’den çýkardýlar. Bu durum Hunlar’ýn Orhon, Selenge, Onon, Ongin gibi ýrmaklarýn havzasýnda (Moðolistan) güçlenmelerine yol açtý ve imparatorluðun temeli atýldý. Mo-tu milâttan önce 209’da babasý T’ouman’ý öldürüp Hun tahtýna çýktý ve devletini güçlendirmeye baþladý. Önce doðuda kendilerini tehdit eden Tung-hular’ý, ardýndan güneydeki Yüe-chihler’i yendi. Daha sonra Kuzeybatý Çin’deki atalarýnýn eski topraklarýný alarak devletini ekonomik açýdan kuvvetlendirdi. Ayrýca Orta Asya’da Kýrgýzlar, Ting-lingler gibi yirmi altý boyu ve devletçiði kendine baðladý, devletini geniþ bir imparatorluk haline getirdi. Milâttan önce 199’da çok büyük bir orduya sahip Çin imparatorunu kuþatýp büyük tehlike yaþattý, bu yüzden Çin kaynaklarýnda en az bin yýl sürecek bir ölümsüzlüðe kavuþtu. Devletin sýnýrlarý Kore’den Aral gölüne, Baykal gölünden Çin Seddi’ne ve Doðu Türkistan’ý içine alacak þekilde Tibet’e ulaþtý. Tamamýný iþgal edecek güçte olduðu halde Çin’i ele geçirmedi; Çinliler’e üstünlüðünü kabul ettirdi ve onlarý vergiye baðladý. Milâttan önce 174 yýlýnda Mo-tu’nun ölümünden sonra oðlu Chi-yü (Lao-shang) zamanýnda (m.ö. 174-160) ve Chi-yü’nün oðlu Chün-ch’en’in saltanatýnýn (m.ö. 160-126) ilk yirmi yýlýnda Hun üstünlüðü sürdü. Ancak onun ve diðer devlet adamlarýnýn baþarýsýz idaresine Çinliler’in entrikalarý da eklenince yenilgiler baþladý. Çin’e karþý askerî üstünlüklerini milâttan önce 119’daki savaþta kaybeden Hunlar milâttan önce 56 yýlýna kadar baðýmsýzlýklarýný korudular. Çinliler’le savaþ-

malarýnýn yanýnda ülke içinde onlarýn müttefikleri Wu-huanlar, Hsien-piler, Ting-lingler, Wu-sunlar’la mücadele ediyorlardý. Milâttan önce 56’da tahta çýkan Ho-han-ye ülkesi için tek kurtuluþ çaresinin Çin’e baðlanmak olduðunu düþünüyordu. Buna karþý çýkanlar davalarýný kaybedince hükümdarýn kardeþi Chih-ch’i liderliðinde Batý Türkistan’a göç ettiler. Burada ayrý bir devlet kurdular; ancak milâttan önce 36’da üzerlerine gönderilen kalabalýk Çin ordusuna karþý direndilerse de neticede yok edildiler. Doðuda kalanlar, Ho-han-ye liderliðinde Çin’in siyasî üstünlüðünü tanýyarak varlýklarýný sürdürdüler. Milâttan önce 8 yýlýnda Hun tahtýna geçen Wu-chu-liou devrinde Çin’e olan baðýmlýlýk sona erdi. Kuzey Çin’i yerle bir eden akýnlar düzenlendi. Milâttan sonra 13’te yerine geçen kardeþi ve diðer hükümdarlar devrinde bu durum devam etti. Ancak milâttan sonra 46 yýlýnda Hun ülkesinde çýkan büyük bir kýtlýk yüzünden devlet zayýflamaya baþlayýnca hükümdar ekonomik bakýmdan Çinliler’le anlaþmak zorunda kaldý. Wu-sunlar’la Çinliler’in ortak harekâtý neticesinde ülke karýþýklýða sürüklendi ve milâttan sonra 48’de kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrýldý. Çin’e baðlanmayý reddeden Kuzey Hun Devleti ekonomik güçlüklerle uðraþýyordu. Bunlarýn akýnlarý karþýsýnda Çinliler barýþ istemek zorunda kaldýlar. Kuzey Hunlarý’ný savaþ meydanýnda yenemeyen Çinliler doðudaki Hsien-piler’i, batýdaki Ting-lingler’i ayaklandýrdýlar. Zor durumda kalan Kuzey Hunlarý’nýn hükümdarý savaþta ölünce kabilelerin çoðu Çin’e itaat etti. Yeni bir kýtlýk daha baþ gösterdiðinde çöken Kuzey Hun Devleti milâttan sonra 93 yýlýnda tarihe karýþtý. Milâttan sonra 48’de Çin’e baðlanan Güney Hun Devleti ilk zamanlarýnda silik durumdaydý ve Çinliler daha çok Kuzey Hunlarý ile uðraþtýðý için arada kalmýþlardý. Kuzeydeki devlet yýkýlýnca Çin’e karþý bazý güçsüz akýnlar düzenleseler de genelde onlarýn baskýsý altýnda yaþamak zorunda kaldýlar. Milâttan sonra 303 yýlýna kadar varlýklarýný bu þekilde sürdürebildiler. Bunun yanýnda bazý kuvvetli Hun boylarý Kuzey Han, Ýlk Chao, Son Chao, Kuzey Liang, Hsia gibi küçük Hun devletlerini kurdular ve milâttan sonra 439’a kadar varlýklarýný korudular. Akhun (Eftalitler) Devleti. Milâttan sonra 350’li yýllarda Juan-juan Devleti’ne baðlý Uar ve Hun adlý iki Türk kabile grubu Altaylar yöresindeki yerlerini terkederek Güney Kazakistan bölgesine geldi. Burada yaþayan Hun kitlelerini Avrupa’ya sürdü-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

ler. Ardýndan güneye yönelip Afganistan’da Tohâristan civarýna ulaþtýlar. Bu yeni devlet daha sonra Mâverâünnehir ve Çu havalisini, Semerkant civarýný aldý. Arkasýndan hâkimiyetini Hazar denizi ve güneyine kadar geniþletti. Onlarýn ilk hücumlarý neticesinde Sâsânî Ýmparatorluðu büyük sarsýntý geçirdiyse de iki ülke arasýnda barýþ yapýldý. 359’da Âmid’i (Diyarbakýr) kuþatan Ýran ordularýna Akhun kuvvetleri yardýmcý olmuþtu. 420’den sonra Akhun-Sâsânî iliþkileri yeniden bozuldu. Akhunlar’ýn Eftal (Abdel) hânedanýndan Kün-han, Ýran’ýn iç iþlerine karýþarak nüfuzu altýna aldýðý veliahd Fîrûz’u Sâsânî hükümdarý yaptý (457). Ardýndan Kuzey Hindistan’a yönelip Gupta Devleti’ni daðýttý (470 dolaylarý). 484’te Ceyhun kýyýlarýnda maðlûp edilen Sâsânîler’e ait Herat bölgesi Akhunlar’ýn eline geçti. Yýllýk vergiye baðlanan Sâsânîler ekonomik bunalýma düþtüler. Bu arada patlak veren Mezdek isyanýnda (486) bütün Ýran’daki asiller ve din adamlarý öldürülüp evleri yaðma edildi. Aile müessesesi tahrip edildikten baþka Ýran baþtan sona yakýlýp yýkýldý. Þah Kubâd, Akhunlar’ýn yanýna sýðýndý. Ýsyaný bastýrmak için 30.000 kiþilik bir süvari birliðini Ýran’a gönderen Akhun hükümdarý, Sâsânî Devleti’ni kurtardý ve Þah Kubâd tekrar tahtýna oturdu. Hoten, Kuça, Aksu, Kâþgar taraflarý Akhunlar’ýn eline geçti. Kâbil’de oturan Tegin unvanlý Toramana bütün Kuzey Hindistan’ý zaptetti. Toramana’nýn oðlu Mihiragula ordusunda birçok fil bulunduruyordu. Kuvvetinden dolayý Mihiragula en azametli Akhun hükümdarý olarak görünmektedir. 557’de Göktürkler ile Sâsânîler’in ortak hücumu neticesinde Akhun Devleti yýkýldý ve topraklarý iki devlet arasýnda paylaþýldý. Hükümdarlarýn “hakan” unvanýný taþýdýðý Akhunlar’da Afganistan bölgesinde oturup Kuzey Hindistan’ý idare eden prenslere “tegin” unvaný veriliyordu. Tabgaç Devleti. IV. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Çin Seddi’nin kuzeyinde yaþayan Tabgaçlar (385-550) daha sonra güneye doðru indiler ve Tai (P’ing-ch’eng) þehrini merkez yaptýlar. Ayný tarihlerde onlarýn güneyinde bir Hun boyu, eski hükümdarlýk ailesinden gelen Liu Tsung’un yönetiminde Lo-yang þehrini ele geçirip Henan’ýn kuzeyi, He-pei’in güneyi ve Shanhsi’de hüküm sürmekteydi. Liu Tsung’un ölümünden sonra topraklarý parçalandý. 350 yýllarýnda Kuzey Çin’e hâkim olan Ch’in hânedanýnýn yýkýlmasýyla bölgede Tabgaç hâkimiyeti güçlenmeye baþladý. Tabgaç Hükümdarý Kuei zamanýnda (386-409)

Hsien-piler’in bir kabilesi olan Mu-junglar maðlup edilerek büyük miktarda toprak kazanýldý. Bu sýrada kuzeyde Juan-juan Devleti oldukça güçlenmiþti. Tabgaçlar, Juan-juanlar’la 150 yýl kadar süren mücadeleden galip çýkýnca T’ai-wu devrinde (424-452) bugünkü Ýç Moðolistan’a hâkim oldular ve kuzey bölgelerinde üstünlüðü saðlayarak düþmanlarý bertaraf ettikten sonra batýya yöneldiler. Batýya doðru geniþlerken Yüeh-pan, Kâþgar, Kuça, Turfan gibi merkezleri ele geçirdiler ve doðu-batý ticaret yolunu kontrol altýna aldýlar. 460 yýlýna kadar büyüyen, Güney Çin’de bazý bölgeleri zapteden Tabgaç Devleti, Çinliler’in gittikçe artan miktarda devlet memuriyetlerine getirilmesi, ayrýca Budizm ve Konfüçyanizm’in etkisiyle Çinlileþme’ye baþladý. Bu asimilasyon sebebiyle ortaya çýkan isyanlar sonucunda Tabgaç Devleti, merkezleri Ho-nan’da Doðu Weiler’i ve Ch’ang-an’da Batý Weiler’i olmak üzere ikiye ayrýldý (534); doðuda Kuzey Ch’i sülâlesi (550-577), batýda Chou sülâlesi (557-581) kuruldu. I. Göktürk Devleti. Türk adýný resmî devlet ismi olarak ilk defa kullanan Göktürkler önce Hsien-pi asýllý Juan-juanlar’ýn vasalý idiler. O sýrada Altay daðlarýnýn güney eteklerinde yaþýyor ve demir üretimi yapýyorlardý. Menþeleri konusunda kaynaklarda çeþitli efsaneler bulunan Göktürkler 542’de tarih sahnesinde yer aldýlar. Çince metinlerden ve arkeolojik kazýlardan anlaþýldýðýna göre Göktürkler’in kökeni Altay daðlarýnýn kuzey bölgelerine dayanmaktadýr. Kaynaklardaki bir baþka ifadeyle Hunlar’ýn kuzey kolundan geliyorlardý. 542 yýlý civarýnda Kuzey Çin’e akýn yapabilen Göktürkler 545’te Çin’deki Batý Wei Devleti’yle ilk resmî iliþkiyi kurdular. Ardýndan Bumýn liderliðinde Töles boylarýný kendilerine baðlayýp hem askerî açýdan hem nüfusça güçlerini arttýrdýlar. Bumýn, Juan-juan Devleti’ni yýktý ve yerine baðýmsýz Göktürk Devleti kuruldu (552). Ýl Kaðan unvanýný alan Bumýn, kuruluþun ilk yýlýnda ölünce yerine büyük oðlu Kara tahta geçti ve devleti büyütmeye çalýþtý; onun da 553’te ölümü üzerine kardeþi Mukan tahta oturdu. Yirmi yýl kaðanlýk yapan Mukan zamanýnda Göktürk Devleti çok parlak bir dönem yaþadý. Doðuda Kore’den batýda Karadeniz’e kadar uzanan sahada yaþayan Töles ve kuzeyde Kýrgýzlar gibi Türk boylarý ile yabancý kavimler bu devlete baðlandý. 557’de Akhun Devleti’ni yýkarak Batý Türkistan’ý tamamen ele geçirdiler ve tarihî Ýpek yoluna hâkim oldular. Batýdaki fetihler, Mukan’ýn amcasý Ýstemi Yabgu kumandasýn-

daki ordular tarafýndan gerçekleþtiriliyordu. Bu arada Kuzey Çin’de bulunan Chou ve Ch’iler üzerinde aðýr baský kuruldu; Mukan Kaðan her iki devletten faydalandý. Ülkenin batýsýný Tanrýdaðlarý’nýn kuzeyindeki Aktað’da oturan Ýstemi Yabgu idare ediyordu. Ýstemi Yabgu, Sâsânîler’le arasý açýlýnca Bizans Ýmparatorluðu ile temasa geçti ve 567 yýlýnda Ýstanbul’a bir elçi heyeti yolladý. Bu heyet tarihte Orta Asya’dan Ýstanbul’a gönderilen ilk elçilik heyetidir. Buna karþýlýk Bizanslýlar da Ýstemi Yabgu’nun merkezine elçi yolladýlar. Göktürk-Bizans ittifaký Sâsânî Ýmparatorluðu’nu zor durumda býraktý ve daha sonra Ýslâm kuvvetlerinin Ýran’ý fethetmesini kolaylaþtýrdý. Tibet’in doðusundaki T’u-yühun kavmi Göktürk ordularýna boyun eðmiþti. Mukan Kaðan’ýn 572’de ölümü üzerine kardeþi Taspar kaðan oldu. Çok geliþmiþ bir devletin baþýna geçen Taspar devleti yeniden teþkilâtlandýrdý; küçük kaðanlýklar ihdas ederek devletin çeþitli yerlerini oðullarýna ve yeðenlerine verdi; kendisi büyük kaðan oldu. Taspar Kaðan da Çin devletlerine karþý baský politikasýný sürdürdü. Ancak büyük bir hata yaparak Budizm’e meyletti ve baþþehir Ötüken’de bir Buda mâbedi inþa ettirdi. 581’de hastalandýðý zaman bir hata daha yaptý; Türk geleneðine uymayan veraset þekliyle Göktürk tahtýna aðabeyi Mukan’ýn, annesi Türk olmayan oðlu Ta-lo-pien’i aday gösterdi. Ayný yýl ölünce halk Ta-lo-pien’i kaðan olarak kabul etmedi. Devlet meclisinde yapýlan müzakereler neticesinde Kara Kaðan’ýn oðlu Iþbara tahta geçti. Bu hükümdarlýk tartýþmalarý sýrasýnda I. Göktürk Devleti sarsýldý ve devletin ileri gelenleri arasýnda derin ayrýlýklar ortaya çýktý. Batý tarafýný babasý Ýstemi Han’dan sonra idare etmeye baþlayan Tardu anlaþmazlýklardan faydalandý. Çinliler’in kurt baþlý sancak gönderip tahrik etmeleri sonucu 582’de Batý Göktürk Devleti’nin baðýmsýzlýðýný ilân etti. Doðu Göktürk Devleti. I. Göktürk Devleti ikiye ayrýldýktan sonra Iþbara, Doðu Göktürk Devleti’ni yönetmeye devam etti. Çin entrikalarýnýn ardý arkasý kesilmediðinden iç savaþ çýktý. Zor durumda kalan Iþbara, Çin’den yardým alabilmek için 585 yýlýnda Suei hânedanýnýn siyasî üstünlüðünü kabul etti. 587’de ölümünün ardýndan kaðan olan kardeþi Baga ertesi yýl bir savaþ esnasýnda okla vurularak öldü. Iþbara’nýn oðlu Tou-lan tahta çýktý. 593 yýlýndan itibaren Suei (Sui) üstünlüðünü tanýmayarak karþý hücuma geçen Tou-lan Kaðan’ý Çinliler yine bir baþka Göktürk prensi Ch’i-min’i kullanmak suretiyle za-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

469


TÜRK

yýflattýlar. Ayrýca Töles boylarý isyana teþvik edildi, çýkan isyanlar neticesi 601 yýlýnda Tou-lan öldürüldü. Bir süre Batý Göktürk Kaðaný Tardu, Doðu Göktürk Devleti’ni de yönetti. Ancak Çinliler onu hayvanlarýný ve askerlerini zehirlemek suretiyle güç durumda býraktýlar. Yine Töles boylarýnýn isyaný neticesinde Tardu ülkesinde kontrolü tamamen kaybetti ve T’u-yü-hunlar’a sýðýnmak zorunda kaldý (603). Ayný yýl Ch’i-min, Çinliler’in desteðiyle Doðu Göktürk tahtýna geçti. Fakat baþþehri güneyde Çin sýnýrýna yakýn bir noktada idi. 609 yýlýna kadar Suei hânedanýna baðlý olarak hükümdarlýk yaptý. Ölümünden sonra oðlu Shih-pi tahta geçti ve baþarýlý bir kaðanlýk dönemi geçirdi. 619 yýlýna kadar önce devletin itibarýný kurtardý. Devleti çok kuvvetlendirdiði gibi 615’te Çin imparatorunu Yen-men Kalesi’nde kuþattý. Ardýndan Çin tarihinin en parlak devleti sayýlan T’ang Ýmparatorluðu’nun kuruluþuna yardým etti. Babasýnýn aksine Çin’e hükmedercesine bir siyaset uyguluyordu. 619’da ölümü üzerine yerine geçen kardeþleri Ch’u-lo (619-621) ve Ýl (Hsieh-li) (621-630) devirlerinde devlet gücünü daha da arttýrdý. Fakat 625’ten sonra tekrar baþlayan Çin entrikalarý, 627 yaz mevsiminde yaðan kar neticesinde çýkan kýtlýk ve törenin Türk asýllý olmayan vezirler tarafýndan bozulmasý devletin yýkýlmasýný hazýrladý; 630’da Doðu Göktürk Devleti Çinliler tarafýndan ortadan kaldýrýldý. Batý Göktürk Devleti. Tardu 582’de doðudaki büyük kaðanlýktan ayrýlýp kendi baþýna hüküm sürmeye baþladý. Onun idaresinde Kuzey Afganistan’la Ýran’ýn kuzeydoðusu hâkimiyet altýna alýndý. Daha sonra Ýran’daki taht mücadelelerine karýþan Tardu bu ülkenin içlerine gönderdiði ordular sayesinde zaferler kazandý. 598 yýlýndan sonra Doðu Göktürk Devleti’ne ve Çin’e yöneldi. Tardu, özellikle Çin hesabýna casusluk yapan T’u-li (daha sonra Ch’imin) isyanýnýn bastýrýlmasýnda Doðu Göktürk Kaðaný Tou-lan’a yardým etti ve 603 yýlýna kadar kaðanlýðýný devam ettirdi. Yerine torunu Ch’u-lo geçtiyse de milletine karþý sert tutumu yüzünden boylar isyan edince 612’de Çin’e sýðýndý. Orada Çinliler adýna Koreliler’in isyanýný bastýrdý. Fakat onun Çinliler’in hesabýna kazandýðý baþarýlar Doðu Göktürk Kaðaný Shih-pi’nin nefretine yol açtý. Sonuçta Çinliler’in ihanetine uðrayarak Shih-pi Kaðan’a teslim edilip öldürüldü. Ch’u-lo Kaðan 611 yýlýnda Çin’e gidince Tardu’nun diðer torunlarýndan She-kuei kaðan oldu. Yeni kaðan önce daðýnýk Türk boylarýný bir araya getirdi.

470

Batý Göktürk Devleti’nin hem siyasî sýnýrlarýný hem askerî gücünü dedesi Tardu zamanýndaki seviyesine çýkardý. She-kuei’in ölümünün ardýndan yerine küçük kardeþi T’ung Yabgu geçti. Kaynaklarýn özellikle çok zeki, cesur, taktikçi bir þahsiyet olarak tanýmladýðý bu kaðan ülkedeki bütün boylarý devlete itaat ettirdi. Hindistan’ýn Keþmir bölgesini idaresi altýna aldý. Ýpek yolu üzerindeki bütün Soðd þehirleri onun hâkimiyetine girdi. 623’te Batý Göktürkleri’nin bir savaþta Sâsânîler’i yenmesi Ýslâm dünyasýnda önemli etkiler býraktý. 630 yýlýna doðru ülkedeki huzursuzluklar artmaya baþladý. Ayný yýl amcasý Bagatur, T’ung Yabgu’yu öldürdü ve yerine geçmek istedi. Fakat devlet bu sýrada büyük bir karýþýklýða sürüklendi. Neticede Batý Göktürk Devleti de Çin’e baðlý birçok beyliðe ayrýldý. Göktürkler’in Fetret Devri. Her iki Göktürk Devleti 630’da Çin esaretine girmiþ bulunuyordu. Bu durum Türk milletine çok aðýr gelmiþ ve VIII. yüzyýlda yazýlan Orhon yazýtlarýnda acý bir þekilde vurgulanmýþtýr. Yazýtlara göre Türkler, Çin’in entrikalarý, Türk hükümdarlarýnýn baþarýsýz yönetimi ve Türk milletinin hükümdarlarýna itaatsizliði yüzünden Çin’in esaretine girmiþtir. Çinliler, 630 yýlýndan sonra bir kýsým Göktürk halkýný kuzey eyaletlerine yerleþtirmek suretiyle idare etmeye çalýþtýlar. Göktürk ülkesini beyliklere parçalayýp ellerinde tutuyorlardý. Çin hâkimiyetine karþý birçok Türk beyi isyan etti. 648’de Ch’e-pi baþ kaldýrarak baðýmsýzlýðýný kazandý. Ancak Çinliler ona karþý diðer Türk boylarýný ayaklandýrdýlar ve çeþitli hilelerle onu etkisiz hale getirdiler. 650 yýlýndan sonra Çinliler Orta Asya’yý ellerinde tutmak için yeni bir yol denediler. Göktürk ülkesinde çeþitli askerî valilikler kurularak Çinli askerî valiler tarafýndan yönetilmeye baþlandý. Buna raðmen Göktürkler arasýndaki istiklâl ateþi gün geçtikçe artýyordu. 670’li yýllarda Türkler kuvvetlenmeye baþladý. Ordos’ta isyan eden Türk Prensi Ni-shih-fu yenilerek Çin baþþehrine götürüldü ve orada idam edildi (679). Yine Göktürk soyundan A-shih-na Fu-nien elli üç arkadaþý ile birlikte 681’de katledildi. Bu arada Göktürk hânedanýndan Kutluð baðýmsýzlýk savaþýna giriþti ve baþarýlý oldu (682). II. Göktürk Devleti. Kutluð, yardýmcýsý Tonyukuk ile birlikte Çinliler’e ardarda darbeler indirdi; hem kendi gücünü arttýrdý hem diðer Türk boylarýný onlarýn elinden kurtardý. 682’de Ötüken’de Oðuzlar yenilip devlete baðlanýnca Kutluð, Ýlteriþ unvanýyla Kaðan ilân edilerek II. Göktürk Dev-

leti resmen kurulmuþ oldu. Pekin’den Kansu’ya kadar uzanan bütün Kuzey Çin bölgelerine Türk akýnlarý baþladý. 682-687 yýllarýnda buralara toplam kýrk altý sefer düzenlendi. 692’de ölen Ýlteriþ Kaðan’ýn yerine, oðullarý Bilge ve Kültigin küçük olduðundan kardeþi Kapgan geçti. Kapgan tahtta kaldýðý yirmi dört yýl boyunca politikasýný sürekli Çin’i baský altýnda tutmak, Çin’de daðýnýk halde yaþayan esir Türkler’i kurtarmak, Orta Asya’da yaþayan Türkler’i Göktürk Devleti’ne baðlamak þeklinde üç temel üzerine oturttu. 695 yýlýna kadar doðudaki Kitanlar’ý ve Çin’i baský altýna almayý baþardý. 696-697’de Kýrgýzlar’ý devlete itaat ettirdi, ardýndan Türgiþler’e yöneldi. Bu arada Göktürkler’in isteklerini yerine getirmeyen Çin’e karþý büyük bir sefer düzenlendi. Türk ordularý Þantung ovasýna ve Yeþil nehre (Yang-ts’e) kadar uzandý. Bu yýlýn sonuna doðru ülkenin batý tarafýndaki Türgiþler tamamen Göktürk birliðine katýldý. Ardýndan Batý Türkistan’a yönelen Kapgan ve beraberindeki Tonyukuk, Bilge ve Kültigin gibi kumandanlar idaresinde Türk ordusu 701’de Demirkapý’ya (Temir Kapýg) ulaþtý. Ertesi yýl Tangutlar’a ve bazý Soðd kolonilerine boyun eðdirildi. 709 yýlýna kadar uzak bölgelerdeki Basmýllar, Çikler, Azlar itaat altýna alýndý. Ancak daha sonra Kapgan Kaðan’ýn anlaþýlmaz sert tutumu yüzünden devlete baðlý boylarýn çoðu ayaklanmaya baþladý. Ýsyan eden Kýrgýzlar 710’da yeniden devlete baðlandýysa da birçok Türk boyu gidip Çin’e sýðýndý. Bayýrku boyunun isyanýnýn bastýrýlmasýnýn ardýndan Kapgan Kaðan, Ötüken’e geri dönerken yanýna fazla asker almamýþtý. Söðüt ormanýndan geçerken Bayýrkular’ýn saldýrýsýna uðradý ve öldürüldü. Kesik baþý orada bulunan bir Çinli casus tarafýndan Çin baþþehrine götürüldü (716). Onun yerine geçen oðlu Ýnel baþarýsýz kaðanlýðý yüzünden tahttan indirildi. Yerine Ýlteriþ’in oðlu Bilge kaðan oldu. Bilge Kaðan ilk iþ olarak boylarýn isyanýný bastýrdý. Çok uzun mücadelelerden sonra devletin birliði yeniden saðlandý. Bilge Kaðan, Çinliler’le iyi geçinmeye çalýþtý ve iki ülke arasýnda dostluk kuruldu. Bilge’nin Çinliler’in etkisinde kalarak Budistleþme ve þehirleþme teklifi devlet meclisi tarafýndan reddedildi (723). Tonyukuk yazýtýnda Göktürk Devleti’nin yeniden kuruluþu ve baðýmsýzlýk için çekilen sýkýntýlar, verilen mücadelelerden bahsedilir (bk. ORHON YAZITLARI). Bilge Kaðan’dan sonra baþa geçen kaðanlar yetersiz kaldýðýndan devlet kýsa zamanda zaafa uðradý. 742’de isyan eden Basmýl ve Uygur-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

lar, Göktürkler’i bozguna uðrattýlar; 745 yýlýnda tamamen yýkýldýlar. Artakalanlarýn bir kýsmý Çin’in kuzeyinde 941 yýlýna kadar varlýðýný sürdürdü. Uygur Hakanlýðý. Uygurlar, Töles boylarý arasýnda bir kabile olarak görünmektedir. Bunlardan ilk defa Töles boylarýnýn 603 yýlýndan sonra Göktürkler’e karþý isyaný münasebetiyle bahsedilir. Uygurlar, 627-646 yýllarý arasýnda baðýmsýzlýðýný koruyan Sir Tarduþ siyasî birliðinin içinde yer aldýlar ve 648’de Çin’e baðlandýlar. 682’de II. Göktürk Devleti kurulunca Dokuz Oðuzlar’la birlikte bu devlete tâbi oldular. Dokuz Oðuzlar’a Uygurlar da katýlýp On Uygur adýyla anýlmaya baþladýlar. 740 yýlýndan sonra II. Göktürk Devleti iç karýþýklýða sürüklenince Uygurlar, Basmýllar ve Karluklar’la ittifak yaparak onlara karþý ayaklandýlar ve maðlûp ettikleri Göktürkler’i yenerek Basmýl Kaðanlýðý’ný kurdular. Basmýl Kaðanlýðý fazla yaþamadý. Uygurlar 744’te Basmýllar’ý bozguna uðratýp Ötüken Büyük Uygur Kaðanlýðý’ný kurdular; ardýndan Orhon-Selenge merkez olmak üzere Moðolistan coðrafyasýný hâkimiyetlerine aldýlar. Bu esnada Uygurlar dokuz kabileden oluþuyordu. Moyen-çor zamanýnda Uygurlar güçlerinin zirvesine ulaþtýlar. Þine-usu yazýtýna göre batýda Altay daðlarýnýn güneybatý eteklerinde yaþayan Karluklar ile Çu ve Talas nehirleri bölgelerindeki Türgiþler üzerine yapýlan seferlerle Uygur Devleti’nin sýnýrlarý Siriderya nehri kýyýlarýna kadar uzandý. Çik boyu da Uygurlar’a baðlandý. Merkezde Selenge nehri kývrýmýnda oturan Sekiz Oðuz ve Dokuz Tatarlar tamamýyla itaat altýna alýndý. Moyen-çor Kaðan tahta çýktýðý zaman isyanlar yüzünden zor durumda kalan Çin’deki T’ang hânedanýna yardýmda bulundu (758). Bögü Kaðan 764’te Maniheizm’i kabul etti. Alp Ulug Bilge Kaðan zamanýnda Karluklar’ýn isyaný bastýrýldý, Tibetliler Doðu Türkistan’dan uzaklaþtýrýldý ve Kýrgýzlar tamamen devlete baðlandý. Alp Ulug, Turfan’a ve Doðu Türkistan þehirlerine büyük önem verdi. 821’de Kün Tengride Ülüg Bulmýþ Alp Küçlüg Bilge kaðan oldu. Bu yýl entrikalar ve suikastlar yüzünden Uygur tarihinin önemli bir dönüm noktasýdýr. Özellikle kaðanýn evlendiði Çinli prensesin faaliyetleri sebebiyle iç huzur saðlanamadý. 824’te kaðanýn ölümü üzerine yerine kardeþi Ho-sa (Hazar Tegin) ve onun yerine 832’de Hu Tegin baþa geçti. 839’da bazý devlet adamlarý tahtý gasbetmek istediler. Bunu farkeden Hu Tegin onlarý öldürttü. Bu sýrada seferde olan Kürebir buna çok öfkelenerek ayaklandý ve Hu Te-

gin öldürüldü; Ho-sa Tegin kaðan ilân edildi. Hu Tegin’in ölümüne üzülen ve Kürebir’e kýzan Uygur kumandaný Külüg Baga, Kýrgýzlar’la anlaþýp 100.000 süvarinin baþýnda merkeze hücum etti. Ho-sa Tegin’i ve Kürebir’i öldürdü. Kaðanlýk otaðý yakýldý ve Uygur Devleti sona erdi (840). Kan-chou Uygur Devleti (Sarý Uygurlar).

Yýkýlan Uygur Devleti’nin halký ve idarecileri etrafa daðýlarak küçük þehir devletleri kurdular ve Ýpek yolu ticaretinde etkili oldular. Bunlardan biri Sarý Uygurlar adýyla da bilinen Kan-chou Uygurlarý olup T’ang hânedanýyla iyi iliþkiler tesis ettiler. Çin imparator kýzlarý ile Uygur kaðanlarý arasýndaki evliliklerle akrabalýk baðlarý kuruldu. Sarý Uygurlar siyasî yönden 940’tan sonra Hýtaylar’ýn (Ki-tan, Liao), 1028’den sonra Tangutlar’ýn, 1226’dan sonra Moðollar’ýn nüfuz sahasý içinde kaldýlar. Bugün halen Kuzeybatý Çin’de yaþayan Uygurlar onlarýn soyundan gelmektedir. Turfan Uygur Devleti. 840’ta çevreye daðýlan Uygur boylarýndan bir kýsmý batýya giderek Beþbalýk, Turfan, Hoço, Kâþgar taraflarýnda yerleþti. Bunlar son Uygur kaðanýnýn yeðeni Mengli’yi kaðan seçti. Tibet’ten endiþe duyan Çin yeni Uygur Devleti’ni tanýdý. Devletin kýþlýk merkezi Kao-ch’ang (Koço), yazlýk merkezi Beþbalýk idi. Kaynaklarda önemli þehirlerinin isimlerine göre geçen bu Uygurlar bazan da hükümdar adlarýna göre Arslan Han Uygurlarý veya Ýdikut Uygurlarý ismiyle kaydedilmiþtir. Turfan Uygur Devleti ticaret yollarý üzerinde bulunduðundan ekonomik bakýmdan geliþti. 911’de baðýmsýz hale gelen Uygur Devleti güneyde Tibet, Batý Türkistan’da Karluk bölgesiyle sýnýrlýydý. 1209’da Cengiz Han’a baðlanýp 1368 yýlýna kadar Çaðataylýlar idaresinde varlýklarýný sürdürdüler. Günümüzde Doðu Türkistan Uygur Özerk Bölgesi içinde yaþamaktadýrlar. Bu Uygur topluluðu yerleþik medeniyet unsurlarý bakýmýndan çok deðerli eserler vermiþtir. Kýrgýzlar. Ýslâm öncesi dönemde Yenisey nehrinin kaynaklarýnýn doðduðu yörede yaþýyorlardý. Onlarýn Çin ve Ýslâm dünyasýndan çok uzakta olmalarý yüzünden haklarýnda yeterli bilgi bulunmamaktadýr. Asya Hunlarý’na milâttan önce 199 yýlýndan evvel baðlanan Kýrgýzlar’ýn Çin kaynaklarýnda isimleri Ke-K’un ki-ku, KienKun, Gen-gün, Gegun þeklinde kaydedilmiþtir. Milâttan önce 48’de bir defa daha Hunlar’a tâbi olmak zorunda kaldýlar ve milâttan sonra 558’de Göktürk Devleti’ne baðlandýlar. 648’de Göktürkler’in zor durumda kalmasýndan faydalanýp Çin ile si-

yasî münasebet kurdular. Kýrgýzlar ancak 840 yýlýnda Büyük Uygur Devleti yýkýlýnca baðýmsýzlýklarýný kazanabildiler. 920’de doðudan gelen Karahýtaylar onlarýn devletini ortadan kaldýrdý ve Ötüken’den eski yurtlarýna, Altay daðlarýnýn kuzeyi ile Sayan daðlarýnýn kuzeybatýsýna sürüldüler. Daha sonra kurulan Moðol Ýmparatorluðu’na katýlarak onlarýn ordusunda yer aldýlar. Türgiþler. 630’da Batý Göktürk ülkesinde Kaðan T’ung Yabgu’nun öldürülmesi üzerine ülke iç karýþýklýða sürüklenmiþti. Baþý boþ kalan çeþitli boylar 635’te kendi aralarýnda teþkilâtlanarak Türgiþler’i meydana getirdiler. Buna raðmen baþlarýnda daima Batý Göktürk hânedanýna mensup beyler bulunuyordu. 634’te Batý Göktürk hânedanýndan Iþbara ülkesini on boya bölmüþ, her boya birer ok verilmiþ, bundan sonra unvanlarý On Þad ve On Ok þeklinde söylenmeye baþlanmýþtýr. Boylar arasýnda dördüncü boy olarak tarihte ilk defa 651’de Türgiþ adý geçmektedir. VII. yüzyýlýn ortalarýnda onlarý Ho-lo-shih çor adlý baþbuð yönetiyordu. 656’dan sonra bir kýsmý Isýk Göl taraflarýna göç etti. Çin hâkimiyeti altýnda iken zaman zaman ayaklandýlar. Nihayet II. Göktürk Devleti’ne baðlandýlar. 720 dolaylarýnda Emevîler’le Mâverâünnehir için mücadele ettiklerinde baþlarýnda Su-lu Kaðan vardý. 737’de bir kumandanýn suikastý sonucu Su-lu öldürülünce Türgiþ Devleti birliðini koruyamadý. Çinliler, 751 yýlýnda Emevî-Karluk iþ birliðine karþý meþhur Talas Savaþý’ný kaybedince bölgeden çekilmek zorunda kaldýlar. Uygur Devleti’nin baskýsýna mâruz kalan Türgiþler (735-756) kendi içlerinde Sarý Türgiþler ve Kara Türgiþler olmak üzere ikiye ayrýldýlar. Bunlar kendi kaðanlarýný tahta geçirip karþýlýklý savaþtýlar. 766’da Karluklar batýya doðru hareket ederek Suei-ye (Tokmak) civarýný ele geçirdiler. Neticede Türgiþler, Seyhun boylarýna doðru göç ettiler. Bir kýsmý Tanrýdaðlarý’nýn güneyindeki Karaþar civarýna gitti. Tarih sahnesinde ilk defa 627 yýlýnda görülen Karluklar, Orta Asya tarihinde önemli rol oynamýþtýr (bk. KARLUKLAR). Göktürk Devleti’nin 630’da merkezî hâkimiyetinin çökmesiyle birlikte ön plana çýkan Oðuzlar da tarihte önemli rol oynamýþ bir Türk boyudur (bk. OÐUZLAR). Doðu Avrupa’daki Devletler ve Boylar. Avrupa Hunlarý. Asya’daki Büyük Hun Ým-

paratorluðu’nun zayýflamasýnýn ardýndan Batý ve Kuzey Kazakistan bozkýrlarýnda bir Türk nüfusu yýðýlmasý meydana geldi. Buradaki Cim, Emba ve Yayýk ýrmaklarý civa-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

471


TÜRK

rý iki asýrdan fazla Hun boylarýna yurtluk yaparken kalabalýk yüzünden otlaklarý yetersiz hale geldi. Ýdil (Ýtil) nehrinin doðusundaki bazý Hun gruplarý bu nehri geçerek 330-350 yýllarýnda Kafkaslar’ýn kuzeyinde Kuban ve Terek nehirleri arasýndaki bozkýrlarý istilâ ettiler. 370’li yýllarda Ýdil boyundaki Hunlar’ýn baþýnda Balamir vardý. 374-375’te onun önderliðinde Hun kitleleri Ýdil nehrini aþarak batýya doðru ilerlemeye baþladýlar. Önce Alanlar yerlerinden batýya doðru sürüldü. Arkasýndan Ostrogotlar aðýr bir yenilgiye uðratýldý. Bunlar batýya kaçýnca meþhur kavimler göçü baþladý. Birçok kavim yer deðiþtirdi ve Avrupa’da yeni bir etnik durum ortaya çýktý. 378’de Edirne civarýnda yapýlan savaþta Vizigotlar’la Hunlar, Bizans’ý yenip imparatorlarý Valens’i öldürdüler. Avrupa âleminin Hunlar’ýn savaþ tekniði karþýsýnda baþarýsýz kalmasý ve onlarýn çok üstün askerî usulleri kýtayý baþtan baþa dehþete düþürdü. Bu arada Basýk ve Kursýk liderliðinde Hunlar’dan bir grup 395-396 yýllarýnda Anadolu’ya akýn yaptýlar. Kafkaslar’dan Doðu Anadolu’ya girerek Erzurum, Malatya ve Çukurova’ya kadar ilerlediler. Antakya ile Urfa’yý kuþatýp Suriye’ye girdiler. Kudüs’e kadar uzanarak geri göndüler. Hunlar’ýn merkezi 400 yýlý civarýnda Ýdil’den Orta Avrupa’ya nakledildi. Hunlar, Tuna’ya ulaþýnca kavimler göçünün ikincisi baþladý. Rua liderliðindeki Hunlar, Orta Tuna ve Tissa havzalarýný hâkimiyetleri altýna aldýlar. Çeþitli Germen ve Slav kavimleri Hunlar’a itaat etti. V. yüzyýlýn ortalarýna doðru Orta Avrupa’dan Hazar denizinin doðusuna kadar uzanan bir Hun Devleti ortaya çýktý. Rua 433’te ölünce Hunlar’ýn baþýna Muncuk’un oðullarý Attila ve Bleda geçti. Ýki kardeþin idaresi on bir yýl kadar sürdü. Bu dönemde Balkanlar’da Bizanslýlar’a ait bazý kaleler Hunlar’ýn eline geçti. Attila, Akatir ve Ak Ogur (Þarogur) isyanlarýný bastýrdý. 445 yýlýnda Bleda ölünce Attila tek hâkim oldu. Devleti daha da geniþleten Attila’ya doðuda Aral gölünden batýda Ren nehrine kadar otuzdan fazla kavim baðlanmýþtý. 447’de çýktýðý büyük Balkan seferinde Attila, bozguna uðrattýðý Ýmparator Theodosius’la 6000 libre altýn savaþ tazminatý ve 2100 libre yýllýk vergi karþýlýðýnda barýþ yaptý. Bu savaþta Hun ordusu iki koldan ilerleyerek Sofya, Filibe, Preslav, Lüleburgaz ve Büyükçekmece’ye kadar ulaþtý. Seferden bir yýl sonra Bizans’ýn kendisine hazýrladýðý suikasttan kurtulan Attila bu devleti kontrol altýna aldýðýndan yönünü batýya çevirdi. Yýllar önce kendisine gönderilen 472

Honoria’nýn niþan yüzüðünü bahane ederek Batý Roma Ýmparatorluðu’nun yarýsýný veya devletin idaresine katýlma hakkýný istedi. Bunun reddedilmesi üzerine sefere hazýrlanan Attila, Batý Roma kumandaný Aetius ile Galya’da Campus Mauriacus denilen yerde karþýlaþtý (Haziran 451). Yirmi dört saat süren savaþta her iki taraf aðýr kayýplar verip geri çekildi. Attila maksadýna ulaþtý ve Batý Roma’nýn asker kaynaðý Galya tahrip edildi. Sayýsý 200.000’i bulan Hun ordusunun yarýsý Germenler ve Gotlar’dan oluþuyordu. Ertesi yýl ilkbaharda Ýtalya seferine çýkan Attila, Kuzey Ýtalya’yý istilâ etti. Dehþete kapýlan Roma imparatoru Roma þehrini terketmeye karar verdi; ancak Papa Leon’un gelip kendisine yalvarmasý, vergi ve Prenses Honoria’nýn niþan yüzüðünü teklif etmesi üzerine Attila ordusunu toplayarak Ýtalya’dan geri döndü. Attila’nýn 453’te ölümüyle yerine oðlu Ýlek geçti. Fakat Avrupa Hun Devleti çözülmeye baþlamýþtý. Gerek Ýlek’le kardeþleri arasýndaki taht mücadeleleri gerekse Germen kitlelerinin isyanlarý kýsa zamanda devletin daðýlmasýna yol açtý. Ýlek, Gepid kralýyla yaptýðý savaþta öldürüldü. Diðer oðlu Dengizik 468 yýlýnda Bizanslýlar’a yenildi ve esir düþtü; Ýstanbul’a getirilerek idam edildi. Üçüncü ve küçük oðlu Ýrnek kendisine baðlý bazý gruplarla Karadeniz’in kuzeyine döndü. Burada yaþayan Ogur Türkleri ile karýþýp Bulgarlar’ý meydana getirdiler. Avarlar. Avarlar’ýn aslý milâttan sonra 350’li yýllara kadar gitmektedir. Bu tarihte Uar-Hunlar’ýn bir kolu Tohâristan, Tanrýdaðlarý, Kuþan bölgesini, Mâverâünnehir’i ve Soðdiana’yý ele geçirerek Akhun (Eftalit) Devleti’ni kurmuþtu. Bu devlet 557 yýlýna kadar yaþadý. Uar-Hunlar’ýn kuzey kolu Göktürkler karþýsýnda tutunamayýnca önce Kafkaslar’a, ardýndan Karadeniz’in kuzeyine, nihayet Orta Avrupa’ya ulaþtýlar. Bunlarýn Moðolistan’ýn doðusunda ortaya çýkan ve büyük bir devlet kuran Juan-juanlar’la ilgisi yoktur. Aslýnda Apar adý altýnda bu boy Kültigin yazýtýnda bir yerde geçmektedir. 572’de Mukan Kaðan öldüðünde onun cenazesine katýlanlar arasýnda Avarlar da vardý. Bizans ve Slav kaynaklarýnda Abar, Avar, Abari gibi isimler verilen boyun 557 yýllarýnda Sabarlar’ý yenip Bizans sýnýrý Azak kýyýlarýna geldiði görülmektedir. Kafkasya’ya geldiklerinde Alanlar’ý kendilerine baðlayan Avarlar, 558’de Bizans’a elçiler göndererek topraklarýnda yerleþmek için bir bölge talep ettiler. Ayrýca Bizans sýnýrlarýný koruma ve karþýlýðýnda bir miktar vergi alma teklifinde

bulundular. O sýrada Balkanlar’da Ogurlar’la uðraþan Ýmparator Iustinianos teklifi kabul edip onlarla bir anlaþma yaptý. Bunun üzerine Avarlar, Karadeniz kýyýsýnda ve Kafkasya’daki Sabarlar, On Ogurlar ile bir Slav kabilesi olan Andlar’ý maðlûp ederek sýnýrlarýný Aþaðý Tuna’ya kadar geniþlettiler. Volga ile Tuna arasýndaki Türk boylarý da Avarlar’ýn hâkimiyetini tanýmýþtý. Karpatlar’a kadar ilerleyen Avarlar, Tuna’nýn batýsýndaki Longobardlar’la anlaþýp Doðu Macaristan’da Gepidler’i itaat altýna aldýlar. 568’den itibaren Longobardlar’ýn Kuzey Ýtalya’ya göçmesiyle Macaristan topraklarý Avarlar’a kaldý. Böylece Avarlar imparatorluklarýný Orta Avrupa’da iyice güçlendirmiþ oldular. Batýda Franklar’ý yendikten sonra güneyde bugünkü Belgrad ve Eszek gibi Bizans’ýn önemli sýnýr þehir kalelerini ele geçirdiler. Avarlar’ýn en güçlü dönemi Bayan Kaðan zamanýdýr. Bayan, devlet merkezini Tuna ile Tisa nehirleri arasýnda stratejik bakýmdan önemli mevkiye naklederken sýnýrlarý Dinyeper’den Elbe’ye, Adriyatik’ten Kuzey denizi sahillerine kadar geniþletti. 565 yýlýnda Bizans’ta çýkan karýþýklýklardan faydalanan Avarlar onlardan büyük paralar aldýklarý gibi Karadeniz kýyýsýndaki kaleleri kuþatýp bölgeden topladýklarý esirleri Batý Roma Ýmparatorluðu’nun boþ arazilerine yerleþtirdiler. Trakya ve Makedonya’daki Avarlar, Selânik kapýlarýna dayanýp þehri kuþattýklarýnda Ýran savaþlarýndan dönen Bizans ordularý karþý hücuma geçince geri çekildiler. Tisa nehrine kadar takip edilen Avarlar’ýn imdadýna Bizans ordusunda patlak veren Fokas isyaný yetiþti (602). Avarlar, Bizans’a karþý Longobardlar’la birlikte hareket ettiler ve 616’dan sonra Ýtalya’ya akýnlar yaptýlar. Ayrýca Slav ve Bulgarlar’dan oluþan kuvvetlerle Dalmaçya, Orta Yunanistan ve Peloponnes’e kadar girdiler; Bizans Ýmparatoru Herakleios büyük paralar karþýlýðýnda barýþ yaparak Selânik’i kurtardý (619). 626 yýlýnda Sâsânîler’le ortaklaþa gerçekleþtirilen Ýstanbul kuþatmasýnda Bizans çok zor anlar yaþadý. Herakleios, Hazarlar’dan yardým istemek için Doðu Karadeniz bölgesinde iken Ýran ordusu Anadolu’dan geçip Boðaziçi’ne kadar ulaþtý. Diðer taraftan Bulgar ve Slav birlikleriyle takviye edilen Avar ordusu Balkanlar ve Trakya’dan geçip Bizans surlarý önüne geldi. Ýki ateþ arasýnda kalan Bizans çaresizlik ve ümitsizlik içinde iken Avarlar’ýn emrindeki Slavlar, Bizans’ýn kýþkýrtmasýyla onlara karþý isyan etti. Donanmanýn bulunmayýþý sebebiyle muhasaradan bir netice alýnamadan geri dönüldü. Tehlikeyi atla-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

tan Bizans’ta o gün bayram ilân edildi ve yüzyýllarca kurtuluþ günü olarak kutlandý. Bu durum Avarlar’ýn nüfuz kaybetmesine yol açtý. Nitekim Alpler ile Dalmaçya’daki Slavlar’ýn ve 630’da güvenilir müttefikleri Bulgarlar’ýn isyanlarý Avarlar’ý zor durumda býraktý. Bunlara Avar kaðanýnýn zamansýz ölümü eklenince durum iyice karýþtý. Bulgarlar kaðanlýk makamý üzerinde hak iddia ettiklerinde isyan bastýrýldý; fakat On Ogur Bulgarlarý baðýmsýzlýklarýný ilân ederek Dinyester ýrmaðýnýn doðu kýsýmlarýný ele geçirdiler. Tuna Sava bölgesiyle kuzey kýsýmlarý Slavlar’da kalýnca Orta Macaristan topraklarýna sýkýþýp kalan Avarlar her geçen gün biraz daha zayýfladýlar. 791 yýlýndan itibaren yaklaþýk on beþ yýl Frank Ýmparatoru Büyük Charles’ýn din savaþlarýna direnen devlet 805’te parçalanarak daðýldý. Avarlar kýsa zamanda Hýristiyanlaþýp dillerini kaybederek kalabalýk kitleler içerisinde eridi. Sabarlar. Batý Sibirya ile Kafkaslar’ýn kuzey bölgeleri arasýnda önemli rol oynayan Sabarlar, Bizans tarihlerinde Sabar, Sabir, Savir; Ermeni, Süryânî ve Ýslâm kaynaklarýnda Savir, Sabir, Sibir diye geçmektedir. Filologlar Sabar kelimesini “sab-ar” þeklinde açýklamýþtýr; “sapan, yol deðiþtiren, serbest olan” anlamýna gelmektedir. Sabarlar’a ait bilinen kiþi adlarýnýn tamamý Türkçe’dir (Balak, Ýliger, Boarýk gibi). V. yüzyýl Bizans tarihçisi Priskos’un verdiði bilgiye göre isimleri ilk defa Batý Sibirya’ya göç eden kavimler arasýnda geçmektedir. Buna göre güneydoðudan gelen Avarlar karþýsýnda tutunamayan Sabarlar batýya yönelmiþ ve Altaylar ile Ural arasýndaki düzlüklerde yaþayan Ogurlar’ý yurtlarýndan çýkarýp Tobol-Ýþim ýrmaklarý çevresine yerleþmiþtir. VI. yüzyýl baþlarýnda Bulgar gruplarýný kendilerine baðlayarak Ýdil-Don nehirleri arasýnda ve Kuban nehrine uzanan sahaya yayýldýlar. Böylece Bizans ve Sâsânî imparatorluklarýna komþu oldular. Bu sýrada Bizans ile savaþan Sâsânîler’in tarafýnda yer alan Sabarlar, Bizanslýlar’ý meþhur hakanlarý Balak’ýn idaresinde maðlûp ederek Ermenistan bölgesine akýnlar düzenlediler. Anadolu’ya girip Kayseri, Ankara, Konya yöresine kadar ilerlediler. Sonraki yýllarda çýkarlarýna göre Bizans’ýn ya da Ýran’ýn yanýnda yer aldýlar. 557’de Avarlar’ýn çok sert hücumuna mâruz kalan Sabarlar daðýldýlar. Hâkim olduklarý bölge Göktürkler’in batý koluna baðlandý. Güney Kafkasya’daki yurtlarý da Bizanslýlar’ýn kontrolüne girdi (576). Bölgede daðýnýk halde yaþayan Sabarlar VII. yüzyýlda Hazar Devleti’nin kuruluþunda yer aldýlar. Ha-

zar topluluklarý arasýnda önemli bir yer tutan Belencer ve Semender boyu Sabarlar’a dayanmaktadýr. Hazarlar VII-XI. yüzyýllar arasýnda Karadeniz ile Kafkas daðlarýnýn kuzeyinde ve Ýdil (Volga) nehirleri dolaylarýnda hüküm sürdüler (bk. HAZARLAR). Büyük Bulgar Devleti. Ogurlar’ýn Karadeniz’in kuzeyinde Hun kalýntýlarýyla karýþtýktan sonra kurduklarý devlete Büyük Bulgarya (Magna Bulgaria) denildi. Kurucusu Kurt’tur (Kobrat, Kobratos, Kuvratos). Doulo sülâlesine mensup olup Asya Hunlarý’nýn T’u-ko hânedan ailesine baðlanmaktadýr. 630 yýlýnda Orta Asya’da Göktürkler’in fetret devrine girmesiyle Hazarlar gibi Bulgarlar da Büyük Bulgar Devleti’nin baðýmsýzlýðýný ilân ettiler. Ýmparator Herakleios zamanýnda Bizans ile sýký münasebetler kurdular; ancak devlet uzun yaþamadý ve kurucusunun 665’te ölümünün ardýndan þehzadeler arasýndaki mücadeleden faydalanan Hazar Hakanlýðý’nýn baskýsý sonucu parçalandý. Otuz Ogurlar’ýn çoðunluðunu oluþturduðu grup kuzeye çekilerek Ýdil Bulgarlarý Devleti’ni tesis etti. Kurt’un oðlu Bat-Bayan, On Ogur Bulgarlarý’nýn ve Macarlar’ýn baþýnda Hazarlar’a tâbi olarak Kafkasya’daki yurtta kaldý. Bulgar kitleleriyle Tuna’ya yönelen diðer oðul Asparuh (Espereh), Balkanlar’a geçip (668) Tuna Bulgar Devleti’ni kurdu (679). Ýdil Bulgar Devleti, Ýdil-Çolman (Kama) sahasýnda XV. yüzyýla kadar yaþadý. Devletin merkezi Bulgar þehridir. Ýslâmiyet’i resmî din olarak kabul eden ilk Türk devleti Ýdil Bulgar Hakanlýðý’dýr (bk. ÝDÝL BULGAR HANLIÐI). Tuna Bulgar Devleti. Asparuh’un Bizans’ýn direnmesine raðmen Dobruca’nýn güney bölgesinde kurduðu Tuna Bulgar Devleti, Bizans yanýnda Avarlar’ýn hücumlarýna da karþý koydu. 681’den itibaren Tuna Bulgar Devleti’nin sahasý Besarabya ile Dobruca’dan baþka Kuzey Bulgaristan’a, doðuda Karadeniz’e, güneyde Balkanlar’ýn geçitlerine ve batýda Ýsker nehrine kadar uzanýyordu. Tuna Bulgar Devleti 688’den itibaren uzun yýllar Bizans’la mücadele etmek zorunda kaldý. Kurum Han 814’te Ýstanbul’u kuþattýðý sýrada öldü. Yerine geçen oðlu Omurtag Han (814-831) Bizans’la otuz yýllýk anlaþma imzaladý. Bu anlaþma Bulgarlar’a güneyde sükûn, Bizans’a da mallarýný gümrük ödemek þartý ile kuzeye sevkedebilme imkâný saðlýyordu. Omurtag Han bu arada Franklar’la da mücadele etti. Tuna-Sava-Drava havzasýný alýp Maroþ nehri vadisindeki, Orta Avrupa’nýn Roma devrinden beri terkedilmiþ olan en bü-

yük tuzlalarýný iþletmeye açmak suretiyle devletine büyük servet kaynaðý kazandýran Omurtag Han zamaný Tuna Bulgarlarý’nýn en parlak devirlerini teþkil etti. Kurulan þehirler, saraylar, köþkler, su yollarý, âbideler, Pliska ve Preslav þehirleriyle Madara kasabasý civarýnda yüksek bir kaya üzerinde Kurum Han’ýn 40 m²’lik yeri kaplayan kitâbeli kabartmasý o çaðlardan günümüze kalan bir hâtýradýr. Fakat yerlilere oranla az olan Bulgar Türkleri arasýnda Slavlaþma baþladý. Slavlaþma, Malamir (831-836) ve Presiyan (837-852) dönemlerinde hýzla arttý. Boris Han’ýn 864’te Ortodoksluðu resmen kabul ederek, o zamana kadar tek Tanrý inancýný benimseyen Bulgarlar’ý hýristiyanlaþtýrmasý ile tamamlandý. Boris, Mikhail adýný aldý. 869870 Ýstanbul kiliseler toplantýsýnda Bulgar kilisesinin müstakil piskoposluk olarak Katolik kilisesi temsilcilerince tanýnmasý üzerine Roma’nýn Balkan yarýmadasýndaki iddialarýnýn sona ermesiyle Türk devleti karakterini tamamen kaybedip Slav, Bizans kültür çevresine girdi. O güne kadar kullanýlan Türkçe han unvaný da Boris’in halefi Simeon (893-917) tarafýndan “çar”a çevrildi. Peçenekler. IX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Hazar-Uz baskýsýna dayanamayan Cim ve Yayýk boylarýndaki Peçenekler, kalabalýk kitleler halinde Ýdil nehrini aþýp 860-880 yýllarýnda Don-Kuban bölgesine geldiler. Buralarda yaþayan Macarlar’ý yerlerinden çýkardýlar. Peçenekler’in daha önceki tarihleri hakkýnda fazla bilgi bulunmamaktadýr. 889-893 yýllarýnda Don’dan Dinyeper’in batýsýna kadar uzanan sahaya hâkim oldular. Peçenekler’in buralarda sekiz boy halinde yaþadýðý bilinmektedir. Bu boylar Ertim (Erdem), Yula, Çor, Külbey, Karabay, Tolmaç, Kapan ve Çoban’dýr. Adlardan bazýlarý eski Türk unvanlarýdýr (Yula, Çor, Külbey, Kapan = Kargan). Ertim, Çor ve Yula boylarý birlikte hareket edildiðinde idareci durumundaydýlar, bunlara Kenger (Kangar) denilmekteydi. XII. yüzyýla gelindiðinde boy sayýsý on üçe yükseldi. Hazarlar, Uzlar (Oðuzlar), Macarlar ve birtakým Fin kabileleriyle Slavlar, Peçenekler’in komþularýydý. 900’den 1036 yýlýna kadar on biri büyük çapta olmak üzere birçok seferde bulundular. 968’de Kiev’i kuþattýlar ve Knez Svyatoslav’ý maðlûp ederek öldürdüler. 992, 996 ve 1015 yýllarýnda Ruslar’ýn hücumlarýna karþýlýk verdiler. Bu sayede Peçenekler, Ruslar’ýn Karadeniz’e inmelerini engellediler. Bu durum Bizans’ýn menfaatlerine uygun düþüyordu. 915’te baþlayan Peçenek-Bizans dostluðu Ýstanbul’-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

473


TÜRK

dan gönderilen elçiler ve hediyelerle bir müddet devam etti. Peçenekler, Bizans’tan kumaþ, baharat, boya, süs eþyasý ve mücevherat alýyor, karþýlýðýnda bal mumu, tutkal, kýymetli deri satýyordu. Peçenekler’i Ýdil ötesi yurtlarýndan çýkaran Uzlar’ýn batýya doðru ilerlemesi üzerine Peçenekler’den bir kýsmý 942-970 yýllarýnda Macaristan’a yerleþti. Asýl kitle batýya doðru kaymaya baþladý. XI. yüzyýlýn baþlarýnda Peçenekler, Dinyester boyuna indi. Bu durum onlarýn Don bölgesindeki hâkimiyetlerinin zayýflamasýna yol açtý. Bundan istifade eden Ruslar, Peçenekler’e 1036 yýlýnda aðýr bir darbe vurdular. Bu tarihten sonra Peçenekler, Tuna boylarýna geldiler, Tuna nehri Peçenekler ile Bizans arasýnda sýnýr oldu. Arkalarýnda Uz baskýsý þiddetlenince Peçenekler Balkanlar’a doðru kaymaya baþladýlar. Bazý boylar Bizans ile anlaþarak sýnýr bekçiliði yapýyorlardý. 1048’den sonra pek çok Peçenek Bizans hizmetine girdi. Bunlar arasýndan Anadolu’ya gönderilenler de oldu. Anadolu’da Peçenekler’le ilgili birçok yer adý Bizans tarafýndan yerleþtirilen bu Peçenekler’e aittir. Bunlardan bir kýsmý 1071 Malazgirt Savaþý’nda Alparslan tarafýna geçerek Bizans’ýn yenilmesinde rol oynadý. 1050’den itibaren Edirne çevresi, Trakya’nýn Marmara’ya kadar olan sahilleri Peçenekler’in hücumuna mâruz kaldý. Ýzmir Beyi Çaka, Ýstanbul’u zaptetmek için Peçenek baþbuðlarý ile ittifak yaptý. Ege’de donanmasý ile Çaka Bey, Marmara sahillerinde Selçuklular, Edirne’de Peçenekler, Ýstanbul’u kýskaç içine almak üzere anlaþtýlar (1091). Çok zor durumda kalan Bizans’ýn imdadýna Kumanlar (Kýpçaklar) yetiþti. 1060 yýlýndan itibaren Peçenekler’e ait Karadeniz’in kuzeyindeki sahayý iþgal eden Kumanlar 1080’lere doðru Tuna boylarýna kadar ilerleyince Peçenekler’le aralarýnda büyük bir düþmanlýk baþ gösterdi. Rus knezleri önceleri bu durumdan yararlandýðý gibi Bizanslýlar da faydalanmanýn yollarýný buldular. Meriç nehri kenarýnda Bizans’a kesin bir darbe indirmeye hazýrlanan Peçenekler, Bizans’ýn tahrikiyle çok kalabalýk Kumanlar’ýn saldýrýsýna uðradýlar. Lebinium’da yenilip tamamen ezildiler (29 Nisan 1091). Böylece siyasî tarihleri sona eren Peçenekler’den geri kalanlar çeþitli bölgelere daðýldýlar. Bir kýsmý Macaristan’a gitti ve Peþte çevresiyle Fertö’de yerleþtirildi. Bir kýsmý Uzlar ve Kumanlar arasýna karýþtý. Balkanlar’da kalanlarýn çoðu Vardar nehri boyunca yerleþti. Makedonya’daki Meglano-Ulahlar’ý ile Sofya etrafýndaki Þop-Bulgarlarý’nýn Pe474

çenek neslinden geldiði söylenmektedir. Anadolu, Sýrbistan, Rusya, Macaristan ve Kafkaslar’da bazý yer adlarý ile halk efsanelerinde Peçenekler’in hâtýralarý yaþamaktadýr. Orta Macaristan’da ele geçen meþhur Nagy-Szent Miklos hazinesinin altýn kaplarý üzerindeki Göktürk alfabeli yazýlarýn Peçenekler’e ait olduðu anlaþýlmýþtýr. Ayrýca Güney Rusya’da Poltava’da bulunan Perescepine hazinesi de onlara aittir. 150 yýldan fazla Karadeniz’in kuzeyinde yaþayan Peçenekler’den her biri kendi baþbuðunun idaresinde boy teþkilâtý çevresinde kaldý ve bir devlet kurulamadý. Fakat savaþ ve müdafaa durumlarýnda ortak hareket edebildiler. XI. yüzyýlýn ortalarýnda Turak adýnda bir baþbuð on bir Peçenek boyunun baþýna geçtiyse de bütün boylarý hâkimiyeti altýna alamadý. Uzlar. Oðuzlar’ýn batý kolu Uzlar, Rus yýllýklarýnda Tork (Türk), Bizans kaynaklarýnda Uz diye geçmektedir. 860’lý yýllarda Peçenekler’i Ýdil ötesindeki yurtlarýndan çýkarýp oraya yerleþtiler ve daha sonra batýya doðru ilerlediler. Kiev Knezi Vlademir’in müttefiki olarak 985’te Ýdil Bulgarlarý’na karþý yapýlan sefere bazý Uz gruplarý da katýldý. Yalnýz bunlarýn Kiev bölgesine göçleri 1036’da Peçenekler’i yenmelerinin ardýndan gerçekleþti. Doðu Avrupa sahasýnda kýsa bir dönem faaliyet gösteren Uzlar hakkýnda diðer Türk boylarýna göre çok az bilgi bulunmaktadýr. Bugün Moldavya’da yaþayan, dil ve kültürlerini büyük ölçüde muhafaza eden Gagauz Türkleri’nin bunlarýn kalýntýlarý olduðu tahmin edilmektedir (bk. OÐUZLAR). Batý Göktürkler’e mensup bir Türk kavmi olan Kýpçaklar da (Kumanlar), Peçenekler ve Uzlar gibi Güneydoðu Avrupa bozkýrlarýnda bir devlet kuramadýlar (bk. KIPÇAKLAR). BÝBLÝYOGRAFYA :

Chu-shu Chi-nien (Bambu Kayýtlarý) (Lei Hsüech’i), Taipei 1977; Shih Chi(Ssu Ma-ch’ien/m.ö. 109-91), Taipei 1979; Han Shu(Pan Ku/111), Taipei 1979; San Kuo Chih(Ch’en Shou/285297), Taipei 1979; Hou Han Shu(Fan Ye/V. yüzyýl ortasý), Taipei 1979; Chin Shu (Fang Ch’iao/ 636), Taipei 1979; Wei Shu(Wei Shou/636), Taipei 1987; Chou Shu(Ling-hu Te-feng/629), Taipei 1987; Pei Shih 99(Li Te-lin/636), Taipei 1987; Suei Shu(Wei Cheng/636), Taipei 1987; Chiou T’ang Shu(Liou Hsü/945), Taipei 1985; Hsin T’ang Shu(Ou Yang-hsiou/ 1060), Taipei 1985; T’ung Tien(Tu Yu/805), Shanghai 1935; T’ung Chih(Cheng Ch’iao/1150), Shanghai 1935; Tsuchih T’ung-chien(Ssu Ma-kuang/1085), Taipei 1987; Ts’u-fu Yüan-kuei (Wang Ch’in-jo ve Yang Ý/1005-1013), Taipei 1981; Wen-hsien T’ung-k’ao (Ma Tuan-lin/1254), Shanghai 1935; Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, bk. Ýndeks; Ýbn Fadlân, Seyahatname (trc. Ramazan Þeþen), Ýstanbul 1975; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, tür.yer.; a.mlf., Mürûcü’×-×e-

heb (Abdülhamîd), I-II, tür.yer.; ¥udûdü’l-£âlem (Minorsky), tür.yer.; Ýbnül-Esîr, el-Kâmil, bk. Ýndeks; E. Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue (Turcs), occidentaux, St. Pétersbourg 1903, tür.yer.; K. Dietrich, Byzantinische Quellen zur leander und Völkerkunde, Leipzig 1912, II, tür.yer.; O. Franke, Geschichte des chinesischen Reiches, Berlin 1930-36, I-II; Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, Ýstanbul 1937; a.mlf., IV-XVIII. Yüzyýllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972; a.mlf., “Bulgar”, ÝA, II, 781-796; W. M. McGovern, The Early Empires of Central Asia, North Carolina 1939; O. Lattimore, Inner Asian Frontiers of China, New York 1940; W. Eberhard, Çin’in Þimal Komþularý (trc. Nimet Uluðtuð), Ankara 1942; a.mlf., “Þato Türklerinin Kültür Tarihine Dair Notlar”, TTK Belleten, XI/41 (1947), s. 15-26; F. Altheim, Attila et les Huns, Paris 1952; J. R. Hamilton, Les ouïghours à l’époque des cinq dynasties d’après les documents chinois, Paris 1955; Liu MauTsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden 1958, I-II; Gyula Moravcsik, Byzantinoturcica, Budapest 1958; A. Zajaczkowsky, Karaims in Poland, Warszawa 1961; a.mlf., “Hazar Kültürü ve Varisleri” (trc. Çaðatay Bedii), TTK Belleten, XXVII/ 107 (1963), s. 477-483; Attila ve Hunlarý, Ýstanbul 1962; Constantinus Porphyrogenitus, De Administrando imperio (trc. R. J. H. Jenkins), London 1962, II, tür.yer.; Bahaeddin Ögel, Ýslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962; a.mlf., Büyük Hun Ýmparatorluðu Tarihi, Ankara 1982; a.mlf., “Ýlk Töles Boylarý”, TTK Belleten, XII/48 (1948), s. 795-831; a.mlf., “Doðu Göktürkleri Hakkýnda Vesikalar ve Notlar”, a.e., XXI/81 (1957), s. 81-137; Ýbrahim Kafesoðlu, “Tarihte Türk Adý”, Reþid Rahmeti Arat Ýçin, Ankara 1966, s. 306319; a.mlf., Türk Millî Kültürü, Ýstanbul 1987; D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, Princeton 1967; C. Mackerras, The Uighur Empire (744-840), Canberra 1968; M. Mori, Historical Studies of the Ancient Turkic Peoples (in Japanese), Tokyo 1967; L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1971; O. Maenchen-Helfen, The World of the Huns, Berkeley 1973; L. Bazin, Les calendriers turcs anciens et médiévaux, Lille 1974; a.mlf., “Turks”, EI 2 (Ýng.), X, 687-689; L. Kwanten, Imperial Nomads: A History of Central Asia, 500-1500, Pennsylvania 1979; P. B. Golden, Khazar Studies, Budapest 1980, I-II; a.mlf., “Turks”, EI 2 (Ýng.), X, 689-693; Th. J. Barfield, The Perilous Frontier, Cambridge 1989, tür.yer.; V. V. Barthold, Moðol Ýstilâsýna Kadar Türkistan (haz. Hakký Dursun Yýldýz), Ankara 1990; a.mlf., “Turks”, EI, IV, 900-908; R. Grousset, Bozkýr Ýmparatorluðu (trc. M. Reþat Uzmen), Ýstanbul 1993; Ahmet Taþaðýl, Gök-Türkler, Ankara 2004, I-III; a.mlf., Çin Kaynaklarýna Göre Gök-Türkler, Ankara 2004; Þerif Baþtav, “Sabir Türkleri”, TTK Belleten, V/17-18 (1941), s. 53-99; O. Pritsak, “Die Sogenante Bulgarische Fürstenliste und die Sprache der Protobulgaren”, UAJ, XXVI (1954), s. 218, 220; Reþid Rahmeti Arat, “Karluklar”, ÝA, VI, 351-352; a.mlf., “Kýpçak”, a.e., VI, 713-716.

ÿAhmet Taþaðýl

Türkler’in Ýslâmiyet’i Kabulü. Câhiliye devri þairleri Nâbiga ez-Zübyânî, Hasan b. Hanzale ve Þemmâh b. Dýrâr’ýn þiirlerinde ve darbýmesellerde Türkler’den bah-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

sedilmesi, Türkler’le Araplar arasýndaki iliþkilerin Câhiliye dönemine kadar uzandýðýný göstermektedir. Ayrýca çeþitli Türk kavimlerinin Ýslâm öncesi dönemde Ýran ve Arap hâkimiyetindeki topraklara geldiði ve onlar hakkýnda bilgi edindiði anlaþýlmaktadýr. Nitekim Hazar Türkleri zaman zaman Derbend’i geçip Hemedan ve Musul’a kadar ilerlemiþlerdir. Sâsânî Hükümdarý Enûþirvân (531-579) Bâbülebvâb (Derbend) seddini Hazar akýnlarýna karþý yaptýrmýþ, Kuzey Ýran’da yaþayan Aðaçeri, Sûl ve Yazur Türkleri’ni Azerbaycan’a göçe zorlamýþtý. Eftalitler (Akhunlar), Halaçlar ve Karluklar’ýn bir bölümü Afganistan ve Sîstan (Sicistan) topraklarýna yerleþmiþti. Sâsânî ordusunda Türkler’in yaný sýra Araplar da vardý. VII. yüzyýlda Sâsânîler’le Bizanslýlar arasýndaki savaþlarda Göktürkler, Hazarlar ve Avar Türkleri önemli rol oynamýþtý. Eski Arap þiirinden, halký korkutmak ve Türkler’den uzaklaþtýrmak amacýyla çýkarýlan þâyialardan Araplar’ýn Türkler’i cesur, acýmasýz ve Ýslâm dininin geleceði açýsýndan tehlikeli gördükleri anlaþýlmaktadýr. Bir rivayete göre Türkler Araplar’ýn elinden iktidarý alacak, ancak kâfir olduklarý için Allah’ýn gazabýna uðrayýp mahvolacaktýr. III. (IX.) yüzyýlda Câhiz, Türkler’in Ýslâm’ýn yardýmcýsý ve halifelerin en yakýn adamlarý olduklarýný söyleyerek Türkler’e haksýzlýk edildiðini ileri sürmüþtür (Hilâfet Ordusunun Menkýbeleri, s. 85). Hadislerde Türkler. Türkler hakkýnda Kütüb-i Sitte’de ve diðer hadis kaynaklarýnda çeþitli rivayetler yer almaktadýr. Bunlarýn yanýnda Türkler aleyhine ifadeler içeren bazý hadisler ve sahâbeye atfedilmiþ asýlsýz haberler de vardýr (geniþ bilgi için bk. Þeþen, TM, XV [1969], s. 15-29). Bunlardan hangilerinin sahih, hangilerinin mevzû olduðu hadis otoritelerinin yapacaðý ciddi çalýþmalarla ortaya konabilecektir. Konuyla ilgili hadisleri üç bölümde ele almak mümkündür. 1. Türkler’in savaþçý niteliklerine dikkat çekerek Türkler’le mücadele ve savaþ konusunda sahâbeyi ve sonraki nesilleri uyaran, onlarla iyi geçinmeyi tavsiye eden hadisler: “Türkler size dokunmadýkça siz de onlara dokunmayýnýz” (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 8; Nesâî, “Cihâd”, 42). 2. Türkler’in fizyolojik özelliklerinden ve müslümanlarla savaþacaklarýndan bahseden hadisler: “Siz küçük çekik gözlü, kýrmýzý yüzlü, basýk burunlu, çehreleri sanki örs üzerinde dövülmüþ ve üzeri derilerle kaplanmýþ saðlam kalkanlar gibi bir kavim olan Türkler’le savaþmadýkça kýyamet kopmayacaktýr; siz kýldan örülmüþ çorap giyen bir kavimle savaþmadýkça ký-

yamet kopmayacaktýr” (Buhârî, “Menâkýb”, 25; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 9). 3. Türkler’i Benî Kantûrâ olarak gösteren ve müslümanlarla savaþacaklarýný ifade eden hadisler (Müsned, V, 40; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 10). Bunlarýn dýþýnda Türkler’in Irak ve el-Cezîre’yi zaptedip iktidarý Abbâsîler’in elinden alacaklarýný beyan eden hadisler vardýr (Kitapçý, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlýðý, s. 243 vd.). Öte yandan VII. yüzyýlda Ýran ve Arabistan’da Türk çadýrý kullanýldýðý, Hz. Peygamber’in Hendek Savaþý sýrasýnda bir Türk çadýrýnda oturarak hendek kazma iþlerine nezaret ettiði (Taberî, II, 568) ve Medine’de bir Türk çadýrýnda itikâfa çekildiði rivayet edilmektedir. Türkler’le müslüman Araplar arasýnda VII. yüzyýlýn ortalarýna doðru baþlayan ve XX. yüzyýlýn ilk çeyreðine kadar devam eden iliþkileri mücadele, hizmet ve hâkimiyet dönemleri þeklinde incelemek mümkündür. Mücadele dönemi Hz. Ömer zamanýndaki Ýslâm fetihlerinden itibaren Emevîler’in yýkýlýþýna kadar yüzyýlý aþkýn bir süre devam etmiþtir. Bu mücadelenin sonunda Türk hâkimiyetindeki topraklar müslüman Araplar’ýn eline geçmiþ, bir kýsým Türkler Müslümanlýðý kabul etmiþtir. Hizmet dönemi Emevîler’in son zamanlarýnda baþlamýþ, daha sonra Abbâsî halifeleri cesaretiyle temayüz eden Türkler’i kendi hizmetlerine almýþ, özellikle Me’mûn ve Mu‘tasým-Billâh devrinden itibaren Türkler hilâfet ordusunun en önemli unsuru haline gelmiþtir. Ayrýca yönetim kadrolarýna yükselerek Abbâsî halifeliðinin siyasî ve idarî hayatýnda büyük hizmetler görmüþtür. Dandanakan zaferinden sonra Selçuklu Türkleri, Sünnî Ýslâm dünyasýnýn hâmiliðini üstlenmiþ, iç ve dýþ tehlikelere karþý müslümanlarý koruma görevini yerine getirmiþtir. Selçuklular ve halefleri çok geniþ bir sahada hâkimiyet tesis ederek çeþitli imparatorluklar kurmuþ, genelde siyasî, idarî ve askerî bakýmdan Ýslâm dünyasýnýn rakipsiz hâkimi olmuþtur. Bu durum I. Dünya Savaþý’nýn sonuna kadar devam etmiþtir. Hulefâ-yi Râþidîn Devri Türk-Arap Ýliþkileri (632-661). Türkler’in müslüman ol-

masýna zemin hazýrlayan mücadeleler Ýslâm fütuhatý sýrasýnda gerçekleþti. Hz. Ebû Bekir, irtidad olaylarýný ve isyanlarý bastýrdýktan sonra Sâsânî Ýmparatorluðu’nun hâkimiyeti altýnda bulunan Fýrat nehrinin aþaðý taraflarýndaki topraklara ordu sevketti ve Yemâme’de bulunan Hâlid b. Velîd’i Sâsânîler’e karþý savaþmakla görevlen-

dirdi. Irak cephesi baþkumandanlýðýnýn kurulmasýyla fütuhat hareketi baþlatýlmýþ oldu. Hz. Ömer hilâfet makamýna geçince Ebû Ubeyd es-Sekafî’yi 1000 kiþilik gönüllü birliðin baþýnda Sâsânî kuvvetleri üzerine gönderdi. Onun þehid olmasýyla Irak cephesi kumandanlýðýna Sa‘d b. Ebû Vakkas tayin edildi. Kadisiye zaferinin (15/636) ardýndan Ýslâm ordusu Sâsânîler’in baþþehri Medâin’e, ardýndan Hulvân’a girdi. 21 (642) yýlýnda Nihâvend zaferiyle Ýran kapýlarý müslümanlara açýldý. Hz. Osman döneminde Basra Valisi Abdullah b. Âmir’in öncü kuvvetleri kumandaný Ahnef b. Kays, Nîþâbur ve Serahs’ý fethettikten sonra Merv’e yürüdü. Ceyhun (Amuderya) nehrinin kuzeyine geçerek müslümanlarýn takibinden kurtulan son Sâsânî hükümdarý III. Yezdicerd topladýðý kuvvetlerle Belh’i müslümanlardan geri aldý. Merverrûz’a kadar ilerleyip Türk Hakaný Tulu Han’dan yardým istedi, ancak Ahnef b. Kays’a yenilip geri çekildi. Horasan ve Tohâristan’da bazý þehirler Türkler tarafýndan zaptedildi. Abdullah b. Âmir bölgeyi tekrar fethetti. Bu sýrada Kuzey Azerbaycan ve Daðýstan’da Hazarlar, Cürcân’da Sûl Türkleri (Sûlîler), Sîstan’da Eftalitler ve Halaçlar, Bâdegýs’te Nîzek Tarhan, Tohâristan’da Karluklar’a mensup bir yabgu bulunuyordu. Sâsânîler’in yýkýlmasý ve Göktürk nüfuzunun zayýflamasý üzerine Mâverâünnehir ve Hârizm’deki mahallî hânedanlar baðýmsýzlýklarýný ilân ettiler. Hz. Osman döneminde müslüman Arap ordusu Gürcistan, Daðýstan, Azerbaycan ve Arrân’a kadar uzanan topraklarý ele geçirdi. Azerbaycan’ýn çeþitli yerlerine askerî birlikler yerleþtirildi. 31 (651) yýlýnda bütün Ýran Ýslâm hâkimiyeti altýna girmiþ oldu. Ýslâm ordusunun Türkler’le mücadele ettiði ikinci cephe Kafkasya’dýr. Azerbaycan ve Ýrmîniye’nin fethinden sonra müslüman Araplar Hazar Türkleri ile karþýlaþtýlar (18/639). Hz. Ömer, Sürâka b. Amr’ý Derbend’in fethine memur etti. Abdurrahman b. Rebîa el-Bâhilî kumandasýndaki ordu Derbend hâkimi Þehrbârâz ile bir antlaþma yaptý ve Þehrbârâz müslümanlara tâbi olmayý kabul etti (22/643). Abdurrahman b. Rebîa, Hazar topraklarýna akýnlar düzenledi (24-25/645-646). Hazar baþþehri Belencer yakýnlarýnda meydana gelen savaþta Arap ordusu yenilgiye uðradý (32/652-53). Bu olayýn ardýndan Ýslâm dünyasýndaki iç karýþýklýklar yüzünden Hazar Türkleri ile Araplar arasýnda önemli bir savaþ meydana gelmediði anlaþýlmaktadýr. Emevîler Devri Türk-Arap Ýliþkileri (661750). Muâviye b. Ebû Süfyân hilâfeti ele

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

475


TÜRK

geçirince yeni bir fetih harekâtý baþlattý. Sîstan’ýn zaptýna memur edilen Abdurrahman b. Semüre Kâbil, Belh ve Büst gibi þehirleri ele geçirdi (43/663). Abdullah b. Sevvâr, Sind bölgesinde fetihlere giriþti, ancak Türkler karþýsýnda maðlûp olunca yerine Mühelleb b. Ebû Sufre getirildi. Mühelleb, Türkler’i yenerek bölgeye hâkim oldu (44/664). Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh, Horasan ve Sîstan’a daha planlý bir askerî harekât baþlattý. Kûfe ve Basra’dan yaklaþýk 50.000 kiþiyi Horasan’ýn Merv, Herat, Nîþâbur gibi þehirlerine yerleþtirdi. Hakem b. Amr el-Gýfârî, Ceyhun nehrini geçip Saganiyân’a (Çaganiyân) kadar ilerledi ve III. Yezdicerd’in oðlu Fîrûz’u yenilgiye uðrattý. Mühelleb de Türkler karþýsýnda yeni baþarýlar kazandý. Horasan’ýn yeni valisi Rebî‘ b. Ziyâd el-Hârisî, Belh’te çýkan bir isyaný bastýrdýktan sonra Kuhistan’a bir sefer düzenledi. Bölgede Eftalit Türkleri’ni maðlûp ederek Ceyhun nehrine kadar ilerledi. Burada Türk Hükümdarý Nîzek Tarhan’ý yendi. Âmül gibi bazý þehirleri fethedip Hârizm’e kadar ulaþtý. Böylece Horasan ve Tohâristan topraklarýnýn büyük bir kýsmý Emevîler’in egemenliðini tanýmýþ oldu. Ubeydullah b. Ziyâd 54 (674) yýlýnda Beykent’i ele geçirerek Buhara üzerine yürüdü. O sýrada Buhara’yý Türk Hükümdarý Bîdûn’un dul eþi Kabaç Hatun yönetiyordu. Kabaç Hatun çevredeki Türkler’den yardým istediyse de Türk birlikleri Ubeydullah karþýsýnda tutunamadý ve 1 milyon dirhem vergi vermek suretiyle Ubeydullah’la anlaþma yaptý. Ubeydullah daha sonra 2000 Türk savaþçý ile Basra’ya döndü; bunlar Basra’da bir isyanýn bastýrýlmasýnda görev aldý. 56 (676) yýlýnda Horasan valiliðine tayin edilen Saîd b. Osman, Semerkant’a bir sefer düzenledi. Soðd, Kiþ ve Nesef halký topraklarýný korumak amacýyla seferber olunca Kabaç Hatun da onlara katýldý, ancak Saîd b. Osman Türk birliklerini bozguna uðrattý. Kabaç Hatun rehineler gönderdi ve itaat arzettiðini bildirdi (57/677). Saîd, Buhara’yý alarak Semerkant’a yöneldi. Aðýr kayýplar veren Semerkantlýlar kendisiyle anlaþtýlar. I. Yezîd devrinde Horasan Valisi Selm b. Ziyâd, Semerkant ve Hârizm üzerine yürüyünce (61/680-81) Kabaç Hatun ve Mâverâünnehir’in diðer þehirlerindeki Türkler birlikte harekete geçtilerse de Selm Buhara’ya girmeye muvaffak oldu ve Kabaç Hatun onunla yeni barýþ antlaþmasý yaptý. Abdülmelik b. Mervân devrinde Tirmiz’i ele geçiren Mûsâ b. Abdullah b. Hâzim Türkler, Eftalitler ve Tibetliler’den oluþan bir orduyu maðlûp etti; bölge halký 476

ona itaat arzederek vergi ödemeyi kabul etti. 78 (697) yýlýnda Horasan valisi tayin edilen Mühelleb b. Ebû Sufre’nin faaliyetleri baþarýsýzlýkla sonuçlandý. Onun 82’de (702) ölümünün ardýndan oðlu Yezîd de yaptýðý seferlerden sonuç alamadý ve görevden uzaklaþtýrýldý. I. Velîd döneminde Horasan valiliðine getirilen Kuteybe b. Müslim Belh’te çýkan isyaný bastýrdý (86/ 705). Ceyhun nehrini geçip Saganiyân’a yöneldiðinde Saganiyân hükümdarý baðlýlýðýný bildirdi. Kuteybe’nin hedefi Türkler’in hâkimiyetindeki Tohâristan ve Mâverâünnehir’i fethetmekti. Mâverâünnehir seferine çýkmadan önce Tohâristan eyaletinin hâkimi Nîzek Tarhan’a elçi gönderip hâkimiyetini tanýmasýný ve müslüman esirleri serbest býrakmasýný istedi. Teklifi kabul eden Nîzek Merv’e hareket etti ve aralarýnda barýþ yapýldý. Kuteybe, Beykent halkýnýn isyaný üzerine geri dönüp þehri geri aldý ve bol miktarda ganimet ele geçirdi (89/708). Ardýndan Buhara üzerine yürüyen Kuteybe bir sonuç alamayýnca Merv’e döndü. Ertesi yýl tekrar Buhara’ya yürüdü ve þiddetli muhasaradan sonra Buhara’da Ýslâm hâkimiyeti saðlandý. Kuteybe’nin Buhara’dan ayrýlmasýnýn ardýndan Tohâristan hâkimi Nîzek, Araplar’a karþý ortak bir harekâta karar verdiyse de müttefikleri Kuteybe’ye itaat arzedince kaçarak bir kaleye sýðýndý. Kuteybe onu yakalayýp Haccâc’ýn emriyle idam ettirdi. Buhara’ya hareket eden Kuteybe þehrin bir kýsmýna Araplar’ý yerleþtirdi. 92 (71011) yýlýnda Sicistan seferine çýktý ve Zâbülistan Hükümdarý Rutbîl ile haraç vermesi þartýyla barýþ yapýldý. Ertesi yýl Hârizmþah ile bir antlaþma yapan Kuteybe barýþý bozan Soðd üzerine yürüyüp bölgenin merkezi Semerkant’ý kuþatýnca Semerkant hâkimi Emevî hâkimiyetini tanýdý. Semerkant’ýn fethiyle Araplar’ýn Mâverâünnehir’deki hâkimiyetleri tamamlandý. Kuteybe 20.000 kiþilik bir orduyla yeni bir sefere çýktý (94/713). Þâþ, Hucend ve Fergana’nýn bir kýsmýný ele geçirdi, Ýsbîcâb’a kadar ilerledi; ancak Haccâc’ýn ölümüyle (95/714) fetih harekâtýný durdurdu. Halife I. Velîd kendisini müstakil bir vilâyet haline getirilen Horasan’a vali tayin etti. Ardýndan Kuteybe bazý seferler düzenlediyse de Halife Velîd’in ölüm haberini alýnca yeni halife Süleyman b. Abdülmelik’e isyan etti ve isyan sýrasýnda öldürüldü (96/715).

Türgiþ Hakaný Su-lu Han’ýn Semerkant’a sevkettiði ordu Horasan valisini yenilgiye uðratmasýna raðmen þehri muhasara edemeden geri döndü. Horasan valiliðine ge-

tirilen Saîd b. Amr el-Haraþî zamanýnda Türgiþ hakanýný destekleyen Türkler zulme uðradýlar ve yurtlarýný terkettiler. Saîd kaçanlarý takip ederek Hucend’de kýlýçtan geçirdi (103-104/721-722). Bu olaylar Türkler’in Araplar’a karþý düþmanca duygular beslemesine yol açtý. Horasan valiliðine tayin edilen Müslim b. Saîd 105 (723-24) yýlýnda Fergana’yý ele geçirmek maksadýyla Taþkent üzerine yürüdü, fakat Su-lu Han’ýn mukavemeti karþýsýnda geri çekilmek zorunda kaldý. Türk askerleri Seyhun nehri kýyýsýnda kendilerine yetiþti. “Yevmü’l-atþ” denilen savaþta Araplar aðýr kayýplar verdiler. Bunun ardýndan Mâverâünnehir’deki Emevî hâkimiyeti oldukça sarsýldý. Türkler Esed b. Abdullah el-Kasrî’nin valiliði döneminde Mâverâünnehir’de yer yer üstünlüðü ele geçirdiler. Hiþâm b. Abdülmelik, Türgiþ Hakaný Su-lu Han’a bir elçilik heyeti gönderip kendisini Ýslâm’a davet etti. Hakan, Ýslâmiyet’i kabul ettiði takdirde halkýnýn geçim sýkýntýsý çekeceðini söyleyerek bu teklifi geri çevirdi. Emevîler’le Hazarlar arasýndaki mücadele Velîd b. Abdülmelik devrinde baþladý. Mesleme b. Abdülmelik 91 (710) yýlýnda Hazarlar üzerine bir sefer düzenleyip Derbend’e kadar ilerledi. 95’te (714) iki sefer daha yaptý. Fetih harekâtýnda önceki halifelerden farklý bir siyaset takip eden Ömer b. Abdülazîz, Mâverâünnehir ve Türkistan’da ganimet amacýyla yapýlan fetihleri durdurdu. Horasan Valisi Yezîd b. Mühelleb’i azlederek yerine Cerrâh b. Abdullah el-Hakemî’yi tayin etti. Hazarlar’ýn Ýrmîniye ve Azerbaycan’da çok sayýda müslümaný esir almalarý ve birçok kiþiyi öldürmeleri üzerine halife, Hâtim b. Nu‘mân elBâhilî’yi Hazarlar’la mücadele etmek için görevlendirdi; Hâtim, Hazarlar’la yaptýðý mücadeleyi kazandý. Arap yöneticilerinin insanlarý Ýslâm’dan uzaklaþtýran uygulamalarýna ve haksýz vergilere son vermek isteyen Ömer b. Abdülazîz, Vali Cerrâh b. Abdullah’tan Ýslâmiyet’i kabul edenlerden cizye vergisini kaldýrmasýný istedi. Mâverâünnehir’deki çeþitli hükümdarlara Ýslâm’a davet mektuplarý yolladý. Yeni siyaset kýsa sürede sonuç verdi ve Mâverâünnehir halký Ýslâm’a girmeye baþladý. Ömer b. Abdülazîz, Cerrâh b. Abdullah’tan sonra Horasan valiliðine Abdurrahman b. Nuaym’ý getirdi. Abdurrahman’ýn ýlýmlý politikasýndan yararlanmayý düþünen Semerkant hükümdarý ile Mâverâünnehir’in diðer hükümdarlarý Çin’e bir heyet gönderip imparatordan askerî yardým talep ettilerse de bu yardým gerçekleþmedi.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

Ömer b. Abdülazîz’in ölümünden (101/ 720) sonra yöneticilerin Arap olmayan müslümanlara karþý uyguladýklarý siyaset birçok þehirde isyanlara yol açtý. Türkler’in de bu isyanlarý desteklemesi üzerine Horasan Valisi Eþres b. Abdullah olaylara müdahale etti; fakat Ceyhun nehri kýyýsýndaki savaþta Türk birlikleri karþýsýnda yenilgiye uðrayýp Beykent’e çekildi. Buhara’ya giden Eþres yol boyunca Türkler’in saldýrýlarýna mâruz kaldý. Eþres, Buhara’yý uzun süre muhasara etti ve halifenin yolladýðý takviye kuvvetleri sayesinde þehirdeki isyan bastýrýldý. Horasan valiliðine tayin edilen Cüneyd el-Mürrî de 112 (730) yýlýnda çeþitli þehirlerde baþlayan isyanlarý bastýrmakla uðraþtý. Semerkant’taki ordunun kumandaný Sevre b. Hürr’ün yardým talebi üzerine Semerkant’a hareket eden Cüneyd þehre girmeyi baþardý. Ardýndan Türkler, Buhara’ya yürüdülerse de Cüneyd’in yardýma gitmesiyle geri çekilmek zorunda kaldýlar. Cüneyd’in Horasan valiliðinden ayrýlmasýndan sonra çeþitli sebepler yüzünden Mâverâünnehir’de Ýslâm hâkimiyeti zayýfladý. Âsým b. Abdullah’ýn yerine getirilen Esed b. Abdullah el-Kasrî, Tohâristan ve Huttel’deki karýþýklýklara son vermek istedi; ancak Ceyhun nehri kýyýsýnda Türkler’in saldýrýlarýna uðrayýp aðýr kayýplar verdi (118/736). Esed b. Abdullah’ýn ölümünün ardýndan Horasan valiliðine Nasr b. Seyyâr getirildi. Türkler’le iyi iliþkiler kuran Nasr, Semerkant’tan 122’de (740) Þâþ’a yürüyerek Baða Tarkan ile savaþa girdi; Tarkan esir alýnýp öldürüldü; Þâþ hâkimi itaat arzetti ve Mâverâünnehir’deki Türk baskýsý azaldý. Nasr döneminde Tarâz’a kadar uzanan topraklarda Arap hâkimiyeti kökleþti. Öte yandan 114 (732) yýlýnda el-Cezîre, Ýrmîniye ve Azerbaycan valiliðine getirilen Mervân b. Muhammed (II. Mervân) Hazarlar’a karþý yürüyüp bazý þehirleri ele geçirdi ve akýnlar düzenledi. 119’da (737) 150.000 kiþilik bir orduyla Semender’e doðru yola çýkan Mervân b. Muhammed Hazar ülkesine girdi. Hazar hakaný, baþkumandaný Tarhan’ý 40.000 kiþilik bir orduyla Emevî kuvvetlerine karþý sevketti. Hazar ordusu maðlûp olarak geri çekilince hakan barýþ teklifinde bulundu. Hazar Türkleri’ne Ýslâmiyet’i öðretmek için Nûh b. Sâbit el-Esedî ile Abdurrahman el-Havlânî adlý iki âlim bölgeye gönderildi. Emevîler’in Arap olmayan müslümanlara (mevâlî) ikinci sýnýf insan muamelesi yapmalarý 129 (747) yýlýnda Horasan’da büyük bir ayaklanmanýn baþlamasýna yol açtý. Bu isyanlara Ebû Müslim-i Horasânî önderlik

ediyordu. Ýsyan Emevî hânedanýnýn yýkýlmasý ve Abbâsîler’in iktidara gelmesiyle sonuçlandý. Abbâsîler Devri Türk-Arap Ýliþkileri (7501258). Abbâsîler devrinde Türk toprakla-

rýna karþý düzenlenen fetih harekâtý hýzýný kaybetti. 751 Temmuzunda Araplar’la Çinliler arasýnda meydana gelen Talas Savaþý, Türkler’in Ýslâmiyet’i kabulünde önemli bir etken oldu. Türkler’in Araplar’ýn yanýnda yer aldýðý bu savaþýn ardýndan Çin artýk bir tehdit unsuru olmaktan çýktý. Batý Türkistan’da sarsýlan Türk nüfuzu yeniden tesis edildi. Câhiz, Türkler’i hizmetine alan ilk Abbâsî halifesinin Ebû Ca‘fer el-Mansûr (754-775) olduðunu söyler. Ýbnü’l-Esîr de Ebû Ca’fer’in, oðlu Mehdî’den Abbâsîler’in iktidara gelmesinde büyük katkýlarý olan Horasan halkýyla yakýndan ilgilenmesini istediðini kaydeder. Ýslâmiyet’i kabul eden Türkler’in Mansûr devrinde Baðdat’ta konuþlandýrýlan askerî birlikler arasýna yerleþtirildiði tahmin edilmektedir. Mübârek et-Türkî’nin Halife MehdîBillâh ve Hâdî-Ýlelhak devirlerinde görev aldýðý, Kazvin yakýnlarýnda Medînetümübârek adýyla yeni bir yerleþim merkezi kurduðu belirtilmektedir. 139’da (756-57) Malatya’ya yerleþtirilen Horasanlý askerler arasýnda muhtemelen Türkler de vardý. 141142 (758-759) yýllarýnda Adana’ya da Horasanlý birlikler yerleþtirildi. 162’de (77879) Hasan b. Kahtabe’nin Bizans’a karþý düzenlediði seferde Horasan askerleri de bulunuyordu. Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr devrinde Azerbaycan Valisi Yezîd b. Esîd ile evlenen Hazar prensesinin þüpheli ölümü yüzünden Hazarlar’la Abbâsîler arasýndaki iliþkiler bozuldu. Hazar hakaný Araplar’a karþý ordular sevketti ve onlara aðýr kayýplar verdirdi. Hazar ordusu daha sonra Kafkas daðlarýný aþýp Ýslâm hâkimiyetindeki topraklara girdi. Takviye birlikleri gönderilmesine raðmen Yezîd b. Esîd kumandasýndaki Arap ordusu bozguna uðradý. Bunun üzerine halife gönüllülerden oluþan büyük bir orduyu Hazarlar’a karþý sevketti. Sýnýrlarda kaleler inþa edilip gerekli savunma tedbirleri alýndý. Hazarlar aldýklarý ganimetlerle geri döndüler. Halife MehdîBillâh, Türkistan hanlarýna elçiler gönderip onlarý Ýslâm’a davet etti; bunlarýn bir kýsmý müslüman oldu. Ya‘kubî, Karluk yabgusunun bu vesileyle Ýslâm’a girdiðini söyler. Ýbnü’l-Esîr de Mehdî-Billâh döneminde Oðuzlar’ýn bir kýsmýnýn Ýslâmiyet’i kabul ettiðini kaydeder. Þâþ halký III. (IX.) yüzyýlda Müslümanlýðý benimsedi. Hindistan’dan Hârûnürreþîd’e gönderilen elçilik heyeti ha-

lifenin huzuruna çýktýðýnda Türk askerlerinin sarayda yer aldýðýnýn kaydedilmesi Hârûnürreþîd’in muhafýz birlikleri arasýnda Türkler’in de bulunduðunu göstermektedir. Herseme b. A‘yen 171’de (787) Ebû Süleym Ferec et-Türkî’yi Tarsus’un tahkimiyle görevlendirdiðinde buraya yerleþtirilen askerî birlikler içinde 3000 kiþilik Horasan kuvvetleri de vardý. Ayrýca Ön Asya’daki büyük þehirlerde müslüman Türkler bulunuyordu. Bunlarýn bir kýsmý ülkelerine döndü, bir kýsmý da kendilerine deðer veren Halife Mu‘tasým-Billâh’ýn hizmetinde kaldý. Halife Me’mûn, Türkler’i askerî kabiliyetleri ve saðlam karakterleri sebebiyle Arap ve Ýranlý askerlere karþý bir güven ve denge unsuru olarak hizmetine almaya karar verdi. Onun döneminde kardeþi Mu‘tasým-Billâh Türkistan’dan Türk gulâmlarý getirtti; Me’mûn’un hizmetinde yaklaþýk 3000 Türk askeri görev yapýyordu. Horasan Valisi Abdullah b. Tâhir bölgenin haracýný Baðdat’a gönderirken Oðuzlar’a mensup 2000 esiri de yollamýþtý. Bunlar arasýnda Tolunoðullarý hânedanýnýn kurucusu Ahmed’in babasý Tolun da vardý. Me’mûn’un Merv’den Baðdat’a dönmesinden sonra hilâfet ordusundaki Türkler’in sayýsýnda büyük artýþ oldu ve Me’mûn bazý isyanlarýn bastýrýlmasýnda Türk kumandanlardan yararlandý. Mu‘tasým-Billâh, 4000 Türk askeriyle yola çýkýp Mýsýr’daki bir isyaný bastýrdý. Me’mûn’un 218 (833) yýlýnda ölümü üzerine yerine kardeþi Mu‘tasým-Billâh’ýn halife olmasýnda Afþin, Eþnâþ, Boða el-Kebîr ve Ýnak et-Türkî gibi kumandanlar önemli rol oynadý. Mu‘tasým-Billâh döneminde hilâfet ordusunda görev alan Türkler’in sayýsýnýn 2025.000 civarýnda olduðu, bunlarýn nüfusunun aileleriyle beraber 70.000’e yaklaþtýðý söylenebilir. Türkler’in sayý ve nüfuzlarýnýn artmasý yerli halký rahatsýz etmeye baþlayýnca Mu‘tasým-Billâh hilâfet merkezini nakletmek için Sâmerrâ þehrini kurdurdu. Böylece Türk hâkimiyetinin zirvede olduðu Sâmerrâ devri (836-892) baþladý. Öte yandan Türkler’in siyasî ve idarî sahada da önemli görevler üstlenmesi halifeleri onlara karþý tedbir almaya sevketti. Neticede halifeler askerî ve siyasî kudretlerini, Türk birlikleri de sayýca üstünlüklerini ve nüfuzlarýný kaybettiler. Mütevekkil-Alellah, Abbâsî devlet adamlarýnýn muhalefetine raðmen Türkler’in desteðiyle hilâfet makamýna geçti. Bununla birlikte Türkler’e hep kuþku ile baktý; onun döneminde devletin en güçlü adamlarýndan Ýnak et-Türkî bir hileyle öldürüldü. Müte-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

477


TÜRK

vekkil-Alellah, Türkler’i muhafýz birliklerinden uzaklaþtýrmaya, sayýlarýný azaltmaya, onlarýn yerine orduya baþka unsurlar almaya baþladý. Halifenin bu faaliyetlerinden rahatsýz olan Türkler onu öldürmeye kalkýþýnca Boða el-Kebîr buna engel oldu. Daha sonra Boða es-Sagýr, Mûsâ b. Boða el-Kebîr, Hârûn b. Suvâr Tegin, Bâgir et-Türkî gibi kumandanlar Mütevekkil’i katledip iktidarý tamamen ele geçirdiler (247/861). Mütevekkil’den sonra hilâfet makamýna yine Türkler’in desteðiyle Müntasýr-Billâh geçti. Müntasýr’ýn ertesi yýl muhtemelen Türkler tarafýndan zehirlenerek öldürülmesi üzerine Müstain-Billâh halife seçildi. Müstain, Vasîf et-Türkî ile Boða’nýn kontrolü altýndaydý. Sonunda hilâfetten çekildi ve Mu‘tez-Billâh halife ilân edildi (252/ 866). Maaþlarýnýn ödenmemesini bahane ederek ayaklanan Türk askerleri onu da hilâfetten çekilmek mecburiyetinde býraktýlar. Mu‘tez-Billâh’ýn yerine halife olan Mühtedî-Billâh, devlet yönetiminde Türk nüfuzunu kýrýp halifeliðe eski itibarýný kazandýrmak istediyse de baþarýlý olamadý. Mu‘temid-Alellah devrinde de Türk nüfuzu devam etti. 279’da (892) hilâfet merkezinin Sâmerrâ’dan tekrar Baðdat’a nakledilmesi Abbâsî Devleti’nde Türk nüfuzunun zayýflamasýna yol açtý. Ardýndan Halife Râzî-Billâh, Ýbn Râik el-Hazerî’yi emîrü’l-ümerâ tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi. Bu durum Beckem ve Tüzün’ün emîrü’l-ümerâ olduklarý dönemde devam etti. Türkler’in Kitleler Halinde Ýslâmiyet’i Kabulü. Türkler’le müslüman Araplar’ýn

yýllarca devam eden siyasî ve askerî mücadelelerinin yerini büyük ölçüde barýþ ve sükûna býrakmasý Ýslâmiyet’in Türkler arasýnda hýzla yayýlmasýna zemin hazýrladý. Eski Türkler birtakým güçlere inanmakla birlikte asýl bozkýr inancý semavî bir mahiyet arzeden, göktanrý dini denilen inanç sistemiydi. Hükümdarlar zaferleri göktanrýnýn inâyetiyle kazandýklarýna inanýyorlardý. Türkler’in millî bünyelerine ve karakterlerine uyan Ýslâm dinini kabul etmeleri, onlara yeni bir atýlým gücü kazandýrdýðý gibi millî varlýklarýný muhafaza etmelerinde de önemli rol oynadý. Türkler’in Ýslâmiyet’i kabulü kavimler göçü ve Haçlý seferleriyle birlikte Ortaçað’a damgasýný vuran üç büyük olaydan biridir. Bu konuda farklý görüþler ileri sürülmekle birlikte Türkler kýlýç zoruyla deðil kendi istek ve iradeleriyle, çok karmaþýk faktörlerin etkisiyle Ýslâmiyet’i benimsemiþtir. Ýslâmiyet, bilindiði kadarýyla Türkler arasýnda ilk defa Kuteybe b. Müslim döne478

minde Mâverâünnehir bölgesinde yayýlmaya baþladý. Ancak Emevîler’in, daha fazla cizye almak maksadýyla Horasan ve Tohâristan halkýnýn müslüman olmasýný istemediklerine dair rivayetler de vardýr. Ýslâmiyet’i seçen zayýf ve yoksul insanlar hem Emevî idarecilerin hem mahallî beylerin baskýsý altýnda kalýyordu. Süleyman b. Abdülmelik döneminde Horasan valisi olan Yezîd b. Mühelleb, Dihistan’ý fethedip Sul-Tegin’i sýðýndýðý kalede muhasara altýna aldý. Sul-Tegin bir süre sonra halifenin huzurunda müslüman olmak istediðini bildirdi ve Sul-Tegin halifenin huzuruna gönderildi. Sul-Tegin, Medine’ye gidip Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etti ve müslüman olduðunu orada açýkladý. Onun Ýslâm’ý kabulüyle ona tâbi birçok kiþi de bu dini benimsemiþ olmalýdýr. Yezîd b. Mühelleb, Cürcân þehrinde kýrk kadar mescid ve Cürcân’ýn kuzeyindeki gayri müslim Türkler’e karþý bir set yaptýrdý. Ömer b. Abdülazîz bütün tebaaya eþit muamele etme esasýna dayanan bir siyaset takip edince Ýslâmiyet özellikle Mâverâünnehir bölgesindeki Türkler arasýnda hýzla yayýlmaya baþladý. Onun ardýndan devletin eski politikasýna dönülmesi ve Türgiþ Kaðanlýðý’nýn Araplar’la mücadeleye giriþmesi Mâverâünnehir’de Ýslâm’ýn yayýlýþýný tehlikeye soktu. Horasan Valisi Eþres b. Abdullah, Türkler arasýnda Ýslâmiyet’in yayýlmasý için çalýþtý ve bazý kiþileri Semerkant civarýnda halký Ýslâm’a davet etmekle görevlendirdi; ayrýca Belh’te bir cami inþa ettirdi. Bütün müslümanlarýn eþitliðini savunan Mürcie mezhebi, bir bakýma Arap olmayan müslüman unsurlarýn temsil ettiði bir zihniyet ve bir fýrka olarak ortaya çýktý. Ýslâmiyet’in Horasan ve Mâverâünnehir’de Türkler arasýnda yayýlmasýnda hoþgörüyü ve adaleti savunan bu mezhebin büyük katkýsý vardýr. Mürcie, Horasan ve Mâverâünnehir’de yeni müslümanlar arasýnda çok sayýda taraftar kazandý. Türkler’in Mâtürîdîliði benimsemesi de Mürcie’nin uzlaþmacý tavrý sayesinde mümkün oldu (DÝA, XXXII, 41-44). Abbâsîler’in iktidara gelmesiyle mevâlîye karþý izlenen politikanýn deðiþmesi Horasan ve Mâverâünnehir’de Ýslâmiyet’in yayýlmasýna bir ivme kazandýrdý. Halife Mehdî-Billâh Soðd, Tohâristan, Fergana, Üþrûsene, Karluk, Dokuz Oðuz (Uygurlar) ve diðer bazý Türk hükümdarlarýna elçiler gönderip onlarý Ýslâmiyet’e davet etti. Halife Me’mûn, Mâverâünnehir’de hâkimiyet tesis ettikten sonra özellikle Türk hükümdar aileleri ara-

sýnda Ýslâmiyet’in yayýlmasýna özen gösterdi, Müslümanlýðý kabul edenler ödüllendirildi. Halife Mu‘tasým-Billâh’ýn gayretleri neticesinde Mâverâünnehir’de Ýslâmlaþma süreci tamamlandý. Ýslâm dininin Türkler arasýnda asýl yayýlmasý Sâmânîler dönemine rastlar. Sâmânî Hükümdarý Ýsmâil b. Ahmed 893 yýlýnda Karluklar’ýn baþþehri Talas’a bir sefer düzenledi, þehri zaptettikten sonra büyük kiliseyi camiye çevirdi. Sâmânî baþþehri Buhara’da, ayrýca Özkent, Taþkent ve Sayram’da, Otrar’da (Fârâb-Karacuk) cami-mescidler, türbe ve ribâtlar inþa edildi. Ýslâmiyet’i kabul eden Türkler, diðer müslüman kavimlerle birlikte gayri müslim Türkler’e karþý cihad harekâtýna katýldý. Sâmânîler’in Mâverâünnehir’den gelen göçmenlere yakýn ilgi göstermeleri ve onlarý yeni kurulan þehirlere yerleþtirmeleri Türkler arasýndaki Ýslâmiyet’in yayýlmasýna katký saðladý. Yenikent, Cend ve Huvâre gibi þehirlerle Talas þehri arasýnda ticarî münasebetler, Türkler’in Ýslâmiyet hakkýnda bilgi edinmelerine ve müslümanlarý daha yakýndan tanýmalarýna zemin hazýrladý. Horasan ve Mâverâünnehir’de Ýslâmiyet’in yayýlmasýnda sûfîlerin de önemli rolü vardýr. Þakýk-ý Belhî, Türkler’le görüþerek onlarýn Ýslâmiyet’i seçmelerinde etkili oldu. Ýbrâhim b. Edhem de Türkler arasýnda Ýslâm’ý yaymak için çalýþtý. IX. yüzyýlýn sonlarýnda Ya‘kub b. Leys, Kâbil ve Gazne’deki Türk beylerini maðlûp ederek bölgeye Ýslâmiyet’i getirdi. X. yüzyýl baþlarýnda Kâbil ve Gazne’de hüküm süren Türk-Þâhîler Devleti’nin yýkýlmasýnýn ardýndan Amuderya ile Sind arasýnda yaþayan Türk boylarý Ýslâm’ý kabul etmeye baþladý. Ordu þehrinin Türk hükümdarý da Müslümanlýðý seçti. Balasagun ile Talas’ýn doðusunda bulunan Mirki kasabasýnda yaþayan Oðuzlar kalabalýk gruplar halinde müslüman oldu. Gazne ve Gur bölgesinde yaþayan Halaç Türkleri de Ýslâmiyet’i benimsedi. Sind’e ve Hindistan’a giren Türkler bu bölgelerde devletler kurup Ýslâmiyet’i yaydýlar. XI. yüzyýldan itibaren bölgede Türk (Turuþka) adý müslüman kelimesiyle eþ anlamlý olarak kullanýldý. Türkler arasýnda Ýslâmiyet’i resmî din kabul eden ilk devlet Ýdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 922’de Ýslâm’a giren Bulgar Hükümdarý Yeltever (Ýlteber) Almýþ, Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh’a bir elçilik heyeti gönderip kendisinden Ýslâm dinini öðretecek din âlimleri, cami ve kale yapýmýna yardýmcý olacak ustalar istedi; Halife Muktedir bu istekleri karþýladý. Ýbn Fadlân’ýn Se-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

yâ¼atnâme’de verdiði bilgilerden Ýslâmiyet’in IX. yüzyýldan itibaren Ýdil Bulgarlarý arasýnda yayýldýðý anlaþýlmaktadýr. Bunda Hârizmli tüccarlar önemli rol oynamýþtýr. X. yüzyýlda Hazar hakanýnýn Mûsevî olmasýna raðmen diðer din mensuplarýna hoþgörüyle muamele ettiði, bu dönemde Ýdil’de çok sayýda caminin bulunduðu ve 10.000 kadar müslümanýn yaþadýðý kaydedilmektedir. Karahanlýlar, Gazneliler ve Selçuklular’ýn Ýslâmiyet’i Kabulü. Karahanlýlar, 893’te Sâ-

mânîler karþýsýnda yenilgiye uðrayarak merkezleri Talas þehrini onlara terkedip Kâþgar’a çekilmek zorunda kaldýlar. Sâmânî hânedaný mensuplarý arasýnda baþlayan mücadele sýrasýnda þehzadelerden Ebû Nasr b. Mansûr kardeþinden kaçarak Kâþgar’a sýðýndý ve Karahanlý Hükümdarý Oðulçak tarafýndan misafir edildi. Oðulçak, Artuç ilinin idaresini ona verince Ebû Nasr bir mescid yapmak için yer istedi. Oðulçak’ýn yeðeni Satuk da, Artuç’a gittiðinde Nasr tarafýndan misafir edildi; burada âlim ve sûfîlerin etkisiyle maiyetiyle birlikte müslüman oldu (920-921 veya 944945). Ýbnü’l-Esîr rüyasýnda gökten inen bir kiþinin kendisine Türkçe olarak, “Müslüman ol ki dünya ve âhirette selâmet bulasýn” dediðini, onun da rüyasýnda Ýslâmiyet’i kabul ettiðini ve sabah olunca müslüman olduðunu herkese açýkladýðýný söyler (el-Kâmil, XI, 82). Abdülkerim adýný alan Satuk Buðra Han, Kâþgar ve Atbaþý’ný fethedip Artuç’ta bir mescid yaptýrdý ve Karahanlýlar’ýn batýdaki topraklarýnda Ýslâmiyet’in yayýlmasý için çalýþtý. Satuk Buðra Han’ýn müslüman olmasý ve Karahanlýlar’ýn Ýslâmiyet’i kabulü Orta Asya Türkleri’nin tarihini etkileyen büyük bir hadisedir. Ahmed Yesevî’nin VI. (XII.) yüzyýlda Ýslâmiyet’in Türk topluluklarý arasýnda yayýlmasýnda büyük etkisi oldu. Ýkinci büyük müslüman Türk devleti Gazneliler, Sâmânîler’in kumandanlarýndan Alptegin tarafýndan kuruldu. Gazneli Mahmud, Hindistan’a birçok sefer düzenleyerek bölgede Ýslâmiyet’in yayýlmasýnda önemli rol oynadý. X. yüzyýlda çeþitli ülkelerden Oðuzlar’ýn hâkimiyetindeki þehirlere gelen müslüman tâcirlerin, derviþ ve þeyhlerin gayretleri sonucu Ýslâmiyet, Türkler arasýnda büyük bir hýzla yayýldý. Ýbnü’l-Esîr, 349 (960) yýlýnda 200.000 çadýrdan oluþan Türk topluluðunun müslüman olduðunu kaydeder (a.g.e., VIII, 532). X. yüzyýlda Oðuz Yabgu Devleti’nde ordu kumandaný olan Selçuk Bey, Oðuz yabgusu ile aralarýnda çýkan

ihtilâf yüzünden Oðuzlar’ýn kýþlýk merkezi Yenikent’ten ayrýlýp Türk ülkeleriyle Ýslâm ülkeleri arasýnda bir uç þehri olan Cend’e göç etti. Kalabalýk Türk kitlelerinin Ýslâmiyet’i seçtiði bu dönemde Selçuk’un burada 375 (985) yýlýnda Ýslâmiyet’i kabul etmesi Türk tarihinde bir dönüm noktasýdýr. Selçuk Bey, Buhara ve Hârizm’den davet ettiði din adamlarý vasýtasýyla Oðuzlar arasýnda Ýslâmiyet’in yayýlmasýný saðladý ve Oðuzlar’ýn büyük çoðunluðu XI. yüzyýlýn baþlarýnda Müslümanlýðý benimsedi. 435’te (1043-44) Balasagun ve Kâþgar civarýnda 10.000 çadýrdan meydana gelen (yaklaþýk 50-60.000 kiþi) Türk topluluðunun da müslüman olmasýyla Türkler’in büyük çoðunluðunun Ýslâmiyet’i kabul ettiði söylenebilir. Kýpçak bozkýrlarýndaki Ýslâmlaþma süreci ise XIV. yüzyýla kadar devam etti. Ýslâmiyet, Doðu Türkistan’da Uygurlar arasýnda XIV. yüzyýldan itibaren büyük bir hýzla yayýldý ve XV. yüzyýlýn sonlarýnda Uygurlar’ýn tamamý Ýslâm’a girdi. Türkler’i Ýslâm Dinini Kabule Sevkeden Sebepler. Müslüman Araplar’ýn Tür-

kistan’da hâkimiyet kurabilmeleri için Türkler’in mutlaka Ýslâmiyet’i benimsemesi gerekiyordu. Bunu gerçekleþtirmek amacýyla siyasî-askerî her yola baþvuran Haccâc’ýn ve Kuteybe’nin gayretleri sonucunda Mâverâünnehir’de Türk beylerinin hâkim olduðu þehirler Ýslâm hâkimiyeti altýna alýndý. Kuteybe döneminde Ýslâmiyet’i kabul etmeye baþlayan Türkler’in büyük kitleler halinde Ýslâmiyet’i benimsemesi IV. (X.) yüzyýlda gerçekleþmiþtir. Abdülkadir Ýnan, Türkler’in Ýslâm’a karþý deðil Arap istilâsýna karþý mücadele verdiklerini ve bu mücadelenin sona ermesiyle müslüman olduklarýný söyler (Makaleler ve Ýncelemeler, s. 463). Türk topluluklarý arasýnda Ýslâmiyet’in yayýlmasýnýn fetihlerin yaný sýra dinî, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok faktöre baðlý olduðu söylenebilir. Bunun yanýnda ticarî münasebetler, din âlimlerinin, sûfîlerin telkin ve tavsiyeleri gibi sebepler de etkili olmuþtur. Ayrýca hakanlarýn ve kumandanlarýn Ýslâm’ý benimsemesi halkýn da müslüman olmasýný saðlamýþtýr. Öte yandan Ýslâm dininin ortaya koyduðu esaslarla Türkler’in inanç sistemi arasýnda bir uyumun varlýðý da onlarý Ýslâm’a yaklaþtýrmýþtýr. Türkler’in Ýslâm dinine geçiþlerinin bu din kendi karakterlerine uygun düþtüðü için âdeta farkýna varýlmadan tabii bir seyir içinde gerçekleþtiði söylenebilir. Nitekim XII. yüzyýlda yaþayan Süryânî tarihçisi Mikha-

il, “Türk milleti tek tanrýya inanmaktaydý, Araplar’ýn da tek Allah’a inanmalarý onlarýn Ýslâmiyet’i kabul etmelerine sebep olmuþtur” sözleriyle bu gerçeði dile getirmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Müsned, V, 40; Câhiz, Hilâfet Ordusunun Menkýbeleri ve Türkler’in Fazîletleri (trc. Ramazan Þeþen), Ankara 1967; Ya‘kubî, TârîÅ, II, 435436; Belâzürî, Fütûh (Fayda), tür.yer.; Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), I-X, tür.yer.; Ýbn Fadlân, Seyahatname (trc. Ramazan Þeþen), Ýstanbul 1995, tür.yer.; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâ-mil, I-XII, tür.yer.; G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1905, tür.yer.; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatýnda Ýlk Mutasavvýflar (Ýstanbul 1919), Ankara 2003; W. Eberhard, Çin Tarihi, Ankara 1947, tür.yer.; J. Wellhausen, Ýslâm’ýn En Eski Tarihine Giriþ (trc. Fikret Iþýltan), Ankara 1960; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler), Tarihleri, Boy Teþkilâtý, Destanlarý, Ankara 1967; D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, New York 1967; Zeki Velidî Togan, Umumi Türk Tarihine Giriþ, Ýstanbul 1970, I; a.mlf., “Ýbn al-Fakih’in Türkler’e Ait Haberleri”, TTK Belleten, XII/45 (1948), s. 11-16; T. W. Arnold, Ýntiþâr-ý Ýslâm Tarihi (trc. Hasan Gündüzler), Ankara 1971; V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkýnda Dersler (haz. Kazým Yaþar Kopraman – Afþar Ýsmail Aka), Ankara 1975; a.mlf., “Mâverâünnehr”, ÝA, VII, 408-409; a.mlf., “Sogd”, a.e., X, 736-737; Hakký Dursun Yýldýz, Ýslâmiyet ve Türkler, Ýstanbul 1976; a.mlf., “Türklerin Ýslâm Devleti Hizmetine Girmeleri”, MK, I/3 (1977), s. 32-38; a.mlf., “Ýslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi (Hicret özel sayýsý), Ankara 1981, s. 285315; Ýbrahim Kafesoðlu, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977; Ýsmail Hami Daniþmend, Türk Irký Niçin Müslüman Olmuþtur?, Konya 1978; Hikmet Tanyu, Türkler’in Dinî Tarihçesi, Ýstanbul 1978; a.mlf., Ýslâmlýktan Önce Türkler’de Tek Tanrý Ýnancý, Ankara 1980; Emel Esin, Ýslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve Ýslâma Giriþ, Ýstanbul 1978; a.mlf., “Türkler’in Ýslâmiyete Giriþi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara 1987, I, 287320; a.mlf., “Sûlî’ler: Ýslâm ile Karþýlaþan Ýlk Türkler”, ÝTED, VII/3-4 (1979), s. 31-86; R. Grousset, Bozkýr Ýmparatorluðu (trc. M. Reþat Uzmen), Ýstanbul 1980; Osman Turan, Selçuklular ve Ýslâmiyet, Ýstanbul 1980; R. Mantran, Ýslâm’ýn Yayýlýþ Tarihi (VII-XI. Yüzyýllar), (trc. Ýsmet Kayaoðlu), Ankara 1981, tür.yer.; Ebülfazl Ýzzetî, Ýslâmýn Yayýlýþ Tarihine Giriþ (trc. Cahit Koytak), Ýstanbul 1984; Zekeriya Kitapçý, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler, Ýstanbul 1986; a.mlf., Türkistan’da Müslüman Olan Ýlk Türk Hükümdarlarý, Ýstanbul 1988; a.mlf., Orta Asya’da Ýslâmiyetin Yayýlýþý ve Türkler, Konya 1994; a.mlf., Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlýðý: Selçuklular, Moðollar, Osmanlýlar, Ýstanbul, ts. (Türk Dünyasý Araþtýrmalarý Vakfý); a.mlf., “Türklerin Müslüman Oluþu”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, IV, 263-270; a.mlf., “Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratlarý Arasýnda Ýslâmiyet: Ýlk Müslüman Türk Hükümdarlarý”, TTK Belleten, LI/201 (1987), s. 1139-1207; Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ýstanbul 1992; Turgut Akpýnar, Türk Tarihinde Ýslâmiyet, Ýstanbul 1993; Erdoðan Merçil, MüslümanTürk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, tür.yer.; Ramazan Þeþen, “Türklerin Ýslâmlaþmasý ve Ortaçað Arap Dünyasýndaki Rolü” (Ýbn Fadlân, Se-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

479


TÜRK yahatname içinde, trc. Ramazan Þeþen), Ýstanbul 1995, s. 188-241; a.mlf., “Eski Araplara Göre Türkler”, TM, XV (1969), s. 11-36; Muallâ Uydu, Türk-Ýslâm Bütünleþmesi, Ýstanbul 1995; Ýsmail Aka, “Orta Asya’da Ýslâmiyet’in Yayýlmasý ve Ahmed Yesevî Sevgisi”, Ahmed-i Yesevî, Hayatý, Eserleri, Fikirleri, Tesirleri (haz. Mehmed Þeker – Necdet Yýlmaz), Ýstanbul 1996, s. 521532; Ünver Günay – Harun Güngör, Baþlangýçtan Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, Ankara 1997; Abdülkadir Ýnan, Makaleler ve Ýncelemeler, Ankara 1998; Hasan Kurt, Orta Asya’nýn Ýslamlaþma Süreci: Buhârâ Örneði, Ankara 1998; Meryem Gürbüz, Hazar Müslüman Ýliþkileri (yüksek lisans tezi, 1998), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Yaþar Ocak, Türkler, Türkiye ve Ýslam, Ýstanbul 1999; Sönmez Kutlu, Türkler’in Ýslâmlaþma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000; a.mlf., “Mürcie”, DÝA, XXXII, 41-44; Nesimi Yazýcý, Ýlk Türk-Ýslâm Devletleri Tarihi, Ankara 2006; Bekir Biçer, Türklerin Ýslamlaþma Süreci, Ankara 2007; Aydýn Usta, Þamanizmden Müslümanlýða Türklerin Ýslamlaþma Serüveni (Sâmâniler Devleti 874-1005), Ýstanbul 2007; Fatih M. Þeker, Ýslâmlaþma Sürecinde Türklerin Ýslâm Tasavvuru, Ankara 2010; M. Kmosko, “Araplar ve Hazarlar” (trc. A. Cemal Köprülü), TM, III (1935), s. 133-155; M. Þemseddin Günaltay, “Selçuklular’ýn Horasan’a Ýndikleri Zaman Ýslâm Dünyasýnýn Siyasal, Ekonomik ve Sosyal Durumu”, TTK Belleten, VII/25 (1943), s. 59-99; Ýsmail Hakký Ýzmirli, “Hz. Peygamber ve Türkler”, TTK Bildiriler, II (1943), s. 1013-1044; Muhammed Hamîdullah, “Çin ile Ýlk Devir Müslüman Ülkelerinin Temaslarý” (trc. Yusuf Ziya Kavakcý), ÝTED, IV/1-2 (1975), s. 142 vd.; Hüseyin G. Yurdaydýn, “Türk-Ýslâm Kültürü’ne Giriþ”, Diyanet Dergisi (Hicret özel sayýsý), Ankara 1981, s. 249-283; Özkan Ýzgi, “Orta Asya’nýn Türkleþmesi”, TED, XII (1981-82), s. 627-640; Ahmet Taþaðýl, “Hazarlar”, DÝA, XVII, 116-120; Ýsmail Yiðit, “Kuteybe b. Müslim”, a.e., XXVI, 490-491.

ÿAbdülkerim Özaydýn

Türk-Ýslâm Devletleri. Türkler, geniþ Orta Asya bozkýrlarýnda ve Orta Asya’nýn dýþýnda birçok devlet kurmuþlardýr. Bu faaliyelerini X. yüzyýldan itibaren girmeye baþladýklarý Ýslâm medeniyeti çevresinde de göstermiþler, hem Ýslâm ülkelerinde hem Ýslâm dünyasýnýn çevresinde yeni fethettikleri bölgelerde birçok Türk-Ýslâm devleti kurmuþlardýr. Ýslâmiyet’ten önceki Türk siyasî teþekkülleri genellikle boy ve topluluk adlarýyla zikredilirken (Hun, Sabar, Avar, Göktürk, Uygur, Kýrgýz, Kimek, Türgiþ, Bulgar, Karluk, Hazar ve Oðuz gibi) Ýslâmî dönemde kurulanlar bazan devlet kurucusunun veya onun atasýnýn adýyla, bazan hânedanlarýn taþýdýðý unvanlarla, bazan da hânedan isimleri ve hükümdarlýk unvanlarýyla tanýmlanmýþ, þehir, bölge ve ülke adlarýyla anýlmýþtýr.

Ýlk Türk-Ýslâm hânedanlarý Türkler’in Abbâsî halifeliðinin hizmetinde bulunduklarý sýrada Mýsýr’da kurulmuþtur. Toluno480

ðullarý ve Ýhþîdîler adýyla tanýnan bu devletlerde ordu ve halk Türkler’e deðil yerli unsurlara dayandýðý için bu teþekküllerin hâkimiyet kurduklarý sahalarda Türk kültürü fazla etkili olmamýþtýr. Ýktidarýn ordu ve halk bakýmýndan tamamen Türk unsurundan meydana geldiði ilk Türk-Ýslâm devletleri X. yüzyýlýn baþlarýnda ortaya çýkmýþtýr. Bunlar Ýdil Bulgar Hanlýðý ve Karahanlý devletleridir. Sosyal yapý, sanat ve hukuk sistemi bakýmýndan da Türk olan bu devletler hânedan mensuplarýnýn ve halkýn Ýslâmlaþmasýyla Türk-Ýslâm devleti niteliði kazanmýþtýr. Bunlardan özellikle Karahanlýlar, devlet yönetiminde Ýslâmî kurum ve geleneklere yer vererek Türk-Ýslâm devletlerine doðru bir köprü vazifesi görmüþtür. Daha sonra Gazneliler ile devam eden bu geliþme Selçuklular’ýn Orta Asya’dan getirdiði kurum ve gelenekleri Abbâsîler, Sâmânîler ve Gazneliler’den aldýklarýyla kaynaþtýrýp senteze varmalarý sonucunda olgunluk safhasýna ulaþmýþtýr. Karahanlý Devleti 840 yýlýnda Doðu Türkistan’da tarih sahnesine çýkmýþtýr. Bu devlet mensuplarý kendilerini Ýlig Hanlar, Hakaniyye, Âl-i Efrâsiyâb gibi adlarla tanýtmýþtýr. Sâmânîler Devleti’ne son veren Karahanlý hükümdarlarý, devletin topraklarýný Çin sýnýrlarýndan Aral gölüne ve Ceyhun (Amuderya) nehrine kadar geniþletmiþler, bilhassa Orta Asya’daki Türk topluluklarýnýn Ýslâmlaþmasýnda önemli rol oynamýþlardýr. Hânedan üyelerinin 10431046 yýllarý arasýndaki mücadeleleri sonucunda devlet Doðu ve Batý Karahanlýlar diye ikiye ayrýlmýþ, her iki Karahanlý Devleti önce Selçuklular’a, ardýndan Moðol kökenli Karahýtaylar’a tâbi olmuþ, 1212 yýlýnda tarih sahnesinden çekilmiþtir. Dîvânü lugåti’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi temel eserler Karahanlý kültür çevresinde yazýlmýþtýr. Gazne þehri merkez olmak üzere bugünkü Afganistan ve Pakistan topraklarýnda Gazneliler Devleti kurulmuþtur (977). Devletin en büyük hükümdarý olan Sultan Mahmud özellikle Kuzey Hindistan’a peþ peþe düzenlediði on yedi seferle bölgeyi fethetmiþ, ülkede Ýslâmiyet’in yerleþmesini saðlamýþtýr. 431 (1040) yýlýndaki Dandanakan yenilgisinin ardýndan batý Ýslâm ülkeleriyle baðlarý tamamen kesilen Gazneliler Devleti, Sultan Sencer’in meliklik döneminde Büyük Selçuklu Devleti’ne baðlanmýþ, Afgan kökenli Gurlular tarafýndan ortadan kaldýrýlýncaya kadar (1186) Kuzey Hindistan’da varlýðýný sürdürmüþtür. Türkler’in Ýslâm dünyasýndaki asýl hâkimiyeti Selçuklu hânedaný ile baþlamýþtýr.

Hânedanýn atasý olan Selçuk Bey X. yüzyýlýn ikinci yarýsýna doðru Oðuz Yabgu Devleti’nden ayrýlýp maiyetiyle birlikte Cend þehrine yerleþmiþ ve burada müslüman olmuþtur. Ardýndan Müslümanlýðý kabul ederek Selçuk Bey’e katýlan Oðuzlar’a Türkmen denilmiþ, Türkmen adý XIII. yüzyýldan itibaren Oðuz adýnýn yerini almýþtýr. Selçuklu Türkmenleri’nin devlet kurabilmek için Selçuk Bey liderliðinde Cend þehrinde baþlattýklarý mücadeleyi Selçuk Bey’in oðlu Arslan Yabgu Mâverâünnehir’de devam ettirmiþ, torunlarý Tuðrul ve Çaðrý beyler tarafýndan Horasan’da Gazneliler’e karþý kazanýlan savaþlar sonucunda Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluþu tamamlanmýþtýr. Bu devlet bölgesel bir güç olarak kalmamýþ, baþta Tuðrul Bey olmak üzere Alparslan, Melikþah ve Sencer gibi sultanlar sayesinde Ýslâm dünyasýnýn en büyük devleti haline gelmiþtir. Tuðrul Bey, Türkler’in Ýslâm dünyasýndaki hâkimiyetini hukukî bir temele oturtmuþ, Abbâsî Halifesi Kaim-Biemrillâh ile iþ birliði yaparak 447 (1055) yýlýnda Irak’taki Büveyhî hâkimiyetine son vermiþ, Kaim-Biemrillâh da siyasî yetkilerini Tuðrul Bey’e devretmiþtir. Selçuklu sultanlarý Ýslâm ülkelerinin yönetiminde baþarýlý olmuþ, sosyal, ekonomik, kültürel, dinî ve ilmî alanlara hareketlilik ve Ýslâm medeniyetine yeni bir dinamizm kazandýrmýþtýr. Sultan Melikþah’ýn ölümünden (1092) sonra Büyük Selçuklu Devleti’nde uzun bir iktidar mücadelesi baþlamýþtýr. Bu dönemde Ýsmâilîler (Bâtýnîler) propagandalarý, cinayetler ve yer altý faaliyetleriyle kurulu düzeni sarsacak kadar güçlenmiþtir. Öte yandan Haçlýlar Urfa, Antakya ve Filistin’e yerleþmiþ, bölgede 150 yýldan fazla sürecek bir anarþinin ve huzursuzluðun kaynaðý olmuþtur. Sultan Sencer’in ölümü üzerine (552/ 1157) Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasî varlýðý sona ermiþ, ancak devletin içinden yeni devletler ortaya çýkmýþtýr. Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasî ve kültürel mirasýný Kirman (1048-1187), Anadolu (10751308), Suriye (1079-1117) ve Irak (11181194) Selçuklularý devam ettirmiþtir. Bu devletler Karaarslan Kavurd, Tutuþ ve Mahmud gibi Selçuklu hânedan üyeleri tarafýndan kurulmuþtur. Ayrýca Atabeg Sungur, Ýldeniz, Tâceddin Böri, Ýmâdüddin Zengî ve Kutbüddin Muhammed gibi Selçuklu emîrlerinden devlet kuranlar olmuþtur. Bunlar Salgurlular (Fars Atabegliði, 1148-1286), Ýldenizliler (Azerbaycan Atabegliði, 1148-1225), Begteginliler (Erbil Atabegliði, 1144-1232), Tuðteginliler (Börîler / Dýmaþk Atabegliði, 1104-1154),

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

Zengîler (Musul-Halep Atabegliði, 11271233) ve Hârizmþahlar’dýr (1097-1231). Zengîler, Haçlýlar’a karþý mücadeleleriyle tanýnmýþ bir Türk hânedaný olup Ýmâdüddin Zengî ve oðlu Nûreddin Mahmud gibi iki büyük hükümdar çýkarmýþtýr. Urfa Haçlý Kontluðu’nu ortadan kaldýran Zengîler bölgedeki Haçlý yayýlmasýný önlemiþtir. Hârizm’de kurulan Hârizmþahlar Devleti, Sultan Sencer’in ölümünden sonra baðýmsýz hale gelmiþ ve kýsa sürede Ýslâm dünyasýnýn en büyük siyasî gücü durumuna yükselmiþtir. Fakat Sultan Alâeddin Muhammed’in uyguladýðý yanlýþ politika yüzünden devlet Moðol istilâsý karþýsýnda direnememiþ ve asýl topraklarýný kaybetmiþtir. Sultan Alâeddin Muhammed’in yerini alan oðlu Celâleddin Hârizmþah’ýn maceralý mücadelesi de Moðol istilâsýný durduramamýþtýr. Selçuklular’ýn siyasal misyonunu, kurum ve geleneklerini devam ettiren bazý devletler Anadolu ve Mýsýr coðrafyasýnda kurulmuþtur. Büyük Selçuklu Devleti’nin Türk tarihinde oynadýðý en önemli rol hiç þüphesiz Malazgirt zaferiyle Anadolu’yu Türkler’e açmasýdýr. Bu zaferden sonra Kutalmýþ oðullarý, Artuk, Tutak, Dâniþmend Gazi, Mengücük Gazi, Ebü’l-Kasým, Karategin, Buldacý, Çubuk gibi beyler Anadolu’nun fethine koyulmuþ ve kýsa sürede Anadolu’nun büyük kýsmýný ele geçirmiþtir. Bu fethin baþta gelen özelliði kalýcý bir karakter taþýmasýdýr; çünkü fetih hareketiyle göç hareketi ve siyasî teþkilâtlanma birlikte yürütülmüþtür. Anadolu’nun çeþitli yerlerinde ortaya çýkan bu devletler þöylece sýralanabilir: Anadolu Selçuklu Devleti (1075-1308), Dâniþmendliler (1071-1178), Mengücüklüler (1071-1228), Saltuklular (1071-1202), Çubukoðullarý (1085-1113), Çaka Beyliði (1080-1092). Sultan Melikþah’ýn 1085 yýlýnda Güneydoðu Anadolu’yu hâkimiyeti altýna almasýyla bölgede Ahlatþahlar (1100-1208), Artuklular (11021409), Ýnal (Yinal) oðullarý (1098-1183), Dilmaç (Togan Arslan) oðullarý (1085-1394) gibi siyasî teþekküller oluþturulmuþtur. Artuklular, Osmanlýlar’dan sonra Anadolu’da en uzun müddet hüküm süren Türk hânedaný olup Haçlýlar’la olan mücadeleleri ve mimari eserleriyle tanýnmýþtýr. Mýsýr’da da Selçuklular’ýn kültürel mirasýný devam ettiren devletler kurulmuþtur. Nûreddin Mahmud Zengî tarafýndan görevlendirilen Selâhaddin ve bazý Türkmen beyleri 1171’de Mýsýr’daki Fâtýmî iktidarýna son vererek bu ülkeyi ele geçirmiþtir. Bun-

lardan Selâhaddin babasýnýn adýyla anýlan Eyyûbîler Devleti’ni kurmuþtur. Hâkimiyetini Doðu Anadolu ve Yemen’e kadar yayan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Kudüs Haçlý Krallýðý’na son vererek Haçlýlar’ýn bölgedeki etkisini kýrmýþtýr. 1250 yýllarýnda Mýsýr’ýn idaresi Memlükler’in eline geçmiþtir. Memlükler, Moðol istilâsýný durdurup geri püskürttükleri gibi Filistin bölgesindeki Haçlýlar’ýn ve Çukurova bölgesindeki Ermeniler’in son kalýntýlarýný temizlemiþlerdir. Memlük sultanlarý Karadeniz’in kuzeyindeki Kýpçak bozkýrlarý ve Kafkaslar’dan gelen yeni unsurlarla ordularýný takviye etmiþlerdir. Memlük Devleti, 1517’de Osmanlýlar tarafýndan siyasî varlýðýna son verilip topraklarýnýn ilhak edilmesine kadar devam etmiþtir. Türklüðün Ýslâm dünyasýndaki kaderi bakýmýndan en önemli rolü Anadolu Selçuklularý oynamýþ, daha kuruluþ devrinden itibaren Bizans ve Haçlýlar gibi iki büyük tehditle uðraþmak zorunda kalmýþtýr. Selçuklu sultanlarý bu tehditlere karþý baþarýlý bir savunma yapmýþ, Anadolu’daki Türk varlýðýný korumuþtur. Malazgirt Savaþý’ndan beri Anadolu’yu geri alma ümidini taþýyan Bizans, Miryokefalon yenilgisinden sonra bu ümidini tamamen kaybetmiþtir (572/1176). Selçuklu sultanlarý tehlikeleri bertaraf ettikten sonra Anadolu’da siyasî birliði kurmaya ve imar faaliyetlerini yoðunlaþtýrmaya çalýþmýþtýr. Dâniþmendli, Saltuklu, Mengücüklü ve Harput Artuklu beyliklerini ortadan kaldýrmýþ, Trabzon Rum Ýmparatorluðu’nu ve Kilikya Ermeni Krallýðý’ný kendilerine baðlamýþtýr. Selçuklular, Anadolu’nun þehir ve kasabalarýný çeþitli eserlerle imar etmiþlerdir. Anadolu, XIII. yüzyýlda Ýslâmî hayatýn ve Türk kültürünün hâkim olduðu medenî ve zengin bir ülke haline gelmiþtir. Ancak Selçuklu sultanlarý, Bizans ve Haçlýlar karþýsýnda gösterdikleri baþarýyý Moðol istilâsý karþýsýnda gösterememiþlerdir. 1243 Kösedað bozgunu Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moðol hâkimiyetine girmesine yol açmýþtýr. Bu çöküþ ve sömürü devri Selçuklu iktidarýnýn kendi içinde tükeniþine kadar devam etmiþtir (1308). Çöküþ arefesinde Anadolu’da yirmi civarýnda Türkmen beyliði ortaya çýkmýþtýr. Anadolu beylikleri Türk tarihinde ve kültüründe önemli rol oynamýþ, Anadolu Selçuklularý’nýn Batý Anadolu, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde fethedemediði yerleri hâkimiyeti altýna almýþtýr. Anadolu Selçuklularý zamanýnda Doðu ve Ýç Anadolu’-

da toplanmýþ olan Türk nüfusu bu beylikler vasýtasýyla sahil bölgelerine yayýlmýþtýr. Öte yandan bu siyasî parçalanma Türklüðün aleyhine olmuþ ve Anadolu’nun savunmasýný güçleþtirmiþtir. Osmanlý beyleri, Türkmen beyliklerini ortadan kaldýrmak suretiyle Anadolu’yu Osmanlý Devleti’nin hâkimiyeti altýnda birleþtirmiþ, Anadolu’nun siyasî birliði ve bütünlüðü günümüze kadar korunup gelmiþtir. Anadolu beyliklerinin Türk tarihinde oynadýðý bir rol de Gazneli ve Büyük Selçuklu devletlerinden beri ihmal edilmiþ olan Türk kültürünü ve dilini korumalarýdýr. Anadolu beyleri devrin ünlü bilginlerini, þairlerini ve ediplerini himayeleri altýna alýp onlara Farsça ve Arapça’dan eserler tercüme ettirdikleri gibi Türkçe eserler de yazdýrmýþtýr. Anadolu’da Türk edebiyatýnýn temelini oluþturan bu eserler Türkçe’nin geliþmesinde, Türk millî ruhunun uyanmasýnda ve Türk mânevî hayatýnýn zenginleþmesinde baþlýca etken olmuþtur. Anadolu’da Türkmen beyliklerinin yaptýðý iþin bir benzerini Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri, Doðu ve Güneydoðu Anadolu bölgelerinde gerçekleþtirmiþtir. Ýran ve Irak’a hâkim olan Ýlhanlý Devleti’nin XIV. yüzyýlýn ortalarýnda parçalanýp daðýlmasý üzerine Karakoyunlu ve Akkoyunlu topluluklarý ortaya çýkmýþtýr. Bunlardan Karakoyunlular, Erciþ’i kendilerine merkez edinip Erzurum-Musul arasýndaki yerleri yurt tutarken Akkoyunlular, Diyarbekir merkez olmak üzere Güneydoðu Anadolu bölgesine yerleþmiþtir. Her iki topluluk Timur istilâsýný savdýktan sonra kendi devletlerini kurmuþtur. Tamamen Türkmen boylarýna dayanan Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri Doðu ve Güneydoðu Anadolu bölgelerinde daha önce gerçekleþtirilen Türkleþmeyi XV. yüzyýlda güçlendirerek hedefine ulaþtýrmýþtýr. Batýlý seyyahlarla Osmanlý seyyahlarý, Doðu Anadolu’daki yoðun Türkmen nüfusunu göz önüne alarak bu bölgeye “Türkmen ülkesi” adýný vermiþtir. Akkoyunlu hükümdarý Uzun Hasan’ýn devletin merkezini Diyarbekir’den Tebriz’e nakletmesi, arkasýndan Fâtih Sultan Mehmed ile girdiði Otlukbeli Savaþý’nda yenilmesi (1473) Doðu Anadolu’daki Türk nüfusunun büyük ölçüde Ýran’a kaymasýna yol açmýþ, bu durum Ýran’da Safevî Devleti’nin kurulmasýna zemin hazýrlamýþtýr. Þah Ýsmâil tarafýndan mezhep ideolojisine (Þiîlik) dayandýrýlan Safevî Devleti (1501), yoðun mezhep propagandalarý sonucunda Anadolu’daki Türkmen kitlele-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

481


TÜRK

ri için bir cazibe merkezi haline gelmiþtir. 1501’den itibaren 1925 yýlýna kadar Ýran’ý Safevî, Afþar ve Kaçar gibi Türk hânedanlarý idare etmiþtir. Ancak bunlarý takip ettikleri Þiîlik siyaseti yüzünden daima olumsuz rol oynamýþlar, Ýran Türkleri ile Anadolu Türkleri arasýna bir set oluþturarak Orta Asya ve Ýran’dan Anadolu’ya olan Türk nüfus akýþýný engellemiþlerdir. Bir grup Türk-Ýslâm devleti Karadeniz’in kuzeyindeki Kýpçak bozkýrlarýnda tarih sahnesine çýkmýþtýr. Moðol ordularý tarafýndan ele geçirilen Kýpçak bozkýrlarý Cengiz Han’ýn torunu Batu Han’a verilmiþ, o da Altýn Orda adýyla bir Moðol devleti kurmuþtur. Bu devlet baþta Kýpçaklar olmak üzere Bulgar / Çuvaþ gibi Türk topluluklarýna dayanmýþtýr. Hânedanýn ve yönetici kesimin Ýslâmlaþmasýyla devlet kýsa sürede Moðol karakterini kaybetmiþ ve hýzla Türkleþmiþtir. Timur’un 1391 ve 1395’teki aðýr darbeleriyle sarsýlan Altýn Orda Devleti iktidar kavgalarý neticesinde parçalanmýþ, Altýn Orda’nýn mirasýný devam ettiren birçok Türk hanlýðý kurulmuþtur. Bunlar Kazan (1437-1556), Astarhan (1466-1556), Kasým (1445 [?]-1681), Kýrým (1441-1783), Nogay (1398-1642) ve Sibir (1556-1600) hanlýklarýdýr. Türk-Ýslâm devletlerinden biri de Batý Türkistan’da Mâverâünnehir’de kurulan Timurlular’dýr. Timur’dan önce Türkistan’da Moðol Çaðatay Hanlýðý bulunmaktaydý. Çaðatay hanlarý da Altýn Orda hanlarý gibi kýsa sürede Ýslâmlaþýp Türkleþerek Timur Ýmparatorluðu’nun kurulmasýna zemin hazýrlamýþtýr. Timur bütün Batý Türkistan beylerini otoritesi altýnda toplamýþtýr. Ardýndan fütuhata baþlamýþ, Çin sýnýrýndan Adalar (Ege) denizine, Kýpçak bozkýrlarýndan Baðdat ve Kuzey Hindistan’a kadar sýnýrlarýný geniþletmiþ; Ýran, Irak, Suriye, Anadolu, Azerbaycan, Kafkasya, Kýpçak bozkýrlarý ve Kuzey Hindistan’daki Türk-Ýslâm devletlerini ve beyliklerini kendine baðlamýþtýr. Bu büyük devlet Timur’un ölümünden sonra oðullarý ve torunlarý arasýnda parçalanmýþtýr. Altýn Orda ve Çaðatay hanlarýnýn soyundan gelmekle birlikte dil ve kültür bakýmýndan tamamen Türkleþmiþ olan bazý beyler Timur’dan sonra Batý Sibirya ile Batý ve Doðu Türkistan’da yeni hanlýklar kurmuþtur. Bunlar Þeybânîler (Özbek Hanlýðý, 1500-1599), Buhara’da Canoðularý (1599-1785), Hîve Hanlýðý (1512-1920), Hokand Hanlýðý (1710-1876) ve Kâþgar-Turfan Hanlýðý’dýr (XV. yüzyýl baþlarý-1877). Kýpçak bozkýrlarý, Sibirya ve 482

Batý Türkistan’daki hanlýklara Çarlýk Rusyasý tarafýndan, Doðu Türkistan’daki hanlýklara da Çin tarafýndan son verilmiþtir. Mâverâünnehir, Hârizm ve Horasan’da kurulan Timurlular ve yukarýda zikredilen hanlýklar gibi Türk-Ýslâm devletlerinde Türk dili ve edebiyatýnda, bilim ve sanatta büyük geliþme olmuþtur. Bilhassa Çaðatay, Ýlhanlý ve Altýn Orda devletlerinin merkezlerinde XIII ve XIV. yüzyýllarda temeli atýlan Doðu Türkçesi (Çaðatay lehçesi) Timur’un torunlarý zamanýnda yazý ve kültür dili olarak geliþmiþ, birçok edip ve þair yetiþmiþtir. Batý Türkçesi’ni de etkileyen Çaðatayca’nýn en büyük þairi Ali Þîr Nevâî’dir. Nevâî’yi Hüseyin Baykara, Þeybânî Han, Bâbür Þah ve Ebülgazi Bahadýr Han gibi hükümdar þairler ve yazarlar takip etmiþtir. Türk nüfusunun ve kültürünün yayýldýðý bir diðer saha Kuzeybatý Hindistan coðrafyasýdýr. Kuzeybatý Hindistan’da kurulan ilk Türk-Ýslâm devleti Delhi Sultanlýðý’dýr. Bu devlet, Gur hükümdarýnýn Kuzeybatý Hindistan’a tayin ettiði Türk kökenli vali Kutbüddin Aybeg tarafýndan tesis edilmiþtir (1206). Aybeg’den sonra Kuzeybatý Hindistan’ý Þemsiyye (1211-1266), Balaban (1266-1290), Kalaç / Halaç (12901320) ve Tuðluk gibi Türk hânedanlarý idare etmiþtir. Moðol istilâsýný sýnýrlarýnda durdurup püskürten Delhi sultanlarý, Kuzey Hindistan’ý Türk kitlelerine açarak bölgede Türk kültürü ve Ýslâm dininin yerleþip kökleþmesinde önemli rol oynamýþtýr. Kuzeybatý Hindistan’da ikinci büyük devlet, Timur’un torunlarýndan olup Türkçe yazdýðý hâtýralarýyla tanýnan Zahîrüddin Bâbür tarafýndan kurulmuþtur (1526). Hümâyun, Ekber Þah, Þah Cihan ve Âlemgîr (Evrengzîb) gibi büyük hükümdarlarýn yetiþtiði bu hânedan devrinde Bâbürlü Devleti Hindistan’ýn en büyük siyasî gücü haline gelmiþtir. Bâbürlüler siyaset, sanat ve mimaride de kendilerini göstermiþlerdir. Özellikle Osmanlý ve Ýran Türk hânedanlarý ile iþ birliði yapmaya çalýþmýþ, Mekke þerifine, Yemen imamlarýna ve Habeþ hükümdarlarýna maddî yardýmda bulunarak Ýslâm dünyasý ile yakýndan ilgilenmiþlerdir. Þah Cihan, Osmanlý mimarlarýnýn yardýmýyla Agra’da bir sanat þaheseri olan Tac Mahal’ý yaptýrmýþtýr. Hindistan’da Âlemgîr’den sonra baþlayan iktidar mücadeleleri ve iç isyanlar Bâbür Ýmparatorluðu’nun zayýflamasýna ve çökmesine yol açmýþtýr. Öte yandan ticaret amacýyla ülkenin önemli merkezlerine sokulan ve buralarda tica-

ret kolonileri oluþturan Ýngilizler bu durumdan yararlanarak Hindistan’ý kendilerine baðlamýþtýr (1858). BÝBLÝYOGRAFYA :

Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 7-9; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, tür.yer. (Türkçe trc. Yýldýz Moran, Osmanlýlardan Önce Anadolu’da Türkler, Ýstanbul 1984, tür.yer.); Osman Turan, Selçuklular Zamanýnda Türkiye, Ýstanbul 1971, s. 196; a.mlf., Selçuklular Tarihi ve Türk-Ýslâm Medeniyeti, Ýstanbul 1980, s. 295, 355 vd.; Ýbrahim Kafesoðlu, Selçuklu Tarihi, Ýstanbul 1972, tür.yer.; a.mlf., Büyük Selçuklu Ýmparatoru Sultan Melikþah, Ýstanbul 1973, tür.yer.; a.mlf., “Ýlk Türk-Ýslâm Siyasî Teþekkülleri”, TDEK 2, I, 237240, 247-284; a.mlf., “Ortadoðu’da Kurulmuþ Türk Devletleri”, a.e., I, 291-297, 323, 336-343; a.mlf., “XIV. Yüzyýldan Sonra Orta Asya’da kurulmuþ Türk Devletleri”, a.e., I, 451-456; a.mlf., “Türkler”, ÝA, XII/2, s. 261-264; a.mlf. – Mehmet Saray, Atatürk Ýlkeleri ve Dayandýðý Tarihî Temeller, Ýstanbul 1983, s. 38; V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkýnda Dersler (haz. Kazým Yaþar Kopraman – Afþar Ýsmail Aka), Ankara 1975, s. 143; Tuncer Baykara, “Doðu Anadolu = Turkmenia (Türkmen Ülkesi)”, Atsýz Armaðaný (haz. Erol Güngör v.dðr.), Ýstanbul 1976, s. 61-66; Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluþu ve Geliþmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, tür.yer.; a.mlf., “XV. Yüzyýlda Türk Âleminde Millî Þuurun Canlanmasý”, TY, sy. 274 (1959), s. 13-15; Ramazan Þeþen, Ýslâm Coðrafyacýlarýna Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, tür.yer.; Salim Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, Giresun 1997, s. 30-37, 45-48, 66-77, 85, 102-107, 110 vd.; a.mlf., Anadolu Türk Beylikleri Tarihi, Trabzon 2001, s. 8-10, 21 vd.; a.mlf., Türkiye Selçuklularý Tarihi (Malazgirt’ten Miryokefalon’a), Çorum 2003, s. XI-XV, 27-30, 85 vd., 142, 195; a.mlf., “Ýslâm Medeniyeti Çevresinde Türk Ýmajý”, Selçuklu’dan Osmanlý’ya Bilim, Kültür ve Sanat: Prof. Dr. Mikâil Bayram’a Armaðan (ed. Mustafa Demirci), Konya 2009, s. 53-82; a.mlf., “‘Diyâr-ý Rûm’un (Roma Ülkesi) Türkiye Hâline Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü”, Türkiyat Araþtýrmalarý Dergisi, sy. 23, Konya 2008, s. 1-53; Ahmet B. Ercilasun, Baþ-

langýcýndan Yirminci Yüzyýla Türk Dili Tarihi, Ankara 2004, s. 404-431; Ýsmail Kayabalý – Cemender Arslanoðlu, “Tarihte Türk”, TK, XI/130131 (1973), s. 75-111.

ÿSalim Koca

Türkiye Dýþýndaki Türkler. Türkler’in göçebe bir kavim olmasý, göçebelikten ancak 1930’lu yýllardan itibaren tamamen vazgeçmesi ya da buna zorlanmasý sebebiyle Türk uruðlarý arasýnda kabilecilik çok geç sona ermiþtir. 2002 yýlýnda Rusya Federasyonu’nda yapýlan nüfus sayýmýnda yeni Türk gruplarý ortaya çýkmýþtýr. Dünyada Türk asýllý kýrktan fazla etnik grup bulunmakta ve bunlar farklý isimlerle anýlmaktadýr. Türkler’e yaþadýklarý coðrafyaya göre ad verildiðinden bunlar parçalanmýþtýr. Son dönemlerde Türkologlar tara-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

fýndan ortaya atýlan bir kavram “Türkçe konuþanlar”dýr. Ancak Türkçe konuþanlarýn tamamýnýn Türk olduðu söylenemez. Türkiye dýþýndaki Türk topluluklarý Afganistan, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Çin Halk Cumhuriyeti, Irak, Ýran Ýslâm Cumhuriyeti, Kazakistan, Kýrgýzistan, Kosova, Makedonya, Moðolistan, Moldavya, Özbekistan, Rusya Federasyonu, Suriye, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna gibi elli deðiþik ülkede farklý rejimler altýnda yaþamaktadýr. XX. yüzyýlýn baþýndan itibaren baþta Avrupa ülkeleri olmak üzere Amerika Birleþik Devletleri, Avustralya ve Kanada gibi ülkelere baþlayan iþçi göçü neticesinde bu ülkelerde de bir Türk varlýðý meydana gelmiþtir. 1991’de Sovyetler Birliði’nin daðýlmasý, Azerbaycan, Kazakistan, Kýrgýzistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ýn hürriyetine kavuþmasýyla baðýmsýz Türk cumhuriyetlerinin sayýsý -Kuzey Kýbrýs Türk Cumhuriyeti dahil- yediye yükselmiþtir. Ayrýca Rusya Federasyonu’nda Altay, Baþkýrdistan, Çuvaþistan, Hakas, Kabarda-Balkar, Karaçay-Çerkez, Nahcývan, Tataristan, Tuva ve Yâkutistan olmak üzere on bir özerk Türk cumhuriyeti, Moldova’da Gagauz Özerk Bölgesi ile Çin Halk Cumhuriyeti’nde Sincan-Uygur Özerk Bölgesi bulunmaktadýr. Özerklik statüsüne sahip Türk topluluklarýnýn büyük çoðunluðu Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Moldova ve Özbekistan’da yaþamaktadýr. Rusya Federasyonu’nun Ýdil-Ural bölgesinde Tatar, Baþkýrt ve Çuvaþlar; Kafkasya bölgesinde Karaçay-Balkar; Sibirya bölgelerinde Yâkut, Tuva, Hakas ve Altaylýlar; Çin Halk Cumhuriyeti’ne baðlý Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde Uygurlar, Kazaklar, Kýrgýzlar, Özbekler, Salarlar, Tatarlar ve Sarý Uygurlar; Özbekistan’a baðlý Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’nde Karakalpaklar ve Moldova’ya baðlý Gagauz Özerk Bölgesi’nde Gagauzlar bulunmaktadýr. Ukrayna’ya baðlý Kýrým Özerk Cumhuriyeti’ndeki Kýrým Tatarlarý’nýn ancak parlamentoda temsilcileri bulunmaktadýr. Türkiye dýþýnda yaþayan Türk topluluklarý arasýnda ekonomik, sosyal ve siyasal bakýmdan farklýlýklar görülmektedir. Meselâ Rusya Federasyonu’nun Ýdil-Ural bölgesindeki Tatar ve Baþkýrtlar’ýn ekonomik ve sosyal düzeyleri ayný bölgede yaþayan Çuvaþlar’a göre daha ileridir. Batý Türkistan’da bulunan Kazak ve Kýrgýzlar, Özbek ve Karakalpaklar arasýnda da ayný durum söz konusudur. Afganistan, Irak, Ýran, Mo-

ðolistan, Sincan-Uygur Özerk Bölgesi ve Tacikistan’da bulunan Türkler’in ekonomik ve sosyal durumlarý son derece kötüdür. Türkiye, Türk Ýþbirliði ve Kalkýnma Ýdaresi (TÝKA) vasýtasýyla Balkanlar, Moldova, Romanya, Moðolistan, Tacikistan, Özbekistan, Afganistan, Kýrgýzistan ve Kazakistan gibi ülkelerde yoksulluðun ortadan kaldýrýlmasý için çeþitli projeler yürütmektedir. Ayný þekilde TÜRKOY kültürel alanda Türk halklarý arasýndaki iþ birliðini arttýrmaya çalýþmaktadýr. Masraflarý Türkiye tarafýndan karþýlanan Kazakistan’daki Ahmed Yesevî Kazak-Türk Üniversitesi, Kýrgýzistan’daki Kýrgýzistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Afganistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kýrgýzistan’da faaliyet gösteren ortaöðretim kurumlarý modern eðitim için çaba göstermektedir. Ayrýca Türkiye’nin çeþitli sivil toplum kuruluþlarý adý geçen ülkelerde projeler yürütmektedir. Rusya 1552-1884 yýllarý arasýnda ÝdilUral, Deþt-i Kýpçak, Sibirya, Kafkasya, Kýrým ve Türkistan bölgelerini; Yunanistan, Sýrbistan, Karadað ve Bulgaristan Balkan savaþlarý sonunda Balkanlar’daki Türk bölgelerini; Ýngiliz ve Fransýzlar I. Dünya Savaþý’nýn ardýndan Musul, Kerkük, Erbil ve Suriye’deki Türk bölgelerini; Çin ise 1949’da Doðu Türkistan’ý iþgal etmiþtir. Rusya’da 1917 Ýhtilâli Türkler’in baðýmsýzlýðý için önemli bir imkân doðurmuþ, Türkler’in büyük bölümü kendi yarý baðýmsýz cumhuriyetlerini kurmuþtur. Çin ve Rusya’daki Türkler çeþitli dönemlerde þiddet ve baskýlara mâruz kalmýþtýr. 1991 yýlýnda Sovyetler Birliði’nin daðýlmasýndan sonra beþ Türk cumhuriyeti tam baðýmsýz hale gelmiþtir. Türkler yaklaþýk 500 yýldan beri farklý halklarýn egemenliðinde yaþamalarýna raðmen milliyetlerini, dillerini, dinlerini ve kültürlerini korumayý baþarmýþtýr. Rus tarihçisi N. A. Aristov’un Türk Halk ve Kabilelerinin Etnik Yapýsý ve Sayýlarý adlý eserine göre (1896) Kuzey Buz denizinden Adriyatik’e kadar olan bölgelerde yaþayan Türkler’in sayýsý 26 milyondur. 1897’de Rusya’da yapýlan ilk genel nüfus sayýmýnýn sonuçlarýna göre Rusya’da 13 milyon Türk bulunmaktadýr. Diðerleri Osmanlý Devleti, Afganistan, Bulgaristan, Doðu Türkistan, Ýran ve Romanya’da yaþamaktaydý. Günümüzde Türkiye dýþýnda yaþayan Türkler’in sayýsý 100-110 milyon civarýnda tahmin edilmektedir. Meshet (Ahýska) Türkleri. Bugün Ahýska Türkü denilen yaklaþýk 250.000 kiþilik grup

Türkiye sýnýrýna 15 km. uzaklýkta Gürcistan’a baðlý Ahýska þehrinin adýyla anýlmaktadýr. Bunlar nüfusun % 90’ýnýn yaþadýðý Özbekistan, Rusya Federasyonu, Kazakistan ve Kýrgýzistan’da son yýllarda yapýlan nüfus sayýmlarýnda kendilerini Türk olarak kaydettirmiþlerdir. Sadece Rusya Federasyonu’nda yaþayan 3275 kiþi kendini Meshet Türkü diye yazdýrmýþtýr (bk. MESHET TÜRKLERÝ). Altaylýlar. Altay Cumhuriyeti’nde yaþayan bu Türk boyunun nüfusu 1926’da 39.062 ve 1989’da 70.777, 2002’de 67.239 kiþi idi. 2002’de yapýlan nüfus sayýmýnda daha önce kendilerini Altaylý olarak kaydettiren Kumandinler (3114 kiþi), Teleütler (2650), Telengitler (2399), Tubalar (1564) ve Çelkanlar (855) bu defa ayrý bir halk þeklinde yazýlmýþtýr. Altaylýlar doksan yýlda ancak bir kat artabilmiþlerdir ve son yirmi yýlda nüfusta azalma olmuþtur. Nüfusun 62.192’si kendi cumhuriyetlerinde yaþamakta ve cumhuriyetin nüfusunun % 30’unu teþkil etmektedir. Ruslar ise cumhuriyette % 58’lik bir nüfusa sahiptir. Aslýnda þamanist olan Altaylýlar, Ortodoks hýristiyan olarak gösterilmektedir. 1922-1947 yýllarý arasýnda Oyrat (Oyrot) dili diye adlandýrýlan Altayca yazý dili bugün Altay Kiçi (Kiji) diyalektiðini esas almýþtýr. Masallarý, halk þarkýlarý ve destanlarý çok zengindir. Altaylý yazar N. Ulagaþev (ö. 1946) bunlarý toplamaya çalýþmýþtýr. Sovyet devri yazarlarýndan F. Kuciyak da Altay halk edebiyatýný derleyen önemli kiþilerdendir. T. Encinov tanýnmýþ Altaylý yazarlardan biridir. Azerbaycan Türkleri. Günümüzde Azerbaycan’daki toplam Âzerî nüfusu 8 milyon civarýndadýr. Ýran’da yaþayan Âzerîler’in sayýsý hakkýnda kesin bilgi bulunmamakla birlikte nüfusun % 25’ini karþýladýklarý, bunun da 15-20 milyon arasýnda olduðu tahmin edilmektedir. Baðýmsýzlýktan sonra yüz binlerce Ýran vatandaþý Âzerî Azerbaycaný’na göç etmiþtir. Ýran’dan ve Rusya Federasyonu’ndan sonra en çok Âzerî Türkiye’de yaþamakla birlikte Türkiye’deki sayýlarý hakkýnda da açýk bilgi yoktur. 1990 yýlýndan sonra Türkiye’ye gelip yerleþenlerin sayýsý 30-40.000 civarýndadýr. Gürcistan’da 2002 nüfus sayýmýna göre -Abhazya ve Güney Osetya hariç284.753 (1989’da 307.556) Âzerî yaþamakta ve nüfusun yüzde altý buçuðunu teþkil etmekteydi. Kazakistan’da 85.292, Kýrgýzistan’da 17.300, Özbekistan’da 35.848, Rusya Federasyonu’nda 621.840, Tacikis-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

483


TÜRK

tan’da 3556, Ukrayna’da 45.176, Avrupa Birliði ve Amerika’da da 50-100.000 arasýnda Âzerî bulunmaktadýr. Rusya Federasyonu’nda 1989’da 335.889 olan Âzerî nüfusu 2002’de 621.840’a yükselmiþtir. Âzerî-Ermeni savaþý ve ülkenin içinde bulunduðu siyasal ve ekonomik þartlar sebebiyle eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði ülkelerinde yaþayan Âzerîler kendi ülkeleri yerine Rusya Federasyonu’na göç etmektedir. Kuzey Kafkasya’da KabardaBalkar Cumhuriyeti’nde yaþayan Balkarlar’ýn menþei hakkýnda çeþitli görüþler ileri sürülmüþse de bu topluluklarýn esas unsurunu Hun, Bulgar, Hazar ve Kýpçak Türkleri’nin teþkil ettiðini araþtýrmalar ortaya koymaktadýr (bk. KARAÇAY-BALKARLAR). Baþkýrtlar. Ural daðlarýnýn kuzey ve doðu kýsýmlarý ile Ýdil nehri havzasýnýn kuzey kesimindeki bozkýrlarda yaþarlar. Ahmet Zeki Velidi Togan’a göre Baþkýrtlar’ýn aslý Kýpçaklar’a dayanmaktadýr. Ruslar’ýn 1552’de Kazan’ý, 1556’da Astarhan’ý iþgali neticesinde 1557’de Ruslar’ýn hâkimiyetine girmiþlerdir. 1917 Bolþevik Ýhtilâli’nden sonra Rusya egemenliði altýnda yaþayan Baþkýrtlar Ahmet Zeki Velidi (Togan) lidirliðinde “Küçük Baþkýrdistan” kurma faaliyetlerine giriþmiþlerdir. Ahmet Zeki Velidi bunun için baþta Bolþevikler’e karþý mücadele eden çarlýk taraftarlarýnýn lideri General Kolçak ve Kazak millî hareketi Alaþ Orda ile iþ birliði yapmýþ, Kolçak’ýn yenilerek Sibirya’ya kaçmasý üzerine bu defa Lenin ve Stalin’le iþ birliðini denemiþtir. Fakat Stalin, Tatar-Baþkýrt Sovyet Cumhuriyeti’ni ilân etmiþ ve Zeki Velidi’yi azletmiþ, Zeki Velidi Türkistan dolaylarýna kaçmak zorunda kalmýþtýr. Bolþevikler, Tatar-Baþkýrt Sovyet Cumhuriyeti yerine 23 Mart 1919’da Baþkýrdistan, 1920’de Tataristan Özerk Sovyet Sosyalist cumhuriyetlerini ilân ettirmiþlerdir. Baþkýrtlar’ýn 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði ülkelerindeki toplam nüfusu 1.449.157 kiþi idi. Rusya Federasyonu’nda 2002 yýlýnda yapýlan nüfus sayýmýna göre nüfuslarý 1.673.389’a yükselmiþtir. Kendi cumhuriyetlerinde yaþayanlarýn sayýsý 1.221.302, bunlar arasýnda ana dili olarak Baþkýrtça’yý iþaret edenler 1.135.714 kiþidir. Baþkýrdistan Cumhuriyeti’nin nüfusu 4.104.336’dýr; bunlarýn 1.490.715’i Rus, 990.702’si Tatar’dýr. Kendi cumhuriyetlerinde azýnlýk durumunda kalan Baþkýrtlar cumhuriyetleri dýþýnda çeþitli þehirlerde yaþamaktadýr. Ayrýca Kazakistan (1989’da 41.847), Kýrgýzistan (1100), Öz-

484

bekistan (3707, 1989’da 34.771 idi) ve Türkmenistan’da (1989’da 4678) 100.000 civarýnda Baþkýrt bulunmaktadýr. Bunlarýn büyük kýsmý 1990’lý yýllardan itibaren Rusya Federasyonu’na dönmeye baþlamýþtýr. I. Dünya Savaþý, 1917 Ýhtilâli ve ardýndan iç savaþ, Stalin dönemindeki kýrým, II. Dünya, Afganistan ve Çeçenistan savaþlarý Baþkýrt nüfusunun sürekli azalmasýna yol açmýþtýr. 1990’lardan itibaren Baþkýrtlar’da millî þuurun canlanmaya baþladýðý görülmektedir. Baþta Ural olmak üzere millî ve siyasî cemiyetler kurulmuþtur. Bu tür bir yaklaþým ve Baþkýrdistan’daki Tatarlar’a baský uygulama eðilimleri iki kardeþ toplumu birbirine düþürmüþtür. Ural Baþkýrt Halk Merkezi, Baþkýrt Gençler Ýttifaký ve Baþkýrt Kadýn-Kýzlar Teþkilâtý 22-23 Þubat 1991’de Ufa’da V. Bütün Ýttifak Baþkýrt Halk Toplantýsý adýyla bir kongre düzenlemiþ, bu kongrede Baþkýrt halkýnýn durumu üzerinde durulmuþ ve bir bildiri ilân edilmiþtir. Ancak Baþkýrdistan yönetimi Rusya Federasyonu’ndan kopma gücünü gösterememiþ ve 31 Mart 1992’de yeni federasyon antlaþmasýný imzalamýþtýr. Çelkanlar. Altay Özerk Cumhuriyeti’nde yaþayan Türk halklarýndan biridir. Daðlýk Altay bölgesinde bulunan Lebed nehrinin (Çelkan ismi bu nehrin Türkçe adý Çalkandu’dan gelmektedir) kenarlarýnda yaþadýklarýndan eski dönemlerde kendilerini Lebedin ve Lebedin Tatarý diye adlandýrýyorlardý. Çelkanca, Türk dilinin UygurOðuz grubunun Hakas lehçesine girmektedir. Çulýmlar. 2002 nüfus sayýmýnda 656 kiþi tesbit edilmiþtir. Tomsk ve Krasnoyarsk bölgelerinde yaþayan Çulýmlar’ýn anavataný Çulým nehrinin havzasýdýr. Çulýmca Türk dilinin Uygur-Oðuz grubunun Hakas lehçesine girmekte, kaynaklarda Melet ve Melet Tatarcasý olarak da geçmektedir. Sibirya’daki Dolganca, Kumandinca, Tofaca, Tubaca, Tuvin-todjinca, Çelkanca, Çulýmca, Þorca gibi Türk þiveleri yok olmak üzeredir. XIX. yüzyýlýn sonlarýna kadar kendilerini korumayý baþaran bu küçük topluluklar günümüzde yok olma tehlikesiyle karþý karþýyadýr. Çuvaþlar. Dil ve din bakýmýndan Türklük’ten uzak gibi görünen Çuvaþlar’ýn büyük çoðunluðu Ortodoks, bir kýsmý putperesttir. Sovyetler Birliði’nin daðýlmasýndan sonra 24 Ekim 1990’da Çuvaþ Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ettilerse de 13 Þubat 1992’de Rusya Federasyonu’na baðlý Çuvaþ Cumhuriyeti antlaþmasýný imza-

lamak zorunda kalmýþlardýr (bk. ÇUVAÞLAR).

Dolganlar. Yerkürenin en kuzeyindeki Türk topluluðudur. Kendilerini Dolgan, Týakihi ya da Saha diye adlandýrýrlar. Tarihî geçmiþleri hakkýnda bilgi yoktur; Ruslar’ýn XVIII. yüzyýlda bölgeyi ele geçirmesiyle varlýklarýndan haberdar olunmuþtur. 1897’de 1224, 2002’de 7261 kiþi tesbit edilmiþtir. Krasnoyarsk’ýn Taymýr Özerk Bölgesi’nde Hatang kesiminde Hatanga ve Heta nehirleri vadisinde (5517 kiþi), Yâkutistan’da (1272 kiþi) hayat sürerler. Büyük bir yarýmada olan Taymýr bölgesinde sadece 40.000 kiþi yaþamaktadýr ve bunlarýn 25.000’i Slavyan’dýr. Dolganlar kendilerini Yâkut ya da bölgenin diðer önemli etnik azýnlýðý olan Evenkler’den ayýrýrlar. Dolganca Türkçe’nin Altay grubuna dahildir, bazý bilim adamlarý ise Yâkutça’nýn bir diyalekti olduðunu iddia etmektedir. Yâkutça, Dolganlar’ýn yaþadýðý Tundra bölgesinde hâkimdir, bölgede yaþayan diðer Türk olmayan halklar da Yâkutça konuþurlar. Dolganlar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði döneminde yapýlan bütün nüfus sayýmlarýnda ayrý bir halk þeklinde yer almýþtýr. 1979’daki nüfus sayýmýnda % 90’ý ana dili olarak Dolganca’yý iþaret etmiþtir; 2002 yýlýnda ise bu oran düþmüþtür. Yâkutlar, Dolganca’nýn Yâkutça’nýn bir lehçesi olduðunu ileri sürdüklerinden okul kitaplarýnda Dolganca’ya yer vermezler. Dolganca 1970’te Rus harfleriyle yazýya geçirilmeye baþlanmýþ, ilk Dolganca kitap 1973’te yayýmlanmýþ, 1981’de yeni bir alfabe kabul edilmiþtir. Son yýllarda bazý edebiyat denemelerinde ve radyo yayýnlarýnda Dolganca’ya yer verilmeye baþlanmýþtýr. Dolganca sadece Petersburg’daki bir pedagoji üniversitesinde öðretilmektedir. Pravoslavyan kilisesi, burada bir misyoner okulu açarak Dolgan çocuklarýna hem eðitim vermekte hem din adamý yetiþtirmektedir. Sovyet döneminde Þamanizm’in yasaklanmasýna raðmen halk arasýnda bu inanç gizlice yaþatýlmaya devam edilmiþtir. Þamanizm, aile içerisinde babadan oðula ya da anneden kýza devam ettirilir, silsile kesildiði zaman bunun büyük bir tehlikenin iþareti olduðuna inanýlýr. Gagauzlar. Bugün Moldova’da yaþadýklarý topraklara XVIII. yüzyýlýn sonunda Balkanlar’dan gelmiþlerdir. 1897’de Rusya’da yapýlan ilk nüfus sayýmýnda isimleri Besarabya Türkleri diye geçmektedir. Gagauzlar, XV-XIX. yüzyýllar arasýnda Osmanlý Devleti’nin hâkimiyetinde yaþamakla bir-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

likte arþiv belgelerinde Gagauz adýna rastlanmamaktadýr. Türkiye’de binlerce Gagauz Türkü çalýþtýðý gibi Türk üniversitelerinde okuyan çok sayýda öðrenci bulunmaktadýr. TÝKA aracýlýðýyla bölgede çeþitli kalkýnma projeleri yürütülmekte, sosyal ve insanî yardýmlarla Gagauzlar desteklenmektedir. 1957’den beri Kiril harflerini kullanan Gagauzlar 1993’te Latin harflerine geçmiþtir (bk. GAGAUZLAR). Hakaslar. Kendilerini eski dönemde Tadar diye adlandýran Hakaslar’ýn Kýrgýz ve Sagay kollarý vardýr. Bunlar Yenisey Kýrgýzlarý’ndan gelmektedir. Çin kaynaklarýnda bu Kýrgýz boyuna Heges denildiði için aydýnlar kendi ülkelerine Hakas adýný vermiþlerdir. Yazý diline sahip olan Hakaslar’ýn dil ve edebiyat enstitüleri mevcuttur. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’ndeki nüfuslarý 1926’da 45.608 ve 1989’da 80.323 kiþi idi. Rusya Federasyonu’ndaki nüfuslarý 2002’de 75.622 kiþi olarak tesbit edilmiþtir. Hakaslar’ýn büyük çoðunluðu 1991’de kurulan kendi cumhuriyetlerinde yaþamakla birlikte nüfusun ancak % 12’sini (65.421), Ruslar ise % 80’ini oluþturmaktadýr. Hakaslar ayrýca Krasnoyarsk bölgesinde (4489), Tuva Cumhuriyeti’nde (1219) ve Rusya Federasyonu’nun diðer bölgelerinde bulunmaktadýr. Karaçaylar. Kuzeydoðu Kafkasya’daki Karaçay-Çerkez Özerk Cumhuriyeti’nde yaþamaktadýrlar. Ayrýca Kuban nehri yakýnlarýnda yoðun Karaçay nüfusu mevcuttur. Menþe itibarý ile Kumanlar’dan geldikleri ileri sürülmektedir. Karaçaylar’la Balkarlar ayný soya baðlanýp ayný dili konuþmakla birlikte ayrý cumhuriyetlerde yaþamaktadýr (bk. KARAÇAY-BALKARLAR). Karaimler. Karaimler’in (Karaylar) sayýsý Sovyet istatistiklerinde 1926’da 8324 ve 1989’da 2602 kiþi gösterilmiþtir. 2002’de Rusya Federasyonu’nda 366 Karaim yaþýyordu. Litvanya, Polonya ve Ukrayna’da bulunanlarýn sayýsý hakkýnda bilgi yoktur, ancak 1000-2000 arasýnda olduklarý tahmin edilmektedir. Eskiden yazýlý edebiyatlarý da olan Karaylar’ýn bir kýsmý Ýsrail’de yaþamaktadýr ve Litvanya’da dinî faaliyetlerini sürdürecek bir sinagoglarý vardýr (bk. KARÂÎLÝK). Karakalpaklar. Özbekistan’a baðlý Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’nde yaþamakta ve nüfuslarý sürekli artýþ göstermektedir (bk. KARAKALPAKLAR). Kazaklar. Orta Asya’da Hazar denizinden Çin sýnýrýna kadar uzanan topraklar-

da bulunan bir Türk topluluðudur (bk. KAZAKÝSTAN; KAZAKLAR).

Kýrgýzlar. En eski Türk kabilelerinden biridir. Kýrgýz adý ilk defa Çin kaynaklarýnda milâttan önce 201’de Kýrk-hun (Tszyankun) þeklinde geçmektedir. Kýrgýzlar Güney Sibirya’nýn Yenisey bölgesinde, Türkistan’ýn doðusunda, Tanrý ve Pamir daðlarý eteklerinde yaþamýþtýr. XVIII. yüzyýlýn baþlarýnda Yenisey’den ayrýlarak bugünkü vatanlarýna gelmiþlerdir (bk. KIRGIZÝSTAN). Kýrýmçaklar. Ýbrânî inancýna sahip bir Türk topluluðu olup Türkçe konuþurlar. Kendilerini yahudi ya da Srel (Ýsrâil) çocuklarý diye adlandýrýrlar. 1926’da Kýrým yahudisi olarak 6383 kiþi, 1959’dan itibaren Kýrýmçak olarak 1480, 1970’te 1790, 1979’da 3000, 1989’da 1418 kiþi idiler. 2002’de Rusya Federasyonu’nda 157, 1989’da Özbekistan’da 173 kiþi yaþýyordu. Kumandinler. Kumandivandý, Kuvantý, Kuvandýg, Kuvandýh gibi isimlerle de anýlýrlar. Altay Özerk Cumhuriyeti’nde yaþayan Türk halklarýndan biridir. Dilleri Altayca’ya yakýndýr; bazý Türkologlar ise Hakasça’nýn alt grubuna ya da Uygur-Oðuz grubuna girdiðini belirtmektedir. 1897’de 4092 kiþi, 1926’da 6334 kiþi olarak gösterilmiþ, 2002 yýlýna kadar olan nüfus sayýmlarýnda kendilerine yer verilmemiþtir. 2002’de 3114 kiþi olduklarý resmî kayýtlara geçmiþtir. Altay bölgesi, Altay Özerk Cumhuriyeti ve Kemerov bölgesinde yaþamaktadýrlar. Fonetik bakýmdan dilleri Þorca’ya ve kýsmen Hakasça’ya yakýndýr. Orta kuþakla yaþlý kuþak dillerini konuþabilmektedir; gençler arasýnda ise Rusça yaygýndýr. 1933’te Kumandin Alfabesi isimli bir kitap neþredilmiþ, 1990 yýlýna kadar okullarda Rusça eðitim yapýlmýþtýr. Kumuklar. Kuzey Kafkasya bölgesindeki en kalabalýk Türk nüfusunu teþkil ederler. Büyük çoðunluðu Rusya Federasyonu’na baðlý Daðýstan, Kuzey Osetya ve Çeçenistan özerk cumhuriyetlerinde yaþamaktadýr (bk. KUMUKLAR). Nagaybekler. I. Petro zamanýnda Ortodoksluða geçen bir Tatar grubudur. 1926’da yapýlan nüfus sayýmýnda ilk defa kaydedilmiþ (11.219), daha sonraki nüfus sayýmlarýnda (1939, 1959, 1970, 1989) Tatar olarak yazýlmýþ, 2002’de ise yeniden Nagaybek adýyla (9600 kiþi) kaydedilmiþlerdir. % 90’ý Rusya Federasyonu’nun Çelyabinsk bölgesinin Nagaybak ve Çabarkul ilçelerinde yaþar.

Nogaylar. Karadeniz’den Aral gölüne kadar uzanan bozkýrlarda yaþamýþlardýr. Ýsimleri ilk defa 1479 tarihli bir Rus belgesinde geçmekte ve bu ismi Cuci’nin torunu Nogay’dan aldýklarý bilinmektedir. Daðýstan’ýn kuzey kýsýmlarýnda bilhassa Terek havzasýnda yaþayanlarýna Ak Nogaylar denir. Nogaylar’a Rusya Ýmparatorluðu ve Rusya Federasyonu’nda yapýlan bütün nüfus sayýmlarýnda ayrý bir Türk grubu olarak yer verilmiþtir. 1875’te sayýlarý 95.056 kiþiydi. 2002’de 90.666 kiþi olduklarý belirtilmektedir. 1950 yýlýndan itibaren Stavropol bölgesi ve Çeçen-Ýnguþ cumhuriyetlerindeki Nogay okullarý, Nogayca çýkan gazeteler kapatýlmýþ, Kýzýlyar’da kurulan Nogay Öðretmen Okulu’nun faaliyetine 1957’de son verilmiþtir. 9 Ocak 1957’de Nogaylar’ýn yaþadýðý Nogay, Kýzýlyar ve Tarumov ilçeleri Daðýstan’a, Þelkov ilçesi Çeçen-Ýnguþ Cumhuriyeti’ne, Heftekum ilçesi Stavropol bölgesine dahil edilmiþ, böylece Nogay ilçesi dýþýnda azýnlýða düþmüþlerdir. Günümüzde Nogay dili ve kültürünün yaþatýlmasýnda bu ilçe önemli rol oynamaktadýr. Dilleri Kýpçak grubundadýr. Sünnî müslüman olup % 90’ý ana dilini bilmektedir (bk. NOGAYLAR). Özbekler. Batý Türkistan’ýn en kalabalýk Türk topluluðudur ve % 85’i kendi cumhuriyetlerinde yaþamaktadýr. 1897 nüfus sayýmýnda Sart (968.655), Özbek (726.534), Tarançi (56.469), Kâþgarlý (14.938) ve Türk (440.412) olarak gösterilmiþ, 1939’daki sayýmda 4.081.096 kiþi Özbek diye kaydedilmiþtir. Özbekler’in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’ndeki nüfusu 1959’da 6.015.416, 1970’te 9.195.093, 1989’da 16.697.825 kiþiye yükselmiþtir. 2000’de Özbekistan’da yapýlan nüfus sayýmýna göre Özbekler’in sayýsý 18.959.577’dir. Özbekistan dýþýnda en çok Afganistan’da bulunurlar, sayýlarýnýn 2-3 milyon civarýnda olduðu tahmin edilmektedir. Ayrýca Tacikistan’da 1.197.841 Özbek yaþamaktadýr. Tacikistan’da 1992-1995 yýllarý arasýnda yaþanan iç savaþ sebebiyle Özbekler’in ve diðer Türk gruplarýnýn büyük bölümü ülkeyi terketmiþtir. Bu iki ülke dýþýnda Kazakistan (456.997), Kýrgýzistan (768.400), Türkmenistan (317.033), Rusya Federasyonu (122.916), Ukrayna (12.353) ve diðer eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði ülkelerinde de Özbekler bulunmaktadýr. 21 Ekim 1989’da Özbekistan Yüksek Meclisi, Özbekçe’yi devlet dili olarak kabul etmiþ ve 1993’te Latin alfabesine geçilmiþtir. Ülke yirmi yýldan beri Ýslâm Kerimov tarafýndan yönetilmektedir (bk. ÖZBEKÝSTAN; ÖZBEKLER).

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

485


TÜRK Þorlar. Kemerov bölgesinde Altay ve Hakas özerk cumhuriyetlerinde yaþamaktadýrlar. 1959’da 15.274 ve 2002’de 13.975 kiþi olduklarý tesbit edilmiþtir, sayýlarý giderek azalmaktadýr. Adlarý literatürde Kuznets Tatarlarý, Çernevi Tatarlarý, Mrastý ve Kondomtsý ve Mrasski olarak da geçmektedir. Þor dilinin Türkçe’nin Uygur-Oðuz grubunun Hakas alt grubuna dahil olduðu kabul edilmektedir. Hakasça, Çulýmca ve Altayca’nýn kuzey lehçesi Þorca’ya yakýndýr. Þorlar’ýn % 70’i 1926’dan 1939’a kadar Daðlýk Þor Millî Bölgesi’nde yaþýyordu. Tatarlar. 2002 yýlý nüfus sayýmý sonuçlarýna göre Rusya Federasyonu’nda Tatarlar, Ruslar’dan sonra ikinci büyük etnik grubu teþkil etmekteydi (5.554.601). Ancak Tatarlar baþta Ýdil-Ural bölgesi olmak üzere federasyonun her tarafýnda daðýnýk halde yaþadýklarýndan 3.779.265 kiþilik Tataristan nüfusunun ancak % 45 kadarýný (2.000.116 kiþi) meydana getirmektedir. Tatarlar, Rusya Federasyonu’nda yaþayan Türk halklarý arasýnda demografik bakýmdan en karmaþýk grubu oluþturmaktadýr. Baþta Azerbaycan (30.000), Belarusya (10.146), Kazakistan (249.229), Kýrgýzistan (31.400), Özbekistan (324.080), Türkmenistan (35.200), Ukrayna (73.304), Tacikistan (19.200) gibi eski Sovyet cumhuriyetlerinde 1 milyon civarýnda Tatar yaþamaktadýr ve dünyadaki toplam Tatar nüfusu 6,5-7 milyondur. Sibirya Tatarlarý (9611 kiþi) ve Astarhan Tatarlarý (2003 kiþi), çarlýk döneminde misyonerlerin baskýsý sonucu ya da kendi istekleriyle Hýristiyanlýða geçen ve büyük çoðunluðu halen Tataristan’da yaþayan Kreþin Tatarlarý (24.668 kiþi), Çelyabinsk bölgesinde yaþayan Nagaybekler de (9600 kiþi) kendilerini ayrý bir etnik grup olarak kaydettirmiþlerdir. Sovyetler Birliði döneminde yapýlan nüfus sayýmlarýnda ise kendilerini Tatar olarak yazdýrýyorlardý. Tatarlar, 365 yýl (1552-1917) baþka bir devletin egemenliði altýnda yaþamalarýna raðmen milliyetlerini, dillerini ve dinlerini korumuþlardýr. Bilim adamlarý Tatarlar’ýn millî kimliklerini korumasýnda Ýslâm dininin etkisinin büyük olduðunu belirtmektedir (bk. TATARÝSTAN; TATARLAR). Teleütler (Tele-ut, Tele-et). Altay Özerk

Cumhuriyeti’nin Þebalin bölgesinde Sema nehrinin kýyýsýnda ve Altay bölgesinin Çumiþ ilçesindeki Büyük ve Küçük Baçat nehirlerinin kenarýnda yaþamaktadýrlar. Eski dönemlerde Türkleþmiþ bir Moðol boyu olduklarý ileri sürülmekteydi. Fakat Türkolog N. Baskakov, Teleüt dilinin Kýr486

gýz-Kýpçak grubuyla iliþkilerini ortaya koymuþtur. Tofalar. Tofa adý V. yüzyýl Çin kaynaklarýnda Toha þeklinde geçmekte olup Yenisey bölgesinde yaþayan bir halk olarak gösterilmektedir. Kendilerini Tofa, Topa, Toha, Týva diye adlandýrýrlar. Eski dönemlerde Karagas da denilirdi. Bazý bilim adamlarý nesillerinin Uygurlar’dan geldiðini söylemektedir. Rusya Federasyonu’nun Sibirya Federal Bölgesi’nde Irkutsk oblastýnýn Nijneudinsk ilçesinin Tofalar ve Verhnegutar (Yukarý Gutar) köylerinde yaþamaktadýrlar. Sayýlarý 150 yýldýr 500-900 arasýnda deðiþmesine raðmen dilleri ve kendileri yok olmamýþtýr. Nüfuslarý 2002’de 887 idi. Tofaca ve Tuvaca Türk dilinin Sayan grubuna dahildir. Türk dilinin arkaik özelliklerini taþýyan Tofaca’yý fonetik, morfolojik ve söz varlýðý bakýmýndan Türkçe’nin ayrý bir kolu sayanlar da vardýr. 1989 yýlýna kadar yazýsýz bir dil olarak varlýðýný muhafaza etmiþ, ayný yýl Kiril harflerinden bir alfabe ihdas edilerek ilkokul birinci ve ikinci sýnýflar için Tofaca ders kitaplarý hazýrlanmýþtýr. Nüfuslarýnýn azlýðý, dillerinin yazýsýz olmasý, çevrelerinde yaþayan Buryat, Rus, Tuva gibi halklarýn dillerinin nüfuzu neticesinde Tofaca’nýn söz varlýðý gittikçe azalmaktadýr ve sadece evlerde konuþularak varlýðýný sürdürmektedir. 2002 yýlý nüfus sayýmýnda sadece on dört kiþi Tofaca’yý serbestçe konuþabildiðini ifade etmesine raðmen nüfusun % 43’ü ana dili olarak Tofaca’yý belirtmiþtir. Tuvalar. XVIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Moðolistan’ýn hâkimiyeti altýnda bulunan Tuva daha sonra Çin hâkimiyetine geçmiþtir. Milliyetçi Tuva halký nüfusunun azlýðýna raðmen 1911’de Çin’de Sun Yat Sen liderliðinde yapýlan ihtilâli fýrsat bilerek baðýmsýzlýðýný ilân etmiþse de bu baðýmsýzlýk uzun sürmemiþ, üç yýl sonra Rusya’nýn himayesini kabul etmek zorunda kalmýþtýr. Rusya’da 1921’de Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti ilân edilmiþtir. Sovyetler Birliði, II. Dünya Savaþý sýrasýnda yarý baðýmsýz Tannu’yu -Tuva Devleti- iþgal etmiþtir. Bu savaþ yýllarýnda Tuva’nýn nüfusu 70.000 civarýndaydý. Bunun 50.000’ini Tuvalýlar, 16.000’ini Ruslar teþkil ediyordu. 1944 yýlýna kadar yarý baðýmsýz kalan Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti 11 Ekim 1944’te Sovyetler Birliði’ne dahil edilerek muhtar bölge statüsü verilmiþ, 10 Ekim 1961’de bu statü deðiþtirilerek Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olmuþtur. 1991’den sonra Rusya Federasyonu içinde bir cumhuriyet statüsü kazanmýþ ve 1993’te adý Týva olarak deðiþtirilmiþtir. Tuvalý-

lar’ýn nüfusu 1959’da 100.145 ve 2002’de 243.442 idi; 235.313’ü kendi cumhuriyetinde yaþamaktaydý. Rusya Federasyonu’nda bulunan Türk halklarý arasýnda kendi dilini % 99 oranýnda ana dili olarak gösteren tek halktýr. Nüfuslarý az olmasýna raðmen millî benliklerini iyi korumuþlardýr. 1930’da yazý dili Latin harfleri esasýna göre düzenlenmiþti, 1941’de diðer Türk lehçelerinde olduðu gibi Tuvaca için de Kiril harfleri icat edilmiþtir. Zengin destanlara sahip olan Tuva halkýnýn en meþhur destaný Keser’dir ve 1963’te neþredilmiþtir. Salçak Toka, Sovyet devri yazarlarýnýn en meþhurlarýndandýr. Tuvalýlar þamanistti, sonralarý aralarýna Moðolistan’ýn etkisiyle Lamaizm de girmiþtir. Tuvin-Todjinler (Tuga / Tuha). En eski Türk halklarýndan biri olup konuþtuklarý dil Tuvaca’nýn bir lehçesidir. Tuva Özerk Cumhuriyeti’nin kuzeydoðudaki Tuva-Todja bölgesinde yaþarlar; bölge hayvan ve bitki örtüsü bakýmýndan dünyanýn en zengin yerlerinden biridir. Daðlýk kesimde yaþadýklarýndan diðer halklardan tecrit edilmiþ durumdadýrlar. Arkaik Türkçe yer adlarý açýsýndan zengin olan bölgede XIX ve XX. yüzyýllarda yer altý ve yer üstü kaynaklarý bulunmuþtur. Bölgeye Ruslar’ýn iskâný neticesinde asimilasyon baþlamýþ ve halk ana dilini unutmuþtur. 1931’de yapýlan nüfus sayýmýnda yerli halk 2115 kiþi idi; 2002 yýlýnda sayýlarý 4442 kiþiye çýkmýþtýr. Türkmenler. Oðuzlar Ýslâmiyet’i kabul ettikten sonra Türkmen adýyla anýlmaya baþlanmýþtýr. Afganistan, Ýran, Irak, Suriye gibi çeþitli devletlerin egemenliði altýnda yaþayan Türkmenler’in sayýsý bugün baðýmsýz bir ülke olan Türkmenistan’da yaþayanlardan daha fazladýr (bk. TÜRKMENÝSTAN; TÜRKMENLER). Uygurlar. Doðu Türkistan’da zengin bir tarihe ve köklü bir kültüre sahiptirler. Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan-Uygur Özerk Bölgesi (14-15 milyon), Kazakistan (224.713), Kýrgýzistan (48.500), Özbekistan (19.526), Türkmenistan’da (1989’da 1328) ve Rusya Federasyonu’nda (2862), Suudi Arabistan, Türkiye, Amerika ve Avrupa ülkelerinde (15-20.000) bulunmaktadýrlar (bk. UYGURLAR). Yakutlar (Sahalar, Saha ve Uranhay Sahalar). Kuzeydoðu Sibirya’da Yakut Cumhuri-

yeti’nde yaþamaktadýrlar. 1926’da 240.709 kiþi olan nüfuslarý 2002’de 443.852’ye ulaþmýþtýr (bk. YAKUTLAR). BÝBLÝYOGRAFYA : N. Aristov, Ob etniçeskom sostave Tyurkskih plemen i narodnostey, Petersburg 1896, s. 283456; S. A. Tokarev, Etnografiya Narodov SSSR, Moskva 1958, s. 410; S. P. Tolstova, Narodý sred-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK ney azii i kakahstana II, Moskva 1963, s. 154185; Narodnoe Hozyaystva i Kulturnoe Stroitelstvo Baskirskoy ASSR, Ufa 1964; Ahmet Temir, “Ýdil-Ural ve Yöresi”, TDEK, s. 1251-1271; Ýsa Yusuf Alptekin, Doðu Türkistan Davasý, Ýstanbul 1981; Ý. Kalmýkov – R. Kereytov – A. Sikaliev, Nogaytsý, Çerkessk 1988, s. 54-61; Harun Güngör – Mustafa Argunþah, Gagauz Türkleri: Tarih-Dil-Folklor ve Halk Edebiyatý, Ankara 1991; Nadir Devlet, Doðuþtan Günümüze Büyük Ýslâm Tarihi: Çaðdaþ Türkîler (ek cilt), Ýstanbul 1993; a.mlf., “Sibirya’daki Halklarýn Demografik ve Ekonomik Potansiyelleri”, Sibirya Araþtýrmalarý (haz. Emine Gürsoy-Naskali), Ýstanbul 1997, s. 25-46; a.mlf., “Federe ve Muhtar Türk Cumhuriyetleri”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XX, 15-47; a.mlf., “Tataristan Cumhuriyeti”, a.e., XX, 48-57; D. Þabaev, Pravda o výselenii balkartsev, Nalçik 1994, s. 23-78; Nevzat Özkan, “Gagavuz Türk Edebiyatý”, Baþlangýcýndan Günümüze Kadar Türkiye Dýþýndaki Türk Edebiyatlarý Antolojisi: Romanya ve Gagavuz Türk Edebiyatý, Ankara 1999, XII, 182 vd.; M. Demidov, Postsovetskiy Türkmenistan, Moskva 2002, s. 12-24; Etniçeskiy atlas Uzbekistana (haz. Aliþer Ýlhamov), Taþkent 2002, s. 5-288, 320-339; Erkin Emet, “Doðu Türkistan Özerk Cumhuriyeti”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XX, 276-281; Yaxiong Du, “Batý Yugur (Sarý Uygur) Türkleri ve Kültürleri” (trc. Nurþen Özsoy), a.e., XX, 323-330; Ömer Turan, “XX. Yüzyýlda Türk Topluluklarý”, a.e., XX, 331-360; Özdemir Çobanoðlu, Anavatandan Anavatan’a Bir Gagauz, Ýstanbul 2003, s. 45111; F. Angeli, Oçerki istorii gagauzov potomkov oguzov (seredina VIII-naçalo XXI vv), Kiþinev 2007, s. 381-573; V. M. Ploskih – D. D. Djunuþþaliev, Ýstoriya kýrgýzov i kýrgýzstana, Biþkek 2007, s. 287-323; Azerbaycan Tarihi: 1941-2002-ci iller (ed. T. Gaffarov), Bakü 2008, s. 190-371; B. Kubaev, Karaçaevtsý i balkartsý v XX stoletii, Biþkek 2009, s. 34-76; M. Ýbragimov – A. Ýbragimov, “Kumýki, Kumýkskiy Entsiklopediçeskiy”, Slovar, Mahaçkala 2009, s. 90-93; A. Popov, “Poezdka k Dolganam”, SE, sy. 3-4 (1931), s. 5557; a.mlf., “Materialý po rodovomu stroyu dolgan”, a.e., sy. 6 (1934), s. 116-139; a.mlf., “Olenevodtsvo i dolgan”, a.e., sy. 4-5 (1935), s. 184205; M. Sergeev, “Tofalarý segodnya (K istorii natsionalnogo stroitelstva)”, a.e., sy. 4 (1940), s. 55-57; S. Vaynþteyn, “Rodovaya struktura i patroniçeskaya organizatsiya u tofalarov (do naçala XX veka)”, a.e., sy. 3 (1968), s. 60-67; V. Krivonosov, “K sovremennoy etniçeskoy situatsii v Tofalarii”, a.e., sy. 5 (1987), s. 162-173; “Krasnaya kniga yazýkov maloçislennýh tyurskih narodov Rosssi”, Tatar Dönyasý, sy. 2, Moskva 2004, s. 3-5; Nuri Gürgür, “Doðu Türkistan’ýn Dünü, Bugünü ve Yarýný Üzerine”, TY, sy. 264 (2009), s. 2-8.

ÿÝsmail Türkoðlu

II. KÜLTÜR ve MEDENÝYET

1. Genel. Ýslâm Öncesi Türk Kültür ve Medeniyeti. Orta Asya’da yapýlan arkeolo-

jik araþtýrmalara göre Türk tarihi milâttan önce 2750 yýllarýna kadar geri gitmektedir. Ýslâm öncesi Türk kültürü göçebelik kültürüyle karýþtýrýlmýþtýr. Türkler’in ekonomisinin hayvancýlýða dayanmasý, yay-

lak-kýþlak hayatý bu yanýlgýnýn baþta gelen sebebi olsa gerektir. Türk kültürü göçebeliðin deðil bozkýr kültürünün özelliklerini taþýmaktadýr. Türkler’de sistemli bir besicilik, inançta gök tanrýcýlýk, ailede adalet, mâzide tarihîlik, ahlâkta alplik gibi özellikler varken göçebelerde daha çok asalak ekonomi, çok tanrýcýlýk veya totemcilik, aile çevresini aþmayan bir hâkimiyet anlayýþý (aþiret devleti) ve tarihsizlik görünmektedir. Ayrýca Türk maddî kültüründe temel teþkil eden at ve demir de göçebelikte yoktur. Bozkýrlarda doðup geliþen bozkýr kültürünün sahipleri savaþçý insanlar olan çoban Ural-Altay kavimleridir. At bunlar tarafýndan ehlîleþtirilmiþ, demir bunlar tarafýndan iþlenmiþtir. Bozkýr kültürünün Türkler’e mahsus olduðu son Andronovo kazýlarýndan da anlaþýlmýþtýr. Türk soyundan gelen savaþçý Andronovo insanýnýn kültüründe esas rolü oynayan at ve demirin büyükbaþ hayvan yetiþtiren yerleþik (köylü) kültüründe (Ýndogermenler’de vb.), devþirmecilik ve avcýlýkla meþgul göçebe kültüründe (Moðollar’da, çöl kavimlerinde) önemli yer tutmamasý proto Türkler’in bozkýr kültürünün gerçek sahibi ve yayýcýsý olduðunu göstermektedir. W. Koppers, atýn ehlîleþtirilmesi ve atlý-çoban kültürün ortaya konmasýnýn ilk Türkler’e baðlanabileceðini, bu baþarýnýn kavimlerin ve diðer kültürlerin geliþmesinde önemli sonuçlar verdiðini, F. Flor, atýn binek hayvaný olarak kullanýlmasýnýn dünya tarihinde çok önemli ve tarýmcý hayvancýlýðýn çok üstünde bir kültür merhalesi teþkil ettiðini belirterek atýn Türkler tarafýndan ehlîleþtirilerek insanlýðýn hizmetine sokulduðunu, W. Schmidt de Türkler’in ata binen ilk insanlar olduðunu kaydeder. At en eski çaðlardan beri Türkler’in siyasal, ekonomik, sosyal ve dinî hayatýnda önemli rol oynamýþtýr. Türkler sürüler halinde yetiþtirdikleri atýn etini yer, onu kurban olarak sunar ve özellikle savaþ atlarýndan binlercesini yabancý ülkelere satarlardý. Çin belgelerine göre Hunlar’dan önceki Çin’in kuzey kavimleri atla muharebe usullerini bilmiyorlardý; Çinliler de atý yalnýz savaþ arabalarýnda kullanýyorlardý. Okçu Hun savaþçýsý küçük yaþta eðitiliyor, büyüdüðü zaman mükemmel bir atlý muharip oluyordu (Ligeti, s. 37, 40). Hunlar at üstünde yer içer, alýþveriþ yapar, konuþur ve uyurlardý. At baþka kavimleri yalnýz sýrtýnda taþýdýðý halde Hunlar at üstünde ikamet ederdi. VII-X. yüzyýl Bizans kaynaklarýnda Türkler’in sanki at üstünde doðduklarý ve yerde yürümesini bilmedikleri kaydedilmektedir.

Eski Türk kültürünün dünya tarihinde iki önemli etkisinin bulunduðu tesbit edilmiþtir. Bunlardan biri besiciliði geliþtirmek ve yaymak suretiyle ekonomik, diðeri yüksek teþkilâtçýlýk yoluyla sosyal etkidir. Ýnsanlarýn henüz teknik bilgiye sahip olmadýklarý devirlerde, yaþayabilmek için coðrafî þartlara uymak zorunda kalan kitlelerden kendilerini topraða baðlayan tarým bölgelerinde oturanlar ancak çapa, tekerlek gibi küçük aletler icat etmek ve ilkel barýnaklar yapmak suretiyle yerleþik kültürün temellerini atarken bozkýrda yaþayanlar yine coðrafî þartlar gereði besiciliðe sarýlmýþlar, böylece kendi kültürlerini oluþturmaya giriþmiþlerdir. Yerleþik insan, elindeki küçük arazinin saðladýðý imkânlarla sýnýrlý kalmak mecburiyeti karþýsýnda bir nevi tevekküle baðlanýrken bozkýrlý, sürülerin karnýný doyurmak için yeni yeni otlaklar peþinde iklimden iklime koþtuðundan dünyayý kendisine dar gören bir tip haline gelmiþtir. Yerleþik insan, bir ailenin sýnýrlý menfaatleri dýþýnda herhangi bir hak davasý gütmeye ve daha geniþ bir cemiyet yapýsýnýn gereklerini düþünmeye ihtiyaç duymazken bozkýrlý kalabalýk sürüleri türlü manevralarla kýþýn birbirinden uzak yerlere götürmek, otlaklarý ve suyu silâhla muhafaza etmek, hayvanlarý yaylak ve kýþlaklarda barýndýrmak, diðer sürü sahipleriyle anlaþmalar yapmak ve aralarýndaki anlaþmazlýklarýn çözümü için bir hakem heyeti tesis etmek, buna meþruiyet kazandýrmak gibi hukukî yollar aramak zorunda kalmýþtýr. Böylece bozkýrlý, çobanlýðýn geliþtirdiði sevk ve idare kabiliyetini, emretme ve itaat alýþkanlýðýný hayvan sürülerinden insan kitlelerine intikal ettirme ve baþka bir dünya görüþü elde etme þansýna eriþmiþtir. Bozkýrlý unsurlar, zamanla yerli çiftçi-köylü üzerinde hâkim duruma geçerek idarî-askerî teþkilât kurmuþlardýr. Türkler demir madeni sayesinde çiftçiköylü üzerinde kolayca siyasî hâkimiyet kurabilmiþlerdir. Demir çaðý bu madenden çok sayýda alet ve silâh yapýlmasý ile baþlamýþtýr. Ýnsanlýk tarihinde bir çaðýn açýlmasýna baþlangýç teþkil edebilecek miktarda demir madeninin varlýðý eski Türk yurdunda farkedilmiþ ve iþlenmeye geçilmiþtir. Demir iþleyiciliðinin Orta Asya’daki kesin tarihi bilinmiyorsa da bunun milâttan önce II. binyýlýn baþlarýna rastlamasý gerekir. Daha o asýrlarda Türkler’in geniþ sahalara hükmedebilmesi, sürat bakýmýndan atýn saðladýðý üstünlük yanýnda vurucu silâh olarak demir aletlerin onlar tarafýndan kullanýlmýþ olmasý ile açýklana-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

487


TÜRK

bilir. Altaylar’ýn batýsýnda bol miktarda demir üretildiðini söyleyen W. Ruben, belgelerden hareketle bu Türk sahasýnýn demir kültürünün doðduðu yer olarak kabul edilmesi gerektiðini söyler. Demir (tiehfa) ve kýlýcýn (king-lu) Çin kaynaklarýnda geçen en eski Türkçe kelimeler olduðu unutulmamalýdýr. Demir ve demirciliði kutsal mertebeye yükselten bu kültür Türkler’in atalarýný diðer topluluklardan çok farklý bir yaþayýþ tarzýna götürmüþtür. Savaþçýlýk kabiliyetlerini iyice güçlendiren demircilik yanýnda otlak ve su için mücadeleler dolayýsýyla metaneti artan bozkýrlý, ayný zamanda huzur içinde yaþayabilmek için insanlarýn birbirine saygý duymasý gerektiðini öðrenmiþ ve kitleleri sürekli barýþ halinde tutabilmek için toplulukta uyulmasý zorunlu hukuk düþüncesine ulaþmýþtýr. Bu ise devlet fikrinin doðuþudur. Türkler, savaþçýlýk ve hukuk fikri yanýnda yine at sayesinde saðladýklarý sürat ve sahip bulunduklarý demir vasýtasýyla kendilerine baðladýklarý insanlarý yönetmek üzere siyasî kadrolar teþkil etmiþ, muhtemelen ilk kanun koyucu millet olmuþtur. Bu kültürün kökeni hakkýndaki nazariyeler ve diðer açýklamalar yaklaþýk bir tarih tayin etme imkânýný saðlamaktadýr. Viyana ekolüne göre bu tarih milâttan önce II. binyýl baþlarý olmalýdýr. Andronovo kültürünü ortaya koyan savaþçý atlý kavmin milâttan önce 1700-1500’lerde etrafý etkilemeye baþladýðý ifade edildiðine göre bozkýr kültürünün bu tarihte belirgin bir nitelik kazandýðý kabul edilebilir. Bu tahmin Viyana ekolünün vardýðý sonuçlara, dil araþtýrmalarý neticelerine, arkeolojik belgelere ve antropolojik malzemeye uygun düþmektedir. Milâttan önce 1700’lerden itibaren ortaya konulup zamanla geliþtirilen ve bozkýr kültürü denilen Türk kültürünün özellikleri þöylece sýralanabilir: 1. Aile. Türkler, uzun ve hareketli tarihleri gereði çeþitli yerlerde ve deðiþik dönemlerde farklý sosyal yapýlarda görünmekle beraber Orhon yazýtlarýna dayanarak Ýslâm öncesi Türk sosyal yapýsýný ana hatlarý ile tesbit etmek mümkündür. Buna göre eski Türkçe’de “oguþ” denilen aile cemiyetin çekirdeði durumundadýr. Göktürk devri kitâbelerinde yer alan evlenme tabiri erkek veya kýzýn baba ocaðýndan ayrýlýp ayrý bir ev (aile) kurduðunu gösterir. Bu serbest yaþayan küçük aile tipidir ve kan akrabalýðýna dayanmaktadýr. Aile içi düzen velâyet (dost, yardýmcý) anlayýþýna, ev ekonomisiyle çocuk terbiyesinde baþlýca rol oynayan anneye saygý gösterilmesi yanýnda ba488

ba otoritesinin geçerli olduðu bir hukukî temel üzerine kuruludur. Genellikle monogami ve kadýnýn özel mülkiyet hakký yürürlüktedir. Böylece saygý ve adaletin kaynaþtýðý eski Türk ailesinde köle ruhu aþýlanmayan yeni nesiller yetiþtirme imkâný elde edilmiþ, kadýn her sosyal kademede söz ve karar sahibi olmuþtur. 2. Uruð. Ayný soydan aileler topluluðu olan uruðlar birleþerek boylarý kurarlar. 3. Boy. Baþýnda cesareti, ahlâký, tecrübesi ve serveti dikkate alýnarak uruð baþlarý tarafýndan seçilen bir bey bulunur. Bey gerektiðinde boyunu silâhla müdafaa edecek askerî güce sahiptir. Buna göre boy bozkýr cemiyetinde ilk siyasî karakterli birliktir. Bir ittifaka dahil olan boya “ok” deniyordu. 4. Budun. Boylar ortak çýkarlarýný korumak amacýyla aralarýnda iþ birliði yaptýklarý zaman budunlar ortaya çýkýyordu. 5. Devlet (il). Türk sosyal yapýsýnda en üst seviyedeki kuruluþ olan il (el) müstakil boylar ve budunlarýn tek idare altýnda toplanmasýyla teþekkül ediyordu. Türk devleti, bozkýrlarda daðýnýk halde yaþayan birçok sosyopolitik ünitenin birbirine baðlanmasýndan doðan sosyal halkalar birliði tarzýnda kuruluyordu. Bu durum yerleþik devlet tipinden tamamen farklýdýr. Bu devlet tipi, tek bir sosyokültürel çekirdeðin güçlenmesi ve nüfuzunu coðrafî bakýmdan geniþletmesi þeklinde oluþan yerleþik devletten çok daha avantajlýdýr. Zira sosyokültürel nüvenin kudretini kaybederek çöken yerleþik devletin güçlükle toparlanabilmesine veya tarihe gömülmesine karþýlýk bozkýr devletinde merkezî iktidar zaafa uðradýðý zamanlarda boy ve budunlar, ayný yerde veya baþka bir bölgede yeni ittifaklarla devlet mekanizmasýný tekrar iþletebiliyorlardý. Bu çok önemli içtimaî-idarî esneklik sebebiyle Türk milleti, zaman zaman mekân ve hânedan deðiþtirip taþýdýðý bu özelliði iyi deðerlendiren liderleri sayesinde siyasî kuruluþlarýný tazeleyip günümüze kadar sürüp gelmiþtir. Tarihte Türk devletlerinin çokluðuna bakarak bunu sosyal düzenin devamsýzlýðýna baðlamak ve Türkler’de devlet hukukunun mevcut olmadýðý sonucuna varmak doðru deðildir. Tam aksine Türk sosyal hayatýný düzenleyen zorunlu kurallar bütünü diye açýklanan örf ve geleneklerin, yazýlmamýþ kanunun (töre) çok önemli bir yeri vardýr. Töre özel hukuku olduðu kadar kamu hukukunu da düzenlemekteydi. Hakanýn ilk yaptýðý iþlerden biri töreyi gerekli hükümlerle pekiþtirip ülkede yürürlüðe sokmaktý. Mo-tun, Bumýn, Ýlteriþ ve Kurum hanlar töreyi gerekli deðiþiklik-

lerle güçlendirmiþlerdir. XI. yüzyýlda Yûsuf Has Hâcib’in siyaset kitabý Kutadgu Bilig’e göre töre þu dört ilkeyi içermekteydi: Adalet, eþitlik, faydalý olma, evrensellik. Türk kanunlarýnda bu ilkelerin dýþýna çýkýlmamýþtýr. Türk devleti (il) töresiz olmazdý. Dîvânü lugåti’t-Türk’te “Ýl gider, töre kalýr” þeklinde bir Türk atasözü yer alýr. Devlet baþkanýnýn kim olacaðý, nitelikleri, görevleri töreye göre belirlenmiþtir. Milletin hürriyeti, ilin istiklâli törenin teminatý altýndaydý ve töre hükümlerinin uygulanmasýna baðlýydý. Töreye baþta hükümdar olmak üzere herkes riayet etmiþ, ihmali durumunda millî birlik zedelenmiþ, devletin istiklâli sarsýlmýþtýr. Eski Türkler’de ülke (uluþ), hükümdar ailesinin istediði gibi tasarruf edebileceði özel mülkü deðil milletin malýydý. Hükümdar onu korumakla yükümlüydü ve idarî yönden hânedan üyelerinin sorumluluklarýna verilirdi. Fakat millet malý olduðundan taksim edilmez, daima bütünlüðünü korurdu. Çin yýllýðý Shih-chi’ye göre milâttan önce III. yüzyýlýn sonlarýnda Türkler’den çorak bir arazi parçasýný talep eden Moðol Tung-hular’a Mo-tun millete ait mülkü baþkasýna vermeye yetkili olmadýðý cevabýný vermiþ, ýsrar karþýsýnda savaþ açarak Tung-hular’ý yenilgiye uðratmýþtý. Türkler’de vatan anlayýþý hürriyet ve baðýmsýzlýk fikriyle birlikte yürümektedir. Türkler yalnýz hür ve baðýmsýz yaþadýðý topraðý ülke saymakta, bu þartlarýn bulunmadýðý yerleri terkedip gitmektedir. Topraða baðlý yerleþik kültür topluluklarýnýn yerlerinden ayrýlmamak için kolayca esarete boyun eðmelerine karþýlýk Türkler’in esaret ve köleliðe boyun eðmeyip kendilerine hür yurtlar bulmak amacýyla yeni iklimlere doðru yönelmeleri her zaman mümkündü. Eski Türk devletinde halk yetki ve imtiyaz bakýmýndan tabakalara bölünmüþ deðildi. Türk kültürünün mânevî havasý ve maddî hayat tarzý seçilmiþ sýnýflarýn teþekkülüne elveriþli olmadýðýndan toplumda aristokrat, köle gibi kademelendirmeler görülmüyordu. Barýþ zamanlarýnda eski Türk ilinde herkes dilediði iþte çalýþmakta, kendi zanaat ve mesleðini icra etmekteydi. Orhon yazýtlarýnda kýsaca belirtilen Türk kozmogonisine göre insanlar arasýnda soy, dil, din farklarý gözetilmediðinden yeryüzündeki “kiþi oðlu”nu idare etmek için hükümdar tayin edilen Türk hakaný tebaasý olan kitleleri tabakalara bölme hakkýna sahip deðildi. Ýnsanlar her yönden birbirleriyle eþitti. Nitekim Kutadgu Bilig’de halk mesleklerine, meþguli-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

yetlerine göre tanýtýlmýþ, asilzadelerden, kölelerden söz edilmemiþtir. Bu eserde, Orhon yazýtlarýnda ve Dîvânü lugåti’tTürk’te geçen “kul” kelimesi diðer milletlerdeki gibi “her türlü haktan mahrum köle” anlamýnda deðil “baþkasýna hizmet eden kiþi” anlamýnda kullanýlmýþtýr. Esasen Türkler’de kölelik olmadýðýndan Türkçe’de köle tabiri de yoktur. Bu kelimenin Türkçe’ye sonradan girdiði anlaþýlmaktadýr; buna ilk defa XIX. yüzyýlda Kýrým lehçesinde rastlanmýþtýr. Çin ve Orta Asya Türk devletlerinde, Uygurlar’da ve bazý Ýslâmî devir kayýtlarýnda köleyi ifade eden kelime ve tabirler yabancý kültürlerin izlerinden ibarettir. Zira eski çaðlarda topraða baðlý insanlar, yaþamak için zorunlu olan enerjiyi kendi aralarýndaki niteliksiz kimselerin kol kuvveti sayesinde saðlýyorlardý. Ekonomisi besiciliðe dayalý bozkýr kültüründe ise bu ihtiyacý baþta en yüksek kas kuvvetine sahip olan at karþýlýyordu. Orman ve köy topluluklarýnda hâkimiyeti bir defa ele geçiren gruplar türlü zorbalýklarla uþaklýk yaptýrdýklarý kitleleri (Eski Mýsýr’da, Asur ve Bâbil’de esir sürüleri, Çin’de boyunduruk vurularak çifte koþulan mahkûmlar, Eski Yunan’da Aristo’nun “canlý alet” dediði köleler, Roma’da benzerleri, Hint’te paryalar, Moðollar’da boðollar vb.) hayvanlar gibi kullanmak üzere özel kanunlar çýkarýp sýnýf veya kast cenderesinde inletirken insanýn kol kuvvetine gerek duyulmayan eski Türk kültüründe özel mülkiyet ve serbest iþ esasýnda geliþen sosyal âdetler zamanla töre hükümleri halinde kanunî kesinlik kazanmýþtýr. Tarihî olgularýn yanýnda sosyoloji ve etnoloji araþtýrmalarý sýnýf anlayýþý ve imtiyazlý gruplarýn teþekkülünün, bu arada toprak köleliði ve genelde kölelik ve derebeyliðin doðrudan doðruya topraða baðlý topluluklarda görülen yerleþik kültürün ürünü olduðunu ortaya koymuþtur. Bunlarýn bozkýrlý toplumlarla ilgisi yoktur. W. Eberhard ve A. Kollautz gibi etnologlarýn ifadesine göre bozkýrlý hayat tarzýnda gerçek feodalite bulunmaz. Zira imtiyazlý tabakalarýn teþekkülüne yol açan geniþ araziye sahip olma, askerliði meslek edinme ve ruhanîliði temsil etme þartlarýnýn hiçbiri Türk kültüründe geliþme imkâný bulamamýþtýr. Tarýmýn ekonomik faaliyet içinde cüzi bir yer tuttuðu bozkýr sahasýnda büyük tarým arazilerinin meydana gelmesi mümkün deðildir. Ýkinci olarak Türk devletinin atýn sürati ve demirin vurucu gücü dolayýsýyla kazandýðý askerî karakter gereði kadýn-erkek her Türk iyi savaþ terbi-

yesi almýþtý ve daima cenge hazýr durumdaydý, dolayýsýyla askerlik özel bir meslek sayýlmazdý. Ýnsanlar muharebe ve mücadele alanlarýnda þahsiyetlerini bulur ve kahramanlýklarý ölçüsünde toplumda yerlerini alýrlardý. Eski Türk topluluðunda cesur ve iyilik sever, saygýlý kiþi (alp) ideal insan tipi kabul ediliyordu. Üçüncü olarak eski Türk dini mensuplarý imtiyazlý deðildi; zira Türk sosyal üniteleri dinî karakter taþýmýyordu. Orhon yazýtlarý dahil bozkýr belgelerinde din adamlarýndan bahsedilmemesi bu yönden dikkate deðer bir husustur. Baþta hükümdar olmak üzere Türk idarecileri devleti devlet yapan, hakaný baþarýlý kýlan halkýn hukukunu gözetmekle yükümlüdür. Millet hakana itaat edecektir, fakat hakanýn da millete karþý vazifeleri vardýr. Yazýtlarda ve Kutadgu Bilig’de belirtildiði üzere bu görevler tebaa aç ise doyurmak, çýplak ise giydirmek ve sayýca az ise çoðaltmaktýr. “Milletten fakir adýný kaldýrmayan biri nasýl hükümdar olur?” diye sorulan ve Türkler’de bey olmak için hizmet etmek gerektiði belirtilen Kutadgu Bilig’de halkýn devlet reisinden adaletli kanun, asayiþ ve malî istikrar beklediði anlatýlýr. Bunlarý gerçekleþtirmek vaadiyle iþ baþýna gelen yönetici icraatýndan dolayý Tanrý’ya hesap vermek durumundadýr. Çünkü Türk düþüncesine göre yüz binlerce veya milyonlarca insanýn caný ve malý kendine emanet edilen kiþi, Tanrý’nýn sevgisine mazhar olarak kitleleri idare etme hak ve salâhiyetini Tanrý’dan almaktadýr. Türk kozmogonisine göre, Türk devlet baþkaný Tanrý’dan aldýðý yetkiyle yeryüzündeki bütün insanlarý evrensel törenin himayesine alma konusunda kendini görevli sayýyordu. Bu, Tanrý iradesinin gerçekleþtirilmesi demekti. Asya Hunlarý’ndan itibaren Osmanlýlar dahil her Türk devletinde yaþatýlan bu ideal “güneþin doðduðu yerden battýðý yere kadar” ibaresiyle formüle edilmiþtir. Bundan dolayý Dîvânü lugåti’t-Türk’te Türk kahramaný Alp Er Tunga “acun begi” diye gösterilmiþtir. Selçuklu sultanlarý ve bazý Osmanlý padiþahlarý da ayný yolda yürümüþlerdir. Türk hükümdarý, dünya çapýnda iktidara sahip olmak için ilâhî baðýþ yoluyla aldýðý idare yetkisini (kut) kullanýrken daima Tanrý’ya karþý sorumlu bulunduðundan þahsî takdir ve duygularýna göre deðil töre hükümleri çerçevesinde faaliyet göstermek zorundadýr. Türk hükümranlýk telakkisini diðer milletlerinkinden ayýran en önemli nokta budur. Devlet baþkanýnýn icraatýnýn töre çerçevesinde kýsýtlanmasý Türk hâkimiyet anlayýþýnýn ayný

zamanda kanunî vasfýný ortaya koymaktadýr. Töreyi uygulamakda âciz kalan, güvenliði saðlayamayan ve halký ekonomik sýkýntýdan kurtaramayan hükümdarýn beceriksizliðinin sebebi Türk halkýnca Tanrý’nýn “kut”u ondan geri aldýðý inancýna baðlanmýþ, gerektiðinde zor kullanýlarak deðiþtirilmesi meþrû kabul edilmiþtir. Bunun bir örneðine 716 yýlýnda Göktürk tarihinde rastlanmaktadýr. Aile ve ordu (sü) eski Türk topluluklarýný ayakta tutan iki önemli kurumdur. Türk ordusu hakkýnda ilk inanýlýr bilgileri veren Çin yýllýðý Shih-chi’ye göre Asya Hun Ýmparatoru Mo-tun’un bulduðu, Türk siyasî kuruluþlarýnýn tam bir disiplin içinde yürümesini saðlayan onlu sistem önce askerî, ardýndan sivil alanda uygulanmýþtýr. Tümen denilen 10.000 mevcutlu birlik sýrasýyla 1000’lere, 100’lere, 10’lara ayrýlýyor ve her bir grup kumanda zinciri içinde birbirine baðlý olarak eðitiliyor, böylece farklý sayýlarda erlerle orduya katýlan kütlelerdeki kabilecilik asabiyeti kýrýlýp ülkenin insan gücü tek bir kuvvet halinde birleþiyor, âdeta bir millî birlik meydana getiriyordu. Sivil görevlerde çalýþan, ayný zamanda belirli miktarda askere kumanda eden asker kiþiler olduðundan 10’lu düzen cenaze törenlerine kadar tatbik sahasý buluyordu (ordu millet). Çaðýna göre en yüksek nitelikte silâhlarla donatýlan Türk ordularý, büyük çoðunlukla manevra kabiliyeti yüksek bozkýr savaþ atlarýndan meydana gelen hafif süvari birlikleri olduðundan eðitim tarzlarý ve savaþ usulleri aðýr teçhizatlý, kitle muharebesi yapan yaya erlerden kurulu diðer milletlerinkinden farklýydý ve süratli oluþu sebebiyle baþarýya daha kolay ulaþabiliyordu. Sahte ric‘at ve pusuya dayalý sistem (turan taktiði / kurt oyunu) yerleþik ordular karþýsýnda daima zaferin teminatýný teþkil etmiþtir. Ordu Türk kültürünün yabancýlar tarafýndan ilk taklit edilen kurumu olmuþ, Ýran’da, Yunan’da, Roma’da, Çin’de, Bizans’ta, Doðu Avrupa’da, Balkanlar’da ve Asya’da çeþitli tarihlerde yürütülen reform hareketleriyle askerî güçler Türk ordularýna benzetilmiþtir. Savaþ zamanlarýnda yýrtýcýlýðý ile ünlü olduðundan kurda (börü) benzetilen Türk ordusu çeviklik ve saðlamlýðýný spor faaliyetlerine borçluydu. Okla vuruþ yarýþlarý, at koþularý, güreþ, cirit, her çeþit top oyunlarý, bazan hükümdarlarýn da katýldýðý yüz binlerce kiþi ile çýkýlan, çok kere haftalarca devam eden, gerçek askerî manevra niteliðindeki sürek avlarý kadýn-erkek bütün Türkler’ce sevilerek yapýlan spor faaliyetleriydi.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

489


TÜRK

Askerî karakteri titizlikle korunan eski Türk topluluklarýnda savaþ aletleri imalâtý yanýnda yaygýn bir sanayi de mevcuttu. Her an savaþabilecek durumda olan kalabalýk ordularýn giydirilmesi, donatýlmasý, beslenmesi, ikmal iþlerinin düzenlenmesi bunu gerektiriyordu. Türkler yiyecek ihtiyaçlarýndan bir kýsmýný kendileri tarýmcýlýk yaparak temin ediyorlardý. Özellikle Batý Türkleri (Bulgarlar) buðday, arpa, burçak, elma, üzüm yetiþtiriyordu. Hunlar darý, buðday, fasulye ekiyor, Göktürkler tarlalarýný sulamak üzere kanallar açýyor, Uygurlar üzüm yetiþtirip þarap yapýyor, Bulgarlar tuz çýkarýyordu. Bununla birlikte Türkler gýdalarýnýn önemli kýsmýný komþularýndan alýyorlardý. Buna karþýlýk madencilikteki tecrübeleri dolayýsýyla altýn, gümüþ iþliyorlar ve tahta oymacýlýðýnda, marangozluk, süslemede, at koþum takýmlarý, halý, kilim, keçe imalâtýnda, dokumacýlýk ve otaðcýlýkta üstün kabiliyet gösteriyorlardý. Bozkýr Türkleri kendilerine mahsus bir düþünce sistemi ve ahlâk anlayýþýna sahiptir. Eski Türkler’e at insan ruhunu okþayan iki beþerî imkân saðlamýþtýr. Biri at üstünde insanýn kendini baþkalarýndan daha üstün hissetmesi, ikincisi atýn sürati sebebiyle kýsa zamanda istenilen yere ulaþabilme özlemini gidermesidir. Bozkýrlý Türkler tarihte bu hususlarý gerçekleþtiren ilk topluluk olarak görünmektedir. Üstünlük duygusu cihanþümul devlet anlayýþýnýn desteðiyle eski Türkler’de -O. Menghin’in ifadesiylebeylik gururunu uyandýrýyor, ikincisi geniþ ufuklara hükmetme arzusunu kamçýlýyordu. Bunu fiiliyat sahasýna çýkarmak için gerekli araç ise demirdi. Beylik duygusu, insan sevgisi ve gerçekçilik þeklinde özetlenebilecek olan eski Türk düþüncesinin ilkelerini hayat düsturu edinmiþ insana “alp” denilmiþtir. Alp “yiðit insan” demektir. Cesaretiyle, mücadele ruhunu geliþtirici ad verme ve and içme gibi gelenekleriyle alpliðin devamýný saðlayan eski Türk topluluðunda debdebe, gösteriþ ve servete fazla deðer verilmez, yalancýlýktan nefret edilirdi. Devletler arasý siyasî antlaþmalarda bile sadece söz verilmekle yetinilmesi ve bu sözün baþka topluluklardaki yazýlý taahhütlerden üstün bir deðer taþýmasý eski Türkler’in bugün de devam eden “söz namustur” telakkisini ortaya koymaktadýr. Türkler’in dikkat çekici bir özelliði de utangaç bir millet oluþudur. Kitâbelere, Çin, Bizans, Latin gibi yabancý kaynaklara göre Türkler savaþ meydanýnda deðil rahat döþeðinde ölmekten, ihtiyarlayýp has490

talanmaktan utanýrlardý. Esir olmak, köle durumuna düþmek, kadýnlarýn düþman eline geçmesi büyük zillet sayýlýrdý. Övünmekten ve övülmekten, verdikleri sözü yerine getirememekten, yalan söylemekten utanýrlardý. Eski Türk ahlâkýnda cesaret yanýnda ve belki ondan da üstün olmak üzere kötülükten koruyucu, baþkalarýný aldatmaktan, kurnazlýk yapmaktan alýkoyucu, insana namuslu, vakarlý bir hayat düzeni baðýþlayýcý utanma duygusu en büyük fazilet sayýlmýþtýr. Bu özellikleri dolayýsýyla Türkler hakka saygýlý, doðruya hürmetkâr olmuþlar, meþrû devlet idaresine baðlýlýklarýyla, uzun ve çok meþakkatli göç hareketlerinde bile bozulmayan törenin disiplin anlayýþý içinde nizamcý bir toplum ortaya koymuþlardýr. Türk düþüncesinde önemli yeri olan otoriter devlet telakkisinin iki dayanaðýndan biri töreye baðlýlýk, diðeri devlet kuruluþlarýnýn iþleyiþine damgasýný vuran bu nizamcýlýkta dikkatli ýsrardýr. Türk insaný vehimlerden, hayale dalmaktan hoþlanmamýþ, teorik ve metafizik konularla uðraþmamýþtýr. Eski Türkler’in yaþanan somut gerçekliðe duyduðu tutkunlukla bunun tabii sonucu olarak yalnýz görülene inanma eðilimi Türk’ün düþüncesini ahlâk ve devlet anlayýþý üzerine yoðunlaþtýrmasýný saðlamýþtýr. Türk devlet anlayýþý devletin nazariyelerle deðil toplumun eðilimlerine uymakla idare edilebileceði gerçeðine dayanýr. Hint düþüncesi en büyük dayanaðýný Budizm’de bulurken Antikçað düþüncesi, dünyanýn sýrlarýný öðrenmek için aklý tek yol sayan filozoflarýn ve tabiatý iyi taklit edebilen sanatkârlarýn ortaya çýkmasýna imkân hazýrlamýþ, Türk düþüncesi ise daha çok millet sevgisi, Tanrý korkusu, doðruluk ilkeleriyle belirlenen devlet adamý, teþkilâtçý ve idareci yetiþtirmiþtir. Türk düþüncesi temelde beþerî ve pratiktir. BÝBLÝYOGRAFYA : Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (trc. Reþid Rahmeti Arat), Ankara 1988, II, beyit nr. 2564, 3031, 4330, 5574-5577; E. Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue (turcs) occidentaux, St. Petersburg 1903, s. 27, 56; M. J. de Groot, Die Hunnen der vorchristlichen Zeit I, Berlin-Leipzig 1921, s. 82, 223; Gyula Németh, A Honfoglaló Magyarság Kialakulása, Budapest 1930, bk. Ýndeks; Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, Ýstanbul 1937, s. 32 vd., 251; W. M. McGovern, The Early Empires of Central Asia, North Carolina 1939, s. 214 vd.; R. Grousset, L’empire des steppes (trc. N. Walferd), Paris 1941, s. 624; W. Eberhard, Çin’in Þimal Komþularý, Ankara 1942, s. 76, 87; a.mlf., Çin Tarihi, Ankara 1947, s. 69, 163; a.mlf., “Çin Kaynaklarýna Göre Türkler ve Komþularýnda Spor” (trc. N. T. Uluðtuð), Ülkü, sy. 87, Ankara 1940, s. 209-215; a.mlf., “Eski Çin Kültürü ve Türkler” (trc. Ýkbal Berk), DTCFD, I/4 (1943), s. 25 vd.; B. Szász, “A Húnok története”, Attila

nagykirály, Budapest 1943, s. 27; Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, Ýstanbul 1947, s. 137-166; Mümtaz Turhan, Kültür Deðiþmeleri, Ýstanbul 1951, s. 26-27; W. Radloff, Sibirya’dan (trc. Ahmet Temir), Ýstanbul 1956, II/1, s. 116-121; Liu Mau-Tsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden 1958, I, 453 vd.; R. Giraud, L’empire des turcs célestes, Paris 1960, s. 159; Erol Tümertekin, Beþeri ve Ýktisadi Coðrafya’ya Giriþ, Ýstanbul 1962, s. 129 vd.; L. Ligeti, “Asya Hunlarý”, Attila ve Hunlarý (trc. Þerif Baþtav), Ýstanbul 1962, s. 37 vd., 40; P. Vaczy, “Hunlar Avrupada”, a.e., s. 91 vd.; Bahaeddin Ögel, Ýslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962, s. 33, 139, 147, 163, 218; a.mlf., Türk Mitolojisi, Ýstanbul 1971, tür.yer.; H. Freyer, Sosyolojiye Giriþ (trc. Nermin Abadan), Ankara 1963, s. 121 vd.; a.mlf., Ýçtimai Nazariyeler Tarihi (trc. Tahir Çaðatay), Ankara 1968, s. 236 vd.; P. A. Sorokin – A. J. Toynbee, Sosyal Deðiþmeler Üzerine Denemeler (trc. Erdoðan Güçbilmez), Ankara 1964, s. 2-6; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teþkilâtý, Destanlarý, Ankara 1967, s. 382, 392 vd.; Ýbrahim Kafesoðlu, Türk Milli Kültürü, Ýstanbul 2010, s. 15-336; a.mlf., “At”, DÝA, IV, 26-28; Hasan Ortekin, “Türkler ve Kayak”, Ülkü, sy. 60 (1938), s. 513-516; W. Koppers, “Etimolojiye Dayanan Cihan Tarihinin Iþýðý Altýnda Ýlk Türklük ve Ýlk Ýndo-Germenlik”, TTK Belleten, V/20 (1941), s. 471; Osman Turan, “Eski Türklerde Okun Hukukî Bir Sembol Olarak Kullanýlmasý”, a.e., IX/ 35 (1945), s. 315; Gyula Moravcsik, “Bölcs Leó Taktikaja, mind Magyar történeti forrois”, Századok, sy. 85 (1951), s. 340, 342; Ahmet Caferoðlu, “Türk Onomastiðinde At Kültü”, TM, X (1953), s. 201-211; Abdülkadir Ýnan, “Türk Etnolojisini Ýlgilendiren Birkaç Terim-Kelime Üzerine”, TDAY Belleten (1956), s. 182 vd.; Nurettin Þazi Kösemihal, “Türkiye’nin Düzeni Üzerine”, Sosyoloji Dergisi, sy. 21-22, Ýstanbul 1967-68, s. 221-243; Bozkurt Güvenç, “Kültür Sýnýflamasý Denemeleri”, HSBBD, III/1 (1971), s. 9-19 [bu madde, mü-

ellifin bibliyografyada adý geçen eseri esas alýnarak Abdülkadir Donuk tarafýndan düzenlenmiþtir].

ÿÝbrahim Kafesoðlu

Ýslâmî Dönemde Türk Kültür ve Medeniyeti. Ýslâm medeniyeti Türkler’in Ýslâ-

miyet’i kabul ettiði X. yüzyýlda tam anlamýyla teþekkül etmiþti. Türkler bu birikime katkýlarda bulunmuþlar, tarih boyunca çeþitli devletler kurarak Ýslâm dünyasýný Bizans’a, Haçlýlar’a ve diðer istilâcýlara karþý korumuþlardýr. Müslüman Türkler, Orta Asya ve Doðu Avrupa’da kurduklarý Çaðatay Devleti, Altýn Orda, Kýrým, Astrahan, Kazan ve Kasým hanlýklarý, Þeybânîler gibi devletlerde Türk geleneklerine sadýk kalmaya çalýþmýþ, buna karþýlýk Gazneliler ve Selçuklular gibi devletler daha Ýslâmî bir niteliðe sahip olmuþtur. Osmanlýlar, hânedanýn Türk kökenine kuvvetli vurgu yaparak bir Ýslâm-Türk imparatorluðu vasfýný en açýk biçimde ortaya koymuþlardýr. Devletin bir hânedanýn ortak mülkü sayýlmasý bütün Türk devletle-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

rinin en zayýf yanýný teþkil eder. Hânedan mensuplarýndan kendini kuvvetli hissedenler sultana karþý isyan ettiðinden Karahanlýlar, Selçuklular, Timurlular ve diðer Türk devletleri sýk sýk taht kavgalarýna sürüklenmiþtir. Osmanlýlar bazý tedbirlerle bunu önleyip devletin sürekliliðini saðlamaya çalýþmýþtýr. Müslüman Türk devletleri askerî bir karaktere sahiptir ve ordu devletin en önemli kurumudur. Devletin imkânlarýnýn çoðu orduya harcanýyordu. Kumandanlar toplumda büyük itibar sahibiydi. Sultan ve idareciler, mülkî âmirler ordu ile iç içeydi. Sultanlar ve emîrler kölelerden süvari memlük birlikleri oluþturmuþ, bunun sonucunda Mýsýr-Suriye, Hindistan ve Endülüs’te Memlükler tarafýndan idare edilen devletler kurulmuþtur. Türkler, Ýslâmiyet’i Mâverâünnehir bölgesinde yaygýn olan Sünnî Hanefî mezhebini kabul etmiþler, Türk hükümdarlarý Sünnî Abbâsî halifeliðine baðlý kalmýþlar, paralarda ve hutbede halifelerin adýný da anmýþlardýr. Memlük Sultanlýðý’na son veren Osmanlýlar, hilâfeti benimseyerek bilhassa XIX. yüzyýlda bunu Türk ve Ýslâm dünyasýna kabul ettirmiþlerdir. Ýslâmiyet’i kabul eden Türkler’in alfabeleri, giyim kuþamlarý, günlük hayatlarý, takvimleri, kültürleri deðiþmiþ, Türkçe temel yapýsýný korumakla beraber ArapçaFarsça’dan yoðun miktarda giren kelimelerin karýþýmý bir dil halini almýþtýr. Türkler’in Ýslâm dünyasýna hâkim olmalarýyla birlikte cami, medrese, hankah, dârüþþifâ, kervansaray, han, hamam ve kütüphaneler yaygýn duruma gelmiþ, bugün Ýslâm dünyasýndaki önemli mimari eserlerin çoðu Türkler’in hâkimiyetleri dönemlerinden kalmýþtýr. Ýlk müslüman Türk âlimleri eserlerini bilim dili sayýlan Arapça ile yazmýþ, sanatlarýný bu dilde icra etmiþtir. Basra’da yaþayan Süleyman b. Tarhân etTeymî ve oðlu Mu‘temir ilk hadis ve megazî âlimlerindendir. Ünlü zâhid Abdullah b. Mübârek ayný zamanda hadisçiydi. Muhammed b. Sûl’ün torunu Ýbrâhim b. Abbas es-Sûlî Me’mûn, Mu‘tasým-Billâh, Vâsik-Billâh, Mütevekkil-Alellah devirlerinde Dîvânü’l-inþâ baþkanlýðý yapmýþtýr. Câhiz bir ara kendisine vekâlet etmiþ, Kitâbü’zZer£ ve’n-naÅl adlý eserini ona ithaf etmiþtir. Ayný aileden Ebû Bekir es-Sûlî Arap edebiyatýnýn büyük temsilcilerindendir. Abbâsîler devrinin en önemli edip ve âlimlerinden Feth b. Hâkan ayný zamanda devlet adamýydý ve halifelerin nedimliðini yapmýþtýr. Câhiz et-Tâc ve Fe²âßilü’l-Etrâk adlý kitaplarýný ona takdim etmiþtir. Dîvânü’t-tevký‘ ve Dîvânü’l-berîd baþkanlýðýn-

da bulunan Feth b. Hâkan edebiyat ve siyaset alanlarýnda deðerli eserler yazmýþtýr. Cebir ilmine adýný veren meþhur astronomi âlimlerinden Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî, Ýslâm tarihinde gözlemlere dayanan ilk cografya kitabýnýn müellifidir. Cebir ilminin kurucularýndan sayýlan Abdülhamîd b. Vâsi‘ b. Türk, torunu Ebû Berze, Ferganî, Ýbn Emâcûr ve torunu Ebü’lHasan Ali ayný devirde yaþayan Türk bilginleri arasýnda yer alýr. Ferganî’nin Cevâmi£u £ilmi’n-nücûm adlý kitabý Ortaçað’da Latince’ye çevrilmiþtir. X. yüzyýlda Fârâb bölgesinde üç büyük âlim yetiþmiþtir. Bunlarýn en meþhuru olan ünlü Türk filozofu Fârâbî çeþitli konularda eserler yazmýþtýr. Takýyyüddin Muhammed b. Hasan el-Fârâbî Keþfü’l-³umûm ve’l-kereb fî þer¼i âleti’¹-¹arab adlý mûsiki kitabýnýn müellifidir. Ýshak b. Ýbrâhim el-Fârâbî’nin Dîvânü’l-edeb adlý lugat-þiir karýþýmý eseri Arapça’nýn temel kitaplarýndandýr. Yeðeni Cevherî Øý¼â¼u’l-Cevherî adlý büyük lugat kitabýný hazýrlamýþtýr. Mâverâünnehir’de Karahanlýlar döneminde Hanefî fýkýh ekolü en parlak devrini yaþamýþ, Ebû Zeyd ed-Debûsî, Pezdevî, Halvânî, Þemsüleimme es-Serahsî gibi Hanefî fakihleri bu dönemde yetiþmiþtir. Kur’ân-ý Kerîm Türkçe’ye ilk defa Karahanlýlar devrinde tercüme edilmiþtir. Ayný zamanda bir devlet adamý olan Yûsuf Has Hâcib’in siyaset ve devlet idaresine dair Kutadgu Bilig adlý eseri Türkçe’nin en önemli belgelerindendir. Karahanlý sülâlesinden geldiði rivayet edilen Kâþgarlý Mahmud’un Dîvânü lugåti’t-Türk’ü Türk dili ve gramerinin, etnografya ve coðrafyasýnýn bir hazinesidir. Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü’l-hakåyýk adlý eseriyle Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ý Hikmet’i, Yesevî’nin talebelerinden Hakîm Ata’nýn Bakýrgan Kitabý, Âhir Zaman Kitabý, Hazret-i Meryem Kitabý Karahanlý Türkçesi’yle yazýlan diðer eserlerdir. Þemseddin Muhammed b. Kays da Tibyânü’l-lu³åti’t-Türkî £alâ lisâni’l-Kanglî adýyla bir kitap kaleme almýþtýr. Karahanlýlar döneminde mimari geliþmiþ, birçok cami, kervansaray, medrese ve türbe inþa edilmiþ, bunlarýn bazýlarý zamanýmýza ulaþmýþtýr. 997-998’de yapýlan Arap Ata Türbesi, Karahanlý mimarisinin en güzel örneklerindendir. Gazneli Mahmud ile oðlu Mesud, Ýslâmiyet’in Hindistan’da yayýlmasýna öncülük etmiþ, onlarýn zamanýnda Fars þiiri ve tarihçiliði en parlak devirlerinden birini yaþamýþtýr. Firdevsî Þâhnâme’yi bu dönemde yazmýþtýr. Utbî, Ebü’l-Fazl el-Bey-

haký, Gerdîzî devrin büyük tarihçileridir. Sultan Mahmud ile Mesud, Ortaçað’larýn en meþhur âlimlerinden Bîrûnî’yi himaye etmiþ, Bîrûnî bu sayede Hindistan’a giderek Sanskritçe öðrenmiþ, Hindistan kültürü üzerine araþtýrmalar yapmýþ, bunlarýn sonuçlarýný Ta¼š¢šu mâ li’l-Hind adlý eserinde toplamýþtýr. Devrin ünlü tabibi ve filozofu Ýbn Sînâ da Buhara ve Hârizm bölgelerinde yetiþmiþtir. Gazneliler döneminde Gazne ve Leþker-i Bâzâr çok sayýda mimari eserle bezenmiþtir. Bunlar arasýnda Gazne’deki Anus-i Felek adlý cami, Leþker-i Bâzâr’daki ulucami ile saray Türk mimarisinin önemli eserlerindendir. Sultan Mahmud’un Meþhed yakýnýnda inþa ettirdiði Ribât-ý Mâhî günümüzde ayakta olup ribât mimarisinin en eski örneklerindendir. Selçuklular, Ortadoðu’da kurulan TürkÝslâm devletlerine örnek olmuþ, tevarüs ettikleri Ýslâm medeniyetini içselleþtirmiþ ve ona yön vermiþtir. Gazneliler’le Selçuklular’da askerler Türk olmakla birlikte bürokratlar Ýranlý, ulemânýn büyük çoðunluðu Ýranlý-Arap karýþýmýdýr. Bu sebeple yazý dili Türkçe’den uzaklaþmýþ, yerini Arapça ve Farsça almýþtýr. Ýdeal hükümdar tipi olarak eski Ýran hükümdarlarýný alan Selçuklular’da ve özellikle Anadolu Selçuklularý’nda Ýran hayranlýðý artmýþ, sultanlar Keyhusrev, Keykâvus, Keykubad gibi adlar kullanmýþtýr. Vezir Nizâmülmülk tarafýndan kurulan Nizâmiye medreseleri uzun süre en büyük ilim kurumu olarak hizmet vermiþtir. Ýmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebû Ýshak eþ-Þîrâzî ve Gazzâlî gibi büyük âlimler Sultan Melikþah devrinde yetiþmiþtir. Selçuklu sultanlarý felsefe ve aklî ilimlere ilgi duyarak bu konularla uðraþan âlimleri korumuþtur. Selçuklu soyundan Ali b. Muhammed b. Alparslan es-Selçûký, astronomiye dair Hidâyetü’ssüllâk fî ma£rifeti ¼arekâti’l-eflâk adlý önemli bir eser yazmýþ, kitabýn III. cildi zamanýmýza ulaþmýþtýr (Beyazýt Devlet Ktp., nr. 4632). Sultan Melikþah’ýn Ýsfahan’da inþa ettirdiði rasathânede Ömer Hayyâm ve Ebû Hâtim el-Ýsfîzârî baþkanlýðýndaki heyet gözlemler yapmýþ, bu heyet Zîc-i Melikþâhî ile Tašvîm-i Celâlî’yi hazýrlamýþtýr. Güneþ yýlýna göre düzenlenen Celâlî takvimi en doðru takvimlerden kabul edilir ve bugün Ýranlýlar’ýn kullandýðý güneþ takviminin esasýný oluþturur. Melikþah’ýn yanýndaki âlimler onun ölümünden sonra Merv’deki oðlu Sultan Sencer’in etrafýnda toplanmýþ, Merv, Þencer’in zamanýnda Horasan’ýn merkezi olmuþtur. Sultan Sencer’in çevresinde Ömer

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

491


TÜRK

Hayyâm, Ýsfîzârî, Gazzâlî, Ali b. Zeyd elBeyhaký, Sem‘ânî, Þehristânî gibi çok sayýda âlim bulunmaktaydý. Merv’de Abdurrahman el-Hâzinî ez-Zîcü’l-mu£teberü’sSencerî’yi tertip etmiþ, gözlem aletleri hakkýnda bir risâle yazmýþtýr. Onun Mîzânü’l-¼ikme adlý kitabý bu konuda Ýslâm dünyasýnda kaleme alýnan en mükemmel eserdir. Dönemin diðer bir önemli bilgini Ömer b. Sehlân es-Sâvî dört unsur, meteoroloji, optik, pýnarlar-kuyular ve madenlerden bahseden er-Risâletü’s-Senceriyye adýyla bir eser kaleme almýþtýr. Tabip filozof Ebü’l-Berekât el-Baðdâdî ile ¬aÅîre-i ƒârizmþâhî adlý ünlü týp kitabýný yazan Ýsmâil b. Hasan el-Cürcânî devrin diðer âlimlerindendir. Zemahþerî’nin Hârizmþah Atsýz b. Muhammed için yazdýðý Mukaddimetü’l-edeb Türk dilinin önemli kaynaklarý arasýnda yer alýr. Dönemin bir âlimi de Bedî‘ el-Usturlâbî’dir ve Irak Selçuklu Sultaný Mahmûd b. Muhammed Tapar’a ithafen el-Mu£ribü’l-Ma¼mûdî’yi (ez-Zîcü’l-Ma¼mûdî) tertip etmiþtir. Astronomi aletleriyle ilgili üç eseri de günümüze ulaþmýþtýr. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularý, Zengîler, Eyyûbîler, Memlükler devrinde çok sayýda mimari eser inþa edilmiþtir. Selâhaddîn-i Eyyûbî zamanýnda Mýsýr ve Suriye ilim merkezi haline gelmiþ ve Baðdat’ý geçmiþtir. Eyyûbîler ve Memlükler döneminde büyük geliþme gösteren askerî güç Haçlýlar’ýn Ortadoðu’daki varlýðýna son verdiði gibi Moðol ilerleyiþini durdurmuþtur. Mýsýr ve Suriye’deki bilimsel geliþme Memlükler’in sonlarýna kadar devam etmiþ, eðitim öðretim kurumlarý çoðalmýþ, çok sayýda kitap yazýlmýþ, mimari eserler meydana getirilmiþtir. Bu noktaya dikkat çeken Ýbn Haldûn, Selâhaddin devrinden beri bölgede ilmin himaye gördüðünü, Kahire’nin dünyanýn büyük ilim merkezlerinden biri haline geldiðini, Türk emîrlerin kurduklarý vakýflarla bu geliþmeye büyük katkýda bulunduklarýný söyler (Mušaddime, II, 778). Ýslâm’ýn rönesansý diye nitelendirilen Memlükler devrinde medreselerin sayýsý daha da artmýþ, bütün ilimlerde bir uyanýþ olmuþ, dinî ilimlerin yaný sýra tarih ve týp alanlarýnda önemli ilerlemeler kaydedilmiþtir. XII-XIII. yüzyýllarda Doðu ve Güneydoðu Anadolu bölgelerinde Artuklular’ýn ve Eyyûbîler’in himayesinde çok sayýda ilim adamý yetiþmiþtir. Ýbnü’l-Esîr ve Seyfeddin el-Âmidî bunlardandýr. Ýþrâkýyye felsefesinin kurucusu Þehâbeddin es-Sühreverdî, Artuklu ve Anadolu Selçuklu hükümdarlarýndan himaye görmüþ, eserlerinin bazýlarýný onlara it492

haf etmiþtir. Ýsmâil b. Rezzâz el-Cezerî, Ýslâm tarihinde fizik ilmine dair en önemli eser olan el-Câmi£ beyne’l-£ilm ve’l£ameli’n-nâfi£ fî ½ýnâ£ati’l-¼iyel adlý kitabýný 1205 yýlýnda Artuklular’dan Âmid Hükümdarý Nâsýrüddin Mahmûd b. Muhammed b. Karaarslan’a sunmuþtur. Bu hükümdar da bizzat felsefeyle ilgilenmekteydi. Anadolu Selçuklularý devrinde Erzincan, Konya, Malatya, Sivas, Kayseri ilim ve kültür merkezi haline gelmiþtir. II. Süleyman Þah’ýn kardeþi Mesud, Ankara beyi iken çok sayýda edip ve âlim onun yanýnda bulunmuþ, II. Kýlýcarslan’ýn kýzý Gevher Nesibe Hatun, Kayseri’de kendi adýyla anýlan dârüþþifâyý yaptýrmýþtýr. Bu asrýn baþlarýnda Erzincan’da hüküm süren Mengücüklü hükümdarlarý da âlim ve edipleri himaye etmiþtir. Devrin ünlü bilim adamý Abdüllatîf el-Baðdâdî, Erzincan’a gidip Mengücüklüler’den Alâeddin Dâvûd b. Behram Þah’ýn hizmetine girmiþ, el¥ikmetü’l-£Alâßiyye adlý eserini ona sunmuþtur. Hubeyþ et-Tiflisî, Muhyiddin Ýbnü’l-Arabî, Afîfüddin et-Tilimsânî bu devirde Anadolu’ya gelip Malatya ve Konya’da oturmuþlardýr. Anadolu’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Safiyyüddin el-Urmevî baþta olmak üzere çok sayýda âlim ve edip yaþamýþtýr. Anadolu’dan birçok talebe Merâga, Tebriz,Dýmaþk ve Kahire medreselerinde tahsil görmüþtür. Dâvûd-i Kayserî bunlar arasýndadýr. Merâga ekolü hocalarýndan Kutbüddîn-i Þîrâzî Anadolu’da müderrislik ve kadýlýk yapmýþtýr. Ýlhanlýlar devrinde Nasîrüddîni Tûsî’nin çevresinde toplanan büyük astronomi âlimleri Merâga Rasathânesi ve Kütüphanesi’nde çalýþmalar yaparak deðerli eserler ortaya koymuþ, Zîc-i Ýlhânî’yi tertip etmiþlerdir. Merâga Rasathânesi Kütüphanesi’nde 400.000 cilt kitap bulunduðu rivayet edilmektedir. Burada çalýþanlar arasýnda Hüsâmeddin es-Sivâsî, Kemâleddin et-Türkistânî, Muhammed b. Sertâk gibi Türkler de vardý. Yemen’de 1230 yýlý civarýnda kurulan Resûlîler hânedaný da Türkmen asýllýdýr. Resûlîler zamanýnda Yemen, tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaþamýþtýr. Ýslâm medeniyetinde felsefe ve müsbet ilimler Timurlular devrinde de parlak bir dönem geçirmiþ, Timur gittiði yerlerdeki önemli âlimleri, sanatkârlarý Semerkant’a götürmüþ, onun oðullarý ve torunlarý devrinde Semerkant, Herat gibi þehirler ilim ve sanat merkezine dönüþmüþtür. Timur’un torunu Uluð Bey, Semerkant’ta medreseler ve bir rasathâne kurmuþ, bu-

rada Gýyâseddin Cemþîd el-Kâþî, Kadýzâde-i Rûmî, Muînüddîn-i Kâþânî ve Ali Kuþçu gibi astronomi âlimleriyle gözlemler yapmýþ, bunlarýn sonuçlarýný Zîc-i Güregânî adlý eserde toplamýþ, bu zîc modern zamanlara kadar astronomi âlimlerinin el kitabý olmuþtur. Yine Timur’un torunlarýndan Hüseyin Baykara devrinde Herat bir edebiyat ve sanat merkezi haline gelmiþ, minyatürlü ve tezhipli eserler ortaya konmuþtur. Ancak felsefe ve bilim alanýndaki geliþmeler hükümdarlarýn ilgisine baðlý olarak geliþip duraklamýþ, felsefe ve bilimi takdir edecek bir toplum oluþmamýþ, bu ilimlerle ilgilenenler ilmi hadis, fýkýh ve tefsirden ibaret gören mutaassýp ulemâ tarafýndan horlanýp sapýklýkla itham edilmiþtir. Tasavvuf, Türkler arasýnda Müslümanlýðý kabul ettikleri ilk dönemlerden itibaren büyük raðbet görmüþ, XII. yüzyýlda kurulmaya baþlanan tarikatlar toplumlarda yaygýnlýk kazanmýþtýr. Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacý Bektâþ-ý Velî, Bahâeddin Nakþibend baþta olmak üzere büyük sûfîler yetiþmiþtir. Anadolu’da Battal Gazi Destaný, Ebû Müslim Destaný, Dâniþmend Gazi Destaný (Daniþmendnâme), Hamzanâme, Saltuknâme gibi destanlar oluþmuþtur. Bu dönemde Dede Korkut Kitabý ve Oðuz Destaný da Türkler arasýnda okunuyordu. Þeyyad Hamza Salsalnâme, Hacý Bektâþ-ý Velî Makålât, Ahmed Fakih Çarhnâme adlý eserlerini XIII. yüzyýlda Anadolu’da kaleme almýþtýr. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Farsça eserlerinde Türkçe kelime ve ibarelere yer vermiþ, oðlu Sultan Veled Türkçe bazý þiirler yazmýþtýr. Ayný dönemde Fâtiha ve Tebâreke tefsirleri hazýrlanmýþ, Taberî’nin TârîÅ’inin Bel‘amî tarafýndan yapýlan Farsça tercümesi Türkçe’ye çevrilmiþtir. XIV. yüzyýlýn ilk çeyreðinde Yûnus Emre ve ardýndan Âþýk Paþa yetiþmiþtir. Orta Asya’da Çaðatay lehçesinde, kuzeyde Altýn Orda sahasýnda Türkçe’nin Kýpçak lehçesinde kitaplar kaleme alýnmýþtýr. XIII-XIV. yüzyýllarda Türkçe’nin geliþtiði diðer bir bölge Memlük sahasýdýr. Bu dönemde Mýsýr ve Suriye’de Türk dilinin lugatý ve grameri üzerine eserler yazýlmýþ, Arapça’yý iyi bilmeyen Memlük sultanlarý için Arapça ve Farsça’dan tercümeler yapýlmýþtýr. XIV. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Mýsýr’a yerleþen Endülüslü dil âlimi ve müfessir Ebû Hayyân el-Endelüsî, Türkçe ve grameri hakkýnda çeþitli eserler yazmýþ, bunlardan el-Ýdrâk li-lisâni’l-Etrâk günümüze kadar gelmiþtir. Osmanlýlar da Ýslâmî Türk kültürü ve medeniyetine önemli katkýlar yapmýþtýr.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

Osmanlý ilim hayatý Memlükler, Anadolu Selçuklularý, Ýlhanlýlar ve Beylikler dönemindeki ana yapýyý izler. Ayrýca Türkistan’dan Altýn Orda sahasýna ve klasik Arap coðrafyasýna uzanan bir arka planý vardýr. Bunlarýn etkisinde Osmanlý ilim ve düþünce hayatý, daha önceki Ýslâm medeniyetinin bütün unsurlarýný bünyesinde barýndýran bir sentez özelliði taþýr. Edebiyat alanýnda da yeni ekoller ortaya çýkmýþtýr. Divan þiirindeki geliþme bunun bir örneðini teþkil eder. Nesir alanýnda meydana getirilen eserler Türkçe’nin geliþiminde rol oynamýþtýr. Medreseler, ilimde ve kültürel ilerlemede baþlangýçta ciddi bir pay sahibi iken XIX. yüzyýldan itibaren Batý tarzýndaki okullar açýlmýþtýr. Osmanlý sanatý önce Doðu, ardýndan Batý etkisi altýnda kalmakla birlikte özgür sayýlabilecek örneklerle farklý bir yer edinmiþtir. Hat sanatý ve minyatür bu alanda öne çýkmaktadýr. Mimari eserlerle Osmanlýlar, Ýslâm ve Türk dünyasýnda seçkin bir konuma sahiptir. Yaygýn yerleþme sistemini yansýtan külliyeler bunun en çarpýcý göstergesidir. Mimar Sinan’ýn devâsâ eserleri Osmanlý mimarisini zirveye taþýmýþtýr. Osmanlý kültürel ve mimari etkisi üç kýtaya yayýldýðý geniþ coðrafyada kendisini göstermiþ, Balkanlar’da tipik Osmanlý mimari eserleri ve þehircilik anlayýþýnýn özgün yansýmalarý bugüne ulaþmýþtýr. Balkanlar’daki birçok þehir Osmanlý döneminde kurulmuþ ve geliþmiþtir. Arap dünyasýnda da þehircilikte Osmanlý katkýsý açýk þekilde görülür (ayrýca bk. OSMANLILAR). BÝBLÝYOGRAFYA :

el-Câhýz ve Türklerin Faziletleri (nþr. ve trc. Ramazan Þeþen), Ýstanbul 2002; Ýbn Fadlân, Seyahatname (trc. Ramazan Þeþen), Ýstanbul 1995, s. 187-244; Ebü’l-Ferec el-Ýsfahânî, el-E³ånî, X, 43-68; Ýbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, I, 122; Yâkut, Mu£cemü’l-üdebâß, I, 164-196; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. Ýndeks; Ýbn Hallikân, Vefeyât, I, 44-47; Ýbn Haldûn, Mušaddime, Beyrut 1983, II, 778; Brockelmann, GAL, I, 143; Suppl., I, 218-219; W. Barthold, Ýslâm Medeniyeti Tarihi (îzah, düzeltme ve ilâvelerle trc. M. Fuad Köprülü), Ýstanbul 1963; a.mlf., Orta Asya Türk Tarihi Hakkýnda Dersler (haz. K. Yaþar Kopraman – Ýsmail Aka), Ankara 1975; Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriþ, Ýstanbul 1970; Cl. Cahen, Osmanlýlar’dan Önce Anadolu’da Türkler (trc. Yýldýz Moran), Ýstanbul 1979; Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyatý Tarihi (haz. Orhan F. Köprülü – Nermin Pekin), Ýstanbul 1980; Osman Turan, Selçuklular ve Ýslâmiyet, Ýstanbul 1980; Aydýn Sayýlý, Ortaçað Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Ankara 1985; Osmanlý Astronomi Literatürü Tarihi (haz. Ekmeleddin Ýhsanoðlu v.dðr.), Ýstanbul 1997, I, XL-LXXVII; Ahmed Ateþ, “Hicrî VIVIII. (XII-XIV) Asýrlarda Anadolu’da Farsça Eserler”, TM, VII-VIII/2 (1945), s. 107-109, 123; Ramazan Þeþen, “Onbeþinci Yüzyýlda Türkçe’ye Tercümeler”, TTK Bildiriler, XI (1994), III, 899-

919; a.mlf., “Sultan Sencer’in Muhitinde Yaþayan Felsefeciler, Matematikçiler, Tabibler”, a.e., XIV (2005), I, 441-452; a.mlf., “Ýlk Devir Osmanlý Alimleri ve Yazdýklarý Eserler”, MÜTAD, sy. 12 (2002), s. 261-292; Ýhsan Fazlýoðlu, “Türk-Felsefe-Bilim Tarihinin Seyir Defteri”, Dîvân: Ýlmî Araþtýrmalar, sy. 18 (2005), s. 1-57; Ýbrahim Kafesoðlu, “Türkler”, ÝA, XII/2, s. 264-280.

ÿRamazan Þeþen

2. Yazý. VIII. yüzyýldan günümüze kadar Türk dilinin yazýlý metinlerinde þu alfabeler kullanýlmýþtýr: 1. Göktürk (Orhon) Alfabesi. Türkler’in bilinen ilk alfabesidir. Bununla yazýlmýþ kaynaklarýn önemlileri Orhon yazýtlarý (Kültigin, Bilge Kaðan, Tonyukuk), Moðolistan’da Uygur dönemi yazýtlarý, Yenisey yazýtlarý, Moðolistan’da Hoytu-Tamir yazýtlarý, Kýrgýzistan’da Talas yazýtlarý ve Doðu Türkistan yazmalarýdýr.

GÖKTÜRK (ORHON) ALFABESÝ

Harf

Ses deðeri

Harf

Ses deðeri

1

A, E

21

T1

2

I, Ý

22

T2

3

O, U Ö, Ü

23

Y1

24

Y2

4 5

B

1*

25

Ç

6

B2

26

M

7

D1

27

NG

8

D2

28

NY

9

G1

29

P

10

2

G

30

Þ

11

K1

31

12

2

Z

32

w

13

L

1

33

w

14

L2

34

1

15

N

1

35

i

N

2

K

K,Kw K,Kw K,K1

Ç,Çi

36

LT

17

1

R

37

18

R2

38

NT

19

S1

39

20

2

40

baþ

16

S

* Ses deðeri 1 ile belirtilenler kalýn, 2 ile belirtilenler ince sesli harftir.

Göktürk yazýsý saðdan sola doðru yazýlýr, harfler bitiþtirilmez, kelime sonunda üst üste iki nokta bulunur. Danimarkalý Vilhelm Thomsen’in 1893’te okuduðu Kültigin ve Bilge Kaðan kitâbelerinde otuz sekiz harf bulunmaktadýr. Bunlarýn dördü ünlü, diðerleri ünsüz ve hece iþaretleridir. Ünlülerin her biri iki ayrý sesi karþýlar; = a, e; = ý, i; = o, u; = ö, ü. Ün-

süzlerden b, d, g, k, l, n, r, s, t, y harflerinin bir kalýn, bir ince türü vardýr; ç, m, ñ, ny, p, þ, z ünsüzlerinin birer harfi olup bunlarla hem kalýn hem ince sesler yazýlýr. Çift ünsüz iþaretlerinden nç, nt hem kalýn hem ince ses için, lt sadece kalýn lt ünsüzünü gösterir. Hece yerine kullanýlan “ok/uk, ök/ük, ýk, iç” kelime baþýnda bulunduðunda “ko-/ku-, kö-/kü-, ký-, çi-” hecelerini yazmakta kullanýlýr. Tonyukuk kitâbesinde “aþ” ve “baþ” hecelerinin yazýldýðý iki iþaretle harf sayýsý kýrk olur. Ayrýca Yenisey yazýtlarýndaki açýk e(ä), kapalý e(é), kalýn ñ, kalýn s, kalýn þ harfleri, “dem” ve “kýþ” hece iþaretleri; Irk Bitig’de “ot” ve “up” deðerinde iki hece iþareti, diðer yazýtlarda farklý bir ince “þ” iþaretiyle harf sayýsý elli olur. Göktürk alfabesi Moðolistan’dan Avrupa’ya kadar geniþ bir coðrafyada yayýlmýþtýr. Bu alfabenin kökeni hakkýnda çeþitli görüþler ileri sürülmüþtür. V. Thomsen, Ârâmî veya Pehlevî asýllý olabileceði, fakat bazý iþaretlerin ideografik göründüðü; Aristov, Mallitskiy ve Polivanov eski Türk damgalarýndan üretildiði; Polivanov ayrýca Ârâmî, Soðd ve Pehlevî alfabelerinden de yararlanýldýðý fikrindedir. Ahmet Caferoðlu ve Ahmet Cevat Emre bazý kanýtlara dayanarak Göktürk harflerinin eski Türk damgalarýndan üretilmiþ, Türk icadý, ideografik, millî bir alfabe olduðunu ileri sürmüþtür. 2. Çin Alfabesi. Türk dilinin Çin yazýsýyla kaydedilmiþ en eski kelimeleri Hiung-nu (Hun, m.ö. III-IV. yüzyýllar), T’o-Pa (Tabgaç, m.s. IV-VI. yüzyýllar), T’u-küe (Göktürk ,VI-VIII. yüzyýllar) ve Moðolistan Uygurlarý (VIII-IX. yüzyýllar) zamanýna ait, Çinli tarihçilerin Çince söyleniþiyle yazýya aktardýklarý örneklerdir. 3. Mani Alfabesi. Maniheizm VIII. yüzyýlda Moðolistan’a yayýlýnca Uygur Hükümdarý Bögü Kaðan 764’te Mani dinini benimsemiþ ve bu dini halkýna da kabul ettirmiþtir. Böylece Uygurlar arasýna Maniheizm’le birlikte Mani yazýsý da girmiþtir. Saðdan sola doðru yazýlan otuz dört harfli Mani alfabesi, Ârâmî alfabesinden Süryânî alfabesine geçiþ dönemindeki Estrangelo yazýsýndan üretilmiþtir. Kelime baþýndaki o, u için elif+vav; ö, ü için elif+vav+ ye; ý, i için elif+ayýn kullanýlýr. Kelime içindeki ý, i sadece ye ile belirtilir. Ünsüzlerin yazýmýnda b-p, k-g, q-ð, s-þ için ayrý harfler olduðundan Türkçe’nin yazýmýna Soðd ve Uygur alfabelerinden daha elveriþlidir. 4. Soðd Alfabesi. Zerefþân vadisi, Semerkant ve Buhara’da yaþayan Soðdlar (Soðdaklar), Göktürk ve Uygur ülkesinde ticaret kolonileri kurmuþ, Zerdüþtîliði, Ma-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

493


TÜRK

niheizm’i, Budizm’i ve Hýristiyanlýðý benimsemiþtir. Kültürlü, zengin bir halk olan Soðdlar, Türkler arasýnda inançlarýný, dillerini ve yazýlarýný yaymýþlardýr. Moðolistan’ýn Arhangay eyaletinde Göktürk Hükümdarý Muhan (Bukan) Kaðan’ýn kardeþi Muhan Tigin’in anýsýna 582’de dikilen Bugut kitâbesinin Soðdca, Güney Gobi’de Sevrey kitâbesinin (763) Soðdca ve Türkçe, IX. yüzyýl baþlarýnda dikilen Karabalgasun yazýtýnýn Türkçe, Soðdca ve Çince ile yazýlmýþ olmasý Soðdca’nýn o dönemde Türkler’in resmî yazýþmalarýnda kullanýldýðýný gösterir. Sâmî kökenli, on sekiz harfli Soðd alfabesinde ünlüler için elif, vav, ye kullanýlýr. Kelime baþýndaki a çift (bazan tek) elif, e tek elif ile gösterilir; o, u için elif+vav; ö, ü için elif+vav+ye, fakat fazlaca elif+ vav; ý, i için elif+ye kullanýlýr. Ünlülerin kelime içinde yazýlýþý da genellikle böyledir. Ünsüzlerden hýrýltýlý h (p), kalýn ð (gayýn) ayýrt edilmez; q harfi h altýna bir çengel konarak belirtilirse de çok defa ihmal edilir. Ayrýca b-p, k-g, c-ç, j-z ünsüzleri için birer harf vardýr. Soðd alfabesi Türkçe’nin yazýmý için elveriþli sayýlmaz. 5. Uygur Alfabesi. Soðd yazýsýnýn iþlek türünden VIII. yüzyýlda geliþtirilerek IX.

UYGUR ALFABESÝ Harfin ses deðeri

Ü N L

a, e

Ü L

ý, i

E

1 2

o, ö, u, ü

. h g, k, . ˆ

R

k, g

3

y ( ý, i )

4

r

5

l

6

t

7

d

8

ç s

10

þ

11

z, j

12

n

13

b, p

14

v

15

w

16

m

17

h

494

Sonda

Ortada

Baþta

maþýk olan Brahmî alfabesi Türk dilinin yazýmý için uygun bulunmadýðýndan Turfan bölgesinden baþka yerde kullanýlmamýþtýr. Berlin’deki Türkçe Brahmî metinleri Budizm, týp ve takvim konulu 100 kadar yazmadan ibarettir. Bunlarýn hemen hepsi yazma parçalarý veya parçacýklarýdýr. 7. Tibet Alfabesi. VII. yüzyýlda bir Tibetli’nin Brahmî yazýsýný örnek alarak hazýrladýðý, soldan saða yazýlan bir hece yazýsýdýr. Beþ ünlü (a, u, e, i, o), otuz ünsüz ve pek çok birleþik iþaretten oluþur. Tibetçe, diðer diller gibi yüzyýllar boyunca birçok fonetik deðiþmeye uðramýþsa da yazým kurallarý hemen hemen hiç deðiþmemiþtir. Moðolistan’daki Uygur Devleti, Kýrgýzlar tarafýndan yýkýlýnca Uygurlar güneylere gidip Koço ve Kansu bölgelerine yerleþmiþ, Tunhuang’da ticaret ve misyonerlik yapan Budist Tibetliler’le ve onlarýn yazýsýyla tanýþmýþtýr. Tun-huang’da ele geçen Tibet yazýsýyla Uygurca bir budist ilmihal kitabý Uygurlar’ýn VIII ile X. yüzyýllarda Tibet yazýsýný kullandýklarýný göstermektedir. 8. Süryânî Alfabesi. Ârâmî asýllý, yirmi iki harfli Süryânî yazýsý saðdan sola doðru

SÜRYÂNÎ HARFLÝ TÜRK ALFABESÝ Harfin ses deðeri

a, e b, p w, f g d h

6. Brahmî Alfabesi. Hindistan’da Sans-

kritçe metinlerin yazýmý için kullanýlan Ârâmî kökenli Brahmî yazýsý Orta Asya’ya Budizm inancýyla gelmiþ, Toharlar ve Sakalar tarafýndan geliþtirilerek Sanskritçe dinî metinlerin yazýmýnda kullanýlmýþtýr. Doðu Türkistan’ýn Turfan yöresindeki Budist Uygurlar bu yazýyý bazý deðiþikliklerle X ve XI. yüzyýllarda kullanmýþtýr. Brahmî yazýsý soldan saða doðru yazýlan, satýrlarý alt alta sýralanan bir hece yazýsýdýr. Her iþaret ya belirli bir ünlüyü veya bir ünsüzle onu izleyen bir a ünlüsünü gösterir; ka, kha, ga, gha; ta, tha, da, dha gibi. Türkçe’deki ünlülerin yazýlmasý için Brahmî alfabesinde türlü iþaretler kullanýlýr; uzun ve normal ünlüler için on üç iþaret; ünsüzler için yirmi sekiz eski, yedi yeni olmak üzere otuz beþ hece iþareti vardýr. Türkçe’deki “ý” ünlüsü için Brahmî alfabesinde belli bir harf veya iþaret yoktur. Çok kar-

w o, u, ö, ü z

. t.

h

y ý, i k l m n

(

9

Harfin yazýlýþý

yüzyýlda Koço Uygurlarý’nca yaygýnlaþtýrýldýðýndan Uygur alfabesi olarak anýlmýþtýr. Günlük hayatta, dinî metinlerde çeþitli ýrk ve dinlere mensup kimselerce tercih edilmiþ, Türkler’den Moðollar’a ve Mançular’a da geçmiþtir. Uygur yazýsý da saðdan sola yazýlýr. Satýrlar alt alta sýralanýr, yukarýdan aþaðýya doðru da yazýldýðýnda satýrlar soldan saða sýralanýr. Kâþgarlý Mahmud, Uygur alfabesindeki harf sayýsýnýn on sekiz olduðunu belirtir. Bu harflerin üçü ünlü (elif, vav, ye), on beþi ünsüzdür. Elifle a, e; vavla o, u, ö, ü; ye ile ý, i yazýlýr. Ünsüzlerden b-p, k-g, c-ç, s-þ, j-z sesleri için sadece bir harf bulunduðundan bunlar birbirinden ayýrt edilmez. Tek harfle yazýlan farklý iki sesi belirtmek için ilgili harfin üstüne veya altýna nokta konur; meselâ kalýn g üzerine iki nokta konarak q yapýlýr, b üzerine bir nokta koyunca p olur, þ’yi s’den ayýrmak için s altýna iki nokta konur; r altýna bir nokta konunca z harfi üretilir, z kendisinden sonrakine bitiþtirilmez. Uygur alfabesiyle yazýlan eserlerin çoðu Budizm, Maniheizm ve Hýristiyanlýk’la ilgili olup Çince, Sanskritçe, Toharca ve Soðdca’dan yapýlmýþ çevirilerdir. En hacimli ve en tanýnmýþlarý Toharca’dan tercüme edilen Maytrisimit, Çince’den çevrilen Altun Yaruk ve Hüen-tsang Biyografisi’dir. Uygur yazýsý, Türkler’in Ýslâmiyet’i kabulünden sonra Arap alfabesiyle birlikte kullanýlarak bazý yörelerde varlýðýný XVIII. yüzyýlýn baþlarýna kadar sürdürmüþtür. Kutadgu Bilig’in üç nüshasýndan biri, Atebetü’l-hakåyýk’ýn en iyi nüshasý Uygur alfabesiyledir. Fâtih Sultan Mehmed’in Uygur harfleriyle yazdýrdýðý bir yarlýðý bulunmaktadýr.

ng

.

s

£[ayýn]

.

k (q) r þ t ç

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

Harfin yazýlýþý Sonda

Ortada

Baþta


TĂœRK

yazĂ˝lĂ˝r; “âlaf, waw, yĂ´dâ€? ĂźnlĂź olarak da kullanĂ˝lĂ˝r. Harflerin kelime baÞýnda, ortasĂ˝nda ve sonundaki yazĂ˝lýÞlarĂ˝ farklĂ˝dĂ˝r. SĂźryânĂŽ-NestĂťrĂŽ misyonerleri X. yĂźzyĂ˝lda Hindistan ile Çin’de HĂ˝ristiyanlýðý ve SĂźryânĂŽ yazĂ˝sĂ˝nĂ˝ yaydĂ˝klarĂ˝ gibi Orta Asya’da Baykal gĂślĂź yĂśrelerinde, TĂźrkistan’ýn Yedisu (Semiryeçiye) bĂślgesindeki TĂźrkler ile MoĂ°olistan’daki Ă–ngĂźt TĂźrkleri arasĂ˝nda da yaymaya çalýÞmýÞtĂ˝r. KĂ˝rgĂ˝zistan’ýn Çin sĂ˝nĂ˝rĂ˝na yakĂ˝n eski mezarlĂ˝klarda XIII-XIV. yĂźzyĂ˝llardan kalma, SĂźryânĂŽ yazĂ˝sĂ˝yla yazĂ˝lmýÞ mezar taĂžlarĂ˝nĂ˝n çoĂ°u SĂźryânĂŽ dilinde, bazĂ˝larĂ˝ TĂźrkçe’dir. SĂźryânĂŽ dilinde yazĂ˝lan kitâbelerde gerek kiĂži adĂ˝ gerekse on iki hayvanlĂ˝ TĂźrk takvimine ait yĂ˝l adlarĂ˝ olarak birçok TĂźrkçe kelime mevcuttur. 9. Arap Alfabesi. TĂźrk dilinin yazĂ˝mĂ˝nda kullanĂ˝lan en uzun sĂźreli ve en yaygĂ˝n alfabedir. X. yĂźzyĂ˝lĂ˝n ortalarĂ˝ndan XX. yĂźzyĂ˝lĂ˝n ortalarĂ˝na kadar TĂźrkçe’nin çeĂžitli ya-

ARAP HARFLĂ? TĂœRK ALFABESĂ? Harfin

Harfin yazýlýÞý

adĂ˝ ses deĂ°eri

Yalýn

BaĂžta

Ortada

Sonda

1

elif

a,e

‍×?‏

‍×?‏

2

be

b

\

.

M

7

3

pe

p

:

"

‍؛‏

“

4

te

t

#

K

5

se

s-

n

{

~

%

6

cĂŽm

c

[

I

2

7

çÎm

ç

=

Âť

�

‍Ř&#x;‏

8

hâ

h .

]

Y

9

hĂ˝

h ˆ

m

'

Â

10

dâl

d

1

1

11

zel

z-

R

R

_

_

12

râ

r

8

8

!

!

13

ze

z

k

k

=

=

14

je

j

‚

‚

ƒ

ƒ

15

sĂŽn

s

16

ÞÎn

Ăž

q

Z

)

„

17

sâd

s.

p

c

g

Â…

18

dât

d, .z

T

†

`

‡

19

tĂ˝

t.

o

N

Ă€

ˆ

20

zĂ˝

z.

i

>

6

A *

.

21

ayýn

ÂŁ

s

J

22

gayýn

Ă°, g

r

,

;

‰

23

fe

f

V

9

&

24

kĂĽf

k, .q

l

"

25

kef

k

Q

L

26

gef

g

)

á

(

saðýr nÝn

Ăą

..Q

+

27

.

..

..

L

28

lâm

l

<

29

mĂŽm

m

G

(

4

30

nĂťn

n

3

B

31

vâv

v,o,Ăś,u,Ăź

32

he

h, eo

D

D

5

33

ye

y, Ă˝, i

H

C

zĂ˝ dillerinde uygulanmýÞtĂ˝r. GĂźnĂźmĂźzde de bu alfabeyi kullanan TĂźrk boylarĂ˝ bulunmaktadĂ˝r. Arap alfabesi yirmi sekiz harften oluĂžur; lâm+elif harf gibi eklenirse harf sayĂ˝sĂ˝ yirmi dokuz olur. Harfler saĂ°dan sola bitiĂžtirilerek yazĂ˝lĂ˝r; elif, vav, ye hem ĂźnlĂź hem ĂźnsĂźz olarak kullanĂ˝lĂ˝r, kĂ˝sa ĂźnlĂźler gĂśsterilmez; fakat SĂźryânĂŽ yazĂ˝sĂ˝ndan esinlenilerek hareke denen yardĂ˝mcĂ˝ iĂžaretler kullanĂ˝lĂ˝r. BazĂ˝ harfler kendilerinden sonra gelen harflere bitiĂžmez; bunlar elif, dal, zel, ra, ze, vav harfleridir. Ă?ranlĂ˝lar mĂźslĂźman olup Farsça’yĂ˝ bu alfabeyle yazĂ˝nca p, ç, g, j harflerini alfabeye eklemiĂžlerdir. TĂźrkler Ă?slâmiyet’i kabul ederek dillerini Ă?ranlĂ˝lar’ýn kullandýðý Arap alfabesiyle yazmaya baĂžladĂ˝klarĂ˝ zaman Uygur yazĂ˝sĂ˝nda g olarak gĂśsterilen nazal Ăą sesini karÞýlamak Ăźzere Arap harfi kef Ăźzerine ßç nokta koyarak saĂ°Ă˝r kef veya kâf-i nĂťnĂŽ denen bir harf ĂźretmiĂž, bĂśylece TĂźrkler’in kullandýðý Arap alfabesinde harf sayĂ˝sĂ˝ otuz ßç (lamelif ile otuz dĂśrt) olmuĂžtur. Bu yeni harf DoĂ°u TĂźrkleri’nde Uygur yazĂ˝sĂ˝nĂ˝n etkisiyle yine g olarak yazĂ˝lmaya devam etmiĂž, batĂ˝da ise ßç noktalĂ˝ kef veya sonralarĂ˝ sadece kef ile yazĂ˝lmýÞtĂ˝r. DoĂ°u ve BatĂ˝ TĂźrkçesi’nin Arap harfli metinlerinde diĂ°er yazĂ˝m farklarĂ˝ ĂžunlardĂ˝r: DoĂ°uda TĂźrkçe kelimelerdeki ĂźnlĂźler (bazĂ˝ kelimelerin ilk hecesi dýÞýnda) yazĂ˝lĂ˝r. BatĂ˝ TĂźrkçesi’nde Ăśnceleri yazĂ˝lmaz, itinalĂ˝ metinlerde harekeyle gĂśsterilirdi; sonraki yĂźzyĂ˝llarda ĂźnlĂźlere kelimenin doĂ°ru okunmasĂ˝nĂ˝ saĂ°layacak kadar yer verilmiĂžtir. TĂźrkçe kelimelerde kelime içinde ve sonundaki e sesi doĂ°u metinlerinde elif ile, batĂ˝da gĂśzlĂź h ile yazĂ˝lĂ˝r. KalĂ˝n sesli TĂźrkçe kelimelerin baÞýnda sad ve tĂ˝ harfleri DoĂ°u TĂźrkçesi metinlerinde kullanĂ˝lmaz, BatĂ˝ TĂźrkçesi’nde kullanĂ˝lĂ˝r. DoĂ°u TĂźrkçesi’nde kelime baÞý k korunduĂ°u için kelime baÞý g sesinin kâf-i FârisĂŽ denen, ĂźstĂź çift çizgili kef ile yazĂ˝lmasĂ˝ BatĂ˝ TĂźrkçesi’nde gĂśrĂźlĂźr. Tek nĂźshasĂ˝ bulunan DĂŽvânĂź lugĂĽti’t-TĂźrk ile Kutadgu Bilig’in ßç nĂźshasĂ˝ndan ikisi Arap alfabesiyle yazĂ˝lmýÞtĂ˝r. 10. Ă?brânĂŽ Alfabesi. SâmĂŽ kĂśkenli Ă‚râmĂŽ alfabesinden Ăźretilen Ă?brânĂŽ alfabesi milâttan Ăśnce IV. yĂźzyĂ˝ldan beri dinĂŽ ve edebĂŽ metinlerde kullanĂ˝lĂ˝rken 1948’de Ă?srail Devleti’nin kurulmasĂ˝yla bu devletin resmĂŽ alfabesi kabul edilmiĂžtir. Ă?brânĂŽ alfabesi saĂ°dan sola doĂ°ru yazĂ˝lĂ˝r ve yirmi ßç ĂźnsĂźzden oluĂžur. ĂœnlĂź yerine alef, wâw, he, yĂ´d kullanĂ˝lĂ˝r, bĂźtĂźn ĂźnlĂźleri belirtmek için harflerin altĂ˝na bazĂ˝ iĂžaretler konur. Bu alfabeyi Litvanya’da, Polonya’da ve II. DĂźnya SavaÞý sonuna kadar KĂ˝rĂ˝m’da ya-

Ăžayan MĂťsevĂŽ Karaylar (Karaim) TĂźrkçe dinĂŽ ve edebĂŽ metinlerin yazĂ˝mĂ˝nda kullanmýÞtĂ˝r. Ă?brânĂŽ yazĂ˝sĂ˝yla Karay TĂźrkçesi’nde en eski metin XVI. yĂźzyĂ˝ldan kalmadĂ˝r. XX. yĂźzyĂ˝l baĂžlarĂ˝nda Polonya KaraylarĂ˝ Latin, Rusya KaraylarĂ˝ Kiril alfabesini benimsemiĂžtir. 11. Grek Alfabesi. Grek harfleriyle yazĂ˝lmýÞ en eski TĂźrkçe kelimeler Bizans kaynaklarĂ˝nda ve bazĂ˝ kitâbelerde geçer. Bunlardan birkaçý GĂśktĂźrkler’e, diĂ°erleri Tuna BulgarlarĂ˝ ve Peçenekler’e aittir. Grek harfleriyle TĂźrkçe metinleri daha çok Rumca bilmeyen hĂ˝ristiyan KaramanlĂ˝ TĂźrkleri yazmýÞtĂ˝r. BunlarĂ˝n kullandýðý Grek alfabesi yirmi dĂśrt harften oluĂžur. Grekçe’de c, ç, h, Ă˝, j, Ăž, Ăś, Ăź sesleri bulunmadýðýndan bu sesler en yakĂ˝n harflerle veya bazĂ˝ yardĂ˝mcĂ˝ iĂžaretlerle karÞýlanĂ˝r; dz=c; tz=ç; noktalĂ˝ sigma=Ăž; noktalĂ˝ p=b; beta=v; gamma=Ă°, y; noktalĂ˝ omikron=Ăś; eta=Ă˝, i; ou=u, Ăź için kullanĂ˝lĂ˝r. Grek yazĂ˝sĂ˝yla TĂźrkçe ilk eserler XVI. yĂźzyĂ˝ldan itibaren gĂśrĂźlĂźr. Orta Anadolu’da kilise, mezar taĂžlarĂ˝, çeĂžme, hamam vb. yapĂ˝larda Grek harfli TĂźrkçe ibareler mevcuttur. Matbaada basĂ˝lan KaramanlĂ˝ca ilk eser Apanthisma tes Khristia: GĂźlzâr-Ă˝ ĂŽmân-Ă˝ MesĂŽhĂŽ adlĂ˝ kitaptĂ˝r (1718). Daha sonra Avrupa’nĂ˝n bazĂ˝ Ăžehirlerinde, OsmanlĂ˝ Ăžehirlerinden Ă?stanbul, Ă?zmir ve Zincirdere’de Yunanca’dan çevirilmiĂž din ve ahlâk konulu 500’den fazla kitap basĂ˝lmýÞtĂ˝r. XIX. yĂźzyĂ˝lĂ˝n ikinci yarĂ˝sĂ˝nda Ă?stanbul ve Ă?zmir’de KaramanlĂ˝ca gazete ve dergiler yayĂ˝mlanmýÞtĂ˝r. AyrĂ˝ca KĂśroĂ°lu, Ăžah Ă?smâil, Ă‚Þýk Garip, Nasreddin Hoca OsmanlĂ˝ca metinlerden KaramanlĂ˝ca’ya uyarlanarak Yunan harfleriyle Ă?stanbul ve Odessa’da basĂ˝lmýÞtĂ˝r. Lozan AntlaĂžmasý’nĂ˝n nĂźfus mĂźbadelesine dair maddesi gereĂ°ince 1924’te KaramanlĂ˝lar Yunanistan’a gĂśnderildiĂ°inde Atina’da Moxacir Sedasi adlĂ˝ Yunanca ve KaramanlĂ˝ca bir gazete (1924-1926), 1935’te Baf’ta bir dua kitabĂ˝ yayĂ˝mlanmýÞtĂ˝r. 12. Ermeni Alfabesi. 406 yĂ˝lĂ˝nda misyoner Mesrop, Grek alfabesini esas alarak PehlevĂŽ alfabesinden birçok harf ilâvesiyle bu alfabeyi hazĂ˝rlamýÞtĂ˝r. Yedisi ĂźnlĂź, otuz biri ĂźnsĂźz olmak Ăźzere otuz sekiz harften oluĂžur, bitiĂžtirilmeden Grek alfabesi gibi soldan saĂ°a yazĂ˝lĂ˝r. XI. yĂźzyĂ˝lda DoĂ°u Anadolu ve Kafkasya’daki Bagratid Ermeni Devleti yĂ˝kĂ˝lĂ˝nca Ermeniler’in çoĂ°u Anadolu’ya, GĂźrcistan’a ve KĂ˝rĂ˝m’a gÜç etmiĂž, KĂ˝rĂ˝m’da XIII-XIV. yĂźzyĂ˝llarda Ermeni ticaret merkezleri oluĂžmuĂžtur. KĂ˝pçaklar’ýn MemlĂźkler ve diĂ°er TĂźrk Ăźlkeleriyle yaptĂ˝klarĂ˝ ticarette aracĂ˝lĂ˝k eden Ermeniler kiliselerinde, ticarĂŽ faaliyetlerinde KĂ˝pçak

Tßrkiye Diyanet VakfĹ İslâm Ansiklopedisi : Tevekkßl - Tßsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

495


TÜRK T Ü R K Ç E ’ N Ý N K AY D E D Ý L D Ý Ð Ý YA Z I L A R 1a 1b 1c 2 3

misyonerler, seyyahlar, diplomatlar ve bilim adamlarý olmuþtur. Ýlk örnek, aþaðý Ýdil bölgesindeki Kuman Türkleri arasýnda Hýristiyanlýðý yaymaya çalýþan Fransisken mezhebinden Ýtalyan ve Alman misyonerlerin 1303-1362 yýllarý arasýnda istinsah ettikleri Kumanca Codex Cumanicus adlý kitaptýr.

Harf

Ses deðeri

Harf

Ses deðeri

4 5 6

7 8

9a 9b 10 11a 11b 12 13a 13b

Türkçe’nin kaydedildiði yazý örnekleri

14 1a. Göktürk-Orhon; 1b. Göktürk-Bulgar; 1c. Göktürk-Türkistan; 2. Çin; 3. Mani; 4. Boðd; 5. Uygur; 6 . B r a h m i ; 7 . Ti b e t ; 8 . S ü r y â n î ; 9 . A r a p ; 1 0 . Ý b r â n î ; 11a. Grek; 11b. Grek-Karamanlý; 12. Ermeni; 13a Latin-Kuman; 13b. Latin-Türk; 14. Kiril.

Türkçesi’ni Ermeni harfleriyle yazmýþtýr. Böylece Kýrým, Ukrayna ve Polonya’da Ermeni Kýpçakçasý denen bir lehçe ortaya çýkmýþtýr. Bunlardan, Kiev Arþivi’ndeki 15591664 yýllarýna ait Kamenets-Podolsk cemaati belgeleri 1944’te Alman askerleri Kiev’den ayrýlýrken yanmýþ, sadece 1930 yýlýnda T. I. Hrunin’in çevriyazýya aktardýðý metinler kalmýþtýr. Ermeni Kýpçakçasý’yla yazýlmýþ baþka belgeler Viyana, Paris, Venedik, Breslau, Lvov ve Cracow’daki kütüphanelerde bulunmaktadýr. Ermeni harfli Türkçe eserlerin Ermeni Oðuzcasý denen kolunu, Osmanlý Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Ermeni yazýsýyla Türkçe yazan Ermeniler’le Kafkasya ve Ýran’da Ermeni harfleriyle Âzerî Türkçesi yazan Ermeniler’in dili oluþturur. Bunun örnekleri Ermeni âþýklarýnýn eserleri, diðer yazýlý edebiyat türleri, çeviriler, gazeteler, dergiler ve mezar kitâbeleridir. Tanzimat’tan itibaren Ýstanbul’da Ermeni alfabesiyle Türkçe birçok gazete ve dergi yayýmlanmýþtýr.

Daha sonra F. Argenti (1553), P. Ferraguto (1611), H. Megiser (1612), J. N. de Harsány (1672) Türkçe konuþma kýlavuzu ve gramer türünden çeþitli eserler kaleme almýþlardýr. F. M. Meninski, Viyana’da yayýmladýðý üç ciltlik Türkçe-Latince sözlükte (1680) Türkçe’nin yazýmýnda daha sistemli bir yöntem uygulamýþ, ünlüleri a, e, y (=ý), o, ö, u, ü ile, ç ve þ harflerini üstü aksanlý c ve s ile, c harfini üstü çizgili g ile göstermiþtir. Avrupa’da Türkoloji çalýþmalarýyla birlikte Latin harfli Türkçe öðretici metinler içeren yayýmlar artarak devam etmiþtir. Osmanlýlar’da ve diðer Türk ülkelerinde Arap alfabesinin Türkçe sesler için yetersizliði ve matbaada karþýlaþýlan zorluklar alfabe ýslahýný gündeme getirmiþ, denemelerden olumlu sonuç çýkmayýnca 1926’da Bakü’de toplanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði I. Türkoloji Kongresi’nde Türk dillerinin Latin alfabesiyle yazýlmasý kararlaþtýrýlmýþtýr. Sovyetler Birliði’ndeki Türk ülkelerinde 1927’den itibaren aralýklarla baþlayan uygulama on-on iki yýl sürmüþ, nihayet Kiril alfabesine geçilmiþtir. Sovyetler Birliði’nin çözülmesiyle baðýmsýzlýðýný kazanan Azerbaycan’da ve Türkmenistan’da Latin alfabesi kabul edilmiþtir. Türkiye’de Latin alfabesi 1 Kasým 1928’de resmîleþmiþtir. Türk Latin alfabesi yirmi dokuz harften oluþur. Ünlüler: a, e, ý, i, o, ö, u, ü; ünsüzler: b, c, ç, d, f, g, ð, h, j, k, l, m, n, p, r, s, þ, t, v,

L AT Ý N H A R F L Ý T Ü R K A L FA B E S Ý Harf

Harf

Harf

1

A a

11

I ý

21

R r

2

B b

12

Ý i

22

S s

3

C c

13

J j

23

Þ þ

4

Ç ç

14

K k

24

T t

5

D d

15

L l

25

U u

6

E e

16

M m

26

Ü ü

7

F f

17

N n

27

V v

8

G g

18

O o

28

Y y

13. Latin Alfabesi. Türkçe’nin yazýmýn-

9

Ð ð

19

Ö ö

29

Z z

da Latin alfabesini ilk kullananlar Avrupalý

10

H h

20

P p

496

y, z’dir. Kuzey Kýbrýs’ta, Balkan ve Avrupa ülkelerinde de Türkçe’nin yazýmý bu alfabeyle yapýlmaktadýr. 14. Kiril Alfabesi. Slav dillerinin yazýmýnda kullanýlan Kiril (Slav) alfabesini 860’larda Kirill kardeþler Konstantin ve Methodius, Grek alfabesini örnek alarak yapmýþlardýr. Önceleri kilise metinlerinin yazýmýnda kullanýlan bu alfabe zamanla Slav halklarýnýn ortak yazýsý olmuþtur.

Çarlýk Rusyasý’nda Türkler’i hýristiyanlaþtýrmak amacýyla 1769’da Çuvaþlar, 1819’da Yâkutlar için Kiril harfli alfabeler oluþturulmuþtur. Bazý deðiþiklikler geçiren Çuvaþ alfabesi 1938’de, Yâkutlar’ýnki 1939’da yeniden düzenlenmiþtir. 1938-1940 yýllarýnda Sovyetler Birliði’ndeki Türk lehçelerinin her birine yazý dili statüsü verilerek Kiril alfabesine dayalý alfabeler yapýlmýþtýr. Türk dilinin sesleri için Latin alfabesi kadar yeterli olmadýðý halde Çarlýk Rusyasý’nda ve Sovyetler Birliði’nde yayýmlanan Türk dilli metinlerde birkaç istisna dýþýnda hep Kiril alfabesi kullanýlmýþtýr. Rusya Federasyonu’nda Türk dilini kullanan cumhuriyetlerin pek çoðunda bu alfabe görülmektedir. Bu durumda Kiril alfabesi Türkçe’nin yazýlmasýnda Arap alfabesinden sonra en çok kullanýlan alfabedir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK BÝBLÝYOGRAFYA :

Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, I, 8-9; D. Chwolson, Syrisch-nestorianische Grabinschriften aus Semirjetschie (B. W. Radloff, Über das türkische Sprachmaterial dieser Grabinschriften içinde), St. Petersburg 1890, s. 1-168; V. Thomsen, “Déchiffrement des inscriptions de l’Orkhon et de l’Iénissei, notice préliminiaire”, Bulletin der Dänischen Akademie, Copenhague 1893, s. 285-299; E. Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue (Turcs) occidentaux, St. Pétersbourg 1903; J. Németh, Die Inschriften des Schatzes von Nagy-Szent-Miklós, Budapest 1932, tür.yer.; R. Rahmeti Arat, “Uygur Alfabesi” (Osman Nuri Ergin, Muallim M. Cevdet’in Hayatý, Eserleri ve Kütüphanesi içinde), Ýstanbul 1937, s. 665-690; Ahmet Cevat Emre, Eski Türk Yazýsýnýn Menþei, Ankara 1938, s. 1-54; Gyula Moravcsik, Byzantinoturcica, Budapest 1943, II, tür.yer; O. Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste und die Sprache der Protobulgaren, Wiesbaden 1955, 1-102; Liu MauTsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden 1958, I-II; Ahmet Caferoðlu, Türk Dili Tarihi, Ýstanbul 1958, II, 114-123; a.mlf., “Yenisey-Orhon Harflerinin Menþei”, Ülkü, VII/42, Ankara 1936, s. 443-445; Ph.TF, I-II, tür.yer.; J. Benzing, “Das Hunnische, Donaubolgarische und Wolgabolgarische”, a.e., I, 685-695; J. Eckmann, “Die Karamanische Literatur”, a.e., II, 819-835; a.mlf., “Anadolu Karamanlý Aðýzlarýna Ait Araþtýrmalar, I. Phonetica”, DTCFD, VIII/1-2 (1950), s. 165200; A. Dilaçar, Türk Diline Genel Bir Bakýþ, Ankara 1964, s. 170-188; Heinz F. Wentd, Sprachen, Frankfurt 1968, tür.yer.; Alphabete und Schriftzeichen des Morgen-und des Abendlandes, Berlin 1969, tür.yer.; Anastas Yordanoðlu, Karaman-

lýca: Rum Harfli Türkçe Metinlere Toplu Bir Bakýþ (mezuniyet tezi, 1973), ÝÜ Ed.Fak.; A. von Gabain, Alttürkische Grammatik, Wiesbaden 1974, s. 9-41; a.mlf., “Alttürkisches Schrifttum”, SBAW, sy. 3 (1948), s. 1213-1222; Þinasi Tekin, Eski Türklerde Yazý, Kaðýt, Kitap ve Kaðýt Damgalarý, Ýstanbul 1993; Ahmet Bican Ercilasun, Örneklerle Bugünkü Türk Alfabeleri, Ankara 1996; Talat Tekin, Tarih Boyunca Türkçenin Yazýmý, Ankara 1997; A. von Le Coq, “Kurze Einführung in die uigurische Schriftkunde”, MSOS, XXII (1919), s. 93-109; Semavi Eyice, “Anadolu’da Karamanlýca Kitabeler I”, TTK Belleten, XXXIX/153 (1975), s. 25-48; a.mlf., “Anadolu’da Karamanlýca Kitabeler II”, a.e., XCIV/176 (1980), s. 683-696.

ÿNuri Yüce

3. Dil ve Edebiyat. Dil. Baþlangýçtan Cumhuriyet’e Kadar. Türk dili Ural-Altay

dil ailesinin Moðolca ve Tunguzca ile birlikte Altay kolunu meydana getirir. Ancak Türkçe’nin bu dillerle iliþkisi akrabalýktan deðil benzer özelliklerden dolayýdýr. Son araþtýrmalar tartýþmalarda kullanýlan dil malzemesinin karþýlýklý alýntýlardan ibaret olduðunu, Altay dilleri arasýnda bilimsel anlamda ispatlanmýþ bir akrabalýðýn bulunmadýðýný göstermektedir. Yazýlý metinleri VIII. yüzyýlýn baþlarýndan bugüne kadar kesintisiz takip edilebilen Türk dili gü-

nümüzde bazý istisnalar dýþýnda Kuzeydoðu Asya’dan Doðu Avrupa’ya, Kuzey Buz denizinden Basra körfezine kadar çok geniþ bir coðrafyada, 2009 yýlý verilerine göre yaklaþýk 240 milyon insan tarafýndan konuþulmaktadýr. Yazýlý eserlerde farklý kültürlerin ve dinlerin etkisiyle deðiþik alfabeler kullanýlmýþtýr. Türk dili bu kadar geniþ bir coðrafyaya yayýlmýþ olmasýna, lehçe ve þiveleri arasýnda farklýlýklar bulunmasýna raðmen dil bilimi yönünden incelendiðinde ana özellikleri itibariyle yapý birliðine sahiptir. Çeþitli olaylar sonucunda meydana gelen göçler ve bazý bölgelere türlü boylarýn yerleþmesinden doðan etnik ve kültürel karýþmalar dile de yansýmýþtýr. Günümüzden gerilere doðru gidildikçe lehçelerdeki farklýlýklar azalýr, yakýnlýklar daha da belirginleþir. A) Türk Dilinin Yapý Özellikleri. Türk dili kelime yapýsý bakýmýndan eklemeli bir dildir. Ýsim ve fiil kökleri deðiþmez; yeni kelimeler türetilirken isim veya fiil çekimi yapýlýrken ekler kelimenin köküne sondan eklenir. Kelime kökleri aslýnda tek hecelidir; bazan ikinci bir açýk hecesi de olabilir. Köklere türlü ekler getirilerek kelime gövdeleri yapýlýr. Ýsim kökü veya gövdesi ismin yalýn hali olan çekimsiz (nominativ) þeklidir. Fiil kökü ya da gövdesi ayný zamanda fiilin ikinci tekil kiþi emir þekliyle aynýdýr. Kelime kökü yahut gövdesi genelde daima esas þeklini korur. Köke veya gövdeye eklenen ekler, kök ya da gövde ünlüsünün gerektirdiði ses uyumuna göre ince veya kalýn sýradan olur. Yabancý asýllý (alýntý) kelimeler Türkçe’nin ses kurallarýna göre biçimlenir. Bu kurallar bütün Türk lehçeleri için geçerlidir. Kelime Türleri. Ýsim, sýfat, zamir, fiil, zarf, baðlaç ve ünlemden ibarettir. Ýsimlerde cinsiyet (erkek, diþi, eþya) veya tesniye (ikililik) yoktur. Baðlaçlar ait olduklarý kelimeden sonra gelerek kelimeler ya da kelime gruplarý arasýndaki irtibatý saðlar. Sýfatlar isimden önce gelir. Sayý sözlerinden sonra çokluk eki kullanýlmaz. Karþýlaþtýrma çýkma (ablatif) durumuyla yapýlýr. Yardýmcý fiil olarak “imek” (< ermek) kullanýlýr. Olumsuz hareket için özel bir fiil eki (-ma-/-me-) bulunur. Ayrý bir soru eki (mý/ mi) vardýr. Baðlaç yerine fiil þekilleri kullanýlýr. Ses Özellikleri. a) Ünlüler. Türk dili ünlü bakýmýndan zengin bir dildir. Bütün lehçe ve þivelerde bulunan esas ünlüler þunlardýr: a, e, ý, i, o, ö, u, ü, ayrýca bazý kelimelerin ilk hecesinde kapalý e (é). Bu te-

mel ünlülerden baþka bir kýsým lehçelerde uzun veya daha farklý söylenen ünlülere de rastlanýr. Türkçe’de bazý kelimelerin kök hecelerinde eski dönemlerde görülen aslî uzunluklar varlýklarýný Türkmence, Halaçça, Horasan Türkçesi ve Yâkutça’da günümüzde de sürdürmektedir. Hecelerin büzülmesi ve seslerin düþmesiyle sonradan oluþan uzunluklar ise bütün Türk lehçelerinin konuþma dilinde ve aðýzlarýnda yaygýndýr. b) Ünsüzler. Türkçe’deki ünsüzler þunlardýr: b, c, ç, d, f, g, ð, h, x, j, k, q, l, m, n, ñ, p, r, s, þ, t, v, y, z. Eski Türkçe’de f, h, j sesleri yoktur. Bunlar Türkçe’ye yabancý kelimelerle girmiþtir. Bunlarýn yanýnda Türkçe kelimelerin baþýnda c, g, ð, l, m, n, ñ, r, v, z sesleri bulunmaz. Ýstisnalar bazý lehçelerdeki t- > d-, k- > g-, y- > c- gibi deðiþmeler veya ses taklidi (mýrla-) ya da benzeþmeler (bin- > min-) sebebiyle sonradan ortaya çýkmýþtýr. Türkçe kelime ve hece sonlarý çoðu zaman ötümsüz ünsüzü (konsonant) tercih eder; eðer sonda iki ünsüz birlikteyse sondan bir önceki genellikle l, n, r ya da s, þ olur. Kelime kökünde aslî olarak ikiz ünsüz yoktur; kelime baþýnda da çift ünsüz bulunmaz. Kelime sonundaki ç, k, q, p, t iki ünlü arasýnda ötümlüleþir ve yumuþar. Ancak bazý tek heceli kelimelerde bunun istisnalarý görülür. Kelime ve hece sonunda çift ünsüzlerden en sýk görülenler þunlardýr: lç, lk, lq, lp, lt; nç, nk, nq, nt; rç, rk, rq, rp, rs, rt; st, þt (ölç-, sevinç, ilk, alp, ant, kürk, sarp, üst ...). Türkçe kelimelerde ünlü uyumu gibi ünsüz uyumu da yaygýndýr. Eðer iki ünsüz kelimede birbiri ardýnca bulunuyorsa sonraki ünsüz ses bakýmýndan öncekine dönüþür veya onunla benzeþir; buna benzeþme (asimilasyon) adý verilir. Bu ses olayý özellikle Kuzeydoðu ve Kuzeybatý grubu Türk lehçelerinde daha fazla görülür (bunnar < bunlar gibi). Vurgu. Türkçe’de her zaman ayný hece üzerinde bulunmayan vurgu genellikle ilk ve son hece üzerinde olup orta hece vurgusuzdur. Türkçe ve yabancý yer adlarýnýn ilk heceleri vurguludur. Ýstisna olarak sonu Farsça “-stan” ekiyle biten yer adlarýnda vurgu son hece üzerindedir. Kiþi adlarýnda vurgu ilk veya son hecede olup bunlar hitap durumunda vurguyu tamamen son hece üzerinde toplar. Türkçe’de olumsuzluk (-ma-/-me-), eþitlik (+ça / +çe), araç (+la / +le, +n) ve zarf fiil (+ken) ekleri vurguyu kendilerinden önceki hece üzerine iter. Bazý sýfatlarda mânayý kuvvetlendirmek için kelime baþýna getirilen tekrar un-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

497


TÜRK

surlarý daima vurguludur: Kapkara, kýskývrak, büsbütün, bomboþ vb. B) Türk Dilinin Tarihî Devreleri. Türk dili Eski Türkçe, Orta Türkçe ve Yeni Türkçe olarak üç devreye ayýrlýr. 1. Eski Türkçe (VI-X. yüzyýllar). Türkler’in müslüman olmasýndan önce Asya bozkýrlarýnda ve Doðu Türkistan’da Tarým bölgesi ve çevresinde çeþitli alfabelerle üretilen anýt ve eserlerin dilini kapsar; Göktürk ve Uygur dönemleri olmak üzere ikiye ayrýlýr. Bunlarýn yazýlý eserleri Moðolistan’da Göktürk hânedanýna ait Göktürk harfleriyle yazýlmýþ anýtmezar taþlarý ile (VIII. yüzyýl) göçebe Uygurlar’ýn (745-840) ve Tarým havzasýnda Koço Uygur Devleti’ni (850-1250) kuran yerleþik Maniheist ve Budist Uygurlar’ýn Mani, Soðd, Uygur, Brahmi, Tibet, Süryânî alfabesiyle yazdýklarý, çoðu çeviri ve dinî içerikli eserlerdir. a) Göktürkçe. Türkçe’nin grameri hakkýnda yeterli bilgi edinilecek en eski derli toplu yazýlý metinler ikinci Göktürk Kaðanlýðý devrinde anýt olarak dikilmiþ mezar taþlarýnda bulunmaktadýr. Orhon yazýtlarýnýn bulunuþu Türk dili ve tarihine büyük bir ufuk açmýþtýr. Bu yazýtlarýn birincisi, yaklaþýk kýrk altý yýl vezirlik yapmýþ büyük devlet adamý Tonyukuk (Tunyukuk) adýna 716-734 yýlllarý arasýnda, ikincisi 731’de ölen Kültigin için aðabeyi Bilge Kaðan tarafýndan 732’de, üçüncüsü 734’te ölen Bilge Kaðan anýsýna oðlu tarafýndan 735 yýlýnda dikilmiþtir. Bu mezar taþlarý Moðolistan’da Orhon ýrmaðý vadisinde bulunduðu için Orhon yazýtlarý diye adlandýrýlýr (bu maddede ele alýnan belli baþlý konular ve eserler ansiklopedide ayrýca madde baþý olduðundan kýsaca anlatýlmýþtýr). Bunlar-

dan baþka Göktürk harfleriyle yazýlmýþ anýt veya sade mezar taþlarý ile el yazmalarý da vardýr. Bu eserler Moðolistan’da bulunan Uygur dönemi kitâbeleri, Yenisey kitâbeleri ve Hoytu-Tamir yazýtlarýyla Kýrgýzistan’daki Talas kitâbeleri ve Doðu Türkistan yazmalarýdýr. b) Uygurca. Uygurlar 745’te Göktürkler’in hâkimiyetine son verip Ötüken’de Uygur Devleti’ni kurmuþlar, fakat bu devleti Kýrgýzlar yýkýnca Tarým havzasýna gidip orada Koço Uygur Devleti’ni oluþturmuþlardýr. Koço’daki Uygurlar arasýnda Maniheizm ve Budizm inancý yayýlmýþ, bu iki dine ait kitaplar Soðd, Çin, Sanskrit, Tohar ve Tibet dillerinden Uygurca’ya çevrilmiþtir. Çoðu dinî terim olmak üzere bu dillerden pek çok kelime Uygurca’ya girmiþtir. Yenisey ve Orhon metinlerini kapsayan Göktürkçe gibi Uygurca da Eski Türkçe’nin bir devamý olmakla birlikte her iki lehçeyi konuþanlarýn hayat tarzlarý, inançla498

rý ve kültür çevrelerinin deðiþik olmasý bu iki lehçede bazý farklýlýklarýn ortaya çýkmasýna yol açmýþtýr. Ötüken bölgesinde Orhon alfabesiyle yazýlmýþ anýtlarla Tarým bölgesinde Uygur alfabesiyle yazýlmýþ metinler Uygurca’nýn ilk örnekleridir. Eski Türkçe devrinde Türkler, Göktürk (Yenisey ve Orhon), Mani, Soðd, Uygur, Brahmi, Tibet ve Süryânî alfabelerini kullanmýþtýr. Bunlardan en yaygýn ve uzun ömürlü olaný Uygur alfabesidir. Uygur alfabesiyle yazýlan eserlerin çoðu Budist muhitinde Çince’den, Sanskritçe’den, Toharca ve Soðdca’dan Uygurca’ya yapýlmýþ çevirilerdir. Bunlarýn en hacimli ve tanýnmýþ olanlarý Toharca’dan çevrilen Maytrisimit, Çince’den çevrilen Altun Yaruk ile Hüen-tsang Biyografisi’dir. Eski Türkçe’de bazý diyalektlerin olduðu tahmin edilmekteyse de mevcut metinlerle Göktürkçe’de bu diyalektleri tesbit etmek güçtür. Ancak Uygurca’da iki aðýz özelliði belirlenmiþtir. Göktürkçe’de tek bir iþaretle yazýlan “ny” sesi (meselâ kony “koyun”) Uygurca metinlerde bir yanda n ile (kon), öte yanda y ile (koy) yazýlmýþtýr. Bu da N-aðzý ve Y-aðzý diye iki aðzýn varlýðýný göstermektedir. Koço ve yöresindeki Mani dini mensuplarý arasýnda N-aðzý özellikleri, Buda dinine mensup Türkler arasýnda ise Y-aðzý özellikleri görülür. Zamanla Y-aðzý yaygýnlaþmýþtýr. Göktürkçe ile Uygurca’nýn söz varlýðý ve cümle türleri de farklýdýr. Göktürkçe’de savaþçý ve göçebe hayatýna ait somut kelimelerle kýsa ve sade cümleler kullanýlýrken Uygurca’da yerleþik hayata ait þehircilik, tarým kelimeleriyle soyut kavramlarla ilgili kelimeler, tasvir fiilleriyle süslenen uzun cümleler görülür. Göktürkçe’de isim üslûbunun, Uygurca’da sýfat üslûbunun aðýr bastýðý söylenebilir. Göktürkçe ile Uygurca arasýnda bazý ünsüz deðiþmeleri de olmuþtur (buñ > mung “sýkýntý”, biñ > ming “bin”, sebin- > sevin- “sevinmek”, sub > suv “su” vb.). Ýsimlerin çoðul þekli için Göktürkçe’de umumileþmiþ tek bir ek olmayýp topluluk ifade eden birkaç ek vardýr (+lar, +t, +an). Bunlardan “+lar/+ler” eki Uygurca döneminde müstakil çokluk eki olmuþtur. Eski Türkçe’de de kelime gruplarýna sýkça rastlanýr. Göktürkçe metinlerde fiiller basit ana cümlelerle ifade edilmiþtir. Uygurca metinlerde birtakým yeni ifade çeþitleri görülür. Batýdaki Eski Türk Lehçeleri. Avrupa Hun birliðinden bazý Türk devletleri veya gruplarýna ait az sayýda yazýtlardaki dil

de Eski Türkçe kapsamýna girer. a) Tuna Bulgar hanlarýnýn þeceresini gösteren isimler listesi. Bizans Grekçesi’nden Eski Kilise Slavcasý’na çevrilen Ellinskiy Letopisets (Elen vak‘anüvisi) adlý el yazmalarý kodeksi içindeki isimler listesinin iki yazma nüshasý Moskova Tarih Müzesi’nde, bir diðeri Petersburg Halk Kütüphanesi’ndedir. Yazmalar XV ve XVI. yüzyýllarda kopya edilmiþtir. Listede her bir hanýn adý, kabilesi, tahta çýkýþ yýlýnýn on iki hayvanlý Türk takvimine göre hangi yýlýn kaçýncý ayý olduðunu belirten sayýlar Tuna Bulgarcasý ile kaydedilmiþtir (Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste, s. 1-102; Tekin, Tuna Bulgarlarý, s. 12-25). b) Güney Macaristan’da NagySzent-Miklós’ta bulunan yirmi üç altýn kaptaki Grek harfleriyle karýþýk runik yazýlar. Bunlardan yirmi bir numaralý altýn tastaki Grek harfli Türkçe dokuz kelimelik Buyla Zoapan yazýtý hakkýnda Thomsen, Németh, Pritsak farklý yorumlar yapmýþtýr. J. Németh yazýtýn ve dilinin Peçenek Türkleri’ne ait olduðu görüþündedir (Die Inschiriften, s. 1-85; Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste, s. 1-102; Tekin, Tuna Bulgarlarý, s. 26-32). c) Preslav ve Çatalar’da (Bulgaristan) Tuna Bulgarlarý’ndan kalan yazýtlar. Preslav’daki granit bir sütuna kazýlmýþ on satýrlýk Grek harfli Tuna Bulgarcasý yazýt yüksek rütbeli iki kiþinin askerleriyle teçhizatýnýn sayýmý hakkýndadýr. Çatalar yakýnýndaki bir kilisede altý satýrlýk yazýt ise mermer sütun üzerinde 42 × 40 cm. boyutunda Grek harfli Tuna Bulgarcasý’yla yazýlmýþtýr (a.g.e., s. 35-42). VII-IX. yüzyýllarda siyasî varlýk gösteren Hazar Türkleri’ne ait bazý isim ve unvanlar Arap, Bizans, Ermeni, Gürcü vb. kaynaklarýnda geçer. Bunlar Hazar lehçesinin Türk dilinin þ/z özellikli kolundan olduðunu düþündürmektedir. Ýslâm müelliflerinin Hazar diliyle Bulgar dilinin birbirine çok benzediði yolunda verdiði bilgi bu fikri desteklemektedir. Bu bilgilerden Bulgarca’nýn X. yüzyýldan önce r’li deðil z’li bir lehçe olduðu anlaþýlmaktadýr. 2. Orta Türkçe (X-XIX. yüzyýllar). Ýslâmî dönemde Doðu Türkistan’da Karahanlý Türkçesi’yle (XI-XIII. yüzyýllar) baþlar; Mâverâünnehir’de Hârizm Türkçesi (XIII-XV), doðuda Çaðatayca (XV-XIX), batýda Ýdil (Volga) Bulgarcasý (XIII-XIV), Kuman-Kýpçak Türkçesi (XIII-XVII), Mýsýr ve Suriye’de Memlük Kýpçakçasý (XIII-XVI), Anadolu’da Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XIV) ve Osmanlýca ile (XV-XX) devam eder. Orta Türkçe döneminde Uygur yazýsý bir süre varlýðýný doðuda sürdürmüþ, fakat zaman-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

la Arap yazýsý yaygýnlaþmýþtýr. Karahanlý Türkçesi’yle yazýlan eserler þunlardýr: a) Kur’an Çevirisi. Sâmânî Hükümdarý Mansûr b. Nûh zamanýnda (961-976) Kur’an’ý Farsça’ya çeviren âlimler arasýnda Ýsbîcâblý bir Türk’ün bulunduðu, Kur’an’ýn Farsça’ya çevrilmesi esnasýnda Karahanlý Türkçesi’ne de çevrildiði bilinmektedir. Ancak bu nüsha kayýptýr; eldekiler ondan çoðaltýldýðý anlaþýlan XIV. yüzyýla ait nüshalardýr. Türkçe çevirinin dil özelliklerinden çeviriyi yapan Türk müfessirin Siriderya’nýn aþaðýsýndan Talas vadisinden olduðu sanýlmaktadýr. b) Kutadgu Bilig. Ýnsanýn dünya ve âhirette saadete ermesi için yapmasý gerekenleri anlatmak amacýyla kaleme alýnmýþtýr. Yûsuf Has Hâcib’in Balasagun’da Karahanlý Türkçesi’yle ve aruz vezniyle yazarak Kâþgar’da 462’de (106970) tamamlayýp Tamgaç Uluð Buðra Han’a sunduðu siyasetnâme türünde bir eserdir. c) Dîvânü lugåti’t-Türk. Kâþgarlý Mahmud’un Araplar’a Türkçe’yi öðretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduðunu göstermek amacýyla Baðdat’ta 466’da (1074) yazýp 470’te (1077) Abbâsî Halifesi Muktedî-Biemrillâh’a sunduðu Türkçe-Arapça ansiklopedik sözlüktür. Eserde 8000 kadar Türkçe kelimeden baþka o zamanki Türk dili ve halk edebiyatý ile Türk dünyasý hakkýnda çeþitli bilgiler bulunmaktadýr. d) Atebetü’l-hakayýk. Edib Ahmed Yüknekî’nin aruz vezniyle yazdýðý, Ýslâmî öðütlerden meydana gelen eseridir. Nerede ve ne zaman kaleme alýndýðý belli deðilse de dil özelliklerine göre Karahanlý Devleti’nin son zamanlarýnda yazýldýðý tahmin edilmektedir. Hârizm Türkçesi. Amuderya ýrmaðýnýn aþaðý yataðýnda kalan (bugün Türkmenistan ve Karakalpakistan) Hârizm bölgesi 712’de Araplar’ýn, 1017’de Gazneli Mahmud’un, 1043’te Selçuklular’ýn idaresine geçmiþtir. Çevredeki bozkýrlardan buraya pek çok Türk gelip yerleþmiþ, çeþitli Türk boylarýnýn diyalektleri birbiriyle karýþarak Hârizm Türkçesi denen bir yazý dili oluþmuþtur. Selçuklu valilerinden Atsýz b. Muhammed devrinde Hârizm yarý müstakil bir devlet haline gelmiþtir. Hârizm Türkçesi özelliklerini içeren eserler þunlardýr: a) Mukaddimetü’l-edeb. Zemahþerî’nin Arapça öðrenmek isteyen hükümdar Hârizmþah Atsýz için 1127-1144 yýllarý arasýnda yazdýðý bir sözlüktür. Arapça kelime ve kýsa cümlelerden oluþan metnin altýna Türkçe veya baþka dildeki anlamlarý yazýlmýþtýr. b) Kýsasü’l-enbiyâ. Rabguzî’nin Mâverâünnehir’deki Ribât Oðuz’da Farsça bir

eserden 709-710’da (1309-1311) Türkçe’ye uyarlayarak Çaðatay Haný Tarmaþirin’in emîrlerinden Nâsýrüddin Tok Buga’ya sunduðu, çeþitli peygamberlerin hikâyelerinden meydana gelen ve yer yer konuyla ilgili manzum parçalara da yer verilen mensur eser sade bir dille yazýlmýþtýr. c) Muînü’l-mürîd. Hârizm’de 713’te (1313) Ýslâm adlý bir âlimin (son bölümünü Ürgençli Þeyh Þeref Hoca’nýn) yazdýðý manzum eser dinî konulardan ve tasavvuf âdâbýndan bahseder. d) Muhabbetnâme. Hârizmî’nin 754’te (1353) Siðnâk’ta mesnevi tarzýnda kaleme aldýðý eserin biri Uygur, diðeri Arap yazýsýyla iki nüshasý bilinmektedir. Müstensihlerce dili kýsmen Çaðatayca’ya uyarlandýðýndan Hârizm Türkçesi’nin özelliklerini yeterince temsil ettiði söylenemez. e) Nehcü’l-ferâdîs. Kerderli Mahmûd b. Ali’nin dünya ve âhiret mutluluðu için gerekli bilgileri vermek amacýyla kaleme aldýðý eser halk diliyle ve harekeli nesirle yazýlmýþ metninden dolayý Hârizm Türkçesi’nin en önemli kaynaklarýndan sayýlýr. f) Karýþýk Dilli Kur’an Tercümesi ve Tefsiri.

Baþý ve sonu eksik olduðundan ne zaman ve nerede yazýldýðý bilinmeyen 222 yapraklýk bu eseri (Süleymaniye Ktp., Yazma Baðýþlar, nr. 3966) bilim âlemine 1990 yýlýnda Nuri Yüce tanýtmýþ, sonraki yýllarda tamamý üzerinde yüksek lisans tezi yapýlmýþtýr. g) Hüsrev ü Þîrîn. Hârizmli Kutb adlý þair, Nizâm-i Gencevî’nin Hüsrev ü Þîrîn mesnevisini kýsaltarak Türkçe’ye çevirmiþ ve Altýn Orda Hükümdarý Tini Beg Han ile eþi Cemile Han Melek Hatun’a sunmuþtur. Mýsýr’da Berke Fakih tarafýndan 785’te (1383) istinsah edilen nüshasý Paris’tedir. Hüsrev ü Þîrîn hem Hârizm hem Kýpçak Türkçesi özellikleri gösterir (DÝA, XIX, 56). h) Mi‘râcnâme. Hz. Muhammed’in mi‘racýný anlatan eserin yazarý belli deðildir. Biri Uygur yazýsýyla Herat’ta 840’ta (1436), diðeri Arap yazýsýyla 917’de (1511) Mýsýr’da istinsah edilen iki nüshasý vardýr. i) Miftâhu’l-adl. Ahlâkî hikâyeler içeren anonim bir fýkýh kitabý olan eseri J. Eckmann, Hârizm Türkçesi’yle yazýlan eserler arasýnda göstermiþtir. Yazý ve imlâda Karahanlý Türkçesi geleneðini devam ettiren Hârizm Türkçesi’nin önemli dil özellikleri þunlardýr: Ýlk hecedeki e’nin (kapalý é) belirtilmesi (bérmek, béþ, témek), Arap yazýsýnda üç noktalý “ ” (w) ile yazýlan b-v arasý f sesinin yazýda gösterilmesi (tewe “deve”, aw “av”, öwke “öfke”), peltek d (< d) sesinin mevcudiyeti (kadðu “kaygý”, idiþ “kova”), eklerde yuvarlaklaþma, bazý nâdir kelimelerin varlýðý.

Çaðatayca. Hârizm ve Altýn Orda bölgeleri eski kültür merkezi olma durumlarýný XV. yüzyýldan itibaren kaybedince Orta Türkçe’nin doðusu ile kuzeybatýsý arasýnda bazý farklýlýklar baþlamýþ, doðuda sonradan Çaðatayca adýyla anýlan Doðu Türkçesi, kuzeybatýda Kýpçak Türkçesi deðiþik yazý dilleri olarak geliþmiþtir. Çaðatayca, XIV. yüzyýlýn sonlarýndan baþlayýp XIX. yüzyýla kadar devam eden ve yerini bugünkü Özbekçe ile Yeni Uygurca’ya býrakan, Orta Asya ve çevresindeki bütün Türkler’in kullandýðý zengin ve edebî bir yazý dilidir. Beþ asrý geçen uzun süre içinde Çaðatayca üç döneme ayrýlýr. Ýlk dönemde Sekkâkî, Haydar Tilbe, Yûsuf Emîrî, Lutfî gibi þair ve yazarlar yetiþmiþtir. Klasik Çaðatayca döneminde Nevâî, Hüseyin Baykara, Bâbür gibi þair ve yazarlarla Çaðatayca edebî zirvesine ulaþmýþtýr. Klasik sonrasý dönem, Türkistan’daki hanlýklarda yaþayan þairlerin ve yazarlarýn eserlerinde devam eder. Bu dönemin en önemli temsilcisi Þecere-i Terâkime ve Þecere-i Türk’ün müellifi Ebülgazi Bahadýr Han’dýr. Çaðatayca’nýn baþlýca özellikleri þunlardýr: Ýlk hecedeki kapalý e (é) Çaðatayca’da i olur, “kilmek, birmek”; kelime içinde ve sonundaki peltek d (< d) sesi y’ye dönüþür; zamir n’si düþer, “baþýda” (baþýnda); p>f deðiþimi görülür; nesne eki +ný/+ni biçiminde yaygýnlaþmýþtýr. Yapým ve çekim eklerinin baþýndaki g korunur: -gan/-gen; yaklaþma eki: +ga/+ge, +ka/+ke; zarf-fiil -gýnça/-ginçe (-e kadar, -inceye kadar) biçimindedir. Ýdil (Volga) Bulgarcasý. Ýdil ýrmaðý yöresinde devlet kuran ve X. yüzyýlda müslüman olan Ýdil Bulgarlarý’nýn dilinin Tuna Bulgarcasý ve bugünkü Çuvaþça gibi l/r Türkçe’si olduðu günümüze ulaþan mezar taþlarýndaki Arap harfli yazýlardan anlaþýlmaktadýr. Pek azý XIII. yüzyýlýn sonlarýna, çoðu XIV. yüzyýlýn ilk yarýsýna ait mezar taþlarý Tataristan, Çuvaþistan ve Baþkýrdistan topraklarýndaki eski mezarlýklarda bulunmuþtur. Bunlar Moðol istilâsý (1236) sonrasýna ait olduðundan daha önceye ait 250 yýllýk zamandakilerin Moðollar tarafýndan yok edildiði tahmin edilmektedir. Kuman-Kýpçak Türkçesi. Doðu Avrupa’da Karadeniz’in kuzeyindeki Kýpçak bozkýrýnda Altýn Orda Devleti topraklarýnda, ayrýca Mýsýr ve Suriye’de yazýlmýþ Türkçe eserlerin dilidir. Bu eserler üç gruptan oluþur: Kuman Türkçesi ile ve Gotik harfli iki defterden oluþan Codex Cumanicus (XIV. yüzyýl), Altýn Orda, Mýsýr ve Suriye’de ya-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

499


TÜRK

zýlmýþ Arap harfli eserler (XIV-XVII. yüzyýl), Kýrým’da Ermeni cemaatinin arþivlerinde kullandýklarý Ermeni harfli Kýpçakça metinler (1559-1664). Osmanlý Türkçesi. Osmanlý Devleti’nin hükümranlýðý boyunca resmî yazýþmalarda, edebî ve ilmî eserlerde kullanýlan yazý dilidir. Önceleri sade bir Türkçe iken zamanla çoðalan Arapça, Farsça kelime ve terkiplerin Türkçe cümle ve gramer yapýsýyla birleþmesi sonucunda ortaya çýkan yapay ve karma bir yazý dili olan Osmanlý Türkçesi üç devreye ayrýlýr: Eski Osmanlýca / Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XV. yüzyýl), klasik Osmanlýca (XVI-XIX. yüzyýl), yeni Osmanlýca (XIX. yüzyýlýn ortalarýndan XX. yüzyýlýn baþlarýna kadar). 3. Yeni Türkçe (bk. TÜRKÝYE [Dil]). C) Türk Dilinin Tasnifi. XI. yüzyýlda Kâþgarlý Mahmud, Türk lehçeleri hakkýnda bazý bilgiler verir. Türk dilinin tasnifi konusunda XIX. yüzyýldan bugüne kadar I. N. Berezin (1848), F. W. Radloff (1882-83, 1911), Korþ (1910), J. Németh (1917), A. N. Samoyloviç (1926), N. A. Baskakov (1952), M. Räsänen (1949, 1953), R. R. Arat (1953), J. Benzing (1953, 1959), K. H. Menges (1959), N. Yüce (1987), T. Tekin (1989) ve daha baþkalarý tarafýndan farklý ya da birbirine yakýn tasnif denemeleri yapýlmýþtýr. Gerek dil tarihi gerekse fonetik, morfolojik ve etnik özellikler bakýmýndan coðrafî konumlarýný da belirterek bugünkü Türk yazý dilinin gruplarýný ve alt birimlerini þöylece sýnýflandýrmak mümkündür: 1. Güneybatý (Oðuz) grubu Türk lehçeleri. Bu grubun tarihî dönemi Selçuklular ve Beylikler devrinde Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlýca’dýr. Bugünkü lehçeleri: Türkiye Türkçesi, Âzerî Türkçesi, Türkmence, Gagauzca; Irak Türkmenleri’nin lehçesi; Ýran’da Horasan Türkçesi, Fars bölgesinde Kaþkay Türkçesi, Kuzey Kýbrýs ve Balkan ülkelerindeki Türkçe aðýzlar. 2. Kuzeybatý (Kýpçak) grubu Türk lehçeleri. XIV. yüzyýlda Codex Cumanicus’taki Komanca, Mýsýr ve Suriye’deki Memlükler’in konuþtuðu Memlük Kýpçakçasý, Karadeniz’in kuzeyindeki Altýn Orda Kýpçakçasý bu grubun tarihî dönemini oluþturur. Kuzeybatý grubunun bugünkü lehçeleri þunlardýr: Tatarca, Kýrým Tatarcasý, Baþkýrtça, Karayca, Karaçayca, Balkarca, Kumukça, Nogayca, Kazakça, Karakalpakça ve Kýrgýzca. 3. Güneydoðu (Uygur) grubu Türk lehçeleri. Bu grubun tarihî yazý dilleri Eski Uygurca, Karahanlý ve Çaðatay Türkçesidir. Bugünkü lehçeleri Özbekçe, Yeni Uygurca, Sarý Uygurca ve Salarca’dýr. 4. Ku-

500

zeydoðu (Sibirya) grubu Türk lehçeleri. Doðu Sibirya’nýn güney kýsmýnda yer alan Türk lehçeleri Altayca, Hakasça, Tuvaca ve Þorca’dýr. 5. Yâkutça. Asya’nýn kuzeydoðusunda Rusya Federasyonu’na baðlý Yâkut (Saha) Özerk Cumhuriyeti’nde 510.000 kiþi tarafýndan konuþulur. Türk dilinin aslî uzun ünlülerini koruyan lehçelerinden biridir ve z/þ özelliðine sahiptir. Yâkutlar baþka kavimlerle karýþtýklarý için dilleri deðiþikliðe uðramýþtýr. Söz varlýðýnda % 32,5 Türkçe, % 26 Moðolca, % 5 Tunguzca ve Samoyedce, % 36,5 bilinmeyen ölü bir dilden alýnma kelimeler vardýr. 6. Bulgar grubu (Çuvaþça). Çuvaþ Özerk Cumhuriyeti’nde ve komþu ülkelerdeki bazý þehirlerde yaklaþýk 2 milyon kiþi tarafýndan konuþulur. Çuvaþça X. yüzyýlda müslüman olan Ýdil Bulgarlarý’nýn r/l özelliðindeki dilinin devamýdýr. 7. Halaçça. Türkçe’nin en eski bazý özelliklerini korumasý bakýmýndan önemlidir. Orta Ýran’da elli kadar köyde yaklaþýk 50.000 kiþi tarafýndan konuþulmaktadýr.

Dil ve Diyalektlerinin Yeni Bir Tasnifi”, Erdem, V/13, Ankara 1989, s. 129-139, 141-168; Þinasi Tekin, “Eski Türkçe”, TDEK, s. 142-192; F. S.

Hakimziyanov, Yazýk Epitafiy Voljskih Bulgar, Moskva 1978, s. 1-207; Mehmet Fuad Köprülü, Türk Edebiyatý Tarihi (haz. Orhan F. Köprülü – Nermin Tekin), Ýstanbul 1981, s. 198-206; a.mlf., “Çaðatay Edebiyatý”, ÝA, III, 270-323; J. Faensen, Sprachen in der UdSSR, Osnabrück 1983; Ali Fehmi Karamanlýoðlu, Kýpçak Türkçesi Grameri, Ankara 1994; Nuri Yüce, “Hârizm Türkçesi”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, V, 793-803; a.mlf., “Çuvaþlar”, TDAY Belleten 1994 (1996), s. 205-229; a.mlf., “Türk Dilinin Ural-Altay Dilleri Arasýndaki Yeri”, ÝA, XII/ 2, s. 445-456; a.mlf., “Türk Dili ve Lehçeleri”, a.e., XII/2, s. 468-530; a.mlf., “Oðuzca”, DÝA, XXXIII, 323-325; M. Erdal, A Grammar of Old Turkic, Leiden 2004; Timur Kocaoðlu, Karay: The Trakai Dialect, München 2006, s. 1-37; Türk Lehçeleri Grameri (ed. Ahmet B. Ercilasun), Ankara 2007; Ahmed Zeki Velidi [Togan], “Hârizm’de Yazýlmýþ Eski Türkçe Eserler”, TM, II (1928), s. 315-345; Abdülkadir Ýnan, “XIII-XIV. Yüzyýllarda Mýsýr’da Oðuz-Türkmen ve Kýpçak Lehçeleri ve ‘Hâlis Türkçe’”, TDAY Belleten (1953), s. 53-71; Reþit Rahmeti Arat, “Türk Þivelerinin Tasnifi”, TM, X (1953), s. 59-139; Necmettin Hacýeminoðlu, “Hüsrev ü Þîrîn”, DÝA, XIX, 56.

BÝBLÝYOGRAFYA :

Dîvânü lugåti’t-Türk (Dankoff), I-II; Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, I-III; Radloff, Versuch, I-IV; Doerfer, TMEN, I-IV; a.mlf., “Das Chorasantürkische”, TDAY Belleten 1977 (1978), s. 127205; a.mlf. v.dðr., Khalaj Materials, Bloomington 1971; Clauson, Dictionary; Zemahþerî, Mukaddimetü’l-edeb (haz. Nuri Yüce), Ankara 1988; Ebû Hayyân el-Endelüsî, Kitâbü’l-Ýdrâk (nþr. ve trc. Ahmet Caferoðlu), Ýstanbul 1931; V. Thomsen, “Déchiffrement des inscriptions de l’Orkhon et de l’Iénissei, notice préliminiaire”, Bulletin der Dänischen Akademie, Copenhague 1893, s. 285-299; J. Deny, Grammaire de la langue turque (dialecte Osmanli), Paris 1921; (Türkçesi: Ali Ulvi Elöve, Türk Dili Grameri: Osmanlý Lehçesi, Ýstanbul 1941); J. Németh, Die Inschriften des Schatzes von Nagy-Szent-Miklós, Budapest 1932, s. 1-85; K. Grönbech, Der türkische Sprachbau I, Kopenhagen 1936, s. 1-182; a.mlf, Codex Cumanicus, Kopenhagen 1936; Besim Atalay, Dîvânü lûgåt-it-Türk Dizini “Endeks”, Ankara 1943; J. Benzing, Einführung in das Studium der altaischen Philologie und der Turkologie, Wiesbaden 1953, s. 61-131; O. Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste und die Sprache der Protobulgaren, Wiesbaden 1955, 1-102; a.mlf., “Das Kiptschakische”, Ph.TF, I, 74-87; Ahmet Caferoðlu, Türk Dili Tarihi, Ýstanbul 1958-64, III; Ph.TF, I-II, tür.yer.; J. Eckmann, “Das Tschaghataische”, a.e., I, 138-160; A. von Gabain, “Die Sprache des Codex Cumanicus”, a.e., I, 46-73; a.mlf., Alttürkische Grammatik, Wiesbaden 1974, s. 9-41; Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, Ýstanbul 1962; J. R. Krueger, Yakut Manual, The Hague 1962; Saadet Çagatay, Türk Lehçeleri Örnekleri, Ankara 1963-64, I-II; A. Dilaçar, Türk Diline Genel Bir Bakýþ, Ankara 1964; Yazýki Naradov, SSSR II: Tyurskie Yazýki, Moskva 1966; Talât Tekin, Ana Türkçede Aslî Uzun Ünlüler, Ankara 1975; a.mlf., Tuna Bulgarlarý ve Dilleri, Ankara 1987, s. 12-42; a.mlf., “A New Classification of the Chuvash-Turkic Languages / Türk

ÿNuri Yüce

Âzerîler. Âzerî Türkçesi. Türkçe’nin Oðuz grubunda yer alan Batý Türkçesi’nin iki büyük kolundan biridir. Kafkasya’nýn bazý kýsýmlarý, Kuzey Azerbaycan, Ýran’ýn bazý bölgeleri, Doðu ve Güney Anadolu, Irak ve Suriye dolaylarýnda XIII. yüzyýldan sonra teþekkül etmeye baþlamýþtýr. Zamanla yazý dili þeklinde geliþen Oðuzca’nýn bu koluna Azerbaycan Cumhuriyeti’nin resmî dili olmasý dolayýsýyla Azerbaycan dili veya Azerbaycanca dendiði gibi Âzerî Türkçesi adý da verilmektedir. Âzerî Türkçesi’nde genellikle Arap alfabesi kullanýlmýþtýr. Ancak Kuzey Azerbaycan’da 1922’den itibaren kýsmen ortaya çýkan Latin harfleri, Bakü Türkoloji Kurultayý’nýn (1926) ardýndan 1929 yýlý baþlarýnda resmen kabul edilmiþse de 1939 yýlý sonlarýnda Sovyet etkisiyle Kiril alfabesine geçilmiþtir. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilânýndan sonra (1992) Latin alfabesi resmen yürürlüðe girmiþtir.

Azerbaycanlý bazý ilim adamlarý Âzerî Türkçesi’nin baþlangýcýný Oðuzlar’ýn bölgeye gelmesinden önceki dönemlere kadar götürseler de bu aslýnda Oðuzca’nýn yazý dili halini almasýndan evvel Horasan kültür çevresinde geçirdiði bir hazýrlýk devresi olarak kabul edilebilir. Günümüzdeki þekliyle Âzerî Türkçesi yazýlý eserlerini XIV. yüzyýldan itibaren vermeye baþlamýþtýr. Yazý dilinin aðýrlýk merkezini ilk yüzyýllarda Güney Azerbaycan (Tebriz) teþkil ederken 1813’ten sonraki Rus istilâsýnýn ardýndan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK Türkiye Türkçesi Latin alfabesi

Arap alfabesi

Kiril alfabesi (Son dönem)

Azerbaycan Latin alfabesi (1992’den sonra)

Aa

‫ א‬

Aa

Aa

Bb

\

Б б

Bb

Cc

[

Çç

=

Dd

o /T /R /1

E e (kapalý ve açýk e)

d / H‫ א‬/ d‫א‬ kapalý e

ч ч

Cc

dd

Dd

Çç

Ee Ee (kapalý e: É é) (kapalý e: É é)

ee

(açýk e )

V

O dp

e

W/‫א‬ (açýk e)

e

I

Ff

ч ч

(açýk e) Ff

Gg

t

Gg

Hh

Dz / ] (he, ha)

Hh

m (hý)

Xx

Xx

H / ‫א‬

Ýi

H / ‫א‬

ии

Jj

Ж ж

Jj

K k (kaf ve kef)

l (kaf)

gg

Qq

Q (kef)

Kk

Kk

Iý Ýi

Ll

<

лл

Mm

G

M

Nn

Hh

Nn

Oo

/ ‫א‬

Oo

Oo

Öö

‫ א‬/ ‫ א‬/ d / /

????

Öö

Pp

:

Pp

Pp

Rr

8

Pp

Rr

Ss

p /a / n

Cc

Ss

Þþ

q

ww

Þþ

M

Ll Mm

Tt

o/#

TT

Tt

Uu

z / ‫א‬

yy

Uu

Üü

/ ‫א‬

YY

Üü

Vv

BB

Vv

Yy

H

J j

Yy

Zz

i /T /k /R

Zz

Zz

Kuzey Azerbaycan’da Bakü, Tebriz’in yerini almýþtýr. Rus istilâsý ayrýca Güney ve Kuzey Azerbaycan arasýnda zamanla dil ve edebiyatta iz býrakan belli ölçüde kültür ayrýþmasýna yol açmýþtýr. Nitekim 1930’da Ýran’da Farsça’nýn tek resmî dil olarak kabul edilmesi üzerine ülkedeki Türkler bu tarihten sonra ana dilleriyle öðrenim göremedikleri gibi eser de yayýmlayamamýþtýr. 1979 Ýran Ýslâm devriminden sonra Âzerî Türkçesi’yle yayým izne baðlanmýþtýr (bu konuda geniþ bilgi için bk. Gökdað-Heyet, bibl.). Âzerî Türkçesi bugün Kuzey Azerbaycan, Gürcistan ve Kafkasya’da yaklaþýk 10 milyon, Ýran’da 20-25 milyon kiþi tarafýndan kullanýlmaktadýr. Âzerî Türkçesi’nin tarihî devreleri þu þekilde sýralanabilir: a) XIII. yüzyýl Batý Türk-

çesi içinde teþekkül dönemi; b) XIV-XVII. yüzyýllar yazý dili olarak geliþme dönemi; c) XVIII. yüzyýl ve XIX. yüzyýlýn birinci yarýsý mahallî özelliklerin dile geçiþi ve millî dilin oluþma süreci; d) XIX. yüzyýlýn ortalarýndan günümüze kadar modern Azerbaycan yazý dili dönemi. 1920’li yýllardan sonra standart yazý dili haline gelen Âzerî Türkçesi’nin bugünkü aðýzlarý þunlardý: 1. Doðu grubu (Kuba, Bakü, Þemâhî [Þemahý], Mugan bölgesi / Sâlyân, Lenkeran). 2. Batý grubu (Kazak, Karabað / Þuþa, Gence ve Ayrým boyu). 3. Kuzey grubu (Nuha / Þeki, Kutkaþen, Zakatala, Gah, Derbent). 4. Güney grubu (Nahcývan, Ordubâd, Tebriz, Urmiye, Erdebil, Hemedan). Bunlarýn dýþýnda Irak, Suriye, Doðu ve Güneydoðu Anadolu’nun bazý bölgeleriyle Ýran’da (Kaþkaylar, Aynalýlar gibi) Âzerî Türkçesi’nin çeþitli aðýzlarý kullanýlmaktadýr. Âzerî Türkçesi XX. yüzyýlýn baþlarýnda Türkiye Türkçesi’yle bütünleþme sürecine girmiþse de 1926-1927 yýllarýndan sonra Rus etkisiyle yeniden Azerbaycan aðýzlarýna dönülmüþtür. Ancak Sovyetler Birliði’nin daðýlmasý ve Türkiye’den yapýlan uydu yayýnlarý, Âzerî Türkçesi’nin yeniden Türkiye Türkçesi’yle bir yakýnlaþma dönemine girmesine kapý aralamýþ görünmektedir. Bugünkü Âzerî Türkçesi’nde otuz iki harf vardýr; bunlardan üçü Türkiye Türkçesi’nden farklýdýr: Kapalý e: “é”, art damak tonlu ünsüzü g: “q”, art damak tonsuz ünsüzü h ( m ): “x”. Türkiye Türkçesi’ndeki normal e sesi “«” ve k (kef) ön damak ünsüzü alýntý kelimeler hariç sadece ince ünlülerle birlikte kullanýlýr. Âzerî Türkçesi’nin Baþlýca Özellikleri Þunlardýr: a) Ses Bilgisi. 1. Arapça, Farsça

kelimelerde kýsa ünlüler inceltilir: sabr > s«br, Arab > «r«b, suhan > süx«n, sofra > sürfe. 2. Arapça “müfâale” kalýbýnda olan kelimeler “müfâile” þekline çevrilir: mükâleme > mukâlime, müsâdere > müsâdire. 3. Türkçe kelimelerdeki bütün ka’lar q veya x’ya dönüþür: ayak > ayax, bakýþ > baxýþ, korkak > qorxaq, karanlýk > qaranlýq. 4. v’den önce gelen a, e düz ünlüleri yuvarlaklaþýr: avuç > ovuc, av > ov, kavuþ- > qovuþ-, mevt > mövt, zevk > zövq. 5. Bazý Arapça kelimelerde kelime baþýndaki i sesi uzun bir kapalý e’ye çevrilir: i’tirâf > e’tirâf, i‘lân > e’lan, ihtiþam > ehtiþam; Farsça kelimelerde: piþe > péþe “iþ”. 6. b ~ m: Bazý kelimelerde ilk seste: ben > m«n, bin > min, boncuk > muncuk. 7. Kelime baþýnda p / b karýþýktýr: parmak / barmaq, boz- /poz-, balçýk / palçýq. 8. Bazý kelimelerde ilk seste g yerine k kullanýlýr: geç- > keç-, göç- > köç-, gönül > könül.

b) Þekil Bilgisi. 1. Ünlü ile biten isimlerin belirtme durumu -ný/-ni, -nu/-nü ekiyle yapýlýr: qapý-ný, ölü-nü, d«li-ni. 2. Özellikle Güney Azerbaycan aðýzlarýnda çoðul ikinci kiþi iyelik eki için -z kullanýlýr: eliniz > «livüz > «lüz, yüzünüz > üzüvüz > üzüz. 3. Ýsimden isim yapma eki +çý/+çu ünsüz uyumuna girmez: alverçi “tacir”, odunçu, yazýçý “yazar, kâtip”. Üçüncü sýra sayý sýfatlarý “-ýmcý/-imci, - umcu” ekleriyle yapýlýr: birimci, b«þimci, altýmcý, doqquzumcu. 4. “-çan/-ç«n, -yaçan/-y«ç«n” eklendiði kelimeye “e kadar” anlamý verir: öl«n«ç«n, n« vaqtaçan, g«l«n«ç«n, d«r«y«ç«n.

Türkiye Türkçesi’nden farklý olan baþlýca taký ve zarf yapýlarý þunlardýr: a) Takýlar: t«k, t«kin, kimi “gibi”; sarý “için, ötürü”; mahsus “ayrýca”; gabag “karþý”; axý “peki, ama”. b) Zarf yapýlarý. 1. -aký/-«ki: yanaký “bitiþik, yandan, yanda olarak”, ç«p«ki “çabukça, acele”, yanaþý “birlik, birlikte”, 2. -yana: dostyana “dostcasýna”, saymazyana “saymayarak, aldýrýþ etmeyerek”. 3. -c«k: köyn«kc«k “gömlekli halde”, sevinc«k “sevinçli olarak”. 4. -lýgda /-likd«, -lükd«: ikilikd« “ikili olarak”, ayrýlýxda, üçlükd« “üçlü halde”. Zaman zarflarý: Ýmdi “þimdi”, h«miþ« “her zaman”, haçan “ne zaman”, ha vaxt “ne zaman”, býldýr “geçen sene”, dünen “dün”, sabah “yarýn”, günorta “öðlen”, bayax “az önce”, qabaxca “önce”, haçandan haçana “ne zamandan ne zamana.” Ora-bura “oraya buraya”, hara “nereye”, yan “taraf, yön”, o tay “o taraf”, bu tay “bu taraf”, qýrax “kenar” ise Türkiye Türkçesi’nden farklý olarak kullanýlan yer zarflarýdýr (ayrýca bk. DÝA, XXXIII, 323-324). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ahmet Caferoðlu – G. Doerfer, “Das Aserbeidschanische”, Ph.TF, I, 280-309; Muharrem Ergin, Azerî Türkçesi, Ýstanbul 1971; Tofiq Hacýyev, XX. Esrin Evvellerinde Azerbaycan Edebi Dili, Baký 1976; a.mlf. – Kamil Veliyev, Azerbaycan Dili Tarihi, Baký 1983; Müasir Azerbaycan Dili, Baký 1978-81, I-III; Hesen Balýyev, Azerbaycan Dili, Baký 1982; Muhtar Hüseynzade, Müasir Azerbaycan Dili (III. Hisse: Morfologiya), Baký 1983; Efrasiyap Gemalmaz, Çaðdaþ Azerî Türkçesi Metinleri, Erzurum 1986; Nizami Hudiyev, Azerbaycan Edebi Dili Tarihi, Baký 1995; Gülþen Seyhan Alýþýk, “Azerbaycan Türkçesi”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XIX, 227243; Bilgehan A. Gökdað – M. Rýza Heyet, “Ýran Türklerinde Kimlik Meselesi”, Bilig, sy. 30, Ankara 2004, s. 51-84.

ÿ Yavuz Akpýnar

Âzerî Edebiyatý. Azerbaycan sözlü edebiyatý bir yandan Türkler’in tarih sahnesine çýkýþýna, diðer yandan Türkistan’da-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

501


TÜRK

ki genel Türk kültürüne, bu bölgelerdeki yazýlý edebiyat ise XIII. yüzyýldan itibaren Oðuzca yazý diline baðlýdýr. Baþlangýçta bu edebiyatýn yazýlý örnekleri Anadolu Türkçesi’yle ortaktý; XIV-XV. yüzyýllardan sonra ayrýþma baþlar. Azerbaycan edebiyatýnýn muhteva itibariyle Akkoyunlu, Karakoyunlu dönemlerinde kýsmen, Safevî döneminde ise daha belirgin þekilde Anadolu edebiyatýndan farklýlaþmaya baþladýðý görülmektedir. Ancak Dede Korkut hikâyeleri, Erzurumlu Darîr, Kadý Burhâneddin, Nesîmî, Habîbî, Hatâî gibi eser ve þahsiyetleri dönemin ortak edebiyatý içinde deðerlendirmek gerekir. Nitekim Nesîmî, Hatâî ve Fuzûlî’nin Anadolu ve Balkanlar’daki etkisi günümüzde de kendini hissettirmektedir. Hatta Nesîmî ve Hatâî, Azerbaycan’dan ziyade Anadolu ve Balkanlar’da özellikle Alevî ve Bektaþî çevrelerinde sevilerek okunmuþtur. Azerbaycan edebiyatý zengin bir halk edebiyatýna sahiptir. Eski Türk destanlarýnýn kalýntýlarýyla Dede Korkut ve Köroðlu hikâyeleri, Âþýk Garip, Kerem ile Aslý, Þah Ýsmâil gibi hikâyelerin ilk defa bu bölgede ortaya çýkmasý bu zenginliði gösterir. Bazý edebiyat tarihçileri Azerbaycan yazýlý edebiyatýnýn önce Arapça ve Farsça olarak baþladýðýný, Türk asýllý Nizâmî-i Gencevî, Katrân-ý Tebrîzî ve Hâkanî-i Þirvânî gibi isimlerin ilk þairleri olduðunu ileri sürer. Azerbaycan Türkçesi’yle yazýlan eserler söz konusu olduðunda XIII. yüzyýlýn sonu ile XIV. yüzyýlýn baþlarýnda yaþayan ve sadece iki Türkçe gazeli bulunan Hasanoðlu mahlaslý Þeyh Ýzzeddin Asfarayânî ilk þair sayýlabilir. Kadý Burhâneddin, Erzurumlu Darîr ve Nesîmî XIV. yüzyýlýn en önemli simalarýdýr. Hurûfîliði ile tanýnan Nesîmî Hatâî, Habîbî, Fuzûlî gibi birçok þairi etkilemiþtir. XV. yüzyýlda Karakoyunlu ve Akkoyunlu saraylarýnda birçok Âzerî þairi yetiþtiði gibi Karakoyunlu Cihan Þah, “Hakîkî” mahlasýyla Türkçe þiirler yazmýþtýr. Divan’ý ve tasavvufî mesnevileri ile Dede Ömer Rûþenî, Yûsuf u Züleyhâ adlý bir mesnevisi bulunan Hatâî ve Habîbî bu yüzyýlýn belli baþlý þairleridir. Þirvanþahlar ve Safevîler döneminde halk þairlerine önem verilmiþ, bunlarýn saraylarýnda Azerbaycan Türkçesi’yle eserler yazýlmýþtýr. “Hatâî” mahlasýyla hem klasik þiir hem halk þiiri tarzýnda manzumeler yazan Þah Ýsmâil’in Türkçe bir divaný, Dehnâme ve Nasîhatnâme adlý mesnevileri vardýr. Hece vezniyle sade ve etkili bir dille yazdýðý manzumelerinde Hurûfîliðin, Þiî-Alevî inançlarýnýn telkin edildiði görülür. Sahanýn ilk âþýðý olarak 502

bilinen Kurbânî de bu dönemde yaþamýþtýr. Kaçarlar devrinde âþýk edebiyatý daha da zenginleþerek olgunluk çaðýna kavuþmuþtur. XVI. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Azerbaycan edebiyatý Fuzûlî ile klasik döneme girmiþtir. Türkçe divaný, Leylâ vü Mecnûn adlý mesnevisi ve diðer eserleriyle Fuzûlî, Türk edebiyatýnýn her üç dairesinde (Osmanlý, Azerbaycan, Çaðatay) sevilerek okunmuþ büyük bir sanatkâr olduðu gibi XVIII. yüzyýlýn sonuna kadar bütün Azerbaycan þairlerini büyük ölçüde etkilemiþtir. XVII. yüzyýlýn en önemli þairleri arasýnda yer alan sebk-i Hindî üstadý Sâib-i Tebrîzî’nin on yedi Türkçe þiiri günümüze ulaþmýþtýr. Mesîhî’nin Varaka ve Gülþah, Dâm u Dâne, Zenbûr u Asel adlý mesnevilerinden son ikisi ele geçmemiþtir. Kavsî Tebrîzî mistik duygulardan çok dünyevî hazlar, canlý hayat sahneleriyle dolu gazellerini sade bir dille kaleme almýþtýr. Bu yüzyýlda bayatýlarýyla meþhur Sarý Âþýk ile iyi bir tahsil görmüþ olan ve adýna Abbas ile Gülgez adlý bir hikâye tertip edilen Tufarganlý Abbas gibi halk þairleri yetiþmiþtir. XVIII. yüzyýlda Azerbaycan Türkçesi bölgede ortak dil halinde kullanýlmýþ, Gürcü ve Ermeniler arasýnda Türk halk edebiyatý nevileri geniþ ölçüde yayýlmýþtýr. Miran ve Sayat Nova gibi Ermeni “aþug”larýn Türkçe þiirleri vardýr. Ayrýca Köroðlu gibi halk hikâyeleri, bazý âþýk þiirleri ve bayatýlar Ermeni ve Gürcü alfabeleriyle yazýya geçirilmiþtir. Bu yüzyýlýn bazý þairleri, hece ile aruzu birlikte kullanmak suretiyle hem klasik hem âþýk þiiri tarzýnda manzumeler yazarak Azerbaycan edebiyatýnýn karakteristik niteliklerinden birini ortaya koymuþtur. Nitekim Molla Penah Vakýf her iki þiir dairesini birleþtirip kendi adýyla anýlan bir edebî mektep oluþturmuþtur. Sade bir dille halk edebiyatý nazým þekillerine sadýk kalarak þiirler söyleyen çaðdaþý Vidâdî’nin Musîbetnâme adlý manzum eseri ahlâkî, içtimaî-siyasî bir taþlamadýr. XVIIIXIX. yüzyýllarda dinî mevzular, özellikle Kerbelâ Vak‘asý’na hasredilen mersiyecilik zengin bir mektep haline gelmiþtir. XIX. yüzyýlda yaþayan Derbendli Kumrî’nin mersiyeleri Þiî-Türk coðrafyasýnda ve Anadolu Alevîleri arasýnda Kumru Kitabý adýyla ün kazanmýþtýr. Nebâtî ile Doðu Anadolu ve Amasya civarýnda tanýnmýþ Karabaðlý Nigârî de önemli þairlerdendir. XVIII. yüzyýlda âþýk þiiri Hasta Kasým, Âþýk Valeh, Baba Þirvânî, Nigâristanlý Sâdýk, Âþýk Ertünü, Karacadaðlý, Þikeste Þîrin gibi temsilciler yetiþtirmiþtir. Bu yüzyýlda çoðu tercüme olmak üzere az sayýda mensur eser de kaleme alýnmýþtýr. Yazarý bilinmeyen,

halk diliyle yazýlmýþ Þeyh Safî Menkýbeleri’nde Azerbaycan nesir dilinin geliþtiði görülür. Bir halk hikâyesi olan Þehriyar Dastaný da nesir dilinin en güzel örneklerinden biridir. Modern Azerbaycan Edebiyatý. XVIII. yüzyýldan itibaren Osmanlý ve Ýran merkezî yönetiminin Azerbaycan’daki etkinliði azalmýþ, Nâdir Þah’tan sonra çeþitli baðýmsýz hanlýklar ortaya çýkmýþtýr. XIX. yüzyýl baþlarýnda Aras nehrinin kuzeyi Ruslar’ýn eline geçince 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençayý antlaþmalarýyla Azerbaycan, Rusya ve Ýran arasýnda ikiye bölünmüþtür. Bu sebeple edebiyat yavaþ yavaþ iki ayrý mektep haline gelmiþ, Güney Azerbaycan’da klasik edebiyat gittikçe zayýflayarak daha çok dinî içerikli eserler kaleme alýnmýþtýr. XIX. yüzyýlýn baþlangýcýna kadar Azerbaycan edebiyatýnýn merkezi olan Tebriz gerilerken önce Tiflis, daha sonra Bakü öne çýkmýþtýr. Güney çökmeye devam etmiþ, Kuzey Azerbaycan’da Türkiye ve Rusya’nýn etkisiyle Batý kültürüne yönelen modern bir edebiyat geliþmiþtir. Rus okullarýnda öðretmenlik yaparken Azerbaycan Türkçesi’nin ilk ders kitabý olan Müntehabât’ý Ý. Grigoryev’le birlikte yayýmlayan (1851) Mirza Þefî Vâzýh’ýn lirik þiirleriyle kazandýðý þöhret Rusya’yý aþarak Batý Avrupa’ya ulaþmýþtýr. General Ýsmail Bey Gutgaþýnlý’nýn kadýn haklarýný ve modern eðitimi ele aldýðý Reþid Bey ve Saadet Haným adlý hikâyesi 1835’te Varþova’da Fransýzca yayýmlandýðýndan yeni edebiyatýn geliþmesinde pek etkili olmasa da Azerbaycan’daki modernleþmenin vardýðý noktayý göstermesi bakýmýndan önem taþýr.

XIX. yüzyýlýn fikir hayatý ve modern edebiyat açýsýndan en önemli temsilcisi modern tiyatro yazarý, materyalist ve pozitivist düþüncelere sahip Mirza Feth Ali Ahundzâde’dir. 1850’de yazdýðý komedilerinden bazýlarýnýn basým iznini alamadýðýndan altý komedi ve Hikâyet-i Yûsuf Þah adlý eserleri 1959’da Temsîlât adýyla yayýmlanmýþtýr. Bu eserleriyle hem modern Azerbaycan edebiyatýnýn hem de yeni Azerbaycan nesir dilinin kurucusu sayýlýr. Ayrýca edebiyat nazariyesi, fikrî ve edebî tenkit konularýnda önemli makaleler yazmýþtýr. Klasik edebiyatýn zayýflayarak devam ettiði bu dönemde hezeliyyât tarzýndaki manzumelerin oldukça fazla olmasý dikkat çeker. Mersiyecilik sahasýnda da canlýlýk göze çarpar. Dâhil, Kumrî, Lâlî, Râcî, Dilsûz gibi þairler mersiyeleriyle; Bahâr Þirvânî, Ýsmâil Bey Nâkâm mesnevileriyle öne çýkar. Klasik edebiyatýn bu çaðdaki en

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

önemli temsilcisi Seyyid Azim Þirvânî, Farsça ve Türkçe þiirler yanýnda Türkiye, Ýran ve Azerbaycan þairleri hakkýnda bir tezkire yazmýþ, Ekinçi ve Keþkül gazetelerindeki yazýlarýyla modernleþme hareketlerini desteklemiþtir. Âþýk þiiri bu asýrda büyük canlýlýk kazanmýþtýr. Dönemin en iyi þairlerinden olan Kasým Bey Zâkir oldukça sade dille ve realist bir üslûpla lirik ve samimi manzumeler, sosyal, siyasal, ahlâkî içerikli sert eleþtiri þiirleri yazmýþtýr. Âþýk Hüseyin, Âþýk Hasan, Âþýk Nevrûz, Âþýk Abbas, Âþýk Rýzâ, Bayatlý Abbas, Zeðenli Abbas ve ünü Azerbaycan’ýn dýþýna taþan Âþýk Ali Asker (Elesger) bu dönemin belli baþlý isimleridir. Modern edebiyatýn temsilcilerinden Necef Bey Vezirli Müsibet-i Fahreddin (trajedi), Abdürrahim Bey Hakverdili Aða Mehemmed Þah Kaçar (tarihî dram), Sultan Mecid Ganîzâde Mektûbât-ý Þeydâ Bey Þirvânî (roman) adlý eserleriyle yeni edebî türlerin ilk örneklerini vermiþtir. Neriman Nerimanof da dramlarý, Bahadýr ve Sona adlý romanýyla modern edebiyatçýlar arasýnda önemli bir yere sahiptir. XIX. yüzyýlýn son çeyreðinden itibaren basýn hayatý canlanmýþ, sadece Azerbaycan’ýn deðil Rusya müslümanlarýnýn da ilk gazetesi olan Ekinçi 1875’te Bakü’de Hasanbey Melikzâde Zerdâbî tarafýndan çýkarýlmýþtýr. Tiflis’te Ziyâ (1879-1880), Ziyâ-yý Kavkaz (1880-1884) gazeteleri neþredilmiþtir. Celâl Ünsîzâde’nin yayýmladýðý Keþkül (önce dergi, sonra gazete olarak 1883-1891) diðerlerine göre edebiyata daha çok yer vermiþtir. Mehmet Aða Þahtahtlý’nýn Þark-i Rus gazetesi (Tiflis, 19031905) bunlardan daha fazla Rusya müslümanlarýna sayfalarýný açmýþ ve geniþ bir coðrafyada okunmuþtur. Gaspýralý Ýsmâil’in Tercüman gazetesi, Azerbaycan Türkleri arasýnda modern fikir ve eðitim faaliyetlerinin geliþmesinde çok etkili olmuþtur. 1905 Rus Meþrutiyeti’nin ardýndan hürriyet ortamýnda millî basýn üzerindeki sansür kýsa bir zaman için kalkmýþ, millî ve dinî cemiyetler kurulmuþ, yeni gazete ve dergiler yayýmlanmýþtýr. 1908’de II. Meþrutiyet’ten sonra Ýstanbul’da ortaya çýkan fikir ve hürriyet atmosferi de Rusya Türkleri’ni büyük ölçüde etkilemiþtir. Özellikle Türkiye’de öðrenim gören Azerbaycan aydýnlarýnýn bu etkiyi daha da geniþletmesiyle 1905-1918 yýllarý arasýnda Azerbaycan’da Hayat, Ýrþat, Füyûzât, Terakki, Ýttifak, Molla Nasreddin, Yeni Füyuzat, Güneþ, Mektep, Açýk Söz, Dirilik, Taze Hayat, Yeni Ýrþat, Seda, Sedâ-yý Vatan, Basiret, Þelâle gibi gazete ve dergi-

ler yayýmlanmýþ, bu arada kitap neþri de artmýþtýr. Türkiye’deki Ýslâmcýlýk-Türkçülük akýmýnýn Kafkasya’daki temsilcileri olan Aðaoðlu Ahmet ve Hüseyinzâde Ali modernleþme hareketlerine yeni bir ivme kazandýrarak bölgeyi dýþ dünyaya açmýþtýr. Hayat ve Füyûzât’taki makaleleriyle hem fikir hayatýnýn hem modern edebiyatýn geliþmesinde önemli rol oynayan Hüseyinzâde Ali, Ýslâm-Türk medeniyetinin parlak dönemleri ve þahsiyetlerini, Tanzimat ve Meþrutiyet devri Türk fikir ve edebiyatýný, Avrupa felsefesi ve edebiyatýný, Türklük, Müslümanlýk, Avrupalýlýk þeklinde ifade ettiði bir senteze kavuþturmak için çalýþmýþtýr. Böylece bir yandan Azerbaycan muhiti üzerindeki Rus etkisinin zayýflamasýný saðlayarak millî romantik edebiyat cereyanýnýn temelini atarken diðer yandan Gaspýralý Ýsmâil’in de etkisiyle ÝslâmTürk dünyasý için bilim ve edebiyat dilinin Ýstanbul Türkçesi olmasý gerektiðini savunmuþ, Azerbaycan Türkleri’nin de bu Türkçe ile yazmalarýný tavsiye etmiþtir. Bu edebiyat ve dil anlayýþýný baþta Muhammed Hâdi, Hüseyin Câvid, Ahmed Cevat, Abdulla Þâik gibi þair ve yazarlar olmak üzere Aðaoðlu Ahmet, Mehmed Emin Resulzâde gibi siyasî þahsiyetler de benimsemiþtir. Azerbaycan edebiyatýnda ilk defa vatan, millet, hürriyet gibi kavramlarý Muhammed Hâdi romantik bir bakýþ açýsýyla, Mirza Ali Ekber (Elekber) Sâbir ise oldukça etkili satirik bir dille iþlemiþ, Ali Abbas Müznib, Ýbrâhim Tâhir, Ahmed Cevat Hâdi’yi daha sade bir dile yazarak takip etmiþtir. Sovyet döneminden sonra Türkiye’ye kaçan ve ateþli anti-komünist, milliyetçi þiirleriyle tanýnan Elmas Yýldýrým’ý da bu grubun içinde saymak gerekir. Millî, romantik ve hümanist edebiyatýn önde gelen temsilcisi Hüseyin Câvid ayný zamanda þiirleri ve manzum piyesleriyle devrin en büyük þair ve dramaturgudur. Bahar Þebnemleri, Geçmiþ Günler adlý þiir kitaplarý; Uçurum, Ýblis, Þeyh San’an, Topal Timur, Siyavuþ, Peygamber, Ýblisin Ýntikamý gibi manzum piyesleriyle Sovyet döneminde de etkisini sürdürmüþtür. Özellikle Bolþevik ihtilâlcilerinin insanlýðýn kurtarýcýsý þeklinde idealleþtirildiði bir dönemde büyük bir cesaretle Peygamber dramýný yazýp Hz. Muhammed’i döneminde ýþýk yayan önder ve insanlýðýn kurtarýcýsý olarak tasvir etmiþ, bu dramý ve Âzer adlý manzum eseriyle komünist ideolojiyi de eleþtirmiþtir. 1918 istiklâlini ve Türkiye-Azerbaycan kardeþliðini anlattýðý heyecanlý þiirleriyle tanýnan, “Çýrpýnýr-

dýn Karadeniz bakýp Türk’ün bayraðýna” adlý ünlü þarkýnýn güfte yazarý Ahmed Cevat, Dalga ve Koþma adlý kitaplarýyla millî edebiyat cereyanýnýn temsilcisidir. Mehmed Emin Resulzâde tarafýndan 1915’te Bakü’de çýkarýlan Açýksöz gazetesi Türkleþmek, Ýslâmlaþmak, muasýrlaþmak düþüncesini savunarak Azerbaycan’ý istiklâle hazýrlamýþtýr. Arkadaþlarýyla kurduðu Müsâvat Partisi, Türkiye’nin de yardýmý ile 28 Mayýs 1918’de Azerbaycan’ýn baðýmsýzlýðýný elde etmesinde büyük rol oynamýþ, fikir ve edebiyat hayatýnda Türkiye’nin etkisi iyice arttýðý gibi millî romantik edebiyat anlayýþý güçlenmiþtir. Önderliðini Celil Mehmedkuluzâde’nin yaptýðý, Molla Nasreddin mizah dergisi etrafýnda toplanan aydýnlarýn oluþturduðu realist demokratik bir edebiyat ekolü de vardýr. Siyasal, sosyal, ahlâkî içerikli satirik yazýlarý, Ölüler, Anamýn Kitabý, Danabaþ Kendinin Mektebi gibi piyesleri ve küçük hikâyeleriyle Sovyet öncesi ve sonrasý realist, demokrat Azerbaycan edebiyatýnýn en etkili ve sevilen yazarlarýndan biri Celil’dir. Bu ekol içinde sayýlsa da aslýnda baðýmsýz bir þahsiyet olarak deðerlendirilmesi gereken þair M. Alekber Sâbir, satirik-realist þiirleriyle halký derinden etkilemiþtir. Modern Azerbaycan þiirinin temellerini atan Sâbir’in Ýran, Türkiye, Tataristan ve Türkistan’da ilgiyle karþýlanan þiirleri ölümünden sonra Hophopnâme adýyla basýlmýþtýr. Onun yolundan giden birçok þair arasýnda en meþhuru Mirza Eli Möciz’dir. Sovyet döneminde tiyatro eserleriyle büyük baþarýya ulaþmasýna raðmen rejimin þiddetli baskýlarýna mâruz kalarak genç yaþta hapiste ölen Câfer Cebbarlý, Azerbaycan tiyatrosuna Edirne Fethi, Trablus Muharebesi, Bakü Muharebesi gibi piyesler; Solgun Çiçekler, Aydýn, Nasreddin Þah, Od Gelini, Sevil gibi sosyal ve tarihsel konularý ele aldýðý kuvvetli dram eserleri kazandýrmýþtýr. Kýz Kalesi adlý manzum hikâyesi meþhurdur. Fikir ve siyaset hayatýna gazetecilikle baþlayan Üzeyir Hacýbeyli Leylâ vü Mecnûn, O Olmasýn Bu Olsun (Meþhedî Ýbad), Arþýn Mal Alan, Köroðlu gibi operet ve operalarýyla dünya çapýnda þöhrete kavuþmuþ bir sanatçýdýr. Birkaç nesli öðretmenlik, didaktik þiirler ve yazdýðý ders kitaplarýyla eðiten Abdullah Saik ayný zamanda Asrýmýzýn Kahramaný, Ýblisin Huzurunda, Ýdeal Ýnsanlýk gibi eserleriyle tanýnmýþtýr. 1920’de Sovyet yönetiminin kurulmasýndan sonra Azerbaycan edebiyatýnda sosyalist-komünist içerikli ideolojik eser-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

503


TÜRK

ler gittikçe çoðalmýþtýr. Bu tarihe kadar maarif ve medeniyet sahasýndaki bütün birikim burjuva eseri diye ortadan kaldýrýlmýþ veya yok sayýlmýþtýr. Yazarlar komünist Rus edebiyatýný örnek alýp eserler yazmaya zorlanmýþ, böylece sosyalist realizmine dayanan güdümlü bir edebiyat oluþmuþtur. 1930-1945 yýllarý arasýnda iþlenen konularýn en yaygýný II. Dünya Savaþý’dýr. Resul Rýzâ, Samed Vurgun, Süleyman Rüstem, Mehmed Rahim, Ahmed Cemil, Osman Sarývelli, Mikâil Müþfik gibi þairler bu dönemde en olgun eserlerini vermiþtir. M. Said Ordubadî, Abdulla Þaik, Süleymani Sâni Ahundof, Seyid Hüseyin, Yusuf Vezir Çemenzeminli, H. Mehdi, Mir Celâl, Mirza Ýbrahimof hikâye ve romanda; Samed Vurgun, Sabit Rahman, Ýlyas Efendiyef, Z. Halil, M. Ýbrahimof tiyatroda öne çýkan isimlerdir. 1945-1954 arasýnda þiirde Aliaða Vahid, Bahtiyar Vahabzâde, H. Hüseynizade (Hüseyin Ârif), Nebi Hezri Babayef, Mirvarid Dilbazi, Nigâr Refibeyli, Ý. Gabil, K. Kasýmzâde, E. Kürçaylý, Ali Kerim, Ýslâm Seferli; hikâye ve romanda Manaf Süleymanof, Hasan Seyidbeyli, Salam Gadirzâde, Yusif Azimzâde, Ali Veliyev, S. Rahimof, Bayram Bayramof, Azize Câferzâde; tiyatroda Sabit Rahman, C. Mecnunbeyov, Settar Ahundov, Ýlyas Efendiyev, Enver Mehmedhanlý, Þýhali Gurbanof gibi þairler yetiþmiþtir. Stalin’in ölümünden (1953) sonra XX. Komünist Partisi Kurultayý’nda alýnan kararlar edebiyat ve sanat hayatýný belli ölçüde kýþla sosyalizmi anlayýþýndan uzaklaþtýrmýþ, önce Rus edebiyatýnda görülen deðiþiklikler 1960’lý yýllarýn baþýndan itibaren Azerbaycan edebiyatýnda da kendini göstermiþtir. Katý ideolojik yaklaþýmlar, sýnýf çatýþmasýna dayalý þablon eserler arka plana çekilerek bir dereceye kadar demokrat, liberal yaklaþýmlar sonucunda edebiyatta yeniden insana, cemiyete dönüþ, millî konulara yönelme hareketi baþlamýþtýr. 1980’li yýllarýn sonlarýnda Gorbaçov döneminde daha da geniþleyen bu açýlým nihayet 1991’de Sovyetler Birliði’nin daðýlmasýnýn ardýndan Azerbaycan edebiyatýnda dünya ile bütünleþme yolunda önemli geliþmelere yol açmýþtýr. 1960-2000’li yýllar arasýndaki edebiyattan kýsaca söz etmek zordur. Çünkü bu devir çok renkli, sanatkârlara göre bir hayli deðiþiklik gösteren zengin bir yelpazeye sahiptir. Bu dönemde genel edebî cereyanlardan çok ayrý ayrý sanatçýlardan, farklý üslûplardan, hayata, cemiyete, insana farklý yaklaþýmlardan, millî problemlere yönelmeden söz edilebilir. Bunlar arasýnda öne çýkan sa504

natçýlar þunlardýr: Þiirde Memmed Araz, Memmed Ýsmayýl, Halil Rýza Ulutürk, Abbas Abdulla, Sabir Rüstemhanlý, Nusret Kesemenli, Fikret Goca, Fikret Sadýk, Mûsâ Yâkub, Neriman Hasanzâde, Ramiz Rövþen, Vakif Samedoðlu, Vakif Bayatlý, Elekber Salahzâde, Rüstem Behrudi; hikâye ve romanda Ferman Kerimzâde, Ýsmail Þýhlý, Îsâ Hüseyinov (Muðanna), Anar, Elçin, Ekrem Eylisli, Ýsi Melikzâde, Sabir Ahmedov, Sabir Âzerî, Çingiz Hüseyinov, Rüstem ve Maksut Ýbrahimbeyov kardeþler, Yusif Samedoðlu, Mevlüd Süleymanlý; tiyatroda Ýlyas Efendiyev, Altay Memmedov. Kuzey ve Güney Azerbaycan edebiyatýnda dikkati çeken bir özellik de daha çok II. Dünya Savaþý sýrasýnda Sovyet ordularýnýn Ýran-Güney Azerbaycan’ý istilâsý sýrasýnda Moskova yönetiminin siyasî menfaatler uðruna izin verdiði, fakat daha sonra millî bir ideale bürünen ve artýk “cenup mevzuu” olarak adlandýrýlan Güney Azerbaycan probleminin yaygýn biçimde iþlenmesidir. Bu ideal Ýran’daki Türkler’in millî, demokratik haklarý, sosyal, siyasal, ekonomik hayatýyla ilgili olduðu gibi Kuzey ve Güney Azerbaycan’ýn birleþtirilmesi gibi millî bir hedefe de yöneliktir. Sovyet döneminde bu ideali þiirde Memmed Rahim, Süleyman Rüstem, Osman Sarývelli, B. Vahabzâde, Mehemmed Hüseyin Þehriyâr, Bulud Karaçorlu Sehend gibi þairler; hikâye ve romanda Mirza Ýbrahimof, Enver Memmedhanlý, Penahî Makûlu, Hamid Mehemmedzâde; tiyatroda Ýlyas Efendiyef gibi þahsiyetler ele almýþlardýr. Bu konu günümüz edebiyatýnda daha serbest ve canlý biçimde iþlenmektedir. XX. yüzyýl Güney Azerbaycan edebiyatý hakkýndaki bilgiler Kuzey Azerbaycan’a nisbetle çok daha az ve yetersizdir. 1925’te Ýran’ýn bir Türk devleti olma özelliðini kaybetmesi, ülkede Türk dilinin yasaklanmasý, siyasal ve kültürel baskýlarýn 1979’a kadar bütün þiddetiyle devam etmesi yazýlý edebiyatý iyice zayýflatmýþtýr; ancak halk edebiyatý ve folklor her zaman zengin ve canlý kalmýþtýr. Ýran Ýslâm Cumhuriyeti’nde yasaklarýn kýsmen hafifletilmesi, izinle de olsa Türkçe kitap ve süreli yayýnlarýn basýlmasý edebiyatý önemli ölçüde canlandýrmýþtýr. Bunda Dr. Cevad Heyet’in yayýmladýðý ve yayýný otuz yýldan beri devam eden Varlýk dergisi ve benzeri yayýnlarýn önemli rolü olmuþtur (bk. Bilgehan A. Gökdað – M. Rýza Heyet, sy. 30 [2004], s. 51-84). Dâniþmendân-ý Â×erbâycân adlý Farsça tezkiresinde belli baþlý kaynaklardan hareketle Âzerî sanatkârlarý hakkýnda verilen bilgileri bir araya getiren Muhammed Ali Terbiyet,

Güney Azerbaycan’daki fikir ve edebiyat hayatýnýn çerçevesini çizmiþtir. XX. yüzyýl baþlarýnda Mirza Eli Möciz, Habib Sahir, Said Selmasî, E’timad gibi þahsiyetlerden sonra Tebrizli Ali, Bulud Karaçorlu Sehend, Samed Behrengi, Abbas Bariz, Kerîmî, Mehemmed Bîriya, Hâmid Nutki, Sönmez, Savalan ve özellikle Þehriyâr Güney Azerbaycan’da yetiþen en önemli edebî þahsiyetler arasýnda sayýlabilir. Þehriyâr’ýn “Heyder Babaya Selâm” adlý uzun manzumeleri Ýran, Türkiye, Irak ve Kuzey Azerbaycan gibi ülkelerde çok büyük ilgi görmüþ, Türk coðrafyasýnda çeþitli nazîreleri yazýlmýþtýr. Uzun zamandan beri kuvvetli bir eser vermemiþ olan Güney Azerbaycan edebiyatý Þehriyâr ve Sehend’le canlanýp en yüksek seviyesine eriþmiþtir. Yakýn dönem Güney Azerbaycan edebiyatýnda eski þiir gelenekleri bazý þeklî özelliklerini korusa da artýk realist, lirik, sosyal-siyasal problemlere ve insanýn iç dünyasýna açýk yeni bir þiir anlayýþý ortaya çýkmaya baþlamýþtýr. Günümüz Güney Azerbaycan edebiyatçýlarý, bir yandan eski Doðu edebiyatýndan beslenirken diðer yandan Avrupa’daki göçmen edebî þahsiyetler vasýtasýyla Batý edebiyat geleneklerini, Kuzey Azerbaycan ve Türkiye’deki çok yönlü cereyanlarý yakýndan takip etmektedir. Bu bölgedeki âþýk þiiri ve folklor yaratýcýlýðý da yaygýnlýðýný ve gücünü hâlâ korumaktadýr. Türkiye’de M. Fuad Köprülü, Ýsmail Hikmet Ertaylan bir yana býrakýlýrsa 1920’-den 1980’li yýllara kadar Azerbaycan edebiyatýný tanýtan daha çok Azerbaycanlý mülteciler olmuþtur. Bunlar arasýnda Mehmed Emin Resulzâde, Mirza Bala, Vahab Yurtsever, Ahmet Caferoðlu, Turhan Genceî, Selim Refik Refioðlu, Hüseyin Baykara, Haver Aslan gibi isimlerçeþitli neþirler yapmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Yusuf Bey Vezirof (Yusuf Vezir Çemenzeminli), Azerbaycan Edebiyatýna Bir Nazar, Ýstanbul 1337; Feridun Bey Köçerli, Azerbaycan Edebiyatý Tarihi Materyallarý, Bakü 1925-26, I-II (bu eserin yeni baskýsý: Azerbaycan Edebiyatý [haz. Rugiyye Genbergýzý], Bakü 1978-81, I-II); M. Fuad Köprülü, Âzerî Edebiyatýna Ait Tedkikler, Bakü 1926; a.mlf., “Âzerî”, ÝA, II, 129-151; Salman Mümtaz, Él Þairleri, Bakü 1927-28, I-II; a.mlf., Azerbaycan Edebiyatýnýn Kaynaklarý (haz. Rasim Taðýyev), Bakü 1986 (bu eserin içinde Selman Mümtaz’ýn “Azerbaycan Edebiyatý” baþlýðý altýnda yayýmladýðý on altý kitapçýk da vardýr); Ýsmail Hikmet [Ertaylan], Azerbaycan Edebiyatý Tarihi, Bakü 1928, I-II; Bekir Çobanzade, Azerî Edebiyatýnýn Yeni Devri, Bakü 1936; Ahmet Caferoðlu, Azerbaycan, Ýstanbul 1940; a.mlf., Azerbaycan Dil ve Edebiyatýnýn Dönüm Noktalarý, Ankara 1953; a.mlf., “Die Aserbeidschanische Literatur”, Ph.TF,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK II, 635-699; a.mlf., “Modern Azerbaycan Edebiyatýna Toplu Bir Bakýþ”, AYB, IV/37 (1954), s. 40-48; Mehmet Emin Resulzâde, Çaðdaþ Azerbaycan Edebiyatý, Ankara 1950; Hamit Araslý, XVII.-XVIII. Esr Azerbaycan Edebiyatý Tarihi, Bakü 1956; a.mlf., Azerbaycan Edebiyatý: Tarihi ve Problemleri, Bakü 1998; Azerbaycan Edebiyatý Tarihi, Bakü 1957-60, I-III; Feyzulla Gasýmzade, XIX. Esr Azerbaycan Edebiyatý Tarihi, Bakü 1966; Hüseyin Baykara, Azerbaycan’da Yenileþme Hareketleri, Ankara 1966; Azerbaycan Sovet Edebiyatý (ed. M. Arif), Bakü 1967, I-II; Ce-

vat Hey’et, Azerbaycan Edebiyat Tarihine Bir Bakýþ, Tahran 1358-69, I-II; a.mlf., Azerbaycan Þifahî Halk Edebiyatý, Tahran 1367; Elyar Seferli – Helil Yusifov, Gedim ve Orta Eserler Azerbaycan Edebiyatý, Bakü 1982; Azerbaycan Sovet Edebiyatý (ed. E. M. Aðayev), Bakü 1988; Yavuz Akpýnar, Azerî Edebiyatý Araþtýrmalarý, Ýstanbul 1994; a.mlf., “Azerî Edebiyatý”, TDEA, I, 258-264; Mir Celal – Firidun Hüseynov, Örneklerle XX. Asýr Azerbaycan Edebiyatý (haz. Kemal Yavuz – Erol Ülgen), Ýstanbul 2000; C. Abdullayev v.dðr., Müasir Azerbaycan Edebiyatý, Bakü 2007, I-II; Bilgehan A. Gökdað – M. Rýza Heyet, “Ýran Türklerinde Kimlik Meselesi”, Bilig, sy. 30, Ankara 2004, s. 51-84.

ÿYavuz Akpýnar

Baþkýrtlar-Tatarlar. Dil ve Edebiyat. Baþkýrt Dili. Rusya Federasyonu’na baðlý Baþ-

kýrdistan Cumhuriyeti’nin Rusça’nýn yanýnda ikinci resmî dili olan Baþkýrtça, Türk dilinin kuzeybatý kolunun Kuman-Kýpçak grubundandýr. Kökleri Ýdil Bulgarlarý’na kadar uzanýr. Baþkýrtça bugün yaklaþýk 1,8 milyon kiþi tarafýndan konuþulmaktadýr. Söz varlýðý ve dil bilgisi bakýmýndan bazý morfolojik ve fonetik farklýlýklar dýþýnda Tatarca’ya çok yakýndýr. Alfabesinde dokuz ünlü ve yirmi altý ünsüz, Rusça kelimelerin yazýmýnda kullanýlan yedi ayrý iþaretle birlikte kýrk iki harf bulunmaktadýr. Baþkýrtça’da -lar/-ler’den baþka -tar/-ter, -dar/ -der, -zar/-zer ekleri de çoðul eki olarak kullanýlýr. Yaklaþma dýþýndaki durum ekleri de çok þekillidir. Baþlýca ses özellikleri þunlardýr: 1. Türkiye Türkçesi’ndeki o ünlüsü u’ya, ö ü’ye; u ünlüsü o’ya, ü ö’ye döner: un “on”, yul “yol”, hüz “söz”; koþ “kuþ”, kön “gün”. 2. Ýlk hecedeki e Baþkýrtça’da i olur: timir “demir”, min “ben”, hin “sen”. 3. s’ler h olur: hýyýr “sýðýr”, alhýn “alsýn”, birihi “birisi”. 4. Türkçe kelimelerdeki z’ler peltek z (c) olduðu gibi Arapça ve Farsça’dan alýnmýþ kelimelerde birçok d ile bazý z’ler de peltek z olur: äzabiyat “edebiyat”, äzip “edip”. 5. Baþkýrtça’nýn önde gelen özelliklerinden biri de ç’lerin s olmasýdýr: ös “üç”, sýkmak “çýkmak”, asýk “açýk”. 6. Kelime baþýndaki d’ler t olmuþtur: tuðýz “dokuz”, tuymak “duymak” (Þayhulov, s. 1035-1046). Doðu, güney ve kuzeybatý aðýzlarý, bunlarýn da alt gruplarý olmakla birlikte çaðdaþ Baþkýrt yazý dili doðu (Ku-

vakan) ve güney (Yurmatý) aðýzlarýndan meydana gelir. T. Baiþev (Baþkirskie dialektý i ýh otneþenii k literaturnomu yazýku, Moskova 1955), N. Maksutova (Dialektologiçeskiy atlas, Ufa 1983, Obraztsý narodnoy reçi Baþkir, Ufa 1988, Baþkirskýe govor, Ufa 1996), N. Ýþbulatov (Baþkort dialektologiyahý, I-II, Ufa 1979-1980), S. Mirjanova (Yujnýy dialekt baþkirskogo yazýka, Moskova 1979, Severo-zapodniy dialekt baþkirskogo yazýka, Moskova 1991), K. Ahmerov (Orfografiçeskogo slovarya baþkirskogo literaturnogo yazýka, Ufa 1952), Ý. Galyautdinov (Baþkort edebi tilinin tarihi, Ufa 1993) ve Z. Uraksin (Rossko-baþkirskiy frazeologiçeskiy slovar, Moskova 1989) Baþkýrt dili üzerine çalýþan bilim adamlarýndan bazýlarýdýr.

Kiril harflerine göre düzenlenmiþ otuz dokuz harfli ilk alfabe Bukvar dlya Baþkir adýyla 1892 ve 1898 yýllarýnda Orenburg’da yayýmlanmýþ, ardýndan 2500 kelimelik ilk sözlükle 1900 kelimelik ikinci sözlük neþredilmiþtir (Orenburg 1898, 1900). 1907’de A. G. Bessenov, kýrk bir Kiril harfinden oluþan yeni bir alfabe hazýrlayarak Bukvar dlya Baþkir adýyla bastýrmýþtýr (Kazan 1907). Ünlü Türkolog Nikolay F. Katanov, Baþkýrtlar’ýn yoðun biçimde yaþadýðý Belebey ve Minzele bölgelerine yaptýðý geziler 1899 yýlýnda sonunda Azbuka dlya baþkýrskogo yazýka adýyla otuz üç harflik yeni bir alfabe düzenlemiþtir. Baþkýrtlar’ý hýristiyanlaþtýrmak için doðu ve güney lehçelerine göre hazýrlanan ilk Ýncil tercümesi 1902’de Kazan’da bu alfabeyle yayýmlanmýþtýr. Kazan Üniversitesi Týp Fakültesi öðrencisi iken muhtemelen misyonerlerle tanýþarak dinini ve adýný Mstislav Aleksandroviç Kulaev olarak deðiþtiren Muhammed Kulaev, Baþkýrtça üzerine ilk araþtýrma yapan bilim adamlarýndan biridir. Katanov’la birlikte Sterlitamak, Orsk, Katay, Karagay-Kýpçak bölgelerine seyahatler yaparak Baþkýrt þarký, hikâye, atasözü ve efsanelerini toplayýp Rusça’ya tercüme etmiþlerdir. Ayrýca Kiril harfleriyle Baþkýrtça otuz dört harflik ilk alfabe kitabýný (Osnový zvukopraiznoþeniya i azbuka dlya baþkir) bastýrmýþtýr (Kazan 1912, 1919). Baþkýrtça yazý dili 1924’te Ufa’da çýkan Baþkortostan adlý günlük gazete ile Tatarca’dan ayrýlarak yeni bir kimlik kazanmýþ, Bilim (1924), Sesan (1927) gibi yayýn organlarý da bu yeni yazý dilinin geliþmesine katkýda bulunmuþtur. Bunlarý Baþkýrtça yazýlan otuz dört okul kitabý, tiyatro eserleri ve Rusça’dan yapýlan tercümeler takip etmiþtir. Ancak imlâ problemi çö-

zülemediðinden bu kitaplarýn bir kýsmý doðu ve güney bölgelerinin aðýzlarýyla, bir kýsmý Tatarca basýlmýþtýr. 1923’te toplanan imlâ komisyonu Baþkýrtlar için ayrý bir Arap alfabesi hazýrlamýþ, bu alfabe Ocak 1924’te Yaný Yul adlý dergide basýlarak yürürlüðe girmiþtir. N. Tagirov doðu aðzýnýn ilk sözlüðünü yayýmlamýþtýr (Baþkort Lügati, 1926). 1920-1940 yýllarý arasýnda Baþkýrt bölgelerine on beþ ilmî gezi düzenlenerek aðýzlar / lehçeler üzerine ayrýntýlý çalýþmalar yapýlmýþtýr. Baþkýrtlar 1928 yýlýna kadar Arap, 1940 yýlýna kadar Latin, 1940 yýlýndan itibaren Kiril harflerini kullanmýþtýr. Baþkýrtça Baþkýrdistan, Tataristan, Komi, Yakut cumhuriyetleri, Perm, Samara, Orenburg, Kurgan, Tümen, Çelyabinsk ve Çitin bölgelerinde, ayrýca bazý eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði ülkelerinde konuþulur. 2002 yýlýnda yapýlan nüfus sayýmýna göre Rusya Federasyonu’ndaki Baþkýrtlar’ýn sayýsý 1.673.389 kiþidir ve bunlarýn 1.379.727’si Baþkýrtça’yý bildiðini ifade etmiþtir. 1926’da Baþkýrtlar’dan Baþkýrtça’yý ana dili olarak kabul edenler % 53,8 iken bu oran 1989’da % 72’ye, 2002’de % 82,5’e çýkmýþtýr. Sovyet döneminde Baþkýrtça’nýn iþ hayatýnda, bilim ve eðitim alanlarý ile yazýlý edebiyattaki iþlevi sýnýrlý idi. Bu dönemde Baþkýrtça ilköðretim okullarýnýn onuncu sýnýfýna kadar, yüksek öðretimde ise yalnýz Baþkýrt Dili ve Edebiyatý bölümlerinde öðretiliyordu. Günümüzde Baþkýrdistan’daki 2942 orta dereceli okulun 845’inde Baþkýrtça öðretim yapýlmakta olup diðerlerinde de mecburi Baþkýrtça dersleri vardýr. Ancak yüksek öðretim dilinin Rusça olmasý edebî dilin geliþimini ve yaygýnlaþmasýný engellemektedir. Ocak 1999 tarihinde anayasaya ilâve edilen, “Baþkýrdistan’ýn resmî dili Rusça ve Baþkýrtça’dýr” hükmü cumhuriyette ikinci sýradaki etnik topluluk olan Tatarlar’ýn itirazýna yol açmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

N. X. Maksyutova, Vostoçniy dialekt baþkirskogo yazika, Moskva 1976, s. 5-21; E. F. Ýþberdin v.dðr., Oçerki istorii baþkirskogo literaturnogo yazika, Moskva 1989, s. 12-80; a.mlf.ler, Baþkýrt ezebi telenen tarihý, Ufa 1993, s. 3-10; Ahmet Bican Ercilasun v.dðr., Karþýlaþtýrmalý Türk Lehçeleri Sözlüðü, Ankara 1991, I, 1035-1046; Nevzat Özkan, Türk Dilinin Yurtlarý, Ankara, ts. (Akçað Yayýnlarý), s. 201-205; Göksel Öztürk, “Baþkýrt Türkçesi ve Yazý Dilinin Geliþimi”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XX, 103-106; S. F. Mirjanova, Severo-zapadniy dialekt baþkirskogo yazýka, Ufa 2006, s. 5-14; A. Harisov, Literaturnoe nasledie baþkirskogo naroda, Ufa 2007, s. 53-65; Habibe Yazýcý Ersoy, “Baþkurt Türkçesi”, Türk Lehçeleri Grameri (ed. Ahmet Bican Ercilasun), Ankara 2007, s. 751-809;

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

505


TÜRK Özkan Öztekten, “Tatar-Baþkurt Meselesi ve Baþkurtça”, Tarihten Bugüne Baþkurtlar (haz. A. Melek Özyetgin v.dðr.), Ýstanbul 2008, s. 84-89; Mustafa Öner, “Baþkurtça Kýsa Dil Bilgisi”, a.e., s. 238-292; E. F. Ýþberdin – Ý. G. Galyautdinov, “Baþkirskiy yazýk”, Baþkirskaya Entsiklopediya, Ufa 2005, I, 372.

ÿÝsmail Türkoðlu

Baþkýrt Edebiyatý. Ýdil-Bulgar Devleti zamanýnda Ýslâmiyet’in kabulüyle birlikte Arap alfabesini kullanmaya baþlayan Baþkýrtlar’ýn daha önceki dönemlere ait yazýlý metinleri yok denecek kadar azdýr. Gýlmetdin Sancar el-Baþkýrdî, Nasreddin en-Nasýrî, Ya‘kub el-Bulgarî, Ýdrîs el-Bulgarî, Þems es-Sarâyî gibi âlimlerin Arapça ve Türkçe eserlerinden bahsedilse de bunlardan günümüze ulaþanlarýn sayýsý çok azdýr. Altýn Orda Devleti zamanýndan kalan Kerderî’nin Nehcü’l-ferâdîs’i (1342), Nizâmî’nin ƒüsrev ü Þîrîn’inin manzum tercümesi, Hârizmî’nin Mu¼abbetnâme’si (1353), Hüsâm Kâtib’in Dâstân-ý Cümcüme Sultan’ý (1368), Seyf-i Sarâyî’nin Gülistan Tercümesi, Baþkýrt edebiyat tarihçileri tarafýndan en eski yazýlý metinler kabul edilse de bunlar ayný zamanda Tatar edebiyatýnýn da ilk eserleridir. Aslýnda Ýdil-Ural bölgesinde yaþayan Tatar ve Baþkýrtlar’ýn yazýlý ve sözlü edebiyatý 1920’li yýllara kadar ortaktýr. Tatar halk edebiyatýnda yer alan gazel, beyit ve münâcâtlardan farklý olarak Baþkýrtlar’da “sesen” diye adlandýrýlan ozanlar tarafýndan dumbýra ve kuray eþliðinde söylenen destanlar ve þecereler vardýr. Dumbýra XX. yüzyýlýn baþlarýnda ortadan kalkmýþ olsa da kuray günümüzde Baþkýrtlar’ýn en önemli halk müziði enstrümanlarýndandýr. “Kuraycý sesen” diye tanýnan Mehdi Kotoþ Kýpçaký (ö. 1849), Gabdullah Ahund adlý mizahî eserinde cehalet ve eðitimsizlik üzerinde durmaktadýr. Bu dönemin ozan ve edebiyatçýlarýnýn ana temasý dinî taassup ve cehalettir. Baþkýrt ozanlarýnýn en meþhurlarýndan olan Habrav, Sýrpa ve Supura Kazak, Karakalpak ve Nogaylar arasýnda da tanýnmýþtýr. Kobaðoþ (XVI. yüzyýl), Bayýk Aydar (ö. 1784), Buranbay Yerkey (XIX. yüzyýl) Ýþmöhemmet Mýrzakayev (ö. 1878), Gebýt Argýnbay (ö. 1921) gibi ünlü ozanlar da vardýr. Alpamýþ, Akbuzat, Ýzevkey ile Morazým, Küsek Bey, Karas ile Akþa, Edigey, Ural Batýr, Akbak Kola, Kara Yurða, Kunýr Buða, Zayatülek ile Hývbýlýv, Zihre ile Adlar ve Boz Yiðit destanlarý çok tanýnmýþtýr. XIX. yüzyýlýn sonlarýnda R. G. Ignatiev, V. V. Katarinskiy, A. G. Bessenov, M. V. Lossievskiy, S. G. Rýbakov, M. A. Kulaev gibi araþtýrmacýlarýn Baþkýrt-

506

lar’ýn yaþadýklarý bölgelerde halk edebiyatýyla ilgili derlemelerinin bir kýsmý Rusça olarak yayýmlanmýþtýr. XVIII-XIX. yüzyýllarda A. Kargalý, H. Salihov, T. Baþkýrdî, Þ. Zeki, G. Osman, G. Çokriy gibi sûfî halk þairlerinin çeþitli þiirleri günümüze ulaþmýþtýr. Baþkýrt asýllý olmakla birlikte ömürleri Türkistan’da geçen Miftaheddin Akmolla Mirsalih Biksurin, Kaþefeddin Þahimerdan, Ebubekir Divayev gibi yazarlar telif ve tercümeleriyle Türkistan ve Rus edebiyatýnýn kapýlarýný Baþkýrtlar’a açmýþtýr. Rusya’da 1710 yýlýndan itibaren Arap harfli matbaalarýn kurulmaya baþlanmasýyla XIX. yüzyýlýn sonuna kadar pek çok dinî ve edebî eser Arapça ve Farsça’dan, Çaðatay Türkçesi’nden Tatar Türkçesi’ne çevrilerek yayýmlanmýþtýr. Heftiyek (Kur’an’ýn yedide biri, 1801), Üstüvânî Mehmed Efendi’nin Üstüvânî Kitabý (1802), Þerâitü’l-îmân, Sadrüþþerîa’nýn en-Nušåye muÅta½aru’l-Višåye (1846), Sûfî Allahyâr’ýn Sebâtü’l-âcizîn (1846), Hakîm Süleyman Ata’nýn Hakîm Ata Kitabý (1846, 1858, 1888), Âhir Zaman Kitabý (1847) ve Bakýrgan Kitabý (1857, 1893) adlý eserleri, Risâle-i Kesik Baþ (1846), ݼyâßü £ulûmi’d-dîn (1847), Þerh-i Fýkh-ý Ekber (1849), Taceddin Yaðlýciloðlu tarafýndan Sebâtü’l-âcizîn’e þerh olarak yazýlan Risâle-i Âcizîn (1849), Terceme-i Tûtînâme (1847), Bûsîrî’nin Kasîde-i Bürde (1848), Yazýcýoðlu’nun Envârü’l-âþýk¢n (1861), Altýparmak Mehmed Efendi’nin Altý Parmak Kitabý (1861), Kýsas-ý Enbiyâ (1861), Kýssa-i Tâhir (1878), Ebü’lLeys es-Semerkandî’nin Bustânü’l-ârifîn (1880), Keykâvus b. Ýskender’in Kåbusnâme (1882) adlý eserleri bölgede en çok okunan dinî ve edebî eserlerdir. 1880’li yýllardan itibaren Baþkýrtlar’ýn yoðun olarak yaþadýðý Orenburg, Kargalý, Sterlibaþ, Ufa ve Troitsk gibi yerlerde cedîd mekteplerinin açýlmasýyla modern edebiyata yöneliþ baþlayýnca bu eserlerin bazýlarý önemini yitirmiþ, M. Akyiðitzâde, R. Fahreddin, F. Kerîmî, A. Ýshakî, S. Maksudi gibi yazarlarýn Batý tarzýnda yazdýklarý roman ve hikâyeler daha çok okunmuþtur. 1917 Bolþevik Ýhtilâli’nden önce Baþkýrtça gazete ve dergi çýkmadýðýndan eserlerini Tatar Türkçesi’yle yazan Þeyhzade Babiç, Mecid Gafûrî, Baþkýrt ve Tatarlar’ýn ortak yazarlarýdýr. Mecid Gafûrî’nin Fakýyrlik birle Ütken Tiriklik, Yarlýlar yaki Öydeþ Hatýn (1905), Üvey Çocuklar (1907), Afzal Tahirov’un Satýlgan Kýzlar (1908), Ziya Ümmeti’nin Atalara Gibret-Yeþlerge Deres (1910), Mazlumalar (1911), Kebir Tuykin’in Yaman Yoldaþ (1912), Vesim

Sultanov’un Akça Buþ Yatmasýn (1913) gibi eserlerinde eski medrese hayatý, örf ve âdetler, eðitimsizlik, fakirlik ve yoksulluk temalarý iþlenmiþtir. Ýnce, hisli, lirik ve satirik eserler veren Babiç’in Halkým Öçin (1914) ve Kötem (1916) adlý kitaplarý yanýnda Yeþ Baþkurdistan adlý eseri (Orenburg 1928) ölümünden sonra yayýmlanmýþtýr. Alimcan Ýbrahimov ise bütün þiirlerini toplayarak Þiirler Mecmuasý adýyla bastýrmýþtýr (Kazan 1922). 1923’te Sovyetler Birliði tarafýndan kendisine Baþkýrdistan halk þairi unvaný verilen, Baþkýrt ve Tatarlar’ýn en sevilen yazar ve þairlerinden olan Mecid Gafûrî’nin Akmolla’nýn tesiri altýnda yazdýðý ilk þiirleri sade ve basittir. 1917 Bolþevik Ýhtilâli’nden önceki ve sonraki yýllarda sosyal konularý iþleyen ilk þairlerden biridir. Eþçi, Kýzýl Bayrak, Hörriyet Ýrtesi ihtilâli konu edinen eserlerdir. Tormýþ Baskýçlarý ve Kara Yözler adlý romanlarý, Yoksanmýþ Tanrý ve Lenin için yazdýðý Ul Ülmegendir adlý þiir kitaplarý Baþkýrt edebiyatýnda ilk ateizm örnekleridir. Sibir Timur Yolý, Yeþ Gomirim, Milletke Mehebbet yazarýn diðer eserleridir. D. Yultýy, Þ. Fidaî, Y. Karim, Þ. Hozaybirzin, Y. Yumayev, S. Yakþýðolov, G. Ýsenbirzin, F. Tuykin, F. Süleymanov, M. Burangolov, N. Niyazbayev gibi yazarlar da sosyalist devrimi savunan þiirler yazmýþlardýr. Baþkýrdistan Ýlmî Merkezi 1923’te Baþkýrt edebiyatý ve sanatýnýn öðretilmesi, edebî dilin oluþturulmasý görevini D. Yultýy, M. Gafûrî, T. Yenebi, Ý. Nâsýrî gibi yazarlara havale etmiþ, Þ. Hodayberdin idaresindeki bu heyet Baþkýrt dilinin ana lehçelerini ve edebî dilin yazým kurallarýný belirlemiþtir. Orenburg, Sterlitamak ve Ufa gibi þehirlerde çýkmaya baþlayan Baþkurdistan (daha sonra Baþkortostan ) (1918), Sovet Baþkortostaný (1918), Kýzýl Tan (1918), Tatarca Leninsi (1923), Baþkortostan Pioneri (1930) gazeteleriyle Yana Yul (1923), Baþkortostan Ukýtýusýhý (1924), Bilim (1924), Henek (1925), Agidil (1930), Pioner (1930) gibi dergilerde yazýlan edebî, siyasî ve içtimaî makaleler, yeni Baþkýrt edebî dilinin halk arasýnda yaygýnlaþmasýný ve edebiyatýn geliþmesini saðlamýþtýr. 1917 Bolþevik Ýhtilâli’nden sonra Þ. Babiç, H. Gabitov, Süleymanov’un önderliðinde kurulan Tulkýn isimli edebiyat derneði, yayýmladýðý H. Gabitov’un Baþkort Monalarý (1918) ve Þ. Babiç’in Yeþ Baþkortostan (1918) adlý þiir kitaplarýyla millî Baþkýrt edebiyatýnýn temellerini atmýþ, ancak bu hareketin ömrü kýsa olmuþtur. Ýç savaþ sýrasýnda Baþkortostan He-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

berleri, Kyuryeþ ve Kýzýl Yul gibi Bolþevik gazetelerinde yayýmlanan þiir ve yazýlarýn edebî deðeri pek yoksa da yeni doðmakta olan Baþkýrt edebiyatýnýn ilk örnekleri olmalarý açýsýndan önemlidir. 1919’da Baþkýrt Devlet Drama Tiyatrosu’nun kurulmasýyla M. Burangulov, Niyazbayev, D. Yultýy, H. Ýbragimov gibi yazarlarýn ilk Baþkýrtça piyesleri sahnelenmeye baþlanmýþ, bunlardan D. Yultýy’ýn Karagul adlý dramasý (1920), H. Ýbragimov’un Baþmakçý isimli komedisi (1920) daha sonraki yýllarda birçok defa sahnelenmiþtir. Ayrýca Yultýy’ýn Benim Hatýralarým (1924), M. Gafûrî’nin Þaraf (1922), Kýzýl (Yoldýz) (1925), T. Yenebi’nin Eþ Sýuagý (1926) gibi sosyalist devrimi öven eserleri de sahneye konmuþtur. Sosyalist devrimle birlikte eðitimin yaygýnlaþmasý, üniversite ve yüksek okullarýn açýlmasý edebiyata canlýlýk getirmiþtir. 1923’te Þairler Birliði, 1927’de Proletar Yazarlar Birliði, 1934’te Yazarlar Birliði kurulmuþtur. Bu kurumlar bir taraftan sosyalist ideolojideki edebiyatýn geliþmesini saðlarken diðer taraftan yazarlar üzerindeki denetim ve baskýyý aðýrlaþtýrmýþtýr. Yana Yul (1923), Bilim (1924), Yanýlýk (1927), Sesen (1927), Ekim (1930) adlý edebiyat ve sanat dergilerinde B. Ýþemgul, G. Hayri, B. Valid, A. Karnay, S. Agiþ, G. Amantay gibi genç yazarlar sosyalist devrimi savunan eserler kaleme almýþtýr. Devrimi halka daha iyi anlatabilmek için edebiyat bir araç olarak kullanýlmaya baþlanmýþtýr. M. Gafûrî, A. Tagirov, D. Yultýy, Ý. Nâsýrî, T. Yenebi gibi þair ve yazarlar Baþkýrt halkýnýn çarlýk döneminde çektiði sýkýntýlarý, iç savaþ ve açlýk yýllarýnda yaþananlarý, komünizmin getireceði güzel günleri Kanlý Yýllar, Kara Yüzler (1925), Hayat Basamaklarý (1928), Açlýk Týrnagýnda gibi eserlerinde dile getirmiþlerdir. Þair S. Kudaþ Adada (1927), Batýr (1928), Yaz Kütkende (1930) adlý eserlerinde Baþkýrt köylerindeki sosyalist deðiþimi, eski ile yeninin mücadelesini realist bir þekilde anlatsa da dönemin edebiyatýna korku hâkimdir. Sansür komisyonu eserleri inceleyip dinî, millî ve tarihî konularý çýkararak yayýmýna izin vermekteydi. Ýhtilâl, iç savaþ, kýtlýk yýllarý ve topraklarýn kolektifleþtirilmesi (kolhoz sistemi) sýrasýnda nüfusun % 25’i yok olmuþtur. Bu dramlar edebiyatta yer almadýðý gibi 1930’lu yýllardan itibaren kolektifleþtirmeyi öven ve yücelten eserler verilmiþtir. II. Dünya Savaþý yýllarý (1940-1945) Baþkýrt tarih ve edebiyatýnda “büyük vatan savaþý” adýyla anýlýr. Baþkýrt edebiyatýnda

ayrý bir yeri olan bu savaþta cepheye giden binlerce Baþkýrt gencinin büyük çoðunluðu geri dönememiþtir. Bunlarýn acý hayat hikâyeleri, geride kalanlarýn çektikleri sýkýntýlar, cepheden dönenlerin kahramanlýklarý hâlâ edebî eserlerde iþlenmeye devam edilmektedir. Savaþýn baþlarýnda edebiyatýn ana konusu halký savaþa davet, birlik, zafere inandýrma, faþizme karþý nefret hissidir. B. Bikbay Vatan Sakýra, N. Kerip Almaþsýlar, K. Mergen Bir Gailele ve Minen Gailem, R. Nigmeti Urman Þavlay, K. Kubay Yondoz’u bu amaçla kaleme almýþtýr. Savaþ sonrasý dönemde G. Ramazanov, Y. Kolmoy, H. Kerim, M. Gali, E. Bikçenteyev, D. Ýslamov, Þ. Bikkol, M. Kerim gibi cephede savaþan ve geri dönen yazarlar Sovyet askerlerinin kahramanlýklarýný anlatan eserler yazýnca “asker edebiyatý” türü ortaya çýkmýþtýr. Baþkýrt edebiyatý, 1937-1945 yýllarý arasýnda Stalin terörü ve II. Dünya Savaþý yüzünden otuza yakýn yazarýný kaybetmiþtir. Stalin’in ölümü ve Kruþçev’in iktidara gelmesi Baþkýrt edebiyatý üzerindeki korku ve sindirilmiþliði giderememiþ, millî ve tarihî konular üzerindeki yasak devam etmiþtir. 1960’lý yýllardan itibaren Baþkýrdistan’ýn bir petrol ve sanayi ülkesi olmaya doðru gitmesi yeniden iþçi ve mühendis konulu eserlerin yazýlmasýna yol açmýþtýr. B. Bikbay’ýn Akselen Taþkanda, K. Mergen’in Narýþ Tav Ýteginde bu türden eserlerdir. Z. Biiþeva’nýn Kemhitilgender (1959), Olo Eyik Buyýnda (1966), Yemiþ (1969), F. Ýþengolov’un Arýþ Baþaðý (1968), Ýr Yegetkey Menen At Baþý (1974), Heykelleder Tereler Ösön (1974), Y. Hammatov’un Börtöklep Yýyýla Altýn (1965), Akman Tokman (1970), Yeþenle Yey (1973) Baþkýrt edebiyatýna 1960’tan sonra giren üçleme türünün güzel örnekleridir. Sovyetler Birliði’nin daðýlmasýyla millî ve tarihî konularda eserler yazýlmasýyal baþlanmýþtýr. B. Ýbahimov Kinziya (1977), Göçebenin Ayak Sesleri (1982) ve Halk Kahramaný (1988) adlý üçlemesinde Pugaçev Ýsyaný’na katýlmýþ Baþkýrt kahramaný Kinziya Arslanov’un hayat hikâyesini anlatmaktadýr. K. Mergen Börköt Kanatý (1981), Y. Hammatov Tonyak Amurzarý Hýr-Derya (1982), B. Refikov Eyerlenmiþ At (1990), Terazi (1997), Karasakal (1998), A. Hakimov Dombranýn Sesi (1983), G. Husainov Aldar Kahraman Kýssasý (1981), Muhametsalim Ümetbaev (1991), Feldmaraþal Pugaçev (1993), Batýrþa (2000), N. Musin Batýrdan Kalanlar Orada Gömülü (2001) gibi tarihî romanlar kaleme almýþlardýr. Baþkýrt ede-

biyatýnda en az iþlenen konulardan biri Stalin’in 1937-1944 yýllarý arasýnda uyguladýðý terör neticesinde ölen Baþkýrtlar’ýn hayat hikâyesidir. E. Hekimov’un Öðürme, Rüzgardan Kaçýþ Yok, M. Heyzerov’un Gitmek Ýçin Geldim, G. Hisamov’un Kanlarý Dondu Kaldý gibi eserleri Stalin dönemindeki terörü ve korkuyu, öldürülen binlerce Baþkýrt’ýn hikâyelerini yavaþ yavaþ gün yüzüne çýkarmaya baþlamýþtýr. 1990’dan sonra yoksul kesimin hayat þartlarýnýn aðýrlaþmasýnýn etkisiyle Baþkýrt edebiyatýnda yeniden köy hayatý ve iþçi sýnýfý yer almýþtýr. E. Gereyev Hikeltele Yuldarzan, G. Allayarov Yer Hulýþý, Alhýv Tandar Arkanda, M. Yamaletdinov Hungý Yot, N. Kotdosov Yeþen Yaktýhý, Olo Yul Baþý, B. Nogomanov Ezen Kalahýn gibi uzun hikâyelerde geliþme devrindeki köy hayatýnýn tezatlarýný, B. Refikov Tavzarza Kar Ýrte Yata, R. Sultangareyev Sýcak Yaðmur, N. Geyetbayev Daða Kar Yaðarken, M. Heyzerov Altýn Hukmak, G. Hisamov Ösünsü Þartlav, Kötölmegende Ut Tokando gibi eserlerde iþçi hayatýný anlatmýþtýr. H. Zaripov gibi yazarlar da kötü yola sapma gençlerin ibretli hikâyelerinde ahlâkî meselelere dikkat çekmiþtir. Ünlü Baþkýrt þairlerinden M. Kerim’in Aygöl, Diktatöre At Berin, N. Asanbayev’in Kýzýl Paþa piyeslerinde 1920’li yýllardaki siyasî olaylar anlatýlýr. M. Kerim Yeyeüli Mehmut (1981), N. Gayetbayev Höyerkende Þkafga Yeþer, B. Bülekov Ebeyzerge Ni Yetmey, F. Bülekov Katlanýp Os Hin, Olparým vb. eserlerde hayatýn çarpýklýklarý komedi þeklinde ortaya konmuþtur. Baþkýrt þairlerinin en ünlülerinden Mustay Kerim, II. Dünya Savaþý’na katýlmýþ olup Sovyetler Birliði döneminde pek çok ödüle lâyýk görülmüþtür. Otrayd Kuzgaldý (1938), Yazgý Tauýþtar (1941), Dekabr Yýrý (1942), Minin Atým (1943), Þigirzar (1945), Kaytýu (1947), EuropaAziya (1954), Kýz Urlau (1958), Yýlgalar Heyleþe (1961), Aygel Ýli (1967), Mehebettin Dürt Mizgili (1978), Zamanalar (1982) gibi þiir, deneme, hikâye ve piyesleri, Ozon-ozak Bala Sak (1976) isimli otobiyografisi vardýr. Eserleri külliyat halinde (I-V, 1971-1973) ve seçmeler yapýlarak (I-IV, 1987) yayýmlanmýþtýr. Baþkýrt edebiyatýnýn diðer bir önemli ismi Nazar Necmi’dir. Damçýlar (1950), Yazgý Yýr (1951), Huþ Heyrüþ (1953), Sakýrýlmagan Kunuk (1954), Garmoncu Dost (1963), Kürþilerge Kunak Kilgen (1972) gibi eserlerinden baþka Puþkin, Lermontov, Nekrasov, R. Gamzatov gibi meþhur þairlerden Baþkýrtça’ya tercümeler yapmýþtýr.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

507


TÜRK

Günümüzde Baþkýrdistan’da Yeþlek, Yenþiþme, Baþkortostan, Kýzýl Tan, Ömit, Ataysan, Toratau, Aþkazar, Vatandaþ, Agidil, Yadkyar, Tamaþa, Þonkar, Tulpar, Amanar, Literaturniy Baþkortostan gibi gazete ve dergiler çaðdaþ edebiyata yer veren önemli yayýnlardýr. Baþþehir Ufa’da faaliyet gösteren Gilim ve Kitap adlý devlet matbaalarý edebiyatýn geliþmesine önemli katký saðlamaktadýr. G. Husainov baþkanlýðýnda bir heyet Baþkort Edebieti Tarihý adlý bir eser hazýrlamýþtýr (I-VI, Ufa 1990-1996). Baþkýrt edebiyatýnýn en önemli ödüllerinden biri olan Salavat Yulay edebiyat, sanat ve mimari ödülü 1967’den bu yana verilmektedir. 2010’da bu ödülü edebiyat dalýnda Tanya-Tansulý, Ozýntal adlý eserlerin yazarý Rinat Kamal Elfire adlý eseriyle almýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Katalog Knig otpeçatannýx v tipografii imperatorskogo kazanskogo universiteta s 1800 po 1896 (haz. A. Solovev), Kazan 1896, s. 325-435; G. Batýrgereyulý v.dðr., “Baþkurt Türkleri Edebiyatý”, Türk Dünyasý Edebiyat Tarihi, Ankara 2007, IX, 737-779; A. Harisov, Literaturnoe nasledie baþkirskogo naroda, Ufa 2007, s. 213-340; A. Abdullina, Poetika sovromennoy baþkirkoy prozý, Ufa 2009, s. 14-138; a.mlf., “Sovremennaya baþkirskaya proza: puti poiska”, Agidel, sy. 7, Ufa 2008, s. 165-170; F. Kunafin, XIX. Býuat Baþkort Edebieti, Ufa 2010, s. 144-361; N. Ahmadieva, “Nekotorýe aspekti kulturnoy jizni krestyanstva Baþkortostana v 1945-1965”, Vatandaþ, sy. 10 (2000), s. 160-164; a.mlf., “Kulturnaya jizn baþkirskogo naroda v 1945-1965”, a.e., sy. 4, Ufa 2006, s. 128-132; M. Nadergulov, “Osnovýe tendentsii razvitiya baskirskoy literaturý na sovromennom etape”, a.e., sy. 2 (2008), s. 15-17; O. Korionova, “Proza i publitsistika pisateley Baþkortostana o velikoy oteçestvennoy voyne”, a.e., sy. 10 (2008), s. 122-126; R. Husnullina, “Stilevoe svoeobrazie istoriçeskih romanov vtoroy poloviný XX veka”, Vestnik Baþkirskogo Universiteta, XIV, Ufa 2009, s. 495-498; “Baþkort edebiyatý”, Baþkortostan Kýskasa Entsiklopediya, Ufa 1997, s. 57-61; R. Baimov – G. Husainov, “Baþkirskaya literatura”, Baþkirskaya Entsiklopediya, Ufa 2005, s. 348-353.

ÿÝsmail Türkoðlu

Tatar Dili. Tataristan Cumhuriyeti’nin Rusça ile birlikte ikinci resmî dili olan Tatarca, Türk dilinin kuzeybatý kolunun Kuman-Kýpçak grubuna dahildir; kökleri Ýdil Bulgarlarý’na kadar uzanýr. Tataristan, Baþkýrdistan, Çuvaþistan, Mari, Umdurt, Mordva cumhuriyetlerinde; Samara, Saratov, Orenburg, Nijni Novgord, Tümen, Tobolsk, Tomsk, Omsk, Çelyabinsk, Ulyanovsk gibi pek çok bölgede ve eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði ülkelerinde yaklaþýk 7 milyon kiþi tarafýndan konuþulmaktadýr. Tatar alfabesinde dokuz sesli (a, e,

508

ë, ý, i, o, ö, u, ü), yirmi sekiz sessiz, Rusça’dan geçen kelimelerin yazýmýnda kullanýlan kesme ve inceltme iþaretiyle birlikte otuz dokuz harf vardýr. Tatar Türkçesi’nin Türkiye Türkçesi’nden ayrýlan baþlýca özellikleri þunlardýr: 1. Tatar Türkçesi’ndeki o, ö daha dar ve kýsadýr. Ayrýca kýsa, fakat geniþ söylenen bir i ünlüsü daha vardýr. 2. Türkiye Türkçesi’ndeki o ünlüsü u, ö ise ü olur: tup “top”, küz “göz”; u ünlüsü o, ü ise ö olur: koþ “kuþ”, öç “üç”. 3. Ýlk hecedeki e Tatar Türkçesi’nde i olur: sin “sen”, kilmek “gelmek”. 4. Kelime baþýndaki g’ler, k; d’ler t’dir: küz “göz”; tuymak “doymak”, tugýz “dokuz”. 5. Ýki ünlü arasýnda p’ler b, k(e)’ler g, k(a)’lar ð olur: yabýþmak “yapýþmak”, igin “ekin”, sigiz “sekiz”, tuðýz “dokuz”, çýðarmak “çýkarmak”. 6. Kelime baþýndaki bazý y’ler c olur: cil “yel”, cidi” yedi, cir “yer”. 7. Arapça asýllý kelimelerdeki ayýn sesi ð’ye döner: ðailä “aile” þaðýyr “þair”. Tatarca’da Orta (Kazan), Batý (Miþer) ve Doðu (Sibir) olmak üzere üç aðýz vardýr. Çaðdaþ edebî dil Orta aðzýna dayanmaktadýr. S. Helfin (Tatar Grameri, 1778), Ý. Helfin (Azbuka i grammatika tatarskogo yazýka, 1809), A. Troyanskiy (Kratkaya tatarskaya grammatika, 1814), M. Ývanov (Tatarskaya gramatika, 1842), F. W. Radloff (Phonetik der Nödrlichen Türksprachen, 1882), Kayyûm Nâsýrî (Lehçe-i Tatar, 1895; Kavâid-i Kitâbet, 1892), Alimcan Ýbrahimov (Tatar Ýmlasý, Tatar Sarfý, Tatar Nahvý, 1911-1916), Cemaleddin Velidî (Tatar Dili Grameri, 1919; Tatar Tilinin Etimolojik Sözligi I-II, 1927-1928), L. Zalyay (Tatar Tilinin Orfoepik Nigizleri, 1953), L. Celey (Tatar Tilinin Tarih Fonetikasý Buinça Materialler, 1954), Þ. Ramazanov (Tatar Tili Buinça Oçerkler, 1954), V. Hakov (Tatar Edebi Tili Tarihi Buinça Oçerkler, 1965), M. Zekiev (Tatar Halký Tilinin Barlýkka Kilüi, 1977)

Tatar dili ve aðýzlarý üzerine çalýþan bilim adamlarýndan bazýlarýdýr. 1722’de Tatarca’ya tercüme edilerek yayýmlanan I. Petro’nun hazýrlattýðý bildiri ilk Tatarca metin kabul edilmektedir. Ýlk kitap ise 1785’te Petersburg’da basýlan, Rusya Ýmparatorluðu’ndaki vilâyetlerin nizam ve tertibiyle ilgili kanun külliyatýdýr. 1801’de Kazan’da ilk Arap harfli matbaanýn açýlmasýyla Türkçe-Tatarca kitap neþriyatý çoðalmýþtýr. XIX. yüzyýlýn sonunda Kazan’daki Arap harfli matbaalarýn sayýsý on beþe çýkmýþ ve buralarda 180 kitap basýlmýþtýr. 1905’ten sonra Ufa, Orenburg, Moskova, Petersburg, Astarhan, Troitsk gibi þehirlerde Tatarlar tarafýndan açýlan matbaalarda yüzlerce kitap yayýmlanmýþ ve

bütün Türkistan’a daðýtýlmýþtýr. 1801-1917 yýllarý arasýnda basýlan eserlerin dili Türkiye Türkçesi’ne yakýndýr. Ýlk Tatar gramer kitabý Sait Halfin tarafýndan yayýmlanmýþ (Moskova 1778), Ýbrahim Halfin, eski yazma eserlere dayanarak 1822’de Ahvâl-i Cingiz Han ve Aksak Temir adlý bir eser bastýrmýþtýr. 1824’te Ebülgazi Bahadýr Han’ýn Þecere-i Türkî’sini neþretmiþ, eser Rusça, Almanca ve Fransýzca’ya tercüme edilmiþtir. Ýdil-Bulgar Devleti zamanýnda Ýslâmiyet’in kabulüyle birlikte Arap alfabesini kullanmaya baþlayan Tatarlar’ýn ilk döneme ait yazýlý metinleri yok denecek kadar azdýr. Ýçinde Bulgar ve Kýpçak dil öðeleri bulunan Kul Gali’nin (ö. 1236) Kýssa-ý Yûsuf’u Tatarca’nýn en eski dil yâdigârý kabul edilir. Daha sonra Kerderî’nin Nehcü’l-ferâdîs (1342), Nizâmî’nin ƒüsrev ü Þîrîn adlý eserlerinin manzum tercümeleri, Hârizmî’nin Mu¼abbetnâme’si (1353), Hüsâm Kâtib’in Dâstân-ý Cümcüme Sultan (1368), Seyf-i Sarâyî’nin Gülistan Tercümesi, Altýn Orda Devleti ve Kazan Hanlýðý devirlerinden kalma yedi adet yarlýk ve bitik günümüze ulaþmýþtýr, bunlarýn dili Çaðatayca’ya yakýndýr. XIX. yüzyýlýn sonlarýnda Tatarca üzerinde Osmanlý Türkçesi’nin etkisi artmýþ ve edebî dil Ýstanbul Türkçesi’ne yaklaþmýþtýr. Þehâbeddin Mercânî, Kayyûm Nâsýrî, Abdullah Tukay, Fatih Emirhan, Alimcan Ýbrahimov gibi yazarlarýn öncülüðünde Tatarca neþriyata aðýrlýk verilse de bu durum 1917 Bolþevik Ýhtilâli’ne kadar devam etmiþ, ihtilâlin ardýndan yeni Tatar edebî dili meydana getirilmiþtir. 1924’te Kazan ve Moskova’da düzenlenen Tatar-Baþkýrt Öðretmenleri ve ayný yýl Kazan’da düzenlenen Terminoloji kongrelerinde Tatar dilinin geliþtirilmesi için baþka dillerden kelime alýnmasýna, Tatarca’nýn Arapça ve Rusça kelimelerden temizlenmesine karar verilmiþtir. Modern Tatar yazý dilinin en önemli temsilcilerinden Alimcan Ýbrahimov, Arap alfabesinin deðiþtirilmesi fikirlerine þiddetle karþý çýkarak Ýslâm geleneðinin en güçlü vasýtasý olan bu alfabenin kullanýlmasýný Tatar kültürünün sürekliliði ve Tatarca’nýn hayatiyeti için bir ön þart kabul ediyordu. 26 Þubat – 5 Mart 1926 tarihleri arasýnda Bakü’de düzenlenen I. Türkoloji Kongresi’nde bu görüþ taraftar bulmamýþ ve Azerbaycan heyetinin sunduðu Latin alfabesi kabul edilmiþtir. 3 Temmuz 1927’de Tataristan Halk Komiserliði Sovyeti, Yanalif (yeni elifba) Kanunu’nu kabul etmiþ ve Arap alfabesinin yerine Latin alfabesi kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Alfabe

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

deðiþikliðine ve daha sonraki dönemde Ruslaþtýrmaya karþý çýkan binlerce kiþi Komünist Partisi’nden ihraç edilmiþ, hapis ve ölüm cezalarýna çarptýrýlmýþtýr. 5 Mayýs 1939’da Tataristan Yüksek Sovyeti Baþkanlýðý yeni bir kanunla Kiril harflerini kabul etmiþtir. Aydýnlar 1992’de Latin alfabesine geçmek için büyük mücadele vermiþ, Tataristan Parlamentosu 15 Eylül 1999’da Latin alfabesi kanununu kabul etmiþ ve 2010 yýlýna kadar Latin harflerine geçilmesi kararlaþtýrýlmýþtýr. Ancak Tataristan Parlamentosu’nun bu kararý Rusya Anayasa Mahkemesi tarafýndan Rusya Federasyonu Parlamentosu’nun 2002 yýlýnda çýkardýðý alfabe kanununa aykýrý olduðu gerekçesiyle iptal edilmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ahmet Bican Ercilasun v.dðr., Karþýlaþtýrmalý Türk Lehçeleri Sözlüðü, Ankara 1991, I, 10871096; V. H. Hakov, Tatar Edebi Tili Tarihý, Kazan 1993, s. 209-313; D. B. Ramazanov, “Tatarskie dialektý”, Tatarý, Moskva 1997, s. 26-34; Z. N. Kirillova, Tatar tilin deület tili bularak gamelge koyu (20-30’nçý illar), Kazan 2000, s. 13-48; R. M. Minnullin – K. M. Minnullin, Til Yazmýþý Halýk Yazmýþý, Kazan 2008, s. 189-193; Tatarskii Yazýk, Kazan 2010, s. 5-9; Erdal Þahin, “Kazan Tatar Türklerinin Latin Alfabesi Mücadelesi”, Türk Dünyasý Tarih Kültür Dergisi, sy. 199, Ýstanbul 2003, s. 42-45; “Tatarskiy yazýk”, Tatarskiy Entsiklopediçeskiy Slovar, Kazan 1999, s. 563; “Tataristan Respublikasý”, Tatar Entsiklopediya Süzlege, Kazan 2002, s. 622-623.

ÿÝsmail Türkoðlu

Tatar Edebiyatý. Tatar edebiyatýný eski dönem, XX. yüzyýl baþý, iki ihtilâl arasý (1905-1917), Sovyet dönemi ve yakýn dönem gibi devrelere ayýrmak mümkündür. Eski dönem hakkýnda yazýlý metinler azdýr. Mercânî Müstefâdü’l-ahbâr adlý eserinde Ya‘kub el-Bulgarî, Ýdrîs el-Bulgarî, Hoca Ahmed el-Bulgarî, Hýzýr el-Bulgarî, Alâeddin el-Bulgarî, Ömer el-Bulgarî, Þeyh Muhammed el-Bulgarî, Yûsuf el-Bulgarî, Muhammed el-Kazânî, Süleyman es-Sarâyî, Þems es-Sarâyî gibi âlimlerin Arapça ve Türkçe eserlerinden söz etse de bunlardan pek azý günümüze ulaþmýþtýr. Altýn Orda Devleti zamanýndan kalan eserler arasýnda Kerderî’nin Nehcü’l-ferâdîs, Nizâmî’nin ƒüsrev ü Þîrîn, Hârizmî’nin Mu¼abbetnâme, Hüsâm Kâtib’in Dâstân-ý Cümcüme Sultan ve Seyf-i Sarâyî’nin Gülistan Tercümesi bulunmaktadýr. Rusya’da 1710 yýlýndan itibaren Arap harfli matbaalarýn kurulmaya baþlanmasýyla XIX. yüzyýlýn sonuna kadar Kazan’daki çeþitli matbaalarda basýlan ve en çok okunan eserlerden bazýlarý þunlardýr: Heftiyek (Kur’an’ýn yedide biri) (1801), Üstü-

vânî Kitabý (1802), Þerâ’itü’l-îmân, Ahmediyye (1808), Ýbrahim b. Ýshak Halfin tarafýndan yayýmlanan Ahvâl-i Çingiz Han ve Aksak Timur (1819), Ebülgazi Bahadýr Han’ýn Þecere-i Türkî (1825), Risâle-i Ebüssuûd Efendi (1846), Sûfî Allahyâr’ýn Sebâtü’l-âcizîn (1846), Risâle-i Kesikbaþ (1946), Hakîm Süleyman Ata’nýn Hakîm Ata Kitabý (1846, 1858, 1888), Mârifetnâme, Gazzâlî’nin Risâle-i Mühimme, ݼyâßü £ulûmi’d-dîn (1847), Câmi£u’t-tevârîÅ (1847), ¥ilyetü’n-nebî (1848), Bûsîrî’nin, Æa½îde-i Bürde (1948), Mevlid-i Þerif (1849), Mu‘cizetü’n-nebî (1849), Þerh-i Fýkh-ý Ekber (1849), Kýrk Hadis (1855), Bakýrgan Kitabý (1857, 1893), Burhâneddin b. Nasreddin’in Kýsas-ý Rabg†zî (1859), Þeyh Sûfî Allahyâr’ýn Murâdü’l-ârifîn (1859), Letâif-i Hoca Nasreddin Efendi, Muhammediyye, Envârü’l-âþýk¢n (1861), Altý Parmak Kitabý (1861), Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin Bustânü’l-£ârifîn (1880), Keykâvus b. Ýskender’in Kåbusnâme Tercümesi (1882). Cedîdcilik olarak da adlandýrýlan modern edebiyatýn doðuþuna kadar bunlarýn bir kýsmý medreselerde ders kitabý olarak okutulmuþtur. Eski Tatar þiirinin önemli temsilcilerinden Abdürrahim OtuzÝmeni (ö. 1835) Osmanlý, Arap ve Fars eserlerinin etkisiyle aruz vezniyle þiirler yazmýþtýr. Otuz-Ýmeni’yi izleyen Ebülmenih Kargalý, Hibetullah Salihov, Þemseddin Zeki, Ali Çokrýy gibi þairler de Allah ve insan sevgisini anlatan þiirler kaleme almýþlardýr. XX. yüzyýlýn baþýnda modern Tatar edebiyatý Mûsâ Akyiðitzâde’nin 1886’da yayýmlanan Hüsâmeddin Menla (Molla) adlý romaný ile baþlar. Zâhir Bigi Günâh-ý Kebîr, Ölüf yaki Güzýl Kýz Hadiçe (roman), Rýzâeddin Fahreddin Selime yaki Ýffet, Esmâ yaki Amel, Ceza (hikâye), Fâtih Kerîmî Salih Babaynýn Öylenüvi, Bir Þakirt ile Bir Student, Mirza Kýzý Fatma, Hýyal mý Hakiykat me, Kaynana, Sultan Aþký, Ümid Parahodunda (hikâye), Sadri Maksudi (Arsal) Maiþet (roman), Aliasker Kemal Behitsiz Ýgit, Öç Bedbehit (drama), M. Ayaz Ýshakî Ýdilli Öç Hatýn Bilen Tormýþ, Ýki Yöz Yýldan Soñ Ýnkýraz, Ul Eli Öylenmegen Ýdi (hikâye) gibi eserleri modern Tatar edebiyatýnýn ilk örnekleridir. Ýki ihtilâl arasý dönemde G. Ýshakî, Fâtih Emirhan, N. Dumavi, S. Remiev, Abdullah Tukay, Dermend, Þ. Kemal, S. Celal, Alimcan Ýbrahimov, M. Gafûrî, G. Rahim, K. Tinçurin gibi yazar ve þairler Tatar ede-

biyatýný geliþtirmek için çeþitli eserler kaleme almýþlardýr. Günümüzde de Tatar edebiyatýnýn en meþhur þairi kabul edilen ve genç yaþta ölmesine raðmen hem aruz hem heceyle güzel eserler býrakan Abdullah Tukay (ö. 1913) birçok þairi etkilediði gibi kendisi de Nâmýk Kemal, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret gibi Türk; Puþkin, Lermontov, Kolstov gibi Rus þairlerinden etkilenmiþtir. M. Ukmasi, Z. Yarmeki, D. Gobeydi, V. Celal, G. Haris, G. Süngati, S. Gabdelman gibi þairler Tukay mektebine mensuptur. Bu döneme ait yazarlarýn çoðu Sovyet devrinin de önemli temsilcileri olup hayat hikâyeleri oldukça trajiktir. Ali Rahim, Aziz Ubeydullin, Fâtih Kerîmî, Cemâleddin Velidi, Âlimcan Þeref, Fethi Burnaþ, Alimcan Ýbrahimov, Ýbrahim Bikkulov, Lebib Gýylmî, Ömer Tolýmbay, Fâtih Seyfi Kazanlý, Þâmil Osmanov, Hasan Tufan, Âlimcan Nigmeti, Kerim Tinçurin, Kavi Necmi gibi yazarlar Stalin döneminde öldürülmüþ ya da uzun yýllar çalýþma kamplarýnda yaþamak zorunda kalmýþlardýr. Kazan’daki Rus-Tatar öðretmen okullarýnda yetiþen gençler XIX. yüzyýlýn sonlarýnda Rusça tiyatro denemeleri yazmaya baþlamýþtýr. 1903’te Kazan’da medrese öðrencileri Aliasker Kemal’in Behitsiz Ýgit, 1906’da Ufa gençleri A. Ýshakî’nin Öç Hatýn Birle Tormýþ piyesini sahneye koymuþlardýr. Ayný yýl Kazan’da Nâmýk Kemal’den Zavallý Çocuk, Aliasker Kemal’in Tatarca’ya çevirdiði Kýzganýç Bala adlý dramý oynanmýþtýr. Aliasker Kemal’in Birinçi Tiatr, Bülek Öçin, Bankrot vb., A. Ýshakî’nin Mögallim, Aldým B¢rdim, Tartýþu, Zöleyha, Mögallime, G. Kulahmetov Yeþ Gomir (Kazan 1908), F. Emirhan’ýn Yeþler Tigézsézler (Kazan 1909), Ý. Bagdanov’un Pomada Meselesi (Kazan 1968), M. Feyzi’nin Yeþler Aldatmýylar (Kazan 1911), Galiyabanu (Kazan 1916), K. Tinçurin’in Nazlý Kiyaü (Kazan 1915), Þ. Kemal’in Hacý Efendi Öylene (Kazan 1915) ve Fethi Burnaþ’ýn Tahir-Zöhre (Kazan 1917) gibi komedi ve dramlarý 1920’li yýllarda pek çok defa sahnelenmiþ ve Tatar tiyatrosunun klasikleri arasýna girmiþtir. Tataristan’da 1917-1920 arasýnda Tatarca, Rusça, Çuvaþça, Mari, Udmurt, Macarca, Almanca olmak üzere 130 gazetedergi çýkarýlmýþ ve millî yazarlar bu iþte aktif görev almaya çaðrýlmýþtýr. Totaliter rejim güçlendikçe Tatar halkýnýn millî ve mânevî deðerlerini zayýflatmak için çeþitli yollar denenmeye baþlanmýþtýr. Kýsa süre içinde iki defa alfabe deðiþtirilip halk 1000 yýllýk kendi medeniyetinden koparýlmaya

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

509


TÜRK

çalýþýldýðý gibi çeþitli merkezlerdeki Tatarca yayýn organlarýnýn kapatýlmasý yüzünden yazarlar Kazan’da toplanmaya baþlamýþtýr. Çeþitli baský ve sindirmelere raðmen M. Gafûrî’nin Eþçi (1920), Kara Yözler (1926), Tormýþ Baskýçlarý (1927) adlý uzun hikâyeleri, M. Galev’in Bulanýk Yýllar ve Muhacirler romanlarý, K. Tinçurin’in Süngen Yoldýzlar melodramý (Kazan 1923), Zenger Þel (Kazan 1926), N. Ýsenbet’in Mirkey ile Aysýlu, Ýdeðey dramlarý, Huca Nasretdin komedisi, M. Feyzi’nin Asýlyar, Ak Kalfak piyesleri, H. Taktaþ’ýn Cir Ullarý (Kazan 1923) dramasý, Alimcan Ýbrahimov’un Kazak Kýzý (Kazan 1923) romanýyla bu yýllar Tatar Sovyet edebiyatýnýn altýn dönemi olarak adlandýrýlmýþtýr. M. Gafûrî’nin 1921’de Ýdil-Ural bölgesinde meydana gelen açlýk faciasýný tasvir ettiði Açlýk Týrnagýnda isimli eseri (Ufa 1923), Alimcan Ýbrahimov’un Ademner adlý uzun hikâyesi (Kazan 1923) ve Tiren Tamýrlar romaný (Kazan 1926), F. Amirhan’ýn Þafiullah Aða hikâyesi, A. Feyzi’nin Flütler, H. Taktaþ’ýn Mehebbet Teübesi (Kazan 1927), Yugalgan Maturluk (Kazan 1928) adlý eserleri de yeni rejimin getirdiði gerginliði, ruhî ve ahlâkî sýkýntýlarý dile getirir. 1925’te A. Sadi’ye sipariþ edilen Tatar Edebiyatý Tarihi (Kazan 1926) çok sýký bir denetimden sonra neþredilmiþtir. 19221924 arasýnda üç ciltlik Tatar Edebiyatý Tarihi’ni yazan A. Ubeydullin ve A. Rahim edebiyata komünizm açýsýndan bakmadýklarý için bu çalýþmaya kabul edilmemiþtir. Þair M. Celil 1939’da Stalin’e Tatar medeniyetinin acýklý durumunu anlatan uzun bir mektup yazmýþ ve muhtemelen mektubun etkisiyle Kazan’da Dil, Edebiyat, Tarih Enstitüsü (1939), II. Dünya Savaþý’ndan galip gelmenin etkisiyle de Kazan Devlet Üniversitesi’nde Tatar Tarihi, Dili ve Edebiyatý Kürsüsü açýlmýþtýr (1944). 9 Aðustos 1944’te yayýmlanan bir kararnâmeyle Tatar tarihini yücelten eserler yasaklanmýþsa da bu iki kurum 1990 yýlýna kadar Tatar dilinin ve kültürünün geliþmesinde etkin bir rol üstlenmiþtir. 1920-1940 yýllarý arasýnda A. Ýbrahimov, F. Burnaþ, K. Nemci, H. Taktaþ, K. Tinçurin, M. Galeü, Þ. Osmanov, H. Tufan, K. Kutuy, M. Celil, A. Aliþ, F. Kerim, N. Ýsenbet; daha sonraki yýllarda G. Beþirev, A Þamov, Ý. Gazi, E. Feyzi, F. Hüsni, M. Emir, E. Yeniki, S. Hekim, N. Arslanov, E. Yerikey, S. Battal, E. Ýshak, S. Urayskiy, G. Galiev, G. Epselemev, H. Vâhit, A. Rasih gibi yazar ve þairler ön plana çýkmýþtýr. Bu dönemin nesir ve þiirinde korku hâkim ol-

510

duðundan millî, dinî ve tarihî konular Tatar edebiyatýnýn ölü temalarý arasýna girmiþtir. Dönemin edebiyat dergileri Yanalif, Biznin Yul (daha sonra Kazan Utlarý ), Ataka ve Sovyet Edebiyatý’nda komünist ideolojiye hizmet etmeyen hiçbir eser basýlmamýþtýr. 1934’te Tataristan Yazarlar Birliði’nin kurulmasýyla otokontrol daha da sýkýlaþmýþtýr. Ravil Feyzullin Gýybret Alýrlýk Ütken Yul adlý eserinde Yazarlar Birliði’ne üye olmanýn üniversitede eðitim almak kadar zor olduðunu, ailesinde imam bulunan ya da zengin olanlarýn ne kadar meþhur olurlarsa olsunlar kesinlikle bu birliðe kabul edilmediðini belirtir. Ýslâmiyet’i horlama ve onunla mücadele etme, tarihî konularý yazamama, iki defa alfabe deðiþtirme, sosyalizmi ve onun uygulamalarýný övmek zorunda býrakýlma edebiyatýn tabii geliþimini engellemiþtir. Þ. Kemal’in Gabbas Galin, H. Taktaþ’ýn Kileçekke Hatlar, K. Necmi’nin Yaktý Sukmak, Koyaþlý Yangýr, F. Kerim’in Cidinci Miç, Tavýþlý Tan, M. Celil’in Hat Taþuci, Cihan, Þ. Mannur’un Gaycan Babay adlý eserlerinin ana kahramanlarý köylü ve þehirli komünistlerdir. Þ. Osmanov Legion Yulý, G. Beþirov Sývaþ, A. Þamov Gospitalde, Bir Mehebbet Turýnda, H. Sadriy Ýl Batýrlarý, Biznin Tan gibi eserlerinde Sovyet ülkesi ve baðýmsýzlýk için mücadeleyi ana tema olarak iþlemiþtir. Edebiyattaki durgunluðu ve ruhî kuraklýðý 1941-1945 yýllarý arasýnda II. Dünya Savaþý deðiþtirmiþtir. Bu dönemde edebiyatýn ana konusu halký savaþa davet, birlik, zafere inanma, faþizme karþý nefret hissi olmuþtur. Ayný devirde otuz civarýnda yazarýn (M. Celil, A. Aliþ, F. Kerim, G. Kutuy, K. Basýrov, M. Gayaz, R. Ýlyas, H. Möcey, D. Fethi gibi) cepheye gitmesi, çeþitli cephelerde savaþan Tatar gençleri için on altý deðiþik isimde gazete çýkarýlmasý edebiyata bir canlýlýk getirmiþtir. Gençleri cepheye çekmek için çeþitli eserler yazýldýðý gibi geride býraktýklarýný ve zaferle dönen askerleri konu edinen eserler de kaleme alýnmýþtýr. Savaþ ve insan konusu G. Beþirov’un Namus (1948), M. Emir’in Saf Künil (1959), G. Apsalamov’un Altýn Yoldýz (1948), Mengilik Kiþi (1960) romanlarýnda; T. Ýzzet’in Ýzge Emanet (1946), R. Ýþmorat’ýn Ülmes Cýr (1954) dramlarýnda askerin cesaret, fedakârlýk ve kahramanlýk tasvirleriyle anlatýlmýþtýr. Savaþ sonrasý dönemde yetiþmiþ en önemli yazarlardan A. Yeniki’nin Saz Çeçegi (1955), Eytilmegen Vasýyat (1955), Yürek Sýrrý (1957), Tugan Tufrak (1959), Reþe (1962), Töngi Tomçýlar (1964), Maturlýk (1964), Vöc-

dan (1968), Kuray (1970) gibi hikâyeleri Tataristan’da en çok okunan eserler arasýndadýr. 1960’lý yýllardan itibaren eserleri öne çýkan R. Tuhfetullin, E. Davidov, A. Gýylejev, Þ. Möderris, G. Ahunov, H. Fettah, H. Kemal, E. Bayan, F. Afzal, E. Kasýmov, Þ. Bikçurin, M. Þabaev, Þ. Galiyev, Ý. Yuziev, Þ. Husainov, B. Kemalov gibi yazar ve þairler yaþadýklarý dönemin toplumsal ve ahlâkî konularýný eserlerinde iþlemiþlerdir. Sovyet rejiminin az da olsa yumuþamaya baþlamasýyla birlikte Tatar halkýnýn eski parlak tarihine olan ilgisi de artmaya baþlamýþtýr. N. Ýsenbet’in baþlattýðý tarihî roman geleneðini N. Fettah geliþtirmiþtir. Konularýný Ýdil-Bulgar Devleti’nin tarihinden seçen yazar Ýtil Suý Aka Torur (1969), Kul Gali (1973), Sýzgýra Torgan Uklar (I-II, 1980-1984) adlý eserleri yazmýþtýr. Bu gelenek 1980’li yýllardan sonra Tatar edebiyatýnda en çok ilgi çeken konulardan biridir. M. Habibullin’in Kubrat Han (1985), Ýlçiye Ülim Yuk (1991), Säimbike Hanbike hem Ývan Grozniy (1996), Atilla (2002), R. Muhammediyev’in Sýrat Küpiri (1992), R. Batulla’nýn Söimbike (1992), C. Rahimov’un Batýrþa (1992), F. Latifi’nin Hýyanet (2000) romanlarý Tatar toplumunun geçmiþteki parlak günlerini ve millî kahramanlarýný idealleþtiren eserlerdir. 1970-1980’li yýllarda Ý. Nurullin, M. Mehdiyev, T. Minnullin, F. Yarullin, M. Yunýs, M. Habibullin, E. Galiyev, S. Süleymanov, M. Hesenev, R. Haris, R. Feyzullin, Zölfet, R. Ahmetcanov, M. Eglemev, V. Nurullin, R. Batulla, M. Gali, E. Gaffar, Z. Hakim, R. Veliyev, E. Reþitev, L. Þagýyrcan, H. Eyüp, M. Melikova, R. Gataullin gibi yazar ve þairler Tatar edebiyatýnýn en meþhurlarýdýr. 1990 yýlý sonrasýnda Tatar yazarlarý daha özgür bir ortama kavuþmuþ, geçmiþ dönemlerde yazýlmasý yasak olan millî ve dinî konularý rahatlýkla yazmaya baþlamýþtýr. 1999-2010 yýllarý arasýnda yaklaþýk 1500 edebî eser neþredilmiþtir. Ýdil, Meydan ve Kazan Utlarý bu yýllarda yayýmlanan en önemli edebiyat dergileridir. T. Galiullin’in Teübe, Elmek, R. Muhammediyev’in Utlý Taba Östinde, Biz Kýrýkbirinçi Ýl Balalarý, Sýrat Küpiri, G. Gomer’in Möher, M. Galiyev’in Dogalý Ýllar, R. Feizov’un Ütken Gomer-Yangan Kümer, E. Galiyev’in Cimirilgen Hýyallar, A. Helim’in Kýybla, Z. Zeynullin’in Uram, At Karaklarý, Z. Hekim’in Gönah, F. Yahin’in Ahýrzaman Peygamberi, G. Tavlin’in Afet, N. Gýymetdinova’nýn Küke Tökrigi, R. Kerami’nin Kargýþlý Etaplar, L. Badýykþan’ýn Mörtet, Þ. Rekýypov’un Bakýy, N. Fettah’ýn Ký-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

rýk Dürtnin May Ainda, F. Safin’in Biik Taunýn Baþlarýnda, F. Ziyatdinov’un Ýzge Yort, M. Yunýs’ýn Songý Sulýþ, A. Vergazov’un Yörek Cir Sorýy, G. Beþirov’un Gýybret, A. Gýylejiv’in Kamýþ Barmak, Kömeþ Týrnak, G. Ahunov’un Timirhannýn Kürgen-Kiçirgenneri, H. Kemalov’un Tülenmegen Küz Yeþi, S. Þeripov’un Mehebbet Hakkýnda adlý roman ve hikâyeleri son yýllarda yayýmlanan eserlerden bazýlarýdýr. Tatar edebiyatý hakkýnda N. Ý. Aþmarin, Ý. Berezin, V. V. Grigoryev ve N. F. Katanov gibi Türkologlar; C. Velidi, R. Fahreddin, A. Ýbrahimov, A. Ubeydullin, A. Sadi, A. Rahim, L. Gaynanova, L. Celay, M. Gaynullin, M. Gaynetdinov, H. Minnegulov, M. Osmanov, Þ. Sadretdinov, N. Yüziyev, F. Galimullin, R. Ganiyeva, F. Urmançiev gibi Tatar edebiyat tarihçileri tarafýndan pek çok eser ve makale yazýlmýþtýr. 1971’de baþlanan ve 2001 yýlýnda tamamlanan altý ciltlik Tatar Edebiyatý Tarihi, XIII. yüzyýldan günümüze kadar Tatar edebiyatý hakkýnda yapýlmýþ deðerli bir çalýþmadýr. Tatar edebiyatýnýn en önemli ödüllerinden biri 1958’den bu yana verilmekte olan Tukay ödülüdür. 2008’de R. Gataullin Susau ve Gazeller isimli þiir kitaplarýyla, 2009’da Z. Hekim Tilsiz Küki isimli piyesiyle, Z. Mansurov Gerehetli Yörek ve Künilde Fidai Yaþese adlý þiir kitaplarýyla bu ödüle lâyýk görülmüþtür. BÝBLÝYOGRAFYA : Cemaleddin Velidî, Tatar Edebiyatýnýn Barýþý, Orenburg 1912, s. 35-38; Abdurrahman Sadi, Tatar Edebiyatý Tarihi, Kazan 1926, s. 13-49; Tatar Megrifetçilik Edebiyatý (haz. Muhammet Gaynullin), Kazan 1979; Ýbrahim Nurullin, XX. Yöz. Baþý Tatar Edebiyatý, Kazan 1982, s. 14-52; Tatar Edebiyatý Tarihi, Kazan 1984-2006, I-VI, tür.yer.; Sovet Tatarstaný Yazuçýlarý, Kazan 1986, s. 24-88; Fatma Özkan, Abdullah Tukay’ýn Þiirleri, Ankara 1994, s. 19-37; Ahmet Temir, “Kuzey Türkleri Edebiyatý (Tatar-Baþkýrt)”, TDEK 2, IV, 229-258; Baþlangýcýndan Günümüze Kadar Türkiye Dýþýndaki Türk Edebiyatlarý Antolojisi: Tatar Edebiyatý, Ankara 2001, XIX, 15-180; Fuat Galimullin, Tabigýylikke Hilaflýk, Kazan 2004, s. 47-133; a.mlf., Ezlenü Vakýtý, Kazan 2005, s. 7-32; Rafael Mostafin, Silueti: Literaturnýe portretý pisateley Tatarstana, Kazan 2006, s. 54-292; a.mlf., Repressiyelengen Tatar edipleri, Kazan 2009, s. 156-173; Daniya Zahidullina, XX. Gasýr Baþý Tatar Hikayeleri, Kazan 2007, “Önsöz”, s. 3-30; T. Galiullin – R. Yarullina, “Tatar Türkleri Edebiyatý”, Türk Dünyasý Edebiyat Tarihi, Ankara 2007, IX, 676-736; Tatar Dramaturglarý (haz. F. Ganieva v.dðr.), Kazan 2007, s. 5-261; Tatar Edebiyatý Tarihý (XX. Gasýr) (haz. Ý. Nasipov), Sterlitamak 2008, s. 8-34; Edipleribiz: Bibliografik Biliþmelik (haz. R. Dautov – R. Rahmani), Kazan 2009, I-II; “Tatarstan Respublikasý”, Tatar Entsiklopediya Süzlege, Kazan 2002, s. 613-627.

ÿÝsmail Türkoðlu

Çaðataylar (bk. ÇAÐATAY EDEBÝYATI) Çuvaþlar (bk. ÇUVAÞLAR) Karakalpaklar. Dil. Karakalpak Türkçesi, çoðu Özbekistan’a baðlý Özerk Karakalpakistan Cumhuriyeti’nde yaþayan 1 milyonu aþkýn kiþi tarafýndan konuþulmakta ve Kýpçak Türkçesi özellikleri taþýmaktadýr. Bu yönüyle Kazak ve Nogay Türkçesi’ne çok yakýndýr. Daha önce Arap alfabesiyle yazan Karakalpaklar 1928’de Latin alfabesine geçmiþlerse de 1932’den bu yana Kiril alfabesini kullanmaktadýr. Bu alfabede on ünlü, yirmi altý ünsüz, üç yarý diftong (yu, ya, yo) olmak üzere otuz dokuz harf bulunmaktadýr. 1996’da yeniden kabul edilen Latin alfabesi henüz yaygýnlaþmamýþtýr. Karakalpak Türkçesi’ndeki ses deðiþiklikleri arasýnda ç ^ þ, g ^ v, þ ^ s, y ^ j en önde gelenleridir: çýk- ^ þýk-, çarýg ^ þarýk, tag ^ tav, sag ^ sav, taþ ^ tas, yol ^ jol, yýlký ^ jýlký. Eski Türkçe’de mevcut k- ve t- ünsüzleri Karakalpak Türkçesi’nde korunmuþtur: kel-, toy-. Arapça ve Farsça’dan giren f sesleri p’ye döner: fil ^ pil; damak ñ’si korunur. Ek ünsüzlerinde ötümlü-ötümsüz benzeþmeleri görülür. Meselâ -nIñ ekinin -dIñ, -tIñ; yükleme hali eki -nI’nýn -dI, -tI biçimleri de vardýr. Araç durumu menen, benen, penen; soru mA, bA, pA biçimleriyle karþýlanýr. Belirsiz geçmiþ zaman için -Gan, -KAn; -Ip; gelecek zaman için -mAKþI, -jAK; þimdiki zaman için -A, -y ekleri kullanýlýr. Yeterlik alile yapýlýr. Bu özellikler Kýpçak, Karluk ve Altay lehçelerinde de görülür. Karakalpak Tiliniñ Tüsindirme Sözligi’nde (I-IV, Nökis 1982) toplanan Karakalpak Türkçesi’nin söz varlýðýnda Türkçe, Arapça, Farsça, Moðolca, Rusça ve az sayýda Çince kelimeler vardýr. Edebiyat. Karakalpaklar, kendilerine özgü bir yazýlý edebiyatýn teþekkülünden önce diðer Türkistan Türkleri gibi ortak yazý dili olan Çaðatayca ve Hârizmce’de eser vermiþlerdir. Karakalpak edebiyatýný iki döneme ayýrmak mümkündür. a) 1917 Ekim Devrimi’nden Önce. 1917 Devrimi’ne kadarki Karakalpak edebiyatýnýn daha çok sözlü edebiyat çerçevesinde kaldýðý söylenebilir. Sözlü edebiyat çok zengindir. Yayýmlanmýþ otuzu aþkýn destan, çok sayýda atasözü, deyimler, halk koþuklarý günümüze kadar gelmiþtir. Folklordaki tarihî gerçeklik edebiyat tarihini tamamlamakta ve birkaç dönem halinde þekillenmektedir. 1. En eski dönem. Daha çok büyü olaylarýndan söz edilen bu dönemin önemli eseri Þeryar (Þehriyâr) des-

tanýdýr. 2. Peçenek-Kýpçak dönemi. XI-XII. yüzyýllarý içine alan bu dönemde ortaya çýkan eserlerden Koblan destanýnda görüldüðü gibi aðýrlýklý olarak dinî inanýþlar iþlenir ve halk kahramanlarýnýn yiðitliði anlatýlýr. 3. Altýn Orda dönemi. XIII-XIV. yüzyýllarý kapsayan bu dönem de pek çok destan ve büyü olaylarý üzerine kurulmuþtur. Edige ve Er Þora destanlarýnýn bu dönemde yazýldýðý belirtilmektedir. 4. Konrat-Baysýn dönemi. XV-XVIII. yüzyýllarý içine alan bu dönemde hayatýn sýkýntýlarý ve çeþitli meseleler dile getirilmektedir. Bu devirden kalan Alpamýs, Mespatþa destanlarýnda uruklarý birleþtirmek için gösterilen gayretler anlatýlmaktadýr. 5. Buhara-Bulunðýr dönemi. Bu dönemdeki eserlerin ortak özelliði halký dýþ düþmanlardan koruma görevidir. Er Ziyvar destaný bu döneme aittir. 6. Hârizm dönemi. Karakalpaklar’ýn ilk atalarýnýn ortaya çýktýðý Hârizm bölgesinde Karakalpak ozan ve bahþýlarýnýn sanatlarýný geliþtirdiði devirdir. Göruðlý (Köroðlu), Garip Âþýk, Sayathan Hemra gibi pek çok âþýklýk destaný bu dönemle ilgilidir. Massagetler devrinden gelen Karakalpaklar’la menþe bakýmýndan ilgi kurulan ve en eski devri içine alan eser Karakalpaklar arasýnda kadýnlara büyük önem verdiðini ortaya koyan Kýrkkýz destanýdýr. Nogaylý döneminin þairleri arasýnda Soppaslý Sýpýra Jýrav (günümüze bazý “tolgav”larý ile anlattýðý Edige destaný kalmýþtýr), Asan Kayðý (tolgavlarýnda halkýn sýkýntýlarýný ve Altýn Orda’nýn siyasî durumunu anlatýr), Jiyrenþe Þeþen (daha çok hazýrcevaplýlýk ve karþýsýndakini sözle susturma þeklindedir), Dospambet Jýrav (XV. yüzyýlýn sonu ile XVI. yüzyýl baþlarýnda yaþayan bir kumandan) gibi isimler bulunmaktadýr. XVI. yüzyýl Karakalpaklar’ýn Nogaylý adlandýrmasýný býrakýp Karakalpak adýný kullandýklarý devir olup XVI-XVII. yüzyýllarý da içine almaktadýr. Dönemin þairleri geleneksel “tolgav” ve “terme”ler söylemiþ, bunlarý kopuz eþliðinde terennüm etmiþtir. Yayýk boyundaki Karakalpaklar arasýnda Dospambet, Kaztuvðan, Yeniderya boyunda Müyten Jýravlar bu devir edebiyatýný temsil eden þairler olarak gösterilebilir. XVII-XVIII. yüzyýllarda karýþýklýklarýn, sýnýflar arasýnda adaletsizlik ve eþitsizliklerin artmasý Karakalpak edebiyatýnýn bu devirde yeni bir döneme girmesine zemin hazýrlamýþtýr. Karakalpak halký, kendi özgürlük ve baðýmsýzlýðýný korumak için adaletsiz yöneticilerle büyük bir mücadeleye giriþmiþtir. Firdevsî, Nizâmî, Ali Þîr Nevâî, Mahtumkulu gibi þairlerin eserlerinin Ka-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

511


TÜRK

Þair Berdak’ýn heykeli (Pýnar Fedakar fotoðraf arþivi)

rakalpaklar arasýnda yayýlmasý edebiyatlarýnýn geliþmesinde önemli rol oynamýþtýr. XIX. yüzyýl Karakalpak edebiyatý ve kültürünün büyük geliþme gösterdiði bir devirdir. Hârizm’e gelen Karakalpaklar yerleþik hayata geçip kendi etnik-millî kültürlerini geliþtirmiþlerdir. Bu geliþim öncelikle siyasal ve ekonomik hayatýn geliþmesiyle olaylarý þiirlerine yansýtan Künhoja, Ejiniyaz, Berdak, Öteþ, Sarýbay, Gülmurat’ta görülür. Bunlarýn þiirlerinde toplumsal eþitsizlik, baðýmsýzlýk ideali, mazlumlara karþý insanî duygu ve düþünceler terennüm edilir. Türkistan coðrafyasýnda bu devrin en önemli hadisesi Türk halklarýnýn Rusya’ya ilhak edilmesidir. 1873’ten itibaren Hârizm bölgesinde yaþayan Türk topluluklarý, bu baðlamda Karakalpaklar Rusya’nýn hâkimiyetine girmiþ, buralarda yaþayan halklarýn edebiyatý da Türkistan’da yayýlmaya baþlamýþtýr. Edebî eserlerin bir kýsmý Kazan’da basýlýrken 1874’ten itibaren Hîve’de basýlmýþtýr. 1884’te Taþkent’te, 1890’da Semerkant’ta kurulan matbaalarýn Karakalpak edebiyatýnýn geliþmesine katkýsý olmuþtur. 1905-1907 yýllarý arasýnda Çarlýk Rusyasý’na karþý ayaklanma hareketleri ve Bolþevik akýmýnýn geliþmesi edebiyatý da etkilemiþtir. Bu dönemdeki þairlerin ana temasý sosyal adaletsizliktir. Bunun yanýnda insanlýk, iyi ahlâk, çalýþkanlýk, halkýn sýkýntýlarýný paylaþma, sevgi, nasihat gibi temalar iþlenmiþtir. Þairler hem yaþanýlanlarý terennüm etmekte hem de söz konusu olaylara dayalý fikir ve idealle512

rini genelleþtirmektedir. Bu durum özellikle Omar ve Ayapbergen’in mýsralarýnda görülür. Bu dönemde daha çok lirik ve epik türler, hiciv ve mizah, atýþmalar yanýnda fabl türü de bazý þiirlerde yerini almýþtýr. Dönemin önde gelen þairleri arasýnda Omar Süyirbek Ulý, Kulmurat, Sýdýk Tokpan Ulý, Annakul, Begjan, Ebdikadir Bekimbet Ulý, Hudaybergen Jebegen Ulý, Kazakbay Hojaniyaz Ulý ve Jañabay gibi isimler bulunmaktadýr. b) 1917 Ekim Devrimi’nden Sonra. 1917 Devrimi, Karakalpaklar’da da dil ve edebiyat açýsýndan yeni bir dönemin baþlangýcý olmuþtur. Ruslar’ýn Türk topluluklarýnýn konuþtuðu yerel dilleri yazýlý dil haline getirme çabasý yeni yazý dillerinin ortaya çýkmasý, “etnisite”ye dayalý bir millî edebiyatýn meydana gelmesi sonucunu doðurmuþtur. Karakalpaklar da bu çerçevede konuþma dillerini yazý dili haline getirerek bununla edebî eserler ortaya koymuþtur. Devrimin þekillendirdiði bu devir edebiyatý için Karakalpak Sovyet edebiyatý tabiri yaygýn biçimde kullanýlmaktadýr. Bu dönem Karakalpak halkýnýn hayatýndaki en önemli tarihî olgulardan biri sayýldýðýndan Karakalpak ekonomisi ve kültürü için yeni ve farklý bir baþlangýç oluþturur. Karakalpaklar, Sovyet Komünist Partisi siyasetinin gereði olarak yazdýklarýný basma imkânýna da sahip olmuþ, kendi edebiyat ve sanatlarýný geliþtirme çabasý içine girmiþtir. Karakalpak Sovyet edebiyatýný temsil edenlerin eserlerinde Rus Sovyet edebiyatýnýn klasiklerinden M. Gorki, V. Mayakovski gibi yazarlarýn etkisi açýkça görülür. Bunun sonucunda siyasal lirik þiirlerle sosyal manzumeler geliþip çoðalmýþ, drama ve tiyatro sanatý teþekkül etmiþtir. Karakalpak Sovyet þiiri XX. yüzyýlýn baþlarýnda ortaya çýkmýþtýr. Devrimi ve yeni hayat tarzýný terennüm eden Karakalpak þairleri Ayapbergen Muvsayev, Seyfulðabit Mejitov, Kasým Evezov, Karabay Ermanov, Hojamet Ahmetov, Aytbay Metyakubov, Jolmurza Aymurzayev, Asan Begimov’dur. Yeni Karakalpak Sovyet þiiri devrimden önceki Karakalpak þiirinden sosyalist içeriði ve fikrî temasý ile ayrýlýr. Bu dönem þiirinin temalarý devrimin zaferi, Sovyet Komünist Partisi’nin siyaseti, zenginlere karþý sýnýf mücadelesi, kadýn eþitliði, kolhoz hayatý gibi propaganda amaçlý konulardýr. 1920’li yýllarýn ortalarýnda ve 1930’lu yýllarýn baþlarýnda Karakalpak edebiyatýnda genç Karakalpak drama sanatçýlarý yetiþmiþtir. Karakalpak halkýnýn hayatýndan ilham alan bu sanatçýlar ve eserlerinden bazýlarý þunlardýr: Kasým Evezov, Tilek Jo-

lýnda; Seyfilðabit Mejitov, Ernazar Alaköz, Soñðý Selteñ, Baðdagül; Ebdiraman Ötepov, Teñin Tapkan Kýz, Boyavþý Vekil, 900 Gramm. Geliþmenin temelinde 1920’li yýllarýn ortalarýnda kurulan millî tiyatronun etkisi bulunmaktadýr. Bu yýllarda heveslilerden oluþan Tañ Nurý tiyatro topluluðu ilk Karakalpak tiyatrosunun ortaya çýkmasýna zemin hazýrlamýþtýr. Bu döneme gelinceye kadar Karakalpak edebiyatýnda sözlü halk edebiyatý dýþýnda, hikâye ve roman gibi modern anlamda mensur eserler bulunmuyordu. Yeni dönemde Karakalpak nesrinin ilk ürünleri verilmiþ, genç yazarlar sosyal ve siyasal hayatýn bazý tablolarýný küçük hikâye ve eserlerinde, fýkralarýnda tasvir etmeye çalýþmýþtýr. Ancak bu, gerçek anlamda nesir deðildi. Yazarlýk tecrübesinin yokluðu, tipleþtirme ve sonuçlandýrmanýn zayýflýðý, konu darlýðý nesrin geliþmesine imkân vermemiþtir. Karakalpak Sovyet edebiyatý geliþmesinin ikinci basamaðý sayýlan 1930’lu yýllarda biraz daha güçlenmiþ, Mýrzaðaliy Deribayev, Deli Nazbergenov, Nejim Devkarayev, Emet Þamuratov, Bayniyaz Kayýpnazarov gibi yetenekli yazarlar ortaya çýkmýþtýr. Bu dönemde edebiyat þiir, nesir ve drama türlerinde yeni eserlerle zenginleþmiþtir. Söz konusu eserlerdeki temalar vatan, parti, Sovyet ordusu, Lenin, kadýn-erkek eþitliði, kolhoz hayatý, kültür ve bilimi teþvik gibi konulardýr. Genç þairler ilk zamanlarda görülen küçük þiirler yerine daha uzun þiirler yazmaya baþlar. Sovyet yönetimi yýllarýnda halk þiirinde de büyük geliþme görülür. Sadýk Nurýmbetov, Abbaz Dabýlov gibi halk þairleri bu türün en güzel örneklerini vermiþ, yeni dönemi ve bu dönemin lideri Lenin’i öven þiirler yazmýþtýr. Abbaz’ýn “Mavzoleyde”, “Körip keldim”, “Namert Jigit Nege Derkar” gibi þiirleri, “Bahadýr” adlý destaný; Sadýk Nurýmbetov’un “Biziñ Vatan”, “Kýzýl Moskva”, “Perzentim” adlý þiirleri halk tarafýndan çok beðenilmiþtir. II. Dünya Savaþý yýllarýnda Karakalpak yazarlarý ateþli yazýlarla halký düþmanla savaþmaya çaðýrmýþ, savaþtan sonraki yýllarda Karakalpak edebiyatý yeni bir atýlým içine girmiþtir. Bunda Rus Sovyet yönetiminin aldýðý siyasî kararlarýn rolü büyüktür. Bu kararlarýn ardýndan Karakalpak yazarlarýnýn eserlerinde devrin Sovyet temasýna doðru bir dönüþ kuvvetle kendini hissettirir. Sosyalizmin kuruluþunu, kolhozlu köyün “bahtlý” hayatýný, kolhozcularýn çalýþkanlýðýný anlatan eserler arasýnda Jolmurza Aymurzayev’in Aydýn Jol (1955), Emet Þamuratov’un “Bahýtlý zaman” ve

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

“Akþolpan-Palman” manzumeleri; Sovyetler Birliði’nin kahramaný Zoya Kosmedemyanskaya hakkýnda Beknazarov’un yazdýðý “Tanya”, Kayýpnazarov’un “Palvanbek” manzumeleri bu temalarýn önde gelen örneklerindendir. Bu yýllarda Karakalpak edebiyatýna Ibrayým Yusupov, Tilevbergen Jumamuratov, Hojabek Seytov, Tölep Kayýpbergenov, Öserbay Hojaniyazov, Hojamurat Turýmbetov, Joldasbay Dilmuratov, Babaþ Ýsmailov, Meten Seyitniyazov, Keramatdin Sultanov, Aytbay Bekimbetov, Devlen Aytmuratov gibi genç, yetenekli yazar ve þairler de katýlýr. Savaþtan sonraki dönemde Karakalpak nesri de geliþme gösterir. Pek çok hikâye ve denemenin yanýnda ilk defa hacimli nesir örnekleri olan romanlarýn yazýldýðý görülür. Kýsa zamanda ortaya çýkan romanlar arasýnda Asan Begimov’un Balýkþýnýñ Kýzý (Nökis 1958), Jolmurza Aymurzayev’in Emivderya Boyýnda (Nökis 1958), Tölepbergen Kayýpbergenov’un Karakalpak Kýzý (Nökis 1960), Orazbay Ebdirahmanov’un Bosaða (Nökis 1989) sayýlabilir. Bunlardan Begimov, Aymurzayev ve Þavdýrbay Seytov’un romanlarý Rusça’ya tercüme edilirken Bekimbetov ile Kayýpbergenov’un romanlarý Özbek Türkçesi’ne aktarýlmýþtýr. Bu geliþmeler sonucunda Karakalpak nesrinin ön plana çýktýðý görülür. Ayný dönemde edebî tenkit ve edebiyat araþtýrmalarý alanýnda da geliþmeler olmuþ, Nejim Devkarayev, M. Nurmuhammedov, Kalli Ayýmbetov, Kabýl Maksetov, S. Ahmetov gibi bilim adamlarý yetiþmiþtir. Günümüz yazar ve þairleri arasýnda Ibrayým Yusupov, Tölepbergen Kayýpbergenov, Þavdýrbay Seytov, Gülistan Þamuratova, Sarýgül Bahadýrova, Gülistan Matyakubova, Saylavbay Jumaðulov, Orazbay Ebdirahmanov, Nebiyra Töteþova, Saðýnbay Ýbragimov, Keñesbay Reymov, Bahtiyar Genjemuratov, Patiyma Mýrzabayeva zikredilebilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

N. Japakov, Edebiyatýmýz Hakkýnda Oylar (Ýlmiy Makalalar Toplamý), Nökis 1974; Ý. T. Saðitov, Karakalpak Edebiyatýnýñ Ösiv Jollarý -Edebiy-Kritikalýk Makalalar-, Nökis 1979; A. Zeki Velidî Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakýn Tarihi, Ýstanbul 1981, s. 156-201; Karakalpak Edebiyatý Tarihi (haz. N. Japakov v.dðr.), Nökis 1983; S. Ahmetov – S. Esenov, Karakalpakstan Respublikasýnýñ Jazývþýlarý, Nökis 1995; S. Ahmetov – K. Mambetov, Karakalpak Edebiyatý, Nökis 1996, s. 3-11, 196-199, 211-224, 242247; Karakalpak Edebiyatý (haz. H. Seytov v.dðr.), Nökis 1998; Ceyhun Vedat Uygur, Karakalpak Türkleri Edebiyatý (Gramer-Yazýlý Edebiyat-Destanlar), Denizli 1999; a.mlf., Karakalpak Türkçesi Grameri (Fonetik, Morfoloji, Sentaks), Denizli 2001; a.mlf., “Karakalpak Türkçesi”, Türk Lehçeleri Grameri (ed. Ahmet B. Ercilasun), An-

kara 2007, s. 545-622; Baþlangýcýndan Günümüze Kadar Türkiye Dýþýndaki Türk Edebiyatlarý Antolojisi: Karakalpak Edebiyatý, Ankara 2003, XXIII, 163, 167, 171, 177, 181, 185, 189, 190, 195; Karþýlaþtýrmalý Türk Lehçeleri Grameri I -Fiil- Basit Çekim, Ankara 2006; Karakalpak Destanlarý: Kýrk Kýz Destaný (haz. Ceyhun Vedat Uygur), Ankara 2007.

ÿCeyhun Vedat Uygur

Kazaklar (bk. KAZAKÝSTAN; KAZAKLAR) Kýpçaklar (bk. KIPÇAKLAR) Kýrgýzlar. Kýrgýzca, Altayca ile birlikte Türk dilleri ailesi Kýpçak grubunun taþrasý olarak nitelenen Doðu alt grubunu oluþturur. Kýrgýzistan Cumhuriyeti, Özbekistan Cumhuriyeti’nin kýsmen Namangan, Andican ve Fergana bölgeleri, Tacikistan Cumhuriyeti’nin bazý daðlýk yerleriyle Kazakistan Cumhuriyeti’nin Kýrgýzistan’a komþu bölgeleri, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan-Uygur Özerk Bölgesi, Moðolistan Halk Cumhuriyeti’nin batý bölgeleriyle Kuzeydoðu Afganistan ve Pakistan’da konuþulmaktadýr. Kýrgýzca’nýn bir tasnife göre kuzey ve güney olmak üzere iki, bir diðerine göre kuzey, güneybatý ve güneydoðu olmak üzere üç aðzý vardýr. Kýrgýz edebî / yazý dili kuzey aðzýna dayanýr. Kýrgýzca’nýn fonolojik özellikleri þunlardýr: Çaðdaþ Kýrgýz edebî dili öz fonolojik sisteminde sekizi kýsa (a, e, ý, i, o, ö, u, ü), altýsý uzun (a, e¯, o¯, ö, u, ü¯) olmak üzere on dört ünlü ve on sekiz ünsüz (b, c, ç, d, g, x, k, l, m, n, n, p, r, s, þ, t, y, z) bulunur; f, j, þç, ts ve v fonemlerine özellikle Rusça ve alýntý kelimelerde rastlanýr. Uzunluk ikincildir: Eski Türkçe agýz > Kýrgýzca oz. Kýrgýzca’da vurgu çoðunlukla son hece üzerinde bulunur. Kelime ve kelime þekilleri ses uyumuna tâbidir. Dudak ünlü uyumu yalnýz dar ünlü sesleri (ý, i, u, ü) deðil düz geniþ ünlü sesleri de (a, e) etkiler: cüröktördögü “yüreklerdeki.” Eski Türkçe’deki d ünsüzü Kýrgýzca’da y’ye (tod¯ > toy¯ “doy ¯ ”), kelime baþý y ünsüzü c’ye (yol > col) dönüþmüþtür. Ayrýca hem Türkçe hem alýntý kelimelerde uzun ünlüler bulunmaktadýr. Ýþenaalý Arabeyev, Kazakça’yý Kýrgýzca’dan ayýrt etmek için yazý dilinde uzun ünlüleri ilk defa kullandýðýný belirtmektedir (Kýrgýz Alfabesi, 1924). Bu tarihe kadar yazýlan eserlerde uzun ünlüler gösterilmemiþtir (Diykanov, V/2 [2005], s. 328-329). Kýrgýzca’nýn morfolojisi Türk dili için tipiktir. Ýþaret zamirlerinin, sonu -l ile biten ve bitmeyeni olmak üzere iki þekli vardýr: bul / bu “bu”, oþol/oþo “bu, þu”, uþul/uþu “o”. Olumsuz fiil -ba- (-be-, -bo-, -bö-; -pa-, -pe-, -po-, -pö-) ekiyle kurulur (albaymýn “almam, al-

mayacaðým”); fakat bazan cok “yok” ve emes “deðil” kelimeleriyle analitik yolla da yapýlabilmektedir: Eç kimdi körgön cokmun “Kimseyi görmedim”; körgön emestey bolup “görmezlikten gelip.” Söz diziminde analitik fiil yapýlarý geliþmiþtir: okup catamýn-okup cüröm-okup oturamýn-okup turamýn “okuyorum.” Öbekleri birbirine baðlamada baðlaçlarýn kullanýlmasý tipik deðildir, bunun yerine birleþik anlatýmlarý kurmada daha çok morfolojik yöntem uygulanýr: Kýþ kelip suu tondu “Kýþ gelince su dondu.” Söz varlýðýnýn önemli bir kýsmýný yansýmalarýn oluþturduðu Kýrgýzca, uzak akrabasý Moðol ve Mançu dillerinden baþka diðer Türk lehçelerinden ve akrabasý olmayan dillerden etkilenmiþ ve kelimeler almýþtýr. Kýrgýzca’ya XVI. yüzyýldan önce Moðol dillerinden, Tian Þan döneminde ziraat, bað bahçe kültürü, ticaret, inþaatçýlýk gibi alanlarla ilgili Farsça’dan, Kýrgýzlar’ýn Orta Asya’ya gelip din deðiþtirmeleriyle birlikte dinî-kültürel alanla ilgili Arapça’dan Orta Asya halklarý dilleri aracýlýðýyla pek çok kelime girmiþtir. Kýrgýzlar’ýn Ruslar’la temasý ve Kýrgýzistan’ýn Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’ne baðlanmasýyla dilde Rusça’nýn etkisi baþlamýþ, zamanla bilim, teknoloji, yönetim, siyaset, kültür vb. alanlarla ilgili terimler Rusça’dan veya Rusça vasýtasýyla diðer dillerden alýnmýþtýr.

Rusya arþivlerinde bulunan, millî yazýnýn oluþmasýndan önce XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsý ile XIX. yüzyýlýn ilk yarýsý arasýnda Kýrgýzlar’ýn önde gelenleri tarafýndan Rus yöneticilerine gönderilen mektuplar ilk yazý dili örnekleri sayýlabilir. Ýlk Kýrgýz alfabesi 1924’te E. Arabayev tarafýndan Arap yazýsý esas alýnarak hazýrlanmýþ ve 1928’e kadar kullanýlmýþtýr. 1928-1940 arasý Latin, 1940’tan sonra Kiril alfabesiyle yazýlmaktadýr. Kýrgýzlar’ýn yazýlý edebiyatýna kaynaklýk eden çok zengin bir sözlü edebiyat geleneði vardýr. Manas, Kurmanbek, Canýl Mýrza, Kedeykan gibi destanlar, ayrýca hikâye ve masallar, efsaneler, ninniler, tekerlemeler, bilmeceler, atasözleri ve deyimler, dinî ve lirik þiirler (türküler) bu geleneðin ürünleridir. Sözlü geleneðin en eski katmanýný hikâyeler oluþturur. Mensur eserlerin önemli bir türü muhteva bakýmýndan zengin masallardýr. Bunun yanýnda geleneksel bir tür olmayan fýkralar da mevcuttur. Manzum sözlü eserler arasýnda önemli bir yer tutan destanlar diðer türlere oranla daha çok geliþmiþtir. Kahramanlýk destanlarýnýn en tanýnmýþý Manas, Semetey ve Seytek bölümlerinden oluþan 500.000 dizelik Manas üçlüsüdür. Bir

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

513


TÜRK

diðer manzum tür türkülerdir. Anonim olan þiirlerin yanýnda âþýklýk geleneðinin ürünü bireysel eserler de mevcuttur. XVIIIXIX. yüzyýllarda hýzla geliþen bu türün temsilcileri arasýnda B. Kumar Uulu, S. Toktobolot Uulu, Toktogul Satýlganov, K. Akýyev, B. Alýkulov, Moldo Niyaz, Togolok Moldo, Moldo Kýlýç gibi isimler sayýlabilir. Alkýþ ve kargýþlar, atasözleri ve deyimler, bilmeceler, tekerlemeler de sözlü edebiyat ürünleri arasýnda yer alýr. Ancak halk tiyatrosunun sözlü gelenekte yer almadýðý görülmektedir. Buna karþýlýk sözlü çocuk edebiyatý baþlý baþýna bir zenginliktir. Kýrgýz sözlü edebiyatý ürünlerinin derlenip yayýmlanma faaliyetlerini XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan sonra W. Radloff ve C. Valihanov gibi bilim adamlarý baþlatmýþtýr. Kýrgýz yazýlý edebiyatý, 1924’te millî alfabenin kabul edilip Erkin Too gazetesinin yayýn hayatýna girmesiyle ilk eserlerini vermeye baþlar. Ýlk edebiyat ürünleri gazetelerde çýkar. Bu yýllarda Kýrgýz edebiyatýnýn öncüleri sayýlan S. Karaçev, K. Týnýstanov, A. Tokombayev, M. Tokobayev, M. Elebayev, C. Cangýrçiyev gibi yazarlar yetiþmiþtir. 1930 ve 1940’lý yýllarda hemen hemen edebî türlerin hepsinde eserler kaleme alýnmýþtýr. Bu dönemde daha önce Kýrgýz þiirinde görülmeyen manzumeler için ilk örnekler K. Týnýstanov’un Canýl Mýrza (1922-1924), Temirkul Ümötaliyev’in Aysuluu (Frunze 1941), A. Tokombayev’in Tan Aldýnda (Frunze 1947) adlý eserleriyle ilk örnekler verilmiþtir. Yine bu yýllarda hikâye, uzun hikâye, roman ve piyes türünde eserler yayýmlanmýþtýr: K. Bayalinov’un Acar (Frunze 1928, hikâye), M. Elebayev’in Uzak Col (Frunze-Sermerkant 1936, uzun hikâye), K. Cantöþev’in Kanýbek (I-III, Frunze 1939-1948, roman) ve Karaçaç’ý (1928, piyes) gibi. Ancak bu yayýnlar çoðunlukla 1917 Ýhtilâli’ni, Lenin ve sosyalist düzenle ilgili konularý iþleyen siyasal propaganda eserleri niteliðindedir. Mensur eserlerle tiyatro türünde yazýlmýþ eserlerde daha çok sosyal konular ele alýnmýþtýr. Kadýn-erkek eþitliði, zenginlerin zulmü gibi sorunlara özellikle aðýrlýk verildiði görülmektedir. II. Dünya Savaþý yýllarýnda propagandacý üslûba kahramanlýk, vatanperverlik gibi temalar eklenir. Þiirde mektup tarzýnda eserler doðar. Nesirde belgesel ve otobiyografik denemeler yazýlýr. Bu dönemde edebiyatýn geliþmesinde klasik Rus ve Sovyet edebiyatý yanýnda diðer Türkler’le dünya edebiyatýnýn büyük etkisi olmuþtur. Bu devirde C. Aþubayev, M. Elebayev, C. Turusbekov, K. Esenkocayev gibi güçlü þair ve yazarlar savaþ514

ta ölseler de Kýrgýz edebiyatý geliþmesini sürdürmüþtür. 1950’li yýllar edebiyatýn özüne dönüþ yýllarýdýr. Kýrgýz edebiyatýný dünyaya tanýtan Cengiz Aytmatov ilk eserlerini bu yýllarda vermiþtir. Eserlerde iþlenen siyasal propaganda temalarý yerini barýþ, dostluk, insan hayatý ve psikolojisine býrakmaya baþlar. Savaþ sonrasýnda cephede ve cephe gerisindeki hayatý anlatan baþarýlý eserler arasýnda C. Aytmatov’un Betme-Bet (1957), U. Abdukaimov’un Maydan’ý (I-II, Frunze 1961-1966) sayýlabilir. 1960’tan itibaren C. Aytmatov (Birinçi Mugalim, Frunze 1962), T. Kasýmbekov (Adam Bolgum Kelet, Frunze 1960), Z. Sooronbayeva (Astra Gülü, Frunze 1973), K. Kaimov (Atay, Frunze 1961), A. Saspayev (Iyýk Sezim, Frunze 1985), Ö. Danikeyev, K. Cusupov gibi yazarlar Kýrgýz nesrine verimli bir dönem yaþatýr. Ayrýca roman türünde geliþmeler görülür. C. Sadýkov (Ubada, Frunze 1958), R. Rýskulov (Caz, Frunze 1959), O. Sultanov (Too Kündörü, Frunze 1961), T. Kocomberdiyev (Kýzýl Alma, Frunze 1965), M. Abýlkasýmova (Çolpon, Frunze 1962) gibi þairler baþarýlý eserler kaleme alýr. Yine 1960’lý yýllardan itibaren Kýrgýz mizahý geliþmeye baþlar; tiyatro alanýnda eserler verilir. 1960-1990’lý yýllarda yabancý dillere yapýlan çevirilerle Kýrgýz edebiyatý dünyaya açýlmýþtýr. Roman türü açýsýndan verimli olan 1970-1980’li yýllarda C. Aytmatov’un Kýlým Karýtar Bir Kün (1980), T. Kasýmbekov’un Sýngan Kýlýç (Frunze 1966) gibi eserleri yayýmlanmýþtýr. 1990’lý yýllarýn ikinci yarýsýndan itibaren bir duraklama gözlense de Kýrgýz þair ve yazarlarýnýn özgür arayýþ yoluna girdikleri söylenebilir. Genç þair ve yazarlar arasýnda üslûp bakýmýndan yenileþmeler görülmektedir. Günümüz Kýrgýz edebiyatý hayatýn yeni, beklenmedik gerçeklerini benimseme sürecini yaþamaktadýr. Kýrgýz edebiyatýnýn en güçlü yazarlarýndan Cengiz Aytmatov’un yaný sýra tarihî romanlarýyla ünlü T. Kasýmbekov, eserlerinde hayatýn gerçeklerini kendine özgü yöntemlerle anlatan K. Cusubaliyev okuyuculara yeni romanlar sunmaktadýr. S. Eraliyev ve R. Rýskulov gibi þairler de Kýrgýz þiirini þekil ve muhteva bakýmýndan zenginleþtiren isimlerdir. BÝBLÝYOGRAFYA :

B. Ö. Oruzbayeva, Kýrgýz Tilindegi Söz Casooçu Affikster, Frunze 1958; a.mlf., Kýrgýzkiy Yazýk, Biþkek 1994; a.mlf., “Kirgizskiy Yazýk”, Yazýki Mira: Tyurkskiye Yazýki, Biþkek 1997, s. 286298; a.mlf., “Kýrgýz Tili”, Kýrgýz Sovettik Sotsialisttik Respublikasý: Entsiklopediya, Frunze 1983, s. 353-356; K. H. Menges, “Die aralo-kaspische Gruppe”, Ph.TF, I, 434-488; S. Kudaybergenov,

Kýrgýz Tilindegi Mamile Kategoriyasý, Frunze 1959; a.mlf., Kýrgýz Tilindegi At Atooçtor, Frunze 1960; a.mlf., Kýrgýz Tilindegi Taandýk Kategoriyasý, Frunze 1961; a.mlf. – A. Tursunov, Kýrgýz Adabiy Tilinin Grammatikasý, Frunze 1980; N. A. Baskakov, Vvedeniye v izuçeniye tyurkskih yazýkov, Moskva 1962; R. J. Hebert – N. Poppe, Kirghiz Manual, Bloomington 1963; “La littérature kirghiz”, Ph.TF, II, 760-761; B. M. Yunusaliyev, “Kirgizskiy yazýk”, Yazýki Narodov SSSR, Moskva 1966, II, 482-505; A. O. Orusbayev – K. T. Toktonaliyev, Ýssledovaniya po fonetike kirgizskogo yazýka, Biþkek 1991, I-II; T. K. Ahmatov v.dðr., Kirgizskiy Yazýk, Frunze 1975; T. Sadýkov, Osnový kýrgýzskoy fonologii i morfonologii, Biþkek 1992; Samir Kazýmoðlu (Taðýzade), Türk Topluluklarý Edebiyatý, Ankara 1994, I, 117-247; Mustafa Öner, Bugünkü Kýpçak Türkçesi, Ankara 1998; Talat Tekin – Mehmet Ölmez, Türk Dilleri, Ýstanbul 1999, s. 93-97; K. M. Musayev – A. A. Çeçenov, “Kýpçakskaya gruppa”, Sravnitel’no-istoriçeskaya grammatika tyurkskih yazýkov, Moskva 2002, s. 216-338; Orhan Söylemez, “Kýrgýz Edebiyatý”, Türk Dünyasý Kültür Atlasý: Türk Devlet ve Topluluklarý / A Cultural Atlas of the Turkish World: Turk States and Peoples (haz. Ahmet Taþaðýl – Aydýn Usta), Ýstanbul 2003, s. 535-543; Tuncer Gülensoy, Kýrgýz Türkçesi Grameri I, Biþkek-Kayseri 2004; C. Turgunbayev, Kýrgýz Türkçesinde Sýfat-Fiil Ekleri, Ankara 2004; Hülya Kasapoðlu Çengel, Kýrgýz Türkçesi Grameri, Ankara 2005; a.mlf., “Kýrgýz Türkçesi”, Türk Lehçeleri Grameri, Ankara 2007, s. 481-542; Zekeriya Karadavut, Kýrgýz Masallarý, Konya 2006; L. Ükübayeva v.dðr., “Kýrgýzistan Edebiyatý”, Türk Dünyasý Edebiyat Tarihi, Ankara 2007, IX, 622-662; Naciye Yýldýz, Kýrgýz Halk Edebiyatý I: Irlar/Ezgili Þiirler-Türküler, Ankara 2007; Karboz Diykanov, “Baytursunov’un 125. Yýl Dönümüne Armaðan: Kýrgýz Dili ve Akmat Baytursunov” (aktaranlar Ulanbek Alimov – Cýl-

dýz Alimova), Türk Dünyasý Ýncelemeleri Dergisi, V/2, Ýzmir 2005, s. 325-334; Salican Cigitov, “Kýrgýz Yazý Dilinin Ortaya Çýkmasý ve Ýlk Edebî Örnekler” (aktaran Ulanbek Alimov), a.e., VI/2 (2006), s. 521-524; M. Tülögabýlov, “Adabiyat”,

Kýrgýz Sovettik Sotsialisttik Respublikasý: Entsiklopediya, Frunze 1983, s. 357-384; L. Ý. Lebedeva, “Kirgizskiy yazýk”, Yazýkoznaniye: Bol’þoy entsiklopediçeskiy slovar, Moskva 2000, s. 222.

ÿÖzlem Deniz Yýlmaz

Yakut (Saha) Dili ve Edebiyatý. Kendilerini Saha olarak adlandýran Yakutlar’ýn dili Rusya Federasyonu’na baðlý Yakut Özerk Cumhuriyeti ile kýsmen Rusya Federasyonu’nun Amur, Magadan, Sahalin bölgeleri, Taymýr ve Evenkiy Özerk bölgelerinde konuþulmaktadýr. Merkez, Vilyuy, kuzeybatý ve Taymýr olmak üzere dört aðzý vardýr. Edebî dil merkez bölgeleri konuþma diline dayanýr. Türkçe’nin kollarý içerisinde en çok Tuvaca’ya benzer. Fakat Yakutça ile Tuvaca arasýnda anlaþýlabilirlik yoktur. Yakutça, Türkçe’nin lehçeleri içerisinde özel bir yere sahiptir. Gramer açýsýndan Eski Türkçe’ye yakýndýr. Dolayýsýyla Yakutça’yý diðer çaðdaþ Türk dillerinden ayýran bulun-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

ma durumu için müstakil bir ekin olmamasý, ilgi durumunun ortadan kalkýþý gibi birçok farklýlýðýn kaynaðýný Eski Türkçe’de aramak gerekir. Yakut edebî dili öz fonolojik sisteminde sekizi kýsa (a, e, ý, i, o, ö, u, ü), sekizi uzun (a, e¯, ý, ì, o¯, ö¯, u, ü¯) olmak üzere on altý ünlü ve on dokuz ünsüz (b, c, ç, d, g, g, h, x, k, l, m, n, n, n‘, p, r, s, t, y) bulunur; f, j, þ, þç, ts, v, z fonemleri alýntý kelimelerde görülür. Yakutça birincil uzunluklarý korur. Sadece kökte rastlanan beþ aslî uzun ünlüye (a, ý, ý, u, ü¯) sahiptir. Ýkincil uzunluklar kelime ve kelime þekillerinin herhangi bir hecesinde görülebilir. Kelime ve kelime þekilleri ses uyumuna tâbidir. Dilde dört diftong (ýa, ie, uo, üö) vardýr. Kelime baþý s düþmesi görülür: en “sen”, uu “su”, üt “süt”. Ana Türkçe’deki d fonemi t’ye dönüþmüþtür: atax “ayak”, atýýr “aygýr.” Yakutça’nýn baþlýca özellikleri þunlardýr: Sayý adý bildiren kelimelerde eski biçimlerde uzun ünlü ve diftonglar ortadan kalkmýþ (behis “beþinci” < bies “beþ”), geç oluþumlarda korunmuþtur (biestii “beþer”). Dolaylý hal gövdeleriyle 1. ve 2. çoðul kiþi zamirleri iyelik zamirlerine dayanýr. Kiþi zamirlerinden 3. tekille çoðulun diðer Türk dillerinde örneði yoktur. Dilde pekiþtirme zamiri bulunur: beye “kendi(si), özü”. Yakutça’da diðer Türk dilleriyle ortak olan yalýn, yükleme (+ý, +ný; +ýn: atý “atý”; appýtýn “atýmýzý”), yönelme (+ga; +gar: oyuurga “ormana, ormanda”) ve çýkma (+tan, +ttan: oyuurtan “ormandan”, agattan “babadan”) durumlarýndan baþka belirsiz nicelik (+ta: uuta agal “su[dan] / biraz su getir”), araç (+nan, +ýnan: atýnan “atla”, oyuurunan “ormandan”, ýyýnan “bir ay sonra”), ortaklýk (+lýýn; +nýýn, +naan: kini Aanýskalýýn “o ve Aanýska”, ogolorduun kýrcagastardýýn “hem çocuklar hem yaþlýlar”), topluluk yükleme (+larý: týalarý “bütün ormaný”) ve karþýlaþtýrma (+taagar; +naagar: appýtýnaagar “atýmýza kýyasla”) durumlarý vardýr. Söz dizimi Türk dilleri için tipik olmakla birlikte bir dizi özelliðe sahiptir. Dolaysýz tümleç yalýn, yükleme, topluluk yükleme, belirsiz nicelik veya çýkma durumlarýnda olabilir. Bir türden öbek öðeleri, +laax þekli (ogonnýordoox emeexsin “yaþlý adam ve kadýn”) veya ikki “iki” sayý adý (ogonnýor ikki emeexsin ikki “yaþlý adam ve kadýn”) ile teþkil edilir. Bir türden öznelerde özne görevindeki kelimelerin her biri ortaklýk hali þekli alýr: Ogolorduun, kýrcagastardýýn kiiretaxsa sýrýttýlar “Hem çocuklar hem yaþlýlar girip çýktýlar.” Söz varlýðýnýn büyük bölümünü ortak Türkçe kökenli kelimeler meydana getirmekle

beraber daha çok Moðolca ve Rusça’dan olmak üzere Tunguzca ve Samoyetçe’den bu dile girmiþ pek çok kelime vardýr. Moðolca kökenliler kendi ses özelliklerini korumuþtur. 1917 Ýhtilâli öncesi Rusça’dan giren kelimeler büyük fonetik deðiþikliðe uðramýþtýr (bahýýba < Rus. spasibo “teþekkür ederim”). Günümüzde kelime giriþi, temelde basýn yayýn yoluyla doðrudan Rusça’dan ve Rusça aracýlýðýyla diðer dillerden olmaktadýr. Kuzeydoðu Sibirya’nýn ücra yerlerinde yaþayan Yakutlar hakkýnda 1632’de Ruslar tarafýndan iþgal edilinceye kadar herhangi bir bilgi yoktur. Bu tarihten itibaren Rus ve Batýlý araþtýrmacýlar ve seyyahlar tarafýndan Yakutlar’ýn tarihi, dili ve folkloru hakkýnda derlemeler yapýlmýþ, XVIII. yüzyýlda bu araþtýrmalarýn metinleri neþredilmeye baþlanmýþtýr. Yakutlar’ýn XIX. yüzyýlýn baþlarýna kadar yazýsý yoktur. O. Böhtlingk’in 1851’de yayýmlanan (St. Petersburg) Über die Sprache der Jakuten adlý eserinde kullandýðý Rus Kirili’ne dayanan alfabeyi bazý deðiþikliklerle E. K. Pekarskiy ve W. W. Radloff da kullanmýþtýr. Yakut millî yazýsý için S. A. Novgorodov’un 1922’de Rus Kirili’nden hareketle hazýrladýðý millî alfabe esas alýnmýþ, bu alfabe 1924’te iyileþtirilmiþ, 1929’da Latin harflerine dayalý bir alfabeyle deðiþtirilmiþtir. Yakutça 1939’dan itibaren Kiril alfabesiyle yazýlmaktadýr. Yakutlar’ýn XX. yüzyýlýn baþlarýna kadar yazýlý edebiyatlarý olmamýþtýr. Buna karþýlýk destan, masal, efsane, halk hikâyesi, atasözleri ve deyimler, þiir / türkü ve bilmecelerden oluþan çok zengin ve eski bir sözlü edebiyat geleneði vardýr. Kahramanlýk destaný türü daha az geliþmiþ olup destanlar genellikle bir bütünün kýsýmlarý þeklindedir ve parça parça söylenir. Üslûpta Moðol etkisi görülür. Yakut sözlü geleneðinde komþu halklar kültürünün yoðun etkisi olmakla birlikte hâkim dünya görüþü / dini Þamanizm’dir. Þaman vaaz, ilâhi ve þiirleri / türküleri yalnýz dinî deðil ayný zamanda edebî deðer taþýr. Bunlar genellikle serbest nazým türünde eserlerdir. Yazýlý edebiyat, XX. yüzyýlýn baþlarýnda sözlü edebiyat ürünlerinin derlenip yazýya geçirilmesiyle baþlar. 1910-1920’li yýllarda Yakut edebiyatýnýn klasikleri sayýlan A. E. Kulakovskiy, A. Ý. Sofronov, N. D. Neustroyev gibi yazarlar Yakutlar ve güç hayat þartlarý, Yakutistan coðrafyasý, Þamanizm gibi konularda eserler vermiþtir. Bunlardan baþlýcalarý þunlardýr: Neustroyev’in Timir Con O³oloro (1917) ve Kukaaký Kuluba, Sofronov’un Cadaný Caakýp (1919), Taptal (1915-1916) ve Olox

Cerebete, Kulakovskiy Irýa-Xohoon (1924-1925, þiirler). 1922’de Yakut Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasýyla ülkede çok köklü deðiþiklikler olmuþ, yeni düzen ve ideolojiyi yerleþtirme giriþimleri baþlamýþtýr. Ayný yýl S. A. Novgorodov tarafýndan uluslar arasý transkripsiyon esasýna dayanan millî alfabe hazýrlanmýþ, sosyalist ideolojiyi yaymak için edebiyata el atýlmýþtýr. Dolayýsýyla Yakut Sovyet edebiyatý ürünleri neredeyse tamamen didaktik ve propaganda eserleri niteliði taþýr. Bütün hayatýný komünizm ve sosyalizme adayan bir devlet adamý sýfatýyla P. A. Oyunskiy eðitim ve kültürle ilgili bir dizi kurumun yöneticiliði yanýnda yazarlýk da yapmýþtýr. Eserlerinden baþlýcalarý ‚þunlardýr: Kýhýl Ooyuun, Culuruyar Nurgun Bootur (1931-1932 [ilk üç bölüm]), Cerebetten Taxsýý (1938), Uluu Kudansa. Yakut þiirine hece ölçüsünü getiren Oyunskiy, Yakut Sovyet edebiyatýnýn da kurucusudur. Oyunskiy’le baþlayan Yakut Sovyet edebiyatý 1920’li yýllarda P. N. Çernýx-Yakutskay, A. A. Ývanov-Künde, A. G. Kudrin-Abagýýnýskay, N. E. Mordinov – Amma Aççýgýya, S. A. Savvin – Kün Ciribine, G. D. Bes Caraahýn-Byastinov gibi yazarlarca temsil edilir. Bu yazarlar tabiat ve köy hayatý, sosyalist düzen, antisosyalizmle mücadele, emekçiler gibi konularda þiir, hikâye, roman, tenkit türünden eserler kaleme almýþlardýr. 1930-1940’lý yýllarda öne çýkan yazarlar arasýnda S. S. Yakovlev – Erilik Eristiin, G. Ý. Makarov – Cuon Canýlý, S. P. Yefremov, E. S. Sivtsev – Tallan Büre, N. D. Sleptsov-Tuobulaxap, M. N. Timofeyev-Tereþkin, T. E. Smetanin, L. A. Popov, D. S. Fedorov-Taas, N. G. Zolotarev-Yakutskay, V. A. Protodyakonov-Kulantay sayýlabilir. Sohuççu Üörü, Revolyutsiya Uolattara (1936), Maarýkçaan Iççattara (1942) gibi hikâye ve romanlarýn yazarý Erilik Eristiin, daha çok Östööxtör (1942), Ýni-Bi (1953), Çuumpu Kýtýl (1954) gibi tiyatro eserleriyle tanýnan Yefremov döneme damgasýný vuran müelliflerdendir.

II. Dünya Savaþý yýllarý ve sonrasýnda yazýlan eserler arasýnda Timofeyev-Tereþkin’in Saxalar Serige, Makarov’un Kýaydýbýt (1946), Smetanin’in Sallaat Sürege (1945), Popov’un Iraax Týa³a (1947) adlý þiir kitaplarý, Taas’ýn Kýhýl Kömüs Xoruop (1944) ve Kýrsaada Uottara (1947), Yakutskay’ýn Uottaax Buur³a³a (1943) ve Tay³a³a (1952) adlý romanlarý, Kulantay’ýn Partizan Morozov (1943) ve Mançaarý (1948) adlý tiyatro eserleri zikredilebilir. Bu eserlerde kahramanlýk, vatan-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

515


TÜRK

perverlik, savaþ, cephe ve cephe gerisi hayat gibi konular iþlenmiþtir. II. Dünya Savaþý sonrasý (1945-1955) edebiyatta en çok kullanýlan edebî türler þiir, roman ve tiyatrodur. Bu yýllar edebiyatýn yeniden kurulma dönemidir. Eserlerde halklarýn kahramanlýklarý, barýþ için savaþ, ülke kalkýnmasý, parti ve yöneticileri gibi konular ele alýnýr. Semen P. Danilov’un Min Doydum (1949), G. G. Veþnikov-Bel Xabýrýýs’ýn Min Kölüönem (1951), S. R. Kulaçikov-Elley’in Xohoonnor uonna Poemalar (1954), Ý. Ý. Ertyukov’un Iraas Künner (1955) gibi þiir kitaplarý, D. K. Sivtsev – Suorun Omolloon’un Dramalar (1948) adlý tiyatro eseri, Ý. O. Nikiforov’un Sallaattar (1952), M. F. Dogordurov’un Anýgý Lonkuuda (1952) ve Sofron P. Danilov’un En Dogottorun (1954) adlý romanlarý bu dönem eserleri arasýnda yer alýr. 1950’li yýllarda kültür politikasýnda halk lehine geliþmeler olur. Oyunskiy, Kulakovskiy gibi rejimce yasaklanan yazarlarýn eserleri basýlmaya ve bütün edebî türlerde eserler ortaya çýkmaya baþlar. Çaðdaþ Yakut edebiyatý olarak adlandýrýlan son dönem eserlerinde yeni neslin de etkisiyle lirizm, milliyetçilik, düzeni eleþtirme, isyan gibi konular öne çýkmýþtýr. Bu edebiyata kültürel yenilik dönemi edebiyatý da denir. 1960-1970’li yýllarda þiirde yaþlý, orta ve genç nesil birlikte faaliyet gösterir. Bu yýllar özellikle hikâye, uzun hikâye ve roman türlerinin de yükseliþ yýllarýdýr. Bu dönem Yakut edebiyatý yazarlarý arasýnda V. S. Solovev (Ol Kün), N. M. Zobolotskay, A. S. Sýromyatnikova, Y. Ý. Þamþurin, Ý. E. Fedoseyev (Tammax Uu), R. D. Ermolayev-Bagataayýskay (Kiyitter uonna Uolattar), A. S. Brodnikov (Xoço Xohoona), Ý. Ý. Tarasov (Taptýýr Saxam Týlýnan), M. E. Timofeyev (Manaygý Xaar), V. F. Goldarov (Ýlgeleex Ardax), Ý. M. Gogolev (Kün Xayata), M. D. Yefimov (Xotoy Ünküte) zikredilebilir. Son yýllarda öne çýkan yazarlar arasýnda ise Ý. V. Migalkin, N. Ý. BugayevBuga, A. A. Beriyak, L. D. Nesterova, Ý. N. Nikolayev-Uxxan, Ý. Sýrovatskiy, V. N. Gabrileva ve N. A. Lugurov’un isimleri sayýlabilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

O. Böhtlingk, Über die Sprache der Jakuten, St. Petersburg 1851; W. Radloff, Die Jakutische Sprache, St. Petersburg 1908; L. N. Haritonov, Sovremennýy yakutskiy yazýk, I, Yakutsk 1947; Ye. Ý. Ubryatova, Ýssledovaniya po sintaksisu yakutskogo yazýka, I, Moskva-Leningrad 1950; a.e., II, Novosibirsk 1976; a.mlf., “Yakutskiy yazýk”, Yazýki Narodov SSSR, Moskva 1966, II, 403427; a.mlf., “Yakutsky yazýk”, Yazýkoznaniye: Bol’þoy entsiklopediçeskiy Slovar’, Moskva 2000, s. 623-624; N. Poppe, “Das Jakutische”, Ph.TF, I, 671-684; S. Katucynski, “Die Jakutische

516

Literatur”, a.e., II, 886-895; R. J. Krueger, Yakut Manual, Bloomington 1962; Grammatika sovre-

mennogo yakutskogo literaturnogo yazýka (ed. Ye. Ý. Korkina), Moskva 1982; Yakutskiy yazýk: istoriya i aktual’nýye voprosý. Sbornik nauçnýh trudov, Yakutsk 1986; K. H. Menges, “Türkiye Dýþýndaki Türk Edebiyatlarý”, Türk Lehçeleri ve Edebiyatlarý (trc. Kemal Aytaç), Ankara 1992, s. 81-114; V. N. Ývanov, “Yakutý”, Narodý Rossii, Moskva 1994, s. 430-432; M. Fatih Kiriþçioðlu, Saha (Yakut) Türkçesi Grameri, Ankara 1994, s. 26-31; a.mlf., “Saha Türkçesi (Yakutça)”, Türk Lehçeleri Grameri (ed. Ahmet B. Ercilasun), Ankara 2007, s. 1229-1284; a.mlf., “Saha (Yakut) Türkleri Edebiyatý”, Türk Dünyasý Edebiyat Tarihi, Ankara 2007, IX, 814-824; Y. Vasilyev v.dðr., Saha (Yakut) Halk Edebiyatý Örnekleri, Ankara 1996, tür.yer.; N. K. Antonov, “Yakutskiy yazýk”, Yazýki mira: Tyurkskiye yazýki, Biþkek 1997, s. 513-524; Samir Kazýmoðlu (Taðýzade), Türk Topluluklarý Edebiyatý, Ankara 1997, II, 26-42; Talat Tekin – Mehmet Ölmez, Türk Dilleri-Giriþ, Ýstanbul 1999, s. 67-72; O. A. Mudrak, “Yakutskaya gruppa”, Sravnitel’no-istoriçeskaya grammatika tyurkskih yazýkov, Moskva 2002, s. 661-676; Orhan Söylemez, “Yakut (Saha) Edebiyatý”, Türk Dünyasý Kültür Atlasý: Tür Devlet ve Topluluklarý / A Cultural Atlas of the Turkish World: Turk States and Peoples (haz. Ahmet Taþaðýl – Aydýn Usta), Ýstanbul 2003, s. 114115.

ÿÖzlem Deniz Yýlmaz

Osmanlýlar (bk. DÝVAN EDEBÝYATI; OSMANLI TÜRKÇESÝ; OSMANLILAR [Edebiyat]) Özbekler (bk. ÖZBEKÝSTAN) Tacikler (bk. TACÝKÝSTAN) Türkmenler. Türkmence, Oðuz grubu Türk lehçelerinden olup Türkmenistan, Ýran, Afganistan ve Kuzey Kafkasya’da Stavrapol bölgesinde yaþayan Türkmenler tarafýndan konuþulmaktadýr. Türkmence’ye dair ilk bilgilere XIX. yüzyýlda bazý þarkiyatçýlarýn yaptýðý çalýþmalarda rastlanmaktadýr. Bu konuda 1929 yýlýnýn sonlarýna doðru Aþkabat’ta (Aþkabâd) üç önemli eser yayýmlanmýþtýr: M. Geldiyev ile G. Alparov’un Türkmen Dilinin Grammatikasý, A. P. Potseluyevskiy’nin Türkmence’yi öðreten kýlavuz kitabý Rukovodstvo Diya Ýzuçeniya Turkmenskogo Yazýka, A. Aliyev ve K. Böriyev’in sözlüðü Russko-Turkmenskiy Slovar. 1930’lu yýllarda Türkmen dili ve edebiyatýyla ilgili ders kitaplarý yazýlmýþ, 1940’larda imlâ kýlavuzu hazýrlanmýþ ve Türkmence hakkýnda daha ayrýntýlý araþtýrmalar ortaya konmuþtur. Türkmenler yazýlý edebiyatlarýnýn baþlangýcý olan XVIII. yüzyýldan 1928’e kadar Arap, 1928-1940 yýllarý arasýnda Latin, 1940’tan sonra Kiril alfabesini kullanmýþtýr. 12 Nisan 1993’te Latin alfabesini esas alan yeni Türkmen alfabesine geçilmesi kabul edilmiþ, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren resmen kullanýl-

maya baþlanmýþ, ardýndan birkaç harfte deðiþiklik yapýlarak 1 Ocak 2000’de tamamen Latin alfabesine geçilmiþtir. Türkmence’nin birçok aðzý bulunmaktadýr: Yomut, Teke, Ersarý, Sarýk, Salýr, Gökleñ, Çovdur, Alili, Nohur, Garadaþlý, Änev, Yemreli, Hasar, Ata, Nerezim, Çandýr, Mukrý, Sakar, Bucak, Olam, Ýðdir, Surhý, Düyeci, Hatap, Eski, Bayat, Hýdýrili, Mehin, Çärcev, Mürçe, Kýraç, Burkaz, Mücevür ve Arabaçý. Sovyetler Birliði döneminde edebî dil için Yomut ve Teke aðýzlarý esas alýnmýþsa da Türkmen aydýnlarý bütün aðýzlardan faydalanmayý sürdürmüþtür. Eski Oðuzca’ya ait unsurlar taþýyan Türkmence, Çaðatayca’nýn etkisinde geliþtiði için Türkçe’nin Doðu ve Kuzey kolunda yer alan lehçelere ait özelliklere de sahiptir. Türkmence’nin baþlýca dil özellikleri þunlardýr: Batý Türkçesi’nin diðer kollarýnda baþta v bulunduran kelimeler Türkmence’de b’lidir: baar “var”, bar- “gitmek”, ber- “vermek”; ol- fiili Kuzey ve Doðu lehçelerinde olduðu gibi bol- þeklindedir. Arapça ve Farsça’dan alýnan kelimelerdeki f ünsüzleri Türkmence’de p’ye dönmektedir (Far. fermân > permaan, Ar. fikir > pikir, Far. hefte > hepde “hafta”, Ar. insâf > ýnsaap). Bunlarýn dýþýnda Batý grubuna giren diðer lehçelerle benzerlik gösteren Türkmence ana Türkçe’deki aslî uzunluklarý en iyi koruyan Türk lehçesidir. Bu uzunluklar Türkmence kelimelerin ilk hecesinde bulunur: aaca- “acýmak; ekþimek”, aaðý “aðýt”, äädik “çizme, edik”, gaaba- “etrafýný çevirmek”, oodun “odun”. Türkmence’de dolaylý uzunluklar da epeyce yaygýndýr. Dolaylý uzun ünlüler kelimelerin ikinci ve daha sonraki hecelerinde görülür. Aslýnda kýsa olan ünlüler, genellikle kök sonu ve ek baþýnda iki ünlünün yan yana gelmesiyle veya ses düþmesi yoluyla uzar: gelyäär “geliyor”, durmaan “durmadan”, geplääp “konuþup”, ülkääni “ülkeyi”, almaamýz “elmamýz”, gözlääris “bekleriz”, eñrään “aðlayan”. Türkmen edebiyatýnýn ilk eserlerini zengin bir sözlü edebiyat geleneði oluþturur. Bunlar manzum, mensur destanlar, masallar, atasözleri, bilmeceler ve türkülerdir. Kahramanlarýn iç dünyasýna önem verilen destanlar genellikle tipik Türk masallarýnýn özelliklerini taþýr. Türkmen halk edebiyatýnda asýrlar boyunca ozanlar tarafýndan söylenegelen türküler en geniþ yeri tutar. Bunlarda sevgi, kahramanlýk, tabiat güzelliði gibi konular yer almaktadýr. Türkmence’nin yazý dili haline gelmesinden önce bazý Türkmen þairleri Çaðatayca þiirler yazmýþlardýr. Klasik Türkmen

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

edebiyatýnýn ilk orijinal örneklerini Mahtumkulu (ö. 1783’ten sonra) vermiþtir. “Pýraðý” (Firâðý) mahlasýný kullanan þair Türkmen kültürünün zenginliklerini þiirlerinde aksettirmiþ, Türkmence’nin ifade imkânlarýný geniþletmiþ ve XIX. yüzyýl Karakalpak þairlerini etkilemiþtir. Þiirlerinde Kýsasü’l-enbiyâ’lardan, Ömer Hayyâm’ýn þiirlerinden ve Firdevsî’nin Þâhnâme’sinden yararlandýðý anlaþýlmaktadýr. Mahtumkulu’dan sonraki en önemli temsilciler Seyitnazar Seydi, Gurbandurdý Zelili, Molla Nepes ve Mammetveli Kemine’dir.

mýrat Sarýhanov, Þalý Kekilov, Ata Nýyazov ve Ahundov Gürgenli hayatlarýnýn en verimli çaðlarýnda savaþ sýrasýnda ölmüþlerdir. Savaþýn getirdiði hareketlilik daha önceki durgunluðu, didaktikliði az da olsa gidermiþ, bu yýllarda Türkmen edebiyatý akýcý þiirler kazanmýþtýr. Savaþtan hemen sonraki dönemin þairleri olarak Beki Seytekov, Çarý Aþýrov, Aman Kekilov, Gara Seyitliyev, Haldurdý Durdýyev, Gurbandurdý Gurbansähedov ve Tovþan Esenova’nýn adlarý anýlabilir. Bunlarýn bir kýsmý ayný zamanda nesir türünde eserler vermiþtir. Savaþýn ardýndan Rehmet Seyidov lirik þiirler yazmayý sürdürürken Aman Kekilov ve Çarý Aþýrov epik þiire yönelmiþtir. Pomma Nurberdiyev ve Ata Atacanov, Türkmen topraðý ile bu topraðýn gayretli insanlarýný þiirlerinde canlandýrýrken Ruhý Alýyev gezip gördüðü yerlerle ilgili þiirler kaleme almýþtýr.

Yeni Türkmen edebiyatýna ait ilk ürünler 1920’li yýllarda ortaya çýkmýþtýr. 1924 yýlý baþýndan itibaren ileride düz yazý türünde baþarý gösterecek olan Berdi Kerbabayev, Garaca Burunov ve Yakup Nasýrlý’nýn þiirleri Türkmenistan gazetesinde ve daha sonraki yýllarda Tokmak dergisinde yayýmlanmýþtýr. Dönemin diðer þairleri þunlardýr: Oraz Täçnazarov, Hocanepes Çarýyev, Ata Nýyazov, Þalý Kekilov, Aman Kekilov, Amandurdý Alamýþev, Hoca Þükürov ve Ruhý Alýyev. 1930’lu yýllarda da þiir edebiyatýn temel kolu olma özelliðini korumuþ, bu devrede þairler aðýrlýklý olarak köy ve kolhoz hayatýna yer vermiþtir. Dönemin Rusça bilen þairleri Rus edebiyatçýlarýnýn eserlerini, diðerleri de Âzerîce, Özbekçe, Tatarca eserleri okuyarak kendi þiirlerini güçlendirmeye çalýþmýþlardýr. Buna raðmen Türkmen þiiri, 19301940 arasýnda sýk sýk meydana gelen deðiþiklikler ve uzun süren tartýþmalar sebebiyle geliþimini rahat sürdürememiþtir. Öte yandan rejimin yanýnda yer alanlarla karþýsýnda olanlarýn mücadelesi bu yýllarda þiddetlenmiþ, hapse atýlan þairlerin bir kýsmý sonradan öldürülmüþtür. 1937’de hapsedilen þairlerden Hocanepes Çarýyev’den 1941 yýlýndan sonra haber alýnamamýþ, Oraz Täçnazarov önce hapsedilip vatandaþlýktan çýkarýlmýþ, 1942 yýlýnda rejimin kurbaný olmuþtur. Yazar ve þairlerin sindirilmeye çalýþýlmasý ve bir kýsmýnýn yok edilmesiyle Türkmen kültürüne büyük bir darbe indirilmiþtir. Küçük çapta bazý eserler yayýmlanmakla birlikte 1930’lu yýllar Türkmen edebiyatýnýn durgunluk dönemi olarak deðerlendirilmektedir. B. Kerbabayev, A. Niyazov, A. Durdiyev, A. Govþudov, G. Burunov ve B. Amanov bu yýllarda yetiþmiþ edebiyatçýlardýr. A. S. Puþkin, L. Tolstoy, M. Gorki, V. Mayakovski, Cervantes ve Shakespeare gibi ünlü yazarlarýn çeþitli eserleri ayný dönemde Türkmence’ye tercüme edilmiþtir.

1950 yýlý baþlarýnda tanýnmaya baþlayan þairlerden Mämmet Seyidov epik þiir, Allaberdi Hayýdov lirik þiir yazmýþ, Kerim Gurbannepesov daha çok asker yaþantýsýný þiirleþtirmiþtir. Türkmence’de 1956 yýlýna kadar yalnýz üç roman görülür. Bunlar B. Kerbabayev’in Ayðýtlý Adim (Aþkabat 1949), A. Govþudov’un Köpetdaðýn Eteðinde (Aþkabat 1952) ve Mehr-i Vepa’dýr (Aþkabat 1949). 1956’dan sonra B. Kerbabayev Nebitdað (Aþkabat 1957) ve Gayðýsýz Atabay (Aþkabat 1965) adýyla iki roman daha yayýmlamýþtýr. 19561966 arasý çaðdaþ Türkmen þiirinin parlak dönemidir. Þairler rejim þiirlerinden kýsmen kurtulup ülke insanlarýný, onlarýn gönül dünyasýný ve inceliðini duyarlý bir sembolizmle þiirleþtirmeye çalýþmýþtýr. Böylece Türkmen þiirinin temasý çoðalmýþ, duygu yönü zenginleþmiþ ve baþarýlý örneklerin sayýsý artmaya baþlamýþtýr. Eski þairler canlandýrdýklarý tiplerin daha çok dýþ görünüþlerini ele alýrken yenileri onlarýn iç dünyalarýna yönelmiþtir. 1970’lerde kitap yayýmýnda artýþ olduðu görülmektedir. Bu yýllarýn önde gelen þairleri ve eserleri þunlardýr: Kerim Gurbannepesov, Ayal Baðþý (Aþkabat 1972), Bahar Poemasý (Aþkabat 1973); Berdinazar Hudaynazarov, Dövrün Depesindäki Adam (Aþkabat 1967), Buysançlý Baþ (Aþkabat 1975), Ene Süydi (Aþkabat 1978); Ata Atacanov, Aylý Aðþam (Aþkabat 1972), Men Size Baryan (Aþkabat 1978); Mämmet Seyidov, Çöl Rovayatý (Aþkabat 1967), Bahar Gündeliði (Aþkabat 1973); Allaberdi Hayýdov, Söhbet (Aþkabat 1967).

Türkmen þair ve yazarlarýnýn birçoðu II. Dünya Savaþý’na katýlmýþ, bunlardan Nur-

1990’lý yýllardan sonra meydana gelen deðiþiklikler Türkmen edebiyatýný etkileyin-

ce baðýmsýzlýk ve millî uyanýþ devri edebiyatý olarak adlandýrýlan yeni bir döneme girilmiþtir. Bu yýllarda nesir tarzýnda kaleme alýnan eserlerde ahlâkî meseleler ideolojik endiþeler dýþýnda iþlenmeye ve millî ruh ön plana çýkarýlmaya çalýþýlmýþtýr. Övezdurdý Nepesov’un Ziyarat (Aþkabat 1997) ve Kýyamata-Maðþara Çenli (Aþkabat 1997) adlý eserleri bu yaklaþýmýn iki örneðidir. Deðiþik sebepler yüzünden kitap bastýrmanýn epeyce zorlaþtýðý bu dönemde Þamýrat Taðanov’un Gara Yýlðýn (Aþkabat 1992), Gara Yýlðýnýn Gýzý (Aþkabat 1994), Annaðulý Nurmammedov’un Älem-Cahan (Aþkabat 1994), Nuhun Tupaný (Aþkabat 1995), Ata Durdýyev’in Keymir Kör (Aþkabat 1995), Saylav Mýradov’un Sayðaklar (Aþkabat 1996) adlý romanlarý yayýmlanmýþtýr. Gurbanðýlýç Hýdýrov’un Suv Señrikden Aðanda (Aþkabat 1993) ve Þadurdý Çarýðulýyev’in Garpýz Düvyän Baðlar (Aþkabat 1994) adlý eserleri hikâye türündedir. Berdinazar Hudaynazarov, Allaberdi Hayýdov, Atamýrat Atabayev, Þähribossan Geldimämmedova, Sapar Öräyev, Yýlðay Durdýyev, Nurý Bayramov, Nobatðulý Recebov, Annaberdi Aðabayev, Aðaðeldi Allanazarov, Kasým Nurbadov, Amanmýrat Buðayev, Gözel Þaðulýyeva, Kakabay Ilyasov, Atacan Annaberdiyev, Tirkiþ Sadýkov, Orazðulý Annayev ve Bayram Cütdiyev gibi þairler þiir yazmayý sürdürmüþtür. Þähribossan Geldimämmedova’nýn Ene Balýk (Aþkabat 1992), Kasým Nurbadov’un Ak Öy (Aþkabat 1993), Atamýrat Atabayev’in Baþða Tüysli Goþðular (Aþkabat 1997) adlý þiir kitaplarý yayýmlanmýþtýr. Bunlarýn dýþýnda þiir, hikâye, deneme gibi türlerin bir arada basýldýðý Saylanan Eserler son dönemde ortaya çýkmýþtýr: H. Ismayýlov, Saylanan Eserler (Aþkabat 1990); B. Kerbabeyv, Saylanan Eserler (Aþkabat 1992); A. Atabayev, Nireden Çýktý-Goþðular, Poemalar, Ertekiler, Tercümeler (Aþkabat 1995); A. Aðabayev, Saylanan Eserler (Aþkabat 1998); A. Allanazarov, Gýr Atýñ Hovalasý-Saylanan Eserler (Aþkabat 1998). BÝBLÝYOGRAFYA :

L. Bazin, “le Turkmène”, Ph.TF, I, 308-317 (Türkçesi: Efrasiyap Gemalmaz, Türkmence Metinler, Erzurum 1987, s. 1-20); Talât Tekin, Ana Türkçede Aslî Uzun Ünlüler, Ankara 1975, s. 80-108; O. Hanser, Turkmen Manual (Descriptive Grammar of Contemporary Literary Turkmen-Texts-Glossary), Wien 1977, s. 3-5, 10-13; Marat Durdýyev – Þöhrat Kadýrov, Dünyädäki Türkmenler -Tarýhý-Demografik Sýn-, Aþkabat 1991, s. 36-38; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teþkilâtý, Destanlarý, Ýstanbul 1992, s. 121-122; A. Annanurova v.dðr., Türkmenistanýñ Yubilyar Yazýcý Þahýrlarý (Bibli-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

517


TÜRK ografik Görkezici), Aþkabat 1992, s. 3-160; Claus Schönig, “Turkmen”, The Turkic Languages (ed. L. Johanson – E. A. Csato), London 1998, s. 261271; Mehmet Kara, “Türkmen Edebiyatý”, TDEK 2, IV, 159-178; a.mlf., Türkmen Türkçesi Grameri, Ankara 2005, s. 3-6, 11-14; a.mlf., “Hazar Ötesi Türkmenleri ve Türkmenistan”, Türk Dünyasý Dil ve Edebiyat Dergisi, sy. 14, Ankara 2002, s. 235-252; Yusuf Nejat Turan, “Ýran Türkmenleri”, Dr. Baymirza Hayit Armaðaný (haz. Rasim Ekþi – Erol Cihangir), Ýstanbul 1999, s. 255-261; Salim Çonoðlu, Çaðdaþ Türkmen Edebiyatýnýn Öncü Yazarlarýndan Annaguli Nurmemmet’in Romanlarý, Ankara 2001, s. 19, 46, 99, 146; Yusuf Azmun, “Türkmencede Aslî ve Dolaylý Uzun Ünlüler”, TUBA, XIV (1990), s. 75-94; Sapar Kürenov, “Kuzey Kafkasya’daki Oðuzlar”, Türk Lehçeleri ve Edebiyatý Dergisi, sy. 4, Ankara 1995, s. 41-44; Mehmet Saray, “Türkmenler”, ÝA, XII/2, s. 668; Barbara Kellner-Heinkele, “Türkmen”, EI 2 (Ýng.), X, 682-685.

ÿMehmet Kara

Balkanlar’da Türk Dili ve Edebiyatý. Pek çok kavmin uðrak yeri olan Balkanlar’a XI ve XII. yüzyýllarda Peçenek, Kuman ve Uz Türkleri yerleþmiþ, XIII. yüzyýlda Moðol istilâsýndan kaçan Sarý Saltuk ile sonradan onun adýyla anýlan Türkmen aþireti Dobruca dolaylarýnda ilk müslüman Türk topluluðunu meydana getirmiþtir. Balkanlar’a gelen Türk kavimleri hem uzun süre bu topraklarýn sahibi olmuþ hem de Balkan milletlerinin teþekkülünde önemli rol oynamýþtýr. Balkanlar’da Avrupa Hunlarý’nýn bu topraklarý ele geçirmesiyle baþlayan Türk varlýðý daha sonra Osmanlýlar’la devam etmiþtir. Avrupa Hunlarý, Avarlar, Sabarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kuman-Kýpçaklar bu topraklarda varlýklarýný XIV. yüzyýla kadar sürdürmüþlerdir. Balkanlar’daki Türk varlýðý bu uzun süreçte tabakalaþarak, karýþarak günümüzde diliyle, edebiyatýyla, sosyokültürel yapýsýyla varlýðýný devam ettirmektedir. Asýl uzun süreli ve kalýcý iliþkiler ise Osmanlýlar’la baþlamýþ, geliþip güçlenerek günümüze de ulaþmýþtýr. Son 150 yýl içinde Balkanlar’da meydana gelen hadiseler bölgedeki Türk varlýðýný olumsuz etkilese de hemen bütün Balkan ülkelerinde Türkçe’nin etkin bir dil halinde kullanýlmasýný engelleyememiþtir. Türkçe’nin özellikle Osmanlý döneminde yaygýn kullanýlýþý Balkanlar’da Türk diliyle meydana getirilen zengin bir edebî varlýk ortaya çýkmýþtýr. Etnik bakýmdan Türk olmayan þair ve yazarlarýn da Osmanlý döneminden itibaren Türk dili ve edebiyatýna katkýda bulunduklarý dikkat çekmektedir. Balkanlar’daki Yunanca, Makedonca, Hýrvatça, Sýrpça, Boþnakça, Arnavutça, Bulgarca, Pomakça gibi dil, edebiyat ve kültürler üzerinde Türkçe’nin deðiþik oranlarda etkisi vardýr. Bu yönde uzun süre de-

518

vam eden Türk hâkimiyeti bir barýþ sürecini baþlattýðýndan bilim, kültür ve sanat alanýnda dikkate deðer geliþmeler meydana gelmiþtir. Bugün mevcut pek çok yerleþim yeri Osmanlý Türkleri zamanýnda kurulmuþ, buna baðlý olarak bir þehirlilik kültürü oluþmuþtur. Hatta Balkanlar’da günümüzde de Türkçe bilenler “þehirli” (kasabali), Türkçe bilmeyenler “köylü” diye adlandýrýlmaktadýr. Balkanlar’da Türk Dili. Belgeler, Türk boylarýnýn Balkanlar’da görüldüðü dönemden beri gerek sözlü gelenek gerekse diðer dillerdeki Türkçe kökenli kelimelerin varlýðýný teyit etmektedir. Özellikle yer adlarýnda Türkçe kökenli isimlerin yaþamasý (Hun, Avar, Kuman-Kýpçak, Kuz, Bulgar, Peçenek vb. Türk boylarý) Türkçe’nin Balkanlar’daki varlýðýný milâttan önceye kadar götürmektedir. Ancak Türkçe’nin yazýlý ve sözlü olarak Balkanlar’daki varlýðý esas itibariyle 1350’li yýllarda Osmanlýlar’ýn Rumeli’ye geçiþiyle baþlamýþ, XIV-XV. yüzyýllarda yapýlan fetihler ve iskânlarýn ardýndan Türkçe günümüze kadar varlýðýný sürdürmüþtür. Rumeli Türkçesi üzerine çalýþan Türkologlar, Rumeli aðýzlarýný Doðu ve Batý olmak üzere ikiye ayýrmaktadýr. Buna göre doðu grubu Bulgaristan’da Deliorman, Razgrad, Kýzanlýk, Týrgoviþte, Kýrcali (Ardino, Milino ile beraber), Türkiye’de Edirne, Kýrklareli, Tekirdað merkezleriyle Doðu Trakya, Yunanistan’da Batý Trakya (Gümülcine) ve Orestiada’daki yerleþim yerlerini kapsar. Batý grubu Batý Bulgaristan’da Vidin, Köstendil, Mihaylovgrad, Makedonya’da Ohri, Üsküp, Gostivar, Kumanova ve Dinler köyü; Kosova’da Priþtine, Prizren, Mamuþa köyü; Arnavutluk’ta Kruja, Elbasan, Korçe gibi yerleþim yerlerini içine alýr. Rumeli aðýzlarýnýn doðu ve batý gruplarýný birbirinden ayýran sýnýr Tuna kenarýndaki Lom þehrinden baþlayarak doðuya doðru uzanan Vratsa, Sofya, Samakov, ardýndan batýya doðru uzanan Köstendil þehrinin güneyine ve Ege denizinin sahiline kadar uzanýr. Batý grubu için tesbit edilen baþlýca özellikler þunlardýr: Kelime sonunda ý, u, ü yerine i (alti, oldi, köpri); -mýþ, -muþ, -müþ yerine -miþ (kalmiþ, görmiþ, olmiþ); belirli durumlarda i yerine ý (beným, elýnde, verdým, evýnde); yarý ötümlü g / g’nin korunmasý (ayagi, degenek, köpegi); þimdiki zaman eki -yor yerine -y’nin kullanýlmasý: yapayým, yapaysýn, yapay. Batý grubu için tesbit edilen özellikler doðu grubunda yer alan Edirne ve Kýrklareli aðýzlarýnda görülmez. Bu aðýzlarýn hem Doðu ve Güney Bulgaristan, hem de Uzunköprü ve Ýstanbul aðýzlarýyla

ortak yönleri vardýr. Bulgaristan’dan Ýstanbul’a doðru yaklaþtýkça Bulgaristan aðýzlarýný Ýstanbul Türkçesi’nden ayýran özellikler azalýr. Bulgaristan aðýzlarýnda a yerine o / u (boba / buba); e ve i yerine ö / ü (böbek, böber / büber, möme) kullanýlýr; s ve þ’den önceki k düþer ve ünlüyü uzatýr (isik < eksik, iþi < ekþi); -acak / -ecek ekinin k’si -dý, -mýþ ve -sa eklerinden önce düþer (alacadý < alacaktý, gelecemiþ < gelecekmiþ, yapacasa < yapacaksa). Doðu ve Batý Rumeli aðýzlarýný birbirinden ayýran belirleyici özellikler daha çok fonetikle ilgili olup kýsaca þunlardýr: Kelime baþý k(a) sesi batý grubunda g(a)’ya dönüþür, doðu grubunda k(a) olarak korunur. Gerek kök gerekse gövde ve eklerde ünlü uyumunun bozularak batý grubunda tek e varyantlý, doðu grubunda e / a / ä olarak üç varyantlý telaffuz edilir; son seste batý grubunda i varyantlý, doðu grubunda ý / i / u / ü dört varyantlý telaffuz edilir. Batý grubunda son seste ý / i deðiþmesi olur; þimdiki zaman eki -yor, yý olarak görülür; iki ünlü arasýnda tam ötümlü à korunur. Bunlar doðu grubunda olmayan özelliklerdir. A) Osmanlý Dönemi. Osmanlý edebiyatýnda önemli birçok þairin Balkan þehirlerinde doðduðu ve buralarda yetiþtiði görülür. Baþta Edirne olmak üzere Gelibolu, Bosna, Serez, Vardar Yenicesi, Üsküp, Manastýr, Filibe, Selânik, Sofya, Belgrad, Prizren, Priþtine gibi þehirler Türk dili ve edebiyatý alanýnda meþhur þahsiyetlere mekân olmuþtur. Þuarâ tezkirelerinde yer alan birçok þairin bugünkü Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Romanya, Sýrbistan, Karadað, Bosna-Hersek, Macaristan topraklarýnda yaþadýðý bilinmektedir. Meselâ Bulgaristan bölgesinden çýkan sekseni aþkýn Osmanlý þairinden baþlýcalarý þunlardýr: Þûhî, Nizâmî, Gayrî, Ali Çelebi, Aþkî, Cefâyî, Riyâzî, Revnaký, Ahî, Beyânî, Fasîhî, Mestî ve Meylî, Behçetî, Rusçuklu Beyânî, Himmetî, Ferrî, Bahârî, Salâhî, Zarîfî. Günümüzde Yunanistan sýnýrlarý içinde kalan Serez, Vardar Yenicesi, Selânik ve Girit Osmanlý döneminde çok sayýda þair yetiþtirmiþ önemli merkezlerdendir. Buralardan çýkan þairlerden bazýlarý þöylece sýralanabilir: Dimatokalý Abdülvâsi Çelebi, Halîmî, Hilmî, Râgýb, Ali, Ýzzet, Moralý Ahmed Paþa, Râsim, Resmî, Sakýzlý Fâik, Eðribozlu Sâmî, Giritli Ýzzet, Nevres. Bugünkü Makedonya’da Debreli Vechî, Dramalý Ârif Mehmed, Gevgelili Bâlî, Ýþtipli Aklî, Sadrî Tâlibî, Kalkandelenli Sücûdî, Fakîrî ve Tuluî gibi isimler zikredilebilir. Ayrýca Üsküp ve Manas-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

týr’dan birçok þair yetiþmiþtir. Ayânî, Firdevsî, Hâfýz, Hâver, Kâtib, Keþfî, Merdî, Sabâyî, Sezâyî, Sinan, Vahyî, Veznî, Zuhûrî, Üsküplü Atâ, Dürrî, Fennî, Ferîdî, Hâkî, Hemdemî, Hevesî, Ýshak Çelebi, Ýzârî, La‘lî, Mîrî, Mu‘dî, Nâm, Niyâzî, Özrî, Riyâzî, Sýhrî, Vâlihî, Vusûl ve Zârî bunlardan bazýlarýdýr. Eski Yugoslavya sýnýrlarý içinde yer alan Alacahisar, Semendire, Usice, Yenipazar, Belgrad, Prizren ve Priþtine gibi merkezlerden çýkan pek çok müellif ve þairden bazýlarý þunlardýr: Mesîhî, Þem‘î, Mustafa Çelebi, Âþýk Çelebi, Sünnî, Cenânî, Valî, Sâdýk, Ni‘metî, Zikrî, Sâbit, Saîd, Hâlis, Nâþid. Bosna-Hersek 1463’te Fâtih Sultan Mehmed tarafýndan fethedildikten sonra Osmanlý Türkçesi’nin kültür alanýna giren bölgede birleþtirici unsur olan Ýslâm’ýn etkisiyle Türkçe ortak dil olarak kullanýlmýþtýr. XV. yüzyýlda buralarda eser verenlerin baþýnda II. Bayezid’in veziri Derviþ Yâkub Paþa gelmektedir. XVI. yüzyýlda Taþlýcalý Yahyâ, Fevrî, Vasfî, Mostarlý Ziyâî, Vüsûlî, Arþî, Ubeydî, Vahdetî, Nihâdî, Gayretî, Kemterî, Lâmekânî, Þânî ile Sabûhî Osmanlý Türk edebiyatýnda eser veren Bosnalý þairlerdir. XVI. yüzyýlda nesir ustasý Matrakçý Nasuh da önemli þahsiyetlerdendir. XVII. yüzyýlda Varvarlý Ali Paþa, Hevâyî, Ahmed Çelebi, Nergisî, Derviþ, Hüsâmî, Ali Alâeddin, Habîbî, Fevzî, Mîrî, Sâmiî, Mezâkî, Sükkerî, Bezmî, Tâlib, Kâtibî, Kaimî, Vuslatî, Zikrî, Nâbî ile Ahmed Sûdî, Ýbrâhim Peçûyî, Abdî, Ýbrâhim, Yûsuf, Hacý Mustafa ve Ömer adlý nesir yazarlarý görülmektedir. XVIII. yüzyýlda Abdullah Mâhir, Sâbit ve Mehmed Reþid, Safî, Hürremî, Ledünnî, Bülbülî, Ebûbekir, Muhlisî, Þehdî, Ahmed Hatem, Kudsî, Mâilî, Meylî, Gurbî, Abdullah Kantemir, Nazarî, Rahmî, Cûdî, Ýlhâmî, Vehbî önemli þairlerdir. Hacý Nesimzâde, Ahmed, Ömer, Abdullah, Ýbrâhim Münib, Hüseyin, Muzaffer, Muhammed mensur eser veren Bosnalý þahsiyetlerdendir. XIX. yüzyýlda Fâzýl Paþa, Leskofçalý Galib, Hüseyin Avni, Kâzým Paþa ve Hersekli Ârif Hikmet önde gelen þairlerdir. Avusturya hâkimiyetinde iken bu bölgede Türkçe þiir yazanlar arasýnda Fehmî, Esad, Firaký, Molla Muhammed, Ahmed, Mehmed Refik, Ýbrâhim Zikrî, Muhammed Tevfik, Muhammed Kâmil, Yûnus, Remzî, Mehmed Þâkir ve Muhammed Kadri’yi saymak mümkündür. B) Osmanlý Sonrasý. 1911-1913 yýllarýnda cereyan eden hadiseler Osmanlý coðrafyasýnda millî kimliklerin ön plana çýkmasýna yol açmýþ ve Osmanlý Devleti’nin parçalanmasýný hýzlandýrmýþtýr. Bu süreç-

te Osmanlý Devleti baþta Balkanlar olmak üzere birçok yerde toprak kaybetmiþtir. 1911 yýlý, Balkanlar’da Tanzimat’tan beri tartýþýlagelen dil ve edebiyat meseleleri için bir dönüm noktasý teþkil etmiþtir. Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Ali Canip (Yöntem) baþta olmak üzere birçok þair ve yazar bir araya gelerek Selânik’te millî edebiyatýn baþlangýcý kabul edilen Genç Kalemler dergisini çýkarmýþtýr. 1912-1913 Balkan savaþlarý, ardýndan I. Dünya Savaþý, 19191922 Ýstiklâl Harbi süreci Balkanlar’ý da Türk dili ve edebiyatý açýsýndan etkilemiþtir. Bu arada Türkler ve diðer müslümanlar Ýstanbul’a göç etmek zorunda kalmýþtýr. Göçlerden sonra XX. yüzyýlýn ortalarýna kadar Balkanlar’ýn ortak dili olan Türkçe giderek bu topraklarda etkinliðini kaybetmiþtir. 1917 Bolþevik Ýhtilâli, Balkanlar’ý da etkisi altýna alýnca komünizm burada en þiddetli biçimde yaþatýlmýþtýr. Ancak II. Dünya Savaþý’nýn ardýndan ortaya çýkan Yugoslav Federasyonu halklara az da olsa özgürlük tanýmýþtýr. Bilhassa Tito devri Yugoslavya’sýnda 1944-1945 yýlýnda Üsküp’te Türkçe öðretim için ilk adým atýlmýþtýr. Soðuk savaþ döneminde Balkanlar’da yazýlan Türkçe eserlerde aðýrlýklý olarak Marksist-komünist-sosyalist ideolojisinin yansýmalarý görülmektedir. 1951 yýlýnda azýnlýklara kendi dillerinde öðrenim hakký tanýyan kanunla birlikte Türk edebiyatý ve kültürü bu topraklarda yeniden canlanmaya baþlamýþtýr. a) Makedonya’da Türk Dili ve Edebiyatý. Yüzyýllarca Türkçe’ye ev sahipliði yap-

mýþ olan Makedonya’da Üsküplü Zârî’den Yahya Kemal’e kadar birçok edip ve þair yetiþmiþtir. Ancak Üsküplü Þeyh Sâdeddin Efendi ve Manastýrlý Ýzzet Basri Efendi hariç tutulursa 1970’li yýllara kadar Makedonya’da Türk edebiyatýnýn suskun bir dönem geçirdiði söylenebilir. Burada geliþen Türk edebiyatýný Osmanlý dönemi, Balkan savaþlarý sonrasý ve çaðdaþ dönem olarak üçe ayýrmak mümkündür. Osmanlý döneminde birçok edip ve þairin yetiþtiði Makedonya’da Balkan savaþlarýndan sonra büyük darbe alan Türk edebiyatý içinde özellikle halk edebiyatý ürünlerinin çok azý tesbit edilebilmiþtir. 1949 Mayýsýnda neþredilen Yeni Kadýn Dergisi, Birlik gazetesinden sonra en önemli edebî faaliyet sayýlýr. Ayrýca Þükrü Ramo ve Necati Zekeriya gibi yönetimin güvenini kazanmýþ Türk yazarlarýnýn þiirlerine yer veren Makedonya Genç Türk Yazarlarýnýn Eserleri adlý kitap bu devrede yayýmlanmýþ (M. Karahasan v.dðr., Üsküp 1949), kitapta Mustafa Karahasan’ýn Þaban Hoca adlý

dramýna da yer verilmiþtir. 1950 yýlýna gelindiðinde Türkçe Birlik gazetesi haftalýk olarak yayýmlanmaya baþlandýðý gibi azýnlýklar tiyatrosunun içerisinde Türk dramý bölümü de kurulur. Türkçe kitaplarýn sayýsý da artmýþ, önce çocuk dergisi olan, daha sonra Sevinç adý verilen Pioner gazetesi aylýk yayýn hayatýna baþlamýþ, Makedonya Türk Yazarlar Cemiyeti kurulmuþtur. Þükrü Ramo, Mustafa Karahasan, Necati Zekeriya, Mahmut Kýratlý, Þevki Vardar, Makedonya’da Yürüyen Duvar (2008) adlý ilk Türkçe romanýn yazarý Ýlhami Emin, Enver Tuzcu, Hüseyin Süleyman, Süreyya Yusuf ve Abdülkerim Sait 1950’li yýllarýn yazar ve þairler kuþaðýný oluþturur. 1957’de bir diðer çocuk dergisi Tomurcuk yayýmlanýr. 1960’lý yýllarda önceki kuþakta yer alanlardan bazýlarýnýn Türkiye’ye göç ettiði görülür. Nusret Diþo Ülkü, Hasan Mercan, Nimetullah Hâfýz ve Naim Þaban bu kuþaðýn önde gelen temsilcileridir. Sesler dergisiyle edebiyata giren 1970 kuþaðýnýn içerisinde Avni Engüllü, Yusuf Edip, Alaattin Tahir, Sabahattin Sezâir, Fahri Ali, Fahri Kaya, Avni Abdullah, Suat Engüllü ve Ýrfan Bellür yer almaktadýr. 1980’li yýllarda Makedonya çaðdaþ Türk edebiyatýnda durgunluk yaþanýr. 1990’lý yýllarýn baþlarýnda Semra Samet, Biba Ýsmail, Maber Hüseyin, Nizam Reþit ve Sevim Zeynullah gibi isimler tanýnmýþ þair ve yazarlar arasýnda yer alýr. Son yirmi yýllýk süreçte Makedonya çaðdaþ Türk edebiyatýnýn, Türkiye ile olan iliþkiler ve biliþim teknolojilerinin geliþmesiyle bilhassa Türkler’in yoðun biçimde yaþadýðý Üsküp, Gostivar, Struga gibi merkezlerde gerek kurduklarý dernekler gerekse yayýn hayatýna kendi imkânlarýyla kazandýrdýklarý ve Köprü, Hikmet gibi dergilerle önemli geliþmeler elde ettikleri görülmektedir. b) Kosova’da Türk Dili ve Edebiyatý. Kosova, eski Yugoslav Federe Cumhuriyeti içerisinde son yýllara gelinceye kadar özerk bölge statüsünde kalmýþ iki yerden biridir. Bu durum Kosova’nýn ekonomik ve kültürel bakýmdan yeteri kadar geliþememesine yol açmýþtýr. 1951 yýlýndan itibaren Türkçe öðrenim hakkýnýn verilmesiyle birlikte Kosova’da ayný yýl kurulan Doðruyol Kültür ve Güzel Sanatlar Derneði, Türk kültür ve edebiyatýnýn geliþmesine katkýda bulunan bir Türk enstitüsü haline gelmiþtir. 1951 Haziranýnda Priþtine Radyosu’nda baþlayan Türkçe haber programlarýný Türk sanat mûsikisi yayýnlarý izlemiþ, 1969’da Priþtine’de Tan gazetesi yayýmlanmýþtýr. 1973’te bu gazetenin yayýný olarak çýkarýlan Çevren, 1979’da çocuk der-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

519


TÜRK

gisi Kuþ neþir hayatýna baþlamýþtýr. Ayrýca Prizren’de Esin adlý kültür ve sanat dergisinin yayýmlanmasý Kosovalý Türkler açýsýndan önem arzetmektedir. Ayný yýl Kosova’nýn % 99’u Türk olan Mamuþa köyünde Âþýk Ferki Kültür ve Güzel Sanatlar Derneði kurulmuþtur. Kosova’da Balkan savaþlarý sonrasýndaki dönemde tasavvufî þiirler yazan Hacý Ömer Lutfî, 1930’lu yýllarda Prizren Gayret Derneði’nde oynanan tiyatro oyunlarý yazan Durmiþ Selina gibi isimler yetiþmiþtir. Çaðdaþ Kosova Türk edebiyatýnýn baþlangýcýný 1950’li yýllara götürmek mümkündür. Bu yýllarýn baþýnda Türkçe’nin öðretilmesi ve yayýlmasý için büyük çaba harcayan Süreyya Yusuf’u anmak gerekir. Ardýndan Naim Þaban, Nusret Diþo Ülkü ve Nimetullah Hâfýz, Hasan Mercan, Enver Baki gibi isimler yetiþmiþtir. Bunlardan bazýlarý Makedonya çaðdaþ Türk edebiyatýna katkýda bulunan isimlerdir. Enver Baki ayný zamanda bir hikâyecidir. 1970’li yýllarda faaliyet gösteren þair ve yazarlardan Sadýk Tanyol, Râif Výrmiça, Agim Rifat Yeþeren, Hüseyin Kazaz, Özbeyin Aksoy, Melahat Kaçamak, romancý Reþit Hanadan, bestekâr ve söz yazarý Aluþ Nuþ gibi isimleri saymak mümkündür. Ýrfan Morina’nýn Priþtineli Mesihi adlý eseri, Nimetullah Hâfýz’ýn antolojileri ve bazý akademisyenlerin yaptýðý çalýþmalar Kosova Türk dili ve edebiyatý açýsýndan önem arzetmektedir. c) Bulgaristan’da Türk Dili ve Edebiyatý. Bulgaristan Türkleri’nde edebiyat aslýn-

da Türkler’in Rumeli’ye geçiþleri kadar eskidir. Bugünkü Bulgarca’da Osmanlý Türkçesi’nden geçen 4-5000 civarýnda kelime mevcuttur. Benö Tsonev, Bulgarian Language History adlý eserinde (Sofia 1919) Bulgarca’da kullanýlan birçok Türkçe deyim, atasözü ve özlü söze yer vermektedir. Çaðdaþ Bulgaristan Türk edebiyatý bir bakýma eski Rumeli Türk edebiyatýnýn bir devamý olarak yazýlý ve sözlü örneklerle yaþamýþtýr. Sofyalý Âþýk Hýfzî’nin Plevne Muharebesi Destaný bu örneklerin eskilerinden biridir. II. Dünya Savaþý’nýn sona ermesiyle Bulgaristan Türkleri’nin sosyal ve kültürel hayatýnda köklü deðiþmeler olmuþ, özellikle çocuk edebiyatýnda þiir türü ön plana çýkmýþtýr. Diðer taraftan komünist yönetimin baskýlarý artarken Türk kültürü adýna ne varsa ortadan kaldýrýlmaya, kiþilerin isimleri deðiþtirilmeye çalýþýlmýþ, hatta Türkçe konuþmanýn yasaklanmasýna kadar varan baskýlara mâruz kalýnmýþtýr. Kaynaðýný bölgenin zengin halk kültüründen alan Bulgaristan Türk þairleri þiir520

lerinde aruzun yaný sýra hece veznini de kullanmýþtýr. Çaðdaþ Bulgaristan Türk þiirinin önemli simalarý arasýnda anýlmasý gereken ilk isim II. Dünya Savaþý öncesiyle sonrasýný birbirine baðlayan sanatçýlardan Mehmet Müzekkâ Con’dur. Vidinli Mustafa Þerif Alyanak ve Nevrokoplu Mehmet Behçet Perim 1930’lu yýllarda Türkiye’ye göç eden þairler arasýndadýr. Þiirlerinin asýl temasý Bulgaristan Türkleri ve Bulgaristan’ýn doðal güzellikleri olan Mehmed Fikri eserlerinde dinî, ahlâkî konularý da iþlemiþtir. Ýzzet Dinç de þiirlerinde benzer temalarý ele almýþtýr. Razgrad doðumlu Ahmet Þerifov’un Müjde (1960) adlý bir þiir kitabý bulunmaktadýr. Ayný zamanda akademisyen olan Mefküre Mollova þiirlerini bir kitapta toplamýþtýr (Þiirler, Sofya 1964). Þumnulu þairlerden Mülâzým Çavuþev sade Türkçe ile yazdýðý þiirlerinde vatan sevgisini ve tabiat konularýný iþlemiþtir. 1989 göçünde Türkiye’ye gelen Niyazi Hüseyinov’un (Bahtiyar) Köy Yankýlarý (1964) adlý bir þiir kitabý bulunmaktadýr. Razgrad yöresinden Lutfi Demirov’un halk þiiri tarzýnda söyleyiþleri vardýr. 1990’da Türkiye’ye göç eden þair Sabahattin Bayramov halen Bursa’da yaþamaktadýr. Adresim Þudur (1962) ve Sokaklarým Çaðrýþýmlar Ýçinde (1966) adlý þiir kitaplarýnda topladýðý manzumelerinde hayal zenginliði ve felsefî çaðrýþýmlar ön plandadýr. 1968’de Türkiye’ye göç eden çocuk edebiyatý þairlerinden Dobriçli Nevzat Mehmedov Ayý Dayý (1959), Deniz (1967) ve Üç Beygir (1967) adlý kitaplarýnda yer alan þiirlerinde daha çok hayvanlar dünyasýný ve denizle ilgili öðeleri iþler ve bir sevgi þairi olarak bilinir. Çaðdaþ Bulgaristan Türkleri’nin ileri gelen þairlerinden biri de Ömer Osmanov’dur (Erendoruk). 1989’da Bulgaristan’dan sýnýr dýþý edilince Türkiye’ye gelmiþ, Üçüncü Mezar (1989), Ölmeden Ölmek (1991) ve Sabýr Duasý (1991) adlý þiir kitaplarýný yayýmlamýþtýr. Aðýrlýklý olarak sýla hasretini iþleyen ve Bulgaristan Türkleri’nin mücadelesini savunan Recep Küpçüev’in Ötesi Var (1962) ve Ötesi Düþ Deðil (1967) adlý iki þiir kitabý vardýr. Balkan Türkleri’nin çok iyi tanýdýðý þairlerden, halen Ýstanbul’da yaþayan Mehmet Çavuþ Yýllarýn Serenadý (1964), Bulgaristan’dan Sesler (1985) adýný taþýyan þiir kitaplarý ile XX. Yüzyýl Bulgaristan Türkleri Þiiri (1988) adlý bir þiir antolojisinin sahibidir. Daha çok dil bilincini aþýlamaya çalýþan Ali Bayram Silistreli öðretmen þairlerdendir. 1989 göçünün vatanýndan ayýrdýðý Silistreli þairlerden Latif Aliyev’in Bir Bahçeden Bir Bah-

çeye (1961) adýný verdiði þiir kitabýnda halk þiiri tarzýnda söyleyiþleri vardýr. Lofçalý þairlerden Mustafa Mutkov’un Sabah Yolcusu (1965) adlý bir þiir kitabý yayýmlanmýþtýr. Þiirlerinde daha çok Rodop Türkleri’nin elem ve kederlerini, var olma mücadelesini ele alan Eðridereli Faik Ýsmailov’un (Arda) manzumeleri Bulgaristan Türkleri için her zaman umut ýþýðý olmuþtur. Tek þiir kitabýný Aðarýrken Tan (1965) adýyla yayýmlamýþtýr. Özellikle çocuk þiirlerinde baþarýlý sayýlan Mustafa Çetev, Bulgaristan Türkleri’nin önde gelen yayýn organlarýndan Hak ve Özgürlük gazetesinin yazarlarýndandýr. 1950’li yýllarýn önemli isimlerinden biri de Kýrcaali yöresi þairlerinden, Bir Uçtan Bir Uca Memleket (1965) adlý þiir kitabý olan Süleyman Yusufov þiirlerinde heceyi ve serbest vezni kullanmýþ, özellikle sýla hasreti temasýný iþlemiþtir. Hasköylü þairlerden Durhan Hasanov 1989’da Türkiye’ye göç etmiþ olup Ýnsan Kardeþlerim (1965) adlý bir þiir kitabý vardýr. Yine 1989 göçüyle vatanýndan ayrýlan þairlerden Þaban Mahmudov’un Gerginlik (1966) adlý þiir kitabý bulunmaktadýr. Razgradlý bir baþka þair Latif Karagöz’dür. Halen Türkiye’de yaþayan þairin ilk þiir kitabý Kon Kon Kelebek (1990) adýný taþýr. Kýrcaalili Naci Ferhadof da þiirlerini Daðlý ve Deniz (1965) adlý bir kitapta toplamýþtýr. Ýsmail Çavuþev, Ahmet Eminov (Atasoy), Rahim Recebov, Necmiye Mehmedova, Ahmet Kadirov, Nebiye Ýbrahimova, Hilmi Haþal, Kadriye Cesur son dönemlerde yetiþen ve halen sanat hayatýný sürdüren þairlerdendir. Türk toplumunun sosyal problemleri, sýkýntýlarý, acýlarý, sýla hasreti, vatan ve millet sevgisi, millî duygular ve çocuk duyarlýlýklarý, tabiat güzellikleri çaðdaþ Bulgaristan Türk þiirinde ele alýnan belli baþlý temalar olarak dikkati çeker. Günümüzde Bulgaristan’daki durum Türk dili, Türk kültürü ve edebiyatý açýsýndan düne göre daha aydýnlýk ve ümit verici görünmektedir. d) Yunanistan’da Türk Dili ve Edebiyatý. Bugün Yunanistan sýnýrlarý içerisinde

bulunan Batý Trakya bölgesi Osmanlý döneminde onlarca þairin yetiþtiði bir yerdir. XIV. yüzyýlda Gazi Evrenos Bey’in Batý Trakya’yý fethiyle bölgeye Konya ve Balýkesir civarýndan getirilip yerleþtirilen Türkler bugün azýnlýk durumuna düþmüþtür. Nüfusu 150.000 civarýnda kalan Batý Trakya Türkleri son yüzyýlda kimlik mücadelesi vermektedir. Lozan’dan zamanýmýza gelinceye kadar azýnlýk statüsünde basýn yayýn hakkýna sahip olan Batý Trakyalýlar, Arap

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

ve Latin harfleriyle altmýþtan fazla dergi çýkarmýþtýr. Ayrýca Türkiye’de (Batý Trakya’nýn Sesi, Batý Trakya, Yeni Batý Trakya), Almanya’da (Batý Trakya, Yeni Ses, Yeni Adým gazeteleri) yayýn organlarý bulun-

maktadýr. Yunan arþivlerinde Batý Trakya Türkleri’nin yayýmladýðý Yeni Ziya, Yeni Yol, Yeni Adým, Balkan, Ýnkýlâp, Milliyet, Ýtilâ, Yarýn, Adalet, Trakya, Ülkü, Müdafaa-i Ýslam, Hakyol, Sebat gibi dergi ve gazete koleksiyonlarý mevcuttur. Günümüzde Balkan, Akýn, Gerçek, Ýleri, Aile Birlik, Trakya’nýn Sesi, Ortam gazeteleriyle Þafak Yuvamýz, Hakka Davet, Arkadaþ Çocuk ve Pýnar Çocuk dergileri yayýn faaliyetlerini sürdürmektedir. Batý Trakya’da XIV. yüzyýldan baþlatýlan Türk dili ve edebiyatýný Lozan öncesi ve sonrasý olmak üzere iki dönemde ele almak gerekir. Ýlk dönemde divan edebiyatý yolunda onlarca þair ve yazar yetiþmiþtir. Selânik, Osmanlý devrinde Ýstanbul’dan sonra Türk kültür ve edebiyatý için önemli merkezlerden biriydi. Halen Batý Trakya Türk edebiyatý faaliyetlerini Yunanistan’da sürdüren þair, yazar ve araþtýrmacýlardan Ali Rýza Saraçoðlu’nun Ey Yaðýz Toprak, Iþýk Atatürk, Yarýnlar Sizin Olacak, Rodop Yýldýzý; Hüseyin Mazlum’un Âþýklarýn Þahý Benim, Bir Esmere Gönül Verdim, Adres, Biraz Su; Rahmi Ali’nin Ay ve Güneþ (hikâye); Hüseyin Ali Babaoðlu’nun Tohum (þiir), Durdur ile Kurkur (masal); Reþit Salim – Osman H. Arda’nýn Öyküsüyle Notasýyla Batý Trakya Türküleri; Abdürrahim Dede’nin Batý Trakya Türk Folkloru ile (Ankara 1978) Batý Trakya Manileri (Ýstanbul 1989) adlý eserleriyle Türkiyeli araþtýrmacý Feyyaz Saðlam’ýn Yunanistan’da (Batý Trakya) Çaðdaþ Türk Edebiyatý Antolojisi (Ankara 1990), Batý Trakya Çocuk Edebiyatý (Ýstanbul 1990), Yunanistan (Batý Trakya) Türkleri Edebiyatý Üzerine Ýncelemeler (I-IV, Ýzmir 19911996), Yunanistan (Batý Trakya) Türkleri Edebiyatýnda Atatürk gibi eserlerini zikretmek mümkündür. Bunlardan baþka Mustafa Tahsin, Reþit Salim, Nâim Kâzým, Hüseyin Mahmutoðlu, Mücahit Mümin, Refika Nâzým, Sâlih Halil, Mehmet Çolak – Ýbram Onsunoðlu gibi þair ve yazarlarýn dergi ve gazetelerde yayýmlanmýþ çeþitli yazýlarý bulunmaktadýr. Batý Trakya Türkleri’nde en çok görülen edebî tür þiirdir. Çocuk edebiyatý, halk edebiyatý ve dinî edebiyat Batý Trakya Türk edebiyatýnýn önemli kollarýndandýr. Son yüzyýl içerisinde oluþan edebiyat ayný zamanda bir huzursuzluk edebiyatýdýr. Tiyatro türünde

Sevda Peþinde ve Zamane Çocuðu adlý çalýþmalar, gezi türünde Mehmet Ârif ve Hasan Hocaoðlu’nun yazýlarý zikredilebilir. Halk edebiyatýnda sözlü gelenek süregelmiþtir ve bu geleneðe baðlý anonim ürünler halen devam etmektedir. Aþk, hastalýk, ölüm, tabiat, doðal âfetler ve yaþama sevinci gibi konular yoðun biçimde iþlenmektedir. Halk ozaný olan Mazlum Hüseyin, Ýmam Kasým, Hüseyin Salihoðlu, Alirýza Saraçoðlu’nun yanýnda Yakalý Çoban, Âsýmî, Dumanlýdað, Selâmî, Âþýk Asilsoy, Haliloðlu, Âþýk Zengin gibi baþka isimleri de saymak mümkündür. Halk edebiyatý ürünleri içinde destan, masal, türkü, mani vb. türlerin de yer aldýðý görülmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

B. Tsonev, Bulgarian Language History, Sofia 1919; Cengiz Orhonlu, “Yunanistan Türkleri”, TDEK, s. 1101; Abdürrahim Dede, Batý Trakya Türk Folkloru, Ankara 1978; a.mlf., “Batý Trakya Türklerinde Eski Türk Dini Þamanizm’den Kalýntýlar”, II. Milletlerarasý Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1982, IV, 93-108; Hasan Eren, Balkan Ülkelerinde ve Macaristan’da Türkoloji Çalýþmalarý, Ýstanbul 1987; Rüstem Avcý, “Batý Trakya Türkleri”, Batý Trakya, Ýstanbul 1989, s. 143-148; Mustafa Ýsen, Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatý ve Balkanlarda Türk Edebiyatý Üzerine Makaleler, Ankara 1997; Baþlangýcýndan Günümüze Kadar Türkiye Dýþýndaki Türk Edebiyatlarý Antolojisi: Makedonya Türk Edebiyatý ve Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatý, Ankara 1997, VII; XV. Yüzyýldan Bugüne Rumeli Motifli Türk Þiiri Antolojisi (haz. Ahmet Emin Atasoy), Bursa 2001; Balkanlar El Kitabý (der. Osman Karatay – Bilgehan A. Gökdað), ÇorumAnkara 2006-2007, I-III; S. Dilek Yalçýn Çelik, Kosovada Çaðdaþ Türk Edebiyatý (1951-2008), Prizren 2008; J. Eckmann – M. Mansuroðlu, “1959 Yýlý Trakya Dialektoloji Gezisi Raporu”, TDED, IX (1959), s. 113-118; Mustafa Tahsin, “Þiir: Batý Trakya Türk Azýnlýðýnda”, Þafak, sy. 17, Gümülcine 1991, s. 14-16; Feyyaz Saðlam, “Batý Trakya’da 29 Ocak 1988 Millî Direniþi ile Ýlgili Destanlar Üzerine”, TK, XXX/351 (1992), s. 53-60; Hayriye Süleymanoðlu Yenisoy, “Bulgaristan Türkleri Þiiri”, TDl., sy. 531 (1996), s. 449-578; Mustafa Kara, “Balkanlarda Türk Tasavvuf Edebiyatý’na Genel Bakýþ”, Bursa Defteri, sy. 12, Bursa 2002, s. 110-126; Yýlmaz Taþçýoðlu, “Balkanlarda Yeni Türk Edebiyatý Literatürü”, Türkiye Araþtýrmalarý Literatür Dergisi, IV/3, Ýstanbul 2006, s. 429-477.

ÿCevdet Þanlý

Kýbrýs’ta Türk Dili ve Edebiyatý. A) Dil.

Kýbrýs’ta Türkçe iki aðza ayrýlýr. Bazý yazarlarýn Kýbrýs Türkçesi dedikleri Kýbrýs aðzý yanýnda resmî kurumlarda ve iliþkilerde standart Türkçe (Türkiye Türkçesi) konuþulabilmektedir. Konuþma dilinde çeþitli aðýzlarýn kullanýldýðý görülmekle birlikte Kuzey Kýbrýs Türk Cumhuriyeti’nin yazý dili Türkiye Türkçesi’dir. Kýbrýs Türk aðzý incelendiðinde hem ses hem biçim hem söz

varlýðý açýsýndan Kýbrýs Türkleri’nin geldikleri yörelerin izlerini bulmak mümkündür. Ancak günümüzdeki Kýbrýs Türk aðzýnýn Anadolu aðýzlarýndan epey farklýlaþtýðý söylenebilir. Bu ayýrýmýn sebebi tarih içinde farklý dillerle etkileþim ve Türkiye Türkçesi ile baðlantýnýn azlýðýdýr. Kýbrýs’ta Türkçe’nin geliþimi dört döneme ayrýlabilir: 15711878, 1878-1960, 1960-1974 yýllarý arasý ve 1974 sonrasýndaki dönem. Kýbrýs’a Türkler 1571 yýlýnda gelmiþ, bu tarihten itibaren Türkçe adada konuþulan iki büyük dilden biri olmuþtur. Ýlk dönemde yönetim Osmanlýlar’ýn elinde olduðu için Türkçe’nin yönetim iliþkilerinde büyük iþlevi vardý. Bu yolla Türkçe, Kýbrýs Rumcasý’ný etkilediði gibi 1974 yýlýna kadar gelen süreçte Kýbrýs Rumcasý’ndan Kýbrýs Türk aðzýna çeþitli kelimeler girmiþtir. Bunun yanýnda günümüz aðzýnda kullanýlan bazý cümle yapýlarýnýn Kýbrýs Rumcasý’ndan etkilendiði ileri sürülmektedir. Kýbrýs, 18781959 yýllarý arasýnda Ýngiltere’nin egemenliði altýnda bir sömürge adasý olunca yönetimde ve resmî kurumlarda Ýngilizce ön plana çýkmýþ, Ýngilizler’in adaya gelmesiyle birlikte Kýbrýs Türk aðzý Ýngilizce’den birtakým kelimeler almýþtýr. Dolayýsýyla bu dönemde Kýbrýs Türk aðzý, bir yandan Türkler’in geldiði yörelerdeki dilin özelliklerini taþýrken bir yandan da Kýbrýs Rumcasý ve Ýngilizce’nin tesirinde kalmýþtýr. 1959 yýlýndan sonra Ýngilizler adadan çekilip 1960’ta Kýbrýs Cumhuriyeti’nin kurulmasý ile Ýngilizce yönetim dili olmaktan çýkmýþ olsa da eðitim dili olarak varlýðýný günümüze kadar sürdürmüþtür. 1974’te ada ikiye ayrýlýnca Rumlar’la Türkler’in dil temasý sona ermiþtir. 1950’li yýllarda Kýbrýs Türk toplumunda artan Türk milliyetçiliðiyle ilgili siyasal eðilimler neticesinde Türkiye ile uyum dile de yansýmýþtýr. Uyum politikalarý ve 1974 sonrasýnda Türkiye ile Kýbrýs arasýndaki iletiþim ve ulaþým imkânlarýnýn artmasýyla Kýbrýs’ta konuþulan Türkçe, Türkiye Türkçesi’ne dönmeye baþlamýþ, dilde bulunan Rumca ve Ýngilizce kelimelerde bir azalma olmuþtur. 1974’ü takip eden yýllarda Kýbrýs’ta Türkçe açýsýndan bir baþka deðiþim daha gerçekleþmiþtir. Adaya Anadolu’nun çeþitli yörelerinden -özellikle Güney Anadolu, Doðu Anadolu ve Karadeniz bölgeleri- göçler sebebiyle Kýbrýs Türk aðzýnýn yanýnda bu bölgelerin aðýzlarý da kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Günümüzde Kýbrýs’ta hem Kýbrýs Türk aðzýný hem Anadolu aðýzlarýný hem standart Türkçe’yi ayný zamanda ve mekânda duymak mümkündür.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

521


TÜRK

Kýbrýs Türkçesi fonetik, morfoloji, söz varlýðý ve söz dizimi bakýmýndan kendine has özelliklerini yitirmemiþtir. Aðzýn hemen her konumda ve iþlevde konuþulmasý yaygýn biçimde kullanýldýðýnýn kanýtýdýr. Türkiye Türkçesi’nin standart dilinden farklý birçok özellik Kýbrýs Türk aðzýnda hâlâ yaþamaktadýr. Meselâ bazý Anadolu aðýzlarýnda görülen t > d (tatlý > dadlý), k > g (kavun > gavun), p > b (dolap > dolab), n > n (deniz > deniz) gibi ses deðiþimleri; uzun ünlülerin kýsalmasý (âlem > alem); bazý eklerin (-kan, -sa, -ýnca) ve takýlarýn (da, ile) ünlü uyumuna girmemesi bu aðýzda yaygýn biçimde görülür. Kýbrýs Türk aðzýnýn kendine özgü kelimeleri de vardýr: gabsalývermek “baþý boþ býrakmak”, lambasuyu “gaz yaðý” vb. Bunlarýn yanýnda “kendi” zamirinin “o” yerine kullanýlmasý: “Guþu aldým, goydum genni / onu / kafese”; +cik ekinin küçültme anlamý dýþýnda kullanýmý: “Ýnecikleri / inekleri / aldý da götürdü ovaya”; -ýz kiþi ekinin belirsiz geçmiþ zaman, þimdiki zaman, geniþ zaman, gelecek zaman ve gereklilik kipinde -ýk þeklinde kullanýlmasý: “Her gün yürüyüþ yaparýk / yaparýz /; +dir koþacýnýn farklý kullanýmý: “Adým Ali’dir / Ali /”; geniþ zamanýn þimdiki zamaný da ifade etmesi: “Þu anda gider / gitmekte /;” Türkiye Türkçesi’ndeki -mýþ ekinin az kullanýlmasý ve taþýdýðý dolaylýlýk anlamýnýn -dý ekine yüklenmesi: “1880’de büyük bir kuraklýk oldu / olmuþ / be bu memlekette”; devrik cümlelerin sýk kullanýlmasý, soru cümlelerinin soru ekiyle deðil vurguyla kurulmasý: “Bugün okula gittin / gittin mi /?”; yaklaþma ifadesinin hazýr+eylem+emir ekiyle yapýlabilmesi: “Hazýr kanayým / Az kalsýn kanýyordum /”; amaç bildiren cümlelerin isteeyleminden sonra bir eylem getirilerek saðlanmasý: “Ýsterim gideyim / Gitmek istiyorum /”; gereklilik ifade eden cümlelerin lâzým / lüzum+eylem+emir ekiyle oluþturulmasý: “Lüzum gitsin / Gitmesi lâzým /”; -mýþ ekinin cümle içindeki yerinin önemli / yeni bilgiyi vurgulamaya yönelik olarak deðiþebilmesi: “Mýþ Ali verecek arabayý bana / Ali bana arabayý verecekmiþ/”; emiristek anlamýndaki eylem cümlelerinde olumsuzluðun yok kelimesiyle yapýlabilmesi: “Yok unudasýn babaný /Babaný unutma/”; þu, hani, o þu, þu ki ile kurulu yan cümle: “Anladým þu / þu ki / o þu / hani çalýþkansýn /Çalýþkan olduðunu anladým/.” Kýbrýs Türk aðzýnýn özellikleri arasýnda sayýlabilir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Hasan Eren, “Kýbrýs Aðzýnýn Kökeni”, Milletlerarasý Birinci Kýbrýs Tetkikleri Kongresi, Ankara 1971, s. 347-359; Yýltan Taþçý, Kýbrýs Aðzý

522

Dil Özellikleri, Lefkoþa 1986; Rýdvan Öztürk, “Kýbrýs Aðzýnýn Kelime Haznesindeki Deðiþmeler”,

III. Uluslararasý Kýbrýs Araþtýrmalarý Kongresi, Gazi Maðusa 2000, s. 27-46; Erdoðan Saraçoðlu, Kýbrýs Aðzý, Lefkoþa 2004; Ahmet Pehlivan, Aya Ýrini’den Akdeniz’e Kýbrýs Aðzýnýn Deðiþimi, Lefkoþa 2004; Nurettin Demir, “Kýbrýs Aðýzlarýnýn Tipik Özellikleri”, Kýbrýs Konuþuyor: Kýbrýs Aðzý Üzerine Ýncelemeler (ed. Rýdvan Öztürk), Ýstanbul 2009, s. 17-28; Musa Duman, “Kýbrýs Aðzý Üzerine Bazý Notlar”, Ýlmî Araþtýrmalar, sy. 8, Ýstanbul 1999, s. 115-130; Mustafa Argunþah, “Kýbrýs Aðzýnda Ünlü Deðiþmeleri”, a.e., sy. 11 (2001), s. 7-27; Niyazi Kýzýlyürek – Sylvaine G. Kýzýlyürek, “The Politics of Identity in Turkish Cypriot Community and Language Question”, International Journal of the Sociology of Language, sy. 168 (2004), s. 37-54; Ülker Vancý, “The Impact of Oral Language Features in Written Language in Cypriot Turkish”, International Journal of the Sociology of Language, sy. 181 (2006), s. 23-42; Özlem Savoðlu, “The Intonation of WHquestion in Cypriot Turkish Dialect: Evidence of Language Contact”, Advances in Turkish Lin-

guistics (ed. Semiramis Yaðcýoðlu – Ayþen Cem Deðer), Ýzmir 2006, s. 563-574; M. Kappler, “Contact-Induced Effects in the Syntax of Cypriot Turkish”, Turkic Languages, XII/2 (2008), s. 196213; L. Johanson, “Türk Dillerinde Odaksýl Þimdiki Zaman Ýþaretleyicisi ve Kýbrýs Türkçesinde Eksikliði”, Bilig, sy. 49, Ankara 2009, s. 93-100.

ÿAhmet Pehlivan

B) Edebiyat. Kýbrýs edebiyatýný iki farklý çizgide ele almak mümkündür. 1571’de Türkler tarafýndan fethinden itibaren adada 1980’lere kadar Osmanlý devrindeki eski ve yeni özellikleriyle Türkçe bir edebiyat var olmuþtur. Bu tarihten sonra ise günümüz Kýbrýs’ýnda kendine özgü bir edebiyat geliþmiþtir.

Fethi takiben halk edebiyatý ürünleriyle orta oyunu, karagöz gibi seyirlik oyunlar ve divan þiiri buraya da ulaþmýþ, XIX. yüzyýla kadar edebiyat bu doðrultuda bir seyir takip etmiþtir. Nitekim fetihten sonra Lefkoþe’de kurulan mevlevîhâne uzun yýllar adadaki divan þiiri merkezlerinden olmuþtur. Ayrýca Kýbrýslý sanatkârlar Türk kültür ve edebiyatýnýn merkezi Ýstanbul’la irtibat içinde olmakla kalmamýþ, imparatorluðun çeþitli bölgelerinde görev yapan bu edebiyatla hemhal olmuþlardýr. Þuarâ tezkirelerinde Kýbrýslý þairler de yer almaktadýr. Kýbrýs kökenli divan þairleri arasýnda Misâlî (ö. 1607), Mehmed Zekâi, Þeyh Mustafa Siyâhî Dede, Nâib, Þeyh Ârif Efendi, Hýzýr Dede (Hamdî) gibi isimler alýnabilir. Bu konuda öne çýkan son devir isimlerden biri, Sultan II. Mahmud’un Lefkoþe’de 1828’de bir kütüphane kurdurmasýnýn ardýndan padiþaha yazdýðý kaside üzerine Ýstanbul’a davet edilen müderris Hasan Hilmi Efendi’dir. Þair Ýstanbul’da iken yeni ordunun geçit merasimi hakkýn-

da yazdýðý bir kaside dolayýsýyla “sultânü’þþuarâ” unvanýyla taltif edilmiþtir. Kýbrýs 1878’de Ýngiltere’nin eline geçince adadaki müslüman Türk-hýristiyan Rum gerginliði artmýþ, Âþýk Kenzî, bu vesile ile 1883’te “Kýbrýs Destaný” adýyla halk þiirinin en güzel örneklerinden birini ortaya koymuþtur. Ayrýca 1890’lý yýllarda Kýbrýs’ta gazete yayýmý baþlayýnca edebiyata bir canlýlýk geldiði görülmektedir. Ahmed Tevfik Efendi’nin 1896’da çýkardýðý Kokonoz ile 1897’de yayýmladýðý Akbaba adlý mizah gazeteleriyle bunlarda neþredilen edebî ürünler dikkati çeken yayýnlardýr. Ahmed Tevfik 1901’de Mir’ât-ý Zamân’ý, 1909’da ikinci defa Kokonoz’u çýkarmýþ, bu yýllarda sayýlarý gittikçe artan gazetelerde çeþitli edebî türlerde ürünler yayýmlanmýþtýr. Kýbrýs’ta ilk roman Kaytazzâde Mehmed Nâzým’ýn Yâdigâr-ý Muhabbet’i (1896), ilk hikâyelerden biri Ahmed Tevfik Efendi’nin “Bir Manzara-i Dilgüþâ”sý (1897), ilk oyun yine onun Hicrân-ý Ebedî’sidir (1895). Türkiye’de 1870’lerden sonra Batýlý-modern edebiyat geliþirken bunun Kýbrýs’a yansýmasý 1890’larý bulmuþtur. Kýbrýs’ta þiir, hikâye ve roman gibi edebî türlerde Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemi Türk yazarlarýnýn etkisini görmek mümkündür. Nitekim Tanzimat devri þairlerinden Ziyâ Paþa 1862’de Lefkoþe valiliðinde bulunmuþ, bazý þiirlerini burada kaleme almýþtýr. Bir diðer Tanzimat aydýný Nâmýk Kemal 1873-1876 yýllarýnda Magosa’da sürgün hayatý yaþarken edebiyata meraklý Kýbrýs Türk gençlerinden bir edebiyat çevresi oluþturmuþtur. Bunlarýn önde gelenlerinden Kaytazzâde Mehmed Nâzým, Nâmýk Kemal’den sonra Recâizâde Mahmud Ekrem’le tanýþmýþ, bir bölümü Rûh-ý Mecrûh adýyla basýlmýþ olan þiirlerini Ýstanbul’daki edebiyat dergilerinde yayýmlamýþtýr. Ayrýca Servet-i Fünûn topluluðu 1890’lardan itibaren Kýbrýs’taki edebiyat meraklýlarýný ve onlarýn eserlerini etkilemiþtir. XX. yüzyýlýn baþlarýnda Kýbrýs’ta kültürel etkinliklerin canlanmasýnda bir kýsým Jön Türkler’in Ýngiltere’nin kontrolündeki Kýbrýs’a gelmeleri veya sýðýnmalarý etkili olmuþtur. Vizeli Rýzâ Ýbn Emin ve Þair Eþref bunlardandýr. 1919’da Anadolu’da Kurtuluþ Savaþý baþladýðý zaman bu savaþ hakkýnda Kýbrýs Türk halkýný bilgilendirmek, Rum propagandasýný etkisiz kýlmak amacýyla Doðru Yol, Söz, Davul, Vatan, Ankebut ve Birlik gibi gazeteler çýkmýþtýr. Daha sonraki yýllarda Ýsmail Hikmet Ertaylan, Rýza Tevfik, Ýbrahim Zeki Burdurlu, Hikmet Ýlaydýn, Arif Nihat Asya gibi þair

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

ve eðitimciler Kýbrýs’ta bulunmuþtur. Rýza Tevfik Serâb-ý Ömrüm adlý þiir kitabýný ilk defa 1934’te Lefkoþe’de bastýrmýþ, Lefkoþe Türk Lisesi müdürü Ýsmail Hikmet Ertaylan Kýbrýs Alfabesi ile Kýraat Kitaplarý’ný hazýrlamýþ, Ýbrahim Zeki Burdurlu Lefkoþe (1953), Minnacýk Ada (1954), Günaydýn Yavru Kýbrýs (1959), Açmýyor mu Kýbrýsýmýn Gülleri (1968) adlý þiir kitaplarýný yayýmlamýþ, Arif Nihat Asya, Kýbrýs izlenimlerinden hareketle yazdýðý þiirlerini Kýbrýs Rubaileri adýyla kitap haline getirmiþtir (1964). Kýbrýs’ta þekillenen modern Türk edebiyatý türlere göre þöylece incelenebilir: a) Þiir. Modern anlamda Kýbrýs Türk þiiri Kaytazzâde Mehmed Nâzým ile baþlatýlýr; ayrýca Ahmed Tevfik’in de ismi zikredilmelidir. Ýngiliz sömürge dönemi Kýbrýs Türk þiirinin diðer isimleri arasýnda Nazif Süleyman Ebeoðlu, Urkiye Mine Balman, Engin Gönül, Necla Salih Suphi, Pembe Marmara, Semih Sait Umar ve Özker Yaþýn dikkati çekmektedir. 1950’lerde Halkýn Sesi, Hürsöz, Ýstiklâl, Bozkurt gibi gazetelerde hem Kýbrýs Türk gençlerinin hem adada öðretmen olarak görevli bulunan Naim Buluç, Ýbrahim Zeki Burdurlu gibi isimlerin Türkiye özlemini terennüm eden þiirleri yayýmlanmýþtýr. 1950’li yýllarda Ýstanbul’da öðrenimini tamamlayarak adaya dönen Özker Yaþýn, Kýbrýs Türk þiirine yeni bir soluk getirmiþ, Bayraktar Destaný (1953), Kýbrýs’tan Atatürk’e (1953), Nâmýk Kemal Kýbrýs’ta (1957), Mehmetçik Kýbrýs’ta (1960) ve Atatürk’e Saygý Duruþu (1963) adlý þiir kitaplarýný neþretmiþtir. Ayný yýllarda Osman Türkay, Kutlu Adalý, Mustafa Ýzzet Âdiloðlu ve Taner Fikret Baybars dikkati çeken isimlerdir. Âdiloðlu’nun Bacadan Tüten Duman (1952) ve Ýnsanlardan Ayrý (1953), T. Fikret Baybars’ýn Mendilin Ucundakiler (1953) adlý þiir kitaplarýnda saðlam bir Türkçe görülür. 1950-1960 yýllarý arasýnda Kýbrýs’ta millî muhtevalý þiirlerin sayýsýnda artýþ olur. 1955’te Türkiye’de öðrenimini tamamlayýp adaya dönen Kutlu Adalý þiirleriyle millî bilincin geliþmesine katkýda bulunmuþtur. 1959-1961 yýllarýnda Kýbrýs’ta edebiyat öðretmenliði yapan Arif Nihat Asya’nýn öðrencileri arasýnda þiirle uðraþan pek çok kiþi vardýr. Bunlardan Süleyman Uluçamgil genç yaþta üslûp ve muhtevasý kuvvetli þiirler kaleme almýþ ve yirmi yaþýnda þehid düþmüþtür (1964). Onun Kýbrýs’tan kuzeye Türkiye sahillerine, Toros daðlarýna bakarak yazdýðý “Kýbrýs-Türkiye” adlý þiiri bugün dillerde dolaþmaktadýr.

Bener Hakký Hakeri Üç Kere Limasol (1964), Limasol Türk Savunmasý (1964) ve Ýkinci Plevne Savunmasý (1965) gibi þiir-destanlarýnda 1963-1974 olaylarýný iþler. Erdoðan Saraçoðlu’nun Oydaþlar adlý þiir kitabý (1966) bu dönemde yalýn Türkçe’si ve çeþitli temalarýyla dikkat çeker. Özker Yaþýn’ýn Kýbrýs’ta Bayrak (1973), Kýbrýs Benim Vataným (1986); Orbay Deliceýrmak’ýn Sömürge Çocuðunun Türkiyesi, Dumdum, Dokuzu Beþ Geçe, Leylâ ile Köroðlu (1994) adlý eserleri de kaydedilmelidir. Þiirde iç âhenge önem veren Harid Fedai’nin manzumelerinden bir kýsmý 1997’de Koza adýyla basýlmýþ, Ahmet Peykan takma adýyla yayýmladýðý taþlamalarý ise gazete ve dergiler arasýnda kalmýþtýr. 1983’te Kuzey Kýbrýs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasýnýn ardýndan ülkede yaþanan ekonomik ve siyasal deðiþimler kültür, edebiyat ve sanat temalarýnda belirleyici olmuþtur. 1974 sonrasýnda modern Kýbrýs Türk þiiri birbirine zýt iki koldan geliþmesini sürdürür. Bir yanda 1950’lerden gelen Rum saldýrýlarýný, 1963 Kanlý Noel’i, Erenköy Savunmasý’ný ve 1963-1974 savaþýný iþleyen milliyetçi þiir devam eder ve Özker Yaþýn, Rauf Denktaþ, Harid Fedai, Kubilay Belið, Fikret Kürþat, Osman Güvenir, Mehmet Levent bu kolda eserler verir. 1960’larýn sonunda Ýkinci Yeni þiir hareketinin Kýbrýs’taki temsilcileri Mehmet Kansu ve Fikret Demirað ile baþlayan gerçek üstücü, imgeci, öztürkçe þiir devam eder. Fikret Demirað, Mehmet Kansu, Neriman Cahit, Neþe Yaþýn, Mehmet Yaþýn, Gür Genç gibi ikinci þiir kolundaki þairler ise Kýbrýslýlýk, Akdenizlilik, Kýbrýs’ýn Elen-Latin ve Osmanlý tarihi, insanýn yalnýzlýðý, evrensellik-hümanizm, aþk ve barýþ gibi temalara yönelip kendi kimliklerini “Türk” kelimesini küçük yazarak “Kýbrýslýtürk” diye tanýmlar. Bu gruptaki bazý þairler, Akdeniz coðrafyasýnýn karakteristik özelliklerini ileri sürerek bir Kýbrýs milleti ve Kýbrýslýlýk anlayýþýna ulaþmýþlarsa da genel kabule göre Kýbrýs’ta iki ayrý milletin ve kültürün varlýðý bir gerçektir. b) Hikâye. Osmanlý Türkiyesi’nde Batýlý anlamda modern hikâyeciliðin ilk örneði sayýlan Emin Nihad Bey’in Müsâmeretnâme’sinin Kýbrýs’ta yeniden basýmýnýn (1892) ardýndan Ahmed Tevfik Efendi bu alanda ilk eserini Bir Manzara-i Dilgüþâ ile vermiþtir (1897). Harid Fedai’nin araþtýrmalarýna göre de Kýbrýs’ta Türk hikâyeciliðinin baþlangýcý 1897 yýlý kabul edilmelidir. Ahmed Tevfik, Ýstanbul’da o yýllarda hâkim olan Servet-i Fünûn topluluðundan etkilenir ve eserinde onlarý örnek

alýr. Kýbrýs’ta basýlan ilk hikâye kitabý, Ahmed Nuri Müdürzâde’nin Doktor Hâfýz Cemal’in isteðiyle Sanâyi Mektebi öðretmenleri için Rumca’dan çevirdiði yirmi beþ-otuz sayfalýk Gülünçlü Ýbret-âmiz Hikâyeler adlý eseridir (1908). Bu kitap binbir gece masallarý ve müsâmeretnâme gibi eski hikâyelerin iþlevini sürdüren, vakit geçirme amacýna yönelik hikâyelerden meydana gelmektedir. Kýbrýs Türk edebiyatýnda Hikmet Afif Mapolar’ýn Son Çýldýrýþ adlý uzun hikâyesini yayýmlamasýna kadar (1939) baþka hikâye kitabýna rastlanmaz. 1907’de Sünûhât adlý gazetede çýkan hikâyelerde yine Servet-i Fünûn etkileri görülür. 1913’te neþredilen Seyf gazetesinde yer alan hikâyelerde askerlik, vatan ve þehitlik olgularýyla birlikte Osmanlýlar’ýn Balkan savaþlarýnda uðradýðý mezalim iþlenmiþtir. Hikâye türüne asýl canlýlýðýný kazandýran husus 1929’da harf inkýlâbýnýn gerçekleþtirilmesi ve II. Dünya Savaþý’nýn ardýndan peþ peþe yayýn hayatýna giren gazete ve dergilerin hikâyelere sayfalarýnda yer vermesi olmuþtur. Bu dönemde çeþitli gazete ve dergilerde doksan kadar hikâye yayýmlandýðý tesbit edilmiþtir. Hikâye yazmaya 1930’lu yýllarda Ýngilizce-RumcaTürkçe yayýmlanan Embros adlý dergide baþlayan Hikmet Afif Mapolar Toprak Aþký (1943) ve Kahve Fincanýndaki Aþk (1943) adlý eserleriyle Kýbrýs Türk edebiyatýnýn ve hikâyeciliðinin en verimli isimlerindendir. Bu yýllarda Reþat Süleyman Ebeoðlu Çocuk Masallarý’ný çýkarýr (1947). Argun Fadýl Korkut’un Kýzlar Kocasýz Kaldý adlý öykü kitabý yayýmlanmýþ (1953), Numan Ali Levent’in Her Ýkisi (1955), Bir Gelin Aranýyor (1960) ve Kanlý Noel’i (1965) neþredilmiþtir. Öykülerinde Samet Mart takma adýný kullanan Sacit Tekin’in 1954’te çýkardýðý tek öykü kitabý Hokkabaz’dýr; daha sonra kaleme aldýðý hikâyeler ise Suna Atun tarafýndan 2007’de gün yüzüne çýkarýlmýþtýr. 1960’lý yýllara gelindiðinde hikâyeler Rumlar’a karþý verilen mücadelenin panoramasý niteliðine bürünür. 1965’ten 1980’li yýllarýn baþlarýna kadar Esat Faik Muhtaroðlu’nun Pilot Ali (1971) adlý eseri hariç Kýbrýs Türk öykü yazarlarýnýn sadece gazete ve dergilerde öykülerini yayýmladýðý bir ara dönem yaþanmýþtýr. Bunun sebebi, Rum tedhiþinin Kýbrýs Türkleri üzerindeki etkisini arttýrmasýndan kaynaklanan maddî sýkýntýlar ve direniþ mücadelesinin baþlatýlmasýyla birlikte öykü yazarlarýnýn ürünlerini kitap halinde basmaya zaman bulamamalarýdýr. Gazete ve dergilerde hikâyeleri çýkan ya-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

523


TÜRK

zarlar arasýnda Semih Sait Umar, Taner F. Baybars, Özker Yaþýn, Ýbrahim Zeki Burdurlu, Bener Hakký Hakeri, Ýsmet Kotak, M. Þinasi Tekman, Mehmet Kansu, Osman Güvenir ve Kutlu Adalý’nýn isimleri sayýlabilir. 1980’li yýllarda Sabahattin Ýsmail Bir Savaþýn Tasviri (1983), Mustafa Gökçeoðlu Dulun Oðlu (1985) adlý öykü kitaplarýný yayýmlamýþ, Ali Nesim Þahmaran (1989) ve minimal öykülerinin de yer aldýðý Yaþamýn Güzelliklerini Keþfedin (2006) adlý eserini ortaya koymuþtur. Bekir Kara’nýn kitaplarý Sýrlar Ölümsüzdür (1995), Çalkantý (1999) ve Aþka Dair (2006) adýný taþýr. 1980’li yýllardan bu yana öykü yazanlardan Oðuz M. Yorgancýoðlu’nun Sana Bir Hikâye Anlatayým mý? (1984) ve Ne Farkýmýz Var? (2002) adlý kitaplarý çýkmýþtýr. Öykülerinde Baf aðzýný kullanan Özben Aksoy Godaklizmo Cehennemi (1996), Yangý Yangý Limnidi (1997), Cisusa Kaplaný (1998) ve Simbadi Bucaðýna Gömül (1999) adlý öykü kitaplarýyla dikkati çeker. Öykülerinde toplumun insanlar ve özellikle kadýnlar üzerindeki olumsuz yaptýrýmlarý iþleyen Özden Selenge’nin ilk kitabý Çiçeklenemeyiz Biz Erik Aðacý (1987), ikincisi Geceye Açar Gecetütenler’dir (1993). Fincandaki Kraliçe (1993) adlý bir kitabý da olan yazarýn uzun hikâyeye kaydýðý son kitabý Boncuklar Senin Olsun adýný taþýr (2001). Kýbrýs Türk öykücülüðünün son dönemdeki usta kalemlerinden Mehmet Kansu’nun ilk kitabý Bir Elin Sýcaklýðýný Çaldým adýyla yayýmlanmýþtýr (1995). Þiirsel üslûbunu öykülerine de yansýtan Mehmet Kansu daha sonra Bir Solucanýn Ýntihar Giriþimi (1998) ve Yeþil Kurbaða, Yýlan, Açlýk (2006) adlý kitaplarýný çýkarýr. Öyküleri hakkýnda “postmodern” ve “büyülü gerçeklik” tabirini kullanan Mehmet Kansu 1962-2008 yýllarý arasýný kapsayan öykülerinden seçtiði Boþluk adlý son kitabýnda insanýn yalnýzlýðýný ve iç sýkýntýsý gibi duygularý iþlemiþtir. Ýlk ve Son Resim (2005) adýyla hikâyelerini yayýmladýktan sonra Kaybolan Hayat’ý (2008) çýkaran Osman Güvenir realist ve natüralist öyküler kaleme almýþtýr. Osman Güvenir’in öyküleri Kýbrýs Türkleri’nin Rumlar’a karþý verdiði varoluþ mücadelesini, bireysel ve sosyal yaþantýsýný, Akdeniz coðrafyasýný ve Kýbrýs Türk hâfýzasýndaki yabancý millet imajlarýný iþleyen özellikleriyle modern Kýbrýs Türk öykücülüðünde yeni bir soluktur. Öyküleri ayrýca sinematografik özellikler taþýr; realizm ve natüralizmin kuvvetle hissedildiði hikâyelerinde Ýstanbul

524

Türkçesi baþarýyla kullanýlýr. Yaðmur Yüzünden (2008) adlý kitabýn yazarý Gür Genç’in öykülerindeki dil de ustacadýr. Modern insanýn bunalýmý, yalnýzlýðý ve cinsellik konularýna çokça yer veren yazar Kýbrýs Türk tarihi öncesini, adanýn Lüzinyan ve Venedik gibi eski dönemlerini de ele alýr. c) Roman. Kýbrýs’ta roman, Nâmýk Kemal’in aralarýnda Ýntibah’ýn da bulunduðu eserlerinin büyük bir kýsmýný burada kaleme almasýyla baþlamýþtýr denilebilir. Çevresinde yer alan gençlerden Kaytazzâde Mehmed Nâzým, konusu Ýstanbul’da geçen ve Kýbrýs’ta ilk Türkçe roman sayýlan Yâdigâr-ý Muhabbet’i yayýmlamýþtýr (1896). Eseri daha sonra Harid Fedai Latin harflerine aktarmýþ, Fuad Memduh Ýngilizce’ye çevirmiþtir (2004). Kaytazzâde’nin Leyle-i Visâl adlý yarým kalmýþ bir romaný daha vardýr. II. Dünya Savaþý yýllarýnda ve savaþýn ardýndan Hikmet Afif Mapolar, Kýbrýs Türk romancýlýðýna âdeta damgasýný vurmuþtur. Kimisi roman, kimisi uzun hikâye olan Kahraman Kaplan (1936), Son Damla (1937), Diken Çiçeði (1938), Son Çýldýrýþ (1939), Kendime Dönüyorum (1943) gibi eserlerinden sonra 1949-1951 yýllarýnda Mermer Kadýn, Aþk Vadisi, Günah Cehennemi gibi romanlarýný Ýstiklâl gazetesinde tefrika etmiþtir. Kýbrýs Barýþ Harekâtý’nýn ardýndan Ahmet Gazioðlu’nun Kýbrýs’ta Aþk ve Barýþ (1975), Özker Yaþýn’ýn Mücahitler (1971) ve Girne’den Yol Baðladýk (1976) Kýbrýs Türkleri’nin varoluþ mücadelesini ele alýrken Sabahattin Ýsmail’in Savaþlarýn Gölgesinde adlý eserinde (1985) 1930’lardan 1974’lere kadar geliþen olaylar iþlenmiþtir. Çetin Kasaboðlu’nun Sevdayý Ýkiye Böldüler (1976) adlý kitabýndan sonra yayýmlanan Fikret Demirað’ýn Þu Müthiþ Savaþ Yýllarý (1985) II. Dünya Savaþý’na katýlan bir Kýbrýs Türkü’nün anýlarý üzerine kurulmuþtur. Siyaset ve kültür adamý Ýsmail Bozkurt’un konusunu kendi yaþantýsýndan ve ada Türklüðünden alan Yusufçuklar Oldu mu? (1991) ve Mangal (1995) adlý eserleri dikkat çeker. Mehmet Yaþýn’ýn Soydaþýmýz Balýk Burcu, Ahmet Tolgay’ýn Kýbrýs Çarmýhtan Ýnerken ve Bekir Kara’nýn Bellekteki Ýzler’i 1990’lý yýllara ait eserlerdendir.

1950’lerden günümüze kadar daha çok þiir ve öykü türünde geliþen Kýbrýs Türk edebiyatýnda 2000’lerden sonra romanda bir canlanma görülür. Bekir Kara Kavunî’yi (2001), Aþklar, Acýlar, Çocuklar ve Torunlar’ý (2005) çýkarýrken Ýsmail Bozkurt Bir Gün Belki (2002) ve Bir Gecede (2005) adlý romanlarý yayýmlar. Roman-

larý Türkiye’de neþredilen Ýsmail Bozkurt bir yandan Rumlar’ýn Kýbrýs Türkleri’ne baskýsýný, bir yandan 1974 sonrasý Kýbrýs Türk toplumu içindeki siyasî çalkantýlarýn açtýðý sosyal yaralarý iþlemiþtir. Sana Sevdam Sarý (1998) ve Lâle Yüreðin Beyaz (1999) adlý romanlarýn yazarý Özden Selenge, daha sonra Alkyone Denizkuþu’nu (2003), Mehmet Yaþýn Sýnýr Dýþý Saatler (2003), Çetin Kasapoðlu Gökyüzü Uyumasýn (2005), Neþe Yaþýn Üzgün Kýzlarýn Gizli Tarihi (2002) romanlarýný yazmýþtýr. Vreççalý Mida 1’i kaleme alan Özben Aksoy 2006’da Vreççalý Mida 2’yi çýkarmýþtýr. Kýbrýs Türk kültürü ve folkloru üzerine deðerli çalýþmalarý bulunan Oðuz Yorgancýoðlu Köklerimiz Nasýl Sallandý (2007) adlý romanýyla tanýnmýþtýr. d) Tiyatro. Geleneksel Türk seyirlik oyunlarýnýn Kýbrýs Türkleri arasýnda sevildiði ve yaygýn olduðu söylenebilir. Kýbrýs Türk geleneksel tiyatro sanatçýsý ve yazarý Mehmet Ertuð’un Geleneksel Kýbrýs Türk Tiyatrosu ve Anýlar ve Alýntýlarla Geleneksel Kýbrýs Türk Seyirlik Oyunlarý adlý eserlerindeki bilgilere göre Kýbrýs Türk karagözünde klasik tipler yanýnda Kýbrýs Türkleri’nin eklediði Sümbül Haným, Çift Baþlý, Üstsüz, Yosma, Lolo, Dönme, Gürzlü, Burunsuz Hýmhým, Çarpýlmýþ gibi tipler de bulunur. XIX-XX. yüzyýlýn tanýnmýþ meddah ve karagözcüleri arasýnda Meddah Mustafa Efendi, Mustafa Hüseyin Aynalý, Çatozlu Zihni, Mehmed Sâlih Efendi sayýlabilir. Kýbrýs’ta Türk meddah ve karagöz oynatýcýlýðý geleneðinin bugün tek ve son temsilcisi Mehmet Ertuð’dur. Onun Kýbrýs Türk karagözüne eklediði Nasreddin Hoca ve Keloðlan tipleri de vardýr. Kýbrýs Türkleri arasýnda modern tiyatro ve sahne eserleri hikâye ve romanda olduðu gibi 1890’lý yýllara kadar gider. Ancak bunda da Nâmýk Kemal etkisi hissedilir. Kýbrýs’ta tiyatro türünde yazýlan ilk eserler Ahmed Tevfik Efendi’nin Hicrân-ý Ebedî (1895) adlý millî dramý ile Kaytazzâde Mehmed Nâzým’ýn Safâ yahut Netîce-i Ýbtilâ adlý oyunudur. Harid Fedai’nin ilk oyunlardan biri olarak andýðý, 1898 tarihli L. Þiþmenyan’ýn Namus Ýntikamý yahut Dilenci adlý dört perdelik dramýnýn konusu da Kýbrýs’ta geçer. Kýbrýs’ta sahnelenen ilk yerli oyun Nâmýk Kemal’in ölümünden yirmi yýl sonra Vatan yahut Silistre olmuþtur. 1908’de Magosa Limaný’nýn ambarlarýndan birinde oynanan oyun Kýbrýs Türkleri arasýnda Türklük ve milliyetçilik duygularýný canlandýrmýþtýr.

Türk tiyatrosunun önde gelen isimlerinden Vasfi Rýza Zobu ve arkadaþlarý 1928’-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

de Kýbrýs’a turneye gelmiþ, 1977’de vefat eden Nâzým Ali Ýleri 1929-1935 yýllarý arasýnda Gülizar, Zehirli Çiçek, Kadýn Zengin Olursa, Metres Belâsý gibi operetler kaleme almýþtýr. Ýsmail Hikmet Ertaylan’ýn 1933-1934 yýllarýnda Lefkoþe Türk Lisesi müdürü iken Efenin Düðünü ile Korsanýn Gözdesi adlý iki operet yazdýðý bilinmektedir. 1930’lu ve 1940’lý yýllarda Birlik Ocaðý’nda (Kardeþ Ocaðý) baþta Nâmýk Kemal’den olmak üzere çeþitli oyunlar oynanmýþtýr. Avukat Ahmet Sait Hoca Efendi’nin 1930’da Elif Haným Opereti’ni yazmasýndan sonra 1940’larda Hikmet Afif Mapolar’ýn Duman (1935), Meþale (1942), Mucize (1943) ve Altýn Þehir (1945) adlý eserleri görülür. 1959’da Özker Yaþýn’ýn Bayraktar Destaný defalarca sahnelenmiþtir. 1963 Kanlý Noel’i ve 1964’te Rumlar’a karþý Erenköy savunmasýyla hareketlenen millî temalý eserler halka direnme gücü vermiþtir. 1973 ve 1974’te Kýbrýs Türk Ulusal Sahne Oyunlarý adý altýnda iki tiyatro kitabý çýkar. Numan Ali Levent’in Kýbrýs’ta Türklüðü Ýçin Direnenler (1966), Kutlu Adalý’nýn Köprü (1969) ve Üner Ulutuð’un Kuzeyden Gelen Kartal (1973) adlý eserleri millî oyunlar kapsamýndadýr. 1970’lerde Bayrak Radyosu’nda yerel Kýbrýs Türk aðzýyla skeçler baþlatan Kemal Tunç’un da Kýbrýs Türk tiyatrosunun geliþimindeki katkýlarýndan söz etmek gerekir. Günümüz Kýbrýs Türk tiyatrosuna yönetmen ve araþtýrmacý olarak Yaþar Ersoy’un emekleri geçmekte, oyun yazarý olarak da Bekir Kara, Ali Nesim, Özden Selenge, Hakan Yozcu gibi isimler dikkati çekmektedir. Zamanýmýzda Kýbrýs Türk edebiyatýna katkýda bulunanlar arasýnda Harid Fedai, Mahmut Ýslamoðlu, Bener Hakký Hakeri, Oðuz Yorgancýoðlu, Mustafa Gökçeoðlu, Mehmet Ertuð, Suna Atun, Gülgün Serdar, Ali Nesim, Erdoðan Saraçoðlu önde gelen isimlerdir. Bunlarýn yaný sýra araþtýrma, bilimsel toplantý, eser yayýmý ve ödüller yoluyla hizmet veren, Kýbrýs Türk kültürünün en eski dönemlerinden günümüze kadarki macerasýný çalýþmalarýyla takip eden iki önemli kurum bulunmaktadýr. Bunlardan biri baþkanlýðýný ve kuruculuðunu Ýsmail Bozkurt’un yaptýðý KýbrýsBalkanlar-Avrasya Türk Edebiyatlarý Vakfý (KIBATEK), diðeri kuruculuðunu ve baþ-

kanlýðýný Suna Atun’un yürüttüðü Suna ve Ata Atun Magosa Tarihini Araþtýrma ve Yazýn Vakfý’dýr (SAMTAY). BÝBLÝYOGRAFYA :

Mahmut Ýslamoðlu, Kýbrýs Türk Folkloru, Lefkoþa 1969; a.mlf., Kýbrýs Çocuk Oyunlarý, Lefkoþa 1979; Oðuz M. Yorgancýoðlu, Kýbrýs Türk Folkloru, Maðusa 1980; a.mlf., Kýbrýs Türk Çocuk Oyunlarý, Lefkoþa 1997; Ali Nesim, Kýbrýs Türk Edebiyatýnda Sosyal Konular, Lefkoþa 1986; a.mlf., Batmayan Eðitim Güneþlerimiz, Lefkoþa 1987; Erdoðan Saraçoðlu, Kýbrýs Türk Halk Edebiyatý ve Folkloru: Bildiriler, Lefkoþa 1986; a.mlf., Kýbrýs Aðzý, Lefkoþa 2009; Gülgün Serdar, 1571’den 1964’e Kýbrýs Türk Edebiyatýnda Gazavatnâme, Destan, Efsane, Kahramanlýk Þiiri, [baský yeri yok] 1989; a.mlf., Þairlerimiz, Þiirlerimiz, Geçmiþten Günümüze Kýbrýs Türk Þiiri, Lefkoþa 2000; Mustafa Gökçeoðlu, Aynalý’nýn Okuduðu Þiirler, Lefkoþa 1993; a.mlf., Kýbrýs Halk Fýkralarý, Lefkoþa 1996; a.mlf., Hikâyelerimiz Tekerlemelerimiz, Lefkoþa 1999; a.mlf., Toplu Masallar, Lefkoþa 2005, I-II; a.mlf., Kýbrýs Türk Aðýzlarý Sözlüðü, Ýstanbul 2008; Bekir Azgýn – Harid Fedai, Kaytazzâde Nâzým Efendi, Ruh-ý Mecruh -Þiirler-, Lefkoþa 1993; Harid Fedai, “Kýbrýs Türk Edebiyatý”, Baþlangýcýndan Günümüze Kadar Türkiye Dýþýndaki Türk Edebiyatlarý Antolojisi: Batý Trakya ve Kýbrýs Türk Edebiyatý, Ankara 1997, IX, 215-464; a.mlf., “Kýbrýs’ta Namýk Kemal Kültü”, Namýk Kemal Sempozyumu Bildirileri, Gazi Maðusa 1998, s. 89-102; a.mlf., “Çaðdaþ Kýbrýs Türk Edebiyatý”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XIX, 994-1007; Yaþar Ersoy, Toplumsal ve Siyasal Olaylarla Ýç Ýçe Kýbrýs Türk Tiyatro Hareketi, Lefkoþa 1998; Kýbrýs Türk Halk Edebiyatýnda Destanlar ve Aðýtlar Üzerine Bilgiler, Belgeler, Araþtýrmalar (haz. Bülent Feyzioðlu – Suna Atun), Gazi Maðusa 2001-2003, I-III; Ahmet An, Kýbrýs’ýn Yetiþtirdiði Deðerler I, Ankara 2002; a.e. II, Lefkoþa 2005; Kýbrýs Türk Edebiyatýnda Öykünün 107 Yýllýk Kronolojik, Antolojik, Tarihsel Süreci (haz. Suna Atun – Bülent Feyzioðlu), Lefkoþa 2004-2008; Kýbrýs Türk Hiciv Þiiri Antolojisi (der. Suna Atun – Ata Atun), Gazi Maðusa 2005; Mehmet Ertuð, Anýlar ve Alýntýlarla Geleneksel Kýbrýs Türk Seyirlik Oyunlarý, Lefkoþa 2007; Suya Düþen Sancak (ed. Nihat Öztoprak – Bayram Ali Kaya), Ýstanbul 2008; Suna Atun, Kýbrýs Türk Kültürü Üzerine Belgeler-Bildiriler, Gazi Maðusa 2008; Fikret Demirað, Günümüz Kýbrýslý Türk Þiirinden 20 Þair, Ýstanbul 2008.

Oðuz Karakartal ÿHarid Fedai – Abdullah Aktaþ

4. Sanat. Hat (bk. HAT; OSMANLILAR [Sanat]; TÜRKÝYE [Sanat]). Mûsiki (bk. MÛSÝKÝ; OSMANLILAR [Sanat]; TÜRKÝYE [Sanat]).

Leþker-i Bâzâr Ulucamii’nin planý

Mimari. Türkler’in Ýslâmiyet’ten önceki sanatlarý Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar olmak üzere üç bölümde incelenmektedir. Hun devrinden kurgan adý verilen mezar yapýlarý, Göktürkler devrinden Kültigin, Bilge Kaðan ve Tonyukuk anýt külliyeleri, Uygurlar devrinden özellikle Hoço þehrindeki yapý kalýntýlarý baþta olmak üzere Sorçuk ve Bezeklik önemli verilerinin elde edildiði yerlerdir. Ýslâmiyet’i kabul eden ilk Türk devleti Karahanlýlar’da cami mimarisi merkezî planda kubbeli þekilde ele alýnmýþtýr. Minareler silindirik formda aþaðýdan yukarýya doðru daralýp yükselir ve kuþaklar halinde süslemelerle kitâbe kuþaðýna sahiptir. Tirmiz’de Çar Kurgan (1108-1109) adýyla tanýnan minare yivli gövdeli biçimde düzenlenmiþtir. Mezar anýtlarý kare planlý olup üzerleri kubbe ile örtülmüþ ve çoðunlukla ön cepheleri vurgulanarak ele alýnmýþtýr. Ribât denilen kervansaraylarda genellikle köþeleri kuleli, kare planlý eyvanlý avlulu þemalar ön planda tutulmuþtur. Bunlardan Akçakale Kervansarayý (XI. yüzyýl sonu) iki avlulu düzeniyle, Ribât-ý Melik (1078-1079) âbidevî ölçüsü ve anýtsal cephesinin yaný sýra ikinci bölümde merkezî planlý büyük kubbeli planýyla önemlidir. Semerkant’ta Þâh-ý Zinde türbeler mahallesinde kazýlarla ortaya çýkarýlan ve Karahanlýlar’a ait olduðu kabul edilen bir medrese dört eyvanlý avlulu düzendedir. Tirmiz Sarayý da eyvanlý avlulu inþa edilmiþ bir yapýdýr. Eyvanlý avlulu plan tipinin bölgenin ev mimarisinden kaynaklandýðý anlaþýlmaktadýr.

Gazneliler devrinden olup günümüze ulaþmayan Gazne’deki Arûs-i Felek Camii kaynaklarýn bildirdiðine göre ahþap direkli ve süslemeliydi. Leþker-i Bâzâr’da saraya bitiþik durumdaki ulucaminin (XI. yüzyýl baþlarý) mihraba paralel iki nefli olduðu ve bu iki nefin mihrap önünde bir kubbeyle kesintiye uðradýðý kazýlarla ortaya çýkarýlmýþtýr. Büyük tahribe uðrayan Gazne þehrinde zamanýmýza intikal eden iki minarede altta yýldýz biçimli, iri sivri yivli gövdelerin üst kýsmýnýn silindirik biçimde devam ettiði eski fotoðraflarda görülmektedir. Sengbest’te kare planlý ve kubbeli Arslan Câzib Türbesi’nin (1028) yanýndaki minarenin varlýðý bilinen medrese ve ribât ile bir külliye meydana getirdiði, silindirik minarenin çifte minareli bir taçkapýyý þekillendirdiði anlaþýlmaktadýr. Leþker-i Bâzâr Sarayý (XI. yüzyýl baþý) su manzaralý, çeþitli bölümlerden meydana gelen eyvanlý avlulu þemalara sahip yapýlar topluluðudur. Gazne’de kazýlarla ortaya çýkarýlan III. Mesud Sarayý da (1112) ey-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

525


TÜRK

tüsüyle dikkati çekmektedir; yapý medreselerin bir külliye düzeninde ele alýndýðýna örnek gösterilebilir. Bu durum daha sonra Memlük külliyelerine temel teþkil edecektir. Busrâ’daki dört eyvanlý avlulu Gümüþtegin Medresesi’nde (1136) avlu üzerinin kubbe ile örtülü olduðu bilinmektedir. Bu düzenleme kýsa bir süre sonra Anadolu’da uygulanacaktýr. Dört eyvanlý avlulu þemasýyla Þam’daki Nûreddin Zengî Bîmâristaný (549/1154) erken tarihli týp eðitimi ve hastahanesiyle Kahire ve Anadolu’da ele alýnacak benzer yapýlarýn öncüsüdür.

Leþker-i Bâzâr Sarayý ile Zevvâre Cuma Camii’nin planlarý

vanlý avlulu düzendedir. Tirmiz’deki Karahanlý devri sarayý Gazneli döneminde yeniden düzenlenip kullanýlmýþtýr. Günümüze ulaþan tek kervansaray olan Ribât-ý Mâhî (1019-1020) dört eyvanlý avlulu düzendedir ve eyvanlarýn arkada kare planlý odalarla birleþmesi önemlidir. Anadolu dýþýnda Büyük Selçuklular devrinde camiler mihrap önünde kubbeli mekânlarýn ele alýnmasýyla devam etmiþ, özellikle 1135’te Zevvâre Cuma Camii’nde uygulanan dört eyvanlý avlulu düzenleme kýsa süre içinde vazgeçilmez þema olmuþtur. Ýsfahan Cuma Camii’nde Melikþah’ýn mihrap önü kubbeli mekânýnda (1080) görülen üç yönde üçlü açýklýklý düzenleme daha sonra Diyarbekir Silvan Ulucamii’nde (552/1157) ve Kahire’de Baybars Camii’nde (1267-1269) görülmektedir. Bu devirde ele alýnan minareler silindirik formlarýyla Karahanlýlar’da baþlayan geliþimi sürdürmüþtür. Büyük Selçuklu döneminde “Nizâmiye” adýyla tanýnan çok sayýda medresenin yapýldýðý bilinmekle beraber bunlar günümüze ulaþmamýþtýr. Harcird (480/1087) ve Rey medreselerinin kalýntýlarýndan yapýlarýn dört eyvanlý avlulu düzende olduðu anlaþýlmaktadýr. Büyük Selçuklu devri kervansaraylarý tuðla malzemeleri köþe ve duvar yüzeylerindeki kuleleri, dört eyvanlý avlulu þemalarý, dýþa taþkýn taçkapýlarý ile Karahanlý ve Gazneli kervansaraylarýyla baþlayan geliþmeyi devam ettirmekte olup ribât adýyla tanýnmaktadýr. Bölgenin coðrafî özellikleri ve siyasî yapýsýndan bu yapýlarýn birer konaklama merkezi iþlevi görmekle birlikte kale görevlerini de üstlendikleri anlaþýlmaktadýr. Ribât-ý Enûþirvân’da (1029-1049) yer alan hamam bölümü bugüne kadar gelen erken bir örnek olma526

sý açýsýndan ayrýca dikkat çekicidir. Merv’de Sultankale adý verilen önü hendekli kalenin duvarlarý yarým daire burçlarýyla takviye edilmiþtir. Kale içinde farklý mekânlardan teþekkül eden dört eyvanlý avlulu Selçuklu sarayý (XI. yüzyýl) ve çeþitli yapýlarýn (kýþlalar, cuma camisi, yerleþim birimleri, havuz, Sultan Sencer’in türbesi) bulunduðu anlaþýlmaktadýr. Büyük Selçuklu mezar anýtlarý kümbet ve türbe þeklinde iki farklý tipte inþa edilmiþtir. Altta bir mumyalýk katý üzerinde silindirik veya çokgen gövdeli yapýlar içten kubbe, dýþtan külâhla örtülü olup kümbet, kare planlý kubbeli yapýlar ise türbe diye adlandýrýlmaktadýr. Kümbetler içinde mimarlarý bilinen Harekan I (1067) ve Harekan II (486/ 1093) mimarilerinin yaný sýra süslemeleriyle dikkat çekici eserlerdir. Merv’deki Sultan Sencer Türbesi (1157) anýtsal mimarisi ve süslemesinin yaný sýra çift kubbeli olduðu anlaþýlan üst örtüsüyle önemli bir yapýdýr.

Azerbaycan bölgesinde atabeglik zamanýnda inþa edilen eserler kuzeyde Bakü, güneyde Urmiye’yi içine alacak þekilde geniþ bir sahada görülmektedir. Çok sayýdaki yapýlarýn içinde özellikle Selçuklu geleneðinde mezar-anýtlarýn ayrý bir yeri vardýr. Merâga’daki Kümbed-i Kýrmýz (1147) kare planlýdýr. Kesme taþ mumyalýðý tuðla gövdesi içten kubbe, dýþtan piramidal külâhlý olduðu anlaþýlan üst örtüsüyle ayný þehirde daha sonra Ýlhanlý devrinde ele alýnacak Kümbed-i Gaffâriyye’ye öncülük etmiþtir. Merâga’daki Kümbed-i Müdevve (1167) silindirik planlý, Urmiye’deki Se Kümbet (1184) içten kare, dýþtan silindirik planlýdýr. Merâga’da sekizgen planlý Kümbed-i Kebûd’un (593/1197) cephelerinde fîrûze çiniler kullanýlmýþtýr. Hemedan’daki Kümbed-i Aleviyyân (XII. yüzyýl sonu) kare planlý olup köþe kuleli sivri kemerli cephesinde kabarýk bitkisel kompozisyonlu alçý süslemeleriyle Anadolu’da taþ üzerinde

Nahcývan’da Mümine Hatun Kümbeti

Büyük Selçuklular’ýn sonlarýna doðru kurulan atabegliklerde Selçuklu geleneklerinin yaný sýra bölge mimari geleneklerin ele alýndýðý bir geliþim söz konusu olmuþtur. Suriye ve Irak bölgesinde cami mimarisinde bir yenilik görülmekle birlikte Zengîler devrine ait Musul Ulucamii Minaresi (XII. yüzyýl ortalarý) tuðla malzemesi, silindirik gövdesi ve kuþaklar halindeki süslemesiyle Selçuklu geleneðini yansýtýr. Bu dönemde yapýlan medreselerde eyvanlý avlulu plan uygulanmýþ olup kýble eyvaný enine geliþen mekân düzeniyle cami þeklinde tasarlanmýþtýr. Þam’da Nûriyye (Nûreddin Zengî) Medresesi’nde (1172) kapýnýn solunda yer alan Nûreddin Zengî’nin türbesi kare planý ve mukarnas dolgulu üst ör-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

lulu þemaya sahiptir ve avlularýn ortasý kýsmen açýk kubbe ile örtülüdür. Dâniþmendli mezar anýtlarý içinde Niksar Melik Gazi Türbesi (1157) kesme taþtan kare planlý, Pazarören Melikgazi köyündeki Melik Gazi Kümbeti ise tuðladan kare planlý, Niksar Kulak Kümbeti (XII. yüzyýl sonlarý) kesme taþ kaplý sekizgen planlý yapýlardýr. Amasya-Çorum arasýnda Yeþilýrmak üzerinde yer alan Çaðlayan (Çalâkçalýk) Köprüsü (XII. yüzyýlýn ilk yarýsý) 70 m. uzunluðunda ve altý gözlüdür. Erzurum’da Saltuklular dönemine ait Kale Mescidi

ele alýnan süslemelerdeki devamlýlýða ýþýk tutmaktadýr. Nahcývan’da cepheleri zengin süslemeli sekizgen planlý Yûsuf b. Küseyr Kümbeti ile (557/1162) ongen planlý Mümine Hatun Kümbeti (582/1186) Acemî b. Ebû Bekir’in eserleridir. Bunlardan Mümine Hatun Kümbeti’nin yaný baþýnda bir cuma camisiyle birlikte külliye programýnda ele alýndýðý, önündeki taçkapýnýn çifte minareli olarak düzenlediði bilinmektedir. Mýsýr’da Abbâsîler devrinde hüküm süren Tolunoðullarý döneminde inþa edilen Ýbn Tolun Camii (879) revaklý avlusu mihraba paralel nefli ve mihrap önü kubbeli bir plana sahiptir. Yapýda eðri kesim tekniðinde süslemelerle minaredeki dýþtan merdivenli düzenleme Sâmerrâ’daki yapýlarla olan etkiler açýsýndan önemlidir. Memlükler devri mimarisi bölge geleneklerinin ön planda tutulduðu eserlerden meydana gelmektedir. Yapýlar Fâtýmî devri yapýlarýna göre daha âbidevî þekilde ele alýnmýþtýr. Camiler revaklý avlulu düzende çok ayaklý tipte mihrap önü kubbelidir. Özellikle Baybars Camii (1267-1269) mihrap önünde üç yöne üçlü açýklýklý kubbeli þemasýyla dikkat çekicidir. Dört eyvanlý avlulu planlarý ile medreseler cami ve türbe bölümleriyle birer külliye halinde inþa edilmiþtir. Sebilküttâb diye adlandýrýlan alt katý sebil, üst katý mektep olan yapýlar daha sonra Osmanlý devrinde de rastlanmaktadýr. XV. yüzyýlda özellikle halife türbelerinde dýþtan zengin süslemeli miðfer biçiminde sivri kubbeler görülmektedir. Anadolu’da inþa edilen ilk camiler Büyük Selçuklular devrine aittir. Dýmaþk Emeviyye Camii planýný kubbesiz olarak tekrarlayan Diyarbekir Ulucamii (1091) dýþýnda Siirt (1128’den önce) ve Bitlis (1150’den önce) ulucamileri enine nefli ve mihrap önü kubbeli yapýlardýr. Artuklu ca-

mileri, önlerinde bir avluya sahip enine dikdörtgen þemada mihraba paralel neflerden oluþmaktadýr. Bu neflerden bir, iki veya üçü mihrap önü kubbesiyle kesilmiþtir. Silvan Ulucamii’nde (1157) dört neften üçü mihrap önü kubbesiyle kesilmiþtir ve kubbe üç yönde üçlü açýklýða sahiptir. Mihraba paralel üç nefli olup ikisinin mihrap önü kubbesiyle kesilmesinden meydana gelen plana sahip Kýzýltepe Ulucamii’nde (1204-1205) avlunun kuzeyinde köþelerde iki minarenin varlýðý anlaþýlmaktadýr. Mardin Emînüddin Külliyesi, Anadolu’da erken tarihli bir külliyedir ve bu açýdan önemlidir. Artuklu medreseleri Anadolu’da açýk avlulu medreselerin erken tarihli örneklerini teþkil etmektedir. Eyvanlý avlulu düzende tek veya çift katlý ele alýnan yapýlarýn bünyesinde türbelere de yer verilmiþtir. Diyarbakýr Kalesi Artuklu devri burçlarý ve kitâbeleriyle önemli bir yere sahiptir. Batman suyu üzerindeki Malabadi Köprüsü’nde (1247) görüldüðü gibi büyük açýklýklarý ile köprü mimarisine yenilik getiren Artuklu köprüleri ayný zamanda yol güvenliðini saðlayan karakol görevini üstlenmiþtir. Dâniþmendliler devrinde XII. yüzyýla ait Niksar ve Sivas ulucamileri mihraba dik düzenlenmiþ nefli ve mihrap önü kubbeli yapýlardýr. Kayseri Ulucamii paralel nefli olup orta aksta dikeylik vurgusuna sahip büyükçe mihrap önü kubbeli bir yapýdýr. Külliye programýnda ele alýnan Kayseri Kölük Camii ve Medresesi (XII. yüzyýl ikinci yarýsý) cami-medrese iliþkisi açýsýndan önemlidir. Tokat Garipler Camii merkezî kubbeli ilginç tasarýmý ile dikkat çekicidir. Dâniþmendli medreseleri, Anadolu’da avlusunun üzeri kubbe ile kapalý medreselerin erken tarihli örneklerini oluþturmaktadýr. Tokat (1151-1152) ve Niksar (11571158) Yaðýbasan medreseleri eyvanlý av-

Saltuklular devri eserlerinden Erzurum Kale Mescidi (XII. yüzyýl) kesme taþtan mihrap önü kubbeli bir yapýdýr ve yaný baþýndaki tepsi minare ile inþa edilmiþtir. Erzurum Ulucamii (1179) kesme taþtan mihraba dik yedi nefli ve mihrap önü kubbelidir. Bu dönemden kalan üç kümbetten en ilgi çekici olaný iki renkli taþtan inþa edilen Emîr Saltuk Kümbeti’dir. Mengücüklüler devrine ait Divriði Kale Camii (1180-1181) mihraba dik uzanan üç nefli bir yapýdýr; orta nef beþik tonoz, yanlar ise dörder kubbe ile örtülmüþtür. Kuzeybatýda merdivenle ulaþýlan özel giriþ hünkâr mahfillerinin erken örneðini oluþturur. Divriði Ulucamii ve Dârüþþifâsý (12281229) bünyesinde yer alan türbe ile birlikte bir külliye teþkil etmektedir. Ýtinalý taþ iþçiliði olan yapýda cami farklý tonozlara sahip mihraba dik beþ neflidir ve mihrap önündeki dilimli kubbesi dýþtan kýrýk piramidal külâhla örtülüdür. Þifahâne ise dört eyvanlý avlulu ve iki katlý bir yapý olup avlu üzeri kapalýdýr. Divriði’de Hâcib Kamerüddin ve Sitti Melik kümbetleri (592/1196) kesme taþtan sekizgen gövdeli ve piramidal külâhlýdýr. Kemah Melik Mengücük Gazi Kümbeti (XIII. yüzyýl baþlarý) tuðladan, içten silindirik, dýþtan sekizgen planlý bir yapýdýr. Mumyalýk kýsmýnda ortada bir pâyeden yelpaze biçiminde düzenlenmiþ örtü sistemi Azerbaycan bölgesi mezar anýtlarý ile yakýn benzerliklere iþaret eder. Anadolu Selçuklularý devrine ait yapýlardan Kayseri Huand Hatun Külliyesi (1238) cami, medrese, kümbet ve hamam; Konya Sâhib Ata Külliyesi (1258-1283) cami, türbe, hankah, çeþmeler ve hamam; Afyon Çay’da Ebü’l-Mücâhid Yûsuf Külliyesi (1278-1279) medrese, türbe, çeþme, han ve bugün mevcut olmayan hamamdan oluþmaktadýr. Kayseri Hacý Kýlýç Camii ve Medresesi ile (1249-1250) Amasya Gökmedrese Camii (1266-1267) cami-medrese birleþimi yapýlardýr. Büyük Selçuklu devri camileriyle yakýn benzerlik gösteren Malatya Ulucamii (621/1224), Artuklu camileri gibi enine düzenlenmiþ Sinop Ulucamii (Alâ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

527


TÜRK eddin Câmii; XIII. yüzyýl baþý), mihrap önü kubbeli ve enine nefli iki bölüm halinde Konya Alâeddin Camii (1155-1220) ve mihrap önünde üç kubbeli Niðde Alâeddin Camii (620/1223) bu devrin önemli yapýlarýndandýr. XIII. yüzyýl içinde Konya civarýnda görülen tek kubbeli mescidler önlerindeki hazýrlýk mekânlarý ile dikkat çeker. Ayný yüzyýlda Konya Sâhib Ata, Afyon ve Sivrihisar ulucamileri, Ankara Arslanhane Camii aðaç direklidir. Anadolu Selçuklu camileri mihrap önü kubbeleri, enine ve dikine düzenlenen þemalarý içinde küçültülmüþ iç avlularý ya da avlu fikrini verecek aydýnlýk fenerleri, itinalý taþ iþçiliðine sahip taçkapýlarý, ahþap malzemeleri ve dengeli çini mozaik süslemeleriyle düzenli bir geliþmeyi göstermektedir. Anadolu Selçuklu medreselerinde eyvanlý ve revaklý avlunun üzeri açýk ve kubbe ile örtülü iki þema görülmektedir. Açýk avlulu medreselerden bazýlarý çifte yapýlardýr ve týp medresesiyle þifahâne olarak inþa edilmiþtir. Medreselerde konumu farklý bir birim türbe halinde ele alýnmýþtýr. Ana eyvanýn dershane mescid þeklinde düzenlenmesinin yaný sýra bazan kapalý bir birim, bazan da medreseye bitiþik bir mekânýn mescid olduðu görülmektedir. Ýtinalý taþ iþçiliðine sahip taçkapýlarý yanýnda ihtiþamlý mozaik çinilere sahip medreseler de bulunmaktadýr. 1271’de inþa edilen Sivas Gökmedrese ve Çifte Minareli Medrese ile Erzurum Hatuniye Medresesi (1285-1291) taçkapýlarý sýrlý tuðla ve çini kaplamalý çifte minarelerle ayrýca dikkat çeker. Konya Sâhib Ata Camii önündeki taçkapýnýn da evvelce çif-

Anadolu’da en eski Selçuklu camii olan Konya Alâeddin Camii

te minareli olduðu bilinmektedir. Han adýyla tanýnan Anadolu Selçuklu kervansaraylarý ayný zamanda kervan yollarýnýn güvenliðini saðlamak amacýyla yapýlmýþ kale görünümlü ve çok fonksiyonlu yapýlardýr. Sultan haný diye tanýnan yapýlar önde geniþ bir revaklý avlu, arkada üzeri kapalý bölümden meydana gelmekte, avlu ortasýnda köþk mescid yer almaktadýr. Bu tipin dýþýnda tamamý açýk veya tamamý kapalý bölümlerden oluþan hanlar da bulunmaktadýr. I. Alâeddin Keykubad zamanýnda inþa edilen Aksaray Sultan Haný (626/1229) ve Kayseri Tuzhisarý Sultan Haný bu tipin önemli yapýlarýndandýr. Mezar anýtlarý kümbet ve türbeler þeklinde inþa edilmiþtir. Cami, medrese, þifahânelere baðlý olanlarýn dýþýnda baðýmsýz inþa edilenler de vardýr. Mezar anýtlarýnýn bir kýsmý genel geliþim içinde kalmakla birlikte bazýlarý deðiþik düzenleriyle dikkat çekicidir. Ahlat’-

Kayseri-Sivas yolu üzerindeki Sultan Haný’nýn ve Selçuk Îsâ Bey Camii’nin planlarý

528

ta Selçuklu devri mezarlýðý itinalý bir taþ iþçiliðine sahiptir. Selçuklu Devleti’nin ortadan kalkmasýyla kurulan beyliklerde bir kýsmý Selçuklu mimari geleneðini devam ettiren yapýlarýn yaný sýra yeni denemelerle öne çýkan yapýlar da inþa edilmiþtir. Selçuklu geleneðini sürdüren Karamanoðullarý devri eserlerinde Karaman Alâeddin Bey Kümbeti’nde (793/1391) yivli külâh, Niðde Akmedrese (1409-1410) cephesindeki ikiz kemer uygulamasý, Akþehir Seyyid Mahmûd-ý Hayrânî Türbesi (1409) ve Konya Mevlânâ Türbesi’nde yivli kasnakta olduðu gibi farklý tasarýmlar da bulunmaktadýr. Osmanlýlar’la olan iliþkilerinden sonra Karaman Ýbrâhim Bey Ýmareti’nin (1432) çinili mihrabýnda yer aldýðý gibi mimari süslemede Osmanlý etkileri görülür. Aydýnoðullarý’nýn eserlerinden Birgi Ulucamii (1312) mihraba dik beþ nefli ve mihrap önü kubbeli bir yapý olup mozaik çinili mihrabýyla Selçuklu geleneðini sürdürür. Selçuk Îsâ Bey Camii’nde (1375) mihraba paralel iki nefin mihrap önünde birer kubbe ile örtülü olmasý ve avlunun batý kapýsýndaki renkli taþ geçmeli süslemesinde Þamlý mimarýn etkisi görülmektedir. Ortasý havuzlu revaklý avlusu ve hareketli cephe düzeni Osmanlý mimarisine örnek teþkil etmiþtir. Biri yýkýlmýþ olan tuðladan çifte minare, Beylikler devrinde Niðde Sungur Aða Camii’nin (1335) ardýndan ikinci uygulama olarak ayrýca dikkat çekicidir. Saruhanoðullarý döneminde medrese ve türbeyle birlikte bir külliye programýnda ele alýnan Manisa Ulucamii’nde (1366) geniþ yer tutan mihrap önü kubbesi (10,80 m.) Osmanlý devrinde merkezî plana geçiþin öncüsüdür; revaklý avlu da Osmanlý mimarisine ýþýk tutan bir deneme þeklinde görülmektedir. Menteþeoðullarý döneminde Peçin Ahmed Gazi Medresesi’nde (1375-1376) 17 m. geniþ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK

Bayýndýr Kümbeti (896/1491) deðiþik denemeler olarak görülmektedir.

Gevaþ’ta Halime Hatun Kümbeti

liðindeki eyvan kubbesi önemli bir geliþmeye iþaret etmekte, yapý taçkapýsýyla da dikkat çekmektedir. Bir külliye programý içinde ele alýnan Balat Ýlyas Bey Camii (1404) kare planlý tek kubbeli bir yapýdýr ve öndeki geniþ kemer içinde üç bölümlü giriþ son cemaat yerini hatýrlatan bir geçiþ yeri olmasýyla ilginçtir. Ýki sýra pencere düzeni ve geometrik þebekeleri Ýznik Yeþilcami ile (1378-1392) karþýlýklý etkilerin varlýðýna iþaret eder. Germiyanoðullarý devrinde inþa edilen yapýlar plan ve süslemeleri bakýmýndan Osmanlý mimarisi özellikleri gösterir. Ýshak Fakih Külliyesi’nde cami kare planlý ve tek kubbeli olup önünde üç birimli son cemaat yeri vardýr. Selçuklular’ýn kubbeli medrese geleneðini devam ettiren Vâcidiye Medresesi’nin (1314) rasathâne olarak yapýldýðý kuvvetle muhtemeldir. II. Yâkub Bey Ýmareti’nde (728/ 1428) cami zâviyeli / tabhâneli düzeniyle Osmanlý mimarisi geleneðini yansýtmaktadýr. Hamîdoðullarý döneminde inþa edilen eserlerde Selçuklu geleneði devam etmiþtir. Eðridir’deki Dündar Bey (Taþ) Medresesi (1302) bu tipte bir yapýdýr. Beyliðin Antalya kolu Tekeoðullarý tarafýndan yaptýrýlan Antalya Yivli Minare Camii (1378) altý kubbeli bir yapý þeklinde ele alýnmýþtýr. Candaroðullarý devri eserleri plan bakýmýndan Osmanlý mimarisi özelliklerini muhafaza eder. Kastamonu’da Ýbn Neccâr Camii (754/1353), kare planlý kubbeli yapýsý ve son cemaat yeriyle Ýsmâil Bey Külliyesi (1454-1457) Osmanlý etkilerini açýkça belli eder. Ýlhanlý hâkimiyetinde Anadolu’daki yapýlar Selçuklu mimarisi geleneðinde inþa edilmiþtir. Ýlhanlý sonrasýnda kurulan Eretna Beyliði eserlerinden Kýrþehir Âþýk Paþa Türbesi (1332) asimetrik cephesi, hazýrlýk mekâný ve Kýrgýz çadýrlarýna benzeyen kubbesiyle dikkat çekicidir. Kayseri Köþkmedrese (1339) revaklý avlu ortasýndaki se-

kizgen kümbetiyle hankah olarak ele alýnmýþ bir yapýdýr. Ramazanoðullarý devrine ait eserlerden Adana Ulucamii ve Külliyesi’nde (1508-1541) Selçuklu ve Osmanlý mimarisiyle Zengî ve Memlük mimarisi etkileri bir arada görülmektedir. Dulkadýroðullarý dönemi eserlerinde Zengî ve Memlük etkilerinin yaný sýra Elbistan Ulucamii’nde (921/1515) dört yarým kubbeli merkezî planlý þema önemli bir denemedir. Karakoyunlu devri eserlerinden yýkýlmýþ olan Van Ulucamii’nin zengin süslemeli, itinalý bir yapý olduðu anlaþýlmaktadýr. Tebriz’deki Gökmescid (1465-1466) çini süslemelerinin yaný sýra merkezî plan denemesinin ele alýndýðý bir yapýdýr. Gevaþ Halime Hatun (1358) ve Ahlat Erzen Hatun (13961397) kümbetleri onikigen planlý olup benzer süslemelere sahiptir. Akkoyunlu devrinin önemli eserlerinden Diyarbakýr Þeyh Safâ Camii (XV. yüzyýl ikinci yarýsý) merkezî planda sekiz destekli kubbeye sahip bir yapýdýr. Hasankeyf’teki Zeynel Bey Kümbeti ile (XV. yüzyýl ikinci yarýsý) Ahlat Emîr

Osmanlý döneminde altý yüzyýlý aþan bir sürede inþa edilen eserlerde yeni mimari denemeler ön plana çýkmýþtýr. Osmanlý devri eserleri kendi tiplerinin geliþimi içinde önemli sayýlan özellikler göstermektedir. Tek yapýlarýn yaný sýra külliyeler þehircilik düzenlemelerine sahiptir. Erken devirden itibaren ele alýnan külliyelerin ana yapýsýný camiler meydana getirir. XVI. yüzyýlýn sonlarýndan baþlamak üzere XVII. yüzyýl içinde medrese merkezli küçük külliyeler de inþa edilmiþtir. Þehirlerde yapýlan külliyeler dýþýnda menzil külliyelerinde han / kervansaray ve arastanýn esas olduðu görülmektedir. 734 (1333-34) tarihli kitâbeye sahip Ýznik Hacý Özbek Camii ile baþlayan tek kubbeli camiler her dönemde inþa edilmiþtir. Ýstanbul Fîruz Aða (1491), Gebze Çoban Mustafa Paþa (1522-1523) camilerinde geniþleyen tek kubbeli mekân Nuruosmaniye Camii’nde (1755) 25 metreyi aþan kubbe ile büyük boyutlara ulaþmýþtýr. Zâviyeli / tabhâneli camiler Bursa’da Orhan Gazi Camii ile (1339) erken devirde geliþmeye baþlamýþ, Murad Hudâvendigâr Camii’nde (1385’ten önce) üst kata medrese eklenerek yeniden ele alýnmýþ, Bursa Yeþilcami (1314-1324) ve Yýldýrým Camii ile (1390-1395) devam etmiþtir. Bursa Murâdiye (1425-1426) ve Edirne Murâdiye (1426) camilerinden sonra Ýstanbul’da Mahmud Paþa (1463-1473) ve Aksaray Murad Paþa (1471-1477) camilerinde de bu þema uygulanmýþtýr. Çok kubbeli cami tipinin erken örneði Gelibolu Ulucamii’nde (788/1386) görülür. Bu plan þemasý Bursa Ulucamii’nde (1399-1400) yirmi kubbe ile anýtsal ölçüye ulaþmýþ, Edirne Eskicami’de (1402-1414)

Zâviyeli yapýlardan Bursa Orhan Gazi Camii’nin planý ile çok kubbeli camilerden Bursa Ulucamii’nin eski bir fotoðrafý

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

529


TÜRK

Þehzade Camii’nin merkezî kubbesiyle dört yanýndaki yarým kubbeler

dokuz kubbeli olarak denenmiþtir. Ýstanbul’da Atik Ali Paþa Camii’nde (XVI. yüzyýl baþý) küçük ölçülerde, Piyâle Paþa Camii’nde ise (1573) farklý tasarýmý ile altýþar kubbeli ele alýnmýþtýr. Ýznik Yeþilcami’de (1378-1392) görülen tek kubbeli harimin kuzeye doðru üç birimle geniþletilmesi daha erken dönemde yeni mekân arayýþlarýnýn baþladýðýný gösterir. Edirnekapý (Mihrimah Sultan) Camii’nde (1566) merkezî kubbe iki yanda, Eyüp Zal Mahmud Paþa Camii’nde (1580) üç yanda geniþletilmiþtir. Merkezî planda ele alýnan Eski Fâtih Camii’nde (1463-1470) ana kubbe mihrap yönünde bir yarým kubbeli, ilk Eyüp Sultan (1458-1459) ve Þeyh Vefâ (1476) camilerinde yanlarda ikiþer yarým kubbeli, Beyazýt (1501-1508), Süleymaniye (1550-1557) ve Kýlýç Ali Paþa (1580-1581) camilerinde mihrap aksýnda ikiþer yarým kubbeli olarak denenmiþtir. Süleymaniye Camii’nde merkezî kubbe 27,40 m. çapýndadýr. Yarým kubbeli þema Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nde (1540-1547) mihrap yönü hariç üç yarým kubbeli olarak, Manisa Murâdiye Camii’nde (1583-1586) üç yarým tonozla uygulanmýþtýr. Þehzade Mehmed Camii’nde (1544-1548) merkezî kubbe dört yönde dört yarým kubbeli olarak yapýlmýþ, bu þema Sultan Ahmed Camii (1609-1617), Yenicami (1597-1603, 1661-1664) ve Yeni Fâtih Camii’nde (1767-1771) tekrar edilmiþtir. Merkezî plana geçiþin önemli eseri olan Edirne Üç Þerefeli Cami’de (1437-1447) kubbe altý destekli bir sisteme oturtulmuþtur. XVI. yüzyýl içinde Mimar Sinan tarafýndan Topkapý Kara Ahmed Paþa (15551565), Beþiktaþ Sinan Paþa (962/1555), Kadýrga Sokullu Mehmed Paþa (1572), Üsküdar Atik Vâlide Sultan (991/1583) camilerinde kubbe altý destekli olarak ele alýnmýþtýr. Sinan’dan sonra Cerrah Mehmed 530

Paþa (1593) ve Hekimoðlu Ali Paþa (1734) camileri bu tipin önemli örnekleridir. Merkezî planda sekiz destekli kubbeye sahip yapýlar XVI. yüzyýlda çokça denenmiþtir. Silivrikapý Hadým Ýbrâhim Paþa (958/1551) ve Eminönü Rüstem Paþa (1555-1561) camilerinden sonra Sinan, Edirne Selimiye Camii’nde (1568-1574) bu þemayý anýtsal ölçüde (kubbe çapý 31,30 m.) uygulamýþtýr. Daha sonra Azapkapý Sokullu (1577-1578), Fâtih Mehmed Aða (1585), Mesih Mehmed Paþa (994/1586), Niþancý Mehmed Paþa (1589), Üsküdar Yeni Vâlide (1122/1710), Lâleli (1764) ve Eyüp Sultan (1800) camileri bu þemada inþa edilmiþtir. Osmanlý devri medreseleri açýk avlulu þemada olup genelde bir külliye bünyesinde yer almýþtýr. 1331’de Ýznik Süleyman Paþa Medresesi ile baþlayan geliþimde Merzifon Çelebi Mehmed Medresesi tek baþýna inþa edilmiþtir. Fâtih Külliyesi’nde on altý, Süleymaniye Külliyesi’nde beþ, Selimiye Külliyesi’nde ise iki medrese vardýr. Beþiktaþ Sinan Paþa, Topkapý Kara Ahmed Paþa, Edirnekapý Mihrimah Sultan ve Kadýrga Sokulu Mehmed Paþa camilerinde olduðu gibi bazý camilerin avlusu etrafýnda yer alan medreseler de avlu ortak kullanýlmýþtýr. Osmanlý devri mezar anýtlarýnda padiþah türbelerinin önemli bir yeri vardýr. Fâtih Sultan Mehmed’e kadar padiþah türbeleri Bursa’da, daha sonraki padiþah türbeleri Ýstanbul’dadýr. Bir külliyeye baðlý olarak ele alýnan hânedan türbeleri kare veya sekizgen planlý kubbeli yapýlardýr. Kanûnî Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed türbeleri çift kubbelidir. Kanûnî Sultan Süleyman’ýn türbesi dýþtan revakla çevrelenmiþ düzeniyle ayrýca dikkat çekicidir. Ýstanbul’daki padiþah türbelerinden yalnýzca Sultan Mehmed Reþad’ýn türbesi Eyüp Sultan’da olup diðer-

leri sur içinde bulunmaktadýr. Ýlk Osmanlý sarayý Bursa’da yapýlmýþsa da bugün mevcut deðildir. Edirne’deki eski ve yeni saraylardan yeni saray geniþ bir alanda kurulmuþ olup günümüzde harabe halindedir. Ýstanbul’da Beyazýt’ta eski saray, Sarayburnu’nda Topkapý Sarayý inþa edilmiþtir. Eski saray zamanýmaza ulaþmamýþtýr. Topkapý Sarayý XIX. yüzyýlýn ortalarýna kadar çeþitli eklemelerle geniþletilmiþtir. Ardýndan Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çýraðan ve Yýldýz saraylarý yaptýrýlmýþtýr. Bu dönemde ayrýca Boðaziçi zengin yalýlarla donatýlmýþtýr. Osmanlý devrinde askerî mimari olarak Ýstanbul’da Boðaziçi’nde Anadoluhisarý (1395) ve Rumelihisarý (856/1452), Çanakkale Hisarý adýyla bilinen Kal‘a-i Sultâniyye ve Eceabat’ta Kilitbahir Kalesi önemli eserlerdir. Bulunduðu coðrafyada yapýlar belirli bir geliþimi sürdürecek biçimde ele alýnmýþtýr. XVIII. yüzyýldan itibaren mimari süslemede yabancý etkiler devreye girmeye baþlamýþ ve ilk yýllarda Türk sanatý içinde hazmedilerek kullanýlmýþtýr. Bu yüzyýlýn ortalarýnda Batý’dan gelen formlarýn arttýðý görülmektedir. XIX. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren tekrar canlanan yeni klasik dönemde (mimaride millî üslûp) Selçuklu ve Osmanlý mimarisinden formlar seçilerek uygulanmýþtýr. Bu yaklaþým Cumhuriyet’in ilk yýllarýnda devam etmiþtir. 1930’lardan itibaren Batý’dan gelen mimarlar kendilerine tanýnan özel imkânlarla çaðdaþ mimarlýk yapýlarý inþa etmeye baþlamýþtýr. Yabancý mimarlara karþý oluþan tepki sonucunda 1940-1960 yýllarý arasýnda ikinci ulusal mimarlýk dönemi yaþanmýþtýr. 1950 sonrasýnda modern anlayýþ artarak devam etmiþ ve bütünleþen dünyada olduðu gibi günümüzde gökdelenler baþta Ýstanbul olmak üzere ülkemizde de yükselmeye baþlamýþtýr. 1987 yýlýnda tamamlanmýþ olan Ankara Kocatepe Camii’nde Þehzade ve Sultan Ahmed camilerinde olduðu gibi merkezî kubbe etrafýnda dört yarým kubbeli þema, Edirne Selimiye Camii’ndeki gibi dört minareyle birlikte ele alýnmýþtýr. 1998 yýlýnda tamamlanan Adana Sabancý Merkez Camii ise Edirne Selimiye Camii gibi sekiz destekli merkezî kubbeli olup Sultan Ahmed Camii’ndeki gibi altý minareli olarak yapýlmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Celâl Esad Arseven, Türk Sanatý, Ýstanbul 1928; a.mlf., L’art turc, Ýstanbul 1939; a.mlf., Les arts décoratifs Turcs, Ýstanbul, ts. (Millî Eðitim Basýmevi); a.mlf., Türk Sanatý Tarihi, Ýstanbul, ts., I-II; Doðan Kuban, Osmanlý Dinî Mimarisinde Ýç Mekân Teþekkülü, Ýstanbul 1958; a.mlf., Anadolu

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK Türk Mimarisinin Kaynak Sorunlarý, Ýstanbul 1965; a.mlf., Sanat Tarihimizin Sorunlarý: Anadolu-Türk Sanatý, Mimarisi, Kenti Üzerine Denemeler, Ýstanbul 1975; a.mlf., Osmanlý Mimarisi, Ýstanbul 2007; Semavi Eyice, Ýlk Osmanlý Devrinin Dinî-Ýçtimaî Bir Müessesesi: Zaviyeler ve Zaviyeli Camileri, Ýstanbul 1963; Sedat Hakký Eldem, Köþkler ve Kasýrlar, Ýstanbul 1969, I-II; Suut Kemal Yetkin, Türk Mimarisi, Ankara 1970; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, Ýstanbul 197072, I-II; a.mlf., Devletin Evi Saray, Ýstanbul 1990; a.mlf., Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarisi, [baský yeri yok] 1996 (Türkiye Ýþ Bankasý); a.mlf. v.dðr., Türk Mimarisinin Geliþimi ve Mimar Sinan, Ýstanbul 1975; Oktay Aslanapa, Türk Sanatý, Ankara 1972-73, I-II; a.mlf., Türk Sanatý, Ýstanbul 1984; a.mlf., Türk Cumhuriyetleri Mimarlýk Abideleri, Ankara 1996; a.mlf., Osmanlý Devri Mimarisi, Ýstanbul 2004; Cevdet Çulpan, Türk Taþ Köprüleri, Ankara 1975; Ekrem Hakký Ayverdi – Ý. Aydýn Yüksel, Ýlk 250 Senenin Osmanlý Mi‘mârîsi, Ýstanbul 1976; Yüksel, Osmanlý Mi‘mârîsi V; a.mlf., Osmanlý Mi‘mârîsi VI; Ekrem Hakký Ayverdi, Türk Mi‘mârîsi ve Dünya, Ýstanbul 1984; Gönül Öney, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Süsleme ve El Sanatlarý, Ankara 1978; Yýldýz Demiriz, Osmanlý Mimarisinde Süsleme I: Erken Devir 1300-1453, Ankara 1979; Selçuk Mülayim, Anadolu Türk Mimarisinde Geometrik Süslemeler: Selçuklu Çaðý, Ankara 1982; Semra Ögel, Anadolu Selçuklu Sanatý Üzerine Görüþler, Ýstanbul 1986; a.mlf., Anadolu Selçuklularý’nýn Taþ Tezyinatý, Ankara 1987; Hakký Önkal, Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara 1986; a.mlf., Osmanlý Hanedan Türbeleri, Ankara 1992; Orhan Cezmi Tuncer, Anadolu Selçuklu Mimarisi ve Moðollar, Ankara 1986; a.mlf., Anadolu Kümbetleri: I Selçuklu Dönemi, Ankara 1986; a.mlf., Anadolu Kümbetleri: Beylikler ve Osmanlý Dönemi, Ankara 1991, II-III; Ara Altun, Ortaçað Türk Mimarisinin Ana Hatlarý Ýçin Bir Özet, Ýstanbul 1988; Zeki Sönmez, Baþlangýcýndan 16. Yüzyýla Kadar Anadolu Türk-Ýslâm Mimarisinde Sanatçýlar, Ankara 1989; Gönül Cantay, Anadolu Selçuklu ve Osmanlý Darüþþifalarý, Ankara 1992; Zafer Bayburtluoðlu, Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yapý Sanatçýlarý, Erzurum 1993; Baþlangýcýndan Bugüne Türk Sanatý, Ýstanbul 1993; Yýlmaz Önge, Anadoluda XII-XIII. Yüzyýl Türk Hamamlarý, Ankara 1995; Haþim Karpuz, Anadolu Selçuklu Mimarisi, Konya 2001; Selçuklu Çaðýnda Anadolu Sanatý (nþr. Doðan Kuban), Ýstanbul 2002; Anadolu Selçuklularý ve Beylikler Dönemi Uygarlýðý (haz. Ali Uzay Peker – Kenan Bilici), Ankara 2006, II; Anadolu Selçuklu Dönemi Kervansaraylarý (ed. Hakký Acun), Ankara 2007; Hüsrev Tayla, Geleneksel Türk Mimarisinde Yapý Sistem ve Elemanlarý, Ýstanbul 2007, I-II.

ÿAhmet Vefa Çobanoðlu

5. Din. Geleneksel Türk Dini. Türkler’in geleneksel dini, yazýlý bir kaynaða dayanmadan göktanrý inancý temelinde kendi kültürel dinamiklerinden doðan ve kuþaklar boyu aktarýlarak günümüze ulaþan geleneklerle þekillenmiþ inanç ve pratikler bütünüdür. Bu dinin, özünü ruhlara inanýþýn oluþturduðu Þamanizm ile bir baðý

olmadýðý gibi günümüzde Kýrgýzistan ve Altaylar’da ortaya çýkan “tengrizm / tengrianstvo” inanýþýyla da bir baðlantýsý yoktur. Bu sebeple kam / þamaný geleneksel Türk dinine özgü bir otorite tipi olarak deðerlendirmek doðru deðildir. Geleneksel Türk dininin temel unsurlarý þunlardýr: a) Göktanrý. Türkler arasýnda tanrý inancýnýn çok eskilere dayandýðýný söylemek mümkündür. Avrupalý bazý araþtýrmacýlar Sumerler’in göktanrýsý Dingir ile Türkler’in tanrýsý arasýndaki paralelliðe dikkat çekmiþtir. Doðu Asya’dan Orta Avrupa içlerine kadar hemen her yerde kendini gösteren Türk topluluklarýnda tanrý inancý merkezî yere sahip olmuþtur. Tanrý kelimesi bölgelerin fonetik özelliklerine göre farklýlýk gösterse de Türkler’in kabul ettiði bütün dinî sistemlerde yer almýþtýr (Roux, s. 110). Ayrýca Türkler tanrýyý ifade etmek üzere baþka kavramlara da yer vermiþ, bu amaçla “idi, izi, ugan, çalap, bayat, hudâ, kuday” gibi kelimeler kullanýlmýþtýr. Ancak bunlardan hiçbiri tanrý kelimesi kadar eskiye dayanmadýðý gibi onun kadar yaygýn kullanýma da sahip deðildir. Nitekim Nestûrî Hýristiyanlýk yoluyla Türkçe’ye giren çalap / çelebi kelimesi bugün ancak bazý yer adlarýnda kalmýþtýr. Orhon yazýtlarý esas alýndýðýnda kâinat düzeninin ve insan kaderinin kendisine baðlandýðý, ezelî ve ebedî olan göktanrýnýn daha sonralarý antropomorfik özelliklere bürünmekle birlikte bilhassa Göktürkler döneminde yaratýcý, kadir-i mutlak tanrý þeklinde algýlandýðý görülür. Türkler’de siyasî iktidar ve hâkimiyet kaynaðýný tanrýdan almýþtýr. b) Tabiat Güçlerine Ýnanma. Orhon yazýtlarýnda eski Türkler’in tabiatçý inanýþlarýndan “yer-su” inancý þeklinde bahsedilir. Yersular “ýduk” yani kutsaldýr. Dað, ýrmak ve orman gibi tabiat unsurlarýyla baðlantýlý yer-su inanýþlarý imparatorluklar döneminde vatan kültüne dönüþmüþtür. Kaðanlýklarýn merkezi Iduk-Ötüken ve Tamir suyunun kaynaðý Tamag Iduk Baþ bu duruma örnektir. Bununla birlikte Türkler’de yer-sularýn en önemli temsilcisi daðlardýr. Dað kültünün göktanrý inancýyla sýký baðý vardýr. Orta Asya’da daðlarýn adlarý “mübarek, mukaddes, büyük ata, hakan” gibi anlamlara gelen Iduk, Kuttag, Buztað Ata, Han Tanrý gibi isimlerle anýlmýþtýr (Eberhard, s. 93). Türkler’in ayrýca ateþe, topraða, bazý aðaçlara ve ormanlýk alanlara kutsallýk atfettikleri, bu alanlarýn birer sahibi (iye/izi) olduðuna inandýklarý bilinmektedir. Bu inanýþlardan bir kýsmý hâlâ yaþamaktadýr. c) Atalar Kültü. Ölen atalarýn ruhlarýnýn geride kalanlara iyilik ya da kö-

tülüklerinin dokunabileceði inancý ve kendilerine karþý duyulan minnet hissi, ölmüþ atalarý yüceltme ve onlara kurban sunma þeklindeki atalar kültünün temelini oluþturmaktadýr. Bu inanýþ günümüzde ölülerin arkasýndan yemek yedirilmesi þeklinde devam etmektedir. Özellikle türbe ziyaretleri bu inanýþýn en belirgin uzantýsýdýr. d) Ýbadet. Türkler’de en eski ve köklü ibadet kanlý hayvan kurbanýdýr. Öncelikle göktanrýya sunulan kurbaný ifade etmek için kullanýlan “kergek, kereh, kudayý, allahlýk, ýduk, ýyýk, tapýg, yaðýþ” kelimeleri kurban ibadetinin önemini ve yaygýnlýðýný göstermektedir. Geleneksel Türk dininde “saçý” ve “yalama” adý altýnda aðaçlara çaput baðlama âdeti de kansýz kurbana karþýlýk gelir. Ayrýca kaynaklarda Türkler’in her mevsim için bir bayramý kutladýklarý bildirilir. Çin kaynaklarý Göktürkler’de “fu-yun-se” adý verilen ibadethanelerin varlýðýndan söz eder. Türk çadýrý da önemli bir ibadet mekâný kabul edilir. Türkler’de düzenli bireysel ibadet bulunmasa da bireysel okunan dualar mevcuttur. Türkler Arasýnda Yayýlan Dinler. Budizm.

Milâttan önce VI. yüzyýlda Hindistan’da ortaya çýkan Budizm milâttan önce III. yüzyýlda Hindistan dýþýna yayýlmýþ, önce Baktria (Afganistan) ve Kandehar’a (Pakistan), Baktria’dan Hârizm ve Soðdiyana’ya, ardýndan Çin’e, 372’den sonra Kore’ye geçmiþtir. Ancak Batý Türkistan’da Budizm, Sâsânîler’in desteklediði Zerdüþtîlik ve Mani dini karþýsýnda tutunamamýþ, Doðu Türkistan’ýn yerleþik çevrelerinde daha uygun bir ortam bulmuþtur. Çin’e doðru uzanan kervan yollarý boyunca inþa edilen Budist külliyeleri asýrlarca faaliyetlerini sürdürmüþtür. Türkler arasýnda Budizm’in daha çok Mahayana kolu ile (Ulug kölüngü) Lamacýlýk yayýlmýþtýr. Zerdüþtîlik. Ýran’dan kaçan Persler yoluyla Türkistan’da yayýlan Zerdüþtîlik, Orta Asya Türk kültür ve sanatý üzerinde etkili olmuþtur. Horasan yöresinde Þul Türkleri’nin Sâsânîler’ce kabul edilen ateþ kültünü benimsedikleri ve buradan Ýslâm’a geçtikleri anlaþýlmaktadýr. Ýbn Hallikân, VIII. yüzyýl baþlarýnda Dihistan Türkleri’ni yöneten Sul Tegin ile Cürcân’ý yöneten Fîrûz b. Kul’un kardeþ olduklarýný ve Mecûsî dinine mensup bulunduklarýný belirtmektedir (Esin, s. 246). Bununla birlikte sadece Horasan ve Mâverâünnehir yöresinde deðil Hazar kýyýlarýnda da Zerdüþtîliðe giren Türkler vardýr (Barthold, s. 54). Maniheizm. Mani dininden Türkçe metinlerde “üç ödki nom” ve “iki yýldýz” diye

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

531


TÜRK

bahsedilir. Uygur Hükümdarý Bögü Kaðan, Tibetliler’in hücumuna uðrayan Çin’i kurtarmak için P’u-ku Huei en’in daveti üzerine Lo-yang þehrine girmiþ (761-762), dönerken dört Mani rahibini beraberinde getirmiþ, büyük ihtimalle Soðdlu olan bu rahiplerden Mani dinini öðrenip kabul etmiþtir (Hamilton, s. 5). Bu olay Soðdca Karabalgasun yazýtýnda geniþ yer tutmaktadýr. Mani dininin resmî din olarak kabul edildiði Ötüken Büyük Uygur Kaðanlýðý, Kýrgýzlar tarafýndan 840’ta yýkýlýnca Uygurlar, kitleler halinde yurtlarýný terkedip Çin sýnýrlarýna ve daha ziyade zengin ticaret merkezlerinin bulunduðu Ýç Asya’ya, Beþbalýk, Turfan ve Koçu gibi bölgelere göç etmiþtir. Mani dini Uygurlar vasýtasýyla yayýlmýþ, onlarýn siyasî güçleri azaldýkça bu din de Orta Asya’daki etkisini kaybederek yerini Budizm’e býrakmýþtýr. Hýristiyanlýk. Türkler’in Hýristiyanlýk’la temasý çok eskilere dayanmaktadýr. Orta Asya’da Nestûrîliðin tarihi 781 yýlýnda dikilen Singan-fou kitâbesiyle baþlatýlabilir. Bu kitâbede Nestûrî din adamý A-LoPen’in 635’te Çin’e geliþinden kitâbenin dikildiði zamana kadar Çin’deki Nestûrî kilise tarihi anlatýlmaktadýr. Nestûrîliðin Ýran’a geçiþi ve diðer ülkelere yayýlýþý gibi Orta Asya’ya giriþi de büyük ölçüde ticaret yoluyla gerçekleþmiþtir. Ön Asya’dan baþlayarak Mâverâünnehir’in Baykent, Buhara ve Semerkant gibi þehirlerinden geçen Ýpek yolu ticareti bölgedeki Türkler’in birçok din ve kültürle temasýný saðlamýþtýr (Togan, I, 94; Gumilev, s. 76). Mâverâünnnehir’e giren Hýristiyanlýk, Zerdüþtîlik’le Budizm arasýnda yýllarca sürüp giden mücadelelerden yararlanarak hýzlý bir þekilde yayýlmýþ, kýsa zamanda bölgede hâkim din durumuna gelmiþtir (Cahun, s. 123). Biþkek ve Tokmak þehirlerinin güneyindeki bölgede ortaya çýkarýlan XIII. yüzyýla ait Nestûrî mezarlýklarýndaki mezar taþlarýnýn çoðunda haç iþareti vardýr (Cumagulov, I, 87; Nau, XVIII [1913], s. 3). Bunlarýn yaklaþýk 100 kadarýnda çoðu Süryânîce, bir kýsmý Süryânî alfabesiyle Türkçe yazýlmýþ kitâbe bulunmaktadýr. Orta Asya’daki Nestûrî hýristiyanlar, Süryânîce’yi ve Uygurca’yý kullanmýþ, özellikle kitaplarýný Süryânî alfabesiyle Uygurca yazmýþ, Süryânîce’den birçok eseri Türkçe’ye çevirmiþtir (Ýnan, II, 132). Dikkate deðer bir husus da mezar taþlarýndaki tarihlerde on iki hayvanlý Türk takviminin kullanýlmýþ olmasýdýr. Orta Asya’da Ýslâm fetihleri Hýristiyanlýðýn gittikçe zayýflamasýna yol açmýþ, özellikle Gazân Han’ýn 1295’te Ýslâmiyet’i kabulü Nestûrîler’in daha da gerilemesine sebe-

532

biyet vermiþtir. Barthold’un kaydettiðine göre Uluð Bey zamanýnda (XV. yüzyýl) Nestûrîler, artýk Orta Asya’da ve özellikle Semerkant’ta bulunmamaktadýr. Bu dönemin ardýndan Nestûrîler’in Orta Asya’daki varlýklarý hakkýnda bilgi yoktur; büyük ihtimalle çoðu müslüman olmuþtur. Mûsevîlik. Hazarlar’ýn Mûsevîliði kabulüyle ilgili farklý rivayetler mevcuttur. Bir yahudi kaynaðýnda (Kuzari) Hazarlar’ýn Mûsevîliði benimsemesinde Mûsevî, hýristiyan ve müslüman din âlimlerinin Hazar Hükümdarý Bulan Han’ýn huzurunda yaptýklarý dinî tartýþmanýn (740) rol oynadýðý ileri sürülmektedir. Mes‘ûdî ise Hazar hükümdarýnýn Mûsevî dinini kabulünün Halife Hârûnürreþîd zamanýna (786809) rastladýðýný, Ýslâm ülkelerinden ve Rum diyarýndan gelen yahudilerin de onun himayesine girdiðini bildirmektedir (Mürûcü’z-zeheb, s. 69; ayrýca bk. HAZARLAR). Mûsevîliði kabul eden Türkler’in bir kýsmý günümüzde de bu inanýþlarýný sürdürmektedir. Azerbaycan’da “Dað yahudileri” adý altýnda bilinen Karâîler’in tarihi Hazar Ýmparatorluðu’na baðlanmaktadýr. Azerbaycan’ýn kuzey bölgeleri ve Kafkas daðlarý eteklerinde yoðunlaþan Dað yahudilerinin bu bölgede Bakü ve Kuba baþta olmak üzere iki önemli merkezleri bulunmaktadýr (Musabeyov, VII/1 [2001], s. 194). Diðer bir Mûsevî cemaati de Kýrým’daki Kýrýmçaklar’dýr; bunlar kendilerini Türk kabul etmekte ve Karâîler’in aksine yahudi sözlü geleneðini (Talmud) benimsemektedir. Ýslâm. Türkler’in toplu olarak kabul ettiði tek din Ýslâm’dýr. Türkler’in Ýslâm’la temasý bu dinin oraya çýktýðý dönemden itibaren gerçekleþmiþ olsa da Ýslâm’ýn Türkler tarafýndan benimsenme süreci X. yüzyýlda baþlamýþ, XIII-XIV. yüzyýllara kadar sürmüþtür. Bazý Türk kabileleri ise XVIIIXIX. yüzyýl gibi geç dönemlerde Ýslâm’ý kabul etmiþtir. Türkler’in Ýslâmiyet’e girmesi Arap müslüman fetih döneminin durakladýðý zamana denk gelmektedir. Türkler arasýnda Ýslâm’ýn yayýlmasýnda ticarî iliþkiler, vâizlerin, tarikat þeyhlerinin telkinleri ve bir arada yaþama gibi etkenlerin yaný sýra o dönemde Ýslâm ülkelerinin maddî ve mânevî bakýmdan diðer toplumlara üstünlüðü de etkili olmuþtur. Ayrýca Türkler’deki göktanrý inancý, Ýslâm’ýn ahlâkî kurallarýnýn Türkler’in alplýk anlayýþýyla örtüþmesi ve Türk cihan hâkimiyeti anlayýþýna benzer bir anlayýþýn Ýslâm’da da bulunmasý Türkler’in Ýslâmlaþmasýnda rol oynamýþtýr. Türkler’in Ýslâm öncesinde Araplar’la temasý Sâsânî ordusunda yer alan

Türkler vasýtasýyla gerçekleþmiþtir. TürkArap iliþkileri Câhiliye dönemi Arap þiirinde de yankýsýný bulmuþtur (Turan, Selçuklular ve Ýslâmiyet, s. 10). Dört halife dönemindeki fetih hareketleri Türkler’le müslüman Araplar’ýn temasýnýn sýklaþmasýna yol açmýþ, bu ilk iliþkiler savaþ yoluyla baþlamýþtýr. Hz. Ömer zamanýnda Ýran üzerine yürüyen Ýslâm ordularý Horasan yöresinde Sul Türkleri’yle karþýlaþmýþ, Türkler’le müslüman Araplar arasýndaki ilk anlaþma da burada yapýlmýþtýr (Esin, s. 145). Türkler’in Araplar’la iliþkileri özellikle Emevîler döneminde geliþmiþtir. Muâviye b. Ebû Süfyân’ýn hilâfete gelmesiyle önce Sind (Pencap) bölgesi zaptedilmiþ, ardýndan ordular Ceyhun (Amuderya) ýrmaðýna kadar ilerlemiþtir. Fetih hareketleri sýrasýnda müslüman ordularýna karþý direnen Türkler baþarýlý olamamýþ, neticede 61 (680) yýlýnda Emevîler Semerkant’ý ele geçirmiþtir. Yeni müslüman halktan vergi alýnmayacaðý, onlara iyi muamele edileceði söylense de bu gerçekleþmemiþtir. Baskýcý bir siyaset izleyen Haccâc b. Yûsuf bölgeyi Araplaþtýrmak amacýyla birçok Arap göçmenini buralara getirip yerleþtirmiþ ve Arapça’yý resmî dil ilân etmiþtir. Ancak bu dönemde de Türkler Araplar’a karþý mücadelelerini sürdürmüþtür. 699’da Türkler’in üzerine güçlü bir ordu gönderen Haccâc birçok þehri zaptetmiþ, özellikle Hârizm bölgesinde çok sayýda þehir yaðmalanmýþ, 4000 Türk öldürülmüþtür. Mâverâünnehir’in tamamen zaptý 705 yýlýnda Horasan valiliðine tayin edilen Kuteybe b. Müslim zamanýnda gerçekleþmiþtir. Ancak bütün mücadelelere raðmen bu dönemde Ýslâmlaþma dikkate deðer bir geliþme göstermemiþtir. Kuteybe b. Müslim’den sonra Horasan valiliðine getirilen Yezîd b. Mühelleb zamanýnda Sul Tegin Müslümanlýðý kabul etmiþ, Halife Ömer b. Abdülazîz döneminde birçok Türk Ýslâm’a girmiþtir. Fakat Mâverâünnehir bölgesine gelen valilerin Türkler’e karþý uyguladýklarý olumsuz siyaset Türkler’in nefretini arttýrmýþ, Araplar Yevmülatþ adý verilen savaþta yenilgiye uðrayýp büyük kayýplar vermiþtir. Halife Ömer b. Abdülazîz haksýz muamelelerde bulunan memurlarý cezalandýrma, vergi sistemini mühtedilerin lehine deðiþtirme yoluna gitmiþtir. Bu dönemde bölgeye gönderilen davetçilerin faaliyetleri Aþaðý Türkistan bölgesinin Ýslâmlaþmasýnda önemli rol oynamýþtýr. Abbâsîler’in iktidara gelmesi önemli bir siyaset deðiþimini de beraberinde getirmiþ, bu dönemde Arap olmayan müslümanlar ordu yönetiminde söz sahibi olma-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK ANSÝKLOPEDÝSÝ

BÝBLÝYOGRAFYA :

Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb: Altýn Bozkýrlar (trc. Ahsen Batur), Ýstanbul 2004; D. L. Cahun, Introduction à l’histoire de l’Asie turcs et mongols, Paris 1895; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatýnda Ýlk Mutasavvýflar (Ýstanbul 1919), Ankara 1976; W. Eberhard, Çin’in Þimal Komþularý (trc. Nimet Uluðtuð), Ankara 1942; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-Ýslâm Medeniyeti, Ankara 1965; a.mlf., Selçuklular ve Ýslâmiyet, Ýstanbul 1977; a.mlf., Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ýstanbul 1978; Saadet Çaðatay, “Türkçe Dini Tâbirler”, Necati Lugal Armaðaný, Ankara 1968, s. 191-198; Ç. Cumagulov, Yazýk Siro-Turkskýh (Nestorianskýh Panýyami-kov Kýrgýzý), Frunze 1971, I; M. Eliade, Traité d’histoire des religions, Paris 1974; V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkýnda Dersler (haz. Kâzým Yaþar Kopraman – Afþar Ýsmail Aka), Ankara 1975; Hakký Dursun Yýldýz, Ýslâmiyet ve Türkler, Ýstanbul 1976; Emel Esin, Ýslâmiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi ve Ýslâm’a Giriþ, Ýstanbul 1978; Hikmet Tanyu, Ýslamlýktan Önce Türklerde Tek Tanrý Ýnancý, Ankara 1980; A. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakýn Tarihi, Ýstanbul 1981, I; J.-P. Roux, La religion des turcs et des mongols, Paris 1984; L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1988; Zekeriya Kitapçý, Türkistan’da Ýslâmiyet ve Türkler, Konya 1988; a.mlf., Yeni Ýslam Tarihi ve Türkler, Konya 1994, I-II; Cl. Cahen, Doðuþundan Osmanlý Devletinin Kuruluþuna Kadar Ýslâmiyet (trc. Esat Nermi Erendor), Ankara 1990, s. 194; Albülkadir Ýnan, Makaleler ve Ýncelemeler, Ankara 1991, II; Nesimi Yazýcý, Ýlk Türk-Ýslâm Devletleri Tarihi, Ankara 1992; L. N. Gumilev, Drevnie Turki, Moskva 1993; J. R. Hamilton, Les ouïghours à l’époque des cinq dynasties d’après les documents chinois, Paris 1995; Ünver Günay – Harun Güngör, Baþlangýçlarýndan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Ýstanbul 2007; F. Nau, “Les pierres tombales nestoriennes des musée Guimet”, Revue de l’orient chretien, XVIII, Paris 1913, s. 3-35; Ýbrahim Kafesoðlu, “Eski Türk Dini”, TED, III (1972), s. 1-34; E. Chavannes, “Le nestorianisme et l’inscription de Kara-balgassoun”, JA, IX (1897), s. 43-85; R. A. Husseynov, “Bir Süryani Metninde Türkçe Goþ Terimi” (trc. Harun Güngör), TDA, sy. 28 (1984), s. 196-197; Rasim Musabeyov, “Azerbaycan’daki Etnik Azýnlýklar”, Avrasya Dosyasý, VII/1, Ankara 2001, s. 177-196.

meydana gelir. Baþta bir iki zamanýn ardýndan üç zaman yer alýr. Çok nâdir de olsa üç zamanýn baþta, iki zamanýn sonda yer aldýðý görülür. Buna Türk aksaðý evferi denilebilir. Usulün 5/8’lik birinci ve 5/4’lük ikinci mertebeleri kullanýlmýþtýr. Birinci darbý kuvvetli, ikinci darbý yarý kuvvetli, üçüncü darbý zayýf olan usul þarký, türkü, köçekçe, oyun havasý gibi formlarla saz semâilerinin dördüncü hânelerinde tercih edilmiþtir. Düm 2

Q

Türkler’in toplu halde Ýslâmiyet’i kabul etmeleri X. yüzyýlda gerçekleþmiþ, bu dönemde 10.000 çadýr halký Müslümanlýðý seçmiþtir (Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti, s. 225-226, 231). Ardýndan Ýslâm’a toplu halde giriþler devam etmiþ, Müslümanlýðý seçen kitleler ayný zamanda yerleþik hayata geçmeye baþlamýþtýr. Türkler arasýnda Ýslâmiyet’in yayýlmasýnda Satuk Buðra Han’ýn ihtidâsý önemli rol oynamýþ, Kýnýk beyi Selçuk 200.000 çadýr halkýyla müslüman olmuþ ve Gazi Selçuk adýný almýþtýr. Orta Asya’da Müslümanlýk, velîler kültü temelinde oluþan bir halk dindarlýðýný beraberinde getirmiþ, bu inanýþ bütün Türk topluluklarýna yayýlmýþtýr. Türkler, Abbâsîler’in son dönemlerinde bazý küçük devletler kurmuþ, bunlardan sonra Ýdil (Volga) Bulgar Hanlýðý, Orta Asya’dan gelen din davetçileri ve müslüman tüccarlar kanalýyla Ýslâmlaþmaya baþlamýþtýr. Karahanlýlar, Satuk Buðra Han’la birlikte müslüman olmuþ, bu dönemde Yesevî anlayýþýný temel alan Haydariyye, Bektaþîlik ve Nakþibendiyye tarikatlarý kurulmuþtur. Selçuklular Müslümanlýðý tedrîcî þekilde kabul etmiþtir. Selçuklular döneminde sûfîlik geliþmiþ, Türk kültürünün bir unsuru olarak varlýðýný sürdürmüþtür. Anadolu’da teþekkül eden ilk müslüman Türk devletlerinin askerî esaslar üzerine kurulmasý halkýn din anlayýþýna yansýmýþ ve gazâ ruhu kolonizatör Türk derviþlerinin yaþayýþ ve anlayýþlarýna hâkim olmuþtur. Bu du-

rum Anadolu’nun Türkleþmesi ve Ýslâmlaþmasýný saðlamýþtýr. Selçuklular’dan sonra Anadolu’ya egemen olan Osmanlýlar, Müslümanlýk anlayýþýný Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya kadar taþýmýþtýr.

5 8

Düm 2

Q

E

Tek 2

Tek

5 4

H

ya baþlamýþtýr. Buna paralel olarak TürkArap iliþkilerinde dostane münasebetler geliþmiþtir. Ebû Müslim-i Horasânî’nin kumandanlarýndan Ziyâd b. Sâlih’in kumandasýndaki Ýslâm ordusu ile Çin ordusu Talas vadisinde karþýlaþmýþ, Çin ordusunun yenilgiye uðramasý Türk Ýslâm tarihinin dönüm noktalarýndan birini teþkil etmiþtir. Halife Mansûr, Türkler’e önemli görevler verirken Hârûnürreþîd kendi muhafýz birliðini Türk askerlerinden oluþturmuþtur. Abbâsîler döneminde Türkler devletin üst kademelerinde de görev almýþtýr. Bu devirde Müslümanlýk tasavvuf yoluyla da yayýlmaya devam etmiþ, Ýslâmiyet özellikle Sâmânîler döneminde geniþ halk kitleleri arasýnda yayýlmýþtýr. Sâmânîler gayri müslim Türkler’e karþý akýnlar düzenleyen ilk Orta Asya devletidir. Sâmânîler devrinde Buhara Ýslâm ilâhiyatýnýn en önemli merkezlerinden biri haline gelmiþtir. X. yüzyýlda Ýmam Ebü’l-Hasan el-Eþ‘arî’ye paralel olarak Ýmam Mâtürîdî de Sünnî kelâmcýlýðýn esaslarýný ortaya koymuþ, ayný dönemde felsefe alanýnda Ýbn Sînâ yetiþmiþtir.

H

Q

Tek 2

Tek

Hacý Ârif Bey’in, “Yandým o güzel gözlere ben þûh-ý sitemkâr” ve “Beni candan usandýrdý cefâdan yâr usanmaz mý?” mýsralarýyla baþlayan sûzinak, “Ben bûy-i vefâ bekler iken sûy-i çemenden” mýsraýyla baþlayan nihâvend; Kemânî Tatyos Efendi’nin, “Mâvi atlaslar giyersin”, Hâfýz Yûsuf Efendi’nin, “Âsûde fikrim âvârelendi” mýsralarýyla baþlayan rast; Sermüezzin Rifat Bey’in, “Nerelerde kaldýn ey serv-i nâzým” mýsraýyla baþlayan nihâvend; Selâhattin Ýçli’nin, “Bir destan dolaþýr Bolu daðýnýn” mýsraýyla baþlayan nikriz þarkýlarý bu usulle ölçülmüþ eserlerden bazýlarýdýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Tanbûrî Cemil Bey, Rehber-i Mûsikî, Ýstanbul 1321, s. 137-138; Suphi Ezgi, Nazarî-Amelî Türk Musikisi, Ýstanbul 1935, II, 12-14; Rauf Yekta, Türk Musikisi, s. 102-103; Hüseyin Sâdeddin Arel, Türk Mûsýkîsi Nazariyatý Dersleri (haz. Onur Akdoðu), Ankara 1991, s. 69, 74, 88; Ýsmail Hakký Özkan, Türk Mûsikîsi Nazariyatý ve Usûlleri Kudüm Velveleleri, Ýstanbul 2006, s. 619-620; Sadeddin Heper, “Türk Mûsikisinde Usuller”, MM, sy. 344 (1978), s. 11.

ÿÝsmail Hakký Özkan

TÜRK ANSÝKLOPEDÝSÝ

1943-1984 yýllarý arasýnda yayýmlanan tarih, coðrafya, biyografi ve genel kültür ansiklopedisi.

˜

ÿHarun Güngör

– ˜

TÜRK AKSAÐI Türk mûsikisi usullerinden.

— ™

Beþ zamanlý ve üç vuruþlu bir küçük usulün adýdýr. Bir iki zamanla bir üç zamanýn, baþka bir deyiþle bir nîm-sofyanla bir semâinin birbirine eklenmesinden

Cumhuriyet döneminde devlet tarafýndan çýkarýlan ilk telif ansiklopedidir. Millî bir ansiklopedi yayýmlama düþüncesi 2-5 Mayýs 1939 tarihlerinde Ankara’da toplanan I. Türk Neþriyat Kongresi’nde ortaya çýktý. Bunun üzerine Maarif Vekâleti, umumi bir Türk ansiklopedisinin neþri amacýyla çalýþmalara baþlayýp 1 Ocak 1941’de bir büro kurdu. Dönemin Maarif vekili Hasan Âli Yücel, Cumhurbaþkaný Ýsmet Ýnö-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

533


TÜRK ANSÝKLOPEDÝSÝ

da yayýmlanan X-XI. ciltlerde ikinci defa genel sekreterlik görevini yürüttü. Ansiklopedide yer alan maddelere yazar imzalarýnýn konmayacaðý, ciltler tamamlanýnca baþ tarafa müellif imzalarýnýn ilâve edileceðinin bildirilmesine raðmen “okuyucuya itimat telkin etmek ve yazara ilmî sorumluluk vermek üzere” XIV. ciltten itibaren hacimli maddelere imza konmaya baþlandý. Kýsaltma þeklinde verilen yazar adlarý cildin sonunda gösterildi. Ansiklopedideki madde baþlarý askerlik, astronomi, bibliyografya, biyoloji, biyografya, botanik, coðrafya, denizcilik, dilcilik, din ve dinler tarihi, edebiyat, etnografya, felsefe, fizik, güzel sanatlar, havacýlýk, hekimlik, hukuk, jeoloji, kimya, matematik, mitoloji, mûsiki, sanayi, sosyoloji, spor, tarih, veterinerlik, ziraat ve zooloji olmak üzere otuz ilim dalýna ayrýldý. Türk Ansiklopedisi ’nin Ýnönü adýyla çýkan birinci cildinin iç kapaðýyla ayný cildin giriþ kýsmýnda yer alan Ýsmet Ýnönü’nün el yazýsýyla takdimi

nü’den ansiklopediye isminin verilmesi için izin istedi, olumlu cevap alýnca yeni kurulan büroya Ýnönü Ansiklopedisi Bürosu adý verildi. Büro baþlýca dünya ansiklopedilerinin nasýl hazýrlandýðýný, Türkiye’de bunun nasýl yürütülebileceðini ve eserde yer alacak maddeleri tesbit etmekle iþe baþladý. Bu çalýþmalar neticesinde 1941 yýlý Aðustosunda Ýnönü Ansiklopedisi Program ve Direktif Projesi adýyla bir kitapçýk bastýrýlarak ilim ve fikir adamlarýna gönderildi ve görüþlerini bildirmeleri istendi. Gelen görüþler incelendikten sonra 24 Ocak 1942’de Cumhurbaþkaný Ýsmet Ýnönü’nün katýldýðý bir toplantýda Hasan Âli Yücel’in baþkanlýðýnda yapýlan müzakerelerde ansiklopedi programýna son þekli verildi. 9 Þubat 1942’de basýlan ve yirmi altý maddeden oluþan programa göre Ýnönü Ansiklopedisi, bir sözlük veya monografiler mecmuasý yahut ilmî maddelerin fihristi mahiyetinde bir eser olmayacak, bütün ülkelerin ilmî ve fikrî birikimi yanýnda bilhassa Türklüðe, doðu ülkelerine ve Müslümanlýða ait bilgiler için önemli bir baþvuru kaynaðý þeklinde hazýrlanacaktý. Özellikle herhangi bir ansiklopedinin tercümesi veya benzeri olmamasý hedeflenen ansiklopedide çeþitli ilim dallarýna ait maddelerle ilgili bilgilerin en doðru biçimde ve en yeni þekliyle verilmesi düþünülüyordu. Müsbet ilimlere ve teknik bilgilere 534

dair maddelerden bir kýsmýnýn aynen tercüme edilmesi; millî, mahallî, siyasî, dinî konulardaki maddelerin ise mutlaka telif edilmesi kararlaþtýrýldý. Ansiklopedinin hacminin on iki-on beþ cilt kadar olmasý planlanmaktaydý. Programda ayrýca resim, þekil, harita, tablo ile madde baþlýklarýnýn düzenlenmesi, imlâsý, maddelerin nasýl yazýlacaðý, hacimleri ve gecikmeden yazýlabilmelerinin saðlanmasýna dikkat edilmesiyle ilgili hususlar yer almaktaydý. Programýn sonlarýnda böyle bir eserin lüzumuna, hemen bütün milletlerin kendilerine mahsus ansiklopedilerinin bulunduðuna, þimdiye kadar bunun hazýrlanamamýþ olmasýnýn ilim hayatý için önemli bir eksiklik olduðuna dikkat çekiliyordu. 1943 yýlýnda Ýnönü Ansiklopedisi’nin birinci fasikülü yayýmlandý. Ýlk üç fasikülün neþrinden sonra ansiklopedinin genel sekreteri Ýbrahim Alâeddin Gövsa görevinden ayrýlýnca yerine Agâh Sýrrý Levend getirildi. Danýþman olarak merkez ilim heyetinde Kenan Akyüz, Ekrem Akurgal, Bekir Sýtký Baykal, Abdülbaki Gölpýnarlý, Þemsettin Günaltay, Faik Reþit Unat, Þerefettin Yaltkaya, Suut Kemal Yetkin, Galip Ataç, Hikmet Birand ve Mehmet Altay Köymen gibi isimler bulunuyordu. Ýlk dört cildi Ýnönü Ansiklopedisi adýyla çýkan ansiklopedinin ismi 1951’de Türk Ansiklopedisi olarak deðiþtirilince Agâh Sýrrý Levend görevinden ayrýldý; 1961-1963 yýllarý arasýn-

Türk Ansiklopedisi, program hazýrlýklarý yapýlmadan ve hazýrlýk safhasý iyi deðerlendirilmeden yayýma baþlanmasý gibi sebeplerle eleþtirilmiþtir. Siyasî geliþmelere baðlý olarak 1946 yýlýnda Hasan Âli Yücel’in desteðinden mahrum kalan eser hükümet ve siyaset alanýndaki deðiþikliklerden de etkilenmiþ, yer yer bilimsel objektifliðe aykýrý ifadeler ansiklopedide yer almýþtýr. Ayrýca yayým süresinin uzunluðu ve ilmî niteliði bakýmýndan da tenkit edilmiþtir. Yayým süresinin uzamasý yüzünden birçok madde eskimiþ, bu durum eserin günün ihtiyaçlarýna göre yeni baskýlarýnýn yapýlmasýný gündeme getirmiþtir. Ansiklopedi maddelerinin seçiminde ve bilimsel içeriklerinde tutarsýzlýklar bulunmaktadýr. Çýkýþýndan itibaren farklý kadrolarca yönetilen ansiklopedinin bazý maddeleri sahasýnda uzman olmayan kiþilere yazdýrýldýðý için zayýf kalmýþ, birçok önemli madde esere alýnmamýþ, bazýlarý çok kýsa tutulmuþ, bazýlarý ise gereðinden çok yer kaplamýþtýr. Dilinde ve imlâsýnda da tam bir birlik görülmemektedir. Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinin 1000’i aþkýn hükümdarýndan sadece altmýþ yetmiþ kiþinin ansiklopediye alýnmasý, buna karþýlýk 1683 yýlýnda Osmanlýlar’ýn istilâ tehlikesine karþý Avrupa’yý ayaklandýrmaya çalýþan Alman rahibi Abraham A Sancta Clara, Türkler’e karþý açýlacak Haçlý seferinin tertiplenmesiyle görevlendirilen Macar baþpiskoposu ve kardinali Bakocz ve hayýr sever bir Ýngiliz olan Barnardo örneklerinde görüldüðü gibi ansiklopedi bakýmýndan ilgisiz sayýlabilecek maddelere yer verilmesi gibi hususlar da eleþtiri konusu yapýlmýþtýr. Bu tür eleþti-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK CAMÝÝ ye’de Ansiklopediciliðin Doðuþu ve Geliþmesi (yüksek lisans tezi, 1989), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 92-98; a.mlf., “Türkiye’de Ansiklopediciliðin Doðuþu ve Geliþmesi”, Metis Çeviri, sy. 10, Ýstanbul 1990, s. 32-40; Yaþar Nabi, “Ýnönü Ansiklopedisi”, Varlýk, XI/181, Ýstanbul 1941, s. 289290; Baki Süha, “Ýnönü Ansiklopedisi ve Yeni Gramer”, Yeni Mecmua, V/99, Ýstanbul 1941, s. 8-10; Fehmi Razi Caner, “Ýnönü Ansiklopedisi”, Yarým Ay, sy. 127, Ýstanbul 1941, s. 3; Abdullah Caner, “Türk Ansiklopedisi”, Kooperatifçinin Sesi, I/11, Ankara 1963, s. 3-5, 10-11; Þerif Baþtav, “Türk Ansiklopedisi (The Turkish Encyclopaedia), Ankara”, CT, I/1 (1964), s. 196-197; Ali Rýza Önder, “Türk Ansiklopedisinin Kara Yazgýsý”, Ilgaz, XIX/220, Ankara 1980, s. 10-11; “Türk Ansiklopedisi”, Kitap: Ayýn Kitaplarý, I/5, Ankara 1982, s. 24-25; Mahmut H. Þakiroðlu, “Tamamlanmasý

Türk Ansiklopedisi adýyla çýkan V. cildinin iç kapaðý

Pek de Beklenmeyen Ýki Büyük Ansiklopedimiz: Ýslâm Ansiklopedisi ve Türk Ansiklopedisi”, TT, X/60 (1988), s. 61-64; Hatice Aynur, “Agâh Sýrrý Levend Hayatý ve Eserleri”, JTS, XXIV/1 (2000), s. XVIII; “Türk Ansiklopedisi”, ABr., XXI, 264; “Türk Ansiklopedisi”, TDEA, VIII, 400-401; Nazým H. Polat, “Levend, Agâh Sýrrý”, DÝA, XXVII, 148-149.

ÿMustafa Birol Ülker

– riler arasýnda Batý Asorlar’da bir ada olan Flores, Yukarý Elbe nehrinin Bohemya’daki kollarýndan biri olan Adler gibi böyle bir ansiklopedide bulunmasý gereksiz sayýlan maddelere rastlanmasý da yer alýr. Öte yandan ansiklopedi amaçlandýðý gibi orijinal bir eser niteliðini kazanamamýþ, bazý yerli ve yabancý ansiklopedilerin etkisi altýnda kalmýþtýr. Türk dünyasýyla ilgili maddeler hem kýsa hem eksik, yabancýlara ait maddeler ise çok defa gereðinden fazla uzundur. Nitekim Bizans kumandaný Belisarios’a bir sayfaya yakýn yer verilirken Sultan Alparslan’a bir sütun ayrýlmýþtýr. Bütünlük ve tutarlýlýðýný kýsmen yitirmiþ olan ansiklopedi her þeye raðmen Türkiye, Türk tarihi, Türk dili ve edebiyatý gibi konularda ayrýntýlý bilgi içeren bazý maddelere sahiptir. Türk Ansiklopedi’si uzun bir yayým hayatýnýn sonunda otuz üç cilt halinde ancak 1984 yýlýnda tamamlanabilmiþtir. Son ciltte yer alan bilgilere göre yazý kurulu baþkaný ve baþredaktör Hasan Eren, yazý komisyonu üyeleri Hamza Zülfikar, Kayahan Erimer, Nevzat Gözaydýn, Tahsin Melan ve Ýsmail Parlatýr’dan meydana gelmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýnönü Ansiklopedisi, Ankara 1946, Önsöz, I, XV-XXVI; Birinci Türk Neþriyat Kongresi: 1-5 Mayýs 1939, Ankara 1939, s. 113-114; Ýnönü Ansiklopedisi Program ve Direktif Projesi, Ankara 1941; Ýsmail Ulçugür, Agâh Sýrrý Levend, Ankara 1982, s. 27-29; Agâh Sýrrý Levend, Türk Edebiyatý Tarihi, Ankara 1988, s. 476; Ayhan Aykut, Türki-

˜

TÜRK CAMÝÝ ( Q! ‫ (* א‬I ) Cerbe adasýnda Osmanlý döneminde yapýlan cami.

Tunus’un Cerbe adasýnda Hûmetüsûk diye adlandýrýlan kasabanýn merkezindeki Cezayir Meydaný’nda yer almaktadýr. Kitâbesi bulunmayan Türk Camii’nin (Câmiu’t-Türk) inþa tarihi konusunda kaynaklarda bir kayda rastlanmamýþtýr. Yapý Tunus’ta inþa edilen yapýlardan ziyade Libya’da Osmanlý devrinde inþa edilen camilere benzemektedir. Bu sebeple, Cerbe adasýnýn Osmanlýlar’ýn eline kesin olarak geçiþinden (1560) itibaren Trablusgarp beylerbeyiliðine idarî yönden baðlandýðý 1626 yýlýna kadarki dönemde inþa edilmiþ olmalýdýr. Günümüzden yaklaþýk yüzyýl önce yapýlan onarým sýrasýnda geniþletilen camiye son dönemde kýble yönündeki mekânlar kaldýrýlarak üç sýra halinde yirmi dört kubbe ile örtülmüþ bir bölüm eklenmiþtir. Bugün bakýmlý durumda bulunan camide onarýmlar devam etmektedir. Geniþ bir meydanýn ortasýnda yer alan cami beyaza boyanmýþ beden duvarlarý üzerinde kasnaksýz olarak yükselen, geniþlikleri farklý kubbelerle örtülü, yuvarlak gövdeli, tek þerefeli ve sivri külâhlý minaresiyle dýþtan dikkat çekicidir. Cami kýble yönünden ve güney tarafýndan alçak tutulan duvarlarýn sýnýrlandýrdýðý bir dýþ avlu ile kuþatýlmýþtýr. Dýþ avluya yuvarlak kemerli üç kapý ile girilmektedir. Avlu duvarlarý olduk-

Türk Camii’nin planý

ça sadedir. Dýþ avludan caminin revaklý avlusuna düz açýklýklý basit iki kapý ile geçilir. Ayrýca kuzey yönündeki ana caddeye açýlan bir kapýdan ulaþýlan avlunun batýsýnda ayrý küçük bir avlusu bulunan üçgen biçiminde helâ ve abdest alma mekânlarý vardýr. Buraya caddeye açýlan kapýlardan girilir. Dikdörtgen açýklýklý kapý ve pencerelere sahip caminin beden duvarlarý da sadedir. Ýlk inþasýndan kalan kýsýmla buna yapýlan ilâveden meydana gelen harim yatýk dikdörtgen planlýdýr. Ýbadet mekânýnýn 14,50 × 11,40 m. ölçülerindeki ilk bölümü, birbirine ve duvar pâyelerine yuvarlak kemerlerle baðlý on iki ayakla taþýnan yirmi kubbenin örttüðü çok destekli plan þemasýna sahiptir. Daha sonra bu mekânýn kuzey yönüne yine ayný plan düzenine göre on bölümlü bir mekân eklenerek harim, 24,10 × 11,40 m. boyutlarýna ulaþmýþtýr. Ýlâve mekânýn kýble yönü üç kubbe ile, diðerleri mihraba paralel uzanan beþik tonozlarla kapatýlmýþtýr. Mihrap niþinin iki yanýnda küçük odalar bulunmaktaydý. Dýþa çýkýntý yapan bu mekânlar son yýllarda kaldýrýlmýþtýr. Kýble yönünde enlemesine üç nef daha eklenerek harim geniþletilmiþtir. Örtü sisteminde görülen farklý uygulamalar, ibadet mekânýnýn kuzey cephesinden taþýntý yapan ve 1 m. derinliðindeki eyvan biçiminde içe açýlan mekânla ayrý formlardaki pâyeler yapýda çok fazla onarým ve eklemelerin yapýldýðýný göstermektedir. Ýç mekândaki taþýyýcýlar farklý biçimlerde ele alýnmýþtýr. Beyaz boyalý taþ pâyelerin üzerinde iki kalýn konsol ve silmelerle

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

535


TÜRK CAMÝÝ

zenginleþtirilen baþlýklar yer almaktadýr. Yapýnýn duvarlarýna az sayýda pencere açýldýðýndan iç mekân yeterince aydýnlatýlamamýþtýr. Caminin yeni olan at nalý kemerli mihrabý ve ahþap minberi sanatsal özellik taþýmaktadýr. Camide süsleme bulunmamaktadýr. Revaklý avluya caminin kuzey yönündeki sokaða ve dýþ avluya açýlan kapýlarla ulaþýlmaktadýr. Yol durumuna uydurabilmek için avlunun batý cephesi iki kademe halinde içe çekilmiþ, zemini taþ malzeme ile kaplanan avlu “ U ” þeklinde iki sýra revaklarla çevrilmiþtir. Kare pâyeler üzerindeki yuvarlak kemerlerle ortaya açýlan revaklar düz çatý ile örtülmüþtür. Avludaki revaklarýn kemer alýnlýklarý ve bunun üzerindeki yüzeyler tamamen sade býrakýlmýþtýr. Minarenin bulunduðu yönde dýþ avlu duvarýna yakýn revaklarýn kemer aralarý günümüzde kapatýlmýþ ve avluya birer kapý ile açýlan mekânlar haline getirilmiþtir. Minare harimin batý köþesinde 3 m. geniþliðinde kare bir kaide üzerinde yükselmektedir. Revaklý avluya açýlan basýk kemerli kapýdan girilen minarenin oldukça kalýn tutulan silindirik gövdesinden düz bir silme ile þerefeye geçilmektedir. Gövdeye göre daha kýsa ve ince olan petek bölümünün üzeri konik biçimde külâhla örtülmüþtür. Osmanlý döneminde Tunus’ta inþa edilen camilerin büyük bölümü üst örtünün çok destekle taþýndýðý yatýk dikdörtgen plan þemasý göstermektedir. Bunlarýn önemli bir kýsmýný mihrap önünün kubbe, diðer bölümlerin tonozlarla örtüldüðü yapýlar oluþturmaktadýr. Ayný grup içinde deðerlendirilebilecek olan Türk Camii’nde ilk yapýmdan kalan harim diðerlerinden farklý þekilde kubbelerle kapatýlmýþtýr. Enlemesine geliþen eserler arasýnda bu yönüyle Türk Camii, Tunus’ta tek örnek durumundadýr. Ýbadet mekânýnýn kuzeyinde üç yönden revaklarla çevrilen avlu, harimle avlu duvarýnýn kesiþtiði yerde minareye yer verilmesi Osmanlý döneminde benzerlerine oldukça sýk rastlanan bir uygulamadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Yýlmaz Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, Ankara 1989, II, 478; P. Cuneo, “The Multi-Domed Mosque Architecture of Tripoli, Libya, Between Regional Tradition and Ottoman Influence”, 9. Milletlerarasý Türk Sanatlarý Kongresi: Bildiriler, Ankara 1995, I, 511-519; Kadir Pektaþ, Tunus’ta Osmanlý Mimari Eserleri, Ankara 2002, s. 36-37; C. Canavate – P. Roussel, “L’architecture de Djerba”, Echanges, I, Tunus 1978, s. 1-124; G. Yver, “Cerbe”, ÝA, III, 107; R. Mantran, “Jarba”, EI 2 (Fr.), II, 473.

ÿKadir Pektaþ

536

Türk Camii – Cerbe / Tunus

˜

TÜRK DÝL KURUMU Türk dili konusunda araþtýrma ve yayýn yapmak amacýyla esasý 1932’de oluþturulan kurum.

12 Temmuz 1932’de Gazi Mustafa Kemal’in isteði üzerine Sâmih Rifat baþkanlýðýnda Ruþen Eþref (Ünaydýn), Celâl Sahir (Erozan) ve Yakup Kadri (Karaosmanoðlu) tarafýndan Türk Dili Tetkik Cemiyeti adýyla kuruldu. Cemiyet nizamnâmesinin 3. maddesine göre Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal koruyucu baþkandýr. Dil konusunda yapýlacak çalýþmalarý belirlemek ve yöntemi tartýþmak için Mustafa Kemal’in tâlimatýyla 26 Eylül’de Dolmabahçe Sarayý’nda toplanan I. Türk Dil Kurultayý’nda cemiyet baþkanlýðýna Sâmih Rifat seçildi. 1934’te yapýlan II. Türk Dil Kurultayý’nda mevcut nizamnâmenin Türkçeleþtirilmesi yolunda umumi merkez heyetine verilen yetki sonucunda cemiyetin adý önce Türk Dili Araþtýrma Kurumu’na ve ardýndan Türk Dil Kurumu’na dönüþtürüldü; bu ad, 1936 yýlýnda toplanan III. Türk Dil Kurultayý’nda kabul edilen ana nizamnâmenin 1. maddesinde yer alarak resmîleþti.

Bir cemiyet þeklinde kurulmasýna raðmen devlet himayesinde çalýþmalarýna baþlayan kurumun ilk nizamnâmesinde Maarif vekilinin fahrî reis olduðu belirtilirken Sâmih Rifat’ýn 3 Aralýk 1932 tarihinde ölümünün ardýndan dönemin Maarif vekilleri baþkanlýk görevini yürütmeye baþladýlar. 1936’da kabul edilen nizamnâmenin 5. maddesine göre kurum baþkanlýðý görevini 1951 yýlýna kadar dönemin Maarif vekilleri yerine getirdi. Demokrat Parti zamanýnda Maarif vekili Tevfik Ýleri’nin Maarif vekillerinin kurum baþkanlýðýný üstlenmesinin uygun olmayacaðýný belirtmesi üzerine 1951’de toplanan fevkalâde Dil

Kurultayý’nda yapýlan nizamnâme deðiþikliðiyle Maarif vekillerinin kurum baþkanlýðýna son verildi; kurultayda seçilecek idare heyetinin kendi içinden bir kiþinin baþkanlýða getirilmesi hükmü kabul edildi. 1982 anayasasýnýn 134. maddesi gereðince de Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun dernek olma özelliði kaldýrýldý; her iki kurum, 1983’te oluþturulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatýsý altýnda tüzel kiþiliðe sahip anayasal kamu kurumuna dönüþtürüldü. 2876 sayýlý kanunla kurum baþkanlarý üçlü kararnâme ile tayin edilmeye baþlandý. Kurumun en önemli organý Türk Dil Kurultayý idi. Kurultaylarda kurumun tüzük ve yönergeleri, çalýþma planlarý belirlenip yönetim kadrosu seçildiði gibi Türk diliyle ilgili bildiriler de sunulup tartýþýlýyordu. Bu geleneðin temellerinin atýldýðý I. Türk Dil Kurultayý’nda davetliler arasýnda dil bilimcilerin yaný sýra Abdülhak Hâmid (Tarhan), Sâmipaþazâde Sezâi, Halit Ziya (Uþaklýgil), Cenab Þahabeddin, Hüseyin Cahit (Yalçýn), Hüseyin Rahmi (Gürpýnar), Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmed Hâþim, Ahmed Râsim, Falih Rýfký (Atay), Yunus Nadi gibi þair ve yazarlar, gazeteciler, Türkçe’yi en sade konuþtuðu düþünülen Yörük Türkmen aþiretlerinden temsilciler de yer alýyordu. Türkçe’nin Sumer, Eti gibi en eski dillerle, Hint-Avrupa ve Sâmî dilleriyle karþýlaþtýrýlmasý, tarihî geliþiminin araþtýrýlmasý ve karþýlaþtýrmalý dil bilgisinin yazýlmasý, lehçeler ve terimler sözlüklerinin hazýrlanmasý, bir Türkçe sözlük çýkarýlmasý, halk dilinde ve tarihî metinlerdeki Türkçe kökenli sözlerin taranmasý ve yayýmlanmasý, Türkçe’de söz türetme ilkelerinin belirlenmesi ve bu ilkelere uygun biçimde Türkçe köklerden yeni sözler türetilmesi, özellikle yazý dilinde kullanýlan yabancý kökenli kelimelerin yerini alacak öztürkçe

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK DÝL KURUMU

kelimelerin önerilmesi ve yaygýnlaþtýrýlmasý, baþka ülkelerde yayýmlanan Türk diliyle ilgili yayýnlarýn toplanmasý, gerekli olanlarýn Türkçe’ye çevrilmesi, Türk diliyle ilgili yazýlarýn yer aldýðý bir derginin çýkarýlmasý, gazetelerde dil konularýna özel bir sayfa ayrýlmasý kurultayda belirlenen hususlardý. Kurultayýn ardýndan cemiyet tarafýndan 17 Ekim 1932 tarihinde yapýlan açýklamada dil konusunda köklü iþlerin yapýlmasýna karar verildiði, bu iþlerle Türk Dili Tetkik Cemiyeti Merkez Heyeti’nin görevlendirildiði belirtildi. Türk dilini millî kültürün eksiksiz bir anlatým aracý haline getirmek, çaðdaþ uygarlýðýn ortaya koyduðu bütün gerekleri karþýlayacak bir mükemmelliðe eriþtirmek, temel öðeleri öztürkçe olan millî bir dil geliþtirmek kurultayýn amacý olarak gösterildi. Halk ile aydýnlar arasýnda nitelik bakýmýndan iki ayrý dilin varlýðýna son verilmesi halkçýlýk ilkesinin bir gereði kabul edilmekteydi. Bunu gerçekleþtirmek amacýyla Türkçe’ye yabancý olan unsurlarýn yazý dilinden çýkarýlmasý gerekiyordu. Bunun için yazýlý kaynaklarý, halk aðzýnda yaþayan dil malzemesini araþtýrarak geniþ derleme ile Türk lehçelerini de kapsayacak büyük bir Türk lugatýnýn hazýrlanmasý ve Türkçe’nin dil bilgisiyle söz diziminin ortaya çýkarýlmasý saðlanmalý, bilim dilinin esasýný teþkil eden terimler de belirlenmeliydi. Ýcra Vekilleri Heyeti tarafýndan 21 Kasým 1932 tarihinde kabul edilen Söz Derleme Tâlimatnâmesi ve 1933 yýlý baharýnda yayýmlanan beyannâmelerle daha sonra Atatürk’ün dil devrimi olarak adlandýrýlacak çalýþmalar Türk Dil Kurumu tarafýndan yürütüldü. Kurum, konuþma ve yazý dilinde kullanýlan Arapça, Farsça sözlerin yerine Türkçe karþýlýklarýn bulunmasý için halk aðzýndan derleme, tarihî metinlerden tarama yapma, Türkiye dýþýndaki Türk topluluklarýnýn söz varlýðýný araþtýrma, Türkçe kök ve gövdelerden yeni kelime türetme çalýþmalarýný yürüttü. Bu çalýþmalar sonucunda binlerce kelime üretildiyse de bunlarýn bir kýsmý yaygýnlaþmadý. Önerilen bazý sözlerin ise bugün baþka anlamlarda kullanýldýðý görülmektedir. Öte yandan dilde kullanýlan bir söze birden fazla karþýlýk önerilmesi bunlardan hangisinin kullanýlacaðý konusunda karýþýklýk yaþanmasýna yol açtý. Meselâ “akýl” kelimesi için yirmi sekiz karþýlýk bulunuyordu. Günlük dilde yaþayan ve kullaným sýklýðý yüksek olan sözler bile Arapça, Farsça olduklarý gerekçesiyle karþýlýk aranacaklar listesinde yer aldý, böylece özleþme çalýþmasý tasfiyeciliðe

dönüþtü. Aþýrý özleþtirmecilik yeni bir dil karmaþasýna yol açtý. Arapça ve Farsça’dan alýnan, fakat gündelik hayatta kullanýlan yüzlerce sözün yeni karþýlýklarý halk tarafýndan benimsenmediði için dilden ayýklandý. Yerleþip yaygýnlaþmýþ yabancý kökenli sözlerin dilden atýlarak yerine kimsenin anlayamadýðý sözlerin konulmasýndan rahatsýz olan Atatürk’e 1935 yýlýnýn sonlarýna doðru Viyanalý Hermann F. Kvergic tarafýndan kýrk bir sayfalýk basýlmamýþ bir çalýþma gönderildi. “La psychologie de quelques éléments des langues turques” adýndaki bu eserde Kvergic sosyolojik ve antropolojik çalýþmalara dayanarak Türk, Moðol, Mançu, Tunguz dilleriyle Fin, Macar, Japon, Hitit dilleri arasýnda bir yakýnlýðýn bulunduðunu ortaya koyduðuna inandýðý delilleri deðerlendiriyordu. Eseri inceleyen Atatürk’ün Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakýmýndan Türk Dili: Notlar adýyla hazýrladýðý, 1935’te basýlan eserinde Kvergic’in çalýþmasýndan yararlandýðý belirtilmektedir. Güneþ-Dil teorisinin Atatürk’ün bir buluþu olduðu, onun tarafýndan geliþtirildiði, ancak kendi adýnýn ilân edilmesini istemediði bilinmektedir. Bu düþünceye göre dilin doðuþunda ilk etken güneþtir. Güneþ, insanlýk tarihinin geliþmesi üzerindeki bu iþleviyle dinî ve felsefî düþüncenin doðuþuna kaynaklýk ettiði gibi dilin doðuþunda da baþlýca etken olmuþtur. Ýnsanoðlunun içgüdüleriyle davranan bir yaratýk niteliðinden çýkýp düþünebilen bir varlýk seviyesine gelmesiyle evrende her þeyin üstünde ilk gördüðü nesne güneþtir. Bu kavramý anlatan ilk ses de Türk dilinin kökü olan “að” sesidir. Türk dilinin eskiliðini ortaya koyan bu teori, ayný zamanda dünyadaki dillerin Türk dilinden kaynaklandýðýný ve Türkçe’nin bütün dillerin kökü olduðu düþüncesini iþliyordu. Bu sýrada kurumun genel sekreteri Ýbrahim Necmi Dilmen’in Güneþ Dil Teorisinin Ana Hatlarý adlý kitabý yayýmlandý (1936). Kurum Güneþ-Dil teorisini açýklayan eserleri birbiri ardý sýra neþretmeye devam etti. 24 Aðustos 1936 tarihinde toplanan III. Türk Dil Kurultayý’nda en çok tartýþýlan konu Güneþ-Dil teorisidir. Budan sonra teori üzerine çalýþmalar artarak sürdü. Türkçe’deki yabancý kökenli sözlerin büyük bir bölümünün aslýnda Türkçe kökenlere dayandýðý iddia edildi. Güneþ-Dil teorisi dil devrimi ve Türk Dil Kurumu için yeni bir dönemin baþlangýcý oldu ve bütün dillerin kaynaðý Türkçe sayýldýðýndan tasfiyecilik tamamen durdu. Atatürk, Türk Dil Kurumu’nun çalýþmalarýný bilimsel temellere dayalý olarak sür-

dürmesi için akademi halini almasý dileðini 1 Kasým 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açýþ konuþmasýnda dile getirdi. Bu arada geometri terimleri üzerine çalýþtý ve yabancý kökenli terimleri Türkçeleþtirerek Geometri adýyla bir kitap yazdý. Türk Dil Kurumu’na verdiði önemi, Ýþ Bankasý’ndaki hisselerinin gelirlerinden kurumun pay almasý için vasiyetnâmesine bir madde ekleyerek gösterdi. Atatürk’ün ölümünden sonra Türk Dil Kurumu’nun koruyucu baþkaný Ýsmet Ýnönü oldu. 19401950 arasýndaki dönemde yabancý sözlerin yerine Türkçe kök ve eklerden yeni sözler türetildi. 1945’te Teþkîlât-ý Esâsiyye Kanunu “anayasa” adýyla özleþtirildi. Ayný yýl Türk Dil Kurumu’nun çýkardýðý Türkçe Sözlük yayýmlandý. Kurumun çalýþmalarýna gelen eleþtirilerin ilki Ýstanbul Muallimler Birliði’nin 1948 yýlýnda düzenlediði I. Dil Kongresi’nde yapýldý. 23 Ekim 1948 tarihinde baþlayan ve dokuz gün süren kongre, on beþ kadar Türkçe ve edebiyat öðretmeninin okul kitaplarýnýn dilinden yakýnmasý üzerine düzenleniyordu. Kongrede Türk Dil Kurumu’nun amatörlerin elinden alýnarak bir akademiye dönüþtürülmesi isteniyordu. Burada üzerinde durulan kurum–hükümet– Cumhuriyet Halk Partisi iliþkisi, 1950 yýlýnda yapýlan seçimleri Demokrat Parti’nin kazanmasýyla ilginç bir duruma dönüþtü. Kurumun koruyucu baþkaný Ýsmet Ýnönü, Cumhuriyet Halk Partisi genel baþkanýdýr, tüzüðe göre kurumun baþkaný ise Demokrat Parti hükümetinin Millî Eðitim Bakaný Tevfik Ýleri’dir. Bu karýþýklýða son vermek için 8 Þubat 1951 tarihinde toplanan Olaðanüstü Türk Dil Kurultayý’nda Tevfik Ýleri, kurum baþkanlýðýnýn bilimsel bir iþ olduðunu ve kurum çalýþmalarýnýn siyasî bir endiþeye kapýlmadan sürdürülmesi gerektiðini belirtti. Yapýlan tüzük deðiþikliðiyle Millî Eðitim bakanlarýnýn baþkanlýk sýfatý kaldýrýldý, yönetim kurulunun kendi içinden baþkan seçmesi kuralý getirildi. Dernekler Kanunu’na göre seçilmesi gereken yönetim kurulu, denetleme kurulu ve haysiyet kurullarý oluþturuldu. Kurumun þubeler açmasý kabul edildi. Asýl üyeler yanýnda þeref üyeliði, yardýmcý üyelik ve muhabir üyelikler oluþturuldu. Yeni tüzükteki deðiþikliklerin en önemli sonucu kurumun hükümetin desteðini kaybetmesidir. Demokrat Parti iktidarý döneminde kurumla hükümet arasýndaki tartýþmalar devam etti. Kurumun ödeneði önce azaltýldý, sonra tamamen kaldýrýldý. 1945’te özleþtirilen anayasa 1952’de yeniden eski haline çevrildi. Türkiye Büyük Millet Mec-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

537


TÜRK DÝL KURUMU

lisi’nde yapýlan görüþmelerde Türk Dil Kurumu’yla ilgili eleþtiriler gündeme getirildi. 27 Mayýs 1960 hareketinden sonra kurumla hükümet arasýnda yeniden iliþki kuruldu ve anayasanýn dili 1961’de tekrar özleþtirildi. Türk Dil Kurumu’na yönelik ikinci büyük giriþim Türkiye Muallimler Birliði’nin 1968’de düzenlediði II. Dil Kongresi’dir. Kongrenin açýlýþýndan iki gün önce bir basýn toplantýsý düzenleyen birliðin baþkaný Faruk Kadri Timurtaþ dilde sadeleþmeye, özleþmeye taraftar olduklarýný, ancak bunun ölçülü þekilde ve yaþayan dilden uzaklaþmadan yapýlmasý gerektiðini, Muallimler Birliði’nin dilde uydurmacýlýða þiddetle karþý olduðunu söyledi. Kurum Atatürk’ün yolundan ayrýlmýþ, uydurmacýlarýn eline geçmiþtir. Yapýlmasý gereken þey Atatürk’ün görüþlerine uygun biçimde bir dil akademisinin kurulmasýdýr. Kongrede Türk Dil Kurumu’nun özleþtirme adý altýnda dili tahrip ettiði, Atatürk’ün parasý ile Atatürk’ün Nutuk’unun lekelendiði ileri sürüldü ve kurum Atatürk’e ihanetle suçlandý. Kurumun bu dönemde eleþtirilen yanlarýndan biri de dilden sadece Arapça, Farsça kökenli sözlerin atýlmasýydý. Halbuki Batý dillerinden ve özellikle Ýngilizce’den çok sayýda kelime Türkçe’ye girmeye baþlamýþtý. Batý kaynaklý sözlere karþýlýk bulma çalýþmasý 1970’li yýllarda gündeme geldi. Türkiye’de Ýngilizce ile öðretimin yaygýnlaþmaya baþladýðý 1950’lerde Anglosakson kültürünün yoðun etkisi görülürken kurum dildeki Arapça ve Farsça kökenli sözlere karþýlýk bulmakla uðraþýyordu. Nihayet 1972’de Batý dillerinden geçen sözlerin karþýlýklarýný veren kýlavuz yayýmlandý. 1960’lý yýllarýn sonlarýnda baþlayan dil tartýþmalarý 1970’lerde de sürdü. Kurumun çalýþmalarýnýn, yayýnlarýnýn yaný sýra verdiði ödüller de eleþtiriliyordu. Ülkedeki kargaþa ve þiddet olaylarý yanýnda dil tartýþmalarý da ideolojik zemine kaydý. Türk Dil Kurumu’na yönelik üçüncü toplu giriþim, 19 Aralýk 1979 tarihli Tercüman gazetesinde baþlayan ve “Yaþayan Türkçemiz” baþlýklý sayfada her gün dille ilgili yazýlarýn yayýmlanmasýdýr. Bu sayfalarda Faruk K. Timurtaþ, Tahsin Banguoðlu, Þükrü Elçin, Ahmet B. Ercilasun, Hasan Eren, Erol Güngör, Necmettin Hacýeminoðlu, Mustafa Kafalý, Zeynep Korkmaz, Mertol Tulum, Türk Dil Kurumu’nu, kurumun çalýþmalarýný ve yayýnlarýný eleþtirdiler. Bu yazýlara kurumun Türk Dili dergisinde cevap verildi. Derginin Þubat 1980 sayýsýnda Ömer Asým Aksoy ile yapýlan konuþmada Aksoy yaþayan Türkçe, ya538

þayan dil gibi adlarla çok defa Osmanlýca savunuculuðu yapýldýðýný ileri sürüyordu. Bu tartýþmalar devam ederken 1982 yýlýnda kabul edilen anayasanýn 134. maddesiyle Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na baðlandý. 11 Aðustos 1983 tarihinde kabul edilen 2876 sayýlý yasa ile Türk Dil Kurumu ve diðer baðlý kuruluþlarýn çalýþma esaslarý belirlendi. 18 Ekim 1983 tarihinde Resmî Gazete’de yayýmlanan atama kararnâmesiyle Hasan Eren, Türk Dil Kurumu baþkanlýðýna gelirken kurum tarihinde de yeni bir dönem baþlamýþ oluyordu. Kurumun yeni yapýlanmasý, çoðunlukla üniversitelerde Türk dili ve edebiyatýyla ilgili alanlarda görev yapan öðretim üyeleri arasýndan seçilmiþ kýrk bilim adamýndan oluþan Bilim Kurulu’na dayanmaktaydý. Böylece kurumun bir akademi durumuna gelmesi yolunda önemli bir adým atýldý. Ancak bu yeni yapý özellikle kurumun eski yöneticileri ve üyelerince eleþtirildi. Konu zaman zaman yargýya taþýndý. Atatürk’ün Ýþ Bankasý’ndaki hisse gelirlerinin ödenmesinde yaþanan sorunlar üzerine açýlan davalarda Türk Dil Kurumu’nun Atatürk’ün kurduðu kurum olduðu ve Atatürk’ün vasiyetnâmesine göre hisselere düþen gelirlerden yararlanacaðý yargý tarafýndan hükme baðlandý. Üyeler ve þeref üyeleri arasýnda Andrey N. Kononov, Hamit Zübeyr Koþay, Agâh Sýrrý Levend, Necip Asým Yazýksýz, Gyula Németh, Naim Hazým Onat, Omelijan Pritsak, Þevket Rado, Martti Räsänen, László Rásonyi, Jan Rypka’nýn da bulunduðu Türk Dil Kurumu Türkçe’nin geliþmesi, zenginleþmesi, özleþmesi yolunda çalýþmalarýný bilimsel yöntemlerle sürdürmeye çalýþmaktadýr. Son yýllarda Türk diliyle ilgili eserlerin yayýmýna aðýrlýk verilen kurumda terimler konusunda ilgili daldaki bilim adamlarýndan oluþturulan çalýþma gruplarýyla terim sözlükleri hazýrlama yoluna gidildi. Bir bilim kurumuna dönüþen Türk Dil Kurumu, üniversitelerdeki öðretim üyelerinin Türkçe’nin çeþitli alanlarýnda yürüttükleri çalýþmalarý sayýsý 1000’i aþan yayýnlara dönüþtürdü. Türk Dili, Türk Dili Araþtýrmalarý Yýllýðý Belleten, Türk Dünyasý Dil ve Edebiyat Dergisi adýyla üç süreli yayýn çýkararak son yýllarda gerçekleþtirdiði projelerle bütün sözlüklerini, Yazým Kýlavuzu’nu ve diðer baþvuru kaynaklarýný www.tdk.org.tr adresindeki sitesine, hatta mobil telefon (gsm) cihazlarýna taþýyarak Türk diliyle ilgili etkin bir kurum olma özelliðini kazandý.

BÝBLÝYOGRAFYA : Þükrü Halûk Akalýn, “Cumhuriyet Döneminde Türkçe”, Türkler (nþr. Hasan Celâl Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XVIII, 15-53; a.mlf., “Atatürk Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu”, TDl., LXXXIV/ 607 (2002), s. 1-58; a.mlf., “Bir Tarih: Birinci Sayýsýndan Yedi Yüzüncü Sayýsýna Türk Dili”, a.e., XCVIII/700 (2010), s. 296-323; Nail Tan, Kuruluþunun 70. Yýlýnda Türk Dil Kurumu, Ankara 2002; a.mlf., Atatürk ve Türk Dil Kurumu, Ankara 2006; Kuruluþundan Günümüze Türk Dil Kurumu (Nizamname, Tüzük, Yasa ve Yönetmelikler), Ankara 2007, s. 7-15; Ömer Asým Aksoy, “Elli Yaþýnda”, TDl., XLV/367 (1982), s. 13-22; Ahmed B. Ercilasun, “Türk Dil Kurumu ve Dil Konusunda Tartýþmalar”, a.e., sy. 568 (1999), s. 259-268; Ýsmail Parlatýr, “Türk Dil Kurumunda Sözlük Çalýþmalarý”, a.e., s. 270-284; Bilâl Yücel, “Türk Dil Kurumunun Kuruluþunun 70. Yýlýnda Kitaplarýmýz”, a.e., LXXXIV/607 (2000), s. 119139; Belgin Tezcan Aksu, “Türk Dil Kurumunun Sözlük Çalýþmalarý”, a.e., s. 140-174; J. M. Landau, “Madjma. .Ilmý”, EI 2 (Ýng.), V, 1100-1101.

ÿÞükrü Halûk Akalýn

TÜRK DÜÞÜNCESÝ

Peyami Safa’nýn (ö. 1961) 1953-1960 yýllarý arasýnda çýkardýðý düþünce ve sanat dergisi. ˜ ™

Yayýn hayatýna Peyami Safa yönetiminde 1 Aralýk 1953’te baþlayan Türk Düþüncesi edebiyatýn yaný sýra mûsiki ve resim gibi güzel sanat dallarýna, zaman zaman siyasî konulara da yer veren muhafazakâr bir dergidir. Nitelikli polemik ve anketlerle, son dönemlerinde siyasal ve sosyal konularýn iþlendiði özel sayýlarýyla dikkati çeker. Toplam altmýþ üç sayý yayýmlanmýþtýr. Yazý kadrosunda Peyami Safa dýþýnda Mustafa Þekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Mesut Cemil Tel, Agâh Sýrrý Levend, Ismayýl Hakký Baltacýoðlu, Behçet Kemal Çaðlar, Reþat Ekrem Koçu, Ahmet Ateþ, Nurettin Sevin, Elif Naci, Vecdi Bürün, Ahmet Kutsi Tecer, Fazýl Hüsnü Daðlarca gibi yazar, þair ve bilim adamlarý vardýr. Ýleriki sayýlarda bu imzalarýn bir kýsmý ortadan kalkarken yeni imzalar görülür. Türkiye’nin meselelerini yeni bir bakýþ açýsýyla ele alma iddiasý taþýyan ve 46. sayýsýna kadar aylýk, daha sonra iki ayda iki sayý bir arada çýkan dergi yayýmýna 1956, 1958 ve 1959 yýllarýnda üç ile yedi ay arasýnda deðiþen sürelerle ara vermiþtir. Son sayýlarýnýn zor þartlarda çýkarýldýðý ve neþrine her an son verilebileceði bilinmekteydi. Dergi 27 Mayýs 1960 askerî darbesiyle kapatýlmýþtýr. “Türk Düþüncesi” imzasýyla derginin çýkýþ gerekçesinin açýklandýðý “Program” baþlýklý yazýda Türk Yurdu, Yeni Mecmua,

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK DÜÞÜNCESÝ

Sebîlürreþâd ve Ýctihad mecmualarýnýn, Türk ve müslüman kalarak Avrupalý gibi düþünmek ve yaþamak zorunda býrakýlan bir millete ait tek realitenin üç cephesini birbirinden ayýran ana düþünce akýmlarýný temsil ettiði için uzun ömürlü olduðu, Cumhuriyet’ten sonra yayýmlanan dergilerden çoðunun böyle bir ana düþünce taþýmadýðýndan fazla yaþamadýðý, esasen Meþrutiyet’ten bu yana çýkan fikir dergilerinden hiçbirinin XX. yüzyýlýn büyük meselelerini ve bunlarýn millî kaderle ilgisini sezemediði, hemen hepsinin çoktan tarihe karýþan bir Avrupa’yý, yani XIX. yüzyýlýn ilk üç çeyreðinde kalmýþ ve bugün tamamen terkedilmiþ düþünce kalýplarýný savunduðu ifade edilir. Tam bir fikir ve deðer karmaþasý içindeki Türk kültür hayatý, halis deðerlerle sahtelerinin birbirinden ayrýlmasýný saðlayacak bir kriterden yoksundur. Yapýlmasý gereken, Türk düþüncesini Batý’daki düþünce akýmlarýyla devamlý temas halinde bulundurmak, inkýlâp-irtica ikiliði halinde basitleþtirilen rejim davasýný son ilim verilerinin ýþýðý altýnda gerçek bir fikir davasý seviyesine ulaþtýrmak, düþünce hayatýndan sahte deðer ve düþünceleri ayýklayarak gerçeklerin ortaya çýkmasýný saðlamaktýr. Bu amaçlarla yola çýkan Türk Düþüncesi, ayný zamanda Türk devriminin geleceðe yönelen yaratýcý hamlelerine karþý koymak isteyenlerle geçmiþin canlý deðerlerini mahkûm etmeye çalýþanlarýn yanýlgýlarýný ortaya koymak ve geçmiþ-gelecek, Doðu-Batý, madde-mâna gibi ikiliklerden Türkiye’nin tarih ve coðrafya durumuna uygun üstün bir senteze varýlabileceðini, böylece bugünün huzurunu kaçýran ruh gerginliðinin, kültür ve medeniyet buhranýnýn aþýlabileceðini açýklamak iddiasýndadýr. Derginin ilk sayýnýn ikinci yazýsý “Türk Düþüncesi ve Batý Medeniyeti” baþlýðýný taþýmaktadýr. Peyami Safa, bir bakýma o güne kadarki bilgi birikiminin sonuçlarýný açýkladýðý bu önemli yazýsýnda Türk Düþüncesi dergisinde savunmak istediði sentez fikrini geniþ biçimde ifade eder. Batý, sanýldýðý gibi belirli ve deðiþmez bir gerçek deðil sürekli bir oluþ halinde ve eskiyen taraflarýný tasfiye eden canlý bir dünyadýr. O halde Batý rüyasýndan uyanýp önce “hangi Batý?” sorusu sorulmalýdýr. XIX. yüzyýlda iki büyük düþünce akýmýndan biri olan pozitivizm kaba tecrübe ve müþahede alanýnýn dýþýnda kalan, ölçülmesi mümkün olmayan, belirli bir sebep-netice zincirine baðlanmayan hiçbir gerçeði kabul etmiyordu. Dinin ve ahlâkýn yerine göz dikerek insanlýðý mutluluða götürme iddi-

asýyla yola çýkan ve medeniyeti âdeta teknoloji ve konforla özdeþleþtiren bu ilim görüþünü ciddi þekilde sarsan felsefe ve sanat akýmlarý doðmuþtur. Türkiye’de Batýlýlaþma düþüncesini temsil edenlerin iþine gelmediði için bunlar pek incelenmemiþ, dolayýsýyla etkilerini fazla hissettirememiþtir. Peyami Safa’ya göre XX. yüzyýlýn baþýnda doðan büyük huzursuzluk, üzerine iki büyük savaþýn acýlarý da eklenince ilmin ve aklýn her þeyi açýklayabileceði ve insanlýða ebedî barýþ ve düzen getireceði hayalini yýkmýþtýr. Yüzyýlýn en büyük romancýlarý ve tiyatro yazarlarý tarafýndan güçlü biçimde dile getirilen bu kriz þu açýk gerçeði gözler önüne sermektedir: Her insan ancak kendisi için muteber bir sýr taþýr; ilim ve akýl bunu izah edemez. Bu sýrra ancak yaþanarak, sýrf þahsýmýza has bir tecrübenin, çok defa da mistik bir tecrübenin içinden varýlabilir. Arnold Toynbee’den ödünç aldýðý “zélotisme” ve “hérodianisme” kavramlarýný kullanarak Batý medeniyeti karþýsýndaki tutumu deðerlendiren Peyami Safa, Kavalalý Mehmed Ali Paþa’nýn Mýsýr’da, Mustafa Kemal’in Türkiye’de gerçekleþtirdiði hareketi herodyanizme örnek gösterir. Toynbee gibi o da herodyenlerin benimsediði tarzýn üstün bir yabancý kuvvet karþýsýnda en doðru savunma tarzý olduðu düþüncesindedir. Ancak bunun da birtakým zaaflarý vardýr; bir defa yaratýcý deðil taklitçidir ve halka mal olmaz, sadece bir aydýn özlemi biçiminde kalýr. Herodyanizmin tehlikelerinden korunmak için millî geleneklerin canlandýrýlmasý gerekir. Toynbee, eski bir medeniyetin yabancý bir medeniyete karþý verebileceði üçüncü cevabý hiç düþünmemiþtir. Bu üçüncü cevap, bir milletin yabancý bir medeniyetle kendi millî ve dinî geleneklerini uzlaþtýran âhenkli bir sentezin oluþturulmasýdýr. Þu halde Türkler gibi köklü bir medeniyetin mirasçýsý olan bir millet, iki medeniyetin canlý deðerlerini uzlaþtýrarak zelotizm geriliðine ve herodyanizm maymunluðuna düþmeden çaðdaþ dünyadaki yerini alabilir. Nitekim XX. yüzyýl Avrupa’sý da I. Dünya Savaþý’ndan sonra ihtiyaç duyduðu büyük mânevî aþýyý Doðu’da bulabileceðini düþünmüþtür. O tarihten beri Batý’da Doðu medeniyetlerinin deðerlerini araþtýrmak ve kendi kültürlerine katmak için hummalý bir çalýþma devam etmektedir. 1930’larýn baþýndan beri yazýlarýnda, bazý romanlarýnda ve Türk Ýnkýlâbýna Bakýþlar adlý eserinde savunduðu bu sentezi, Türk Düþüncesi’nde ciddi bir tez ha-

line getiren Peyami Safa’nýn mistisizme kaymasý, sosyalizm kýlýðýnda yeniden meydan okumaya baþlayan materyalizme karþý, kararlý bir antikomünist ve spiritüalist olarak daha saðlam delillere sahip olma gayretinin bir sonucudur. Onun parapsikolojik ve metapsiþik araþtýrmalara duyduðu ilginin temelinde de bu vardýr. Peyami Safa, pozitivist ve materyalist nitelikli bir bilim anlayýþýnýn ve felsefenin gerçeði bütün yönleriyle kavramakta âciz kalacaðýný ve insanlýðý felâkete götüreceðini, bu sebeple Batý’da þimdiden Doðu’ya dönüþün tek kurtuluþ yolu olduðunu ileri süren fikir adamlarýnýn bulunduðunu söyler. Doðu’nun bütün sefaletine raðmen hâlâ büyük deðerler taþýdýðýný ve Batý’ya çok þey verebileceðini düþünür: Doðu-Batý sentezi bizim, yani bütün insanlarýn tarih ve ruh yapýsýdýr, kaderimizdir. Ýnsan, bütünlüðünü ve tamlýðýný ancak bu sentezde bulabilir. Türk Düþüncesi’nin ilk sayýsýndaki bütün yazýlar Peyami Safa’nýn savunduðu Doðu-Batý sentezi fikrini destekler niteliktedir. Mustafa Þekip Tunç “Aksiyon Felsefesi Bakýmýndan Politika”, Hilmi Ziya Ülken “Medeniyetimizin Deðerler Sistemi”, Ismayýl Hakký Baltacýoðlu “Din Softalarý, Bilim Softalarý” ve Mesut Cemil “Ýki Mûsikinin Tek Kaynaðý” baþlýklý yazýlarýnda yaklaþýk ayný fikirleri farklý çerçevelerde dile getirirler. Ýlk sayýda dergide çýktýðý sürece savunulacak tezi iyice belirginleþtirmek için özenle seçilmiþ baþka yazýlar da vardýr; Albert Einstein’ýn “Ýlim ve Din”, Walter Schubart’ýn “Rusya’da Avrupacýlar ve Asyacýlar” baþlýklý yazýlarý gibi. Schubart’ýn ayný sayýda yer alan, simsiyah kader bulutlarýnýn Promete kültürü üzerinde dolaþtýðýný ve ölüm yýldýrýmýnýn fýrlamak üzere olduðunu söylediði “Yeni Bir Dünya” baþlýklý yazýsý da dikkat çekicidir. Derginin milliyetçi ve muhafazakâr çevrelerde büyük ilgiyle karþýlandýðý 2. sayýda yayýmlanan “Teþekkür” baþlýklý yazýdan anlaþýlmaktadýr. Ayný sayýda çýkan “Dostlarýmýza ve Düþmanlarýmýza” baþlýklý yazýsýnda iyi niyetli eleþtirileri kýsaca cevaplandýran Peyami Safa, Doðu-Batý sentezi tezinden ve mistisizm eðiliminden rahatsýz olan çevrelerin aðýr eleþtirilerini de Mart 1954 tarihli 4. sayýda “Topyekün Cevap”la deðerlendirir. Türk Düþüncesi, Peyami Safa’nýn bizzat ilgilendiði sürece kalitesini muhafaza etmiþtir. Ancak koleksiyon dikkatle incelendiði zaman Milliyet gazetesinde yazmaya baþladýktan sonra dergiyle gereði gibi meþgul olamadýðý ve muhtevayý gelen yazýlarýn belirlemeye baþladýðý farkedilir. Ýlk

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

539


TÜRK DÜÞÜNCESÝ

defa 1956 yýlýnýn ortalarýnda ciddi biçimde aksayan derginin yayýmýna Aðustos 1956 tarihli 33. sayýdan itibaren üç ay ara verilir. Yapýlan açýklamada dokuz madde halinde sýralanan yenilik vaadleri, Aralýk 1956’da baþlayan yeni seride kapak kompozisyonu ve sayfa düzenindeki deðiþiklikler dýþýnda gerçekleþtirilememiþtir. Yeni seride derginin eski numarasý devam ettirilmiþ, ancak yeni numara da verilmiþtir. 46. sayýdan itibaren iki sayý bir arada çýkar. Ýkinci serinin son sayýsý olan 17 ve 18. sayýlar (eski sayý 50-51) Nisan-Mayýs 1958 tarihini taþýmaktadýr. Yedi ay aradan sonra Ocak 1959’da yeniden aylýk çýkmaya baþlayan Türk Düþüncesi’nin bu serisine de 1’den baþlanmýþ, fakat eski sayý devam ettirilmiþtir. 1959 Peyami Safa’nýn önemli problemler yaþadýðý bir yýldýr ve çok sýkýntýlý olduðu, dergisindeki savrukluktan anlaþýlmaktadýr. Nitekim bu serinin 1. sayýsýnýn kapaðýnda 1 Ocak 1959 tarihi yer aldýðý halde birinci sayfadaki tarih 15 Aralýk 1958’dir. Ayrýca onuncu cilt olmasýna raðmen kapakta cilt sayýsý dokuz diye görünmektedir. Peyami Safa üçüncü seride her sayýyý önemli bir konuya ayýrýr. 1 ve 2. sayýlarýn aðýrlýklý konusu Ýslâm’dýr; bu sayýlarda Ýsmail Hami Daniþmend’in “Türkler Niçin Müslüman Oldular?” ve Abdülkadir Karahan’ýn “Ýslâm’ýn Durumu” adlý yazýlarý gibi telif, William Brown’un “Din Nedir?” baþlýklý makalesi gibi tercüme yazýlarýn yaný sýra, “Müslümanlýkta Reform Lâzým mýdýr?” baþlýklý bir de ankete yer verilmiþtir. Ankete Ali Fuat Baþgil, Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan, Nurettin Topçu, Ýsmail Hami Daniþmend, Mümtaz Turhan, M. Râif Ogan Ýslâm’ýn reforma ihtiyaç göstermeyen bir din olduðu kanaati beyan etmiþtir. Sadi Irmak, Ýmâm-ý Âzam’ýn açtýðý ictihad yolundan yürümeyerek formalizmin dar kalýplarýna sýkýþmýþ olan son iki asrýn medreseli anlayýþýna karþý reformun gereðini ileri sürmüþtür. Ayný þekilde ictihad meselesi üzerinde duran Ali Fuat Baþgil’e göre de bugün beklenen, Hýristiyanlýk’taki gibi bir reformcu deðil Ýmâm-ý Âzam gibi bir müctehiddir. Hilmi Ziya ise dinde reformdan deðil modernizmden bahsetmek gerektiði görüþündedir; Ýslâm nasýl önceki asýrlarýn icaplarýna göre modernize edilmiþse bugün de edilebilir. Ankete katýlanlardan sadece Ahmet Ateþ bu konularda bilgisinin olmadýðýný belirterek görüþ beyan etmekten çekinmiþtir. Eþref Edip de Baþgil, Topçu, Daniþmend ve Ogan’ýn cevaplarýný Dinde Reformcular adlý eserde yayýmlamýþtýr (Ýstanbul 1959). 540

Yeni serinin 3 ve 4. sayýlarý komünizm, 5. sayýsý irtica, bir arada çýkan 6 ve 7. sayýlarý inkýlâp, yine bir arada çýkan 9 ve 10. sayýlarý masonluk sayýsý olarak hazýrlanmýþtýr. Eylül-Ekim 1959 tarihli masonluk özel sayýsýnýn ardýndan yayýmýna dört ay ara veren Türk Düþüncesi Mart 1960’ta 62. sayýyla kaldýðý yerden devam edecektir. Nisan 1960 tarihli 63 numaralý son sayýda seçim arefesinde aydýnlarýn ne düþündüðünü tesbit etmek amacýyla hazýrlanan bir anketin sorularýna verilen cevaplar yayýmlanmýþtýr. Bu ankete Sadi Irmak, Kâzým Ýsmail Gürkan, Tarýk Zafer Tunaya, Orhan Aldýkaçtý, Yaþar Gürbüz, Nevzat Yalçýntaþ, Asým Us, Ýsmail Hami Daniþmend, Refi Cevat Ulunay, Nizamettin Nazif Tepedelenlioðlu, Mithat Perin, Bedii Faik, Çetin Altan, D. Ýlhan Egemen ve bazý üniversite öðrencileri katýlmýþtýr. Anketin sonunda “devam edecek” kaydý varsa da dergi 27 Mayýs askerî darbesi dolayýsýyla yayýmýna son vermek zorunda kalýr. Türk Düþüncesi, çok zor þartlarda çýkmasýna raðmen demokrasiye geçiþ sürecinde siyasal ve kamusal alana çýkýp dönüþüme uðrayan muhafazakâr düþüncenin aktýðý entelektüel kanallardan biri olarak iz býrakmýþ bir dergidir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Türk Düþüncesi, sy. 1-63, Ýstanbul 1953-60; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çaðdaþ Düþünce Tarihi, Ýstanbul 1966, II, 746-747; Vecdi Bürün, Peyami Safa ile 25 Yýl, Ýstanbul 1978; Süleyman Seyfi Öðün, Politik Kültür Yazýlarý, Bursa 1997, s. 154-214, ayrýca bk. tür.yer.; Murat Yýlmaz, “Türk Düþüncesi Dergisi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düþünce: Muhafazakârlýk (haz. Murat Gültekingil – Tanýl Bora), Ýstanbul 2003, s. 216-233; Beþir Ayvazoðlu, Peyami: Hayatý, Sanatý, Felsefesi, Dramý, Ýstanbul 2008, s. 429-451; Mehmet Tekin, “Türk Düþüncesi”, TDEA, VIII, 409.

ÿMehmet Tekin

TÜRK FOLKLOR ARAÞTIRMALARI

˜

1949-1980 yýllarý arasýnda yayýmlanan aylýk folklor ve etnografya dergisi.

1. sayýsý Aðustos 1949 tarihinde Ýstanbul’da yayýmlanan derginin sahibi ve yazý iþleri sorumlu müdürü Ýhsan Hýnçer’dir. Ýlk sayýnýn birinci sayfasýnda dergiyi çýkarmadaki amacýn memleket folkloruna hizmet etmek ve bu alanda uðraþanlarý bir dergi çevresinde toplamak olduðu belirtilmiþ, Halk Bilgisi Haberleri Mecmuasý, Ülkü ve Folklor Postasý dýþýnda folklor alanýnda derli toplu çalýþmalarýn bulunmadýðýndan söz edilmiþ, Türk Folklor Araþtýrmalarý dergisinin en önemli he-

definin ciddi ve ilmî bir çalýþma yapmak olduðu vurgulanmýþtýr. 1. sayýdan 113. sayýya kadar on altý sayfa çýkan derginin 114141. sayýlarý yirmi, 142. sayýdan itibaren istisnalar dýþýnda yirmi sekiz sayfa halinde yayýmlanmýþtýr. Her sayýda ortalama altý sekiz araþtýrmacýnýn yazýsýna, zaman zaman fotoðraflara, türkü ve marþ notalarýna, çizimlere de yer verilmiþ, derginin 2. sayýsýndan itibaren Türk Folklor (Halk Bilgisi) Derneði’nin yayýn organý olduðu belirtilmiþtir. I-VI. ciltler yirmi dört, VII-XVIII. ciltler on sekiz, XIX. cilt altý sayýdan meydana gelmektedir. Dergi, Ýhsan Hýnçer’in 11 Kasým 1979 tarihinde ölümü üzerine oðlu Bora Hýnçer tarafýndan üç sayý daha çýkarýlarak Ocak 1980’de toplam 366 sayýya ulaþmýþtýr. Kesintisiz yayýmlanan derginin sayfa numaralarý bir önceki sayýdan devam ettirilmiþ, böylece 8906 sayfalýk bir koleksiyon ortaya çýkmýþtýr. Folklor Araþtýrmalarý Kurumu, Türk folkloruna hizmetlerinden dolayý 1981 yýlýndan itibaren “Ýhsan Hýnçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü” adýyla bir ödül ihdas etmiþtir. Türk Folklor Araþtýrmalarý dergisinde ilk sayýdan itibaren üniversite hocalarýndan öðrencilere, halk kültürüyle ilgilenen herkesin yazýsýna belli oranlarda yer verilmiþtir. Bu yönüyle dergi, Anadolu’da özellikle öðretmenler tarafýndan hem yazý ile desteklenerek hem de abone olunarak yaþatýlmaya çalýþýlmýþtýr. Masaldan efsaneye, türküden ninniye, halk oyunlarýndan güreþe, atasözleri ve deyimlerden tekerlemelere, saz þairlerinden halk hekimliðine, halk hukukuna; halk takvimi, hýdýrellez, nevruz ve halk tiyatrosuna; etnografya içinde yer alan çeþitli konulara kadar halk kültürünün derlendiði Türk Folklor Araþtýrmalarý, iller dýþýnda yüzlerce ilçe ve köye ait halk kültürü ürünleriyle Türk halk kültürünün önemli kaynaklarýndan biri olma özelliðini kazanmýþtýr. Âþýk edebiyatý içinde yer alan pek çok âþýk / þairin tanýnmasýna deðerli katkýlar saðlayan dergide saz þairlerinin yeni bulunmuþ þiirlerine, halk kültürüyle ilgili eserlerin tanýtým ve eleþtirisine; “Ayýn Olaylarý” baþlýðý altýnda yurdun çeþitli yörelerinde halk kültürü ve folklorla alâkalý sempozyum, seminer, toplantý, festival ve yarýþmalara yer verilmiþtir. Sayýlarýn büyük çoðunluðunda “Bize Gelen Kitaplar” baþlýðý altýnda yeni çýkan kitaplar kýsaca tanýtýlmýþtýr. Böylece Türk Folklor Araþtýrmalarý anonim halk edebiyatý, âþýk edebiyatý ve dinîtasavvufî halk edebiyatý bakýmýndan üzerinde durulmasý gereken önemli bir koleksiyon durumundadýr. Dergi ayrýca birçok

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK ÝNÞAAT ve SANAT ESERLERÝ MÜZESÝ

yazarýn yetiþmesinde ve yazýlarýnýn yayýmlanmasýnda görev üstlenmiþ, Anadolu halkýnýn ve halk hayatýndaki zenginliklerin tanýnmasýna öncülük etmiþtir. Türk Folklor Araþtýrmalarý, “Folklorcularýmýz” baþlýðý altýnda yaþayan halk kültürü araþtýrmacý ve yazarlarýnýn biyografilerine de yer vererek çalýþmalarýný ve eserlerini tanýtmýþ, vefat edenlerden bazýlarý için özel sayýlar çýkarmýþtýr. 114. sayý (Ocak 1959) halk edebiyatý ve folklor derleyicilerinden Mehmed Halid Bayrý’ya, 146. sayý (Eylül 1961) Osman Nuri Ergin’e, 152. sayý (Mart 1962) Mahmut Ragýp Gazimihal’e, 163. sayý (Þubat 1963) Muzaffer Sarýsözen’e, 215. sayý (Haziran 1967) Mahmut Kemal Yanbeð’e, 218. sayý (Eylül 1967) Ahmet Kutsi Tecer’e, 247. sayý (Þubat 1970) Behçet Kemal Çaðlar’a, 296. sayý (Mart 1974) Âþýk Veysel’e, 319. sayý (Þubat 1976) Ziyaeddin Fahri Fýndýkoðlu’na, 332. sayý (Mart 1977) Abdülkadir Ýnan’a, 355. sayý (Þubat 1979) Cahit Öztelli’ye, 364 ve 365. sayýlar (Kasým, Aralýk 1979) 11 Kasým 1979’da ölen Ýhsan Hýnçer için yazýlan yazýlara ayrýlmýþtýr. Münevver Alp’in “Eski Ýstanbul’da ...” diye baþlayan, her birinde farklý bir konuya yer verilen, Ýstanbul’un bir kadýn gözüyle anlatýldýðý, çeþitli anýlarý da içeren on beþ yazýsý (aralýklarla sy. 171, Ekim 1963 – sy. 299, Haziran 1974), Mehmed Halid Bayrý’nýn “Ýstanbul’da Yer Adlarý” baþlýklý on bir yazýsý (sy. 34-47, Aðustos 1952 – Haziran 1953), Muzaffer Erdoðan’ýn “Ýstanbul’da ...” baþlýðýyla çeþitli el sanatlarýný tarihî belgelere dayanarak incelediði yedi yazýsý (aralýklarla sy. 72-104, Temmuz 1955 – Mart 1958) dergide çýkan dizi yazýlardan bazýlarýdýr. Her cildin sonunda yazar soyadýna göre o ciltte yer alan yazýlar “Ýndeks” baþlýðý altýnda verilmiþ, her beþ cildin sonunda konularýna göre genel indeks þu baþlýklar altýnda yer almýþtýr: “Genel Konular”, “Metot–Görüþler”, “Anonim Halk Edebiyatý”, “Müzik–Türküler”, “Millî Danslar–Eðlenceler–Çocuk Oyunlarý”, “Genel Folklor: Gelenekler–Görenekler–Ýnanmalar”, “Halk Hekimliði”, “Þairler”, “Masal–Efsane–Rivayet–Fýkra”, “Etnografya Malzemesi”, “Kitaplar–Eleþtirmeler.” Bunlarýn yanýnda X. cildin indeksinde “Yeni Çýkan Eserler”, “Diðer Yazýlar ve Olaylar”la “Biyografya” baþlýklarý, XV. cildin sonundaki indekste ise “Halk Danslarý Eðlenceler Oyunlar” baþlýðýyla spor da bulunmaktadýr. Birden çok konuyu ilgilendiren yazýlar ilgili olduklarý her konuda ayrýca gösterilmiþtir. “Konu–Yazar Kaynakçasý” adýyla yapýlan bir çalýþmada ise (bk. bibl.) dergide yer

alan yazýlar yirmi dört konu baþlýðýnda ve onlarca alt baþlýkta toplanmýþtýr. Türk Folklor Araþtýrmalarý dergisinde en çok yer alan yazarlar yer alýþ sýrasýna göre þöylece sýralanabilir: M. Halid Bayrý, S. Yaver Ataman, Ýhsan Hýnçer, M. Fahrettin Kýrzýoðlu, Cahit Öztelli, Y. Kemal Göðçeli, H. Zübeyr Koþay, Hikmet Dizdaroðlu, Z. Fahri Fýndýkoðlu, M. Þakir Ülkütaþýr, H. Bedi Yönetken, Bora Hýnçer, Þükrü Elçin, A. Rýza Önder, Münevver Alp, Metin And, Nejat Birdoðan, Mehmet Önder, A. Kutsi Tecer, Malik Aksel, M. Adil Özder, Muammer Kemal Özergin, Ýshak Sunguroðlu, Saim Sakaoðlu, A. Süheyl Ünver, Aydýn Oy, Ýbrahim Aslanoðlu, M. Sabri Koz, Ý. Ünver Nasreddinoðlu, Þevket Beysanoðlu, Nail Tan, Türker Acaroðlu, Nevzat Gözaydýn, Kâmil Toygar, A. Edip Uysal. Dergide daha az görülen diðer önemli isimler de þunlardýr: N. Sâmi Banarlý, B. Rahmi Eyüboðlu, E. Cem Güney, Naki Tezel, Osman Nuri Ergin, Abdülbaki Gölpýnarlý, Fethi Gemuhluoðlu, Ý. Hakký Konyalý, R. Ekrem Koçu, M. Tahir Alangu, Muzaffer Sarýsözen, V. Cem Aþkun, H. Ziya Ülken, Turgut Günay, O. Þaik Gökyay, Muzaffer Erdoðan ve Bilge Seyidoðlu. BÝBLÝYOGRAFYA :

Nuri Taner, “TFA Dergisinde Yayýmlanan Masallarýn Toplu Bibliyografyasý (sayý 1-366)”, Folklor ve Etnografya Araþtýrmalarý, Ankara 1985, s. 341-359; Turhan Baraz v.dðr., Türk Folklor Araþtýrmalarý Dergisi Konu-Yazar Kaynakçasý, Eskiþehir 1986; Ahmet Aydýn, Musiki Mecmuasý ve Türk Folklor Araþtýrmalarý Dergisi’nde Türk Halk Müziði ve Oyunlarý Hakkýnda Yazýlmýþ Makalelerin Bibliyografya Ýncelemesi ve Sonuçlarý (sanatta yeterlik tezi, 1996), Ýstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Nail Tan, Folklor (Halk Bilimi) / Genel Bilgiler, Ýstanbul 2003, s. 104; Derya Çoban, Türk Folklor Araþtýrmalarý Dergisi’nin 1-183. Sayýlarýnda Yer Alan Masal Metinlerinin, 11-14 Yaþ Grubu Öðrencilerinin Biliþsel, Duyuþsal ve Psikomotor Özelliklerine Göre Uygunluðunun Deðerlendirilmesi (yüksek lisans tezi, 2008), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; “Türk Folklor Araþtýrmalarý”, TDEA, VIII, 413-414; M. Sabri Koz, “Türk Folklor Araþtýrmalarý”, DBÝst.A, VII, 312-313.

mýþtýr. Sanat tarihçileri, mimarlar, restoratörler, tarihçiler ve epigraflara ýþýk tutmasý, gelecek kuþaklara bunlarýn tanýtýlmasý amacýyla eski eser restorasyonlarýndan elde edilen mimari eserlerle teberrükât depolarýnda toplanan malzemeler bu külliyeye getirilerek oluþturulan müze 13 Mayýs 1967’de hizmete açýlmýþtýr. Sürekli gelen eserlerden dolayý mekân sýkýntýsý çekilen müzede odalarýn küçük oluþu ve revaklarýn bahçeye açýlmasý yüzünden özellikle kýþ aylarýnda hizmet güçleþmektedir. Medrese odalarýnda yapýlan sergilemede ziyaretçiyle objeler arasýnda uygun bir görüþ ve izleme alaný bulunmamaktadýr. Ayrýca büyük boyutlu eserlerin kapalý mekânlarda sergilenmesi imkânsýzdýr. Tarihî bir bina olmasý sebebiyle ýsý, ýþýk ve nem problemleri bulunan yapýda çaðdaþ müzecilik anlayýþý içinde yeterli hizmet verilememektedir. Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde taþ eserler (kitâbeler, mezar taþlarý vb.), dekoratif inþa malzemeleri (çiniler, alçý kalýplar, þebekeler vb.), aydýnlatma araçlarý (þamdanlar, cam aydýnlatma araçlarý, alçý pencereler vb.), çeþitli dönemlere ve devletlere ait sikkeler bulunmaktadýr. Bunlar revak altlarýnda ve bahçede teþhir edilmektedir. Kütüphane ile sýbyan mektebi arasýndaki bahçede Fâtih Camii’nin 1894 depremi arkasýndan yapýlan tamirinden kalan, fakat son tamirde sökülen barok üslûptaki taþ minare külâhý yer almaktadýr. Bunun yanýnda çeþme aynalarý, yalaklarý da bu bölümde sergilenmektedir. Bahçenin diðer bölümlerinde I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud, Abdülmecid ve II.

Sünbül Efendi Türbesi’nden Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi’ne getirilmiþ olan Kâbe tasvirli çini pano (Envanter nr. 917)

ÿNurettin Albayrak

TÜRK ÝNÞAAT ve SANAT ESERLERÝ MÜZESÝ

Ýstanbul Saraçhane’de Amcazâde Hüseyin Paþa Külliyesi’nde kurulan müze.

˜

Amcazâde Hüseyin Paþa Külliyesi, Vakýflar Genel Müdürlüðü tarafýndan 19571958’de onarým programýna alýnmýþ, ancak restorasyonu 1966 yýlýnda tamamlan-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

541


TÜRK ÝNÞAAT ve SANAT ESERLERÝ MÜZESÝ

Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi’ndeki Kubbetü’s-sahre çinilerinden bir grup (Envanter nr. 356, 621, 800)

Abdülhamid’e ait tuðralar bulunmaktadýr. Tuðralarla birlikte taþ kubbe alemleri, küfeki, mermer, bronz pencere þebekeleri, sütun baþlýklarý, içerisinde balýk kabartmalarý iþlenmiþ bir mermer havuz, Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin yazýlý kasnak frizi, su hazneleri mevcuttur. Bunlardan baþka Fâtih Sultan Mehmed dönemi yapýsý olmasýna raðmen 1957’de yýktýrýlan Mimar Ayas Mescidi’nin yanýnda Ayas Aða Türbesi duvarýndaki taþ kitâbelerden biri, Yavuz Sultan Selim devrinin tanýnmýþ þahsiyetlerinden, bir iftira sonucu baþý vurulan Tâcîzâde Câfer Çelebi’ye ait olduðu sanýlan bir mezar taþý, Râkým Efendi’nin hattýnýn bulunduðu iki adet mezar taþý, Ýstanbul’un fethinde hizmetleri geçmiþ sekbanlarýn mezarlýklarýndan On Sekiz Sekbanlar Mezarlýðý’nýn mezarlýk kitâbesi bahçedeki diðer önemli eserler arasýndadýr. Ayrýca Yenikapý Mevlevîhânesi, Galata Yenicami (Vâlide Camii), Üsküdar Afganîler Tekkesi, Süheyl Bey Camii ve Çeþmesi ile Keþfî Câfer Efendi Türbesi’nin kitâbeleri bahçede görülmeye deðer eserlerdendir. Müzenin kapalý bölümlerinde teþhir edilen eserler günümüzde teþhirden kaldýrýlarak saðlýklý bir þekilde korunmasý için depolanmýþtýr. Bunlar dekoratif inþa malzemeleri ve aydýnlatma araçlarýdýr. Dekoratif inþa malzemeleri çiniler, alçý kalýplar, ahþap eserler, madenî inþaat malzemelerinden oluþur. Bu grubun en önemli eserleri çinilerdir. Çiniler, XIII. yüzyýl Anadolu Selçuklu yapýlarýnda kullanýlanlardan baþlayarak zamanýmýzda halen yapýlmakta olan Kütahya çinilerine kadar çeþitli dönemlere ait deðiþik üslûplardaki örneklerdir. Kayseri Huand Hatun Hamamý ve Beyþehir Demirli Mescid’in Selçuklu çinileri müzedeki nâdide eserler arasýnda yer alýr. Bursa Yeþiltürbe’ye ait bir adet çini alýnlýk, Bozüyük Kasým Paþa Hamamý kitâbesi, Edirne 542

Þah Melek Camii’nin bordür çinileri Ýstanbul dýþýndan diðer örneklerdir. Bilhassa Türk çini sanatýnda az sayýda örneði bulunan Kâbe tasvirli çinilerden bir tanesi de müzededir. Bu çini 1973’te Sünbül Efendi Türbesi’nden getirilmiþtir. Ait olduðu türbede kapý üstünde kitâbeli bir çini ile yan yana iken düþüp kaybolma tehlikesi yüzünden restorasyon sýrasýnda bu müzeye nakledilmiþtir. XVI. yüzyýla ve sonraki döneme tarihlenen çinilerden müzede bulunan örnekler ise Topkapý Sarayý, Rüstem Paþa Camii, Takkeci Ýbrâhim Aða Camii ve Sultan Ahmed Külliyesi’ndeki Arasta Sebili’ne aittir. Müzede mevcut deðiþik bir çini grubu da Kudüs’teki Kubbetü’ssahre’nin çinilerinden oluþmaktadýr. XX. yüzyýlýn baþýnda Mimar Kemâleddin tarafýndan yapýlan tamirat sýrasýnda kullanýlan mahallî özellikteki çinilerden artan birkaç parça örnek restorasyon sonrasýnda Vakýflar Genel Müdürlüðü depolarýna götürülmüþ, ardýndan müzeye intikal etmiþtir. Alçý kalýp örnekleri ise XV. yüzyýl kûfî yazýlý rûmî ve palmetle bezenmiþ levhalar, XVI. ve daha sonraki yüzyýllara ait mukarnaslar, kemer ayaklarý, frizler, kabaralar ve korniþlerdir. Neo-klasik dönem özelliklerini aksettiren alçý kalýp ve kaplamalar da vardýr. Ahþap eserlerde Türk mimarisinin çeþitli dönemlerinde kullanýlmýþ aðaç iþleri görülmektedir. Bu grubun en önemli eserleri arasýnda Ankara Ahî Elvan Camii’nin dolap ve pencere kanatlarý dikkat çekicidir. Bunlarýn üzeri oyma tekniðinde yapýlmýþ kûfî ve sülüs yazýlar, rûmî palmetlerin birbirine geçmesiyle oluþan bitkisel bezemelerle kaplanmýþtýr. Müzede Selçuklu devri geometrik geçmeli örneklerden baþka XV. yüzyýla ait çeþitli ahþap oymalar, Yenicami Hünkâr Kasrý’nýn Edirne iþi tavan göbeði, sedef kakmalý kapý bingileri, daha geç devirlere ait rûmî palmet ve rozetler, eklektik üslûptaki mahfil parçalarý bu grupta yer alan diðer eserlerdir. Madenî inþaat malzemeleri arasýnda XIV. yüzyýla kadar inen deðiþik ölçülerde çiviler, demir kenetler, zývanalar ve lokmalar vardýr. Ayrýca kubbe, minare ve sancak alemleri, kilitler, anahtarlarla çeþme musluklarý, kurþun mühürler de bu bölümde mevcut eserlerdir.

yoba Camii’nde görülmüþ, daha sonra müze açýlýnca buraya getirilmiþtir; üzerleri yazýlý ve süslüdür. Özellikle bitkisel süslemenin yaný sýra oturan ve atla avlanan hareket halindeki figürler dikkat çekicidir. XV. yüzyýl Memlük þamdaný da bu grubun kýymetli eserlerindendir. Þamdanýn üzeri madalyonlar, kývrýk dallar ve sülüs yazýlarla bezenmiþtir. Osmanlý dönemi klasik pirinç þamdanlarý müzede bol miktarda bulunmaktadýr. Bu þamdanlar XVI-XVII. yüzyýlýn lâle ve stilize lâle formundadýr. Daha sonraki dönemlere ait þamdanlar barok, rokoko dönemi süsleme üslûbunda bezenmiþtir. Ýçlerinde Sultan Abdülmecid’in Ayasofya Camii’ne vakfettiði þamdan önem arzetmektedir. Bu grubun deðiþik bir örneði de Eyüp Sultan Camii’nden alýnan, üzeri yazýlý XVI. yüzyýl pirinç kandilliðidir. Kandille birlikte çeþitli boyutlarda ve deðiþik özelliklerde fenerler bir baþka grubu teþkil eder. Cam kandillikler ve fanuslar da incelenebilecek güzel örneklerdir. Mimari eserleri aydýnlatmakta kullanýlan revzenler arasýnda Zal Mahmud Paþa Camii ve Yenicami hünkâr mahfiline ait örnekler dýþýnda çeþitli yapýlara ait klasik Osmanlý pencerelerinin alçý içlikleri bulunmaktadýr. Bir baþka grup eser, þu ana kadar sadece tasnifi yapýlmýþ olan çeþitli devletlere ve dönemlere ait madenî paralardýr. Paralar henüz literatüre girmemiþ ve sergilenmemiþtir. Gümrük Müdürlüðü’nden emekli olan Ali Ertan adýnda bir memur tarafýndan toplanan bu eserleri adý geçen

Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde bazý ahþap eserlerin sergilendiði köþe

Müzedeki aydýnlatma araçlarýný þamdanlar, kandillik, fenerler, cam kandillik ve fanuslar teþkil eder. Þamdanlarýn içindeki en eski örnekler Selçuklu dönemine ait olup XIII. yüzyýla tarihlendirilmektedir. Bu þamdanlar 1964 yýlýnda vakýf teberrükât eþyalarý tesbiti yapýlýrken Kartal’da Dola-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK ve ÝSLÂM ESERLERÝ MÜZESÝ

kiþi Gureba Hastahanesi’nde vefatýndan az önce hastahanenin baþhekimine teslim etmiþtir. Daha sonra baþhekim tarafýndan müzeye verilen madenî paralarýn çoðunluðu erken devir Emevîler, Abbâsîler, Eyyûbîler, Artuklular, Ýlhanlýlar, Atabegler dönemi ve San‘a imamlarý devrine ait olan altýn, gümüþ, bronz ve bakýr paralardýr. Bizans imparatorlarý adýna darbedilen diðer bir grup para da ilgi çekicidir. Daha geç döneme tarihlenen madenî paralar içinde çoðunluðu Osmanlýlar devrinde basýlan paralar yer almaktadýr. Bunlar Kanûnî Sultan Süleyman döneminden baþlayarak 1918 yýlýna kadar birçok padiþah adýna darbedilen bakýr ve gümüþ sikkelerden oluþmaktadýr. Müze 1967 yýlýnda açýldýktan sonra bazý imkânsýzlýklar sebebiyle 1976’da kapatýlmýþtýr. Bu tarihten itibaren bakýmsýz duruma gelmiþ, tamirlerden artan mimari malzemelerin sürekli buraya taþýnmasýyla depo halini almýþtýr. 1983 yýlýnýn Mart ayýndan sonra baþlayan çalýþmalar neticesinde eserlerin bakýmý ve külliyenin restorasyonu yapýlarak bazý yeniliklerle birlikte 28 Ekim 1984 tarihinde müze tekrar hizmete açýlmýþ, 1986’da çeþitli sebeplerle tekrar kapatýlmýþtýr. Bugün müzenin Haseki Külliyesi’nde yeniden açýlmasý için hazýrlýklar devam etmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Þennur Aydýn, “Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi”, Vakýflar, Ýstanbul 1984, s. 66-69; a.mlf., “Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi”, Türkiyemiz, XVI/47, Ýstanbul 1985, s. 32-39; a.mlf., “Amcazâde Hüseyin Paþa Külliyesi”, DÝA, III, 910; Mehmet Önder, Türkiye Müzeleri, Ankara 1992, s. 143-144; Erdem Yücel, “Türk Ýnþaat ve Sanat Eserleri Müzesi”, Vakýflar Bülteni, sy. 1, Ýstanbul 1970, s. 57-62; a.mlf., “Amcazade Hüseyin Paþa Külliyesinde Kurulmakta Bulunan Yeni Bir Müze”, TY, VI/1 (1967), s. 30-31; a.mlf., “Tunç Bir Selçuklu Þamdaný”, a.e., VI/6 (1967), s. 27-29; a.mlf., “Ýstanbul Vakýf Müzeleri”, Türkiyemiz, III/8, Ýstanbul 1972, s. 12-21.

yun tarafýndan Hazîne-i Evkaf-ý Hümâyun Ýdaresi’ne kýymetli eþyanýn toplatýlmasý ve kurulacak bir müzede korunmasýnýn telkin edildiði bilinmektedir. Bizzat Sadrazam Hüseyin Hilmi Paþa’nýn imzasý ile gümrüklere tezkere yazýlmakta ve çalýnan eþyanýn Avrupa müzelerine kaçýrýlmasýný önlemek için dikkatli davranýlmasý bildirilmekteydi. Alýnan bütün önlemlere raðmen hýrsýzlýklar devam etmiþ, çalýnan eþya arasýnda halý, kilim, ahþap kapý, rahle, el yazmalarý, kandil, fanus gibi taþýnýr eserler bulunduðu gibi mihrap çinileri ve pencere alýnlýklarý gibi duvara raptedilmiþ olanlar da vardýr. Artan soygunlar karþýsýnda bu eserlerin bir an önce toplanmasý yeniden gündeme gelmiþ ve Müze-i Hümâyun Müdürü Osman Hamdi Bey’in baþkanlýðýnda deðerli Ýslâm sanatý eserlerinin korunmasý önlemlerine ve toplanmalarýna dair karar alacak bir komisyonun kurulmasý kararlaþtýrýlmýþtýr. Böylece Ýslâm sanatý eserlerinin deðeri anlaþýlmaya baþlanmýþ ve koruma altýna alýnmalarý konusunda ilk önemli adým atýlmýþtýr. Öncelikle talana uðrayan cami, türbe, mescid gibi binalarda mevcut kýymetli eserler Evkaf Nâzýrý Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi tarafýndan toplatýlmýþtýr. Ülkenin her yanýndan toplanan eserlerin yaný sýra Halep gibi uzak vilâyetlerden de eserler getirilmiþtir. Ancak zamanýn þartlarý gereði genel bir tarama yapýlmadýðý için daha sonraki yýllarda derlemelerin tekrarýna ihtiyaç duyulmuþtur. Kurulmasý kararlaþtýrýlan Evkaf-ý Ýslâmiyye Müzesi için ayrý bir bina yapýmý düþünülmüþ-

ÿEmine Tülay Sülüngür

˜

TÜRK ve ÝSLÂM ESERLERÝ MÜZESÝ Ýstanbul’da Türk ve Ýslâm sanatý eserlerini topluca barýndýran ilk Türk müzesi.

Evkaf Nâzýrý Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin kurduðu, 1914’te ziyarete açýlan müzenin ilk adý Evkaf-ý Ýslâmiyye Müzesi’dir (Ýslâm Vakýflarý Müzesi). 1908 yýlýndan itibaren yapýlan çeþitli toplantýlarda Sadrazamlýk, Maarif Nezâreti ve Müze-i Hümâ-

XVII. yüzyýlýn ikinci yarýsýna ait mineli altýn sorguç yuvasý (TÝEM, Envanter nr. 447)

Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenen maden iþi eserlerden bronz buhurdan (Envanter nr. 12)

se de sonradan bundan vazgeçilerek Süleymaniye Külliyesi’nde boþ bulunan imaret (dârüzziyâfe) binasýnda karar kýlýnmýþtýr. Buradaki koleksiyona dair güzel baskýlý bir rehber 1939’da yayýmlanmýþtýr. Müzenin düzenlenme hazýrlýklarýna dair pek çok belge mevcuttur. Bunlara bakarak özel dolap ve vitrin sipariþi verildiði, sergilenecek halý ve kilimlerin bakým ve tamir gördüðü anlaþýlmaktadýr. Müze müdürlüðüne getirilecek kiþi üzerinde dikkatle durulmuþ, aralarýnda Celâl Esat’ýn da (Arseven) bulunduðu birçok kiþiye teklif yapýlýp mülâkata çaðrýlmýþ, müdürün yanýnda fahrî olarak çalýþacak bir yönetim kurulu oluþturulmuþ, bu kurul vakýf binalardan eþya ve eser toplayýp getirmeye, haftada bir gün gerekli konularý incelemeye yetkili kýlýnmýþtýr. Müze, Sultan Mehmed Reþad’ýn tahta çýkýþýnýn yýl dönümüne rastlayan 27 Nisan 1914 tarihinde açýlmýþtýr. Uzun arayýþlardan sonra müdürlüðe Ahmed Hakký Bey getirilmiþ, daha sonra Mimarzâde Ali Bey bu görevi ifa etmiþtir. Açýlýþta Veliaht Yûsuf Ýzzeddin Efendi’nin yaný sýra Besim Ömer Paþa, Sadrazam Said Halim Paþa, Þeyhülislâm Ürgüplü Hayri Efendi, devlet dairesi müsteþarlarý, yabancý diplomatlar ve gazeteciler hazýr bulunmuþtur. Müze hakkýnda Ýtalyan U. Monneret tarafýndan 1921’de bir Ýtalyan dergisinde makale yayýmlanmýþtýr. Kuruluþunda Evkaf-ý Hümâyun Nezâreti’ne baðlý olan müze, 1924 yýlýnda Evkaf Nezâreti’nin kaldýrýlmasýyla Vakýflar Ýdaresi’nden ayrýlarak Maarif Vekâleti’ne baðlanmýþ, ardýndan Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi adýyla Topkapý Sarayý Müzesi Müdürlüðü’nün bir þubesi halinde ça-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

543


TÜRK ve ÝSLÂM ESERLERÝ MÜZESÝ

lýþmalarýna devam etmiþtir. Bu dönemden baþlayarak müze yönetimine sýrasýyla Ahmed Ziyâ Bey (1924), Ali Sami Boyar, Ýbnülemin Mahmud Kemal Ýnal (19271935), Abdülkadir Erdoðan (1935-1937 [vekâleten], 1937-1943), Elif Naci (19431963) getirilmiþtir. 1939’da II. Dünya Savaþý sebebiyle koleksiyondaki eserler Anadolu’ya taþýnmýþ, savaþýn bitiminden sonra 1949’da tekrar getirilmiþtir. 1964 yýlýnda Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüðü ile yapýlan çalýþmalar neticesinde baðýmsýz bir müze haline getirilmiþ ve müdürlüðüne Can Kerametli tayin edilmiþtir. Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nin ilk koleksiyonunda halý, þamdan, kandil, el yazmalarý ve levhalar, ahþap rahle, kapý, pencere kanatlarý ve çini eserler bulunmaktaydý. Müzenin koleksiyonlarý içinde halýlarýn ayrý bir yeri vardýr. Camileri kaplayan büyük boyutlu halýlarla küçük seccade ve kilimler, benzersiz saf seccadeler, Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nin dünyadaki en zengin koleksiyonunu meydana getirmektedir. Baþ eserler ise hiç þüphesiz 1906 yýlýnda Konya Alâeddin Camii’nde bulunan Selçuklu halýlarýdýr. Bunlarýn dýþýnda müzenin diðer önemli zenginlikteki koleksiyonu erken Ýslâmî dönemden baþlayýp XIX. yüzyýla uzanan, Ýslâm yazý sanatýnýn en önemli hattatlarýnýn eserlerinin bulunduðu el yazmalarýdýr. Erken Ýslâm sanatýna iliþkin çok önemli bulgular veren ve I. Dünya Savaþý öncesi Osmanlý topraðý olan bölgelerde, Abbâsî Halifesi Mu‘tasým’ýn baþþehri Sâmerrâ ve Emevî Devleti’nin önemli merkezi Rakka’da yapýlan arkeolojik kazýlardan gelen eserler de koleksiyonun deðerli bir bölümünü oluþturmaktadýr. XIIXVIII. yüzyýllara ait Selçuklu, Ýlhanlý, Timur-

Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenen maden iþi eserlerden þamdan (Envanter nr. 48)

544

Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nin kumaþ dükkâný köþesi

lu, Osmanlý ve Safevî maden, ahþap ve taþ eserleri, Konya Kýlýcarslan Sarayý gibi artýk mevcut olmayan yapýlara ait alçý kabartmalar müzenin diðer zenginlik kaynaklarýdýr. Müze için ikinci önemli kaynak akýþý tekkelerin kapatýlmasýnýn ardýndan 1926’da tekke, zâviye ve türbelerin içindeki eþyanýn müzeye getirilmesiyle gerçekleþmiþtir. Türbeler, sultan ve yakýnlarýnýn gömüldüðü yerler olmaktan öte ölen kiþinin þahsî eþyalarý ile türbe için özellikle yapýlýp vakfedilmiþ eserlerin toplu halde korunduðu âdeta birer küçük müze hüviyetini taþýyan mekânlar olmuþtur. Türbelerde kandil, þamdan, halý gibi malzemenin yaný sýra sultanýn giymiþ olduðu kaftan, kuþandýðý kemer ve kavuðuna taktýðý deðerli taþlý sorguçlar da saklanmýþtýr. Bu türbe eþyasý Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nin koleksiyonlarýna büyük zenginlik katmýþtýr. 1983 yýlýnda müze uzun yýllar içinde restore edilen Sultanahmet’teki Ýbrâhim Paþa Sarayý’na taþýnmýþtýr. Türk ve Ýslâm sanatý alanýnda dünyanýn sayýlý müzeleri arasýnda yer alan Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi, bugün 40.000 eseri aþan koleksiyonlarý ile Ýslâm sanatýnýn hemen her döneminden ve her türünden seçkin eserlere sahiptir ve Türk ve Ýslâm sanatý uzman ve meraklýlarý için vazgeçilmez bir kaynaktýr. Müzenin yeni oluþturulan Etnografya Bölümü’nde halý ve kilim tezgâhlarý, dokuma ve yün boyama teknikleri, deðiþik bölgelerden derlenmiþ malzeme Türk halk yaþamýndan kesitler sunulmaktadýr. Müze, baþarýlý koruma ve sergileme çalýþmalarýndan ötürü 1984 yýlýnda Avrupa Yýlýn Müzesi baþarý ödülüne, genç kuþaklara sanatý sevdirme çabalarýndan ötürü UNESCO özel teþvik ödülüne lâyýk görülmüþtür. Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi, ülkemizde bu alandaki eserlerin sergilendiði ilk müze olmaktan öte müzeciliðin yalnýz Yunan,

Roma ve Bizans gibi uygarlýklarýn eserlerinin sergilenmesinden ibaret görülmediði, kendi öz sanatlarýmýza da deðer verilmesi gerektiði anlayýþýný getirmesi bakýmýndan önemlidir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbnülemin Mahmud Kemal – Hüseyin Hüsameddin [Yasar], Evkåf-ý Hümâyun Nezâreti’nin Târihçe-i Teþkîlâtý ve Nüzzârýn Terâcim-i Ahvâli, Ýstanbul 1335, s. 232; Can Kerametli – Zahir Güvemli, Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi, Ýstanbul 1974; Zarif Orgun – Serap Aykoç, “La fondation du musée turc et le musée des arts turcs et islamiques”, Travaux et recherches en Turquie 1982, Leuven 1983, s. 127; Nazan Ölçer, Türk ve Ýslam Eserleri Müzesi: Kilimler, Ýstanbul 1988, s. 27; a.mlf. v.dðr., Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi, Ýstanbul 2002; Erdem Yücel, “Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nin Kuruluþ Tâlimatnâmesi”, TK, XVI/191 (1978), s. 691-698; a.mlf., “Türk-Ýslâm Eserleri Müzesi”, Sanat Dünyamýz, sy. 20, Ýstanbul 1980, s. 25-31.

ÿNazan Ölçer

˜

TÜRK LUGATI Hüseyin Kâzým Kadri’nin (ö. 1934) hazýrladýðý karþýlaþtýrýlmalý Türkçe sözlük.

Müellif, eserine yazdýðý uzunca önsözde amacýnýn çeþitli Türk lehçelerindeki dil bilgisi özellikleriyle Batý Türkçesi’nin söz dizimi kurallarýný ortaya koymak, Türk dillerinin bir asýldan türediðini göstermek ve bu yolla dil birliðine gitme imkânýný saðlamak olduðunu söyler. Ona göre Tanzimat’tan beri Türk toplumunu ayakta tutmaya çalýþan Osmanlýcýlýk ve ittihâd-ý Ýslâm ideolojileri beklenen sonuçlarý vermemiþ, dolayýsýyla Türk birliði fikri tarihî bir mecburiyet haline gelmiþtir. Bu sebeple önce kendi dilini iyi bilmek, daha sonra bu dilin diðer Türk lehçeleriyle olan iliþkilerini tesbit etmek gerekmektedir; Türk Lugatý da bu yolda atýlmýþ bir adýmdýr. Bu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK OCAÐI

nun neticesinde zengin ve geliþmiþ, medenî bir milletin duygu ve düþüncelerini ifadeye en elveriþli dilin Garp/Batý (Türkiye) Türkçesi olduðu ortaya konmuþ olacaktýr. Hüseyin Kâzým, “otuz beþ senelik mütemâdî bir sa‘yin mahsulü olan” bu hacimli eseri hazýrlamaya Tevfik Fikret, Beyrut Valisi Nûreddin Bey ve Þevki Bey ile birlikte 1895 yýlýnda karar vermiþ, arkadaþlarýnýn bir süre sonra bundan vazgeçmeleri üzerine kendisi tek baþýna eseri ortaya koymuþtur. Türk Lugatý esas itibariyle Batý Türkçesi’nin yaný sýra Uygur, Çaðatay, Âzerî ve Kazan lehçeleriyle diðer bazý lehçelerden alýnmýþ kelimelerin etimolojik (kök esasýna dayalý), mukayeseli ve edebî (örnekli) bir lugatýdýr. Hüseyin Kâzým, çeþitli ülkelerde ve farklý zamanlarda kullanýlan Türk dilleri ve lehçeleri üzerinde durup örnekler vermiþ, daha sonra Batý Türkçesi’nin alfabesi, kelime türleri ve özellikleriyle ilgili açýklamalar yapmýþtýr. Türk Lugatý’nýn tertibi elif harfinden baþlayýp ye harfine kadar otuz üç harf üzerinedir. Eserin Arap harfleriyle basýlan ilk iki cildinde Osmanlýca-Türkçe bütün kelimelerin Latin harfleriyle okunuþ þekilleri gösterilmiþtir. Latin alfabesine geçildikten sonra yayýmlanan diðer ciltlerde ise kelimeler yine Arap alfabesine göre sýralanmýþ, bunlarýn yanýna Latin harfleriyle okunuþlarý yazýlmýþ, açýklamalarý yapýlarak örnekler verilmiþtir. Dört büyük cilt içinde örnek olarak verilen deyim, atasözü, beyit ve cümleler müstakil birer çalýþma teþkil edecek mahiyettedir. Büyük boyda basýlan lugatýn I. cildi (Ýstanbul 1927) XCIX + 4 + 855 sayfa, II. cildi (Ýstanbul 1928) II + 982 sayfa, III. cildi (Ýstanbul 1943) IV + 928 sayfa, IV. cildi (Ýstanbul 1945) 894 sayfadan meydana gelmektedir. Ebadý dolayýsýyla eserin adý bazý ilmî yayýnlarda bile yanlýþ olarak Büyük Türk Lugatý þeklinde geçmektedir. Sözlük etimolojik ve mukayeseli þekilde hazýrlandýðý için diðer sözlüklerden ayrýlýr. Madde baþlarý kelimelerin kök biçimlerinden oluþmakta, türemiþ kelimeler bunun altýnda verilmektedir. Sözlük maddelerinde kelimelerin çeþitli Türk lehçelerindeki biçimleri ayrý ayrý kaydedilmekte, bu maddelerle ilgili örnek metinler, atasözleri ve deyimler yazýlmakta, ayrýca yabancý kelimelerin hangi kökten geldiði açýklanmaya çalýþýlmaktadýr. Baþka sözlüklerde bulunmayan birçok kelime, terkip ve terimi içermesi eserin zenginliðini ve farklýlýðýný ortaya koymaktadýr. Hüseyin Kâzým önsözde kullanýlmasý zor olan sözlüðün kul-

lanýlýþýna dair açýklayýcý bilgiler vermekte, Türk dillerini geniþ biçimde ele almaktadýr. Çuvaþ lehçesi hakkýnda Journal asiatique’in 6. sayýsýndan (1820) naklen coðrafî bilgiler aktardýktan sonra ses bilgisi ve yapý bilgisine temas etmekte, Kýrgýz ve Kazak dillerini birlikte mütalaa etmekte, Kazan Tatarcasý’ndan sonra Âzerî Türkçesi’ni anlatmaktadýr. Müellif Çaðatayca dil bilgisi için kýsa, Batý Türkçesi için uzunca bir bölüm ayýrmýþtýr. Abuþka lugatý (el-Lugatü’n-neva’iyye ve’l-istiþhâdâtü’l-cagâtaiyye: Petersburg 1285/1868), Vel’aminov-Zernov, Pavet de Courteille, Vámbéry ve Þeyh Süleyman Efendi’nin eserleri Çaðatayca için kullanýlan kaynaklardýr. Castrén ve Radloff’un çalýþmalarý esas alýndýðý için eserde onlarýn adlandýrmalarýnýn izleri görülür. Tatarca için Budagov’un, Bálint’in, Ostrumov’un ve Nasîrî’nin sözlükleri kullanýlmýþ, Yakutça için Böhtlingk’in çalýþmasýndan yararlanýlmýþtýr. Uygur harfli eski Türkçe için Vámbéry, yeni Uygurca için Scaw’ýn sözlüðü ve Pantusoff’un yayýmlarý, Kýrgýzca için Laptew ve Pantusoff’un çalýþmalarý esas alýnmýþtýr. Gagauzca için kaynaðý Moschkoff’tur. Osmanlý Türkçesi için Alexandre Handjéri, Thomas-Xavier Bianchi, Ahmed Vefik Paþa, Hüseyin Remzi Bey, S. J. W. Redhouse, Mallouf, Barbier de Meynard, Þemseddin Sâmi, Mehmed Salâhî, Muallim Nâci, Nazîmâ, Fâik Reþad, Ali Seydi Bey, Bahâeddin Bey, Muallim Cûdî sözlükleri kaynak olarak kullanýlmýþtýr. Bugün olduðu gibi zamanýnda da tartýþmalý olan bazý eserler (meselâ Vámbéry, Etymologisches Wörterbuch der Turko-Tatarischen Sprachen:

Leipzig 1878; Bedros Kerestedjian, Dictionnaire étymologique de la langue turque,

London 1912) köken bilgisi konusundaki kaynaklarý arasýndadýr. Müellif, Çaðatayca için faydalanamayacaðý yayýnlarý da (mese.. lâ Abuþka. Csagatajtörök szógyYjtemény. Török kéziratból fordította Vámbéry Ármin,

Pest 1862) kaynaklarý içinde göstermiþtir. Ayrýca eserin bibliyografyasý dikkatsiz ve daðýnýktýr. Eser, Türk dili ve lehçeleriyle ilgili kýsýmlarýnda kelimelerin yazýlýþ ve okunuþlarýnda yanlýþlýklar bulunmasý, bazý kelimelerdeki tanýk yetersizliði veya anlama uygun düþmeyen tanýklar, bazý tarihî bilgilerin ikinci el kaynaklardan alýnmýþ olmasý, bir kýsým maddelerin gereksiz yere uzatýlmasý gibi hususlar sebebiyle eleþtirilmiþtir. Bununla birlikte Doðu lehçeleri açýsýnda güvenilmez olan eserin Batý Türkçesi bakýmýndan oldukça zengin bir malzeme ihtiva ettiði söylenebilir.

BÝBLÝYOGRAFYA :

Hüseyin Kâzým Kadri, Meþrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatýralarým (haz. Ýsmail Kara), Ýstanbul 1991, s. 24-27; Ali Ýhsan Öbek, Büyük Türk Lügati’nde Divan Edebiyatý Unsurlarý (doktora tezi, 1999), Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., “Ýkinci Âsým’dan Bir Portre: Hüseyin Kâzým Kadri”, TDl., sy. 538 (1996), s. 448-455; M. Þakir Ülkütaþýr, “Hüseyin Kâzým Kadri”, a.e., sy. 5 (1952), s. 25-26; Ýsmail Kara, “Bir Eski Zaman Efendisi: Hüseyin Kâzým Kadri”, TT, IX/49 (1988), s. 9-14; Ali Rýza Önder, “Hüseyin Kâzým Kadri ve Türkçe Sözlüðü”, TDl., sy. 487 (1992), s. 54-60; Alâattin Uca, “Hüseyin Kâzým Kadri’nin Türk Lehçelerinin Birliði Hakkýndaki Düþünceleri”,

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü Dergisi, sy. 16, Erzurum 2001, s. 281-285.

ÿMustafa S. Kaçalin

˜

TÜRK OCAÐI II. Meþrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkçülüðü savunan dernek.

Osmanlý Devleti’nin kozmopolit yapýsý içinde bir tepki ve kendini tanýmlama akýmý olarak doðan Türkçülük ve Türk milliyetçiliði fikrinin II. Meþrutiyet devrinde teþkilâtlanmasýyla ortaya çýkmýþtýr. Türk aydýnlarý arasýnda milliyetçilik fikrinin uyanmasýyla birbiri ardýnca Türk Derneði (1908), Genç Kalemler Hareketi (1910) ve Türk Yurdu Cemiyeti (1911) gibi cemiyetler kuruldu, Türk Yurdu Cemiyeti tarafýndan ayný isimde bir dergi çýkarýldý. Türk Ocaðý Derneði ise bu geliþme çizgisi içinde II. Meþrutiyet’in ilk yýllarýnda uygulanan Osmanlýcýlýk düþüncesinin yol açtýðý kimlik bunalýmýna karþý geliþen Türkçülük akýmýnýn bir sonucudur. Ocaðýn kurulmasýyla ilgili ilk hareket Askerî Týbbiye öðrencilerinden geldi. Bunlar, milliyet esasýna dayanan bir cemiyet kurmak amacýyla hazýrladýklarý bir programý kendilerine yardýmcý olacaðýna inandýklarý devrin Türkçü aydýnlarýna sunarken bir de bildiri yayýmladýlar (24 Mayýs 1911). “190 týbbiyeli Türk evlâdý” adýna kaleme alýnan bildiride Türkler’in 1908 inkýlâbýnýn ardýndan çöküþ dönemine girdikleri ileri sürülüyor ve Türk ýrkýnýn fikrî kalkýnmasýnýn en büyük hedef olduðu açýklanýyordu. Türkler’in her yönüyle geliþtirilmesi için sosyal bir reforma ihtiyaç bulunduðu vurgulanýyor, bu amaçla çalýþacak bir cemiyetin kurulmasý gereði dile getiriliyordu. Týbbiyeli öðrencilerle Türkçü aydýnlar arasýnda yapýlan görüþmelerin ardýndan fiilen çalýþmaya baþlayan Türk Ocaðý Derneði yaklaþýk dokuz ay sonra resmen kuruldu (25 Mart 1912). Ýlk idare heyetine Ahmed Ferid (Tek) (baþkan),

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

545


TÜRK OCAÐI

halk odalarý kuruldu. 1932-1950 yýllarý arasýnda toplam 478 halkevi ve 4322 halk odasý açýldý. Türk milliyetçilerinin entelektüel alanda faaliyet gösterdikleri Türk ocaklarý ise 10 Mayýs 1949 tarihinde Hamdullah Suphi Tanrýöver baþkanlýðýnda yeniden açýldý. Türkiye’nin en uzun ömürlü sivil toplum kuruluþu olan Türk Ocaðý temel ilke ve felsefesi doðrultusunda faaliyetlerini halen sürdürmekte ve 2010 yýlý itibariyle yetmiþ yedi þubesi bulunmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Ankara Türk Ocaðý binasý

Yusuf Akçura (ikinci baþkan), Mehmed Ali Tevfik (genel sekreter) ve Fuad Sabit (sayman) seçildi. Ahmed Ferid Bey’in Millî Meþrutiyet Fýrkasý’ný kurmak amacýyla ayrýlmasý üzerine baþkanlýða Hamdullah Suphi (Tanrýöver) getirildi (1913). Derneðin amacý 1912 tarihli nizamnâmesinde “Türkler’in ilmî, içtimaî ve iktisadî seviyelerini yükseltmek, Türk dilini geliþtirmek ve Türkler’in harsî birliðine ve medenî kemaline çalýþmak” þeklinde açýklanýyordu. Ayrýca derneðin siyasetle uðraþmayacaðý vurgulanýyordu. Türk Ocaðý, Türk Yurdu Cemiyeti’nin katýlmasýyla daha da güçlendi. I. Dünya Savaþý’nýn sona erdiði 1918 yýlýnda Ýstanbul’da ve diðer vilâyetlerde otuz beþ Türk Ocaðý þubesi açýlmýþ bulunuyordu. Türk ocaklarý bünyesinde Türk Gücü Derneði, Köycüler Cemiyeti, Ýhtiyat Zâbitleri Teâvün Cemiyeti, Dârülfünun Talebe Cemiyeti gibi dernekler de kuruldu. Ayrýca ocak dergi yayýmcýlýðýnda baþarýlý oldu. Bu dergiler içinde Türk Yurdu Cemiyeti tarafýndan 1911 yýlýnda çýkarýlmaya baþlanan, Türk ocaklarýnýn kuruluþunun ardýndan onun yayýn organý haline gelen, Türkçülük fikrinin oluþturulmasý, sistemleþtirilmesi ve yaygýnlýk kazanmasýnda büyük rol oynayan Türk Yurdu dergisi en önemlisiydi. Devrin birçok ilim ve fikir adamý ocak bünyesinde toplandý. Bu aydýnlar çalýþmalarýný Türk milliyetçiliðinin teorisinin kurulmasý konusunda yoðunlaþtýrdýlar. Türkçülük düþüncesi onlarýn çalýþmalarý sayesinde dönemin en etkili fikir akýmý haline geldi. Ocaðýn faaliyetlerinin odak noktasý, devrin þartlarý gereði temelde millî duygulardan kaynaklanan milliyetçilik fikrini heyecan ve telkin yoluyla uyandýrmak ve canlý tutmaktý. Sistemli faaliyetler çerçevesinde yapýlan konferanslar, sohbetler, müsamereler, konserler ve serbest dersler sayesinde ülkede Türkçülük ve Türk 546

milliyetçiliði bilincine sahip geniþ bir kadro ortaya çýktý. Türk ocaklarý çevresindeki düþünce atmosferi içinde yetiþen Türk aydýnlarý, Anadolu’da baþlayan Millî Mücadele’de yer alarak yeni Türk Devleti’nin kuruluþunu desteklediler. Baþta Mustafa Kemal Paþa olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranlar, yeni rejimin benimsenmesi ve yayýlmasý için Türk ocaklarýný dayanýlmasý gereken bir güç olarak gördüler. Devlet desteðiyle ülke çapýnda teþkilâtlanan Türk ocaklarýnýn þube sayýsý 1927’de 257’ye ulaþtý. Bu destek sonuçta Cumhuriyet Halk Fýrkasý ile ocaklarýn bütünleþmesine yol açtý. Siyasal bütünleþmeye paralel þekilde Türk ocaklarýnýn “bütün Türklük” anlayýþýndaki fikrî dönüþüm de resmîleþti. 1927’de toplanan Cumhuriyet Halk Fýrkasý kurultayýnda ocaðýn nizamnâmesi, Türk ocaklarýnýn devlet siyasetinde Cumhuriyet Halk Fýrkasý ile beraber olduðu ve iþtigal sahasýnýn Türkiye Cumhuriyeti hudutlarý dahiline münhasýr bulunduðu þeklinde deðiþtirildi. Ayrýca milliyetçilik ilkesi Cumhuriyet Halk Fýrkasý nizamnâmesine alýndý. Cumhuriyet Halk Fýrkasý’nýn 1931’deki kurultayýnda halkevlerinin kurulmasý kararlaþtýrýldý. Bütün derneklerin Cumhuriyet Halk Fýrkasý içinde eritilmesine yönelik bir program uygulamaya konuldu. Cumhurbaþkaný ve Cumhuriyet Halk Fýrkasý Genel Baþkaný Mustafa Kemal Paþa’nýn emriyle 260 þubesi bulunan Türk Ocaðý Derneði 10 Nisan 1931’de feshedilerek bütün mal varlýðý Cumhuriyet Halk Fýrkasý’na devredildi. Böylece Türk ocaklarý Cumhuriyet Halk Fýrkasý’nýn mülkiyetinde halkevlerine dönüþtürüldü. Türk Kadýnlar Birliði ile mason dernekleri de 1935 yýlýnda laðvedilip mal varlýklarý halkevlerine baðýþlandý. Cumhuriyet Halk Fýrkasý’nýn ilkeleri doðrultusunda çalýþan halkevlerinin bütün il ve ilçelerde þubeleri açýldý. 1940’tan sonra da kýrsal kesimde

Türk Ocaðý’nýn Esas Nizamnâmesi, Ýstanbul 1328; Türk Ocaðý Yasasý, Ýstanbul 1927; Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri: 1928 Yýlý Yazýlarý (haz. Nejat Sefercioðlu), Ankara 1981, s. 188-212; Fethi Tevetoðlu, Hamdullah Suphi Tanrýöver, Ankara 1986, s. 102-130; Ýbrahim Karaer, Türk Ocaklarý (1912-1931), Ankara 1992; Hasan Ferit Cansever, Türk Ocaðý’nýn Doðuþundaki Sebep ve Saikler, Ankara 1993, s. 8-59; Abdülhak Þinasi Hisar, Türk Ocaðý Hâtýralarý, Ankara 1993, s. 62-103; M. Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliði (trc. Tansel Demirel), Ýstanbul 1994, s. 111-127; Yusuf Sarýnay, Türk Milliyetçiliðinin Tarihi Geliþimi ve Türk Ocaklarý (19121931), Ýstanbul 1994; Mehmet Uzun – Yücel Hacaloðlu, Türk Ocaðý Belgeseli, Belgeler-Resimler 1912-1994, Ankara 1994; Yücel Hacaloðlu, Türk Ocaklarýna Dair Bazý Vesikalar: 1912-1995, Ankara 1995; Yusuf Bayraktutan, Türk Fikir Tarihinde Modernleþme, Milliyetçilik ve Türk Ocaklarý (1912-1931), Ankara 1996, s. 84-196; Füsun Üstel, Türk Ocaklarý 1912-1931: Ýmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliði, Ýstanbul 1997; Çiðdem Balým, “Türk Ojagi”, EI 2 (Ýng.), X, 678.

ÿYusuf Sarýnay

˜

TÜRK ÞAÝRLERÝ Sadettin Nüzhet Ergun’un (ö. 1946) hazýrladýðý þairler ansiklopedisi.

1936’da ayda iki defa birer formalýk fasiküller halinde yayýmlanmaya baþlanmýþ, 1945 yýlýna kadar ilk üç ciltle IV. cildin iki formasýný içine alan doksan sekiz fasikül çýkmýþtýr. “Âbâdî” (saz þairi) maddesiyle baþlayýp “Fâizî (Kafzâde)” maddesine kadar gelen ansiklopedi Sadettin Nüzhet’in 1946’da ölümü üzerine yarým kalmýþtýr. Yayýmý büyük sýkýntýlar içinde gerçekleþmiþ, müellif hastalýðýnýn iyice ilerlediði son yýl içinde matbaa iþlerini yeterince takip edememiþ, hatta sahipsiz kalan eserin hurda kâðýt olarak bakkallara satýldýðý da olmuþtur.

I. cildin baþýnda bulunan kýsaltmalar cetveli eserin yazma halindeki kaynaklarýný da içerir. Kaynaklarý arasýnda þuarâ tezkireleri, þiir mecmualarý, divanlarla eþ-Þešåßišu’n-nu£mâniyye ve zeyilleri, Bursa-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK TARÝH KURUMU

Türk Þairleri birinci fasikülünün kapaðý

lý Mehmed Tâhir’in Osmanlý Müellifleri, Ýbnülemin Mahmud Kemal’in Son Asýr Türk Þairleri ve müellifin kendi hazýrladýðý Bektaþî Þairleri gibi biyografi kitaplarý bulunmaktadýr. “Türk Þairleri” baþlýklý mukaddimede eserin hazýrlanýþý ve özellikleri hakkýnda bilgi verilmektedir. Buna göre daha önceki þair biyografilerinden farklý þekilde, kapsamý bir hayli geniþ tutulan eserde eski ve yeni -yaþayanlar dahilbütün Türk þairleri yer alacak, eskilerden sadece klasik þairlerle yetinilmeyip abdallar, Hurûfîler, Bektaþîler, Kýzýlbaþlar gibi muhtelif tasavvuf zümrelerine mensup þairlerle saz þairleri de alýnacaktýr. Bunlara Çaðatay ve Âzerî lehçesiyle þiir yazan önemli þairlerle Türkçe þiirler yazmýþ bazý yabancý þahsiyetler de eklenecektir. Madde baþlarý belirlenirken sadece estetik deðer ölçüsü gözetilmeyecek, manzum eser yazanlarýn birçoðu ansiklopediye girecektir. Þairler için verilen hükümlerde tarafsýz kalmaya çalýþýlarak bunlar mensup olduklarý ekolün estetik anlayýþýna göre deðerlendirilecektir. Eserin bir özelliði de antoloji niteliði taþýmasýdýr. Biyografisi yazýlmýþ 1074 þairin þiirlerinden verilen örnekler ansiklopedide önemli yer tutmaktadýr. Bu þekilde hem þiirlerine bakýlarak onlarýn sanattaki durumunun tesbitine imkân hazýrlanmýþ hem de bir Türk þiir antolojisinin ortaya çýkmasý saðlanmýþtýr. Biyografilerde kaynaklardaki bilgilerin aynen aktarýlmasý ve ardýndan bu bilgile-

rin karþýlaþtýrýlarak eleþtirilmesi yolu izlenmiþ, bazý durumlarda ise sadece bunlarýn aktarýlmasýyla yetinilmiþtir. Her maddenin sonunda asýl kaynaklarýn kýsaltmalar halinde belirtildiði bibliyografyalar vardýr. Bir kýsým maddelerde þairlerin resmi de konmuþtur. Eserin sonuna yüzyýllara, zümrelere, tarikatlara, memleketlere göre hazýrlanmýþ çeþitli dizinler eklenmesi planlanmýþsa da gerçekleþtirilememiþtir. Türk edebiyatý tarihçiliðinin geleneksel tezkirecilik anlayýþýndan tam kurtulamadýðý, henüz ansiklopedik biyografi geleneðinin oluþmadýðý bir dönemde hazýrlanan eser yarým kalmasýna raðmen önemli bir adým sayýlmýþtýr. Hazýrlýk sýrasýnda eski ve yeni bütün biyografik kaynaklarýn taranmasý, bunlarýn tenkide tâbi tutulmasý, ele alýnan þairler hakkýnda deðerlendirme yapýlýrken þahsî duygularýn karýþtýrýlmamasý gibi bilimsel metotlara uygunluk eseri modern biyografi anlayýþýna bir hayli yaklaþtýrmýþtýr. Bu özellikleriyle devrinde dikkat çekmiþ, Ali Nihad Tarlan, Reþat Ekrem Koçu ve Ýbrahim Alâeddin Gövsa gibi þahsiyetler tarafýndan beðenilmiþ, ancak yararlanýlan kaynaklardaki bilgilerin aynen aktarýlmasý yöntemi eleþtirilmiþtir. Ansiklopedi maddesi yazýmýnda dil birliðinin ve teknik bütünlüðün saðlanmasýný engelleyen bu durum, müellifi dönemin biyografi yazýcýlýðýndaki ortak bir sorunla karþý karþýya býrakmýþtýr. Bir diðer husus, henüz araþtýrma alt yapýsý tamamlanmamýþ bir ortamda eserin hazýrlýk ve yazým yükünü tek bir kiþinin üstlenmiþ olmasýdýr. Maddelerin hacminde müellifin her zaman ölçüyü tutturamamýþ olmasý da eserin eleþtirilen yanlarýndan biridir. Türk Þairleri, o günden beri ansiklopedi yazarlýðýnda bir hayli ilerleme kaydedilmiþ olmasýna raðmen hâlâ alanýnýn vazgeçilmez baþvuru eserlerinden biridir. BÝBLÝYOGRAFYA : Ýbnülemin, Son Asýr Türk Þairleri, s. 15491551; M. Behçet Yazar, Edebiyatçýlarýmýz ve Türk Edebiyatý, Ýstanbul 1938, s. 381-389; Muzaffer Gökman – Bedi N. Þehsuvaroðlu, Sadettin Nüzhet Ergun, Ýstanbul 1976, s. 6; ayrýca bk. Ali Nihad Tarlan, “Sadettin Nüzhet Ýçin” (a.e. içinde), s. 7-8; Gülten Okutan, “Ergun, Sadettin Nüzhet”, Türk Dünyasý Edebiyatçýlarý Ansiklopedisi, Ankara 2003, III, 385; Ayþe Âsûde Soysal, “Üsküdar’da Mütevazi Bir Cevher: Sadettin Nüzhet Ergun”, Üsküdar Sempozyumu II: 12-13 Mart 2004: Bildiriler (haz. Zekeriya Kurþun v.dðr.), Ýstanbul 2005, II, 613-617; Mustafa Kara, “Vefatýnýn 60. Yýlýnda Bursalý Bir Derviþ Sadettin Nüzhet Ergun”, Bursa Araþtýrmalarý Kent Tarihi ve Kültürü Dergisi, sy. 12, Bursa 2006, s. 7-8; “Ergun, Sadettin Nüzhet”, TA, XV, 305; “Ergun”, Ýst.A, IX, 5178-5179; “Türk Þairleri”, TDEA, VIII, 421.

ÿÂlim Kahraman

– ˜

TÜRK TARÝH ENCÜMENÝ (bk. TÂRÎH-i OSMÂNÎ ENCÜMENÝ).

˜

TÜRK TARÝH KURUMU Türk tarihini araþtýrmak üzere oluþturulan kurum.

— ™ —

Mustafa Kemal’in emriyle 1931’de Ankara’da kurulmuþtur. Mustafa Kemal, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarýnda yer alan Türkler’in ikinci sýnýf bir millet olduðu iddialarýna ve “barbar” diye nitelendirilerek bir istilâcý kavim þeklinde gösterilmesine karþýlýk Türkler’in dünya tarihinde en eski çaðlardan beri gerçek yerinin ve medeniyete ne gibi hizmetlerinin bulunduðunun araþtýrýlmasý gerektiði düþüncesindeydi. 28 Nisan 1930’da bizzat katýldýðý Türk ocaklarýnýn altýncý kurultayýnda direktifleri doðrultusunda Âfet Ýnan tarafýndan bir önerge sunuldu ve, “Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tetkik etmek için hususi ve dâimî bir heyetin teþkiline karar verilmesini ve bu heyetin âzasýný seçmek salâhiyetinin merkez heyetine býrakýlmasýný teklif ederiz” denildi. Teklif Sadri Maksudi (Arsal) ve Reþid Galip tarafýndan da desteklendi. Ayný gün kurultayda yapýlan görüþme sonunda Türk Ocaklarý Kanunu’na 84. madde olarak “Merkez heyeti, Türk tarihi ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk tarihi tetkik heyeti teþkil eder” þeklinde bir madde eklendi. Bu karar çerçevesinde on altý üyeden meydana gelen Türk tarihi tetkik heyeti teþkil edildi, heyet ilk toplantýsýný 4 Haziran 1930 tarihinde yaptý. Heyetin adý bizzat Atatürk tarafýndan konuldu. Heyette Tevfik (Býyýklýoðlu) baþkan, Yusuf Akçura ile Sâmih Rifat baþkan vekili, Reþid Galip genel sekreter olarak yer aldý. Üyeler, Âfet Ýnan, Ýsmail Hakký (Uzunçarþýlý), Hamit Zübeyir (Koþay), Halil Ethem (Eldem), Ragýb Hulûsi, Reþid Saffet (Atabinen), Zakir Kadiri (Ugan), Sadri Maksudi (Arsal), Mesaroþ (Ankara Etnografya Müzesi uzmaný), Mükrimin Halil (Yinanç), Vâsýf Çýnar ve Yusuf Ziya’dan (Özer) meydana geliyordu. Bu heyetin en önemli yayýný Türk Tarihinin Ana Hatlarý isimli dizi eserdir. Türk Tarih Kurumu, daha önce kurulan Târîh-i Osmânî Encümeni ve Türk Tarih Encümeni’nin bir ölçüde yeni þekliydi. 12 Mart 1931 tarihinde Türk ocaklarýný kapatma kararý alýnýnca 15 Nisan 1931’de

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

547


TÜRK TARÝH KURUMU

Türk Tarih Kurumu’nun 19 Temmuz 1931’de Ankara Halkevi’nde Atatürk’ün baþkanlýðýnda yaptýðý toplantýdan bir görünüþ

Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti adýyla yeniden teþkilâtlandý ve 1930’daki ilkeler temel alýnarak faaliyetlerine devam etti. Kurumun adý 1935’te Türk Tarihi Araþtýrma Kurumu’na ve 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu’na çevrildi. Kurum bu dönem içerisinde dört ciltlik lise tarih kitaplarýný, Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý’nýn Anadolu Beylikleri’ni, bazý kazý raporlarýný, Pîrî Reis’in Kitâb-ý Bahriyye’sini ve haritasýný yayýmladý. 1937’den itibaren adýný bizzat Atatürk’ün koyduðu Belleten dergisi neþir hayatýna baþladý. Atatürk hayatýnýn son dönemlerine kadar kurumun çalýþmalarýyla yakýndan ilgilendi, birçok defa çalýþma planýný kendisi tesbit etti, toplantýlara bizzat katýldý. Düzenlediði vasiyetnâmesiyle Ýþ Bankasý’ndaki hisselerinin gelirini Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’na baðýþladý. 25 Mayýs 1940’ta Dahiliye Vekâleti’nce onaylanan yeni cemiyetler kanununa göre düzenlenen tüzüðünün 2. maddesinde kurumun Reisicumhur Ýsmet Ýnönü’nün himayesi altýnda bulunduðu, 3. maddesinde de Maarif vekilinin bu kurumun fahrî reisi olduðu belirtildi. Atatürk’ten sonra gelen bütün cumhurbaþkanlarý kurumun koruyucu baþkanlarý kabul edildi. Türk Tarih Kurumu, Bakanlar Kurulu’nun 21 Ekim 1940 tarihli kararnâmesiyle kamu yararýna çalýþan dernekler arasýna alýndý. Kurum 7 Kasým 1982 anayasasýnýn 134. maddesiyle oluþturulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine tüzel kiþiliðe sahip, îtâ âmirliði ve yürütme organý sýfatýyla bu çatý altýnda yer aldý. Türk Tarih Kurumu’nun amacý hem 1931 yýlýndaki kuruluþ tüzüðünde hem 2876 sayýlý kanunda þöyle belirlenmiþtir: “Türk tarihini, Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konularý, Türkler’in medeniyete hizmetlerini ilmî yoldan incelemek, araþtýrmak, tanýtmak, yaymak, bunlara dayanarak Türk 548

tarihini ve Türkiye tarihini yazmak.” Önceleri Türk Ocaðý halkevleri binasýnda hizmet veren kurum 1940’ta Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi’ne, 12 Kasým 1967 tarihinde projesi Turgut Cansever’e ait þu anda bulunduðu binasýna taþýndý. Bu bina 1980 yýlýnda Uluslararasý Aðahan mimari ödülünü almýþtýr. Kurumda teþkilinden itibaren on iki baþkan görev yapmýþtýr: M. Tevfik Býyýklýoðlu (14 Nisan 1931 – 8 Nisan 1932), Yusuf Akçura (8 Nisan 1932 – 11 Mart 1935), Hasan Cemil Çambel (23 Mart 1935 – 17 Aralýk 1941), Mehmet Þemsettin Günaltay (17 Aralýk 1941 – 19 Ekim 1961), Þevket Aziz Kansu (28 Nisan 1962 – 21 Nisan 1973), Enver Ziya Karal (21 Nisan 1973 – 18 Ocak 1982), Sedat Alp (16 Nisan 1982 – 17 Ekim 1983), Yaþar Yücel (17 Ekim 1983 – 16 Mart 1992), Neþet Çaðatay (baþkan vekili, 16 Mart 1992 – 21 Ocak 1993), Ýbrahim Agâh Çubukçu (baþkan vekili, 21 Ocak 1993 – 23 Eylül 1993), Yusuf Halaçoðlu (23 Eylül 1993 – 23 Temmuz 2008), Ali Birinci (1 Aðustos 2008 – 13 Eylül 2011), Bahaeddin Yediyýldýz (baþkan vekili, 14 Eylül 2011 – ) Türk Tarih Kurumu teþkilinden bu yana otuz dizi halinde 1400 civarýnda eser

yayýmlamýþtýr. Bunlar týpkýbasýmlar, Türk tarihinin kaynaklarý, kaynaklarýn eleþtirmeli baskýlarý ve arþiv belgeleri, Osmanlý kronikleri, dünya tarihi, Türk tarihinin ana hatlarý için hazýrlanan monografilerle Türk tarihine dair araþtýrmalarýn çevirileri, araþtýrmalar ve doktora çalýþmalarý, çeþitli bölgelerde sürdürülen kazý sonuçlarý ve raporlardan meydana gelmektedir. Kurumun yayýn organý olan Belleten Türkçe’den baþka Ýngilizce, Almanca ve Fransýzca makalelerin de yer aldýðý uluslararasý bir dergidir (bk. BELLETEN). Ayrýca 1964 yýlýnda yayýmýna baþlanan Belgeler adlý dergide Türk arþivlerindeki belgeler açýklamalý olarak neþredilmektedir (bk. BELGELER). Kurumun kuruluþ amaçlarýndan biri de yeni buluþlarý ve bilimsel konularý tartýþmak üzere toplantýlar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantý ve kongrelerin en önemlisi Türk tarih kongreleridir. Dünyada kendi alanýnda en saygýn kongreler arasýnda yer alan Türk tarih kongrelerinin ilki Atatürk’ün direktifiyle 2-11 Temmuz 1932’de yeni Türk tarih tezinin ve tarih eðitiminde izlenecek yolun öðretmenlere anlatýlmasý amacýyla toplanmýþ, daha sonra uluslararasý nitelik kazanmýþtýr. 1937’den itibaren on altý kongre düzenlenmiþ, kongre bildirileri kýrk sekiz cilt halinde yayýmlanmýþtýr. Dört yýlda bir yapýlan bu kongreler dýþýnda birçok konferans, sempozyum ve kongre düzenlenmektedir. Bunlarýn en önemlilerden biri 1994’te gerçekleþtirilen Türk Dünyasý Tarih Araþtýrmalarý Kongresi’dir. Türk Tarih Kurumu Arþivi gerek baðýþ gerekse satýn alma yoluyla birçok arþiv malzemesini bünyesinde toplamýþtýr. Buradaki belgeler Osmanlý Devleti’nin son dönemlerini ve Türkiye Cumhuriyeti dönemini kapsamaktadýr. Belgelerin yaný sýra Osmanlý ve Türkiye Cumhuriyeti dönem-

I. Türk Tarih Kongresi üyeleri Marmara Köþkü’nde Atatürk ile birlikte

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRK VAKIF HAT SANATLARI MÜZESÝ

lerine ait zengin fotoðraf koleksiyonu, bunun yanýnda Atatürk’ün cenaze resimleriyle bir Atatürk fotoðraf koleksiyonu vardýr. Rýfký Melül Meriç baþkanlýðýnda oluþturulan bir heyetin Karacaahmet Mezarlýðý’nda kitâbelerin tesbiti çalýþmalarý sonuçlandýrýlmamýþ olup bunlarla ilgili fiþler kurum kütüphanesinde bulunmaktadýr. Tarih ve arkeoloji alanýnda Türkiye’nin en büyük kütüphanesi olan Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi bir ihtisas kütüphanesidir. Deðiþim, baðýþ ve satýn alma yoluyla kütüphaneye saðlanan yayýnlar 260.000 cilde ulaþmýþtýr. Kütüphaneye 383’ü yurt dýþýndan, 246’sý yurt içinden 629 süreli yayýn gelmektedir. Ayrýca yurt dýþý ve yurt içindeki çeþitli üniversite, enstitü, yayýn kuruluþu ve araþtýrma merkezleriyle deðiþim yapýlmaktadýr. Kurumda Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Alacahöyük’te baþlatýlan kazý çalýþmalarý halen devam etmektedir. Her yýl yaklaþýk yirmi-yirmi beþ kazýya maddî destek verilmektedir. 1996’da Kýrgýzistan’ýn Tanrý daðlarýnda Son-Köl’de baþlatýlan kazý çalýþmalarý 2000 yýlýndan itibaren Oþ bölgesinde sürmüþ ve 2004’te tamamlanmýþtýr. Yine 1997’de Ukrayna’nýn Özü Kalesi’nde ve Kýrým yarýmadasýnda Akkirman’da kazýlar yapýlmýþ, 2002 yýlýndan sonra Güney Sibirya ve Kuzey Moðolistan’da kazý çalýþmalarý gerçekleþtirilmiþtir. Türk Tarih

Atatürk’ün, üzerine notlar düþtüðü Türk tarihi inceleme heyeti listesi

TÜRK VAKIF HAT SANATLARI MÜZESÝ

˜

Türk Tarih Kurumu’nun amblemi

Kurumu yurt dýþýnda birçok kurum ve kuruluþun üyesidir. Bunlardan Uluslararasý Akademiler Birliði’nin Türkiye’deki tek üyesi durumundadýr. Ayrýca Uluslararasý Tarih Bilimleri Komitesi, Uluslararasý Askerî Tarih Komisyonu, Güneydoðu Avrupa Araþtýrmalarý Birliði, Osmanlý Öncesi ve Osmanlý Araþtýrmalarý Uluslararasý Komitesi gibi kuruluþlarýn üyesi ve kurucularýndandýr. Bunlarýn dýþýnda Macaristan, Rusya, Moldova, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kýrgýzistan, Ýran gibi ülkelerle ikili iþ birliði protokolleri yapýlmýþtýr. Türk tarihinin araþtýrýlmasýnda, özellikle ekip çalýþmalarý olarak Türkiye’nin sosyal ve kültürel tarihi, yurt dýþýndaki tarihî Türk eserlerinin tesbiti, baþlangýcýndan günümüze Türk dünyasý tarihi, Türk sûfîlik tarihi gibi projeler gerçekleþtirilmiþtir. Bu projeler çerçevesinde Türk tarihinin en eski yazýlý belgeleri olan Çin imparatorluk günlüklerinin Türk tarihiyle ilgili kýsýmlarýnýn tercümesi yapýlmýþ, bunlardan Çin Kaynaklarýnda Türkler: Eski Tang Tarihi (2006) ile Han Hanedanlýðý Tarihi (2004) basýlmýþtýr. Yine bu proje çerçevesinde Kýrgýzlarýn Milli Giysileri (2004) ve Kazaklar’da Yaþam Estetiði (2004) neþredilmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Uluð Ýðdemir, Cumhuriyetin 50. Yýlýnda Türk Tarih Kurumu, Ankara 1973; Fahri Çoker, Türk Tarih Kurumu: Kuruluþ Amacý ve Çalýþmalarý, Ankara 1983; 2876 Sayýlý Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu, Ankara 1983, md. 53, 54; “Türk Tarih Heyeti”, TY, sy. 224 (1930), s. 58-59; Resmî Gazete, sy. 4652, Ankara 5 Teþrînisâni 1940, s. 1; Âfet Ýnan, “Atatürk ve Tarih Tezi”, TTK Belleten, III/10 (1948), s. 243246; J. M. Landau, “Madjma. .Ilmý”, EI 2 (Ýng.), V, 1099-1100.

ÿYusuf Halaçoðlu

Ýstanbul Beyazýt’ta Türkiye’nin tek hat müzesi.

Vakýflara baðlý faaliyet gösteren yapý aslýnda Beyazýt Külliyesi’nin medresesidir. 1943-1981 yýllarýnda Belediye Þehir Kütüphanesi olarak kullanýlan bina bu tarihte boþaltýlarak restore edilmiþtir. 1984 Ekim ayýnda çeþitli yerlerden toplanan hatlarýn ve hatla ilgili araç gereçlerin sergilendiði bir müze haline getirilmiþtir. Vakýflar Ýdaresi’ne baðlý hatla ilgili ilk müze, Vatan caddesi üzerinde Sultan Selim Medresesi’nde 1968 yýlýnda Türk Yazý Sanatlarý Müzesi adýyla açýlmýþ, kýsa süre sonra da kapanmýþtýr. Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi’nden alýnan bazý hat eserleriyle vakýf teberrükât depolarýnda bulunan eserler, ayrýca Mustafa Bekir Pekten, Turan Türkmenoðlu, Yusuf Coþkun, Hüsamettin Akkök ve Mehmet Uluöz’ün baðýþladýklarý materyal sergilenen eserler arasýndadýr. Müzede yazma ve levhalarýn yaný sýra taþ üzerine yazýlmýþ hat örneklerinden oluþan 277 parça mevcuttur. Eserlerin yazý çeþitlerine göre ayrýldýðý müzede kûfî mushaflar, risâleler, Hint, Maðrib yazýlý yazma eserler ve levhalar, nesih mushaflar, ahþap oyma, muhakkak mushaflar ve sülüs levhalar, ta‘lik yazmalar ve levhalar, sülüs ve aynalý yazýlar, istifli yazý, sülüs mushaflar, tuðralar, hattat padiþahlarýn eserleri, sülüs ve muhakkak yazmalar, icâzetler, hilyeler, iþleme yazýlar, haným hattatlarýn yazýlarý ve meþkler seksiyonu bulunmaktadýr. Medresenin dershane kýsmý Mukaddes Emanetler seksiyonu halinde düzenlenmiþ olup ortasýnda Kâbe kapýsý örtüsü yer almaktadýr. Kitâbelik kýsmýnda hattat olarak Hacý Ali Muhammed ismi okunmaktadýr. Siyah kadife üzerine gümüþ ve altýn ipliklerle Fâtiha sûresi, Ýhlâs sûresi, Âyetü’l-kürsî, kelime-i tevhid, Kureyþ sûresi, besmele, Neml sûresinin 30. âyeti iþlenmiþtir. 1884 tarihli örtünün en altýnda hurma aðaçlarý meyveleriyle birlikte görülmektedir. Burada Kâbe’nin etrafýný çeviren ipek sýra saten, kendinden desenli siyah Kâbe örtüsü teþhir edilmektedir. Zikzak hatlar arasýnda sülüs yazýlar bulunmaktadýr. Bu seksiyonda en deðerli parçalar sakal-ý þerifle bir þiþe içinde Hz. Peygamber’in kabrinden alýnmýþ topraktýr. Ayrýca Mekke, Medine, Mina ve Müzdelife’yi tasvir eden minyatürler vardýr. Medresenin avlusunda Ali, Sâmi Efendi ve Mustafa Ýzzet imzalý taþ kitâbeler mevcuttur.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

549


TÜRK VAKIF HAT SANATLARI MÜZESÝ

Müzede kronolojik sýrayla Mustafa Dede, III. Murad, Hâfýz Osman, Yedikuleli Seyyid Abdullah, III. Ahmed, Kâtibzâde Mehmed Refî, Mahmud Celâleddin, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Râkým Efendi, Ali Haydar Bey, Vahdetî Efendi, Kazasker Mustafa Ýzzet, Mehmed Þefik Bey, Mevlevî Zeki Dede, Mehmed Ýzzet Efendi, Sâmi Efendi, II. Abdülhamid, Hasan Rýzâ, Mehmed Nuri, Kâmil Akdik, Necmeddin Okyay, Hamit Aytaç gibi hat sanatý üstatlarýnýn eserleri teþhir edilmektedir. Bu seksiyonlardaki en erken tarihli eser IX ve X. yüzyýllara tarihlenen Mehmed b. Ýdrîs’in yazdýðý kûfî mushaftýr. En ilgi çekici eser ise Þeyh Selim Kadirî tarafýndan 1880-1887 yýllarý arasýnda hazýrlanmýþ olan, oturan insan formlu yazýdýr. Aynalý yazýlarla zenginleþtirilen eserin en ilginç yaný bütün mushafýn gubârî yazý ile yazýlmýþ olmasýdýr. Müzede ayrýca týlsýmlý gömlek ve baþlýklar, Hz. Muhammed ve Hz. Ali minyatürlü kumaþlar, çeþitli tarikatlara ait þecereler, hüccet, ilmühaber, berat, temessuksenet, ibrânâme, vakýf teftiþi gibi arþiv belgeleri sergilenmektedir. Bunlarýn dýþýnda makta‘, kalemtýraþ, mühre, kamýþ kalem, makas gibi hat malzemeleri vardýr. Çeþitli ebru örnekleriyle zengin cilt türleri de sergilenen eserler arasýndadýr. Türk Vakýf Hat Sanatlarý Müzesi’nde teþhirdeki monotonluðu gidermek ve geleneksel medrese ya-

þamýndan bir kesit vermek amacýyla medrese atmosferini yansýtan etnografik bir oda düzenlenmiþtir. Burada manken hattat ve iki küçük talebesi dönemin giysileri içinde hat çalýþýrken görülmektedir. Müzenin katalogu 2010 yýlý projesi içinde yayýmlanmýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA : Erdem Yücel, “Türk Yazý Sanatlarý Müzesi”, Arkitekt, XXXIX/339, Ýstanbul 1970, s. 132-133; a.mlf., “Türk Yazý Sanatlarý Müzesi”, Belediye, sy. 79, Ýstanbul 1970, s. 18-19; a.mlf., “Ýstanbul Vakýflar Müzeleri”, Türkiyemiz, III/8, Ýstanbul 1972, s. 12-21; Cihan Özsayýner, “Bayezid Medresesi ve Türk Vakýf Hat Sanatlarý Müzesi”, Ýlgi, sy. 45, Ýstanbul 1986, s. 2-9; a.mlf., “Hat Sanatýna Açýlan Pencere: Türk Vakýf Hat Sanatlarý Müzesi”, Ýstanbul Ýl Özel Ýdare Haber Bülteni, Ýstanbul Ekim 1987, s. 10-11.

ÿZübeyde Cihan Özsayýner

˜

TÜRK YURDU 1911 yýlýndan itibaren Ýstanbul ve Ankara’da yayýmlanan Türkçü dergi.

18 Aðustos 1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti tarafýndan 24 Kasým 1911 tarihinde on beþ günlük periyotlarla çýkarýlmaya baþlanmýþtýr. Ýlk sayýsýnda amacý “Türklüðe hizmet etmek ve faydalý olmak” þeklinde belirtilir. 1917’den itibaren (XIII. cilt) Türk ocaklarýnýn yayýn organý halinde

Türk Yurdu dergisinin 1. seri ilk sayýsýnýn iç kapaðý ile 2. seri 12-14 sayýsýnýn dýþ kapaðý

varlýðýný sürdürür. Dergi günümüze kadar bazý kesintilerle birlikte Türkçülük hareketini savunan en uzun ömürlü dergi olmayý baþarmýþtýr. 1918’de ilk devresi tamamlanan Türk Yurdu’nun 1923’te baþlayan ikinci devresi 1931 yýlýna kadar devam eder ve felsefe, sosyoloji, arkeoloji, etnografya, mimarlýk, ilâhiyat, Türkiyat, tarih, hukuk, iktisat, psikoloji, týp, eðitim, dil, edebiyat, sanat, siyaset, saðlýk, spor gibi alanlara açýlýr. Millî kültürün, millî bilincin sözcülüðünü yapan dergide imzalarý görülenler arasýnda baþlýca simalar þunlardýr: Mehmed Emin Yurdakul, Müftüoðlu Ahmed Hikmet, Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Ali Canip, Yusuf Akçura, Ahmet Aðaoðlu, Gaspýralý Ýsmâil, Veled Çelebi, Necip Âsým, Bursalý Mehmed Tâhir, Mehmed Fuad Köprülü, Abdülhak Hâmid, Süleyman Nazif, Rýza Nur, Rýza Tevfik, Sadri Maksudi, Ahmet Zeki Velidi, Celâl Sahir, Enis Behiç, Kemalettin Kâmi, Yusuf Ziya, Halit Fahri, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Aka Gündüz, Abdülhak Þinasi, Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit, Ruþen Eþref, Hamdullah Suphi, Hüseyin Cahit, Reþat Nuri, Falih Rýfký, Besim Atalay, Kilisli Muallim Rifat, Abdullah Battal (Taymas), Abdullah Cevdet, Celâl Nuri, Mahmut Ragýp Gazimihal. Üçüncü dönemden bugüne kadar devam eden serilerdeki yazarlarýn baþlýcalarý þunlardýr: Reþit Rahmeti Arat, Remzi Oðuz Arýk, Oktay Aslanapa, Arif Nihat Asya, Hüseyin Nihal Atsýz, Samiha Ayverdi, Yavuz Bülent Bâkiler, Ismayýl Hakký Baltacýoðlu, Ali Fuat Baþgil, Süleyman Hayri Bolay, Behçet Kemal Çaðlar, Âsaf Hâlet Çelebi, Mehmet Çýnarlý, Ýsmail Hami Daniþmend, Ahmet Muhip Dýranas, Ziyaeddin Fahri Fýndýkoðlu, Ýbrahim Alâeddin Gövsa, Necmettin Hacýeminoðlu, Abdülkadir Ýnan, Ýbrahim Kafesoðlu, Mehmet Kaplan, Fahrettin Kýrzýoðlu, Necip Fazýl Kýsakürek, Vasfi Mahir Kocatürk, Mithat Cemal Kuntay, Ercüment Kuran, Akdes Nimet Kurat, Elif Naci, Orhan Okay, Cemil Sena Ongun, Mehmet Önder, Mustafa Necati Sepetçioðlu, Faruk Sümer, Enver Behnan Þapolyo, Fevziye Abdullah Tansel, Hikmet Tanyu, Cahit Tanyol, Fethi Tevetoðlu, Faruk Kadri Timurtaþ, Nurettin Topçu, M. Þekip Tunç, Ahmet Kutsi Tecer, Osman Turan, Mümtaz Turhan, Orhan Türkdoðan, Reha Oðuz Türkkan, Ömer Bedrettin Uþaklý, Hilmi Ziya Ülken, Süheyl Ünver, Ali Nihad Tarlan, Bahtiyar Vahabzade, Halide Nusret Zorlutuna. Türk Yurdu günümüze kadar yedi devre geçirmiþtir. 1. Seri (1911-1918). Dergiyi

550

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÇÜLÜK

yönetenler Mehmed Emin, Yusuf Akçura ve Celâl Sahir’dir. Ülkenin içinde bulunduðu þartlar yüzünden 161 sayý çýktýktan sonra 15 Temmuz 1918’de neþir hayatýna ara vermek zorunda kalýr. 2. Seri (19231931). Bu dönemde Ankara’da yayýmlanýr. 1923’te dört sayý çýktýktan sonra yeni bir düzenlemeye gidilir. Eylül 1927 – 28 Ocak 1928 arasýnda derginin boyutu deðiþtirilir. 1928 Aðustosunda yine görünümü deðiþir; 1929 Þubatýnda yeni harflerle çýkmaya baþlar. Derginin baþýnda, “Türk ocaklarýnýn fikirlerini neþreder aylýk mecmuadýr” cümlesi yer alýr. 10 Nisan 1931’de Türk ocaklarýnýn kapatýlmasýyla yayýmýna ara verir. Bu iki seride toplam 233 sayý (26 cilt) çýkmýþtýr. 3. Seri (1942-1943). Ýlk yýllarda olduðu gibi küçük boyda ve, “Türkler’in faydasýna çalýþýr, on beþ günde bir çýkar” ibaresiyle yayýmlanýr, sekiz sayý ile 1943 yýlýna geçilir, iki sayý daha çýkar ve kapanýr. 4. Seri (1954-1957). Temmuz 1954’te “Türk Ocaklarýnýn Fikirlerini Neþreder Aylýk Mecmua” baþlýðýyla yayýmýný sürdürür. Dergiyi yönetenler Abdülhak Þinasi Hisar ile Hamdullah Suphi Tanrýöver’dir. 5. Seri (1959-1968). Büyük boy olarak her ayýn on beþinde yayýmlanýr. Yönetimini üstlenenler Sadettin Bilgiç, Emin Bilgiç, Osman Turan, Hamdullah Suphi Tanrýöver, Ziyaeddin Fahri Fýndýkoðlu gibi þahsiyetlerdir. Mayýs 1961’den (sy. 296) Kasým 1964’e kadar (sy. 305-306) kesintilerle çýkan dergi 1967’de devam eder. Ocak-Þubat 1968’e kadar yayýmýný sürdürür ve tekrar ara verilir. 6. Seri (1970). Mart 1970’ten itibaren iki sayý yayýmlanýr; yöneticileri Osman Turan ve Osman Yüksel Serdengeçti’dir. 7. Seri (1987). Þubat 1987’de “Türk Ocaðý Merkez Hey’eti’nin Yayýn Organý” olarak yeniden çýkar. Yöneticileri Orhan Düzgüneþ, Reþat Genç ve Cezmi Bayram’dýr. Mart 1989’a kadar Türk Ocaklarý Ýstanbul Þubesi tarafýndan Ýstanbul’da, Kasým 1989’da yeni kapak düzenlemesiyle Ankara’da çýkarýlan dergi çok sayýda ilim ve fikir adamýný bünyesinde toplar ve akademik nitelikte yayýmýný sürdürür. Bu devrede standart sayfa sayýsý altmýþ dörttür. Aðýrlýklý ve özel sayýlarla derginin sayfa sayýsý deðiþmiþtir. 1987 yýlýndan sonra sahibi, genel yayýn müdürü ve yazý iþleri sýkça deðiþmesine raðmen 105. sayýdan itibaren kalýcý isimler Nuri Gürgür, Osman Çakýr, Çaðatay Özdemir, Necmettin Sefercioðlu ve Galip Tamur’dur. Ocak 1991’den itibaren derginin dil, kültür, edebiyat, sanat, siyaset, ekonomi ve þahýslara iliþkin olarak çýkardýðý özel sayýlar, hazýrladýðý dosyalar þunlardýr: Mehmed Âkif Ersoy,

Azerbaycan, Aile, Türk Düþünce Hayatý, Yûnus Emre, Çevre, Türk Ocaðý 80. Þeref Yýlý, Hoca Ahmed Yesevî, Müslümanlarýn Bugünkü Meseleleri, Kutlu Doðum Haftasý, Medya ve Ýnsan, Türk Dünyasý, Alevîlik-Bektaþîlik, Doðumunun 120. Yýl Dönümünde Ziya Gökalp ve Türk Düþüncesi, Habitat II / Þehir ve Kültür, Necmettin Hacýeminoðlu’na Armaðan, Medeniyetçilik ve Küreselleþme, Gençlik ve Þiddet, Üniversitelerimiz Nereye?, Ýslâm’ýn Bugünkü Meseleleri, Alparslan Türkeþ, Galip Erdem, 78 Yýl Sonra Millî Mücadele, Eðitim, Yeni Bir Medeniyet Anlayýþýna Doðru, Türk Ocaklarýnýn 32. Kurultayý 18 Nisan 1998, Dünden Bugüne Türkiye’de Dergicilik, Cumhuriyetimizin 75. Yýlý Kutlu Olsun, Çocuk ve Kültür, XXI. Yüzyýla Doðru Türk Milliyetçiliði, 18 Nisan Seçimleri Deðerlendirmesi, 17 Aðustos 1999 Milletimizin Baþý Saðolsun, 700. Yýlýnda Osmanlý, Türk Romaný, Atatürk ve Türk Milliyetçiliði, Türkçe’ye Saygý, Çanakkale, Kýrgýzistan’a Yolculuk, Hilmi Ziya Ülken, Arif Nihat Asya, Türkiye’de Fikir Dergiciliði, Türk Dünyasýndan Esintiler, Dýþ Göçün 45. Yýlýnda Avrupa Türkleri, Türk-Ermeni Ýhtilâfýnýn Tarihî Arka Planý, Ermeniler 1915 Olaylarý ve Türkiye, Ekonomi Býçak Sýrtýnda, Büyük Ortadoðu Projesi Hedefteki Ülke: Ýran, II. Meþrutiyet’in 100. Yýlý, Dilaver Cebeci, Cengiz Aytmatov, Nasreddin Hoca, Kâþgarlý Mahmud, Ekonomi, Ömer Seyfeddin, Millî Eðitim I-II-III, Bahtiyar Vahapzade, Ulusal Devlet Soruþturmasý-Ergenekon, Ercüment Kuran, Müze. Derginin 1911-1928 yýllarý arasýnda çýkan sayýlarý yeni harflere çevrilerek, 19291931 arasýndaki sayýlar týpkýbasým olarak on yedi cilt halinde yeniden yayýmlanmýþtýr (Ankara 1998-2001). BÝBLÝYOGRAFYA :

Yusuf Akçura, Türk Yýlý: 1928, Ýstanbul 1928, s. 289-355; B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doðuþu (trc. Metin Kýratlý), Ankara 1970, s. 347-348; Mehmet Bilgin, Türk Yurdu Dizini: 1911-1931 (mezuniyet tezi, 1978), AÜ DTCF Kütüphanecilik Kürsüsü; Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir Ýnceleme, Ankara 1990; a.mlf., Türk Yurdu (1911-2001) Bibliyografyasý, Ankara 2002; a.mlf., “1911’den 1992’ye Türk Yurdu Mecmuasý”, TY, sy. 63 (1992), s. 40-43; Mehmet Özden, Türk Yurdu Dergisi ve II. Meþrutiyet Devri Türkçülük Akýmý (1911-1918) (doktora tezi, 1994), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Aybike Yurdürün [Tarý], Yayýn Tarihimizde Türk Yurdu Dergisi ve Derginin Dil Konulu Makalelerinin Ýçerik Analizi (1928-1931) (yüksek lisans tezi, 1994), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Messami Arai, Jön Türk Dönemi ve Türk Milliyetçiliði (trc. Tansel Demirel), Ýstanbul 1994, s. 81-110; Mustafa Gündüz, II. Meþrutiyet’in Klasik Paradigmalarý Ýçtihad, Sebilü’r-Reþad ve Türk Yur-

dunda Toplumsal Tezler, Ankara 2007; a.mlf., “II. Meþrutiyet Devrinde Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Yurdu Mecmuasýnýn Eðitim Faaliyetleri”, Bilge, sy. 50, Ankara 2007, s. 78-83; Mehmet Uzun, “Türk Yurdu Dergisi Üzerine Yapýlan Araþtýrmalar ve Yayýnlar”, TY, sy. 99 (1995), s. 47-49; a.mlf., “Türk Yurdu ve Türk Ocaklarý Literatüründe Unutulan Türk Yurdu Dergileri”, TT, sy. 143 (1995), s. 9-13.

ÿHüseyin Tuncer

TÜRKÇE

(bk. OSMANLI TÜRKÇESÝ;

˜

TÜRK; TÜRKÝYE).

™ —

TÜRKÇÜLÜK XIX. yüzyýlda Osmanlý Devleti’nde entelektüel düzeyde baþlayan, daha sonra siyasal ve ideolojik boyut kazanan hareket, pantürkizm.

˜

Gülhane Hatt-ý Hümâyunu’nun ýsdarýndan sonra devlet ricâlinin bir Osmanlý milleti oluþturulmasý yolundaki çabalarýna raðmen Osmanlý tebaasý arasýnda milliyetçi ve proto-milliyetçi hareketler hýz kazandý. Bir genelleme yapýlýrsa imparatorluðun hýristiyan tebaasý içinde Yunanlýlar, Sýrplar, Bulgarlar, Makedonlar ve Ermeniler arasýnda milliyetçilik cereyanlarý güç kazanýp bu fikirleri savunmak amacýyla siyasî örgütler kurulurken müslümanlarýn çoðunlukta olduðu Araplar ve Arnavutlar’da da kültürel proto-milliyetçilik hareketleri hýzlanmaya baþladý. Ýlk grupta yer alan milliyetçi hareketler, zaman içinde imparatorluktan ayrýlýp baðýmsýz devletler kurma fikrini ciddi bir seçenek halinde tartýþýrken ikinci gruptaki akýmlar daha ziyade Osmanlýlýk kimliðinin sýnýrlarýný zorlamayý, Arap-Osmanlý, Arnavut-Osmanlý benzeri karma kimlikler oluþturmayý hedefledi. Türkçülük bu ikinci sýnýflamadaki hareketlerden biri olarak ele alýnabilir. Ancak Arap ve Arnavut proto-milliyetçiliklerinden farklý biçimde imparatorluðun devamýný saðlamayý birincil amaç kabul eden Türkçü hareket Osmanlý kimliðindeki Türklük vurgusunu güçlendirmeye çalýþtý. Ayný þekilde Gagauzlar gibi çok küçük gayri müslim topluluklara sahip Türk nüfus için etnik kimliði ön plana çýkaran bir hareket olmamýþ, Araplar ve Arnavutlar’da görüldüðü gibi farklý dinlere mensup bireyleri birleþtirici bir özellik taþýmamýþtýr. Bu sebeple Türkçülük hareketi müslüman unsurlarda baþlayan proto-milliyetçi fikir ve siyaset akýmlarý içinde en geç baþlayanlardan birini teþkil etmiþtir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

551


TÜRKÇÜLÜK

Joseph de Guignes’in dört ciltlik Histoire générale des Huns, des Turcs, des Mogols et des autres Tartares occidentaux, &c. avant et dépuis Jésus-Christ jusqu’à present (Paris 1756-1758) ve Arthur Lumley Davids’in A Grammar of the Turkish Language with a Preliminary Discourse on the Language and Literature of the Turkish Nations: Copious Vocabulary, Dialogues, A Collection of Extracts in Prose and Verse, and Lithographed Specimens of Various Ancient and Modern Manuscripts (London 1832) benzeri eserler (ilk eser daha sonra Mustafa Kemal’i derinden etkileyecektir) XVIII. yüzyýlýn baþlarýnda Türklük tanýmýnýn yeniden kavramsallaþtýrýlmasýna yol açtý. Genç yaþta ölen Davids’in kitabý 1836 yýlýnda annesi tarafýndan Fransýzca’ya çevrilerek II. Mahmud’a ithaf edildi. Osmanlý Devleti’nde kitabýn bazý baskýlarýnda baþlýðýna eklenen Kitâbü ilmi’n-nâfi£ fî tafsîli sarf ve nahv-i Türkî adýyla þöhret kazanan eserin bilhassa dilciler ve Ali Suâvi gibi entelektüeller tarafýndan ilgiyle okunduðu anlaþýlmaktadýr. Davids’in farklý Türk kavimleri için Tatarlar yerine ortak bir kelime olarak Türk adýnýn kullanýlmasýný teklif etmesi, kitabýna deðiþik Türk lehçelerinden örnekler ekleyip bunlarýn ayný dil grubuna mensup olduðunu vurgulamasý Osmanlý entelektüel çevrelerinde tartýþmalara yol açtý. Daha sonra Joseph de Guignes’in eserinden faydalanan Mustafa Celâleddin Paþa, Les turcs anciens et modernes baþlýklý kitabýyla (Istanbul 1869) ciddi bir entelektüel tartýþmayý baþlattý. Asýl adý Konstanty Polklozic-Borzêcki olan Mustafa Celâleddin baþarýsýz 1848 ihtilâli sonrasýnda Osmanlý Devleti’ne sýðýnmýþ ve müslüman olduktan sonra Türkler’in etnik kökenleri üzerine çalýþmalar yapmýþtý. Mustafa Celâleddin Paþa, Türkler’in aslýnda Avrupalý sayýldýðýný ve Tuoro-Aryan ýrkýndan geldiðini, Türkçe ile Latince ve diðer Avrupa dilleri arasýnda baðlantýlar bulunduðunu ileri sürmüþtü. Onun bu fikirleri 1930’lu yýllarýn Türk tarih ve dil tezleri üzerinde etkili oldu. Tanzimat döneminin sonuna gelindiðinde Batý kaynaklarýnýn tesiriyle Türkler’in etnik kökeni, dilleri ve diðer ýrklarla iliþkileri üzerine tartýþmalar baþlamýþtý. Yurt içinde Tercümân-ý Ahvâl ve Basîret gazetelerinde, yurt dýþýnda Yeni Osmanlý yayýnlarýnda meselâ Hürriyet ve Ulûm dergilerinde kültürel Türklüðe gösterilen ilgi olarak yorumlanabilecek atýflar yapýldý. Ali Suâvi 1873’te Paris’te basýlan Hîve (Le Khiva) adlý eserinde benzer görüþleri dile getirdi. 1868’552

de Ýstanbul’da neþredilmeye baþlanan Terakkî gazetesi baþlýðýnýn sonunda “Türk gazetesi” ibaresini koymuþtu. Ayrýca basýnda Türk ve Osmanlý Devleti için Türkistan benzeri kelimeler yaygýn biçimde kullanýlýyordu. Ancak bunlarýn henüz rüþeym halindeki bir kütürel hareketi dile getiren ilk ifadeler olduðunu belirtmek gerekir. Daha sonra Ali Suâvi’nin bir Türkçü lider þeklinde tanýtýlmasý gibi çabalar, erken Cumhuriyet döneminde resmî ideoloji haline gelen Türk milliyetçiliðinin geriye dönük tarih yazýmýnýn ürünü olarak mütalaa edilmelidir. Kültürel Türkçülüðün hýz kazanmasý II. Abdülhamid döneminde gerçekleþti. Bu dönemde Macar Türkologlarý’nýn artan çalýþmalarý, Orhon yazýtlarýnýn Vilhelm Thomsen tarafýndan 1893 yýlýnda okunmasý gibi geliþmeler Türklük araþtýrmalarýna hýz kazandýrdý, bu da Osmanlý entelektüelleri üzerinde derin etkiler meydana getirdi. Bu devirdeki Türkçülük hareketinin ilginç bir özelliði de Rus müslümanlarýnýn tesiridir. Bu alanda bilhassa Gaspýralý Ýsmâil Bey’in çabalarýna ve 1883’ten itibaren Bahçesaray’da Kýrým Türkçesi’yle yayýmlanarak Osmanlý entelektüelleri tarafýndan okunan Tercüman gazetesinin oynadýðý role deðinmek gerekir. Kültürel Türkçülük hareketindeki önemli bir aþama da Süleyman Hüsnü Paþa’nýn Târîh-i Âlem adlý kitabýnýn 1876’da yayýmlanmasýdýr. Joseph de Guignes’den etkilenen Süleyman Paþa, deðiþik Türk kavimlerinin tarihini ayrýntýlý biçimde ele alarak Osmanlý tarih yazýmýnda genel kabul gören tarih metodolojisinin oldukça dýþýna çýkýyordu. Kitabýn Mekteb-i Harbiyye’de okutulmasý etkisini daha da arttýrdý. Tarihe bu yaklaþým, daha sonra Mizancý Murad ve özellikle David-Léon Cahun’dan etkilenen Necib Âsým’ýn (Yazýksýz) tarih çalýþmalarýyla daha da ileri götürülerek Türk tarihini yeni bir çalýþma alaný haline getirdi. Bu dönemde Ahmed Vefik Paþa, Þemseddin Sâmi dil alanýnda, Ahmed Midhat Efendi popüler kültür düzeyinde Türkçü fikirlerin yayýlmasýna ciddi katkýlarda bulundular. Ayný þekilde Bursalý Mehmed Tâhir, Türkler’in Ýslâm medeniyetinin yükseliþindeki rolünü ortaya koyarken daha sonra “millî þair” unvanýný alacak olan Mehmet Emin (Yurdakul) edebiyat alanýnda Türkçülüðün geliþmesine öncülük etti. Kendilerini “Türk gazetesi” diye niteleyen Mîzan ve Ýkdam baþta olmak üzere basýn, Osmanlý Devleti dýþýnda yaþayan Türkler, Türkler’in etnik kökenleri ve Macarlar gibi kavimlerin Türkler’le ayný kökene dayandýklarý gibi konularý ele al-

mak, ayrýca Macar Türkologlarý’nýn yazýlarýnda geçen “turan” ve “turanî” kelimelerini kullanmak suretiyle kültürel Türkçülüðün tartýþýlmasýnda ciddi rol oynadý. Ancak dönemin sansürü yüzünden siyasî Türkçülük konusunda dýþa akseden önemli bir tartýþma yaþanmadý. Siyasal Türkçülük tartýþmasý, Jön Türk basýný diye adlandýrýlan ve yurt dýþý merkezlerde basýlarak Osmanlý vilâyetlerine gizlice sokulan dergilerle baþladý. Jön Türk muhalefetinin ilk yýllarýnda bilhassa Tunalý Hilmi’nin yazdýðý makalelerde imparatorluk içinde Türk toplumunun hâkim millet olarak kabul edilmesinin gerekliliðine iþaret edilmesi, Türkler için övücü sýfatlar kullanýlmasý dýþýnda ciddi bir kültürel Türkçülüðe rastlanmaz. Esasen bu dönemde Jön Türklüðün önemli yayýn organlarýna, Osmanlý ve Meþveret gibi Osmanlýlýk ideolojisine veya Ýslâmî ilkelere atýfta bulunan isimler verilmiþti. 1902’de Paris’te düzenlenen Osmanlý Hürriyetperveran Kongresi’nin ardýndan bu toplantýda Sabahaddin Bey yanlýlarýnýn ve Kürtler dýþýndaki Türk olmayan temsilcilerin oluþturduðu çoðunluðun izleme kararý aldýðý siyasete karþý çýkan Ahmed Rýzâ Bey ve kendilerini “icraatçýlar” diye adlandýran küçük Jön Türk organizasyonlarý kültürel ve siyasal Türkçülük alanýnda ciddi bir hareket baþlattýlar. 1902 Hürriyetperveran Kongresi’nden sonra Ahmed Rýzâ Bey yanlýlarý ile icraatçýlar tarafýndan gerçekleþtirilen koalisyonun yayýn organý olarak neþredilen Þûrâyý Ümmet gitgide Osmanlýcýlýk ideolojisinin sýnýrlarýný zorlayan bir Türkçülüðe kayarken bilhassa Mýsýr Jön Türklüðü siyasî Türkçülüðün ilk önemli ürünlerini ortaya koymaya baþladý. Süleyman Vâhid ve Tarsusîzâde Münif beylerin yayýmladýðý Anadolu dergisi bu alanda ilk örneklere yer verdi. Ancak bizzat siyasî Türkçülük ideolojisini yaymak için Kahire’de neþredilen ilk gazete Türk adýný taþýyordu. Þerefeddin Maðmûmî, Necmeddin Ârif, Celâleddin Ârif, Ali Kemal ve Esad beyler tarafýndan 5 Kasým 1903 tarihinde yayýmlanmaya baþlanan derginin ilk sayýsýndaki “Türk” makalesi mecmuanýn “Türkler’in muhâfaza-i hukuku, tehzîb-i ezhâný, tenþît-i efkârý için te’sis olunduðu”nu belirttikten sonra Türkler’in Macarlar gibi kavimlerle akrabalýðýný ve diðer Doðu kavimlerine üstünlüðünü vurguluyordu. Dergiye gelen çok sayýda mektup, Türk’ün yayýmýnýn Rus müslümanlarý arasýnda da ilgiyle karþýlandýðýný ortaya koymaktadýr. Yazarlarýnýn Oðuz, Özbek, Tuðrul, Turgut, Ku-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÇÜLÜK

neralp, Uluð gibi takma adlar kullandýðý dergide diðer Osmanlý anâsýrý için kaleme alýnan açýk mektuplarda Türkler’in ýrkî üstünlüklerini belirten ifadelere yer verildi. Türk, bu sebeple diðer Osmanlý unsurlarýna mensup entelektüellerle ciddi polemiklere girdi. Bunlarýn belki de en önemlisi el-Menâr ve Reþîd Rýzâ ile olanýdýr. Derginin siyasî Türkçü tezleri ve bilhassa Ýslâmiyet’in Türkler’in gerilemesine yol açtýðý anlamý çýkarýlabilecek yorumlar, 1905 yýlý Kasým ayýnda Ýslâmiyet ile Türkçülüðün sentezini yapmaya çalýþan bir grubun dergiyi daha radikal Türkçülüðü benimseyen milliyetçilerden tasfiyesiyle sonuçlandý. Ancak Hüseyin Âlî Bey liderliðindeki yeni idareciler 1906 yýlýnýn Haziranýnda dergiyi yeniden eski neþir heyetine býrakmak zorunda kaldý. Dergi 1907 Kasýmýnda kapanýncaya kadar siyasî Türkçülüðün geliþmesine büyük katký saðladý. Yusuf Akçura’nýn “Üç Tarz-ý Siyâset” baþlýklý çalýþmasýnýn Türk gazetesinde yayýmlanmasý (nr. 24, 14 Nisan 1904 vd.) bir tesadüf eseri deðildir. Akçura, Osmanlý Devleti’nin önündeki seçenekleri sýralarken bunlarýn panislâmizm, Osmanlýcýlýk ve ýrk esasýna dayanan Türk milliyetçiliði olduðunu belirtiyor, son alternatifin bunlar arasýnda en anlamlýsý sayýldýðýna iþaret ediyordu. Zaven ve Vartouhie Nalbandyan’ýn Turtsiia i panturanizm adlý risâlelerinde, Akçura’nýn kitabýnýn Türk milliyetçiliði ve turancýlýk alanýnda komünist manifestonun Marksizm üzerindeki rolüne benzer bir etki yaptýðýný söylemeleri yerinde bir tesbittir. Ali Kemal ve Ahmed Ferid (Tek) beylerin Akçura’nýn tezine karþý verdikleri cevaplar tartýþmayý daha da ateþlendirdi ve siyasal Türkçülüðü imparatorluðun temel entelektüel tartýþmalarýndan biri haline getirdi. Yusuf Akçura, Türk dergisine yazan eski Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti üyelerinden biriydi. 1905 yýlý sonbaharýndan itibaren Bahâeddin Þâkir ve Nâzým beyler muhalefeti yeniden örgütleyip 1906’da Osmanlý Terakkî ve Ýttihat Cemiyeti adý altýnda tekrar teþkilâtlandýrdýklarýnda Akçura gibi pek çok Türkçü bu yeni örgütlenmenin sempatizaný veya üyesi haline geldi. Bu çok önemli bir geliþmeydi, çünkü Türk herhangi bir siyasal örgütlenmenin yayýn organý deðil bir entelektüel yayýndý. Osmanlý Terakkî ve Ýttihat Cemiyeti’nin siyasî Türkçülüðe yönelmesi, bu ideolojinin temel Jön Türk örgütlenmesinin fikrî dayanaðý haline gelmesi anlamýný taþýyordu. Bu alanda iþaret edilmesi gereken bir di-

ðer önemli etken de Osmanlý Terakkî ve Ýttihat Cemiyeti’nin yurt dýþý þubelerinin Bulgaristan, Romanya, Kafkasya, Girit, Kýbrýs gibi imparatorluktan ayrýlmýþ ya da muhtariyet kazanmýþ bölgelerinde kurulmasý ve buralarda daha yaygýn olan Türkçü fikirlerin bu þubeler aracýlýðýyla cemiyet merkezinde etki yaratmasýydý. 1905 Rus Ýhtilâli sonrasýnda oluþan göreceli özgür ortamda Âzerîler, Tatarlar gibi Türk toplumlarýnýn yayýn faaliyetine hýz vermeleri de bu geliþmeye etkide bulundu. Aðaoðlu Ahmet, Hüseyinzâde Ali (Turan), Gaspýralý Ýsmâil gibi Osmanlý Terakkî ve Ýttihat Cemiyeti’yle iliþkiyi sürdüren liderlerin Hayat, Ýrþad, Füyûzat, Tercümân-ý Ahvâl-i Zaman gibi dergilerde ileri sürdükleri fikirler (Þûra-yý Ümmet ve Türk gibi dergiler bunlardan bazýlarýný kýsmen yayýmlamýþtýr), Türkçülüðün Jön Türklüðün temel örgütlenmesi tarafýndan içselleþtirilmesinde önemli rol oynadý. Osmanlý Terakkî ve Ýttihat Cemiyeti’nin gizli muhaberatýnda “Adriyatik denizinden Çin hududuna kadar vâki memleketler baþtan aþaðý yalnýz bir din ile mütedeyyin deðil, bir lisan ile de mütekellim Türk cinsi ile meþguldür. Afrika ve Hindistan’dan sarfýnazar yalnýz Türk cinsinden olanlar ittihat etseler dünyanýn en þevketli hükümetini teþkile muktedir olurlar” gibi ifadelerin kullanýlmasý, Hüseyinzâde Ali Bey’in emeli “Adriyatik denizinden Çin’e kadar olan memâlikten bir ‘Türk ittihadý’ husule getirmek” olan bir entelektüel þeklinde takdimi bu fikirlerin etkisini ortaya koymaktadýr. Osmanlý Terakkî ve Ýttihat Cemiyeti, 1907 Eylülünde merkezi Selânik’te bulunan Osmanlý Hürriyet Cemiyeti ile birleþince gerçekleþtireceði ihtilâlin merkezini Makedonya olarak belirledi. Burada giriþilecek bir ihtilâl hareketi muhtelif anâsýr ve bilhassa Arnavutlar’ýn ciddi desteðine dayanacaktý. Bu sebeple 1907 sonu ile 1908 Ýhtilâli arasýndaki dönemde Osmanlý Terakkî ve Ýttihat, Türkçü çizgisini terkederek yeniden Osmanlýcýlýðý ön plana çýkaran bir propaganda yürütmeye baþladý. Bu amaçla söz konusu dönemde yeniden kullanýlan beyannâmelerdeki “Türk” kelimeleri “Osmanlý” ile deðiþtirildi ve diðer anâsýrý suçlayan ifadeler sansürlendi. 1908 yýlý Aralýk ayýnda bir kýsmý II. Abdülhamid döneminde yurt içinde, bir kýsmý Jön Türk olarak Türkçülük hareketinde öncü roller oynamýþ Ahmed Midhat Efendi, Necib Âsým, Mehmed Emin, Yusuf Akçura, Ahmed Ferid beylerin önderliðinde kurulan Türk Derneði, Türkçülüðün yeni

dönemde de entelektüel hayata damgasýný vuracak bir ideoloji olacaðýnýn ilk iþaretiydi. 1911-1912 yýllarýnda kurulan Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocaðý ise iktidardaki Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti’nden aldýðý destekle Türkçülüðün entelektüel tartýþmada güçlenmesini saðladý. Türk Ocaðý, erken Cumhuriyet dönemine uzanan bir süreçte etkisi görülen bir kültürel örgütlenme olma özelliði taþýr. Türkçülük, Ýttihat ve Terakkî Merkez-i Umûmîsi’nde görev yapan Ziya Gökalp ve Hüseyinzâde Ali beyler gibi entelektüeller aracýlýðýyla iktidar partisinin ideolojisini derinden etkiledi. Türk Yurdu, Yeni Mecmua gibi dergiler, Þûra-yý Ümmet ve Tanin gibi gazeteler tarafýndan yoðun biçimde tartýþýlan kültürel ve siyasal Türkçülük, edebiyat alanýnda da etkili oldu ve Genç Kalemler (Selânik) gibi dergi ve yayýnlarla bu alanda ciddi bir deðiþimi gerçekleþtirdi. Emile Durkheim’den etkilenen Ziya Gökalp, Türkçülüðün sosyolojik bir çerçeveye oturtulmasýnada, Ahmet Aðaoðlu, Yusuf Akçura ve Hüseyinzâde Ali beyler Osmanlý Devleti dýþýnda yaþayan Türkler’i de kapsayan bir Türk dünyasý ve Türklük fikrinin kavramsallaþtýrýlmasýnda, Ömer Seyfeddin ve Mehmed Emin beyler sadeleþtirilmiþ dil ve Türkçü edebiyat tezlerinin oluþturulmasýnda öncü roller oynadýlar. Bunlarýn yaný sýra Türkçülük, Alman tarihçi okulundan etkilenerek 1913 sonrasýnda yürürlüðe konan millî iktisat siyasetiyle ekonomik tezler de geliþtirdi, kapitülasyonlara karþý tavýr aldý, yabancý devletler ve muhtelif Osmanlý anâsýrýna yönelik boykot hareketlerini örgütledi. 1913 yýlýna gelindiðinde Türkçülük sosyolojik, ekonomik, kültürel tezleri olan, yaygýn basýn desteðine sahip, iktidar partisi tarafýndan içselleþtirilen bir ideoloji haline gelmiþti. Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin Türkçülüðü benimsemesi ciddi sorunlarý da beraberinde getirdi. Çok uluslu bir imparatorluðu idare etme durumunda olan Ýttihat ve Terakkî Cemiyeti ileri gelenleri Türkçülük ile Osmanlýcýlýk ideolojisini baðdaþtýrmaya çalýþtýlar ve Türkler’in millî bir ruh kazanarak imparatorluðu yeniden canlandýrmalarýnýn bütün Osmanlý anâsýrý için yararlý olduðunu savundular. Ancak diðer Osmanlý unsurlarý Türkçülük ideolojisine oldukça mesafeli yaklaþtý ve ciddi tenkitler dile getirdi. 1912-1913 Balkan savaþlarýnýn Osmanlýcýlýk ideolojisine vurduðu aðýr darbe, Türkçülüðün entelektüel düzeyde daha da güçlenmesine sebep olmakla birlikte bu ideolojinin Türk tarihçiliði tarafýndan 1912-1913 sonrasýn-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

553


TÜRKÇÜLÜK

da ortaya çýktýðýnýn savunulmasý yanlýþtý. Balkan Savaþý kayýplarýnýn yol açtýðý þiddetli milliyetçi tepkiler ve harb-i umûmîye giriþ, Ýttihat ve Terakkî’nin içselleþtirdiði Türkçülüðün resmen sahip çýkýlan Osmanlýcýlýk’tan çok daha etkili olmasý sonucunu doðurdu. 1914 sonrasýnda Rusya’nýn daðýlacaðý yönünde beslenen ümitler, evvelce kültürel boyutta tartýþýlan pantürkizm ve turancýlýk fikirlerinin siyasal boyutta tartýþýlmasý neticesini doðurdu. II. Meþrutiyet’in ardýndan Türkçü hareketi, temel ideolojik çerçevesi yaygýn kabul görmekle birlikte türdeþ olmaktan uzak kalmýþtýr. Özellikle bu ideolojiyi Ýslâm ile baðdaþtýrma konusunda 19031907’de Türk dergisini çýkaran entelektüellerinkine benzer fikir ayrýlýklarý yaþanmýþtýr. Babanzâde Ahmed Naim Sebîlürreþâd mecmuasýnda neþrettiði ve daha sonra bir risâle halinde yayýmladýðý “Ýslâm’da Da‘vâ-yý Kavmiyyet” baþlýklý deðerlendirmesinde Türkçüler’i “hâlis Türkçüler” ve “Türkçü-Ýslâmcýlar” diye ikiye ayýrýrken bu farklýlýða iþaret etmiþtir. Ýlginç olan taraf, Ziya Gökalp baþta olmak üzere hareketin önde gelen ideologlarýnýn Türk’ün 19031905 dönemindeki neþriyatýna benzer þekilde Ýslâmiyet’i Türklüðün gerilemesinin temel sebeplerinden biri olarak gören tezler ileri sürmemeleridir. Ömer Seyfeddin gibi materyalist düþünürleri hikâyelerinde kahramanlaþtýran Türkçüler dahi açýktan böyle tezler ortaya atmamýþtýr. Aksine Ziya Gökalp 1913’te Türk Yurdu’nda neþrettiði “Türkleþmek, Ýslâmlaþmak, Muâsýrlaþmak” baþlýklý çalýþmasýnda, bilhassa Ýslâm Mecmuasý’nda ve Yeni Hayat kitabýnda Türkleþtirilmiþ bir Ýslâm, “TürkÝslâm harsý” tezini iþlemiþtir. Bu yayýnlarda Ýslâm’ýn Türkleþtirilmesi kadar reforma tâbi tutulmasý fikri de iþlenmiþtir. 1918 Mondros Mütarekesi bir anlamda Türkçü düþüncenin iktidarý kaybetmesi anlamýna geliyordu. Ancak parçalanan bir imparatorluktan Türk ulus-devletine geçiþ sürecinde Türkçülük tabii olarak hayli etkili oldu. Her ne kadar 1919-1922 döneminde Millî Mücadele liderleri Ýslâmî bir lisan kullansalar da bunlarýn önemli bölümü Türkçü harekette yer almýþ ya da ona sempati duymuþ kimselerdi. Bunun yaný sýra Sovyet liderleriyle iyi iliþkiler sürdürme çabasý da Türkçü ve turancý tezlerin açýkça dile getirilmesini önlemiþti. Buna raðmen 1922 sonrasýnda Türkçülük yeni bir ivme kazanmýþtýr. Türkçülük düþüncesi erken Cumhuriyet döneminin ideolojik temellerinden birini oluþturmakla birlikte bilhassa Türk tarih tezinin geliþimi sonrasýnda ye554

ni bir þekil almýþ ve resmî Türk milliyetçiliðine dönüþen ideoloji Ýslâmiyet’i Türk ýrkýnýn geliþmesinin engellerinden biri olarak öne sürmüþtür. Bu dönemin tezleri, antropolojik temelleri istisna edilirse Türk dergisinin erken dönem neþriyatýyla ciddi benzerlikler gösterir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýsmail Bey Gaspirinskii, Russkoe musul’manstvo: mysli, zametki i nabliudeniia musul’manina, Simferopol’ 1881, tür.yer.; Osmanlý Ýttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi’nin 1906-1907 Senelerinin Muhaberat Kopyasý, Ýstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplýðý, Or., nr. 30, vr. 81, 115-116; Ahmed Naim, Ýslâmda Da‘vâ-yý Kavmiyyet, Ýstanbul 1332; Ziya Gökalp, Türkleþmek, Ýslâmlaþmak, Muâsýrlaþmak, Ýstanbul 1918; a.mlf., Yeni Hayat, Ýstanbul 1918, tür.yer.; Zarevand [Zaven – Varthouie Nalbandyan], Turtsiia i panturanizm, Paris 1930, s. 42, 160; D. Kushner, Türk Milliyetçiliðinin Doðuþu: 1876-1908 (trc. Þevket Serdar Türet v.dðr.), Ýstanbul 1979, s. 12-27; Tarýk Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Ýstanbul 1984, I, 414-438; Þerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, Syracuse 2000, s. 250; M. Þükrü Hanioðlu, Preparation for a Revolution: The Young Turks, 1902-1908, Oxford-New York 2001, s. 64-73, 352-357; el-Menâr, VI/24, Kahire 1904, s. 954-958; VII/2 (1904), s. 3-4; XII/12 (1910), s. 913.

ÿM. Þükrü Hanioðlu

TÜRKGELDÝ, Ali Fuat

(1867-1935)

˜

Hâtýratý ve siyasî eserleriyle tanýnan Osmanlý Devleti’nin son Mâbeyin baþkâtiplerinden.

8 Temmuz 1867’de Ýstanbul Acýbadem’de doðdu. Tanzimat devri bürokratlarýndan Dahiliye Müsteþarý Celâl Bey’in torunu ve Tercüme Odasý Mühimme Müdürü Cemal Bey’in oðludur. Ýbtidâiyeden sonra Soðukçeþme Askerî Rüþdiyesi’nden mezun oldu ve lisan mektebini bitirdi. Büyükbabasýnýn evinde oturan Hintli Hoca Ýskender Efendi’den Fars edebiyatý dersleri aldý. 1881’de girdiði Dahiliye Mektûbî Kalemi’nde bir yandan çalýþýrken diðer yandan öðrenimine devam etti. 1895’te Mekteb-i Hukuk’u birincilikle tamamladý. Resmî görevinde ilerleyerek çeþitli komisyonlarda çalýþtý ve ardýndan kalem müdürü oldu. 28 Haziran 1901’de dahiliye mektupçuluðuna getirildi; 9 Temmuz 1903’ten itibaren dahiliye müsteþarlýðýna vekâlet etti. II. Meþrutiyet’in ilâný esnasýnda bu iki görevi birlikte yürütmekteydi. 22 Eylül 1908’de sadâret mektupçusu, 8 Eylül 1909’da dahiliye müsteþarý olan Ali Fuat, bu görevi yürütürken Gazi Ahmed Muhtar Paþa kabinesinin iktidara gelmesinden sonra Hüseyin Hilmi Paþa’nýn Meclis-i

Vükelâ’da teklifi ve Sultan Reþad’a tavsiyesiyle 31 Temmuz 1912’de Mâbeyin baþkâtipliðine getirildi. Sultan Reþad’ýn vefatýna kadar bu görevde kaldý; Vahdeddin’in cülûsunda görevini Damad Ferid Paþa’nýn ikinci sadâretine kadar sürdürdü. Kuvâ-yi Milliye’yi isyancý ilân eden hatt-ý hümâyuna karþý çýkýnca (BA, HSD. AFT, nr. 9/50; Görüp Ýþittiklerim, s. 283-287) baþýndan beri icraatýný eleþtirdiði Damad Ferid’le iliþkileri tamamen bozuldu. Bu olayýn ardýndan Þûrâ-yý Devlet Maliye ve Nâfia Dairesi Riyâseti’ne nakledilerek 15 Nisan 1920’de saraydan çýkarýldý. 27 Ekim’de Tevfik Paþa’nýn son sadâretinde sadâret müsteþarlýðýna tayin edildi ve Ýstanbul hükümetinin ilgasýna kadar bu görevde kaldý. Emekliliðini istedikten sonra daha önce baþladýðý ilmî, tarihî ve siyasî alanlarda çeþitli eserlerini kaleme aldý. 1934 Mayýsýnda geçirdiði kýsmî felcin ardýndan 3 Þubat 1935’te vefat ederek Yahyâ Efendi Kabristaný’na defnedildi. Ali Fuat Türkgeldi, Osmanlý bürokrasisinde önemli görevlerde bulunmuþ, özellikle II. Meþrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar pek çok siyasal geliþmeye tanýk olmuþ, bunlarýn önde gelen þahsiyetleriyle tanýþmýþ, bir yandan geliþmeleri kaydederken diðer yandan -oðlu Âli Türkgeldi’nin belirttiði gibi- Türk hükümetinin görüþ ve düþünüþ tarzýný eserlerinde ortaya koymuþtur (BA, HSD. AFT, nr. 9/50). Kitaplarýnýn deðeri sadece görüp iþittiklerini yazmakla sýnýrlý kalmamýþ, Tanzimat’tan II. Meþrutiyet’in ilânýna kadar geçen yetmiþ yýl içinde meydana gelen olaylarý Avrupa kaynaklarýna da atýfta bulunarak karþýlaþtýrmalý biçimde ele almýþ, ayný zamanda bu olaylarda rol alan þahsiyetlerin resmî ve özel kiþiliklerinin tahlilini yapmýþtýr. Bu konularda yazdýklarýný özgün kýlan husus, yer verdiði tarihî belgelerin yaný sýra Tanzimat ricâlinin kaleminden çýkan pek çok belgeyi görmesi, sadâret müsteþarý iken

Ali Fuat Türkgeldi

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÎ-i BASÎT

Yýldýz’dan Bâbýâli’ye devredilen siyasî evraký incelemesi, kiþiliklerini tahlil ettiði önemli isimlerin aileleriyle tanýþma fýrsatý bulmasý ve özel arþivlerini gözden geçirmesidir. Eserleri. 1. Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye. XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Osmanlý Devleti ile Avrupa ve Rusya arasýnda geçen olaylarý konu edinen kaynak niteliðinde bir eserdir. I. cilt Kýrým harbinin ortaya çýkýþý ile baþlar, Karadeniz’in tarafsýzlýðýnýn ihlâli ve Londra Konferansý ile sona erer. Cildin sonuna Mustafa Reþid, Âlî ve Fuad paþalarýn bu dönemdeki geliþmelerle ilgili yazýlarý eklenmiþtir. II. cilt 1293 (1876) Osmanlý-Rus Harbi’nin çýkýþ sebeplerinden Rumeli-i Þarkî’nin Bulgaristan’a iltihakýna kadar (1885) gelir. Sadrazam ve hariciye nâzýrlarýnýn kaleme aldýklarý bu dönemle ilgili belgeler cildin sonuna eklenmiþtir. III. cilt Girit meselesi ve Osmanlý-Yunanistan siyasî iliþkilerine dairdir (nþr. Bekir Sýtký Baykal, Ankara 19601966). 2. Görüp Ýþittiklerim. II. Meþrutiyet’in ilânýndan Mâbeyin baþkâtipliði görevinden ayrýlýncaya kadar yaþadýðý olaylardan bahseden bir hâtýrattýr. Mütâreke dönemine ait bölümü günü gününe tutulmuþ notlardan oluþmaktadýr. Yazar, kitabýn sonunda yer alan “Ýstitrad” baþlýklý bölümde Sultan Reþad ile Vahdeddin’in önemli saydýðý söz ve kendi gözlemlerine yer vermektedir (Ankara 1951, 2. bs.). 3. Ricâl-i Mühimme-i Siyâsiyye. Müellifin kendi döneminde en tanýnmýþ kitabýdýr. Mustafa Reþid Paþa’dan itibaren II. Abdülhamid döneminin son sadrazamý Avlonyalý Ferid Paþa’ya kadar gelen devlet adamlarýnýn görevleri esnasýnda iç ve dýþ iliþkilerde meydana gelen önemli geliþmeler ve bu geliþmelerde rol oynayan þahsiyetlere dairdir; bunlara ait bazý belgeleri de ihtiva eder. Eser 4 Haziran 1925 – 4 Aðustos 1927 tarihleri arasýnda Servet-i Fünûn’da tefrika edilmiþ (nr. 29-142), Mustafa Reþid, Âlî ve Fuad paþalarla ilgili kýsmý ayrýca kitap halinde yayýmlanmýþtýr (Ýstanbul 1928, 1935). 4. Mâruf Sîmâlar. Ricâl-i Mühimme-i Siyâsiyye’de tercüme-i halleri yer alanlarýn dýþýnda dönemlerinde iz býrakan kiþilerin biyografileriyle bazý hikâyelerini içerir. Eserde eski teþkilât düzenine ve siyasal olaylara dair bilgi ve belgeler de bulunur. Kitap yirmi iki bölümden oluþmaktadýr: Sadrazam Mehmed Emin Paþa, Rauf Paþa, Sadrazam Ýzzet Mehmed Paþa, Mehmed Said Pertev ve Âkif paþalar, Abdurrahman Nâfiz Paþa, Teþkîlât-ý Mâliyye’nin kurucularýndan Mûsâ Saffetî Paþa, damatlardan Halil, Said,

Fethi, Mehmed Ali paþalar, Sadrazam Sârým Paþa, Sâdýk Rifat Paþa, Þekib Paþa, Kaptanýderyâ Mahmud Paþa ve Sinop vak‘asý, Serdârýekrem Abdülkerim Nâdir Paþa, Þeyhülvüzerâ Nâmýk Paþa, Sadrazam Ahmed Esad Paþa, Ahmed Cevdet Paþa, Mümtaz Efendi, Mansûrîzâde Mustafa [Nûri] Paþa ve Netâyicü’l-vuk†ât, Münif [Mehmed] Paþa, nâzýrlar ve müsteþarlar, Dahiliye Nâzýrý [Mehmed] Memduh Paþa, Mýsýr Valisi Mehmed Ali Paþa. Eserin Mýsýr Valisi Mehmed Ali Paþa’ya ait olan kýsmý Türk Tarih Encümeni Mecmuasý’nýn 1 Haziran 1927 tarihli sayýsýnda; Þekib, Rifat, Münif ve Mansûrîzâde Mustafa paþalara ait kýsýmlarý yine ayný mecmuada (sy. 2, Eylül 1929, I/1 [1929], s. 40-48; I/3, Þubat 1930, s. 42-66; I/4, Mart-Mayýs 1930, s. 1-16; I/2, Eylül 1930, s. 1-11). 5. Edvâr-ý Islâhât. Kýrým harbinden II. Meþrutiyet’in ilânýna kadar yabancý devletlerin önerdiði ýslahatlarý içeren basýlmamýþ önemli bir kitaptýr. 1856 Islahat Fermaný’ndan baþlayarak Makedonya ýslahatýna kadar (1903) gelen eserde birçok belge yer almaktadýr. Türkgeldi, Bâbýâli’de toplanan Ermeni olaylarýyla ilgili çeþitli komisyonlarda ve Makedonya olaylarý esnasýnda dahiliye mektupçuluðu görevinde bulunduðundan geliþmelerin önemli bir bölümüne tanýklýk etmiþtir (BA, HSD. AFT, nr. 9/50). 6. Târihî Fýkralar. Mustafa Reþid, Âlî, Fuad, Mütercim Rüþdü, Ahmed Vefik, Saffet Mehmed Esad paþalarla Þeyhülislâm Zeynî Efendi, Veli Efendizâde Emin Efendi, Müverrih Âsým Efendi, Süleyman Fâik Efendi, Hâlet Efendi, Keçecizâde Ýzzet Molla, Þair Nihad Bey, Suhte Nâilî, Kâzým Paþa gibi ünlü bazý simalara ait nüktelerden oluþan bir mecmuadýr. 18 Aðustos 1927 – 19 Nisan 1928 tarihlerinde Servet-i Fünûn’da yayýmlanmýþtýr. 7. Âfâk¢ Fýkralar. Halk arasýnda söylenegelen hikâye ve fýkralardan oluþur (BA, HSD. AFT, nr. 9/50). BÝBLÝYOGRAFYA :

Ali Fuat Türkgeldi Evraký, BA, HSD. AFT, nr. 3/72, 4/33, 6/128, 7/7, 16/17; Ali Fuat Türkgeldi, Görüp Ýþittiklerim, Ankara 1949, s. 283-287; Selçuk Erez, “Ali Fuat Bey’in Elyazmalarý”, Cumhuriyet, Ýstanbul 22 Haziran 1992; “Ali Fuat Bey”, TA, II, 86.

ÿSeyfi Kenan

TÜRKÎ b. ABDULLAH ( ‫ א‬M B. ! )

(ö. 1249/1834)

Suûdî ailesine mensup emîr (1824-1834)

˜

(bk. SUÛDÎLER).

˜

TÜRKÎ-i BASÎT ( F. ! ) Divan edebiyatý içinde yalýn Türkçe’yi benimsediði ileri sürülen edebiyat ve dil akýmý.

Ýlk defa 1921’de Mehmed Fuad Köprülü tarafýndan Tevhîd-i Efkâr gazetesindeki makalesinde, daha sonra 1928’de kitabýnda (bk. bibl.) bahsedilerek tanýmlanan Türkî-i basît tabiri, divan edebiyatýnda Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere fazla yer vermeyerek sade bir Türkçe ile þiir yazma akýmý için kullanýlmýþtýr. Köprülü’ye göre XVI. yüzyýlda Ýran þiirinin gittikçe artan etkisiyle Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin çoðalmasýna bir tepki þeklinde önce Tatavlalý Mahremî, ardýndan Edirneli Nazmî aruz vezniyle sade, terkipsiz bir Türkçe ile yazmaya baþlamýþ ve bu tarzýn adýný Türkî-i basît koymuþtur. Âþýk Çelebi’nin, Mahremî’nin Basîtnâme’sinden bahsederken (Meþâirü’þ-þuarâ, vr. 117b) “elfâz u teþbîhâtý kâmilen Türkî olan, içinde lafz-ý Arabî ve Fârisî bulunmayan” demesine bakýlarak Türkî-i basît’in Türkçe kaygýsýyla ortaya çýktýðýna ve ilk temsilcisinin Mahremî olduðuna þu tek beyitle hükmedilmiþtir: “Gördüm seðirdir ol ala gözlü geyik gibi / Düþtüm saçý tuzaðýna bön üveyik gibi.” Edirneli Nazmî’nin divanýnda yer alan ve “Türkî-i Basît” baþlýðýný taþýyan bu tarz manzumelerden, çoðu gazel olmak üzere 283 þiirle 100’den fazla beyit ve müfredi Dîvân-ý Türkî-i Basît adý altýnda yayýmlayan Köprülü bu örnekleri dikkate alýp bunlarý millî edebiyat akýmýnýn bilinçli ilk müjdecileri arasýnda saymýþtýr. Köprülü’nün yer yer ihtiyatlý bir yaklaþýmla bir dil ve edebiyat akýmý / hareketi þeklinde tanýttýðý Türkî-i basît’i onu takip eden edebiyat tarihi araþtýrmacýlarýnýn birçoðu (Nihal Atsýz, Agâh Sýrrý Levend, Nihad Sâmi Banarlý, Ahmet Kabaklý vb.) varlýðý mutlak bir akým olarak benimsemiþtir. Hatta Köprülü’nün Edirneli Nazmî’nin divanýndaki sade þiirleri seçerek Dîvân-ý Türkî-i Basît þeklindeki adlandýrmasýný bu isimde bir divaný varmýþ gibi telakki edilmiþlerdir. Bazýlarý ise XV. yüzyýl þairlerinden Aydýnlý Visâlî’yi akýmýn ilk þairi diye bunlara katmýþtýr. Ancak Vasfi Mahir Kocatürk, Nazmî’nin þiirinden bahsederken bunlarýn sanat deðeri bulunmadýðýný, sade Türkçe ile þiir yazmanýn bir yenilik sayýlmadýðýný, daha önce de buna benzer örneklere rastlandýðýný ileri sürmüþtür. Ali Karamanlýoðlu da bilinçli bir milliyetçilik ve

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

555


TÜRKÎ-i BASÎT

Türkçülük düþüncesinin ürünü olmayan bu örneklerin münferit davranýþlar sayýlmasý gerektiðini belirtmiþtir. Bütün bu yargýlar adý geçen þairlerin eserleri üzerinde henüz ciddi araþtýrmalarýn yapýlmadýðý yýllara aittir. 1990’lardan sonra bu üç þair hakkýnda yapýlan doktora çalýþmalarý, yayýmlanan makale ve kitaplar konuya açýklýk getirmiþtir. Bunlardan Aydýnlý Visâlî’nin, “Gözlerimdir güzelim gözünü can ile seven / Göze göster gözünü gözden ýrað olma igen” beytiyle baþlayan gazelinin Sabayî adlý bir þaire nazîre olduðu, esasen Visâlî’nin Türkî-i basît çerçevesine girecek baþka þiiri de bulunmadýðý anlaþýlmýþtýr (Mermer, s. 23). Mahremî’nin de zikredilen beyit dýþýnda sade Türkçe ile yazmadýðý görülmekte, Basîtnâme adlý eseri bulunamadýðýndan konuyla ilgisi hakkýnda bir fikir edinilememektedir (Aynur, IV/5 [2009], s. 43). En çok örneðin görüldüðü Edirneli Nazmî’nin divaný ise 643 varakta 8976 manzumeyle Türk edebiyatýnýn en hacimli divanýdýr. Eserde divan þiirinin hemen bütün konularýnda (bahirler, nazým þekilleri, edebî sanatlar vb.) çok miktarda örnek yer aldýðýndan bunlar arasýnda sayýca fazla gibi görünen Türkî-i basît manzumelerinin bütün içindeki nisbeti dikkate alýndýðýnda bir çýðýr açma diye adlandýrýlmasýnýn doðru olmadýðý anlaþýlmaktadýr (Avþar, Bilig, sy. 18 [2001], s. 132; Köksal, Bilig, sy. 20 [2002], s. 115). Bu akýmýn varlýðýný öne sürenler Türkî-i basît ürünlerinin sanat deðerinden ziyade dili üzerinde durmuþ, bunu þiirde bir sade dil akýmý gibi görerek nesirle iliþkilendirmemiþ, adý geçen üç þair çok zayýf alâkalarla bir arada düþünülmüþtür. Mahremî’nin ele geçmeyen Basîtnâme’sine karþýlýk sadece bir beytiyle akýmý baþlatmýþ olmasý mâkul görünmemektedir. Aydýnlý Visâlî’den ise hiç örnek yoktur. Diðer taraftan bu üç þair eðer bilinçli bir akým baþlatmýþ olsaydý onlarýn bu tavýrlarýný devam ettirmeleri beklenirdi. Halbuki her üçü de divan edebiyatýna baðlý þiirler yazmýþtýr. Türkî-i basît, Arapça ve Farsça’ya karþý bir Türkçecilik akýmýndan ziyade divan þiirinde mahallîleþme eðiliminin bir yansýmasý özelliðini taþýmaktadýr (Mermer, s. 25). Konu etrafýnda bazý doktora tezleri hazýrlanmýþ, bazýlarýnda ise bu konuya da temas edilmiþtir: Mahremî ve Þehnâme’si: I. Kýsým Yavuz Sultan Selim Dönemi, Ýnceleme-Metin Sözlük-Dizin (haz. Hatice Aynur, 1993), ÝÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Edirneli Nazmî: Hayatý, Edebî Kiþiliði, Eserleri, Türkî-i Basit ve Gazeller Dýþýndaki Nazým Þekil ve Tür556

leri (haz. Ziya Avþar, 1998), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Edirneli Nazmî, Mecmaü’n-Nezâir: Ýnceleme-Tenkitli Metin (haz. M. Fatih Köksal, 2001), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. BÝBLÝYOGRAFYA :

Âþýk Çelebi, Meþâirü’þ-þuarâ, vr. 117b-118a; Köprülüzâde Mehmed Fuad, Bugünkü Edebiyat, Ýstanbul 1924, s. 77-81; a.mlf., Millî Edebiyat Cereyanýnýn Ýlk Mübeþþirleri ve Dîvân-ý Türkî-i Basît, Ýstanbul 1928, s. 18-24; a.mlf., “Millî Lisan ve Edebiyat Cereyanýnýn Ýlk Mübeþþirlerinden Þair Mahremî”, HM, sy. 106 (1928), s. 2-3; [Ni-

hal] Atsýz, XV. Asýr Þairlerinden Edirneli Nazmî’nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakýmýndan Önemi, Ýstanbul 1934; Agâh Sýrrý Levend, Türk Dilinde Geliþme ve Sadeleþme Evreleri, Ankara 1949, s. 92-95; Vasfi Mahir Kocatürk, Türk Edebiyatý Tarihi, Ankara 1964, s. 355; Faruk Kadri Timurtaþ, “Tarih Boyunca Türkçecilik Cereyaný”, Atsýz Armaðaný (haz. Erol Güngör v.dðr.), Ýstanbul 1976, s. 421-445; Nihad Sâmi Banarlý, Resimli Türk Edebiyatý Tarihi, Ýstanbul 1987, I, 621-623; Mustafa Özkan, Türk Dili’nin Geliþme Alanlarý ve Eski Anadolu Türkçesi, Ýstanbul 1995, s. 53-79; Ahmet Mermer, Türkî-i Basît ve Aydýnlý Visâlî’nin Þiirleri, Ankara 2006; Ziya Avþar, Edirneli Nazmi ve Türki-i Basit, Konya 2007, s. 6-17; a.mlf., “Türki-i Basit’i Yeniden Tartýþmak”, Bilig, sy. 18, Ankara 2001, s. 127-142; Fatih Köksal, “Orijinal Bir Þair: Edirneli Nazmî ve Dîvân’ýna Yeni Bakýþlar”, Bilig, sy. 20 (2002), s. 101-123; a.mlf., “Edirneli Nazmî’nin Yayýmlanmamýþ Türkî-i Basît Þiirleri”, Türklük Bilimi Araþtýrmalarý, sy. 15, Niðde 2004, s. 63-82; Hatice Aynur, “Türkî-i Basît Hareketini Yeniden Düþünmek”, Turkish Studies, IV/5 (2009), s. 34-59; Semih Tezcan, “Divan Þiirinde Türkçe Kaygýsý”, Bilig, sy. 54 (2010), s. 255-267.

ÿHatice Aynur

– ˜ –

˜

TÜRKÎ DARB (bk. DARB-ý TÜRKÎ).

TÜRKÝSTAN ( F ! ) Orta Asya’nýn büyük kýsmý için kullanýlan tarihî bir terim.

— ™ —

Ýran’ýn Horasan bölgesinden baþlayarak Kuzey Afganistan dahil Pamir ve Hindukuþ-Kunlun (Karanlýk) daðlarýnýn kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nýn batýsýna ulaþan, Moðolistan’la birlikte Güney Sibirya’nýn tamamýný içine alan, batýda Ural daðlarý ile Volga ýrmaðýnýn Hazar denizine ulaþtýðý noktaya kadar devam eden geniþ bir alaný kaplar. Bu alanýn tarihî kaynaklardaki adý XIX. yüzyýl ortalarýna kadar Tür-

kistan’dýr (Türk yurdu). Çoðunluðunu günümüzde Uygur ve Kazak Türkleri ile diðer Türk gruplarýnýn oluþturduðu Çin Halk Cumhuriyeti hâkimiyetindeki bölgeye Doðu (Þarkî) Türkistan, 1924’ten sonra Sovyet hâkimiyetine giren alana Batý (Garbî) Türkistan adý verilmektedir. Doðu Türkistan’ýn yüzölçümü 1.828.418 km², Batý Türkistan’ýn 3.836.503 km²’dir. Türkistan adýný ilk defa eski Ýranlýlar’ýn, daha sonra Araplar’ýn Orta Asya’da Türkler’in yaþadýðý bölgeleri tanýmlamak için kullandýklarý bilinmektedir. Ermeni tarihçisi Sebeos’un eserinde de (m.s. VII. yüzyýl) Türkistan’ýn Amuderya’dan (Vehrot) baþladýðý vurgulanýr. Arap coðrafyacýsý Ya‘kubî, Pamir yaylasýnýn Türkistan denilen yer olduðuna iþaret eder. Sâsânîler döneminde ve Ýslâm fetihleri devrinde Türkistan adý Mâverâünnehir’in doðusundaki daðlara ve kuzeyindeki ülkelere verilmiþtir. Ýslâm öncesinde Sâsânîler dönemini inceleyen Musa Horenaki eserinde Turkastanak kelimesinin eski Yunanlýlar’ýn Skythia (Ýskit ülkesi) karþýlýðý kullanýldýðýný belirtmiþtir. XV. yüzyýlda kaleme alýnan Timur seferleriyle ilgili eserlerde Türkistan, Mâverâünnehir dýþýnda yaþayan Türkler’in ülkelerini gösteriyordu. Bununla beraber Hazar denizinin kuzeyindeki alanlara Ýbn Fadlân’ýn Seyahatnâme’sinde Bilâdü’tTürk, Ahmed Tûsî ve diðer Farsça eser yazanlar ise Türkistan demiþlerdir. Bazý Batý kaynaklarýnda 580’lere doðru Orta Asya için Turkhia (Türkiye) adý yer almaktadýr. Müslüman Araplar’ýn bölgeye gelmesinden önce Amuderya (Ceyhun) nehrinin kuzeyinde kalan kýsýmlar Türkistan diye anýlmaktaydý. Ýslâm fetihleriyle birlikte daha ziyade Mâverâünnehir’in kuzey ve doðusundaki bölgeye Türkistan denilmeye baþlandý. Ruslar, Türkistan ile Mâverâünnehir’i kastederken Ýranlýlar bölgeyi Ýran ve Afganistan’ýn kuzeyi olarak tanýmlýyordu. Türkistan hakkýnda çeþitli bilgiler veren Ýslâm coðrafyacýlarý bu isim altýnda daha çok müslüman olmamýþ Türkler’in yaþadýklarý bölgeleri ele almaktadýr. Ýstahrî, Türkistan’ý Oðuz ülkesi (Guziyye), Hazarlar, Kimekler, Karluklar, Bulgarlar ile CürcânFârâb-Ýsfîcâb arasýnda kalan yerler olarak nitelemektedir. Yâkut el-Hamevî’ye göre Türkistan, Fârâb þehrinden baþlamakta, kuzeye ve doðuya doðru devam etmektedir. Cend, Hoten ve Þehrikent, Türkistan sýnýrlarý içerisinde yer almaktadýr. Yâkut el-Hamevî Türkistan’da Karluklar, Dokuz Oðuzlar, Türgiþler, Kimekler ve Oðuzlar’ýn ikamet ettiðini kaydetmektedir. Zekeriy-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝSTAN

yâ el-Kazvînî, Türkistan’ý doðuda birinci iklimle yedinci iklim arasýnda geniþliðine konumlandýrýr; bölge halkýný çadýrlarda oturan göçebeler diye niteler. Sonraki asýrlarda Timurlular ve Özbekler açýsýndan Türkistan, Kazakistan ve Kýrgýzistan demekti. Türkistan’ýn güney sýnýrý olarak bazý seyyahlar Bâmyân’ýn kuzeyindeki Akrabat geçidini, bazýlarý Hilmend ile Amuderya arasýndaki su daðýtým hattýnýn güneyinde Hacikak geçidini gösterir. Daha batýda Murgab ile Âbýmeymene arasýndaki yörede Bend (Tirbend) silsilesi Türkistan sýnýrý þeklinde düþünülmektedir. Afganistan’da Türkler’in yaþadýðý Mezârýþerif ve Bedâhþan taraflarýna Türkistan deniliyordu. Ýran’ýn kuzeydoðusunda Horasan vilâyetindeki Türkmenler’le meskûn sahaya da Türkistan adý verilmiþti. Ruslar, Türk ülkelerini iþgale kalkýþtýklarý dönemde Türkistan kelimesini Kazaklar’dan öðrenerek kullanmaya baþladýlar. Bu sebeple bazý Batýlý araþtýrmacýlarýn Türkistan isminin bölgeye Ruslar tarafýndan verildiði yolundaki iddialarý yanlýþtýr. Ayrýca Ýran ve Afganistan’da halk dilinde Türkistan kelimesi söz konusu ülkelerin kuzeyini gösteriyordu. Erken Ortaçað devirlerinde Afganistan’daki Belh ve Mezârýþerif yöresiyle Tohâristan zamanla Türkleþme sürecine girince Türkistan adýyla anýlmaya baþlandý. XVI. yüzyýlda Özbek Hanlýðý’nýn kuruluþ devirlerinde onlarýn iþgaliyle Amuderya’nýn güneyinde yeni bir Türkistan doðdu. Buna Afganistan’ýn Güney Türkistan eyaleti dendi. Günümüzde bu bölgede Türkmen ve Özbek gibi Türk kökenli boylar yaþamaktadýr. XVIII. yüzyýl sonunda Afgan hükümeti burasý için Türkistan vilâyeti adýný kullanmýþtý. 1869’da Rus iþgali sonrasý resmen Amuderya’nýn kuzeyi için Rus Türkistaný, güneyi için Afgan Türkistaný tabirleri ortaya çýktý. XIX. yüzyýlda literatüre Çin ve Rus hâkimiyetindeki alanlara göre Doðu ve Batý Türkistaný adlarý yerleþti. Batý Türkistan. Kuzey taraflarýnda fazla yüksek daðlar bulunmamakla birlikte Tarbagatay ve Uludað silsileleri burada yer alýr. Tarbagatay daðlarý Altay daðlarý ile Tanrýdaðlarý arasýnda bir halka vazifesi görür. Batýsýnda Uludaðlar uçsuz bucaksýz bozkýrlarýn içinde uzanýr. Hazar denizinin doðusunda Küpet dað ve Hindukuþ daðlarýnýn kuzeyinden itibaren ortalama rakýmý 25-35 m. olan düzlükler vardýr. 160.000 km² geniþliðinde bir alaný kaplayan Aral gölü ile Hazar denizi arasýndaki Üstyurt yarý çýplak toprak ve çoraklýklardan ibarettir. Bölgenin batýsý Mangýþlak (Ming Kýþ-

lak) adýyla bilinir. Güneyinde Balkan daðlarý, Aral ve Üstyurt’un güneyinde Kýzýlkum, Karakum çölleri bulunur. Batý Türkistan’da sulama sayesinde tarihin ilk devirlerinden beri zenginliði anlatýlan Hârizm (Hîve) ayrý bir yere sahiptir. Çok çeþitli tarým ürünleri yetiþtirilir ve yerleþime uygun alanlar mevcuttur. “Kazak dalasý” adýný alan Kuzey Türkistan bozkýrlarý üç parçaya ayrýlýr: Turgay su hattýnýn batýsýndaki bölüm Turgay-Yayýk düzlüðü, Kýrgýz Kazak Buruþuk ülkesi, Çu-Balkaþ bozkýrlarý. Mâverâünnehir ve Fergana en önemli tarihî bölgelerdir. Türkistan denilen geniþ alanýn siyasal, ekonomik ve kültürel açýlardan eski çaðlardan beri en merkezî kesimini oluþturur.

Ýslâm öncesi devrede Türkistan sahasýnda Hun, Akhun, Göktürk, Uygur gibi büyük imparatorluklar kuran Türkler, ayrýca çok eski dönemlerden itibaren boylar halinde bölgede yaþadýlar. Karahanlýlar’ýn müslüman olmasý Türkler’in Ýslâm kültür dairesine girmesine yol açtý. Selçuklular ile birlikte Türk nüfusunun önemli bir kýsmý Ön Asya’ya göç etti. Buna raðmen Türkistan’da Türk kökenli topluluklarýn varlýðý günümüze kadar sürdü. Bölgede Kazakistan, Kýrgýzistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi baðýmsýz Türk cumhuriyetlerinin yanýnda Tacikistan’da da önemli bir Türk nüfusu mevcuttur. XIII. yüzyýldaki Moðol istilâsý döneminde büyük sýkýntýlar çeken Batý Türkistan, Timurlular zamanýnda geliþme imkâný buldu. Altýn Orda Devleti’nin çöküþünün ardýndan gelen Özbekler, Timurlular’ý ortadan kaldýrdý. Fakat kendileri birlik haline gelemeden Rus istilâsýna kadar üç hanlýk durumunda varlýklarýný sürdürebildi. Buhara Hanlýðý 1500’de, Hîve Hanlýðý 1512’de, Hokand Hanlýðý 1710’da kuruldu. Buhara’nýn 3 milyon, Hîve’nin 2 milyon, Hokand’ýn 1 milyon civarýnda nüfusa sahip olduðu tahmin edilmektedir. XIX. yüzyýlýn ortalarýnda Rus istilâsý sýrasýnda Türkistan hanlýklarýndan Buhara Emirliði Zerefþan vadisi, Kaþkaderya, Surhanderya, Karategin, Andican, Semerkant, Buhara, Karþi, Hisar, Kerki ve Çizak’ý içine alýyordu. Hokand Hanlýðý, Fergana vadisi merkez olmak üzere doðuda Isýk Göl, batýda Siriderya’ya, güneyde Pamir daðlarýndan kuzeyde Kazakistan bozkýrlarýna kadar uzanýyor, Hîve Hanlýðý baþta Hârizm Aral gölünün güneyinden Merv’e kadar olan sahayý kapsýyordu. Hokand 1865’te, Buhara 1868’de, Hîve 1873’te Ruslar tarafýndan iþgal edildi. Ruslar 1867’de baþþehri Taþkent olan Türkistan Umumi Valiliði’ni kurdu. Ýlk vali General K. P. Kaufman idi. Bu valiliðe

Siriderya havzasý, Fergana ve Mâverâünnehir dahil edilmiþti. 1869-1884 yýllarý arasýnda iþgal edilen Türkmenistan Hazar Ötesi Vilâyeti (Zakaspiskaya Oblast) buraya baðlandý. 1898’de Türkmenistan ve Yedisu valiliðe katýldý ve Türkistan daha geniþ bir anlam kazandý. 1886’da I. Muþketov yaptýðý çalýþmalarla Türkistan adýna idarî deðiþikliklere raðmen coðrafî anlam kazandýrmaya gayret etti. Buna göre Hazar denizi, Ýran yaylasý ve Buz denizi arasýndaki saha Türkistan olarak adlandýrýlmalý, Hindukuþ daðlarý Rusya ile Ýngiltere arasýnda sýnýr kabul edilmeliydi. Çarlýk döneminde Buhara ve Hîve hanlarýnýn umumi valiliðin içinde sayýlmadýðý Türkistan bölgesi Yedisu, Siriderya, Fergana, Semerkant ve Zakaspi (Hazar ötesi) diye beþ idarî birime ayrýldý. 1911’de Türkistan Umumi Valiliði’nin nüfusu 9.838.100 idi. Bolþevik devrimi esnasýnda Türkistan’da Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (30 Nisan 1918), Buhara Sovyet Halk Cumhuriyeti ve Hârizm Sovyet Halk Cumhuriyeti gibi yerel kuruluþlar ortaya çýktý. Bunlar baðýmsýzlýk taraftarlarýna karþý Bolþevik Ruslar’la iþ birliði yaparak komünizmin Türkistan’da yerleþmesine katký saðladýlar. Fakat Sovyet yönetimi herhangi bir etnik ve kabilevî oluþuma izin vermiyordu. Türk kökenli topluluklar arasýnda bölücü faaliyetler yürüterek kabileleri ayýrmayý baþardý. Türkmenler’i, Kýrgýzlar’ý, Kazaklar’ý ve Özbekler’i ayrý ayrý cumhuriyetler haline getirip Türkistan birliðini daðýttý. 16 Eylül 1924’te alýnan kararla Türkistan adý tamamen ortadan kaldýrýldý. Bolþevikler, Türkistan’ýn idarî yapýlanmasýný deðiþtirdi; valiliðin merkezi yine Taþkent’ti, ancak adý Orta Asya bölgesi (Sredniy Azii Kray) oldu. Türkistan valiliðinin Yedisu, Carkend, Lepse ve Zakaspi bölgesinin Kazaklar’la meskûn yerleri, ayrýca Karakalpaklar’ýn yaþadýðý saha Kazakistan’a katýldý. 1926’daki taksimata göre eski Türkistan valiliði beþe ayrýldý. En batýda Türkmenistan Cumhuriyeti kuruldu. Merkezi Aþkabâd olurken Zakaspi idarî bölümünde bulunan Merv çevresi, eskiden Hîve Hanlýðý’na baðlý olan Taþavuz (Taþauz / Daþoðuz) bölgesi, Buhara Hanlýðý’ndan Çarcuy ve Kerki bölgeleri buraya dahil edildi. Özbekistan Cumhuriyeti’nin merkezi Taþkent’ti. Mâverâünnehir, Semerkant ve Fergana vilâyetlerini, Buhara ve Hîve hanlýklarýnýn Özbekler’le meskûn yerlerini kapsýyordu. Baþþehri Duþanbe olan Tacikistan Cumhuriyeti’ne ise Hisar (Duþanbe), Kurgante-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

557


TÜRKÝSTAN

pe, Gharm (Karategin), Külâb, Ura-Tepe vb. alanlar baðlandý. 1924’te özerk olan Kýrgýzistan Cumhuriyeti 1936’da tamamen teþekkül etti. Yedisu valiliðinden Çu, Talas, Narin ýrmaklarýnýn yukarý mecralarýnýn sahalarý, Isýk Göl havzasý, Fergana’dan Altay ve Pamir sýrtlarý, ayrýca Celâlâbâd ve Oþ bölgeleri buraya katýldý. Kazakistan’a Yedisu, Üstyurt, Karakalpakistan, Siriderya’nýn aþaðý mecrasý Çimkent, Kýzýlorda, Tarâz / Týrâz (Talas) þehirleri eklendi. Doðu Türkistan. Altay daðý, Tanrýdaðý ve Karanlýk gibi yüksek sýradaðlara sahip olsa da iç ve doðu tarafý kum çölüyle kaplýdýr. Tarým deryasý, Ýli, Ýrtiþ, Manas, Ulungur, Karaþeher baþta gelen nehirlerdir. Ýki büyük gölü Sayram ile Buðda’dýr. Buradaki Taklamakan çölü yaklaþýk 500.000 km²’dir. Kazakistan, Kýrgýzistan, Tacikistan cumhuriyetleriyle Pakistan, Hindistan, Keþmir, Tibet, Moðolistan ve Çin ülkelerine komþudur. Tarihî Ýpek yolunun önemli bir kýsmý günümüzde yenilenmiþtir. Kâþgar, Hoten, Yarkent, Aksu, Kuça ve Üç-Turfan Altý Þehir diye anýlan þehir ve bölgeleri tarihî öneme sahiptir. Burasý Hun Türkleri ve Büyük Göktürk Ýmparatorluðu’nun da hudutlarý dahilinde yer alýyordu. Göktürkler’in içindeki Uygurlar 744’te Orhon nehri kýyýsýnda Ordubalýk þehrinde müstakil bir devlet kurdular. Bu devlet 840’ta Kýrgýzlar tarafýndan yýkýldý. On üç Uygur boyu Karabalasagun civarýnda yenildikten sonra Kâþgar, Beþbalýk, Tanrýdaðý’nýn güneyi,

Kâþgar’da Iydgâh Camii – Türkistan

Kuça ve Hoten bölgesine göç etti. Turfan merkez olmak üzere yeni bir Uygur Devleti kuruldu. 856’da Mengli Kaðan, Alp Kutluk Bilge unvanýyla tahta çýktý. Bu devlet yaklaþýk üç buçuk asýr yaþadý ve XIII. yüzyýlýn baþlarýnda Moðol istilâsý ile ortadan kalktý. 840’ta kurulup 1212’de Hârizmþahlar Devleti’nin darbesiyle varlýðýný kaybeden Karahanlýlar, Ýslâmiyet’ten sonra önemli bölümü Doðu Türkistan’da olan ilk büyük Türk devletidir. Doðu Türkistan, Karahýtay Devleti’ne son veren Cengiz Han’a baðlandý. Ardýndan Çaðatay Hanlýðý’nýn topraklarýna dahil edildi. Timur 1365’te Batý Türkistan’da hâkimiyet kurunca Doðu Türkistan’daki Çaðatay hânedanýndan gelen küçük hanlarý himayesi altýna aldý. Timur Devleti’nin zayýflamasý üzerine Çaðataylýlar yeniden mücadeleye baþladý. Burasý II. Ýsen Buka’dan sonra tahta geçen Yûnus ve oðlu Ahmed tarafýndan idare edildi. Ahmed Han (1487-1514), o sýrada Bâbür’ü yenilgiye uðratýp Batý Türkistan’a hâkim olan Þeybânî Han’ýn üstünlüðünü kabul etti. Onun 1514’te ölümüyle yerine geçen Seyyid Han zamaný (1514-1533) Doðu Türkistan’da Çaðataylýlar neslinin son parlak dönemini teþkil etti. Bâbür’ün dayýsý Ahmed Alca Han’ýn oðlu Seyyid Han, Bâbür ile iþ birliði yaparak Kâþgar, Yarkent, Hoten þehirlerini ele geçirdi ve Seidiye (Seyyidiyye) Hanlýðý’ný kurdu. Devletini güçlendirmek amacýyla birtakým ýslahat giriþim-

lerinde bulundu. Baþþehir önce Kâþgar, ardýndan Yarkent idi. Bundan dolayý devlet Yarkent Hanlýðý veya kurucusunun adýyla Seidiye Hanlýðý diye bilinmektedir. Hanlýk üzerinde kuruluþundan itibaren hocalarýn etkisi vardý. Zira mânevî havasýna tasavvuf hâkim olduðu için hanlarýn ve devlet adamlarýnýn askerî ve siyasî fikirleri sýnýrlý kaldý. Siyasal geliþmeleri takip edemediklerinden Seidiye Hanlýðý komþularý ile rekabet edemedi. Seyyid Han’ýn yerini alan oðlu Reþîdî Han huzur dönemini devam ettiremedi. Ortaya çýkan en büyük problem, ülkenin Uyguristan olarak bilinen doðu vilâyetleriyle Altýþehir olarak bilinen batý vilâyetleri arasýndaki rekabetin büyümesiydi. Moðolistan’da hâkimiyeti ellerine geçirerek hem Çin hem Doðu Türkistan yönünde ilerlemek isteyen Kalmuklar (Jungarlar) sýk sýk Doðu Türkistan’ýn doðu vilâyetlerine akýnlar yapmaya baþladýlar. Reþîdî Han’ýn 1559’da ölümü üzerine on üç oðlundan biri olan Abdülkerim Han (1559-1591) kardeþlerinin desteðiyle tahta çýktý. Abdülkerim Han, ülkenin yeniden þehir devletleri haline gelmesine ve birbiriyle uðraþarak memleketin ve halkýn zarar görmesine mani olamadý. Ülkesinin bütünlüðünü saðlama ümidiyle Batý Türkistan’da yetiþmiþ büyük din âlimlerinden Mahdûm-ý A‘zam’ýn oðullarýndan Hoca Ýshak Velî’yi Doðu Türkistan’a davet etti. Hoca Ýshak Velî þehir þehir, kasaba kasaba bütün Doðu Türkistan’ý dolaþýp müslümanlarýn birlik olmasý gerektiðini anlatmaya çalýþtý ve bunda baþarý gösterdi. Ülkenin doðu vilâyetlerinin hâkimi olan Abdüllatif Han’ýn Mahmûd-ý A‘zam’ýn oðlu Hoca Kalan’ý (Muhammed Emin) Yarkent’e davet etmesi Doðu Türkistan’ýn kaderine etki edecek olaylarýn geliþmesine yol açtý. Hoca Ýshak Velî’nin evlâtlarý Ýshâkýyye ve Karataðlýk, kardeþi Hoca Kalan’ýn evlâtlarý Âfâkýyye ve Aktaðlýk adýyla ayrý görüþleri savunan iki gruba ayrýldý ve birbiriyle kýyasýya mücadeleye girdi. Bu döneme (1678-1755) “Hocalar devri” denir. Ardýndan ülkenin doðu vilâyetleriyle batý vilâyetleri arasýndaki gerginlik daha da arttý. Çýkan çatýþmalar Abdürrahim Han zamanýnda Kalmuklar’ýn devreye girmesine yol açtý. Abdürrahim Han’ýn Kalmuklu eþinden doðan oðlu Abdullah ileride Doðu Türkistan’a son parlak devrini yaþatacaktýr. XVIII. yüzyýlda Doðu Türkistan’ýn Hami ve Turfan kasabalarýný ele geçiren Çinliler 1754’te Kalmuklar’ý yenince 1759’da tam bir karýþýklýk içindeki Kâþgar ve civarýný iþgal ettiler. 1760’lý yýllarda Kazaklar’ýn Or-

558

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝSTAN

ta ve Küçük cüzleriyle Hokand hanlarý da Çin’in üstünlüðünü kabul etmek zorunda kaldýlar. 1826’da Sâlih Hoca’nýn oðlu Cihangir, Kýrgýzlar’ýn yardýmýyla Kâþgar’ý geri aldýysa da iki yýl sonra esir düþüp Pekin’e götürülerek idam edildi. Çin istilâsýna karþý 1829 ve 1830’da bazý baþarýlý hareketler gerçekleþtirildi. 1831’de Madali diye tanýnan Mehmed Ali Han Kâþgar, Yarkent, Hoten ve Aksu’yu, 1846 ve 1854’te Muhammed Emin (Katta Tora) Kâþgar’ý iki defa kurtardýysa da Çinliler tamamen uzaklaþtýrýlamadý. 1862’de patlak veren Döngen (Çinli müslüman) isyaný Cungarya’ya yayýlýnca Kâþgar için bir fýrsat doðdu. Kýrgýz kumandaný Sâdýk Bey Kâþgar’a girdi ve þehri Cihangir’in oðlu Büzürg’e teslim etti. Çimkent’i Ruslar’a karþý savunan Muhammed Yâkub Bey Kâþgar’a gelince durum deðiþti. Büzürg Han’la birlikte Çin kuvvetlerini yenerek Kâþgar ve Yarkend’i, arkasýndan bütün þehirleri aldýlar. Yâkub Han 1868’de Turfan’ý ele geçirmeyi baþardý. Ancak Ruslar’ýn duruma müdahale etmesi üzerine her iki taraf elçi teâtisinde bulundu. Ýngilizler de Doðu Türkistan’a elçiler yolladý. Ruslar’la 1872’de, Ýngilizler’le 1873’te antlaþmalar imzalandý. Ýstanbul’a da Yâkub Han Tora adlý bir elçi gönderildi. Osmanlý Devleti toplardan ve tüfeklerden oluþan askerî yardýmla beraber bazý subaylarý ve bir heyeti Murad Efendi baþkanlýðýnda gönderdi. Heyet Kâþgar’a varýnca 100 pâre top atýþýyla karþýlandý ve hutbe Sultan Abdülaziz adýna okutulmaya baþlandý. Ancak Çinliler, uðradýklarý aðýr yenilgilerin intikamýný almak ve Doðu Türkistan’ý yeniden istilâ etmek için Ruslar’ýn da yardýmýyla harekete geçtiler. 17 Aðustos 1876’da Urumçi üzerinden ilerlemeye baþladýlar. Yâkub Han’ýn ölümünden sonra oðullarý ve ileri gelen beyler arasýndaki çekiþme Çinliler’in iþine yaradý. Beg Kulý iç sükûneti saðlasa da çaresizlik içinde Ruslar’a sýðýndý. Çinliler Aralýk 1877’de Kâþgar dahil bütün Doðu Türkistan’ý iþgal ettiklerini bildirdiler. 1882’de Doðu Türkistan’ýn adýný Hsin-chiang (Xin-jiang) (yeni ele geçirilmiþ toprak) olarak deðiþtirdiler. 1884’te Doðu Türkistan (Sinkiang / Sincan) vilâyetini kurdular (bk. KÂÞGAR).

da Þarkî Türkistan Cumhuriyeti ilân edildi (Kasým 1933). Cumhurbaþkanlýðýna Hoca Niyaz Hacý seçildi, hükümet Sabit Damolla tarafýndan kuruldu. Çinli müslüman General Ma Chung-yen, Doðu Türkistan üzerine yürüyünce Sovyetler Birliði müdahale etti. Sovyetler’le çarpýþmalarda yenik düþen General Ma 21 Mart 1934’te Kâþgar’a girdi, Doðu Türkistan hükümeti Kâþgar’dan çekildi. Hoten’i Çinliler’den kurtaran Mehmed Emin Buðra da Sovyetler karþýsýnda tutunamadý. Sonunda Sovyetler’in barýþ teklifini kabul etmek zorunda kaldýlar. Anlaþmaya göre baðýmsýzlýk taraftarlarý idarede kalacak, fakat Çin’den ayrýlmayacaklardý. Sovyetler Birliði, 1937 yýlýna kadar hiçbir yerden yardým alamayan bu Türk cumhuriyetine son verdi. Baþta Hoca Niyaz Hacý olmak üzere baðýmsýzlýk taraftarlarý öldürüldü. Doðu Türkistan Cumhuriyeti, Kulca’da (Yining) Çin’e karþý ayaklananlar tarafýndan yeniden kuruldu (7 Aðustos 1944). 16 Eylül 1944’te Kazaklar isyan ederek 8 Ekim’de Nilka’yý iþgal ettiler. 1945 baþýnda Kazaklar, Altay ve Tarbagatay bölgelerini alýp Ýli’deki isyana katýldýlar. Devlet baþkanlýðýna Ali Han Töre, yardýmcýlýðýna Kulcalý Hâkimbeg Hoca ve Buðra Han getirildi. Bir süre sonra Ahmed Can Kasýmî duruma hâkim oldu. Yeni kurulan orduda 25.000 asker vardý. Kazaklar’dan Osman Batur’un idaresinde ise 20.000 atlý bulunuyordu. Eylül 1945’te Urumçi’ye doð-

ru ilerleyen ordu ile Kuomintang’ýn ordusu Manas yakýnlarýnda karþý karþýya geldi. Kuomintang Sovyetler’e baþvurunca Ali Han Töre, Sovyetler Birliði’ne kaçýrýldý ve herhangi bir çarpýþma meydana gelmedi. 1946’da Sovyetler Birliði’nin baskýsýyla Doðu Türkistan Cumhuriyeti ile Hsin-chiang eyalet hükümetleri birleþtirildi. Baþkanlýða Chang Chih-chung getirildi, Ahmed Can Kasýmî yardýmcýsý oldu. Ancak bu durum uzun sürmedi, Ahmed Can Kasýmî kendi bölgesine döndü. 1947’de Mesut Sabri Baykozý’nýn baþbakanlýðýný, Ýsa Yusuf Alptekin’in genel sekreterliðini yaptýðý mahallî bir hükümet ilân edildi, fakat bu da uzun ömürlü olmadý. Çin Komünist Partisi, Doðu Türkistan’ý ilhak amacýyla Teng Li-k’un’u görüþme için yolladý. 27 Aðustos 1949 tarihinde Almatý’dan Pekin’e gitmek üzere yola çýkan uçak, içinde Ahmed Can Kasýmî, Abdülkerim Abbasov, Delilhan Sugurbayov, Ýshak Beg Mononov gibi cumhuriyetin önderleri olduðu halde ortadan kayboldu. 20 Ekim 1949’da bu devlet yýkýldý. Aralýk ayýnda Komünist Çin devrimini yapan Çin Kýzýlordusu tarafýndan son defa iþgal edildi. Doðu Türkistan 1 Ekim 1955’ten beri Çin Halk Cumhuriyeti’ne baðlý olarak Hsin-chiang Otonom Cumhuriyeti (Sinkiang / Sincan Uygur Özerk Bölgesi) adýyla anýlmakta ve günümüzdeki geniþ Çin topraklarýnýn altýda birini kaplamaktadýr.

Kâþgar’da bir pazar yerinden görünüþ

1932’de Niyaz Hacý ve Sâlih Darga liderliðindeki ayaklanma Musul Maksut, Mahmud Muhiti, Hâfýz Beg, Mehmed Emin Buðra, Sabit Damolla, Osman Beg, Þeref Han Töre gibi liderlerin de katýlýmýyla bütün Doðu Türkistan’a yayýldý. Ýli vilâyeti ve Urumçi’ye baðlý birkaç kaza dýþýnda bütün Doðu Türkistan kurtarýldý ve Kâþgar’-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

559


TÜRKÝSTAN

Türkistan ayrýca bugün Kazakistan’da bulunan Yesi þehrinin adýdýr. Þehir Güney Kazakistan eyaletinin merkezi Çimkent’e 156 km. uzaklýktadýr. XII. yüzyýldan sonra Yesi adýyla kaynaklarda geçerse de kalýntýlarýndan bir ize rastlanmamýþtýr. Yezdî’nin (XIV. yüzyýl) æafernâme’sinde adý Türkistan olarak da geçer. Burasý Türkler’in Ýslâmiyet’e geçiþini saðlayan Ahmed Yesevî’nin yaþadýðý yer olarak ün kazanmýþtýr. Yeseviyye tarikatýnýn kurucusu Ahmed Yesevî’nin nisbeti Yesi þehrinedir. Özellikle Timur’un 1396’da onun mezarýnýn bulunduðu yerde yaptýrdýðý türbe sonraki devirlerde þehrin öneminin sürmesini saðlamýþtýr. Ahmed Yesevî “Hazret-i Türkistan” adýyla anýldýðý için þehrin Türkistan adý buna baðlanmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Histoire d’Héraclius par l’évèque Sebéos (trc. F. Macler), Paris 1904, s. 49; Ýstahrî, Mesâlik (de Goeje), s. 9; Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî, Mürûcü’zzeheb: Altýn Bozkýrlar (trc. Ahsen Batur), Ýstanbul 2004, s. 39-48, 58, 65-97 vd.; ¥udûdü’l£âlem (Minorsky), tür.yer.; Gerdîzî, Zeynü’l-aÅbâr (nþr. Abdülhay Habîbî), Tahran 1347 hþ., s. 73, 279; Yâkut, Mu£cemü’l-büldân, II, 23-26; Ýbnü’lEsîr, el-Kâmil, bk. Ýndeks; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, ¦ârü’l-bilâd, Beyrut 1960, s. 514; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’ttevârîÅ (nþr. Ahmed Ateþ), Ankara 1957, II, 5, 6, 8, 46; Mirza Haydar Duglat, TârîÅ-i Reþîdî (trc. D. Ross, nþr. N. Elias), London 1895; Á. Vámbéry, Travels in Central Asia, London 1864; E. Schuyler, Turkestan, London 1878, I-II; Mehmed Emin Buðra, Þarki Türkistan Tarihi, Kabil 1940; a.mlf., Doðu Türkistan: Tarihî, Coðrafî ve Þimdiki Durumu, Ýstanbul 1952; T. T. Rice, Ancient Arts of Central Asia, London 1965; Ýstoriya Turkmenistana, Aþkabad 1966; A. M. Belenitsky, Central Asia (trc. J. Hogarth), London 1969; Baymirza Hayit, Türkistan: Rusya ile Çin Arasýnda, Ankara 1975; a.mlf., Islam and Turkestan under Russian Rule, Ýstanbul 1987; Baykan Sezer, Asya Tarihinde Su Boyu Ovalarý ve Bozkýr Uygarlýklarý, Ýstanbul 1979, s. 103-105, 156, 160; A. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Ya-

kýn Tarihi, Ýstanbul 1981; V. V. Barthold, Moðol Ýstilâsýna Kadar Türkistan (trc. Hakký Dursun Yýldýz), Ýstanbul 1981; a.mlf., “Türkistan”, ÝA, XII/2, s. 140-142; a.mlf. – [C. E. Bosworth], “Turkistan”, EI 2 (Fr.), X, 786-787; C. E. Bosworth, “Turkistan”, a.e., X, 787; Ýbrahim Kafesoðlu, Harezmþahlar Devleti Tarihi, Ankara 1984, tür.yer.; Esir Doðu Türkistan Ýçin: Ýsa Yusuf Alptekin’in Mücadele Hatýralarý (der. M. Ali Taþçý), Ýstanbul 1985; A. Bennigsen – S. E. Wimbush, Soviet Muslims, London 1985; Emel Esin, “Türkistan Türk Devlet ve Beylikleri”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara 1987, I, 79-111; O. Lattimore, Inner Asian Frontiers of China, Oxford 1988; Thomas J. Barfield, The Perilous Frontier: Nomadic Empires and Chine, Cambridge 1989, tür.yer.; Mehmet Saray, Rus Ýþgali Devrinde Osmanlý Devleti ile Türkistan Hanlýklarý Arasýndaki Siyasi Münasebetler(1775-1875), Ýstanbul 1990; E. Allworth, The Modern Uzbeks, from the Fourteenth Century to the Present: A Cultural History, Stanford 1990, tür.yer.; a.mlf., “Turkestan”, Encyclopedia of Asian History, New York 1988, IV, 149152; Andrew D. W. Forbes, Doðu Türkistandaki Harp Beyleri (trc. Enver Can), Ýstanbul 1991; Ýklil Kurban, Þarki Türkistan Cumhuriyeti (19441949), Ankara 1992; Central Asia: Its Strategic Importance and Future Prospects (ed. Hafeez Malik), New York 1994, s. 120, 243; Central Asia and Transcaucasia: Etnicity and Conflict (ed. V. V. Naumkin), Westport 1994, s. 2, 4, 97; Reþat Genç, Kaþgarlý Mahmud’a Göre XI. Yüzyýlda Türk Dünyasý, Ankara 1997; D. Christian, A History of Russia, Central Asia and Mongolia, Oxford 1998; Kazakstan Tarihi, Almatý 1998, I-V; S. Madvanov – M. Þalekonov, Ýstoriya Vzaimootnoþeniy Narodov Turkestana v XVIII-Naçale XX vv., Turkestan 2000; Erken Ýç Asya (der. Denis Sinor), Ýstanbul 2000; J. P. Roux, Orta Asya: Tarih ve Uygarlýk (trc. Lale Arslan), Ýstanbul 2001; Abdulvahap Kara, Türkistan Ateþi: Mustafa Çokay’ýn Hayatý ve Mücadelesi, Ýstanbul 2002, s. 118-124; Belgelerle Osmanlý-Türkistan Ýliþkileri: XVI-XX. Yüzyýllar (haz. Ayhan Özyurt v.dðr.), Ankara 2004; L. Cahun, Asya Tarihine Giriþ: Kökenlerden 1405’e Türkler ve Moðollar (trc. Sabit Ýnan Kaya), Ýstanbul 2006, s. 80-128; W. Malleson, “The British Military Mission to Turkistan, 1918-20”, As. Af., IX/2 (1922), s. 96-110; E. Teichman, “Chinese Turkestan”, a.e., XXIII/4 (1936), s. 561-573; Cat-

1938 yýlýnda Türkiyat Araþtýrmalarý Enstütüsü mensuplarýndan bir grup

560

herine Poujol, “Turkistan”, EI 2 (Fr.), X, 787-789; “Türkistan”, Kazak Sovyet Ansiklopedisi, Almaata 1977, XI, 217-228; “Turkiston”, Özbek Sovet Ensiklopediyasý, Taþkent 1978, XI, 365-385; “Turkistan”, Kýrgýz Sovet Ensiklopediyasý, Frunze 1980, VI, 101-107.

ÿAhmet Taþaðýl

˜

TÜRKÝYAT ARAÞTIRMALARI ENSTÝTÜSÜ Türk kültür ve medeniyetini incelemek amacýyla 1924 yýlýnda kurulan akademik bir merkez.

Türkiye’de teþkil edilen ilk ilmî araþtýrma enstitülerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluþunun hemen ardýndan Türk kültür ve medeniyetinin bütün kollarýnda araþtýrma ve incelemeler yapacak akademik bir müessesenin eksikliði hissedilerek Mustafa Kemal’in direktifleriyle oluþturulmuþtur. Mustafa Kemal Türk dili, Türk edebiyatý, Türk tarihi, Türk sanatý, Türk etnografyasý, Türk coðrafyasý alanlarýnda araþtýrmalar yaparak bunlarýn sonuçlarýný ilim âlemine duyurmak üzere bir enstitü teþkil edilmesini istemekteydi. Bunun için Mehmed Fuad Köprülü görevlendirildi. Köprülü’nün çalýþmalarý sonucu hazýrlanan kararnâmeyle Ýstanbul Dârülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne baðlý, Türkiyat Enstitüsü adýyla ilmî bir müessese kuruldu ve tâlimatnâmesi Atatürk’ün imzasýna sunuldu. Tâlimatnâmede, “Türklüðe ait bütün mârifet þubelerinde araþtýrma ve neþriyatta bulunmak, Türkiye haricindeki diðer kuruluþlarla irtibata geçilerek beynelmilel bir ilim merkezi haline gelmek için Ýstanbul Dârülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne baðlý Türkiyat Enstitüsü teþkil edilecek, enstitünün bir müdürü, bir kâtibi ve ihtiyaca göre asistan, muhafýz ve hademesi bulunacak, enstitünün idaresi tam salâhiyete sahip bir müdüre ait olacak, enstitü müdürü Türkiye’ye ait araþtýrma ve neþriyat ile tanýnmýþ âlimler arasýndan Maarif vekili tarafýndan seçilip tasdike arzolunacak, enstitü tarafýndan neþredilecek mecmuanýn hakk-ý tahrîri tamamýyla Edebiyat Fakültesi Tâlimatnâmesi’ne ait olacak, enstitü tarafýndan neþredilecek diðer eserlerin basýmý ve tahrir ücretleri vekâlet bütçesinden temin edilecek, bu tâlimatnâmenin yürütülmesinde Maarif vekili vazifeli olacaktýr” deniyordu. 12 Teþrînisâni 1340 (12 Kasým 1924) tarih ve 1111 sayýlý kararnâme ile enstitünün kuruluþu tamamlandý. Baþta Mustafa Kemal olmak üzere Ýsmet (Ýnönü) baþ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYAT MECMUASI

kanlýðýndaki hükümet üyelerinin imzalarýnýn bulunduðu kararnâme ve tâlimatnâmeye göre enstitünün kuruluþ amaçlarý Türk dili ve edebiyatýnýn ana kaynaklarýný filolojik usullere göre yayýmlamak, Türk dilinin metinlere dayalý gramer ve sözlüðünü yapmak, Türk halk edebiyatý mahsullerini derlemek, baþta dil, edebiyat ve tarih olmak üzere Türk kültürünün bütün kollarýnda araþtýrmalar yapmak, yurt dýþýnda Türk kültürüyle ilgili yayýnlarýn bibliyografyasýný hazýrlamak, özel bir Türkoloji kütüphanesi kurarak burada Türk kültürünü ilgilendiren yayýnlarý toplamak, ayrýca deðerli yazmalarýn mikrofilm ve fotokopilerinden meydana gelen bir arþiv oluþturmak, enstitüde yapýlan araþtýrmalarýn sonuçlarýný düzenli biçimde yayýmlamak, yurt içinde ve yurt dýþýnda Türk kültürü çalýþmalarýný tanýtmak üzere Türkiyat Mecmuasý adýyla bir dergi çýkarmaktý. Enstitünün müdürlüðüne Türkiye Türkolojisi’nin kurucusu Mehmed Fuad Köprülü getirildi. Türkiyat Enstitüsü ilk çalýþmalarýna Ýstanbul Üniversitesi merkez binasýnýn giriþinde bugün Profesörler Evi diye adlandýrýlan binada baþladý ve 1948 yýlýna kadar çalýþmalarýna burada devam etti. 1948’de I. Mahmud devri sadrazamlarýndan Hasan Paþa tarafýndan yaptýrýlan Edebiyat Fakültesi’nin yanýndaki Hasan Paþa Medresesi’ne taþýndý. Millî Eðitim Bakanlýðý’nýn yayýmladýðý Ýslâm Ansiklopedisi ile ayný binayý paylaþan enstitünün kadrosu bir okutman, bir idare âmiri ve bir kütüphane memurundan ibaretti. Hasan Paþa Medresesi’nde kýrk yýlý aþkýn bir süre faaliyet gösteren enstitü 1989’da Ýstanbul Üniversitesi Rektörlüðü’nün kendisine tahsis ettiði Suphi Paþa Konaðý civarýndaki yeni binasýna taþýndý. Edebiyat Fakültesi’ne baðlý olarak elli yedi yýl faaliyet gösteren Türkiyat Enstitüsü, 6 Kasým 1981’de yayýmlanan 2547 sayýlý Yüksek Öðretim Kanunu ile Türkiyat Araþtýrma Merkezi adýný aldý. 16 Ocak 1991’de kabul edilen 3699 sayýlý kanunla Ýstanbul Üniversitesi Rektörlüðü’ne baðlanýp Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü adýyla yeniden yapýlandýrýldý. Kurucu müdür M. Fuad Köprülü’den sonra enstitüde müdürlük yapanlar arasýnda Reþit Rahmeti Arat, Ýsmail Hikmet Ertaylan, Mehmet Cavit Baysun, Fahir Ýz, Ahmet Caferoðlu, Mehmet Kaplan, Sadettin Buluç’un adlarý sayýlabilir. Enstitüde Türk edebiyatý, Türk tarihi, Türk dili ve Türk sanatý konularýnda dermeden oluþturulmuþ bir kütüphane bulunmaktadýr.

Derme Katanov, tezler, baðýþ kitaplar ve yazmalar, mikrofilmler olmak üzere dört bölümden oluþmaktadýr. Baðýþlarýyla kütüphaneyi zenginleþtirenler arasýnda Hüseyin Sadettin Arel, Hamit Ongunsu, Halit Ziya Uþaklýgil, Azerbaycanlý Sultan Beg, Ahmet Hamdi Tanpýnar, Mehmet Behçet Yazar, Aslan Kaynardað, Vecihe Gök, A. Adnan Adývar, Niþanyan ve Kohen ilk sýralarda yer alýr. Osman Nedim Tuna ve Muharrem Ergin’in kitap baðýþlarý ayrýca lisans, yüksek lisans, doktora ve doçentlik tezleriyle kütüphane zenginleþmiþtir. Türkiyat Enstitüsü kuruluþunun ardýndan yoðun bir ilmî faaliyete giriþmiþ, alanýnda en önemli dergilerden biri olan Türkiyat Mecmuasý’ný yayýmlamýþtýr. Ayrýca müstakil olarak yirmi yedi kitap neþredilmiþtir. Fakat zamanla bu faaliyetler aksamaya baþlamýþ, yayým alaný yerini kongrelere býrakmýþtýr. Enstitü on millî ve yedi milletlerarasý toplantý düzenlemiþ, bunlarýn tebliðlerinin bazýlarý basýlmýþtýr. Bu faaliyet enstitünün yeniden yapýlandýrýlma çalýþmalarýyla daha sonra yavaþlamýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Sevim Ýlgürel, “Türkiyat Mecmuasý Bibliyografyasý”, TED, sy. 7-8 (1977), s. 233-262; Nejat Birinci, “Atatürk’ün Emri ile Kurulmuþ Bir Ýlim Yuvasý: Türkiyat Enstitüsü”, TDl., XLIX/403 (1995), s. 55-79; Mustafa Özkan, “Kuruluþunun 70. Yýlýnda Türkiyat Enstitüsü”, TM, XX (1997), s. 111; Osman Fikri Sertkaya, “Ýstanbul Üniversitesi Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü”, Ýstanbuler Almanach, II, Ýstanbul 1998, s. 38-39.

ÿÝsmail Güleç

— TÜRKÝYAT MECMUASI

˜

Ýstanbul Üniversitesi Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü tarafýndan 1925 yýlýndan beri çýkarýlmakta olan bilimsel dergi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluþunu takip eden günlerde Mustafa Kemal’in Türk dili, Türk edebiyatý, Türk tarihi, Türk sanatý, Türk etnografyasý ve Türk coðrafyasý alanlarýnda araþtýrmalar yapýlarak bunlarýn sonuçlarýnýn ilim âlemine duyurulmasýný istemesi üzerine Ýstanbul Dârülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne baðlý olarak Türkiyat Enstitüsü kurulmuþ, baþýna da Mehmed Fuad Köprülü getirilmiþtir. Enstitünün 12 Kasým 1924 tarih ve 1111 sayýlý kararnâme ile belirlenen amaçlarý doðrultusunda gerçekleþtireceði faaliyetlerden biri de Türk kültürü çalýþmalarýný tanýtmak üzere Türkiyat Mecmuasý adýyla ilmî bir dergi yayýmlamaktý. Mecmuanýn Aðus-

tos 1925’te neþredilen birinci cildinin baþýnda yer alan bilgilere göre Türkiyat Mecmuasý Türkler’in lisan ve edebiyat, tarih, coðrafya ve etnografyasýna ait tetkikler ve vesikalar mecmuasý þeklinde çýkacaktýr. Baþlangýçta yýlda ikiden az ve dörtten fazla olmamak üzere yayýmlanacak ve her cilt en az yirmi formadan meydana gelecektir. Mecmua, Türkiyat sahasýnda yeni araþtýrmalarda bulunmakla beraber ülkeyi Batý dünyasýndaki bu tür araþtýrmalardan haberdar etme amacý da güttüðünden çeþitli dillerden yapýlan tercümelere geniþ bir bölüm ayrýlmýþtýr. Türkiyat Mecmuasý’nda baþta M. Fuad Köprülü olmak üzere M. Münir Aktepe, Ahmed Refik Altýnay, Reþit Rahmeti Arat, Necip Âsým, Ahmet Ateþ, Nihad Sâmi Banarlý, Ömer Lütfi Barkan, Cavit Baysun, Kilisli Rifat, M. Kaya Bilgegil, Pertev Naili Boratav, Sadettin Buluç, Ahmet Caferoðlu, Nihad M. Çetin, Güzin Dino, Hasan Eren, Semavi Eyice, M. Tayyip Gökbilgin, Abdülbaki Gölpýnarlý, Hikmet T. Ýlaydýn, Abdülkadir Ýnan, Halûk Ýpekten, Fahir Ýz, Ýbrahim Kafesoðlu, Mehmet Kaplan, Abdülkadir Karahan, Ercüment Kuran, Akdes Nimet Kurat, Mecdut Mansuroðlu, Rýfký Melûl Meriç, Necla Pekolcay, Midhat Sertoðlu, Faruk Sümer, Ali Tanoðlu, Fevziye Abdullah Tansel, Ali Nihad Tarlan, A. Battal Taymas, Zeki Velidi Togan, Osman Turan, Cavit Orhan Tütengil, M. Çaðatay Uluçay, Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý, Hilmi Ziya Ülken, M. Þerefettin Yaltkaya, Ömer Faruk Akün, Ali Alparslan, Ýnci Enginün, Kemal Eraslan, Ýsmail Erünsal, Ramazan Þeþen, Osman F. Sertkaya, Faruk K. Timurtaþ, Osman Nedim Tuna gibi yerli; R. Anhegger, Wilhelm Bang, Vasilij Vladimiroviç Barthold, Sir G. Clauson, Eberhard, J. Eckmann, L. Fekete, H. A. Gibbons, Wilhelm F. Carl Giese, Muhammed Hamîdullah, F. W. Hasluck, B. Lewis, H. Ritter, Franz Taeschner, Wilhelm Thomsen, A. Tietze, P. Wittek ve John R. Walsh gibi yabancý bilim adamlarýnýn araþtýrma, inceleme ve tanýtma yazýlarý çýkmýþtýr. Mecmuanýn 1925 ve 1928 yýllarýnda çýkan ilk iki sayýsý (cilt) Arap harfleriyle basýlmýþtýr. Mecmuada yer alan yazýlar altý ana baþlýk altýnda toplanmaktadýr: Tetkikler, notlar ve vesikalar, kitâbiyat tenkitleri, Türkiyat haberleri ve müteferrik-i hâriç. Bu sýnýflandýrma sonraki sayýlarda deðiþtirilmiþ, son cilt “Makaleler” ve “Kitâbiyat” olarak iki bölüm halinde düzenlenmiþtir. Mecmua baþlangýcýndan XX. cildin çýktýðý 1997 yýlýna kadar gerek muhteva gerekse þekil bakýmýndan pek fazla bir deðiþik-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

561


TÜRKÝYAT MECMUASI

liðe uðramamýþtýr. Kapak þekli bazý küçük farklýlýklarla son sayýya kadar devam etmiþtir. Türkiyat Mecmuasý’nýn 1950’lere kadar neþredilen ciltlerinde daha çok tarih, sanat tarihi, coðrafya, dil ve eski Türk edebiyatýyla ilgili konularda araþtýrma ve incelemelerin yayýmlandýðý, özellikle yeni Türk edebiyatý alanýndaki makalelerin IX. ciltten sonra yer aldýðý dikkati çekmektedir. 1997’de çýkan son sayý kitâbiyat bölümündeki birkaç yazý dýþýnda tamamen edebiyat ve dil aðýrlýklýdýr. Türkiyat Mecmuasý yýlda en az iki defa çýkacaðý belirtilmiþ olmasýna raðmen bu karar gerçekleþtirilememiþtir. M. Fuad Köprülü (altý cilt, 1925-1939), M. Cavit Baysun (beþ cilt, 1951-1958) ve Ahmet Caferoðlu’nun (üç cilt, 1969-1972) müdürlükleri döneminde nisbeten düzenli çýkmýþ, bugüne kadar ancak yirmi cilt yayýmlanabilmiþtir: I. cilt 1925, II. cilt 1928, III. cilt 1935, IV. cilt 1934, V. cilt 1936, VI. cilt 1939, VII. ve VIII. ciltler birlikte 1942, IX. cilt 1951, X. cilt 1953, XI. cilt 1954, XII. cilt 1955, XIII. cilt 1958, XIV. cilt 1965, XV. cilt 1969, XVI. cilt 1971, XVII. cilt 1972, XVIII. cilt 1976, XIX. cilt 1980, XX. cilt 1997. Mecmuanýn bazý ciltleri özel sayý niteliðinde hazýrlanmýþtýr. IV. cilt 18 Aðustos 1934’te Dolmabahçe Sarayý’nda toplanan II. Dil Kurultayý’na, X. cilt M. Fuad Köprülü’nün 60. doðum yýl dönümünün kutlanmasýna, XV. cilt Haziran 1968’de vefat eden M. Fuad Köprülü’nün hâtýrasýna, XVII. cilt Malazgirt Meydan Savaþý’nýn 900. yýl dönümüne, XVIII. cilt Türkiyat Mecmuasý’nýn kuruluþunun 50. yýl dönümüne ithaf edilmiþ, XX. cilt, Türkiyat Enstitüsü’nün kuruluþunun 70. yýlý münasebetiyle baþta M. Fuad Köprülü olmak üzere vefat eden Türkiyat mensuplarýnýn hâtýrasýna sunulmuþtur. Türkiyat Mecmuasý, Türkiye’de ve dünyada Türkoloji alanýndaki önemli faaliyetleri duyuran ve bu alanda araþtýrma yapanlar için baþta gelen bir kaynak olma özelliðini uzun süre korumuþtur. BÝBLÝYOGRAFYA :

Sevim Ýlgürel, “Türkiyat Enstitüsü”, TK, sy. 158 (1975), s. 103-105; a.mlf., “Türkiyat Mecmuasý Bibliyografyasý”, TED, sy. 7-8 (1977), s. 233-262; Mustafa Özkan, “Kuruluþunun 70. Yýlýnda Türkiyat Enstitüsü”, TM, XX (1997), s. 111; Osman Fikri Sertkaya, “Ýstanbul Üniversitesi Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü”, Istanbuler Almanach, sy. 2, Ýstanbul 1998, s. 38-39; Fatih Týðlý, “Ýstanbul Üniversitesi Türkiyat Araþtýrmalarý Enstitüsü Türkiyat Mecmuasý”, Türkiye Araþtýrmalarý Literatür Dergisi, IV/8, Ýstanbul 2006, s. 593-606; Sadettin Buluç, “Türkiyat Enstitüsü”, TA, XXXII, 312.

ÿÝsmail Güleç

562

TÜRKÝYE

Topraklarýnýn bir kesimi Avrupa’da, bir kesimi Asya’da bulunan Ortadoðu ve Akdeniz ülkesi. I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA II. TARÝH III. KÜLTÜR ve MEDENÝYET 1. Dil ve Edebiyat 2. Sanat

˜

3. Eðitim ve Öðretim

Üç taraftan denizlerle çevrili olan (Karadeniz, Ege denizi ve Akdeniz), kuzeybatýda Bulgaristan ve Yunanistan; doðuda Gürcistan, Ermenistan, Nahcývan Özerk Bölgesi (Azerbaycan), Ýran; güneydoðuda Irak ve Suriye ile komþu olan ülkenin resmî adý Türkiye Cumhuriyeti, yüzölçümü 769.604, göller ve barajlar dahil 780.576 km², nüfusu 73.722.988 (31 Aralýk 2010), baþþehri Ankara (4.115.187), nüfusu 500.000’i aþan diðer þehirleri Ýstanbul (12.473.650), Ýzmir (2.774.103), Bursa (1.667.311), Adana (1.484.740), Gaziantep (1.324.520), Konya (1.036.027), Antalya (928.229), Diyarbakýr (843.460), Mersin (843.429), Kayseri (826.523) ve Eskiþehir’dir (629.609). I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA

Hem Asyalý hem Avrupalý hem Ortadoðulu hem Akdenizli olan yegâne ülkedir. Türkiye’ye coðrafî, tarihî ve kültürel özelliklerini kazandýran da bu konumundan kaynaklanan ve baþka hiçbir ülkeye benzemeyen ayrýcalýklý durumudur. Türkiye’nin bir baþka özelliði, ülkenin kara kütleleri ortasýnda yer almasýna raðmen ayný zamanda denizlerle çevrilmiþ olmasýdýr. Akdeniz, Eski Dünya karalarý içine derin biçimde sokulmakta ve kollarý ile (Karadeniz, Marmara, Ege ve Boðazlar) Türkiye’yi üç taraftan kuþatmaktadýr. Bu durum Türkiye’nin dýþ dünya ile kolayca iliþki kurmasýný saðlar. Coðrafî mevkiinden kaynaklanan diðer bir özellik de ülkenin bazý önemli yollar üzerinde bulunmasýdýr. Avrupa ve Akdeniz dünyasý ile Hint ve Çin gibi Uzakdoðu ülkelerini birbirine baðlayan yollarýn tarih boyunca Türkiye’den geçmesi, Akdeniz dünyasýný Karadeniz kýyýlarýna baðlayan Boðazlar’ýn varlýðýyla ilgili deniz yolunun birinci yolla burada kesiþmesi de baþka ülkelerde rastlanmayan bir durumdur. Kara sýnýrlarýnýn uzunluðu 2875 km. olan Türkiye’nin doðu-batý doðrultusundaki uzunluðu 1600 km., kuzey-güney doðrultusundaki geniþliði 650 km. kadardýr. Ülkenin en doðu ucu, Küçük Aðrý daðýnýn 34 km. doðusunda yer alan Türkiye-Ýran-Azer-

Resmî adý Baþþehri Yüzölçümü Nüfusu Resmî dili Para birimi

: : : : : :

Türkiye Cumhuriyeti Ankara 780.576 km² 73.722.988 (31 Aralýk 2010) Türkçe Türk Lirasý = TL 1 TL = 100 Kuruþ

baycan (Nahcývan) sýnýrlarýnýn kavþak noktasý, en batý ucu Gökçeada’nýn (Ýmroz adasý) batýsýndaki Avlaka Burnu, en kuzey noktasý Sinop ilindeki Ýnceburun, en güney noktasý Hatay ili Yayladaðý ilçesinin Topraktutan köyünün güneyidir. Türkiye yüzey þekilleri bakýmýndan yüksek bir ülke, ayrýca yüzey þekilleri çeþitli bir memlekettir. Türkiye’nin ortalama yükseltisi 1131 metredir. Bu rakam Avrupa kýtasýnýn ortalama yükseltisinin (330 m.) yaklaþýk 3,5 katý, Asya kýtasýnýn ortalama yükseltisinden (1050 m.) çoktur. Türkiye’de deniz seviyesiyle 250 m. yükseklikler arasýndaki alanlar ülkenin ancak % 10’u kadar bir yer kaplamakta, buna karþýlýk 1000 metreden daha yüksek alanlar ülke topraklarýnýn yarýsýndan fazlasýný (% 55,5) meydana getirmektedir. Türkiye topraklarýnýn % 3’ü Trakya’da, % 97’si Asya’da bulunmaktadýr. 23.721 km² geniþliðindeki Trakya günümüzde Tekirdað, Kýrklareli ve Edirne illeriyle Ýstanbul ilinin yirmi dört (Baðcýlar, Bakýrköy, Bahçelievler, Bayrampaþa, Avcýlar, Arnavutköy, Baþakþehir, Beþiktaþ, Beylikdüzü, Beyoðlu, Büyükçükmece, Çatalca, Eyüp, Esenler, Esenyurt, Fatih, Gaziosmanpaþa, Güngören, Kâðýthane, Küçükçekmece, Sarýyer, Silivri, Þiþli ve Zeytinburnu), Çanakkale ilinin iki (Eceabat ve Gelibolu) ilçesini sýnýrlarý içine alýr. Trakya’nýn adý eski dönemlerde burada yaþayan Traklar’dan gelir. Milâttan önce ikinci binyýlda yöreye hâkim olan bu kavim baðýmsýzlýðýný yitirdikten sonra da yerleþtikleri alan onlarýn adýyla anýlmýþtýr. Millî sýnýrlar dýþýnda kalan ve Türkiye Trakyasý’nýn batýya doðru devamý olan kesime Batý Trakya denir. Lozan Antlaþmasý’na göre çizilen ve Meriç ýrmaðýnýn talveg hattýný izleyen Türkiye-Yunanistan sýnýrýnýn batýsýnda kalan Batý Trakya’ya karþýlýk Türkiye sýnýrlarý içinde kalan bölüm için Doðu

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


Türkiye yüzey þekillerinin ana çizgileri

TÜRKÝYE

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

563


Türkiye’nin idarî haritasý

TÜRKÝYE

564

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


(71.409)

(116.319)

(64.359)

(316.973)

MANÝSA

(102.167)

(55.688)

YALOVA

(74.054)

(52.522)

MÝLAS

AYDIN

(188.337)

(54.082)

(60.066)

MUÐLA

(110.116)

NAZÝLLÝ

(77.237)

FETHÝYE

(498.643)

(180.414)

UÞAK

(64.691)

TAVÞANLI

DENÝZLÝ

ALAÞEHÝR

(97.323)

SALÝHLÝ

ÖDEMÝÞ

(117.632)

TURGUTLU

(68.020)

SÖKE

KUÞADASI

(12.874.713)

KARTEPE

(480.442)

ÝZMÝT

(129.118)

SERÝK

(52.647)

(222.556)

ISPARTA

ANTALYA (928.229)

(78.389)

BURDUR

(173.100)

AFYONKARAHÝSAR

(235.685)

KÜTAHYA

(629.630)

(89.307)

(61.638)

AKÞEHÝR

(119.898)

BOLU

(100.075)

EREÐLÝ

MANAVGAT

ESKÝÞEHÝR

(414.537)

ADAPAZARI

DÜZCE

(128.570) (85.847)

GÖLCÜK

ÝSTANBUL

ORHANGAZÝ (98.347)

(126.218)

SÝLÝVRÝ

KARACABEY

AKHÝSAR

(75.345)

SOMA

TÝRE (55.501) (116.326) (51.440)

MENDERES

TORBALI

(2.774.103)

ÝZMÝR

(119.230)

(53.624)

ALÝAÐA

(59.366)

(73.918)

KÖRFEZ

(146.896)

DARICA

GEBZE

(290.860)

(88.523)

ÇAYIROVA

(131.450) (53.080) MUDANYA GEMLÝK (92.765) BÝLECÝK (52.325) (62.320) BURSA M. KEMALPAÞA (1.667.321) ÝNEGÖL (55.408) (167.419) GÜRSU BALIKESÝR BOZÜYÜK (55.131) (265.747) (57.491)

BERGAMA

(52.132)

EDREMÝT

MENEMEN

KEMALPAÞA

(106.116)

(141.439)

ÇANAKKALE BANDIRMA

(54.314)

KEÞAN

TEKÝRDAÐ

(215.293)

(182.017)

BÜYÜKÇEKMECE

ÇERKEZKÖY

(55.431)

KAPAKLI

(62.152)

LÜLEBURGAZ (100.412) ÇORLU

(138.793)

EDÝRNE KIRKLARELÝ

(52.470)

(4.129.546)

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.) (53.151)

SÝLÝFKE

(135.185)

KARAMAN

(85.634)

(843.429)

(52.947)

(64.139)

TURHAL

(213.581)

ANTAKYA

(61.234)

REYHANLI

(71.580)

KÝLÝS

(82.109)

GAZÝANTEPNÝZÝP (1.324.520) (96.229)

KIRIKHAN

(70.856)

DÖRTYOL

(198.836)

(412.252)

(202.735)

(55.600)

SURUÇ

(498.111)

(111.628)

(90.784)

(135.145)

KIZILTEPE

(79.947)

MARDÝN

(85.498)

(100.478)

CÝZRE

SÝÝRT

(54.263)

(60.616)

PATNOS

AÐRI

(99.336)

KARS

(73.826)

SÝLOPÝ

(76.323)

ÞIRNAK

(59.584)

TATVAN

(127.174)

NUSAYBÝN

(55.615)

MÝDYAT

BÝSMÝL BATMAN

MUÞ

(74.902)

(367.250)

ERZURUM

(56.887) (325.020)

DÝYARBAKIR

(843.460)

(64.608)

(87.918)

BÝNGÖL

RÝZE

(99.380)

ERGANÝ

ÞANLIURFA VÝRANÞEHÝR

(63.216)

KÂHTA

(102.173)

ERZÝNCAN

(234.063)

TRABZON

SÝVEREK

(331.479)

ELAZIÐ

(96.948)

GÝRESUN

ADIYAMAN

(401.705)

MALATYA

ORDU

(141.341)

KAHRAMANMARAÞ

(88.895)

ELBÝSTAN

(318.488)

FATSA

(66.960)

ÜNYE

(75.711)

SÝVAS

TOKAT

(136.595)

OSMANÝYE

ÝSKENDERUN

(201.183)

(238.276) ADANA (1.584.063)

(105.879)

(80.948)

(59.901)

ERBAA

(61.124)

ÇARÞAMBA

KADÝRLÝ

CEYHAN

(76.864)

KOZAN

KAYSERÝ (931.899)

(50.595)

SORGUN

(99.905)

AMASYA

(495.145)

SAMSUN

(86.569)

BAFRA

MERZÝFON

TARSUS

NÝÐDE

(109.724)

MERSÝN

(95.658)

EREÐLÝ

(176.504)

AKSARAY

(75.012)

YOZGAT

(218.130)

ÇORUM

NEVÞEHÝR

(108.628)

KIRÞEHÝR

(193.093)

KIRIKKALE

(69.631)

ÇANKIRI

(91.012)

KASTAMONU

Türkiye’de nüfusu 50.000’in üstünde olan yerleþim yerlerinin daðýlýmý (31.12.2010)

(98.627)

ALANYA

KONYA (1.036.027)

(98.605)

POLATLI

(93.852)

GÖLBAÞI

ANKARA

(76.716)

ÇUBUK

(108.710)

KARABÜK

(109.081)

BARTIN

ZONGULDAK

(57.844)

HAKKÂRÝ

VAN

(367.419)

ERCÝÞ

(77.065)

(69.447)

DOÐUBEYAZIT

IÐDIR

(77.912)

(61.712)

YÜKSEKOVA

TÜRKÝYE

565


TÜRKÝYE

Trakya ismi kullanýlabilirse de günümüzde yalnýz Trakya denilmektedir. Trakya için bazý yayýnlarda Paþaeli adý kullanýlmýþsa da tutulmamýþtýr. Çevresinin uzunluðu 1258 kilometreyi bulan Trakya’nýn büyük kesimi denizlerle kuþatýlmýþtýr (Karadeniz kýyýsý 177 km., Ýstanbul Boðazý kýyýsý 55 km., Marmara denizi kýyýsý 264 km., Çanakkale Boðazý kýyýsý 78 km., Ege denizi kýyýsý 212 km.) ve deniz kýyýlarý bütün çevrenin % 63’ünü oluþturur. Kara sýnýrlarý (472 km.) ayný zamanda Türkiye’nin Yunanistan (203 km.) ve Bulgaristan’la (269 km.) olan sýnýrlarýdýr. Trakya’nýn ortalama yükseltisi (180 m.) Türkiye’nin ortalama yükseltisinin (1131 m.) çok altýndadýr. Yükseltisi 250 metrenin altýnda bulunan yerler Trakya yüzölçümünün % 83’ünü oluþturur. Bu oran Trakya’da ova ve platolarýn çok yer tuttuðunu, daðlýk alanlarýn ise az yer kapladýðýný gösterir. Bununla birlikte dað görünümünde alanlar da vardýr. Bunlardan biri, Trakya’nýn Karadeniz kýyýsýna paralel olarak kuzeybatý-güneydoðu doðrultusunda uzanan Istýranca daðlýk kütlesidir. Yeni haritalarda Yýldýz daðlarý diye kaydedilen bu daðlarýn en yüksek noktasý Mahya doruðudur (1031 m.). Trakya’nýn güneyinde dað adý verilebilecek iki engebe daha dikkati çeker. Bunlar Marmara kýyýlarýný izleyen Ganos daðý (Uçakbaþý zirvesi: 924 m.) ve Ege kýyýlarý (Saros körfezi) yakýnýnda Korudaðý’dýr (Kuþtüneyi zirvesi: 676 m.). Bu daðlar arasýna büyük bir çanak biçiminde Ergene havzasý girmiþtir. Bir geçiþ kuþaðýnda yer alan Trakya’nýn ikliminde Akdeniz iklimiyle Balkan yarýmadasýnda görülen iklimin (Edirne’de 25 Ocak 1942’de kaydedilen -22°, 2’lik ölçüm, ayný tarihte Lüleburgaz’da -24°, 2’lik ölçüm) ortak etkisi hissedilir. Ýç kesimlerdeki bu iklim tipine karþýlýk Karadeniz kýyýlarýnda yaðýþlarý bol, kýþlarý epeyce sert, yazlarý serin bir iklim hâkimdir. Trakya’da Anadolu’da olduðu gibi kýyý kesimleri ormanlarýn baþlýca toplanma alanýdýr. Istýrancalar’ýn kuzey yamaçlarýnda (Karadeniz’e bakan yamacý) kayýn (doðu kayýný), Ergene havzasýna bakan güney yamaçlarýnda meþe hâkimdir. Bu yamaçta meþelerin arasýna “doðu gürgeni” adý verilen gürgen tipi de karýþmýþtýr. Ganos ve Koru daðlarýnýn Ergene havzasýna bakan yamaçlarýnda da meþe türleri egemendir. Trakya’da az bulunan iðne yapraklý aðaçlarýn en fazla yer aldýðý alan güneydeki Korudaðý’nýn üzeridir. Burada daha çok kýzýlçam görülür; aralarýna seyrek olarak karaçam da karýþýr. Trakya’nýn ortasýndaki Erge566

ne havzasýnýn doðal bitki örtüsü step (bozkýr) görünüþlüdür. Fakat bu step doðal olmayýp yüzyýllardan beri ormanlarýn tahribi sonucunda oluþan “antropojen step”tir. Trakya’da iyi korunmuþ bir orman olarak Ýstanbul’un kuzeyindeki Belgrad ormanýndan söz edilebilir. Adýný XVI. yüzyýlda Belgrad’dan gelen bir grup insan tarafýndan kurulan Belgrad köyünden alan bu ormanda baþlýca elemanlar meþe ve kestanelerdir. Küçük dereler vasýtasýyla sularýný Karadeniz’e, Ýstanbul Boðazý’na ve Marmara denizine ulaþtýran alanlar Trakya’da çok sýnýrlýdýr. Buna karþýlýk Trakya sularýnýn büyük kýsmý Ergene ýrmaðý vasýtasýyla toplanarak Meriç’e ve bu yolla Ege denizine ulaþýr. Önemli sayýlabilecek göller Ýstanbul yakýnýndaki lagünlerdir (deniz kulaðý gölleri). Bunlar Marmara kýyýsýnda Küçükçekmece ve Büyükçekmece gölleriyle Karadeniz kýyýsýna yakýn olan Terkos gölüdür (yeni adýyla Durusu gölü). Bu sonuncusu 1885 yýlýndan beri Ýstanbul’un Avrupa yakasýnýn büyük kýsmýnýn suyunu temin eder. Bunlarýn dýþýnda bir göl grubu da Meriç deltasýnda bulunan küçük delta gölleridir. 2010 yýlý nüfus sayýmýnýn sonuçlarýna göre Türkiye nüfusunun % 87’si Anadolu (64.064.709), % 13’ü Trakya (9.658.279) topraklarý üzerinde yaþar. Buna göre Türkiye’de kilometrekareye düþen nüfus yoðunluðu doksan dört, Anadolu’da 84,5, Trakya’da 407’dir. Trakya’da nüfus yoðunluðunun bu derece yüksek olmasýnda Ýstanbul gibi 12 milyon nüfusluk bir þehrin nüfusunun büyük bir kýsmýnýn Trakya kesiminde yaþamasý, ayrýca Trakya’da beþ þehrin daha nüfusunun 100.000’i aþmasý (Çorlu 215.293, Tekirdað 141.439, Edirne 138.793, Silivri 126.218, Lüleburgaz 100.412) etken olmaktadýr. Trakya’da nüfusun en kalabalýk olduðu kesim Ýstanbul Boðazý ile Marmara denizi kýyýlarý, orta derecede nüfus yoðunluðuna sahip yerler Ergene havzasý, tenha yerler ise Istýranca daðlarýnýn Karadeniz’e bakan yamaçlarýdýr. Bu sonuncu alan ayný zamanda Türkiye kýyýlarýnýn en az nüfuslu kesimidir. Trakya’nýn ekonomik coðrafyasýnda tarýmýn aðýrlýklý payý vardýr. Tarým türleri arasýnda buðday öncelikli sýrayý alýr. Buðdayla nöbetleþe ekilen þeker pancarý, ay çiçeði, sulak alanlarda (Meriç kýyýlarýnda) pirinç, elveriþli bazý alanlarda pamuk ekimi çeþitlilik kazandýrýr. Trakya’da Cumhuriyet dönemindeki sanayi faaliyetlerinin öncülüðünü Alpullu’da þeker fabrikasý ile Tekirdað’daki içki fabrikalarý yapmýþ, bunu bitkisel yað fabrikalarý izlemiþ, yakýn yýllara gelin-

diðinde Çerkezköy ve Çorlu çevresindeki çok çeþitli sanayi kuruluþlarý Trakya’nýn sanayileþmesinde büyük rol oynamýþtýr. Ýstanbul þehri ve çevresiyle Haliç kýyýlarý Cumhuriyet’ten önceki dönemde de ülkenin en önemli sanayi alaný olarak dikkati çekmiþtir. Trakya’nýn Türkiye ulaþým coðrafyasýndaki rolü Türkiye’yi Avrupa’ya baðlayan yollarýn baþlangýç ve geçiþ yeri olmasý sebebiyle daima önemini korumakta ve bu önem gitgide artmaktadýr (Türkiye topraklarýnýn büyük kesimini oluþturan Anadolu’nun fizikî ve beþerî coðrafyasý için bk. ANADOLU [Coðrafya]). BÝBLÝYOGRAFYA :

Arif Müfit Mansel, Trakya’nýn Kültür ve Tarihi, Ýstanbul 1938, s. 19, 22; Mehmet Oluç, Trakya Ziraat Ekonomisi, Ýstanbul 1946, s. 65-143; Gökbilgin, Edirne ve Paþa Livâsý, s. 10; Hamit Ýnandýk, Türkiye Bitki Coðrafyasýna Giriþ, Ýstanbul 1965, s. 28-32; Yusuf Dönmez, Trakya’nýn Bitki Coðrafyasý, Ýstanbul 1968, s. 11, 12; Besim Darkot, Türkiye Ýktisadî Coðrafyasý, Ýstanbul 1972, s. 4, 5, 6, 7, 14, 22, 28, 49, 53-54, 130, 212; a.mlf. – Metin Tuncel, Marmara Bölgesi Coðrafyasý, Ýstanbul 1981, s. 12, 52, 96, 97, 105; Metin Tuncel, Göllerimiz, Ýstanbul 1975, s. 3, 21; a.mlf., “Türkiye’nin Farklýlýðý ve Çeþitliliði”, Globe, sy. 1, Ýstanbul 1993, s. 162; a.mlf., “Türkiye”, Geliþim: Büyük Coðrafya Ansiklopedisi, Ýstanbul, ts. (Geliþim Yayýnlarý), III, 721-726; Türkiye Ýstatistik Yýllýðý 2002, Ankara 2003, s. 4, 5, 7; Ali Tanoðlu, “Türkiye’nin Ýrtifa Kuþaklarý”, Türk Coðrafya Dergisi, sy. 9-10, Ýstanbul 1947, s. 43-44; a.mlf., “Türkiye’nin Coðrafî Mevkii ve Bu Mevki ile Ýlgili Bazý Meseleler”, ÝÜ Coðrafya Enstitüsü Dergisi, VII/13, Ýstanbul 1963, s. 50-63; Ahmet Ardel, “Trakya’nýn Jeomorfolojisi”, Türk Coðrafya Dergisi, sy. 17 (1957), s. 152-158; Sýrrý Erinç, “Türkiye: Ýnsan ve Ortam”, ÝÜ Coðrafya Enstitüsü Dergisi, sy. X/18-19 (1973), s. 1-33; Ajun Kurter, “Istranca (Yýldýz) Daðlarýnýn Temel Yapýsal ve Jeomorfolojik Özellikleri”, GDAAD, VI-VII (1978), s. 2.

ÿMetin Tuncel

II. TARÝH

XI. yüzyýlda Anadolu’yu yurt edinen Türkler burada kurduklarý devletleri daha çok kurucularýnýn veya bölgenin adýyla anmýþlardýr. Türkiye adý Batý kaynaklarýnda II. Haçlý Seferi’nden sonra görülmeye baþlanmýþtýr. Arapça “berrü’t-Türkiyye” ifadesi de XIV. yüzyýl baþlarýnda kullanýlmýþtýr. XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Osmanlý Devleti’nde milliyetçiliðin ve ayýrýmcýlýðýn ortaya çýkmasý Türk aydýnlarýný da etkiledi, Türk milliyetçiliði imparatorluðun daðýlma sürecinin hýzlandýðý II. Meþrutiyet döneminde ortaya çýktý. I. Dünya Savaþý’nýn ardýndan ülkenin parçalanmasý Türk milliyetçiliðini yeniden canlandýrdý ve “Türkler için Türkiye” sonucuna gelindi. Savunulmasý gereken vatan topraklarý Erzu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

rum ve Sivas kongrelerinde belirlenirken Anadolu’da yeni bir devletin temelleri atýldý. Ankara’da çalýþmalarýna baþlayan meclise Türkiye Büyük Millet Meclisi adý verildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Ermenistan’la imzaladýðý Gümrü Antlaþmasý’yla Türkiye adý ilk defa uluslar arasý belgelere girdi. Afganistan’la imzalanan antlaþmada Osmanlý’nýn Devlet-i Aliyyesi’ne benzetilerek Devlet-i Aliyye-i Türkiyye ifadesi yer aldý. Rusya ile imzalanan antlaþmada ise Türkiye tabiriyle Mîsâk-ý Millî’nin sýnýrlarýný çizdiði topraklarýn kastedildiði kaydedildi. Kendini olaðan üstü yetkilerle donatan Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilî þartlarýn hemen hukukîlik kazandýðý bir ortamda çalýþtý. Bu durum 20 Ocak 1921 tarihli Teþkîlât-ý Esâsiyye Kanunu ile yasal hale getirildi. II. Meþrutiyet’le birlikte siyasî literatüre giren ve meclisin açýlmasýyla doruk noktasýna ulaþan millî hâkimiyet ilkesine, “Hâkimiyet kayýtsýz þartsýz milletindir” þeklinde ilk defa bu kanunda yer verildi. Millî Mücadele’nin kazanýlmasýndan sonra saltanat kaldýrýlýp (1 Kasým 1922) Ankara ile Ýstanbul hükümeti arasýndaki siyasî iktidar mücadelesine son verildi. Türkiye Devleti’nin baðýmsýzlýðýnýn tanýndýðý Lozan Antlaþmasý’yla imparatorluk iddiasýndan vazgeçilerek Arap vilâyetlerinin ayrýlmasýna ve Anadolu ile küçük bir Avrupa topraðýna razý olundu. Ýþgal kuvvetlerinin Ýstanbul’u terketmesinin ardýndan baþþehri Ankara, yönetim þekli cumhuriyet olan yeni devlet ilân edildi (29 Ekim 1923). Cumhuriyetin ilâný öncesinde saltanat kaldýrýlmakla birlikte Osmanlý hânedanýna býrakýlan hilâfet müessesesinin hukukî durumu ve devletin yönetim þekli belirlenmemiþti. Cumhuriyet ilân edilirken halifenin durumunun açýklýða kavuþturulmamýþ olmasý bazý muhalefet akýmlarýnýn doðmasýna yol açtý. Halifenin hukukî durumunun tesbiti için yoðun bir faaliyet baþlatýldý. Rauf Bey cumhuriyetin ilânýnda acele edildiðini ve bir oldubittiye getirildiðini, en doðru devlet þeklinin halifenin baþkanlýðýný yapacaðý devlet olabileceðini söylüyordu. Ali Fuat Paþa, Rauf Bey’in fikirlerine katýldýðýný açýklarken Kâzým Karabekir Paþa, “Cumhuriyet taraftarýyým ama þahsî saltanatýn aleyhtarýyým” diyordu. Ýstanbul aydýnlarý ve özellikle üniversite çevreleri inkýlâplara pek olumlu bakmýyordu. Muhafazakârlar kadar laikler de hem Mustafa Kemal’in otokrasisine karþý hem de milletlerarasý itibar kaynaðý olarak hilâfetin korunmasý gerektiðini savunuyor, asýl farkýn monarþi ile cumhuriyet arasýnda de-

ðil demokrasi ile despotizm arasýnda olduðunu yazýyorlardý. Londra Ýslâm Cemiyeti Baþkaný Seyyid Emîr Ali ile Hint müslümanlarý adýna Aða Han tarafýndan Ýsmet Paþa’ya gönderilen mektupta hilâfetin Ýslâm âlemi açýsýndan önemi ve Türkiye’ye saðlayacaðý faydalar anlatýlarak korunmasý isteniyordu. Mektubun Ýsmet Paþa’nýn eline geçmeden bazý Ýstanbul gazetelerinde yayýmlanmasý, hükümetin muhalefete karþý harekete geçmesine ve hilâfetin kaldýrýlmasýna sebep oldu. Hemen Ýstanbul’a bir Ýstiklâl mahkemesi gönderilip halife lehine yazý yazan gazeteci ve yazarlar tutuklandý. “Matbuat davasý” diye anýlan yargýlamalarla basýna ve muhalefete gözdaðý verildikten sonra hilâfet kaldýrýldý (3 Mart 1924). Halife ile birlikte bütün Osmanlý hânedaný sýnýr dýþý edildi. Ayný gün kabul edilen yasalarla Erkân-ý Harbiyye-i Umûmiyye Vekâleti ile Þer‘iyye ve Evkaf Vekâleti kaldýrýlarak baþvekâlete baðlý Genelkurmay Baþkanlýðý ve Diyanet Ýþleri Reisliði kuruldu. Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler kapatýldý, din eðitimi Maarif Vekâleti’ne baðlandý. Þer‘iyye mahkemeleri laðvedildi. Osmanlý Kanûn-ý Esâsîsi’ni yürürlükten kaldýran 1924 anayasasý mecliste kabul edilerek yürürlüðe girdi. Yeni anayasa uyarýnca Mustafa Kemal Paþa ordu mensubu milletvekillerinin aslî görevlerine dönmelerinde ýsrar ediyordu. Kâzým Karabekir dahil bazý paþalar ordudan istifa edip milletvekilliðinde kaldýlar. Bunlar Halk Fýrkasý’ndan ayrýlarak Kâzým Karabekir’in baþkanlýðýnda Terakkiperver Cumhuriyet Fýrkasý’ný kurdular. Halk Fýrkasý da adýný Cumhuriyet Halk Fýrkasý þeklinde deðiþtirdi. Muhalefetin parti oluþturmasýný destekleyen Ýstanbul basýný Mustafa Kemal’in siyasî otoritesinin “tek adam”a dönüþmesinin ancak bu þekilde önlenilebileceðini yazýyordu. Muhalefet eleþtirilerini Baþvekil Ýsmet Paþa üzerinde yoðunlaþtýrdý. Ýsmet Paþa istifa edince Mustafa Kemal, Fethi Bey’i (Ali Fethi Okyar) baþvekil tayin etti (22 Kasým 1924). Lozan Antlaþmasý, Musul meselesinin çözümünü Türk-Ýngiliz görüþmelerine býrakmýþtý. Antlaþmayý ancak halifeliðin kaldýrýlmasýndan sonra onaylayan Ýngiltere ile Ýstanbul’da yapýlan görüþmelerden bir netice alýnamadý. Ýngiltere’nin bir yandan konuyu Milletler Cemiyeti’ne taþýrken bir yandan da bölge halkýný Türkiye’ye karþý kýþkýrtýp karýþýklýklara yol açmasý iliþkileri gerginleþtirdi. Þeyh Said Ýsyaný iç politikada çok önemli sonuçlar doðurdu. Ýsmet Paþa tekrar baþbakanlýða getirildi ve on dört ilde sýkýyönetim ilân edildi. Hýyânet-i Vata-

niyye Kanunu’na dini politikaya alet edenler için bir madde eklendi. Takrîr-i Sükûn Kanunu çýkarýldý (4 Mart 1925). Buna göre hükümet sosyal düzeni bozan bütün kuruluþlarý kapatabilecek ve yayýnlarý yasaklayabilecek, fâillerini Ýstiklâl mahkemelerine sevkedebilecekti. Ayný gün biri isyan bölgesinde, diðeri Ankara’da iki Ýstiklâl mahkemesi kuruldu. Hükümet bazý gazeteleri kapatýrken pek çok gazeteci ve yazarý tutuklayarak Ýstiklâl mahkemelerine sevketti. Programýnda dinî inanç ve düþünceye saygý gösterileceðini açýklayan Terakkiperver Cumhuriyet Fýrkasý’nýn isyaný körüklediði iddiasýyla merkez þubesi polis tarafýndan arandý. Þark Ýstiklâl Mahkemesi fýrkanýn bölgedeki þubelerinin kapatýlmasýný isteyince hükümet hiçbir gerekçe göstermeden partiyi kapattý (3 Haziran 1925). Bu sýrada Ýngiltere’nin etkili olduðu Milletler Cemiyeti, Musul’u Irak’a veren kararýný açýkladý. Bunu tepkiyle karþýlayan Türk basýný savaþtan bahsediyordu. Türkiye, Millî Mücadele sýrasýnda olduðu gibi tekrar Rusya’ya yaklaþtý. Türk-Sovyet Dostluk ve Saldýrmazlýk Paktý imzalandý. Cumhuriyet Halk Fýrkasý yönetimi Takrîr-i Sükûn Kanunu’ndan yararlanýp köklü reformlara giriþti. Þark Ýstiklâl Mahkemesi görev alanýndaki tekke ve zâviyelerin kapatýlmasýný teklif etti, bunun üzerine ülkedeki bütün tekke ve zâviyeler kapatýldý. Þapka kanunu çýkarýldý. Ýsviçre’den Medenî Kanun ile Borçlar Kanunu, Ýtalya’dan Ceza Kanunu ve Almanya-Ýtalya’dan Ticaret Kanunu alýndý. Reformlar toplumda dine karþý uygulamalar þeklinde algýlandý ve ülkenin çeþitli yerlerinde tepkilere yol açtý. Bilhassa þapka giyme zorunluluðuna karþý baþlayan tepkilerin Ýstiklâl mahkemelerinin verdiði aðýr cezalarla bastýrýlmasý toplumsal barýþý bozdu. Ýç ve dýþ destekten mahrum kalan Türkiye, Musul meselesinde daha fazla direnemedi. Türk-Ýngiliz antlaþmasýný imzalayýp Musul’un Türkiye’den ayrýlmasýný kabul etti (5 Haziran 1926). Cumhuriyet Halk Fýrkasý yönetimi “takrîr-i sükûn” dönemini Ýzmir suikastý davasý ile sürdürdü. Ýzmir’de cumhurbaþkanýna suikast yapýlacaðý yönündeki ihbar yeni bir sertlik dalgasýna yol açtý. Ýzmir’e gönderilen Ankara Ýstiklâl Mahkemesi’nin emriyle eski Terakkiperver Cumhuriyet Fýrkasý milletvekilleri tutuklandý. Mahkeme kýrk dokuz tutukludan on beþini idama mahkûm ederken Kâzým Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal paþalar genç subaylarýn baskýsý ile beraat etti. Suikast davasý ile eski Ýttihat ve Terakkî Fýrkasý arasýnda iliþki olduðu öne

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

567


TÜRKÝYE

sürüldü. Ýstiklâl Mahkemesi bu defa eski Ýttihatçýlar’ý yargýlamaya baþladý. Suikastla ilgileri kanýtlanamadýðý halde eski Maliye nâzýrý Cavit Bey, Dr. Nazým, Hilmi ve Nail beyler idama mahkûm edildi. Avrupa’da bulunan Rauf Bey’e gýyabýnda on yýl sürgün cezasý verildi. Yürürlük süresi dolan Takrîr-i Sükûn Kanunu iki yýl daha uzatýldý. Ýstiklâl mahkemelerinin faaliyetlerine son verilmekle birlikte kanunu yürürlükte tutuldu. Muhalefeti susturan ve ülkede tek parti rejimini kuran Cumhuriyet Halk Fýrkasý kendi içinde tek sesliliðe doðru sürüklendi. Parti tüzüðünde yapýlan deðiþiklikle milletvekillerinin belirlenmesi yetkisi doðrudan partinin genel baþkaný ve cumhurbaþkanýna verildi. Mustafa Kemal Paþa muhalifleri seçimlerde aday göstermeyip siyasî hayatýn dýþýnda býraktý. Parti kurultayýnda deðiþmez genel baþkan seçilen ve “ebedî þef” unvaný verilen Mustafa Kemal Paþa’nýn yetkileri geniþletildi. Ýnkýlâplarýn iktidar açýsýndan bir yorumu olan Nutuk bizzat Mustafa Kemal Paþa tarafýndan kurultayda okundu. Kurultayda din ve devlet iþlerinin birbirinden ayrýlmasý gereði vurgulanarak partinin ilkelerine laiklik de eklendi. Hem ülkenin siyasî hayatýnda hem kendi içinde otoriter yönetim tarzýný kabul ettiren Cumhuriyet Halk Fýrkasý muhalefetin bulunmadýðý mecliste inkýlâp kanunlarýný çýkarmaya devam etti. “Türkiye Devleti’nin dini Ýslâm’dýr” maddesiyle yemin metinlerindeki dinî ibareler ve meclisin görevleri arasýnda sayýlan dinî hükümleri yerine getirmeyle ilgili ifade anayasadan çýkarýldý (10 Nisan 1928). Arap alfabesi terkedilerek Latin alfabesi benimsendi. Kadýnlara seçme ve seçilme hakký tanýndý (1930). Türkiye’nin dýþ politikasýnýn temel eðilimi Lozan Antlaþmasý’yla oluþan statükonun sürdürülmesi yönünde geliþti. Lozan’da çözülemeyen Osmanlý borçlarýnýn ödenmesi meselesi Fransa ile imzalanan antlaþmayla bir formüle baðlandý. Türkiye’deki Rumlar’la Yunanistan’daki Türkler’in mübadelesi Türkiye’yi en çok uðraþtýran konulardan biri oldu. Yunanistan’ýn Ýstanbul’da fazla sayýda Rum býrakmak istemesi iki ülke arasýndaki iliþkileri gerginleþtirdi. Uzun süren müzakerelerden sonra Ýstanbul Rumlarý’nýn hepsini “yerleþik” kapsamýna alan bir antlaþma imzalandý (10 Haziran 1930). Türkiye, Rusya’nýn teklifiyle 1928’de Silâhsýzlanma Konferansý’na ve 1929’da Kellog Paktý’na davet edildi. 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. Türkiye’nin uluslar arasý iþ birliðine katýlmasý Batýlý devletlerle olan iliþkilerini geliþtirdi. 568

Montrö Sözleþmesi’yle Boðazlar üzerindeki egemenlik haklarýna yeniden kavuþtu. Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasýnda Balkan Antantý kuruldu (1933). Türkiye, Afganistan, Ýran ve Irak arasýnda Sâdâbâd Paktý imzalandý (1937). Milletler Cemiyeti, Ýskenderun sancaðýnýn Hatay adýyla içiþlerinde baðýmsýz, dýþiþlerinde Suriye’ye baðlý bir devlet olmasýný kararlaþtýrdý. Hatay’ýn hukukî statüsünü tanýyan Türk-Fransýz Antlaþmasý imzalandý (1938). Hataylýlar’ýn Türkiye ile birleþme istekleri Türk-Fransýz iliþkilerini yeniden gerginleþtirdi.

Nihayet Baþvekil Ýsmet Paþa parti ile devletin birleþtirildiðini açýkladý (1936). Buna göre Dahiliye vekili ayný zamanda partinin genel sekreteri olurken valiler partinin il baþkanlarý oldu. Cumhuriyet Halk Fýrkasý’nýn altý ilkesi anayasaya dahil edildi ve devletin temel ilkeleri haline getirildi. Soyadý kanunu kabul edildi; efendi, bey, paþa gibi lakap ve unvanlar kaldýrýldý (1934). Ezanýn Arapça okunmasý ve din adamlarýnýn mâbed dýþýnda dinî kisve giymelerini yasaklayan kanunlar kabul edildi (1932). Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu oluþturuldu.

Millî Mücadele’nin önde gelen liderleri tasfiye edilip onlarýn dayandýðý kitleler dýþlanarak birbiri ardýna gerçekleþtirilen devrimler halk tabanýna indirilemedi. Hükümetin reform karþýtlarýna uyguladýðý þiddet politikasý toplumda hoþnutsuzluðu arttýrdý. Devlet-halk iliþkileri gerginleþti. 1929 dünya ekonomik krizi zayýf olan ülke ekonomisini etkiledi. Ekonomide doðrudan devletçilik politikasýnýn izlenmesi zorunlu hale geldi. Mustafa Kemal Paþa, Fethi Bey’e bir parti kurmasýný önerdi; partinin adýný, programýný ve üyelerini bizzat kendisi belirledi. Amacý, hem tek parti yönetiminin toplumda yol açtýðý huzursuzluðu gidermek hem devletçiliðe karþý olan liberalizm yanlýlarýný denetim altýnda tutmaktý. Fethi Bey baþkanlýðýnda 12 Aðustos 1930’da Ýstanbul’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fýrkasý’nýn toplum tarafýndan coþkuyla karþýlanmasý ve hýzla örgütlenmesi hükümeti ve cumhurbaþkanýný endiþelendirdi. Cumhuriyet Halk Fýrkasý, Serbest Fýrka’yý gericilik ve cumhuriyet düþmanlýðýyla suçlamaya baþladý. Fethi Bey de kuruluþundan üç ay sonra bir dilekçe ile partinin feshedildiðini bildirdi. Bu sýrada kurulan Ahali Cumhuriyet Fýrkasý da kapatýldý. Otoriter eðilimleriyle tanýnan Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fýrkasý’nýn genel sekreterliðine getirildi. Siyasal niteliði olan kuruluþlarýn bir tekel oluþturan Cumhuriyet Halk Fýrkasý içinde eritilmesine yönelik hazýrlanan program uygulamaya konuldu. Ýttihatçýlar’ýn kurduðu Türk ocaklarý kapatýldý ve bütün mallarý yeni kurulan halkevlerine devredildi. Diðer dernek ve kulüpler de ayný þekilde tasfiye edilip mallarý Cumhuriyet Halk Fýrkasý’na aktarýldý. Parti kurultayýnda mevcut ilkelere devletçilik ve inkýlâpçýlýk da eklenerek partinin temel ilkeleri altýya çýkarýldý. Planlý devletçiliðe geçildi ve ilk beþ yýllýk Sanayi Kalkýnma Planý uygulamaya konuldu (1933). Dünya ekonomik krizi Türkiye’de devletçiliðe hýz verirken tek parti sistemini de güçlendirdi.

Atatürk-Ýnönü arasýndaki siyasal birliktelik devletçilik konusunda aralarýnda çýkan anlaþmazlýk yüzünden sona erdi. Ýþ Bankasý genel müdürü iken özel teþebbüsün baþarýsýný ispatlayan Celâl Bayar baþvekil tayin edildi (25 Eylül 1937). Bayar’ýn yaklaþýk bir yýl süren görevi, daha ziyade aðýr hasta olan Atatürk’ten sonra kimin cumhurbaþkanlýðýna getirileceði tartýþmalarýyla geçti. Ýnönü muhalifleri, Atatürk’ün sözlü vasiyeti olduðunu ileri sürerek Genelkurmay Baþkaný Fevzi Çakmak’ý cumhurbaþkaný yapmak istediler. Bayar ise buna karþý çýkýp Ýnönü’ye cumhurbaþkanlýðýna giden yolu açýk tuttu. Atatürk ölünce Ýnönü meclis tarafýndan ertesi gün cumhurbaþkaný seçildi; Ýnönü de Bayar’ý baþvekil tayin etti. Partinin olaðan üstü kurultayýnda Ýnönü, Atatürk’ün yerine partinin deðiþmez genel baþkaný seçildi. Atatürk’ün ebedî þef unvanýna karþýlýk Ýnönü’ye “millî þef” unvaný verildi. Ýnönü, Atatürk’ün siyasetten uzaklaþtýrdýðý Millî Mücadele önderlerini yeniden kazanmaya çalýþtý. Önce Kâzým Karabekir bir ara seçimle milletvekili yapýldý. Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele parti grubuna alýndý. Dr. Rýza Nur, Halide Edip ve Adnan Adývar gibi Atatürk döneminin küskünleri ülkeye dönmeye baþladý. Seçimlerin yenilenmesi kararý alýnýnca Bayar hükümeti istifa etti ve Refik Saydam hükümeti kuruldu. Yeni hükümetin ilk icraatý olarak Dahiliye vekilinin ayný zamanda partinin genel sekreteri olmasý yönündeki kararý kaldýrýldý. Yapýlan genel seçimlerde eski muhaliflerin çoðu meclise girerken Atatürk’e yakýnlýðýyla tanýnan isimler tasfiye edildi. Ýnönü mecliste de denetimini ve otoritesini arttýrdý. Yeni bir kararla valilerin Cumhuriyet Halk Partisi il baþkanlýðý görevlerine son verildi. Bu döneme damgasýný vuran önemli giriþimlerden biri Köy enstitülerinin açýlmasýdýr. Ayný dönemde köylerde halk odalarý kuruldu. Avrupa’nýn II. Dünya Savaþý’na doðru gittiði süreçte Ýnönü, Türkiye’nin güvenliði-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

nin deðiþimci Mihver kanadý (Almanya-Ýtalya) tarafýndan tehdit edilebileceði görüþündeydi ve statükocu güçlerin (Ýngiltere-Fransa) yanýnda yer alýnmasý gerektiðini düþünüyordu. Önce Hatay’ýn Türkiye ile birleþmesini saðlayan Türk-Fransýz antlaþmasý imzalandý. Ardýndan Ýngiltere-Fransa-Türkiye arasýnda askerî ittifak kurulmasýna yönelik bir ortak bildiri yayýmlandý. Ýnönü ittifaka Rusya’nýn da katýlmasýný istiyordu; ancak Stalin ile Hitler’in anlaþarak Polonya’yý iþgal etmeleri Türkiye’yi zor durumda býraktý ve Türk-Fransýz-Ýngiliz üçlü ittifaký imzalandý (19 Ekim 1939). Türkiye, Rusya ile çatýþmaya girmemek için ayný zamanda imzalanan ve “Sovyet çekincesi” adý verilen ek protokole dayanarak müttefiklerinin yanýnda savaþa girmedi; aksine Türk-Alman Saldýrmazlýk Paktý imzalandý (18 Haziran 1941). Fakat üç gün sonra Almanya’nýn Rusya’ya saldýrmasý bütün dengeleri bozdu. Rusya, Ýngiltere’nin yanýnda yer alýrken Amerika Birleþik Devletleri de Almanya’ya savaþ ilân etti. Müttefikler, Türkiye’yi savaþa zorlarken Almanya kendi tarafýna çekmek için toprak vaadinde bulundu. Türkiye ise denge politikasýný sürdürdü. Öte yandan savaþa girmediði halde savaþýn bütün olumsuzluklarýný yaþadý. Yüksek enflasyon ortamýnda mal yokluðuna dayalý karaborsa ve buna dayalý vurgunculuk devam ediyordu. Millî Koruma Kanunu çýkarýlarak (1940) fiyatlarýn yükselmesi nisbeten durdurulduysa da ekonomik sorunlar giderilemedi. Refik Saydam’ýn ölümü üzerine kurulan Þükrü Saraçoðlu hükümeti ekonomi ve fiyatlar üzerindeki devlet müdahalesini kaldýrdý. Ancak fiyatlar aþýrý ölçüde yükselirken karaborsa devam etti. Gelir daðýlýmýný yeniden düzenlemek ve sosyal adaleti saðlamak amacýyla Varlýk Vergisi Kanunu çýkarýldý (11 Kasým 1942). Kýrsal kesimde biriken servetin geri alýnmasý için düþünülen toprak mahsulleri vergisi fakir Türk köylüsünün daha da fakirleþmesine yol açtý. Ekonomik ve sosyal sýkýntýlar meclis içinde ve dýþýnda eleþtirilmeye baþlandý. Bir grup milletvekili yanýnda 1944 yýlý bütçe görüþmeleri sýrasýnda hükümetin icraatýný eleþtiren Celâl Bayar bütçeye ret oyu verip hükümete güvensizliðini ortaya koydu. Mihver kanadýnýn yenileceði kesin olarak anlaþýlýnca Almanya ile iþ birliði yapýlmasýný isteyen bazý Turancýlar tutuklandý (Mayýs 1944). Türkiye, San Fransisko Konferansý’na katýlmak ve Birleþmiþ Milletler’in kurucu üyesi olmak için Almanya ve Japonya’ya savaþ ilân etti (23 Þubat 1945). Stalin, Türkiye’ye bir nota verip 1925 ta-

rihli Saldýrmazlýk Antlaþmasý’ný feshedeceðini bildirdi, ayrýca Türkiye’den toprak talebinde bulundu. Bu talep Türkiye-Rusya iliþkilerini gerginleþtirdi; öte yandan Ýngiltere’yle olan iliþkiler de soðumuþtu. Bu durum Türk-Amerikan iliþkilerinin geliþmesine yol açtý. Uluslar arasý politikada beliren yeni güç dengesi Türkiye’nin iç politikasýný da etkiledi. Dünya savaþýný demokrasi cephesinin kazanmasý Türkiye’de serbest seçime dayanan liberal demokrasinin canlanmasýna vesile oldu; baskýcý millî þeflik rejimi 1945 yýlý baþlarýndan itibaren çözülmeye baþladý. Ýnönü demokrasiye geçiþ iþareti verdi. Toprak Reformu Kanunu mecliste kabul edildi, ancak uygulanamadý. Bu kanun tartýþýlýrken ilk defa iktidar sorunu gündeme geldi. Celâl Bayar, Refik Koraltan, M. Fuad Köprülü ve Adnan Menderes bir önerge vererek millî hâkimiyet ilkesinin uygulanmasýný ve parti çalýþmalarýnýn demokrasinin temel ilkelerine uygun biçimde yürütülmesini istedi. Önerge sahiplerinden üçü partiden ihraç edildi. Partiden istifa eden Celâl Bayar yeni bir parti kurma konusunda Ýnönü ile anlaþtýklarýný söyledi. Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrýlanlar Celâl Bayar baþkanlýðýnda Demokrat Parti’yi kurduklarýný açýkladýlar (7 Ocak 1946). Parti programýnda demokrasinin gerçekleþtirileceði, yönetimin halkýn denetiminde olacaðý açýklanýyor, temel hak ve özgürlüklere geniþ yer veriliyor, bu arada din özgürlüðünün de önemli olduðu vurgulanýyordu. Ekonomide özel sektöre yer verilmesi Batýlý gözlemcilerin dikkatini çekti. Türk-Amerikan iliþkilerinin geliþmesi Türkiye’nin demokrasiye geçiþ sürecini hýzlandýrdý. Siyaseti liberalleþtirmek için bazý yasaklar kaldýrýldý, sosyalist partiler ve sendikalar kuruldu. Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi muhalefeti hazýrlýksýz yakalamak için genel seçimleri bir yýl erkene aldý. Çoðunluk sistemine göre yapýlan bu seçimi Cumhuriyet Halk Partisi kazandý (21 Temmuz 1946). “Açýk oy, gizli sayým” yönteminin uygulandýðý ve çeþitli hilelerin karýþtýrýldýðý 1946 seçimleri Türk demokrasi tarihine bu yönüyle geçti. Ýnönü tekrar cumhurbaþkanlýðýna ve Kâzým Karabekir meclis baþkanlýðýna seçildi. Ýnönü’nün Recep Peker’i baþvekil tayin etmesi partiler arasýnda gerginliði arttýrdý. Eski komünistler tarafýndan kurulan sosyalist partiler kapatýldý ve Demokrat Parti solcularla iþ birliði yapmakla suçlandý. Diðer taraftan savaþ sonrasýnda Doðu-Batý bloklarýndan oluþan iki kutuplu bir dünya kuruldu. Amerika Birleþik Devletleri Baþkaný Harry S. Truman,

Batý blokunda yer alan ülkeleri kalkýndýrmak amacýyla Truman doktrini diye anýlan bir yardým projesi açýkladý. Türkiye, Amerika Birleþik Devletleri ile imzaladýðý yardým antlaþmasýyla artýk Batý blokunda resmen yerini aldý (12 Temmuz 1947). Ancak demokrasiye geçiþ sürecini tamamlamasý gerekiyordu. Ýnönü, bir bildiri yayýmlayýp cumhurbaþkaný sýfatýyla bütün partilere eþit mesafede olduðunu açýkladý. Ayrýca otoriter Recep Peker’in yerine ýlýmlý Hasan Saka’yý baþvekil tayin etti. Ýktidarmuhalefet iliþkileri yumuþayýnca Demokrat Parti iktidara karþý daha sert politika izlenmesini isteyen üyelerini partiden ihraç etti. Bunlar Millet Partisi’ni kurdular. Laiklik politikasýný yumuþatmaya karar veren Cumhuriyet Halk Partisi, M. Þemsettin Günaltay’ý baþvekilliðe getirdi. Bir taraftan Ýmam-Hatip kurslarý açýlýrken bir taraftan ilkokullarýn dört ve beþinci sýnýflarýna din dersi konuldu. Ankara’da Ýlâhiyat Fakültesi eðitime baþladý. Ýlk defa hacca gideceklere izin verildi. Bazý türbeler ziyarete açýldý. Bu sýrada Amerika Birleþik Devletleri’nin önderliðinde Kuzey Atlantik Ýttifaký ile (NATO) Avrupa Konseyi kuruldu. Avrupa Konseyi’ne üye olan Türkiye yine Batý ittifaký içinde kendine bir yer bulmayý baþardý. Ancak bunun devam etmesi Türkiye’nin demokrasiye tam olarak geçmesine baðlýydý. Günaltay hükümeti demokrasinin geliþmesi yönünde adýmlar atmayý sürdürdü. Türkiye Büyük Millet Meclisi tek dereceli, eþit ve serbest seçimi öngören yeni seçim yasasýný kabul etti (16 Þubat 1950). 14 Mayýs 1950’de yapýlan genel seçimlere katýlým % 89,3 gibi çok yüksek bir düzeyde gerçekleþti. Oylarýn % 53,3’ünü alan Demokrat Parti çoðunluk sistemiyle 487 milletvekilliðinden 415’ini kazandý. Oylarýn % 39,9’unu alan Cumhuriyet Halk Partisi ancak altmýþ dokuz milletvekili çýkarabildi. Yeni oluþan meclis Celâl Bayar’ý cumhurbaþkanlýðýna, Refik Koraltan’ý meclis baþkanlýðýna seçti. Bayar, Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirdi. M. Fuad Köprülü Dýþiþleri bakaný oldu. Yirmi yedi yýllýk tek parti yönetiminin seçimle iktidardan uzaklaþtýrýlmasý beyaz devrim olarak yorumlandý. Demokrat Parti iktidarý, Cumhuriyet Halk Partisi’ne yakýn olduklarýný iddia ettiði kumandanlarý deðiþtirmekle iþe baþladý. Arapça ezan yasaðý kaldýrýldý. Genel af çýkarýldý. Ancak Demokrat Parti, antidemokratik öðeleri ayýklamayý vaad ettiði halde tek parti döneminde çýkarýlan yasalara ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin programý haline getirilen anayasa-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

569


TÜRKÝYE

ya dokunmadý. Kore savaþýna asker göndererek Türkiye’nin NATO’ya girmesini saðladý (1952). Uygulanan sosyal ve ekonomik politikalarla ülkede köklü bir deðiþim baþlatýldý. Yüksek tarým sübvansiyonlarýyla ülke zenginliðinin önemli bir bölümü çiftçilere aktarýldý. Barajlar, sulama kanallarý ve makineleþme sayesinde ekili arazi miktarý ve üretim arttý. Bilhassa karayolu yapýmýna hýz verildi. Sanayileþme konusunda da önemli adýmlar atýldý. Türkiye Sýnaî ve Kalkýnma Bankasý kuruldu (1950). Yabancý sermayenin Türkiye’de yatýrým yapmasý için teþvik kanunlarý çýkarýldý. Demokrat Parti 1954 seçimlerinden daha da güçlenerek çýktý. Fakat halkýn oylarýyla iktidara gelmenin eleþtirisiz ve muhalefetsiz bir yönetim hakký verdiðini sanarak tek parti dönemini hatýrlatan bazý uygulamalara giriþti. Bu uygulamalar partinin parçalanmasýna yol açtý. Hükümeti eleþtirdikleri için partiden çýkarýlan milletvekilleri Hürriyet Partisi’ni kurdular (1955). Demokrat Parti’nin eski hüviyetini kaybettiðini ileri sürüp istifa eden M. Fuad Köprülü demokrasiye inanan bütün vatandaþlarý iþ birliði yapmaya çaðýrdý. Ýktidar erken genel seçime gitmek zorunda kaldý. 1957 seçimlerinde Demokrat Parti’nin oylarý bir önceki seçime göre düþmüþ olmakla birlikte yine çoðunluk sistemi sayesinde 610 milletvekilliðinden 424’ünü alarak iktidarýný korumayý baþardý. 1950-1954 arasýnda yaþanan hýzlý ekonomik geliþmenin sonraki yýllarda sürdürülememesi, plansýz ve dengesiz büyüme giderek artan bir enflasyona sebep oldu. Türk lirasýnýn Amerikan dolarý karþýsýndaki deðerinin 2,80 liradan 9,02 liraya düþürüldüðü (3 Aðustos 1958) büyük devalüasyon kamuoyunda þiddetli tepki uyandýrdý. Öte yandan Türkiye uluslar arasý planda Kýbrýs sorunuyla ilk defa bu dönemde karþýlaþtý. Baþlangýçta konunun sadece Ýngiltere’yi ilgilendirdiðini söyleyen Demokrat Parti iktidarý daha sonra adanýn Türkiye’ye iadesini istedi, bunu baþaramayýnca taksim tezini savunmaya baþladý. Türkiye-Yunanistan baþbakanlarý tarafýndan Zürih’te imzalanan, daha sonra bütün taraflarýn katýldýðý II. Londra Konferansý’nda kabul edilen antlaþmayla eþit iki toplumun ortaklýðýnda baðýmsýz Kýbrýs Cumhuriyeti kuruldu (Þubat 1959). Dýþ politika hedeflerini Amerika ve NATO’ya göre belirleyen Demokrat Parti, Ortadoðu’da Batý emperyalizmine karþý baþlayan hareketleri desteklemediði gibi Batý uydusu rejimlerle iþ birliði yaptý. Amerikan güdümünde Baðdat Paktý’nýn kurulmasý (1955) Sovyet Rusya’570

nýn ve bazý Arap ülkelerinin tepkisine yol açtý. Irak’taki darbeden sonra Baðdat Paktý tartýþýlmaya baþlandý; Amerika Birleþik Devletleri ile üye ülkeler arasýnda ikili antlaþmalar imzalandý ve mecliste onaylandý (9 Mayýs 1960). Yeni Irak rejimi Baðdat Paktý’ndan çekildiðini açýklayýnca örgütün adý Merkezî Antlaþma Teþkilâtý (Central Treaty Organization-CENTO) olarak deðiþtirildi. Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluðu’na (AET) üyelik için resmen baþvurdu (31 Temmuz 1959). Fakat 27 Mayýs 1960 darbesi müzakereleri zorlaþtýrdýðýndan Ankara Antlaþmasý adý verilen ortaklýk antlaþmasý ancak 1963’te imzalanabildi. 1959 yýlý gerilimin týrmandýðý yýl oldu. Anayasayý demokratikleþtireceðini söyleyen Cumhuriyet Halk Partisi erken seçim isteðiyle propaganda gezilerini baþlattý. 1960’a girildiðinde gerilim daha da arttý. Muhalefet iktidarý istibdat rejimi kurmakla, iktidar da muhalefeti ihtilâl kýþkýrtýcýlýðý yapmakla suçluyordu. Öte yandan ekonomik sýkýntýlar devam ediyordu. Hükümet, Amerika Birleþik Devletleri’nden beklediði yardýmý alamayýnca Rusya’ya yaklaþtý. Yayýmlanan ortak bildiride Menderes’in temmuz ayýnda Moskova’ya resmî bir ziyarette bulunacaðý açýklandý. Ziyaretin amacý Amerika’ya karþý denge oluþturmak ve ekonomik sorunlarý çözecek kaynak bulmaktý. Seçilmiþ Demokrat Parti iktidarýnýn askerî darbeyle düþürülmesi karþýsýnda Amerika’nýn seyirci kalmasýnýn asýl sebebi bu politika deðiþikliðidir. Muhalefetin ve basýnýn faaliyetlerini soruþturmak üzere bir tahkikat komisyonunun kurulmasýný öngören kanunla bu komisyonun görevlerini belirleyen yetki kanununun mecliste kabul edilmesi gerginliði daha da týrmandýrdý. Ýhtilâlin milletler için bir hak olduðunu söyleyen Ýnönü’nün, “Sizi ben bile kurtaramam” sözüyle iktidarý açýkça tehdit ettiðinin ertesi günü Ýstanbul ve Ankara’da öðrenci gösterileri baþladý. Kara Harp Okulu öðrencilerinin hükümeti protesto için yürüyüþ düzenlemesi ordunun da hükümete karþý tavrýnýn bir göstergesiydi. Menderes halkýn nabzýný yoklamak için Batý Anadolu gezisine çýktý. Baþbakan Eskiþehir’de iken Türk Silâhlý Kuvvetleri yönetime el koydu (27 Mayýs 1960).

Kendilerine Millî Birlik Komitesi adýný veren darbeciler Cumhuriyet Halk Partili olarak tanýnan bir grup hukuk profesörünü Ankara’ya çaðýrýp bir heyet kurdular. Heyet, iktidarýn meþruiyetini yitirdiðine ve askerî yönetimin meþrû olduðuna dair Osmanlý döneminin ulemâ fetvalarýný hatýrlatan bir bildiri yayýmlayarak darbecileri

destekledi. Meclis feshedildi ve her türlü siyasî faaliyet yasaklandý. Hareketin hiçbir þahýs veya zümreyi hedef almadýðý açýklandýðý halde bütün Demokrat Parti milletvekilleri, bazý üst rütbeli subaylar ve bürokratlar tutuklandý. Fiilî rejime hukukî bir nitelik kazandýrmak için geçici bir anayasa çýkarýlarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün hak ve yetkileri Millî Birlik Komitesi’ne devredildi. Demokrat Partililer’i yargýlamak üzere Yüksek Adalet Divaný adý verilen olaðan üstü bir mahkeme kuruldu. Çeþitli rütbeden 5000 subay ordudan ve 147 öðretim üyesi üniversiteden atýldý. Kendi içinde de tasfiyeye giden komite Alparslan Türkeþ dahil on dört üyesini yurt dýþýna sürgüne gönderdi. Kurucu Meclis tarafýndan hazýrlanan yeni anayasa halkýn % 61,5 oyu ile kabul edildi (9 Temmuz 1961). Anayasa temel hak ve özgürlükler açýsýndan oldukça demokratik ve liberaldi. Yasama organý Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu þeklinde iki meclise ayrýldý. Millî Birlik Komitesi üyeleri kaydýhayat þartýyla tabii senatör yapýldý. Devletin iþleyiþinde bir danýþma kurulu, gerçekte ise bir askerî vesayet organý halinde Millî Güvenlik Kurulu oluþturuldu. Kanunlarýn ve tüzüklerin anayasaya uygunluðunu denetlemek üzere Anayasa Mahkemesi teþkil edildi. Yassýada duruþmalarý sýrasýnda sanýklar hakkýnda yeterli delil bulunmadýðý halde on beþ kiþiye idam, otuz iki kiþiye müebbet ve pek çok kiþiye hapis cezasý verildi. Millî Birlik Komitesi on iki idamý müebbet hapse çevirirken Baþbakan Adnan Menderes ile Maliye Bakaný Hasan Polatkan ve Dýþiþleri Bakaný Fatin Rüþtü Zorlu idam edildi. Mahkeme kararlarýnýn olumsuz havasý içinde kýsýtlý ve sýnýrlý bir seçim kampanyasýnýn ardýndan nisbî temsil sisteminin uygulandýðý genel seçimler yapýldý (15 Ekim 1961). Askerlerin desteklediði Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçimleri tek baþýna kazanamamasý ciddi bir sorun oldu. Demokrat Parti’nin mirasý üzerinde hak iddia eden üç parti, hükümeti kuracak çoðunluðu elde ettikleri halde bir grup subay iktidarý bu partilere vermemek için meclis açýlmadan duruma el koymaya kalkýþtý. Millî Birlik Komitesi Baþkaný Cemal Gürsel parti liderleriyle kuvvet kumandanlarýný Çankaya’da topladý. Parti liderlerinin 27 Mayýs’ý eleþtirmeyeceklerine, Yassýada mahkûmlarýnýn affýný ve ordudan atýlan subaylarýn geri dönmesini istemeyeceklerine, cumhurbaþkanlýðý için bir aday göstermeyeceklerine ve Cemal Gürsel’i destekleyeceklerine dair protokolü imzalamalarýndan son-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

ra meclis açýlabildi. Cemal Gürsel dördüncü cumhurbaþkaný seçilirken Ýnönü yirmi dört yýl sonra yeniden baþbakanlýk koltuðuna oturdu. Türkiye bu dönemde ilk defa koalisyon hükümetiyle tanýþtý. 1965 seçimlerine kadar üçü Ýnönü, biri Suat Hayri Ürgüplü tarafýndan dört koalisyon hükümeti kuruldu. Siyasetin sivillere geçmesinden rahatsýzlýk duyan bir grup subay Harp Okulu Kumandaný Albay Talat Aydemir’in önderliðinde darbe giriþiminde bulundu (22 Þubat 1962). Aydemir ikna edildi ve arkadaþlarýyla birlikte emekliye sevkedildi. Fakat ertesi yýl bir darbe giriþiminde daha bulunan Aydemir, Fethi Gürcan ile birlikte idam edildi. Öte yandan Kýbrýs Cumhurbaþkaný Makarios’un anayasayý deðiþtirmeye kalkýþmasý üzerine baþlayan gerginlik kanlý çatýþmalara dönüþünce Türkiye müdahale hakkýný kullanacaðýný duyurdu. Amerika Birleþik Devletleri Baþkaný Johnson’ýn bir mektubu yüzünden müdahale gerçekleþtirilemedi. Johnson’ýn mektubu Türkiye’nin dýþ politikasýný yeniden gözden geçirmesine yol açtý ve Sovyetler Birliði’ne yaklaþýldý. Dýþiþleri Bakaný Feridun Cemal Erkin Moskova’yý ziyaret etti. Bunu bazý Sovyetler Birliði üst yöneticilerinin Ankara ziyaretleri izledi. Ýnönü hükümeti, Demokrat Parti’nin mirasçýsý olduðu anlaþýlan Adalet Partisi’nin tek baþýna iktidara gelmesini engellemek için seçim kanununu deðiþtirip millî bakiye sistemini getirdi. Ancak 1965 seçimlerinin sonucunda Adalet Partisi tek baþýna hükümeti kurabilecek çoðunluðu elde etti. Adalet Partisi genel baþkaný Süleyman Demirel baþbakan oldu. Özel sektörü ve yabancý sermayeyi teþvik edeceðini açýklayan Demirel hükümeti döneminde halkhükümet diyalogu yeniden kuruldu. Ekonomik göstergeler ve sanayideki geliþmeler umut verdi. 1961 anayasasýyla silâhlý kuvvetlere neredeyse tam özerklik verilerek siyasî hayatýn belirleyicisi ve denetçisi durumuna getirildi. Mecliste bulunan Millî Birlik Grubu da bir siyasî parti gibi davranýyordu. Askerlerin baskýsýyla Genelkurmay Baþkaný Cevdet Sunay, Türkiye’nin beþinci cumhurbaþkaný seçildi (1966). Adalet Partisi iktidarý Sovyetler’le baþlayan iliþkileri sürdürdü. Demirel, Sovyetler Birliði’ni ziyaret etti. Amerika Birleþik Devletleri, iliþkileri düzeltmek amacýyla Türkiye’deki Amerikan üslerinin Türkiye tarafýndan denetlenmesini kabul etti. Kýbrýs meselesi Amerikan Baþkaný Johnson’ýn arabuluculuk giriþimleriyle son buldu. Adalet Partisi iktidarýnýn ilk dönemi iç politika açýsýndan büyük çalkantýlarla geçti. 1961 anaya-

sasýnýn getirdiði geniþ özgürlük ortamýnda yeni fikirlerin tartýþmaya açýlmasý daha çok sol düþüncenin yayýlmasýný saðladý. Millî bakiye sistemi sayesinde ilk defa meclise giren Türkiye Ýþçi Partisi’nin gençlik üzerindeki etkisinin artmasý ve Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun giderek güçlenmesiyle sol söylem üniversite öðrencileri arasýnda yanký buldu. Eðitim sorunlarýný duyurmak amacýyla baþlatýlan öðrenci boykotlarý giderek üniversite iþgallerine, saðsol çatýþmasýna dönüþtü (1968). Hükümetin meclisten geçirdiði, eski Demokrat Partililer’e siyasî af saðlayacak anayasa deðiþikliði teklifi askerlerin tepkisi yüzünden Cumhuriyet Senatosu’nda görüþülemedi. Bu arada seçim kanunu deðiþtirilerek nisbî temsil sistemi yeniden uygulamaya konuldu. Adalet Partisi 1969 genel seçimlerinde oy kaybetmekle birlikte yine tek baþýna hükümeti kurabilecek çoðunluðu saðladý. Ancak parti içi çekiþmeler ve kiþisel hesaplar partinin parçalanmasýna yol açtý. Seçimlerde adaylýðý kabul edilmeyen Necmettin Erbakan, Millî Nizam Partisi’ni kurup Adalet Partisi içindeki muhafazakârlarý yanýna çekerken milliyetçi grup Ferruh Bozbeyli’nin baþkanlýðýnda Demokratik Parti’yi kurdu. Öðrenci hareketlerinin silâhlý eyleme dönüþtüðü ve ekonomik durumun kötüye gittiði bir sýrada ordunun üst yönetimi hükümete bir muhtýra verdi (12 Mart 1971). Muhtýrada ülkenin bu hale gelmesinden hükümet ve parlamento sorumlu tutuluyor, Atatürkçü bir görüþle reform yapacak ve inkýlâp kanunlarýný uygulayacak bir hükümetin kurulmasý isteniyor, bunlar yapýlmadýðý takdirde ordunun yönetime el koyacaðý bildiriliyordu. Baþbakan Demirel muhtýranýn anayasa ve hukuk devleti anlayýþýyla baðdaþmadýðýný söyleyerek istifa etti. Askerler bu defa parlamentoyu daðýtmadan istediklerini yaptýrma yolunu seçtiler. Ýlk icraatlarý, “9 Martçýlar” diye bilinen ve önemli görevlerde bulunan sol cuntacý subaylarý ordudan ihraç etmek oldu. Bu subaylarýn atýlmasýyla Türkiye’nin sol eðilimli bir darbenin eþiðinden döndürüldüðü söylendi. Bu dönemde, 1961 anayasasýnýn öngördüðü temel hak ve özgürlüklere önemli kýsýtlamalar getiren olaðan üstü bir ara rejim dönemine girildi. 1973 seçimlerine kadar ikisi Nihat Erim, biri Ferit Melen, biri Naim Talu baþkanlýðýnda partiler üstü dört hükümet görev yaptý. Þiddet eylemleri durdurulamayýnca on bir ilde sýkýyönetim ilân edildi, geniþ çaplý tutuklamalara ve yargýlamalara baþlandý. Çeþitli derneklerin faaliyetleri durduruldu.

Millî Nizam Partisi ve Türkiye Ýþçi Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafýndan kapatýldý. 1961 anayasasýnda deðiþiklik yapýlarak Millî Güvenlik Kurulu’nun sivil otorite aleyhine güç kazanmasý saðlandý. 12 Mart rejimine karþý çýkýp Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreterliðinden istifa eden Bülent Ecevit, Ýnönü’yü yenilgiye uðratarak genel baþkan seçildi. Demirel ve Ecevit, askerlerin Faruk Gürler’i cumhurbaþkaný seçtirme planlarýný bozup Fahri Korutürk’ün cumhurbaþkaný seçilmesini saðladý (1973). Merkez saðýn oylarýný bölmek ve Adalet Partisi’nin tek baþýna iktidar olmasýný önlemek için Millî Nizam Partisi’nin yerine Millî Selâmet Partisi’nin kurulmasýna izin verildi. Ýsviçre’de yaþayan Erbakan seçimlerden beþ ay önce yurda gelip Millî Selâmet Partisi’ni kurdu. 12 Mart ara rejimini sona erdiren 1973 genel seçimlerine gidilirken merkez sað parçalanmýþ ve merkez sol oldukça toparlanmýþ durumdaydý. Cumhuriyet Halk Partisi, nisbî temsil sisteminin uygulandýðý 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çýkmasýna raðmen tek baþýna hükümeti kurabilecek çoðunluðu elde edemedi. Uzun süren bir arayýþýn ardýndan Ecevit’in baþkanlýðýnda Cumhuriyet Halk Partisi-Millî Selâmet Partisi koalisyonu kuruldu (26 Ocak 1974). Hükümet daha önce yasakladýðý haþhaþ ekimine yeniden izin verince Amerika Birleþik Devletleri Türkiye’ye yaptýðý yardýmý kesti. Ege sorunu yüzünden Türk-Yunan iliþkileri gerginleþti. Yunanistan’ýn teþvikiyle Kýbrýs’ta darbe yapan EOKA terör örgütü Kýbrýs Elen Cumhuriyeti’nin kurulduðunu açýkladý. Türkiye garantörlük hakkýný kullanýp Kýbrýs’a asker çýkardý (20-22 Temmuz). Taraflar arasýnda anlaþma saðlanamayýnca Türkiye ikinci bir harekât baþlattý; kýsa bir süre sonra Birleþmiþ Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararý doðrultusunda ateþkesi kabul etti. Adanýn % 38’ini ele geçiren Türkiye’nin bu tarihten itibaren tezi harekât öncesindeki hukukî yapýnýn deðiþtirilmesi üzerine kuruldu. Koalisyon hükümetindeki anlaþmazlýk yüzünden Ecevit istifa etti. Meclisteki partiler anlaþamayýnca hükümeti kurma görevi kontenjan senatörü Sadi Irmak’a verildi. Amerika Birleþik Devletleri, Kýbrýs’a çýkarma yaptýðý gerekçesiyle Türkiye’ye silâh ambargosu uygulamaya baþladý (5 Þubat 1975). Türkiye buna Kýbrýs Türk Federe Devleti’nin kurulduðunu ilân ederek cevap verdi. Ülke içinde anarþi týrmanýþýný sürdürüyordu. Öðrenciler, öðretmenler ve iþçiler çeþitli ideolojik kamplara ayrýlmýþ

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

571


TÜRKÝYE

birbirlerine saldýrýyordu. Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Öðretmenler Birliði Derneði (TÖB-DER) ve Devrimci Ýþçi Sendikalarý’nýn (DÝSK) ülkenin çeþitli illerinde düzenledikleri hayat pahalýlýðý ve faþizmi protesto yürüyüþleri sýrasýnda çýkan çatýþmalarda ölen ve yaralananlar oldu. Sadi Irmak’ýn kurduðu hükümet meclisten güven oyu alamadýðý halde dört buçuk ay ülkeyi yönetti. Merkez saðdaki beþ partinin oylarý hükümet kurmaya yetiyor, fakat Demokratik Parti yönetimi Demirel’le çalýþmak istemiyordu. Nihayet dokuz milletvekilinin Demokratik Parti’den istifa etmesinin ardýndan Demirel baþkanlýðýnda Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak anýlan koalisyon hükümeti kuruldu (12 Nisan 1975). Amerika Birleþik Devletleri ile yapýlan Ortak Savunma Üsleri Antlaþmasý iptal edilerek Ýncirlik dýþýndaki bütün Amerikan üslerine el konuldu. Amerikan üslerinin teslim alýnmasýndan sonra Rusya Türkiye’nin bu giriþimini onayladýðýný göstermek için Türkiye’ye helikopter satmayý önerdi. Türkiye bu dönemde ilk defa Arap ülkeleriyle iliþkilerini geliþtirmeye yöneldi. Öte yandan ülkede terör bütün þiddetiyle devam ediyordu. Hükümetin olaylar karþýsýnda tarafsýz bir tutum sergileyememesi saldýrganlara cesaret verdi. 1977 yýlýna girildiðinde öðrenci ve iþçilere yönelik siyasî cinayetlere her gün yenileri ekleniyordu. Ýstanbul Taksim Meydaný’nda düzenlenen 1 Mayýs gösterileri sýrasýnda kimliði belirsiz kiþilerin açtýðý ateþ sonucu otuz dört kiþi hayatýný kaybetti. Ýktidar partileri terörün bu týrmanýþý karþýsýnda erken seçime gitme kararý aldý. Cumhuriyet Halk Partisi nisbî temsil sisteminin uygulandýðý 1977 seçiminden de birinci parti olarak çýktý. Ancak yine tek baþýna hükümeti kuracak çoðunluða sahip deðildi. Ecevit’in kurduðu azýnlýk hükümeti güven oyu alamayýnca Demirel ikinci Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu. Bu hükümet cumhuriyet tarihinin en aðýr zam paketini açýkladý (8 Eylül). Ne pahasýna olursa olsun iktidar olmak isteyen Cumhuriyet Halk Partisi iþçi sendikalarýný ve kitle örgütlerini zamlara karþý protestoya çaðýrdý. Toplum daha da gerildi. Cumhuriyet Halk Partisi, on bir Adalet Partisi milletvekilini bakanlýk vaadiyle partilerinden istifa ettirdikten sonra hükümeti bir gensoruyla devirdi. Bülent Ecevit ikinci defa baþbakan oldu. Moskova’yý ziyaret eden, Sovyetler Birliði’yle ekonomik ve siyasî antlaþmalar imzalayan Ecevit, Amerika’ya meydan okudu. Ecevit’in bu tutumu Türk-Amerikan iliþkilerinin düzelmesinde 572

önemli etken oldu. Amerika Birleþik Devletleri Baþkaný Carter’ýn giriþimiyle Amerikan Senatosu ambargoyu kaldýrma kararý aldý. Amerikan üslerinin çoðu yeniden faaliyete geçti. Ancak 1978 yýlý þiddetin týrmandýðý bir yýl oldu. Ayrýca ekonomi týkanmýþtý; kredi bulunamýyor ve dýþ borçlar ödenemiyordu. Piyasalarda mal darlýðý karaborsaya yol açtý. Nihayet ekonominin yönetimi Milletlerarasý Para Fonu’na (IMF) teslim edildi. Milletlerarasý Para Fonu iki yýl içinde Türkiye’ye dört taksit halinde 450 milyon dolar kredi vermeyi kabul etti. Ara seçimlerde halk desteðini kaybeden Ecevit istifa edince Demirel, Milliyetçi Hareket Partisi ve Millî Selâmet Partisi’nin dýþarýdan destekleyecekleri Adalet Partisi azýnlýk hükümetini kurdu (12 Kasým 1979). Ekonomik ve siyasî istikrarsýzlýðýn yaný sýra günde ortalama yirmi beþotuz kiþinin terör yüzünden hayatýný kaybettiði bu dönemde hükümet ekonomiyi yoluna koymak için bir dizi önlemi yürürlüðe koydu (24 Ocak 1980). “24 Ocak kararlarý” diye anýlan bu kararlarýn mimarý Baþbakanlýk Müsteþarý Turgut Özal’dý. Kararlar, daha çok döviz kazanmaya ve ihracatý ön plana çýkarmaya yönelik bir dýþa açýlma stratejisini öngörüyordu. Dýþa açýlabilmenin yolu da baþta iþçi ücretleri olmak üzere üretim maliyetlerinin düþürülmesinden geçiyordu. Kararlarýn uygulamaya konulmasýyla birlikte iþçi-iþ veren uyuþmazlýklarý uzun süreli grevlere dönüþtü. Türk Silâhlý Kuvvetleri 12 Eylül 1980 tarihinde ülke yönetimine el koydu. Darbe, genelkurmay baþkanýyla dört kuvvet kumandanýndan oluþan ve Millî Güvenlik Konseyi adý verilen cunta tarafýndan gerçekleþtirilmiþti. Bütün yurtta sýkýyönetim ilân edildi. Her türlü siyasî faaliyet durduruldu, parlamento ve hükümet feshedildi, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlýklarý kaldýrýldý. Genelkurmay Baþkaný ve Millî Güvenlik Kurulu Baþkaný Kenan Evren devlet baþkaný ilân edildikten sonra emekli oramiral Bülent Ulusu baþkanlýðýnda bürokratlardan ve emekli subaylardan oluþan bir hükümet kuruldu. Turgut Özal ekonomiden sorumlu bakanlýða getirilerek 24 Ocak kararlarýnýn uygulanmasý saðlandý. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün görev ve yetkilerini kendinde toplayan Millî Güvenlik Kurulu devlet teþkilâtýna bütünüyle el koydu. Mahallî idarelerde seçilmiþ kiþiler görevden alýnýp yerlerine emekli subaylar getirildi. Bütün partiler kapatýlarak mal varlýklarý hazineye devredildi. Daha önceden hazýrlandýðý anlaþýlan þüpheliler listesine göre binlerce kiþi

tutuklanýp yargýlandý ve çeþitli cezalara çarptýrýldý. Yüksek Öðretim Kurulu (YÖK) oluþturularak üniversiteler sýký bir merkezî denetim altýna alýndý ve üniversitelerde çok geniþ kapsamlý tasfiye hareketine giriþildi. Millî Güvenlik Kurulu tarafýndan belirlenen 160 üyeli danýþma meclisinin seçtiði bir komisyon tarafýndan hazýrlanan anayasa halk oylamasýna sunuldu. Aleyhte propagandanýn yasaklandýðý halk oylamasý % 91,8 oyla kabul edildi (7 Kasým 1982). Anayasa birçok yönden 1961 anayasasýnýn ters çevrilmiþ haliydi. Ýktidar 1961’in aksine yürütmenin elinde toplandý. Yürütmenin baþý kabul edilen cumhurbaþkanýnýn yetkileri arttýrýlýrken sorumluluklarý azaltýldý. Yasama organý tek meclisli hale getirildi. Millî Güvenlik Kurulu’nda sivil üye çoðunluðuna son verilirken kararlarýnýn etkisi arttýrýldý. Sýkýyönetime geçiþ þartlarý kolaylaþtýrýldý ve sýkýyönetim kumandanlarý genelkurmay baþkanýna baðlandý. 12 Eylül askerî yönetiminin hukuk iþlemleri yargý denetimi dýþýnda býrakýldý. Kýsacasý tam bir askerî vesayet rejimi kuruldu. Anayasanýn kabul edilmesiyle birlikte Kenan Evren yedi yýllýk bir süre için yedinci cumhurbaþkaný seçilmiþ sayýldý. Böylece 1960 darbesiyle baþlayan asker kökenli cumhurbaþkaný seçimi uygulamasýna devam edildi. Millî Güvenlik Kurulu da Cumhurbaþkanlýðý Konseyi oldu. Kapatýlan partilerin devamý niteliðinde bir parti kurulmasý yasaklandý. Eski partilerin genel baþkanlarýna ve merkez yöneticilerine on yýl süreyle siyaset yasaðý konuldu. Ayrýca ülke barajý ve seçim çevresi barajý olmak üzere çifte baraj sistemi getirildi. Merkez sað ve merkez solda birer parti olmak üzere iki partili bir sistem oluþturmak isteyen konsey kurulan on beþ partiden sadece üçünün seçimlere katýlmasýna izin verdi. Nisbî temsil sisteminin uygulandýðý 6 Kasým 1983 seçimlerine % 92,3 gibi rekor seviyede bir katýlým oldu. Askerlerin desteklemediði Turgut Özal’ýn Anavatan Partisi, 400 milletvekilliðinden 212’sini alarak seçimin galibi oldu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin geleneksel Kemalist kanadýný temsil eden Halkçý Parti ikinci, askerlerin açýkça desteklediði Milliyetçi Demokrasi Partisi üçüncü sýrada yer aldý. Askerî yönetim Yunanistan’ýn NATO’ya geri dönüþüne izin vermiþti (20 Ekim 1980). Kýbrýs Türk Federe Meclisi de askerî yönetimin sona erdiði bir sýrada Kuzey Kýbrýs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etti (15 Kasým 1983); Türkiye, Kuzey Kýbrýs Türk Cumhuriyeti’ni tanýdýðýný açýkladý. Turgut Özal tarafýndan kurulan ve “mühendisler kabinesi” olarak

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

tanýmlanan Anavatan Partisi hükümeti 24 Aralýk 1983’te meclisten güven oyu aldý. Partisinin dört eðilimi temsil ettiðini söyleyen Özal geniþ halk kitlelerinin ümit kaynaðý oldu. Ýlk dört yýllýk dönemde uyguladýðý malî politikalar enflasyonun sürekliliðine yol açarken reel ücretlerin düþmesine sebebiyet verdi. Ýhracatta önemli gelir artýþý yaþandý; buna karþýlýk yapýlan ithalâtla ülkede tüketim mallarý çoðaldý ve çeþitlendi. Piyasada bir canlýlýk baþladý. Serbest piyasa ekonomisini esas alan devrim niteliðinde reformlar gerçekleþtirildi. Ancak dýþ borçlanmada olaðan üstü bir yükseliþ ortaya çýktý. Özal dýþ politikada da ekonomik pragmatizmi esas kabul etti ve dýþ ekonomik iliþkileri baþbakanlýk denetimine aldý. Bu arada dünyanýn çeþitli ülkeleriyle antlaþmalar imzaladý. Ziyaret ettiði ülkelere yanýnda kalabalýk iþ adamlarýný götürmeyi âdet haline getirdi. Bu dönemde Türk giriþimcisinin öz güveni arttý. Türk iþ adamlarý deðiþik ülkelerde ihale almaya ve iþ kurmaya baþladýlar. Türkiye terör dönemini kapatýp yeni bir döneme girdiði sýrada PKK terör örgütü Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sýzarak ilk kanlý eylemini gerçekleþtirdi (15 Aðustos 1984). PKK sýnýr karakollarýna ve halka karþý saldýrýlarýný giderek arttýrdý. Nihayet geniþ yetkilerle Olaðanüstü Hal Bölge Valiliði kuruldu (14 Temmuz 1987). Özal, yerel seçimlerden önce Millî Güvenlik Kurulu’nun yasakladýðý partilerin de seçime girmesini saðladý. Anavatan Partisi yerel seçimlerde de birinciliðini korurken darbecilerin kurdurduðu Milliyetçi Demokrasi Partisi ile Halkçý Parti siyasetten silindi. Eski partiler deðiþik adlarla tekrar ortaya çýktýðý halde yasaklý olan eski liderleri partilerini perde arkasýndan yönetiyordu. Özal, eski siyasetçilerin yeniden siyaset sahnesine çýkmasýna imkân tanýyan anayasa deðiþikliðini halk oyuna sundu. Kendisi yasaðýn sürmesi taraftarý olmasýna raðmen % 50,24 oyla eski siyasetçilerin siyaset yasaðý kaldýrýldý. Demirel Doðru Yol Partisi genel baþkaný oldu. Anavatan Partisi, eski liderlerin yeni partilerinin baþýnda iken katýldýðý 1987 erken genel seçimlerinde meclisteki salt çoðunluðunu korumayý baþardý. Fakat iktidarýn yýpranma süreci de baþlamýþtý. Bilhassa yüksek enflasyon halký Özal’dan ve Anavatan Partisi’nden uzaklaþtýrdý. Yerel seçimler Anavatan Partisi için tam bir yýkým oldu. Üçüncü parti durumuna düþen Anavatan Partisi büyük þehirlerin belediye baþkanlýklarýný Sosyal Demokrat Halkçý Parti’ye kaptýrdý. Turgut Özal, Anavatan Par-

tisi oylarýyla sekizinci cumhurbaþkaný seçilerek Bayar’dan sonra bu makama çýkan ikinci sivil kiþi oldu (31 Ekim 1989). Yýldýrým Akbulut’u baþbakan tayin eden Özal farklý bir cumhurbaþkanlýðý sergileyerek iç ve dýþ siyasetle yakýndan ilgilenmeyi sürdürdü. Türkiye, Irak’taki Saddam rejiminden kaçýp Türkiye’ye sýðýnan binlerce Kuzey Iraklý göçmene kucak açtý. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta söz sahibi olmasý gerektiðine inanan ve kendi Kürt vatandaþlarýyla barýþýk olmayan bir Türkiye’nin bunu yapamayacaðýný söyleyen Özal’ýn çabalarýyla 12 Eylül yönetiminin koyduðu Kürtçe yasaðý kaldýrýldý (26 Ocak 1991). Fakat Türkiye hýzla istikrarsýz bir ortama sürüklendi. 1991 erken genel seçimlerinde hiçbir parti tek baþýna çoðunluðu elde edemedi. Türkiye yeniden koalisyonlar sürecine girdi. Demirel, en büyük rakibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin mirasçýsý Sosyal Demokrat Halkçý Parti’nin desteðiyle baþbakanlýk koltuðuna oturdu. Çankaya-hükümet iliþkilerinin sertleþtiði bu dönemde Özal bir kalp krizi sonucu öldü (17 Nisan 1993). Demirel, Sosyal Demokrat Halkçý Parti’nin desteðiyle dokuzuncu cumhurbaþkaný seçildi. DYP-SHP koalisyonuna Doðru Yol Partisi genel baþkanlýðýna seçilen Tansu Çiller baþkanlýðýnda devam edildi. 12 Eylül sonrasý orta sað (ANAP, DYP) ve orta solun (SHP, DSP) kendi içlerinde ikiþer partiye bölünmesi siyasetin normal akýþýný engelledi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin üçüncü sol parti olarak ortaya çýkmasý orta solu iyice zayýflattý. Öte yandan orta saðdaki bölünmüþlük köktenci partilerin iþine yaradý. Bilhassa Erbakan’ýn Refah Partisi saðdaki boþluktan yararlanýp yükseliþini sürdürdü. Yerel seçimlerde Ýstanbul ve Ankara belediye baþkanlýklarýný kazandý. Erken genel seçim þartýyla kurulan DYP-CHP koalisyonu ülkeyi seçime götürdü. Refah Partisi 1995 seçimlerinde ilk defa birinci parti oldu. Erbakan hükümeti kurmakla görevlendirildiyse de Anavatan Partisi lideri Mesut Yýlmaz ile Doðru Yol Partisi lideri Çiller birlikte koalisyon kurmak istediklerini ilân edince görevi iade etti. Yýlmaz’ýn baþkanlýðýnda ANAP-DYP koalisyonu kuruldu. Ancak Anayasa Mahkemesi hükümetin aldýðý güven oyunu iptal edince Yýlmaz istifa etti. Hükümeti kurma görevi yeniden Erbakan’a verildi. Çiller aleyhindeki örtülü ödenek soruþturmasý Refah Partisi’nin desteðiyle mecliste reddedildikten sonra RPDYP koalisyonu güven oyu aldý (8 Temmuz 1996). Hükümet, yolsuzluk iddialarýyla köþeye sýkýþan Çiller ile ilk defa baþbakanlýk

þansýný yakalamýþ Erbakan’ýn bunu bir an önce gerçekleþtirme özleminin buluþtuðu noktada kurulmuþtu. Bu hükümete karþý çýkan Doðru Yol Partisi içindeki muhalefet partiden koparak Ýsmet Sezgin’in baþkanlýðýnda Demokrat Türkiye Partisi’ni kurdu. Çiller hakkýndaki yolsuzluk iddialarý daha da büyüdü. Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasý devlet-mafya-siyaset iliþkisini ortaya çýkardý (3 Kasým). Hükümetin Refah Partisi kanadýna karþý ordunun tavrý yeniden darbe söylentilerinin çýkmasýna yol açtý. Bütün dikkatler Millî Güvenlik Kurulu’nun olaðan toplantýsýna çevrildi (28 Þubat 1997). Kurulun asker kanadý, laik devlet ilkesine aykýrý hareketlerin arttýðýný ileri sürerek Atatürk ilkelerinin ve inkýlâp kanunlarýnýn ödünsüz uygulanmasýný istedi. Türkiye böylece “28 Þubat süreci” adý verilen bir döneme girdi. Ordu hükümeti çeþitli vesilelerle sýkýþtýrmaya baþladý; irticanýn millî birliði tehdit eder boyuta ulaþtýðýný ileri sürdü. Erbakan istifa etmek zorunda kaldý. “Þeriat tehlikesine karþý” askerlerin desteðiyle Mesut Yýlmaz baþkanlýðýnda Anavatan Partisi-Demokratik Sol Parti-Demokrat Türkiye Partisi koalisyon hükümetinin kurulmasýyla uzun süredir ülkeye hâkim olan gergin hava bir anda yumuþadý. Cumhuriyet Halk Partisi’nin dýþarýdan desteklediði hükümetin dört ana hedefi devlet içinde yayýldýðý iddia edilen þeriatçý kadrolarý temizlemek, sekiz yýllýk zorunlu eðitimi düzenlemek, yolsuzlukla mücadele etmek ve ülkeyi erken seçime götürmekti. Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafýndan kapatýlýrken Genel Baþkan Necmettin Erbakan’a beþ yýl siyaset yasaðý getirildi. Refah Partisi’nin yerine Fazilet Partisi kuruldu. Yenilikçi hareketin baþýný çeken Ýstanbul Büyükþehir Belediye Baþkaný Recep Tayyip Erdoðan, Erbakan’ýn engellemesi yüzünden Fazilet Partisi genel baþkanlýðýna seçilemedi. Erdoðan, Siirt’te okuduðu bir þiirden dolayý on ay hapis cezasýna mahkûm edilerek Pýnarhisar Cezaevi’ne girdi. Türkiye yolsuzluk iddialarýyla çalkalanýyordu. Yýlmaz hükümeti gensoru oylamasýnda verilen güvensizlik oyu ile düþürüldü (25 Kasým 1998). Hükümeti kurmakla görevlendirilen Demokratik Sol Parti lideri Bülent Ecevit ve Bursa baðýmsýz milletvekili Yalým Erez bir sonuç alamayýnca Ecevit Demokratik Sol Parti azýnlýk hükümetini kurdu. Baþlýca görevi ülkeyi seçime götürmek olan bu hükümet zamanýnda PKK terör örgütünün baþý Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ye getirildi (16 Þubat 1999). Ýmralý adasýnda yar-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

573


TÜRKÝYE

gýlanýp idama mahkûm edildi; idam cezasýnýn kaldýrýlmasýndan sonra cezasý müebbet hapse çevrildi. 1999 erken genel ve yerel seçimlere yirmi bir parti katýldý. Demokratik Sol Parti birinci olurken Milliyetçi Hareket Partisi ikinciliði elde etti. Üçüncü olan Fazilet Partisi belediye baþkanlýðý seçimlerinde en çok oyu aldý. Bu sonuç seçmenin Fazilet Partili belediyelere güvendiði, ancak partinin genel politikasýný desteklemediði þeklinde deðerlendirildi. Anavatan Partisi ve Doðru Yol Partisi çok az farkla dördüncülüðü paylaþtý. Cumhuriyet Halk Partisi dahil on altý parti % 10 ülke barajýný aþamadý. Cumhuriyet baþsavcýsý, laiklik karþýtý eylemlerin odaðý olduðu iddiasýyla Fazilet Partisi’nin kapatýlmasý için dava açtý. Seçimlerden sonra Ecevit’in baþkanlýðýnda DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kuruldu. Önce hapishanelerde sol eðilimli mahkûmlarýn çýkardýðý olaylarla uðraþýldý. Ardýndan 17.840 kiþinin öldüðü, 43.953 kiþinin yaralandýðý, 285.000 konut ve 40.000’den fazla iþ yerinin hasar gördüðü Marmara depremi yaþandý (17 Aðustos 1999). “Kader mahkûmlarý”nýn affý için hazýrlanan af yasasýnýn kapsamý verilen önergelerle geniþletilerek özellikle çetelerin affýna imkân saðlandý. Toplumda büyük huzursuzluk doðuran “türban” meselesi çözülemez hale getirildi. Rektörler komitesi aldýðý ortak kararla üniversite içinde türbaný yasakladý. Ecevit’in önerisiyle Anayasa Mahkemesi Baþkaný Ahmet Necdet Sezer Türkiye’nin onuncu cumhurbaþkaný seçildi (5 Mayýs 2000). Millî Güvenlik Kurulu toplantýsýnda Cumhurbaþkaný Sezer ile Baþbakan Ecevit arasýnda beliren gerginlik piyasalara yansýdý ve ülkede þiddetli bir ekonomik krizin çýkmasýna yol açtý. Amerika’dan özel olarak getirilen Kemal Derviþ’in aldýðý bazý tedbirlerle kriz aþýlmaya çalýþýldý. Ecevit’in hasta olduðu halde görevini býrakmamasý Demokratik Sol Parti’nin parçalanmasýna yol açtý. Ýsmail Cem baþkanlýðýnda Yeni Türkiye Partisi kuruldu. Fazilet Partisi’nin birinci kongresinde gelenekçilerle yenilikçiler ilk defa yol ayýrýmýna geldi. Siyasî yasaklý Erbakan’ýn desteklediði gelenekçilerin adayý Recai Kutan tekrar genel baþkanlýða seçildi. Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafýndan kapatýlmasýndan sonra gelenekçi kanat, Erbakan’ýn direktifleriyle Recai Kutan baþkanlýðýnda kurulan Saadet Partisi’yle yoluna devam etmeyi kararlaþtýrdý. Yenilikçi kanat ise Recep Tayyip Erdoðan’ýn baþkanlýðýnda Adalet ve Kalkýnma Partisi’ni (AK Parti) kurdu (14 Aðustos 2001).

574

3 Kasým 2002 erken genel seçimlerinde sadece iki parti % 10 ülke barajýný aþabildi. Adalet ve Kalkýnma Partisi % 34,3 oy oranýyla 363 milletvekili çýkararak tek baþýna iktidar koltuðuna oturdu. Cumhuriyet Halk Partisi ikinci oldu. Haklarýnda çeþitli yolsuzluk dosyalarý bulunan ve mecliste birbirlerini aklayan koalisyon partileri barajýn çok gerisinde kaldýlar. Parlamentoda üçte iki çoðunluða sahip Adalet ve Kalkýnma Partisi lideri Erdoðan hüküm giydiði için milletvekili seçilemedi. Bu sebeple hükümeti kurma görevi Kayseri milletvekili Abdullah Gül’e verildi. Bu dönemde Erdoðan hiçbir resmî sýfatý olmadýðý halde Avrupa Birliði ülkelerini dolaþýp Türkiye’nin adaylýðý konusunda görüþmelerde bulundu. Hukukî durumu halledildikten sonra Siirt milletvekili olarak meclise giren Erdoðan baþbakan tayin edildi (12 Mart 2003); Abdullah Gül baþbakan yardýmcýsý ve Dýþiþleri bakaný oldu. Faiz ve enflasyon oranlarý hýzla düþtü. Avrupa Birliði’nin öngördüðü Kopenhag kriterleri doðrultusunda uyum yasalarý çýkarýldý. Demokrasinin geliþmesi yolunda önemli reformlara devam edildi. Statükocu bazý çevreler düzenledikleri cumhuriyet mitinglerinde rejimin tehlikede olduðunu ileri sürerek orduyu göreve çaðýracak kadar ileri gittiler. Nisan ayýnda yapýlacak cumhurbaþkanlýðý seçimi için Adalet ve Kalkýnma Partisi’nin Abdullah Gül’ü aday göstermesi üzerine Genelkurmay Baþkanlýðý’nýn internet sitesinde aleyhte bir açýklama yer aldý. Seçim sonuçlarýnýn Anayasa Mahkemesi tarafýndan iptal edilmesi üzerine hükümet erken seçim kararý aldý ve temmuz ayýnda yapýlan seçimde Adalet ve Kalkýnma Partisi oyunu arttýrarak % 47 oyla yine birinci parti oldu. Aðustos ayýnda yapýlan cumhurbaþkanlýðý seçiminde de Abdullah Gül on birinci cumhurbaþkaný seçildi. Adalet ve Kalkýnma Partisi 2011 Haziran ayýnda yapýlan seçimde % 49,83 oyla ardarda üçüncü seçimi de kazandý. BÝBLÝYOGRAFYA :

M. Philips Price, Türkiye Tarihi (trc. M. Asým Mutludoðan), Ankara 1969; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulmasý (1923-1931), Ankara 1969; a.mlf. v.dðr., Türkiye Tarihi: Çaðdaþ Türkiye (1908-1980), Ýstanbul 1992; Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi: 1918-1938, Ankara 1983; Mehmet Gönlübol, Türk Dýþ Politikasý (1919-1990), Ankara 1993; Necdet Ekinci, Ýkinci Dünya Savaþý’ndan Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçiþte Dýþ Etkenler, Ýstanbul 1997; Durmuþ Yalçýn v.dðr., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara 2000-2002, I-II; Ahmet Yeþil, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ýlk Teþkilatlý Muhalefet Hareketi: Terakkiperver Cumhuriyet Fýrkasý, Ankara 2002; Tarýk Zafer Tunaya, Türkiye’de Siya-

sal Geliþmeler 1876-1938: Mütareke, Cumhuriyet ve Atatürk 1918-1938, Ýstanbul 2002; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (ed. Ayten Sezer), Ankara 2003, s. 203; Türkiye Cumhuriyeti 80’inci Yýl Kronolojisi (ed. M. Mesut Uyanýk), Ankara 2003; R. H. Davison, Kýsa Türkiye Tarihi (trc. Durdu Mehmet Budak), Ankara 2004, s. 137-202; M. Serhan Yücel, Türkiye’nin Siyasal Partileri (1859-2005), Ýstanbul 2006; Kemal H. Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980 (trc. Esin Soðancýlar), Ankara 2007; K. Kreiser, Küçük Türkiye Tarihi (trc. Yunus Emre Gürbüz), Ýstanbul 2008, s. 303-383; Ýþtar Gözaydýn, Diyanet: Türkiye Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi, Ýstanbul 2009; Mücahit Küçükyýlmaz, Türkiye’de Siyasal Katýlým: Tek Partiden AK Parti’ye Siyasal Ýslam ve Demokrasi Tartýþmalarý, Ýstanbul 2009.

ÿCevdet Küçük

III. KÜLTÜR ve MEDENÝYET

1. Dil ve Edebiyat. Dil: Cumhuriyet Dönemi. Türkiye Türkçesi’nin tarihi bakýmýndan Osmanlý Türkçesi’nin son yýllarýyla Cumhuriyet dönemi Türkçesi’nin ilk yýllarý iç içe girmiþ durumdadýr. Türkiye Türkçesi’nin hazýrlýklarý II. Meþrutiyet (1908) yýllarýnda baþlar ve Cumhuriyet döneminde devam eder. Eskiden yeniye geçiþte pek çok yazar ve þairin eserlerinde her iki dönemin özellikleri yan yana görülür. Dilin gramer ve cümle yapýsýnda farklýlýk bulunmamakla birlikte önceki dönemin en belirgin özelliði Osmanlýca’daki Arapça, Farsça kelime ve tamlamalarýn fazlalýðýyla cümlelerin uzunluðudur. Osmanlý Türkçesi’nden Türkiye Türkçesi’ne geçiþ ve dilde sadeleþme faaliyetleri ana hatlarýyla þöyle geliþmiþtir: Sadeleþme XIX. yüzyýl ortalarýnda ders kitaplarý, gazeteler, dergiler ve tiyatro oyunlarýnýn dilinde baþlamýþtýr. Tanzimat devrinin ilk nesli Þinâsi, Nâmýk Kemal, Ziyâ Paþa ve Ali Suâvi yazý dilinin konuþma diline yakýnlaþtýrýlmasý gerektiðine inanmýþlar ve bunu uygulamaya çalýþmýþlardýr. Fakat bir sonraki nesilden Recâizâde Mahmud Ekrem, Abdülhak Hâmid, Sâmi Paþazâde Sezâî gibi yazarlarla Edebiyât-ý Cedîde ve Fecr-i Âtî mensuplarý sanat gayesiyle dili sunileþtirmiþlerdir. Bu yapaylýk Meþrutiyet devrinde tepki çekmiþ, farklý ekollere ve görüþlere sahip olanlar bile sade dil konusunda gerçekçi faaliyetlerde bulunmuþlardýr.

II. Meþrutiyet’in ilânýnda Osmanlý aydýnlarý arasýnda Osmanlýcýlýk, Ýslâmcýlýk ve Türkçülük olmak üzere üç siyasî düþünce belirmiþ, dilin sadeleþmesi için ileri sürülen görüþler de bu akýmlara göre biçimlenmiþtir. Sadeleþmeyi isteyenlerin çoðu Türkçü-milliyetçiler olmakla birlikte bunlarýn arasýnda sadeleþmenin derecesi hu-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

susunda düþünce birliði yoktur. Bu dönemde dille ilgili görüþler þöylece ele alýnabilir: 1. Muhafazakârlar diye nitelendirilen Edebiyât-ý Cedîdeciler (Tevfik Fikret, Cenab Þahabeddin, Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif, Halit Ziya vb.) dil ve edebiyatý belli bir kültür seviyesinde olanlara ve aydýnlara (havas) mahsus kabul ediyor; çoðu okuma yazma bilmeyen halk tabakasýnýn (avam) edebiyatýnýn ise halk destanlarý, masallar, âþýk hikâyeleri ve türkülerden ibaret olduðunu söyleyerek edebiyat dilindeki yabancý kelime ve tamlamalarýn sadeleþmesine gerek görmüyorlardý. Onlarý takip eden Fecr-i Âtî mensuplarýnýn pek çoðu da ayný görüþü benimsemiþtir. 2. Türkçeciler diye adlandýrýlanlar ise Türkçe’nin Arapça ve Farsça etkisinden kurtularak herkesin kolayca anlayabileceði bir dil haline gelmesini istiyorlardý. Ancak sadeleþmenin derecesi konusunda bunlar da ikiye ayrýlmýþtýr. a) Birinci görüþ Türkçe’ye yabancý dillerden geçmiþ tamlamalarýn terkedilmesi, bunlarýn yerine Türkçe kurallara göre ifadeler kullanýlmasý, yabancý kelimelerin Türkçe karþýlýklarýnýn tercih edilmesi biçimindeydi. Bu görüþ, Edebiyât-ý Cedîde devrinde II. Meþrutiyet’ten önce Ahmed Midhat Efendi, Þemseddin Sâmi ve Necip Âsým’ýn (Yazýksýz) savunduklarý görüþtür. Osmanlýcýlýðý benimseyen Rýza Tevfik, Mehmed Âkif (Ersoy) ve Fecr-i Âtî mensuplarýndan Refik Halit (Karay), Yakup Kadri (Karaosmanoðlu) gibi þair ve yazarlar sade Türkçe’nin örneklerini vererek dilde izlenmesi gereken mâkul yolu göstermiþlerdir. Yeni lisancýlar diye bilinen, Selânik’te çýkan Genç Kalemler (1911) dergisi yazarlarýndan Ömer Seyfeddin, Ali Cânip (Yöntem), Ziya Gökalp gibi isimler Türkçe’deki yabancý terkiplerin atýlmasýný, fakat halkýn diline yerleþmiþ kelimelere dokunulmamasýný savunmuþtur. Ýstanbul’da yayýmlanan Türkçü ve milliyetçi görüþe sahip Türk Derneði (1909), Türk Yurdu (1911), Celal Sâhir’in (Erozan) yönettiði Halka Doðru (1913) ve Türk Sözü (1914) gibi dergiler dilin sadeleþmesiyle ilgili konulara yer vererek bu tür faaliyetleri desteklemiþlerdir. b) Tasfiyecilik denen ikinci görüþ sahipleri Türkçe’deki bütün yabancý terkip ve kelimelerin atýlmasý, bunlarýn yerine Türkçe olanlarýn konulmasý, karþýlýðý olmayanlar için diðer Türk lehçelerinden kelime alýnmasý veya yeni karþýlýklarýn türetilmesi gerektiðini söylemiþlerdir. Tasfiyecilerin temsilcisi Fuat Köseraif’tir. Bu görüþü Cumhuriyet döneminde Nurullah Ataç ýsrarla sürdürmüþtür.

Cumhuriyet’ten sonraki reform hareketlerinden biri de harf inkýlâbý olmuþtur. 1 Kasým 1928 tarihinde Latin asýllý Türk alfabesi kabul edilmiþ, Arap harflerinin resmî ve hususi zabýtlarda kullanýlmasýna 1 Haziran 1930 tarihine kadar izin verilmiþtir. Yirmi dokuz harfli yeni alfabe þöyledir: Aa-Bb-Cc-Çç-Dd-Ee-Ff-Gg-Ðð-Hh-Iý-Ýi-JjKk-Ll-Mm-Nn-Oo-Öö-Pp-Rr-Ss-Þþ-Tt-UuÜü-Vv-Yy-Zz. Türk dilinin meseleleriyle meþgul olmak üzere 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tedkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kurulmuþ ve Atatürk’ün himayesinde faaliyetlerine baþlamýþtýr. Ardýndan Türkiye Türkçesi, Türk Dil Kurumu’nun faaliyetlerine baðlý olarak çeþitli deðiþikliklere uðramýþtýr. Bu devirde en dikkat çekici husus, Ziya Gökalp’in dille ilgili görüþlerinin Atatürk tarafýndan benimsenerek Türkiye Türkçesi’nin prensipleri haline getirilmesi olmuþtur: 1. Osmanlý Türkçesi’ni býrakýp halkýn anlayacaðý dille, Ýstanbul Türkçesi’yle yazmak; 2. Türkçe karþýlýklarý olan Arapça ve Farsça kelimeleri dilden çýkarmak; 3. Türkçe’de halkýn anladýðý Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçeleþmiþ kabul etmek; 4. Türkçe olsa bile ölü kelimeleri diriltmeye çalýþmamak; 5. Yeni terimleri önce halkýn dilinde aramak, yoksa Türkçe’nin kurallarýna göre türetmek, bu da mümkün olmuyorsa yabancý terimleri kullanmak; 6. Türkçe’yi yabancý dillerin etkisinden kurtarmak; 7. Ýstanbul Türkçesi çok geliþmiþ olduðundan baþka Türk lehçelerinden kelime almamak; 8. Türkiye Türkçesi’nin bu esaslara göre sözlük ve dil bilgisini hazýrlamak. Filoloji ve lengüistik, lugat ve ýstýlah, gramer ve sentaks, etimoloji ve dil tarihiyle ilgili konularla uðraþan Türk Dili Tedkik Cemiyeti tarafýndan düzenlenen I. Türk Dili Kurultayý 26 Eylül 1932’de toplanmýþtýr. Kurultayda benimsenen en önemli fikir halkýn anlayamadýðý yabancý kelime ve unsurlarýn Türkçe’den tasfiye edilmesidir. Ayrýca Arapça ve Farsça’dan Türkçe’ye geçmiþ kelime, terim ve terkiplere Türkçe karþýlýklar bulmak için büyük bir çalýþma baþlatýlmýþ, yabancý asýllý kelimeler halkýn onlarý anlayýp anlamadýðýna bakýlmaksýzýn atýlýp yerine Türkçe karþýlýklarý konulmuþ, Türkçe’si yoksa yeni kelimeler türetilmiþ veya uydurulmuþtur. Bu çalýþmalarda dilin Türkçeleþtirilmesini ilmî çizgide götürebilecek yeterli uzman ve bilim adamýnýn bulunmayýþý yüzünden iþin devrime yaranmak isteyen bazý cahillerin elinde kalmasý dikkat çekmektedir. Böylece Türkçe’nin sadeleþtirilmesi meselesi farklý bir yöne kaymýþ ve bilimsellikten uzaklaþýlmýþ-

týr. Nitekim yanlýþ bir yola girildiðini farkeden Atatürk, “Dili bir çýkmaza saplamýþýzdýr”; “Birbirimizi anlamaz olduk”; “Ýki þeyde inkýlâp olmaz: Dilde ve mûsikide” gibi sözleriyle bunu itiraf etmiþtir (Emre, s. 43, 52-53; Atay, s. 447 vd.). Ýzlenecek doðru yöntemin halkýn kullandýðý kelimelere dokunulmamasý olduðu anlaþýlmýþ, ancak dil iþleriyle uðraþan tasfiyeci kadro Atatürk’ün ölümünden sonra Türkçe’nin yanlýþlar ve yapaylýklarla örselenmesini sürdürmüþtür. Yapaylýk sadece kelimelerle sýnýrlý kalmayýp söz diziminde de uygulanmýþ, bazý kesimlerce halen kullanýlan devrik cümle bu dönemden kalmýþtýr. 1950’den sonra dilin devlet tarafýndan yönlendirilmesi faaliyetlerine son verilse de yanlýþ uygulamalar devam etmiþ, mesele tam bir baþý boþluða terkedilmiþ, dil konusu anlamsýz inatlaþmalarla DoðucuBatýcý, saðcý-solcu, ilerici-gerici tartýþmalarýna malzeme yapýlmýþtýr. Bu ortamda kurumun yapaylýða kaçan dil uygulamalarýný eleþtiren pek çok yazý yayýmlanmýþtýr. Türkçe’nin durumu artýk hem bilim hem devlet iþi haline geldiðinden Türk Dil Kurumu 1983 yýlýnda Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun içine alýnmýþtýr. Dilin sadeleþmesinde orta ve mâkul bir yol izlenerek pek çok eser neþredilmiþ, ancak 2000’li yýllardan itibaren Türk Dil Kurumu’nun Türk dili üzerindeki etkinliði azalmýþtýr. Bunda eski kadronun yapýlanlarýn ideolojik olduðu iddiasýnýn büyük etkisi vardýr. Günümüz Türkçesi’nde Arapça ve Farsça asýllý kelimelerin yüzdesi hâlâ yüksektir; bunlar artýk halk diline mal olmuþ ve Türkçeleþmiþtir. Öte yandan teknoloji transferi, ticaret gibi iliþkilerle yabancý dillerden ve özellikle Ýngilizce’den Türkçe’ye sürekli giren kelimeler kaygý verici düzeye ulaþmýþtýr. Türk Dil Kurumu’nun yabancý kelimelere Türkçe karþýlýk bulma çabalarý ve dilin yozlaþtýrýlmasýna karþý tedbir arayýþlarý çok yavaþ ve yetersiz kaldýðýndan Türkçe, kendi kaderini geçmiþte olduðu gibi yine kendi yapýsýndaki özel gücüyle korumak durumundadýr.

Yeni Türkçe diye adlandýrýlan Türkiye Türkçesi kelime yapýsý ve türleri, ses uyumu, ünlü ve ünsüz benzeþmesi, vurgu bakýmýndan öteki Türk yazý dilleriyle ortak özellikler taþýr. Türk yazý dilinde sekiz ünlü bulunmaktadýr. Arka damaktan çýkan a, ý, o, u kalýn, ön damaktan çýkan e, i, ö, ü incedir. Bunlardan a, e, o, ö açýk ve geniþ; ý, i, u, ü kapalý ve dardýr. Ünlüler söylenirken dudaklarýn alacaðý duruma göre düz veya yuvarlak olur. Düz ünlüler a, e, ý, i; yuvarlaklar o, ö, u, ü’dür. Yazýda gös-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

575


TÜRKÝYE

terilmeyen kapalý e (é) varlýðýný aðýzlarda sürdürmektedir. Türkiye Türkçesi’nde kullanýlan ünsüzler de þunlardýr: b, c, ç, d, f, g, ð, h, j, k, l, m, n, p, r, s, þ, t, v, y, z. Bunlardan b, p; d, t; c, ç; g, k patlayýcý; v, f, z, s, j, þ, ð, h, y sýzýcý; m, n nazal (genizsi); l, r akýcý ünsüzlerdir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ziya Gökalp, Türkçülüðün Esaslarý (Ankara 1339), Ýstanbul 1958, tür.yer.; Ahmet Cevat Emre, Atatürk’ün Ýnkýlap Hedefi ve Tarih Tezi, Ýstanbul 1956, s. 35, 43, 52-53; Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, Ýstanbul 1962, tür.yer.; Atatürk ve Türk Dili, Ankara 1963, tür.yer.; Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî Akýþý Ýçinde Atatürk ve Dil Devrimi, Ankara 1963, s. 35 vd.; Faruk K. Timurtaþ, Dil Davasý ve Ziya Gökalp, Ýstanbul 1965, s. 21-39; Türk Dili Ýçin, Ankara 1966-68, I-VI, tür.yer.; Tahsin Yücel, Dil Devrimi, Ýstanbul 1968, s. 55-56; Berke Vardar, Dilbilim Sorunlarý, Ýstanbul 1968, s. 8-9; Falih Rýfký Atay, Çankaya, Ýstanbul 1969, s. 477 vd.; A. Dilaçar, Türkiye’de Dil Özleþmesi, Ankara 1969, s. 9-21; Agâh Sýrrý Levend, Türk Dilinde Geliþme ve Sadeleþme Evreleri, Ankara 1972, tür.yer.; Ali Karamanlýoðlu, Türk Dili Nereden Geliyor, Nereye Gidiyor?, Ýstanbul 1972, tür.yer.; Mustafa Canpolat, “Türkiye’de Yazý Devrimi Giriþimleri”, Yazý Devrimi, Ankara 1979, s. 22-32; Tahsin Banguoðlu, Türkçenin Grameri, Ankara 1986, s. 34-37; ayrýca bk. tür.yer.; Hasan Eren, Türk Dil Kurumundan Eski Anýlar, Ankara 2008, s. 11-57; Ercümend Kuran, “Atatürk ve Ziya Gökalp”, TK, II/13 (1969), s. 12; Hamza Zülfikar, “Dünden Bugüne Türkçe”, TDl., XCVIII/697 (2010), s. 50-58; Nuri Yüce, “Türkler (Türk Dili)”, ÝA, XII/2, s. 496, 499; a.mlf., “Oðuzca”, DÝA, XXXIII, 323-325.

ÿNuri Yüce

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatý.

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatýnýn farklý türlerde temel ve ortak özellikleri þunlardýr: II. Meþrutiyet ve Mütareke dönemi yazarlarý Cumhuriyet dönemi baþlarýnda da eser vermiþ ve etkilerini sürdürmüþtür. Daha önceki dönemlerden Abdülhak Hâmid (Tarhan) ve Sâmipaþazâde Sezâi ile Servet-i Fünûncular’ýn çoðu hayattadýr. Abdülhak Hâmid dýþýnda hepsi dil konusunda sadeleþmeye uymuþtur. Yeni devletin kuruluþu Tanzimat’tan beri devam eden kötümserliði ortadan kaldýrmýþ, iyimserlik, zaferi gerçekleþtiren millete, orduya ve öndere hayranlýk edebî eserlere de yansýmýþtýr. Þiiri günlük konulardan uzak tutmaya çalýþan Ahmed Hâþim ile Yahya Kemal (Beyatlý) bu bakýmdan eleþtirilmiþ olsalar da bunlar Cumhuriyet sonrasý þiirini beslemiþ ve etkileri bugüne kadar ulaþmýþtýr. Ülkenin yoksulluktan kurtarýlmasý, aða / eþraf baskýsýna tepki, demokrasiye geçme özlemi eserlerde geniþ biçimde iþlenmiþ, ülkeyi geliþtirecek mesleklere mensup asker, öðretmen, doktor 576

hikâyeleri anlatýlmýþ, dikkat Anadolu topraðý ve insanýna dönmüþtür. Yahya Kemal’in ifadesiyle artýk “Metristepe’den görünüþ” Türk edebiyatçýlarýna yön verecektir. Memleket edebiyatý anlayýþý, Gökalp’in halkta yaþayan harsýn keþfedilip toplanmasý ve iþlenmesi tezi ve Faruk Nafiz’in (Çamlýbel) “Sanat” þiiriyle (1927) kategorikleþtirdiði sanat anlayýþý Mehmet Emin’in (Yurdakul) devamý görünüþünde olan hemen bütün sanatçýlarý içine almýþtýr. Eðitim, saðlýk ve tarým hizmetlerinin ülkenin her yanýna götürülmesi mücadelesi kýsmen romanlara yansýmýþtýr. Roman ve hikâyede özellikle Köy enstitüsüleri mezunu yazarlarýn eserleri köy romanlarý diye anýlmaktadýr. Bu tarz, þehirde iþçi ve gecekondu romanlarý olarak devam eder. Bu arada sýradan insanlarýn yaþantýlarý, anlýk duygularý, avareliði iþleyen hikâyeler de vak‘a hikâyelerinin yerini alýr (Memduh Þevket Esendal, Sait Faik Abasýyanýk). 1960’lardan itibaren köylü kesiminden hiçbir hazýrlýk yapýlmadan Almanya’ya gönderilen iþçiler, parçalanmýþ ve geride býrakýlan aileler Almanya tecrübesini bizzat yaþayanlarýn yazdýklarýyla bir çeþit belgesele dönmüþtür: Füruzan’ýn Berlin’in Nar Çiçeði, Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya gibi eserleri. Almanya’ya ilk gidenlerin torunlarý arasýnda çaðdaþ edebiyata katkýda bulunan birçok sanatçý yetiþmiþtir. Avustralya’ya giden bir ailenin parçalanma eþiðindeki hikâyesini Sevinç Çokum yazmýþtýr (Çýrpýntýlar, 1996). Þiirde hece-aruz çatýþmasý Yahya Kemal ve Ahmed Hâþim’e raðmen hecenin zaferiyle sonuçlanmýþtýr. Hece giderek yerini serbest nazma býrakmýþsa da zaman zaman aruza dönenler de olmuþtur. Hecenin klasik duraklarýyla oynayan þairler çok âhenkli bir þiir ortaya koymuþtur. Bu arada eserlerinde halk hikâyeleriyle folklordan yararlananlar olmuþtur. Büyük bir kýsmý köylerde ve kasabalarda yetiþen yazarlar kendi yaþantýlarýna baðlý bu malzemeyi kullanmýþlardýr. Bir kýsmý kendi basmakalýbýný meydana getirirken bir kýsmý çok güzel ve orijinal eserler vermiþtir (Ahmet Kutsi Tecer, Turan Oflazoðlu, Latife Tekin, Yaþar Kemal, Orhan Kemal, Abbas Sayar). Yýkýlan Osmanlý Devleti’ne karþý olumsuz tavýr baþlangýçta çok kuvvetliyken zamanla geçmiþin güzelliklerinin dile getirilmesiyle bu tepki aþýlmýþtýr. Yahya Kemal, Abdülhak Þinasi Hisar, Halide Edip Adývar ve Ahmet Hamdi Tanpýnar bu konuda pek çok yazarý etkilemiþtir. Türkiye’deki ideolojik çatýþmalar ve yazarlarýn benimsedikleri ideoloji doðrultusundaki

eserleri propaganda nitelikli bir edebiyatýn geliþmesine yol açmýþtýr. Sanat yönü zayýf olanlar bir tarafa, bir dünya görüþü tezini savunan güçlü sanatçýlar yazdýklarýyla sürekli tartýþma konusu olmuþtur (Nazým Hikmet, Necip Fazýl Kýsakürek, Peyami Safa, Yaþar Kemal). Demokratikleþme sürecinde siyasî partilerin kurulmasý, kapatýlmasý ve askerî darbeler de özellikle romanlarda geniþ ölçüde yer alýr. Serbest Cumhuriyet Fýrkasý tecrübesi, Tarýk Buðra’nýn Yaðmur Beklerken, Kemal Tahir’in Yol Ayýrýmý’nda, 27 Mayýs Darbesi Samim Kocagöz, Vedat Türkali ve Sevgi Soysal’ýn romanlarýnda iþlenir. Darbe maðdurlarýndan Avrupa’ya gidip yerleþenlerin izlenimleri ve siyasî hesaplaþmalarý ele alýnýr. 12 Mart müdahalesine karþý yazýlan birçok eserde bu müdahaleye yol açanlarýn eziklikleri ve bir çeþit savunmalarý iþlenmiþtir. Mustafa Miyasoðlu, Erdal Öz, Ümit Kývanç, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, Yahya Akengin, Nadir Ülker, Emine Iþýnsu Okçu’nun 12 Eylül’le ilgili romanlarý vardýr. Osmanlý Devleti’nin yýkýlýþý sýrasýndaki olaylar, Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan Ýstanbul’a akýn eden insanlarýn hikâyeleri, mübadele ile gelenler ve gidenler yazarlarýn hayalini harekete getirmiþ, aile arþivleri açýlmýþtýr. Bu tür eserler, Osmanlý’nýn yýkýlýþýnda büyük rol oynayan Türk dýþý unsurlarýn hikâyeleri kadar iþlenmektedir (Yýlmaz Gürbüz, Mübadiller, 2006; Turgay Bostan, Son Kofidis, 2008). 1940’tan sonraki çeviri faaliyetlerinin etkisiyle edebiyatta sanat endiþesini ön plana alan yazarlarýn sayýsý artmýþtýr. Bunlar Batý edebiyatýndaki geliþmeleri takip etmekte, bunlarý Türkçe’ye aktarmaktadýr. Zamanla bu ilgi bütün dünya edebiyatýna yönelir. 1950 sonrasýnda Ýkinci Yeni þiir akýmý ve paralelindeki hikâyecilik geliþir. Yazarlýk serüvenini anlatan hikâye ve romanlar da dikkati çekmektedir. Bir Þehre Gidememek’in yazarý Mario Levi, En Güzel Aþk Hikâyemiz’de (1992) dilediði, özlediði aþk hikâyesini kimse yazmadýðý için kendisi yazmak isteyen yazarýn yazma, Zeynep Ankara Kanatsýz Düþüþler’de (1992) bir genç kýzýn yazar olma çabalarýný iþler. Millî Mücadele’nin ardýndan Ýstanbul’a karþý Anadolu ve Ankara yüceltilirken Ýstanbul bir süre edebiyatçýlarýn gözünden düþer; Ýkinci Yeni’den Ýlhan Berk, Ýstanbul’u tiksindirici bir þehir olarak niteler ve bunu tarihe yayar. Ancak zamanla Ýstanbul edebiyattaki yerine kavuþmuþtur, hatta son yýllarda müstakil bir Ýstanbul romanýna doðru gidilmektedir (Selim Ýleri, Melisa Gürpý-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE nar, Orhan Pamuk). Kadýn konusu çok iþlenmiþ ve kadýn yazarlarýn sayýsý artmýþtýr. Onlarýn eserleri hem kadýn hem toplum konularýna farklý bakýþ açýlarý katmýþtýr. Cumhuriyet döneminin en önemli olaylarýndan biri kadýnýn her alanda kendisini göstermesi, meslek kadýnlarýnýn artmasýdýr. Bu arada kadýnlar arasýnda çok sayýda romancý ve hikâyeci yetiþmiþtir. Özellikle 1970 sonrasý edebiyatta kadýn sadece ev içinde anne olarak geçmez. Feminist bakýþýn da yaygýnlaþmasýyla kadýnýn hem ekonomik hem cinsel hayattaki özgürlüðü iþlenir. Cinsellik ve eþcinsellik her türlü tezahürüyle roman ve hikâyelere girmiþtir.

Dil konusu Türk edebiyatýnda çok önemli bir yer tutar. Arapça ve Farsça’nýn etkisinden kurtulma çabalarý zamanla konuþulan Türkçe’nin öne çýkmasýyla son bulur. Bu arada yazarlarýn kendilerini ifade etmek için bir süre öztürkçe denilen aþýrý sadeleþme gayretleri, mahallî aðýzlarýn taklitle verilmesi, Batý dillerinden alýnma kelimeler ve ifade þekilleri bu dönem edebî eserlerinde kendini gösterir. Eski dönem yazarlarýný ve roman kahramanlarýný kendi eserlerinin kahramanlarý olarak iþleyen Selim Ýleri bir model oluþturmuþa benzemektedir. Atilla Birkiye, Beþir Fuad’ýn peþinde yeni bir intihar olayýný üretmiþ (Aþk Ýntiharýn Peþinde, 2004), Fatma Barbarosoðlu Fatma Aliye’nin romanýný yazmýþtýr (Uzak Ülke, 2007). Edebî bir üslûpla, hatta kurmacayla biyografi kitaplarýnýn sayýsý artmýþtýr. Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Emin Eriþirgil bu alandaki eserlerini, daha yakýn yýllarda Mustafa Ýnan’ýn Bir Bilim Adamýnýn Romaný adýyla biyografisini yazan Oðuz Atay; Ahmed Hâþim, Yahya Kemal, Peyami Safa, Tarýk Buðra biyografileriyle Beþir Ayvazoðlu, kendi yakýnlarýnýn aile hikâyeleri, sanatçý ve ünlülerin biyografileriyle Ayþe Kulin takip eder. Bu arada hâtýra yazarlýðý ve tarihî romana duyulan ilgi de ayný þekilde artmýþtýr. Bir tarih belgesi olan hâtýra ile kurmacanýn zaman zaman birbirine karýþtýðý görülmektedir. Günümüzde Ýslâmî içerikli roman diye nitelendirilen, edebiyattan çok sosyolojiye dahil edilmesi gereken romanlarýn baþlangýcý Hekimoðlu Ýsmail’in (Ömer Okçu) Minyeli Abdullah’ýdýr. Çok sayýda kadýn yazarýn da yer aldýðý bu harekette Cihan Aktaþ daha farklý bir çizgiye sahiptir. Sanatçýlarýn Türkiye dýþýna açýlmalarý onlara yeni teknikler kazandýrmýþtýr. Dostoyevski’nin yaný sýra Proust, Joyce ve Huxley, Woolf’dan gelen bilinç altý ve deneysel roman akýmýna Kafka ve D. H. Lawren-

ce etkileri 1980 sonrasýnda postmodern anlatým tekniði de eklenmiþtir. Yazarlara büyük bir esneklik saðlayan bu anlayýþ tecrübesiz yazarlardaki daðýnýklýðýn da bir çeþit mazereti olmuþtur. Roman anlatým tekniklerinde kullanýlan kolaj, pastiþ, pentimento, palimsest yazarlarýn hayal güçlerini harekete geçirmiþtir. Resimdeki pentimento anlayýþýný eserinin ana fikrine uygun þekilde kullanan Ýnci Aral bunun baþarýlý örneðini Yeni Yalan Zamanlar’da vermiþtir. Palimsest ise yazarlarý tarih gerçeklerinin veya resmî tarihin altýndaki baþka bir metni bulma / oluþturma çabasýna itmiþtir. Ancak roman tekniklerinin deðiþmesi romanlarý pek çok okuyucu açýsýndan kolay okunur olmaktan çýkarmýþtýr (ayrýca bk. HÝKÂYE [Yeni Türk Edebiyatý]; ROMAN). Þiir. Türk edebiyatýndaki önemini Cumhuriyet döneminde de koruyan þiir bir yandan toplumun ihtiyaçlarýný nazýmla ifade etme, diðer yandan sanat kaygýlarýyla geliþir. 1923-1940 arasýnda sanat görüþleri farklý da olsa þiir ürünlerinin çoðu memleket edebiyatý adý altýnda toplanabilir. Buna tepki olarak 1928’de sanat için sanat endiþesiyle ortaya atýlan Yedi Meþale topluluðunun ömrü kýsa olur. 1940’larda daha sert bir tepki, þiirle ilgili önceki deðerlerin hemen hepsini reddeden Garip hareketiyle gelir. Garip hareketine karþý çýkanlar 1950’den sonra Hisar dergisinde bir küme oluþturarak memleket edebiyatýnýn bir çeþit devamý özelliðinde, þiirin geleneksel ve poetik deðerlerini reddetmeden deðiþmeyi benimseyen bir çýkýþta bulunur. 1955-1965 arasýnda ayný nesle mensup olmayan ve birbirlerinden ayrý þiir yazanlarýn meydana getirdiði Ýkinci Yeni, Türk þiirinde önemli bir tartýþmayý baþlatmýþtýr. Bu akým zor anlaþýlmasý, kelimeciliði, orijinal hayalleri, folklora karþý oluþuyla tanýnmýþtýr (bk. ÞÝÝR [Türk Edebiyatý]). Tiyatro. Diðer edebî türlere göre tiyatro oyunlarýnýn arka planda kalmasý, eserlerin sahnelenmesi ihtiyacý kadar Nâmýk Kemal’den baþlayarak oyunlardan fayda amacýnýn güdülmüþ olmasýndandýr. Cumhuriyet sonrasýnda fayda amacý ve propaganda ile birlikte sadece eðlendirme amacý güden eserler çoðunluktadýr. Bunlar arasýnda Musahibzâde Celâl, Ýbnürrefik Ahmet Nuri geleneksel seyirlik sanatlardan ve vodvillerden yararlanýrlar. Reþat Nuri Güntekin oyunlarýnda toplumsal eleþtiriler yapar. Faruk Nafiz Çamlýbel Canavar (1926), Akýn (1932), Kahraman (1933) adlý oyunlarýyla 1940’a kadar oyunlarýn konularýný tayin etmiþe benzer. Bu yazarla-

rýn ortak özelliði inkýlâplarý tanýtmak, Cumhuriyet’in getirdikleriyle Osmanlý’nýn yozlaþmýþ taraflarýný karþýlaþtýrmak ve tarih tezini iþlemektir. Þiirde olduðu gibi oyun yazarlýðýnda da karþý karþýya gelen Nâzým Hikmet ile Necip Fazýl Kýsakürek’in oyunlarý sosyal ve felsefî tezleri tartýþan diyaloglarla yüklüdür. Konularý tarih, köy ve aile hayatý, siyasal ve sosyal hiciv, kadýnla ilgili problemler olan oyunlarýn pek çok yazarýnýn adý ise bugün unutulmuþtur. Ahmet Kutsi Tecer’in Koçyiðit Köroðlu (1941) ve Köþebaþý (1947) adlý oyunlarýndan ilki millî destanlardan, ikincisi geleneksel Türk tiyatrosundan baþarýyla yararlanmýþ eserlerdir. Cevat Fehmi Baþkut, Recep Bilginer, Refik Erduran ve Cahit Atay günlük hayatýn her cephesini oyunlarýnda yansýtan gazeteci yazarlardandýr. Diyaloglara yer yer þiirsel ifadeler kazandýran þair tiyatro yazarlarý arasýnda Ahmet Muhip Dýranas, Oktay Rifat Horozcu, Melih Cevdet Anday zikredilebilir. Hikâyeci Haldun Taner, Brecht tiyatrosu ile seyirlik oyunlarý birleþtirerek çok baþarýlý siyasal ve sosyal taþlamalar yazmýþtýr: Günün Adamý, Keþanlý Ali Destaný, Eþeðin Gölgesi, Gözlerimi Kaparým Vazifemi Yaparým, Sersem Kocanýn Kurnaz Karýsý. Sonuncusu oyun içinde oyunlarla Türk tiyatro tarihinin hikâyesidir. Þair ve hikâyecilerden Sabahattin Kudret Aksal tiyatro edebiyatýnda özel bir yere sahiptir. Bütün eserlerinde insan-çevre-kâinat iliþkilerini geniþ zaman dilimlerinde araþtýran yazar oyun yazarlýðýnda dilin gücünü baþarýyla kullanýr: Þakacý, Kahvede Þenlik Var, Kýral Üþümesi, Bay Hiç, Sonsuzluk Kitabevi, Önemli Adam. Orhan Asena Tanrýlar ve Ýnsanlar-Gýlgameþ ile baþladýðý oyunlarda güç / iktidar kavramýný iþler: Kanuni Sultan Süleyman Dörtlemesi, Alemdar Mustafa Paþa-Tohum ve Toprak, Simavnalý Þeyh Bedreddin ve Atçalý Kel Mehmet, Þili Üçlemesi, Yýldýz Yargýlanmasý. Necati Cumalý Boþ Beþik, Mine oyunlarýnda kadýnlarýn kaderi üzerinde durur. Turgut Özakman deðiþen Türkiye’yi Ocak adlý eseriyle aileden baþlayarak iþler. Romancý Adalet Aðaoðlu aile ve kadýn konularýný, eðitim boyutuna aðýrlýk vererek ele alýr: Evcilik Oyunu, Çatýdaki Çatlak. Tiyatro eðitimi görmüþ olan Güngör Dilmen ve A. Turan Oflazoðlu tiyatro yazarlýðýný ön planda tutmuþ ve klasik tiyatrodan hareketle Türk tiyatrosunda bir tragedya geleneði oluþturmaya çalýþmýþtýr. Güngör Dilmen konusunu mitolojiden alan Midas’ýn Kulaklarý, sömürgeci Amerika ile sömü-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

577


TÜRKÝYE

rülen Çin’i son derece etkili ve þiirsel bir dille anlattýðý Canlý Maymun Lokantasý, Anadolu kadýnýnýn kuma ýstýrabýný ve karþý koyuþunu Medea örneðine dayanarak iþlediði Kurban ile ünlenmiþtir. A. Turan Oflazoðlu konusunu köyden (Keziban, Allahýn Dediði Olur, Elif Ana) ve Osmanlý tarihinden (Deli Ýbrahim, IV. Murat, Genç Osman, Kösem Sultan, Bizans Düþtü-Fatih, Cem Sultan, III. Selim Kýlýç ve Ney, Yine Bir Gülnihal, Sinan, Kanunî SüleymanHem Kanunî Hem Muhteþem, Yavuz) al-

dýðý oyunlarýyla tragedyalar yazmýþtýr. Ýnsanýn zýtlýklarýný dile getiren Gardiyan, Dörtbaþý Mamur Þahin Çakýr Pençe ise birer komedidir. Deneme. Süreli yayýnlar sayesinde çok geliþen bir türdür. Makale gibi çok çeþitli konularýn iþlendiði denemeler daha çok felsefe, ahlâk, siyaset, sanat ve edebiyat alanlarýnda ispat gayesi gütmeyen, sübjektif yorumlara dayanan ve birkaç sayfayý geçmeyen yazýlardýr. Cumhuriyet dönemi yazarlarýnýn hemen hepsi bu türde eser vermiþtir: Ahmed Râsim, Ruþen Eþref Ünaydýn, Reþat Nuri Güntekin, Ýsmail Habip Sevük, Malik Aksel, Hasan Âli Yücel döneminin ilk denemecileri arasýndadýr. Türün en güzel örneklerini veren Ahmed Hâþim þiirinde uzak tuttuðu alelâdeyi denemelerinde hârikulâdeye dönüþtürür: Gurebâhâne-i Laklakan (1928), Bize Göre (1928), Frankfurt Seyahatnâmesi (1933). Nurullah Ataç, dil konusundaki tutumunda kendi zevkini hâkim kýldýðý denemelerinde izlenimci tavrý dolayýsýyla hem çok beðenilmiþ hem çok yerilmiþtir. Divan, halk ve Avrupa edebiyatýný iyi bilmesi, yeniyi sürekli takip etmesi ve beðendiklerini açýkça söylemekten çekinmemesi denemelerinin özelliðini teþkil eder. Ahmet Hamdi Tanpýnar’da tarih, toprak ve kültür içinde oluþup bugüne ulaþan insaný, günlük yaþayýþý, geçmiþe bakýþý ve geleceðe uzanýþýyla Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve Ýstanbul’u anlattýðý Beþ Þehir’de bu þehirleri Türk kültürünün aynalarý haline getirir. Öteki denemeleri Yaþadýðým Gibi adlý eserindedir. Abdülhak Þinasi Hisar, Suut Kemal Yetkin, Sabri Esat Siyavuþgil, Ahmet Muhip Dýranas, Sabahattin Eyüboðlu, Haldun Taner, Salâh Birsel ve Alain’in yazarak düþünmek metodunu denemeleriyle gerçekleþtiren Mehmet Kaplan deneme alanýnýn önemli adlarýdýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Niyazi Aký, Çaðdaþ Türk Tiyatrosuna Toplu Bakýþ: 1923-1967, Ankara 1968; Ahmet Hamdi Tanpýnar, Edebiyat Üzerine Makaleler (Ýstanbul 1969)

578

(haz. Zeynep Kerman), Ýstanbul 1995; Kemal Karpat, Çaðdaþ Türk Edebiyatýnda Sosyal Konular, Ankara 1971; Sevda Þener, Türk Tiyatrosunda Ahlâk, Ekonomi, Kültür Sorunlarý, Ankara 1971; a.mlf., Çaðdaþ Türk Tiyatrosunda Ýnsan (1923-1972), Ankara 1972; Metin And, Elli Yýlýn Türk Tiyatrosu, Ankara 1973; a.mlf., Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu, Ankara 1983; Rauf Mutluay, 50 Yýlýn Türk Edebiyatý, Ýstanbul 1973; Asým Bezirci, Ýkinci Yeni Olayý, Ýstanbul 1974; Özdemir Nutku, Yaþayan Tiyatro, Ýstanbul 1976; a.mlf., Zümrüdüanka’nýn Külleri “Tiyatro Yazýlarý”, Ýstanbul 1991; Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatý Üzerinde Araþtýrmalar: I, Ýstanbul 1976; a.mlf., Edebiyatýmýzýn Ýçinden, Ýstanbul 1978; a.mlf., Türk Edebiyatý Üzerinde Araþtýrmalar: II, Ýstanbul 1987; Berna Moran, Türk Romanýna Eleþtirel Bir Bakýþ, Ýstanbul 1983-90, I-II; Fethi Naci, Eleþtiri Günlüðü, Ýstanbul 1986; a.mlf., Eleþtiride Kýrk Yýl: Eleþtiri Günlüðü (1992-1994), Ýstanbul 1994; Gürsel Aytaç, Çaðdaþ Türk Romanlarý Üzerine Ýncelemeler, Ankara 1990; Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatý, Ýstanbul 1993; Bilge Ercilasun, Yeni Türk Edebiyatý Üzerine Ýncelemeler, Ankara 1997, I-II; Zeynep Kerman, Yeni Türk Edebiyatý Ýncelemeleri, Ankara 1998; Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatý Sempozyumu (haz. Hüseyin Atabaþ v.dðr.), Ankara 1998; Ýnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatý Araþtýrmalarý, Ýstanbul 1998; a.mlf., Araþtýrmalar ve Belgeler, Ýstanbul 2000; a.mlf., Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatý, Ýstanbul 2001; Necat Birinci, Edebiyat Üzerine Ýncelemeler, Ýstanbul 2000; Öztürk Emiroðlu, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatýnda Hisar Topluluðu ve Edebî Faaliyetleri, Ankara 2000.

ÿÝnci Enginün

2. Sanat. Hat. Ýslâm medeniyeti çerçevesinde yer alan milletlerin çaðlar boyunca kullandýklarý Ýslâm yazýlarý ayný zamanda dinî duygu ve düþüncelerle iþlenerek sanat yazýsý seviyesine yükselmiþ, Ýslâm kültürünün en önemli unsurlarýndan biri olmuþtur. Hat sanatýnýn tarihî süreci içinde Türkiye Cumhuriyeti dönemi Osmanlý hat ekolünün bir devamý þeklinde bugüne ulaþmýþtýr. XV. yüzyýldan sonra Ýslâm sanat birikim ve tecrübesini devralan Osmanlý hattatlarý özellikle kitap sanatlarý ve celî yazýlarda yeni üslûp arayýþlarýna yönelmiþ, Þeyh Hamdullah, Ahmed Þemseddin Karahisârî, Hâfýz Osman, Mustafa Râkým, Þevki ve Sâmi efendiler gibi üslûp sahibi büyük hat üstatlarý yetiþmiþtir (bk. OSMANLILAR [Hat]). Osmanlý Devleti’nin çöküþünden sonra devlet geleneði kültür, sanat ve ilim mirasý, müze ve kütüphaneleri dolduran binlerce el yazmasý eser ve tarihî âbideleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiþtir. Ancak III. Selim döneminden baþlayarak kültür ve sanat hayatýný derinden etkileyen askerî, siyasî, içtimaî alanlardaki yenilik hareketleri, özellikle Tanzimat’ýn ardýndan gerçekleþtirilen inkýlâplar ve medeniyet deðiþ-

tirme çabalarý toplumda birtakým buhran ve tartýþmalara yol açmýþtýr. Batý devletleriyle siyasî ve ticarî alanda kurulan sýký iliþkiler sonucu yüksek tabaka ve zenginler arasýnda Avrupaî zevk, dekor ve giyim tarzý daha çok ilgi görüp yaygýnlaþmýþ, giderek mimari ve diðer sanat alanlarýnda esaslý kültür deðiþimleri yaþanmýþtýr. Bir medeniyetten diðerine geçiþin yarattýðý sýkýntý ve buhranlar sonucu tezhip, minyatür, cilt gibi sanatlar birer birer klasik deðerlerini kaybederek yozlaþýrken yalnýzca hat sanatý üstatlarýn uyguladýðý geleneksel, disiplinli meþk sistemiyle nisbeten tarihten gelen güçlü varlýðýný devam ettirmiþtir. Hat ve hattatlýk XIX ve XX. yüzyýllarda klasik çaðýna ulaþmýþken toplumda meydana gelen sosyal ve ekonomik deðiþimler ve matbaanýn yaygýnlaþmasý gibi etkenlerle eski görkemini kaybetmeye yüz tutmuþ, Osmanlý aydýnlarýnýn bu sanata karþý ilgisi giderek azalmýþtýr. Bu olumsuz geliþmenin iþaretlerini gören bir kýsým aydýnýn giriþimi, Þeyhülislâm ve Evkaf-ý Hümâyun Nâzýrý Hayri Efendi’nin emriyle hat ve onunla iliþkili cilt, tezhip, ebrû, minyatür gibi geleneksel sanatlarýn eðitim ve öðretiminin yapýlmasý için 7 Mayýs 1915 tarihinde resmî açýlýþý yapýlan Medresetü’l-hattâtîn adýyla bir mektep kurulmuþtur. Müdürlüðüne Ârif Hikmet Bey’in getirildiði bu kurumda çoðu Sâmi Efendi’nin talebesi olan devrin en seçkin üstatlarýndan Reîsülhattâtîn Hacý Kâmil (Akdik), Ýsmail Hakký (Altunbezer), Hulûsi Efendi, Necmeddin Bey (Okyay), Ferid Bey, Mehmed Said, Hasan Rýzâ Efendi, Beþiktaþlý Hacý Nûri, Emîrzâde Kemâleddin Bey, Tâhirzâde Hüseyin Behzad, Yeniköylü Nûri Bey, Bahâeddin Bey (Tokatlýoðlu), Hüseyin Hâþim Bey hoca olarak görevlendirilmiþtir (bk. MEDRESETÜ’l-HATTÂTÎN). 1918’de on üç, 1923’te yirmi mezun veren bu kurum yetiþtirdiði Necmettin Bey, Mustafa Halim (Özyazýcý), Abdülkadir, Hamdi (Tezcan), Hüseyin Macit (Ayral) ve A. Süheyl (Ünver) gibi sanatkârlarla hat sanatýnýn çöküþünü önlemiþ, Cumhuriyet döneminde güçlü bir kadroyla ve deðiþik isimlerle devam ederek hat sanatýnýn geleceði için saðlam bir temel oluþturmuþtur. Yazý devriminin ardýndan hat sanatýný maddî ve mânevî zorluklar içinde büyük bir özveriyle yaþatmaya çalýþan, bilgi ve hünerlerini yeni nesillere aktaran Osmanlý üstatlarýnýn çoðu Medresetü’l-hattâtîn’in hocalarý ve talebeleridir. Ýbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar adlý eserinde Cumhuriyet döneminde yaþayan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

Osmanlý hattatlarýnýn biyografilerine yer vermiþ olup bunlar arasýnda Ömer Vasfi Efendi ve kardeþi Mehmet Emin ile (Yazýcý) Hamdi (Yazýr) ve kardeþi Mahmut Bedrettin (Yazýr), ayrýca Ressam Feyhaman Bey geçiþ döneminin ünlü hattatlarýndandýr. Cumhuriyet’in ilânýndan sonra 1924’te Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu çýkarýlmýþ, okullar Maarif Vekâleti’ne devredilip Þer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’ne baðlý medreseler kapatýlmýþtýr. Bu sýrada sanat eðitimi verdiði halde faaliyeti sona erdirilen Medresetü’l-hattâtîn, müzeler müdürü Halil Ethem Bey’in (Eldem) çabalarý sonucu Hattat Mektebi adýyla eski kadrosunu koruyarak tekrar açýlmýþtýr. Bu olumlu giriþime raðmen toplumda yaþanan hýzlý deðiþim sebebiyle bazý sýkýntýlar yaþanmýþtýr. 28 Mayýs 1927’de yürürlüðe giren kanun gereðince resmî binalarda Osmanlý saltanatýný temsil eden tuðra, arma ve sultanlarý öven kitâbelerin kaldýrýlarak müzeye konulmasý veya uygun bir þekilde üstlerinin örtülmesi öngörülürken devlet büyüklerinin bilgisi dýþýnda özellikle Ýstanbul’da yapýlan aþýrý ve yanlýþ uygulamalarla pek çok tarihî yapýnýn tuðra ve kitâbeleri kazýnmýþ, yazma eser ve hat levhalarý kayba uðramýþtýr. 1 Kasým 1928 tarihli kanunla Arap harfleri yerine Latin asýllý Türk alfabesi kabul edilmiþ, bu yazýnýn halk kitleleri tarafýndan öðrenilmesini hýzlandýrmak amacýyla geniþ çapta eðitim ve öðretim programlarý hazýrlanmýþtýr. Bu köklü deðiþimler doðal olarak hat sanatýný da etkilemiþ, geçerliliðini yitirdiði düþüncesiyle Hat Mektebi kapatýlmýþtýr. Yine Halil Ethem Bey’in gayretleri sonucu bu kurum programýndan hat sanatý çýkarýlmak suretiyle 1929’da Þark Tezyînî Sanatlarý Mektebi adýyla hoca kadrosu korunarak yeniden açýlmýþtýr. Cumhuriyet’in kuruluþunun onuncu yýl kutlama programlarý çerçevesinde Ekim 1933’te Ankara Sergi Salonu’nda Þark Tezyînî Sanatlarý Mektebi’nin hocalarý bir sergi düzenlemiþtir. Sergiyi gezen Mustafa Kemal eserlerden çok etkilenmiþ, sanatçýlara takdir ve tebriklerini belirterek, “Hepiniz yerinize adam yetiþtirin” demiþ, sergide çok beðendiði Muhsin Demironat’ýn çini tabak eserini 500 lira karþýlýðýnda satýn almýþtýr. 1936’da Atatürk’ün emriyle Þark Tezyînî Sanatlarý Mektebi, Türk Tezyînî Sanatlarý Þubesi adý altýnda Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne katýlmýþ, Maarif Vekili Saffet Arýkan’ýn aracýlýðýyla Atatürk’ün uygun görmesi üzerine eski yazýlarla yazýlmýþ güzel sanat eserlerinin ica-

býnda tamir ve ikmaline mâtuf bulunmak þartýyla, öðretilmesi yasaklanan hat sanatý dersine programda yer verilmiþtir (Derman, Birinci Millî Kültür Þurasý, s. 380). Ýsmail Arif Sanver (hakkaklýk), Bahâeddin Tokatlýoðlu (cilt, tezhip), Ýsmail Hakký Altunbezer (tehzip), Yusuf Çapanoðlu (tezhip), Hüseyin Yaldýz (altýn varak), Vâsýf Sedef ve Ýsmail Yümni Sonver (sedefkârlýk), Necmeddin Okyay (cilt, yazý), Feyzullah Dayýgil (çini), A. Süheyl Ünver (minyatür), Mihriban Sözer (tezhip), Sacit Okyay (cilt), Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt (tezhip) çeþitli sanat dallarýnda hoca olarak bu kurumda görev almýþtýr. Bu þubede Hacý Kâmil Akdik, Necmeddin Okyay, Beþiktaþlý Hacý Nûri Korman, Mustafa Râkým Bey, Mustafa Halim Özyazýcý gibi üstatlar da hat sanatýný öðretmeye ve yaþatmaya çalýþmýþtýr. 1954 yýlýna kadar ortaöðretim seviyesinde eðitim veren bu þube ayný yýl akademinin Dekoratif Sanatlar Bölümü ile birleþerek yüksek okul seviyesinde öðrenci almaya baþlamýþtýr. Ancak geleneksel el sanatlarýnýn akademi çatýsý altýnda varlýðýný kabullenemeyen bir kýsým öðretim üyesinin hat, tezhip gibi sanatlarýn çaðýn gerisinde kaldýðý, akademinin kuruluþ amacý olan çaðdaþ sanat eðitimi çizgisine ters düþtüðü, devrini tamamladýðý þeklinde ortaya attýklarý fikirler ve yaptýklarý faaliyetler sonucu Dekoratif Sanatlar Bölümü 1967’den sonra öðrencisiz kalmýþ, Ýsmail Hakký Altunbezer, Hacý Nûri Korman ve Necmeddin Okyay gibi üstatlarýn emekliye ayrýlmasýyla 1971’de resmen kapalý duruma gelmiþtir. Bu hocalarýn bir süre sonra maaþ alamadýklarý için geçim derdine düþmeleri üzerine Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, her ay evlerinde hazýrlayýp akademi yönetimine teslim edecekleri bir eser karþýlýðýnda kendilerine 200 lira verilmesini emretmiþtir. Bu karara uyan hocalarýn sýkýntýlarý biraz hafiflemiþ, ayný zamanda akademide iyi bir hat koleksiyonu meydana gelmiþtir. Fakat gereken ilgi ve dikkatin gösterilmemesi ve 1 Nisan 1948’de akademinin merkez binasýnda çýkan yangýn sonucu büyük bir kýsmý kaybolan koleksiyonun yalnýz tezhiplenmiþ olanlarý bugün Ýstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde koruma altýna alýnmýþtýr. Akademide geleneksel sanatlara karþý devam eden olumsuz tutumlar karþýsýnda Kerim Silivrili’nin üst düzey yetkilileri ikna etmesi sonucu Akademi Senatosu’nun kararýyla Geleneksel Türk El Sanatlarý Kürsüsü kurulmuþtur (1976). Kadrosuna yeni eðitim elemanlarý alarak günümüze ulaþan bölümün eðitim öðretim kadrosunda

Kerim Silivrili (çini desenleri), Nezihe Bilgütay Derler (çini desenleri), Mehmet Emin Barýn ve talebesi Ýlhami Turan (yazý ve cilt), Mahmut Öncü (hat), Ýslâm Seçen (cilt), Tahsin Aykutalp (tezhip), Cahide Keskiner (minyatür), Neþe Aybey (minyatür), Engin Özdeniz (cilt), Yusuf Durul (halý-kilim desenleri), Sitare Turan Bakýr (çini desenleri), Hamit Aytaç’ýn talebesi Hüseyin Gündüz (hat), Ali Alparslan’dan icâzetli Ali Rýza Özcan (hat), Pýnar Doðu Ezmen (hat) yer almýþtýr. Bu kurumun dýþýnda Türkiye’de ilk defa 1976 yýlýnda Yüksek Ýslâm enstitüleri programýna haftada iki saat zorunlu hat dersleri konmuþ, enstitülerin üniversitelere baðlanmasýnýn ardýndan Ýlâhiyat fakültelerinde seçmeli hat dersleri uygulamasýna geçilmiþtir. 1982’de Yüksek Öðretim Kurulu (YÖK) yasasý ile sanat eðitiminde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin eðitim öðretim programlarý ve yapýsý örnek alýnarak Marmara, Dokuz Eylül, Selçuk, Erzurum, Sakarya üniversitelerinde de Geleneksel Türk El Sanatlarý Bölümü açýlmasý öngörülmüþtür. Cumhuriyet’in kuruluþundan bugüne Osmanlý döneminde yetiþmiþ üstatlar ve onlarýn yetiþtirdiði genç sanatkârlar özellikle 1950 yýllarýndan sonra geleneksel usulde evlerinde, derneklerde, vakýf kurumlarýnda karþýlýksýz ders vermeyi sürdürmüþler; hat sanatýnýn yaþatýlmasý, korunmasý, geçmiþteki görkemli seviyesine ulaþmasý konusunda büyük bir özveriyle çalýþmýþlardýr. Harf devriminin ardýndan maddî sýkýntýlar ve mânevî baskýlar altýnda sanatlarýný yaþatmaya çalýþan üstatlar arasýnda Hamit Aytaç, Caðaloðlu’ndaki yazýhanesinde yurt içinden ve yurt dýþýndan gelen levha ve cami yazýlarý sipariþlerini hazýrlarken bir taraftan da 1950’li yýllardan sonra daha yoðun biçimde hat meraklýlarýna sülüs ve nesih öðretmek için hayatýnýn son yýllarýna kadar çalýþmýþ, bu sanatýn günümüze ulaþmasýnda, yetenekli genç kuþaklarýn yetiþmesinde önemli rol oynamýþtýr. Hamit Aytaç’tan sülüs, nesih ve celî meþkeden, ayný zamanda Kemal Batanay’dan nesta‘lik meþketmiþ olan Hasan Çelebi hat sanatý alanýndaki çalýþmalarýný baþarýyla sürdürmüþ, Davut Bektaþ, Ferhat Kutlu, M. Efdalüttin Kýlýç, Tevfik Kalp gibi yeni kuþak hattatlar yetiþtirmiþtir. Çok verimli ve feyizli sanat çalýþmalarý ile dikkati çeken Hüseyin Kutlu da Hamit Aytaç’ýn talebelerindendir. Kurduðu uygulamalý Türk Ýslâm sanatlarý atölyesine devam eden ve kendisinden icâzet alan Erol Dönmez ve Fevzi Günüç ile Hamit Aytaç’ýn talebesi Hüseyin Öksüz de kýymetli hat-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

579


TÜRKÝYE

tatlardandýr. Savaþ Çevik, hat sanatýný Hamit Aytaç ve Kemal Batanay’dan meþkederek bu alanda çok baþarýlý eserler vermiþ, Hamit Aytaç’ýn bir diðer talebesi Fuat Baþer sülüs, nesih ve celî çalýþmalarý yanýnda pek çok talebe yetiþtirmiþtir. Bunlar arasýnda Mehmet Özçay ve kardeþi Osman Özçay sülüs, nesih ve celîde iyi seviyede verdikleri eserlerle dikkati çekmiþtir. Yine Hamit Aytaç’ýn seçkin öðrencilerinden Hüsrev Subaþý bilimsel çalýþmalarý ve eserleriyle hat sanatýný yaþatan hattatlar arasýndadýr. Türkiye’de bu sanatkârlarýn dýþýnda hat çalýþmalarý ile tanýnan Turan Sevgili, Talip Mert, Yusuf Sezer, Ali Hüsrevoðlu da Hamit Aytaç’ýn öðrencilerindendir. Beþiktaþlý Hacý Nûri Korman, Cumhuriyet döneminin sülüs, nesih ve celî yazýlarýnda en güçlü hattatlarýndandýr. Suud Yavsi Ebüssuudoðlu, Mahmut Öncü, M. Recep Berk ve Mustafa Bekir Pekten onun tanýnmýþ talebelerindendir. Bâb-ý Meþîhat’ta görevli iken 1922’de Kral I. Fuad tarafýndan Kahire’ye davet edilen Rifâî Aziz Efendi onun isteði üzerine kendisi için bir mushaf yazmýþ, ayrýca açtýðý hat mekteplerinde on bir yýl Türk üslûbunu Ýslâm ülkelerinden gelen gençlere öðretmiþ, hat sanatýný bugüne taþýyan güçlü hattatlar yetiþtirmiþtir. Bu dönemin öne çýkan hattatlarýndan Macit Ayral da Medresetü’lhattâtîn’de yetiþmiþ, uzun süre Baðdat Güzel Sanatlar Akademisi’nde hat dersleri vererek Türk hat üslûbunu Türkiye’de ve Türkiye dýþýnda en iyi þekilde temsil etmiþtir. Cumhuriyet döneminin ünlü sanatkârlarýndan Mehmet Emin Barýn, Batý soyut resim teknik ve metotlarýyla hat sanatýna büyük cesaretle yeni bir ruh, hýz ve zevk kazandýrmýþ, modern bir yorum getirmiþtir. Divanî, kûfî ve Latin harfleriyle düzenlediði kompozisyonlar akademi, sanat ve siyaset çevrelerinde büyük ilgi ile karþýlanmýþ, perþembe günleri Çemberlitaþ’taki atölyesinde bilim ve sanat adamlarýndan oluþan, hat ve geleneksel sanatlar üzerinde konuþma ve eksperliðin yapýldýðý toplantýlarla bu sanatlarýn tanýtýlmasý ve canlý tutulmasýnda önemli bir görevi yerine getirmiþtir. Medresetü’l-hattâtîn’den mezun olan Mustafa Halim Özyazýcý hat sanatlarýný Cumhuriyet döneminde yaþatan, örneðine az rastlanan büyük sanatkârlardandýr. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde sülüs, nesih ve divanî yazýlarda pek çok öðrenci yetiþtirmiþ, bunun yanýnda tarihî yapýlarýn tamir ve restorasyonunda çalýþarak yazýlarýný yenilemiþ, yeni yapýlan çok sayýda caminin yazýlarýný yazmýþ, bu sanatýn sürekliliðini sað580

lamýþtýr. Ahmet Hamdi Efendi, Ali Alparslan, Saim Özel, Mustafa Bekir Pekten ve Aydýn Yüksel bilinen talebelerindendir. Cumhuriyet döneminde sülüs ve nesih yazýlarýn dýþýnda ana üslûp olarak devamlýlýðýný koruyan nesta‘lik ve celî ta‘lik yazýlar Medresetü’l-hattâtîn’in hocalarýndan Mehmet Hulûsi Yazgan ve Mehmed Necmeddin Okyay’ýn büyük fedakârlýkla yetiþtirdiði öðrencileriyle yozlaþmadan bugüne ulaþmýþtýr. Üstün yeteneði ve Türk Ýslâm sanatlarýnda derin bilgi ve tecrübesiyle nesta‘lik yazý ekolünü Cumhuriyet döneminde en iyi þekilde temsil eden Necmeddin Okyay akademide ve evinde verdiði derslerle hat sanatýný genç kuþaklara aktarmýþtýr. Okyay’ýn yetiþtirdiði M. Uður Derman, hocasýnýn bilgi ve birikimine kendi araþtýrmalarýný da katarak hat sanatý ve diðer Türk Ýslâm sanatlarý alanýnda makaleleri, ansiklopedi maddeleri, bildiri, konferans ve kitaplarýyla hat sanatýnýn Türk aydýnlarý arasýnda tanýnmasý, sevilmesi ve gelecek kuþaklara aktarýlmasý konusunda önemli rol üstlenmiþtir. Okyay’dan icâzet alan talebelerden Ali Alparslan akademik yayýnlarý, özellikle nesta‘lik, divanî ve celî divanî yazýlarda yetiþtirdiði genç öðrencileriyle Türk kültür ve sanat hayatýnda iz býrakmýþtýr. Ali Alparslan’ýn özel olarak ilgilendiði ve icâzet verdiði talebesi Ali Toy nesta‘lik hattýnýn Türkiye’de en baþarýlý sanatkârlarýndandýr. Ali Toy’un nesta‘lik ve celî nesta‘lik çalýþmalarýnýn yanýnda çok baþarýlý modern, özgün hat uygulamalarý sanat çevrelerinde ilgi uyandýrmaktadýr. Tahsin Kurt da Ali Alparslan’ýn icâzet verdiði hattatlardandýr. Mehmet Hulûsi Efendi’nin önde gelen talebesi bestekâr ve tanbûrî Hâfýz Kemal Batanay nesta‘lik yazý alanýnda evinde hat meraklýsý gençlere karþýlýksýz meþk ve eserler vererek Türk nesta‘lik yazý ekolünün sürekliliðini saðlamýþtýr. Kemal Batanay’dan nesta‘lik icâzeti alan Muhittin Serin 1982’den beri eski yazý ve hat tasarýmý derslerini sürdürmektedir. Sadri Sayýoðullarý, Aynur Maktal ve Mehmet Memiþ de hat sanatlarý eðitimi veren günümüz sanatkârlarýndandýr. Türkiye’de bir kýsým çevrelerin ideolojik yaklaþým ve baskýlarýna raðmen hat sanatý alanýnda Menâkýb-ý Hünerverân, Tuhfe-i Hattâtîn, Gülzâr-ý Savâb ve Devhatü’l-küttâb gibi Osmanlý dönemi kaynak eserlerinin yeniden yayýmlanmasý yanýnda sayýlarý giderek artan akademik çalýþmalar, bilimsel kitaplar, konferans ve sergiler, hat yarýþmalarý Türkiye’de hat sanatýna olan ilgiyi daha da arttýrmýþtýr. Hat sanatlarý alanýnda genç hattatlarýn

ortaya çýkmasýnda Ýslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araþtýrma Merkezi’nin Ýstanbul’da 1986’da baþlattýðý, 2006’da yedincisi gerçekleþtirilen milletler arasý hat yarýþmasýnýn önemli payý vardýr. Bu kuruluþ hatla ilgili yayýmlanan ilmî eserler, düzenlenen konferanslar, yurt içi ve yurt dýþýnda hazýrlanan sergilerle Türkiye’de ve Ýslâm ülkelerinde hat sanatýnýn yeniden deðer kazanmasýnda tarihî bir görevi yerine getirmiþtir. Kubbealtý Kültür ve Sanat Vakfý, Türk Petrol Vakfý gibi kuruluþlar da bilimsel yayýnlar ve açtýklarý kurslarla hat sanatý alanýnda verimli ve kalýcý hizmetler yapmýþtýr. Cumhuriyet döneminde avukat Halil, mimar Refik, Baha, Galip, Esat Fuat beyler, Evrenoszâde Sâmi Bey, Ekrem Hakký Ayverdi, Aydýn Bolak, Mehmet Emin Barýn, Ziya Aydýn gibi duyarlý ve gayretli bazý iþ adamlarý Osmanlý hat eserlerinin yurt dýþýna kaçýrýlmasýný önlemek amacýyla hat koleksiyonlarý oluþturmuþ, yýpranmýþ eserleri tamir ve tezhip ettirerek Türk kültür hayatýna yeniden kazandýrmýþtýr. The Art News dergisinin araþtýrmasýnda dünyanýn en büyük 100 koleksiyoncusu arasýnda yer verdiði Erdoðan Demirören, Suna ve Ýnan Kýraç, Koç ve Sabancý aileleri zengin hat sanatý koleksiyonlarý ile tanýnmaktadýr. Bugün Türkiye çeþitli illerde bulunan kütüphane, müze ve camilerde, özellikle Ýstanbul’da Topkapý Sarayý Müzesi, Ýstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türk ve Ýslâm Eserleri Müzesi, Türk Vakýf Hat Sanatlarý Müzesi, Süleymaniye ve Beyazýt Devlet kütüphanelerinde sergilenen ve korunan kaynak niteliðinde el yazmasý eser, murakka‘ ve hat levhalarý ile çok zengin imparatorluk birikimine sahiptir. Bunlarýn dýþýnda Türkiye’de 1980’de kurulan ilk özel müze olarak bilinen Sadberk Haným Müzesi, Batý anlayýþýnda Sevgi Gönül’ün emeðiyle oluþan zengin koleksiyonlarýnýn arasýnda hilye-i þeriflerin öne çýktýðý hat sanatýnýn en güzel koleksiyonuna sahiptir. Emirgân Atlý Köþk’te bulunan zengin hat ve resim koleksiyonu 1998’de Sakýp Sabancý Müzesi adý altýnda müzeye dönüþtürülmüþ, ardýndan Sabancý Üniversitesi’ne baðlanmýþtýr. Bu müzede hat sanatýnýn tarihî süreci içinde geliþimini, eþsiz güzelliklerini gösteren, belgeleyen mushaf, cüz, murakka‘ ve özenle seçilmiþ hat levhalarý korunmakta ve sergilenmektedir. Türkiye’de geleneksel sanatlar alanýnda sürdürülen bunca çabaya raðmen sýk sýk deðiþen ve bir türlü hedefi belirlenemeyen eðitim öðretim sistemleri içinde yetiþen Cumhuriyet kuþaðý dinle kaynaþ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

mýþ olan yazýyý okuyup þekil güzelliði arkasýndaki mânayý kavrayamadýðý için yazý zevkinden ve kültüründen, özünden uzaklaþmýþ, böylece hat sanatýnýn þekil ve mâna bütünlüðü arasýndaki âhengi de bozulmuþtur. Üniversite çatýsý altýnda sürdürülen hat ve geleneksel sanatlar öðretimi fakülte bünyesinde geçmiþin sürekli sorgulanmasý, ideolojik yaklaþýmlar, fizikî imkânlarýn ve öðretim kadrosunun yetersizliði, çok yetenekli gençlerin iþ ve gelecek endiþesiyle diðer sanat dallarýna yönelmesi ve istihdam sorununun çözümlenmemesi gibi sebeplerle çaðdaþ sanat düzeyinde istenen baþarýya ulaþamamýþtýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

VGMA, Defter, nr. 950, s. 31-33; Türkiye Maarif Tarihi, I, 192-194; II, 1130; III, 2138-2141; Ýbnülemin, Son Hattatlar, s. 4-5; Ahmet Hamdi Tanpýnar, XIX. Asýr Türk Edebiyatý Tarihi, Ýstanbul 1956, s. 97-100; a.mlf., Yaþadýðým Gibi, Ýstanbul 2000, s. 28-39; Mümtaz Turhan, Kültür Deðiþmeleri, Ýstanbul 1969, s. 255-261; Yazý Devriminin 50. Yýlý Sergisi Kataloðu, Ankara 1979; M. Uður Derman, “Türk Hat Sanatýný Yaþatmalýyýz”, Birinci Millî Kültür Þurasý: 23-27 Ekim 1982, Ankara 1983, s. 379-382; a.mlf., “Hat Sanatýnýn Dünü, Bugünü, Yarýný”, Türkiye’de Sanatýn Bugünü ve Yarýný, I. Ulusal Sanat Sempozyumu (17-19 Nisan 1985), Ankara 1985, s. 411-414; a.mlf., “Medresetü’l-Hattâtîn’in Açýlýþýna Dair Mühim Bir Belge”, Antik Dekor, sy. 100, Ýstanbul 2007, s. 228-234; Ozanay Omur, “Geleneksel El Sanatlarýnýn Çaðdaþ Eðitimdeki Yeri”, Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Sempozyumu Konferanslarý, Eskiþehir 1995, s. 44-66; Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlý Asýrlarý, Ýstanbul 1999, s. 781-788; Muhittin Serin, Hat Sanatý ve Meþhur Hattatlar, Ýstanbul 2003, s. 197; Akademiye Tanýklýk 3: Gü-

zel Sanatlar Akademisine Bakýþlar: Dekoratif Sanatlar (ed. Ahmet Önder Gezgin), Ýstanbul 2003, s. 68-103; Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Ýstanbul 2005, s. 17-29, 52-56; Ýsmail Hakký Baltacýoðlu, “Ustadlar Ne Diyorlar: X. Necmeddin Okyayla Görüþtüm”, Yeni Adam, sy. 447, Ankara 1943, s. 6-7; sy. 448 (1943), s. 6-7, 11; Ýbrahim Ateþ, “Vakýf Hattat Okulu”, VD, XXII (1991), s. 514; Gülbün Mesârâ, “A. Süheyl Ünver’in Medresetü’l-Hattâtîn Yýllarý ve Ötesi”, Antik Dekor, sy. 17 (1992), s. 60-64; Mustafa Cezar, “Türkiye’nin Çaðdaþlýk Yoluna Iþýk Tutan Yüksek Öðretim Kurumlarýndan Akademi”, Sanat Çevresi, özel sayý, sy. 4, Ýstanbul 2003, s. 10-27; Kerim Silivrili, “Güzel Sanatlar Akademisinden Anýlar”, a.e., s. 78-83; Sitare Turan Bakýr, “Geleneksel Türk Sanatlarýnda Eðitim Serüveni”, a.e., s. 90-93; “Türkiye ve Dünyadaki En Büyük 100 Sanat Koleksiyoncusu”, Antik Dekor, sy. 10 (2007), s. 48-57.

ÿMuhittin Serin

Geleneksel Türk El Sanatlarý. Genelde “insanlarýn temel ihtiyaçlarýný karþýlamak amacýyla toplumun gelenek ve göreneklerine dayalý, basit alet, el emeði ve becerisiyle ortaya çýkan güzel ve yararlý iþ” ola-

rak tanýmlanmýþtýr. Ýnsanlýðýn binlerce yýllýk kültür, birikim ve deneyimine dayanan el sanatlarý milletlerin inanç, zevk ve yaþam tarzýndan etkilenerek zenginleþmiþ, kökleþmiþ, halk tarafýndan sevilmiþ, büyük bir emekle iþlenmiþ, korunmuþ ve nesilden nesile aktarýlmýþtýr. Böylece geleneksel özelliði kazanan el sanatlarý toplumda ortak bir ruh, güçlü bir duygu ve düþünce birliði oluþturmuþ, toplumun süreklilik bilincini canlý tutmuþtur. Yüzyýllara göre konu, kullanýlan doðal madde, uygulanan teknik ve üslûp bakýmýndan farklýlýk gösteren geleneksel Türk el sanatlarý maden, ahþap, çini, seramik, dokuma, halý, kilim, ev sanatlarý, halk sanatlarý, kuyumculuk, cilt, ebru, minyatür ve hat gibi çok geniþ bir alana yayýlmýþtýr. Ustalýk, yoðun emek ve iþ terbiyesi gerektiren, halkýn kültür, zekâ, zevk ve yaratýcýlýðýný yansýtan bu sanat ürünleri arasýnda basit, sade iþler olduðu gibi büyük bir hünerle yapýlmýþ, dünya sanatlarý ölçüsünde estetik deðer taþýyan eserler de bulunmaktadýr. Geleneksel Türk el sanatlarýnýn kökleri Hun, Göktürk, Uygur gibi eski Türk devletlerine kadar uzanmaktadýr. Orta Asya’da yapýlan arkeolojik çalýþmalar sonunda elde edilen metal, ahþap, taþ, seramik ve dokuma ürünleri burada zengin el sanatlarýnýn ve yüksek bir kültürün varlýðýný göstermektedir. Türkler’in müslüman olmasý ve Abbâsîler döneminde Orta Asya’dan devþirilen Türk unsurlarý ile beraber Orta Asya Türk sanatýnýn Ýslâm sanatýnda izleri görülmeye, Türk sanatý da Ýslâmî bir kimlik kazanmaya baþlamýþtýr. Bu sanat tecrübesi ve bilgi birikimi Büyük Selçuklular devrinde Ýran ve Irak’ta yöresel kültürlerden etkilenerek geliþmiþtir. Ýpek yolu üzerinde çok önemli bir konumunda bulunan Anadolu’ya göç eden Türkler, kendi gelenek ve göreneklerini Anadolu uygarlýklarýnýn kültürleriyle kaynaþtýrýp el sanatlarýnda yeni bir senteze ulaþmýþ, Anadolu’nun kültürel yapýsýný oluþturmuþtur. Türk el sanatlarý geleneðini uzun bir Anadolu Selçuklu tecrübesinden sonra devralan Osmanlýlar, sanata ve sanatkâra her türlü desteði ve imkâný saðlayarak geleneksel el sanatlarýný en üst düzeye ulaþtýrmýþtýr. Saray teþkilâtýnda yer alan ve çeþitli bölüklerden oluþan ehl-i hiref teþkilâtlarýnda her türlü sanatý icra eden seçkin ustalarý görev yapmýþ, bu yüksek saray kültürü içinde el sanatlarý yeni üslûp ve tarzlar kazanarak hýzlý bir geliþme göstermiþ, büyük sanatkârlar yetiþmiþtir. Osmanlý toplumunda geleneksel el sanatlarýnýn Ýstanbul ve Anadolu’nun çeþitli yörelerinde Avrupa’yý

da etkileyen inceliðe ulaþmasýnda saray ve paþa konaklarýnýn desteði kadar Ahîlik ve lonca örgütünün de büyük etkisi olmuþtur. Tanzimat’la baþlayan Avrupaî zevk, dekor, giyim ve hayat tarzýnýn benimsenip yayýlmasý ve kültür deðiþimleri geleneksel Türk el sanatlarýný derinden etkilemiþ, bu olumsuzluklar bazý el sanatlarýnýn yok olmasýna veya yozlaþmasýna sebep olmuþtur. Hat, tezhip, minyatür, cilt, ebru, çini, halý, kilim gibi geleneksel el sanatlarý Medresetü’l-hattâtîn ve onun Cumhuriyet döneminde devamý sayýlan kurumlarda varlýðýný sürdürmüþtür. Bir kýsým el sanatlarý ise ev, çarþý, dükkân ve atölyelerde ustaçýrak iliþkisiyle sürekliliðini korumuþ, böylece el sanatlarý alanýndaki bu zengin imparatorluk mirasý Cumhuriyet dönemine aktarýlmýþtýr. Anadolu’nun her yöresinde el sanatlarý görülmekle birlikte ham madde özellikleri, motif, renk ve teknik bakýmýndan bir kýsým bölgelerde bazý el sanatlarý daha çok geliþme göstermiþ, yöresel kültürleri yansýtmýþtýr. Uþak, Kayseri, Bünyan, Milas, Hereke, Yaðcýbedir, Sivas, Gördes ve Isparta halý ve kilim dokumacýlýðýnda; Ýznik, Kütahya, Çanakkale çini ve seramik; Gaziantep el sanatlarý ve Kahramanmaraþ demircilik gibi sanatlarda öne çýkan yörelerdir. Cumhuriyet’in ilk yýllarýnda kýrsal alanda yaþayan halkýn çoðu günlük ihtiyaçlarýný el emeðine dayalý ürünlerle gidererek ülke ekonomisine büyük ölçüde katkýda bulunmuþtur. Fakat zamanla artan nüfus, köyden þehre yapýlan yoðun göçler, teknolojik ilerlemeler, bilgisayar donanýmlý makine ve tezgâhlar, yeni malzeme araç ve teknikler el sanatlarýnda endüstrileþmeyi zorunlu kýlmýþ, seri üretime geçilmiþtir. Cumhuriyet devrinde hazýrlanan kalkýnma plan ve programlarýnda esnaf ve sanatkârlarýn desteklenmesi yanýnda orta, yüksek öðrenim ve Güzel Sanatlar fakültelerinin Geleneksel Türk El Sanatlarý bölümlerinde el sanatlarý alanýnda teknik bilgiler kazanmýþ, yeni tasarýmlar yapabilen, yaratýcý genç sanatkârlarýn yetiþmesi, böylece bu sanatlarýn gelecek kuþaklara taþýnmasý hedefleri de yer almýþtýr. Bu çabalara raðmen sanayileþme ile beraber el sanatlarýnda görülen bozulmanýn önüne geçilememiþtir. Sabýr ve büyük bir ustalýkla ortaya çýkan yüksek kalite seri üretimle bozulmuþtur. Doðal boyalarýn yerini sentetik, kimyasal boyalarýn almasý, renk, motif ve motifleri oluþturan unsurlarda görülen bozulmalar dünyaca ünlü Uþak, Kayseri, Hereke, Yaðcýbedir ve Isparta gibi yörelerde dokunan halý ve ki-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

581


TÜRKÝYE

limlerin kendine özgü güzelliðini kaybettirmiþtir. Müzelerde sergilenen, camileri süsleyen, yüksek sanat deðeri taþýyan eski seramik ve çinicilik sanatý geleneksel usulde bugün Ýznik, Kütahya ve Çanakkale yöresinde sürdürülmekle beraber renk, desen, malzeme ve kalite yönüyle Osmanlý dönemi seviyesine ulaþamamýþtýr. Ýstanbul, Trabzon, Midyat, Diyarbakýr, Van ve Beypazarý’nda altýn, gümüþ ve bakýr üzerinde kakmacýlýk sanatý dökme, dövme, oyma, kabartma, savatlama ve telkâri gibi tekniklerle bugün de sürdürülmektedir (bk. SAVAT). Cumhuriyet döneminde Ýstanbul Kapalý Çarþý esnafýndan Ziya Oygan Bey, devlet adamlarý için yaptýðý hediyelik eþyalar ve yarýþma kupalarý ile tanýnan gümüþ kakmacýlýk sanatýnýn önde gelen ustalarýndandýr. Onun kalfasý Hüseyin Azmi Baykal ve Refik Ertürker bu sanatý günümüzde ustalýkla yürütmektedir. Türkiye’de geleneksel sanatlara ilgi ve desteðin azaldýðý bir dönemde M. Zeki Kuþoðlu güçlü sanatkâr kiþiliðiyle gümüþ kakmacýlýk sanatýný eserlerinde yeniden canlandýrmýþ ve sanat çevrelerinde tanýtmýþtýr. Ýnce marangozluk iþlerinin sedef, fildiþi, kemik, baða gibi maddelerle süslenmesi olan sedefkârlýk sanatý Osmanlýlar döneminde klasik çaðýna ulaþmýþ geleneksel Türk el sanatlarýndandýr (bk. SEDEFKÂRLIK). Sedefçilik XVIII ve XIX. yüzyýllarda yok olmak üzere iken kendisi de usta bir marangoz olan II. Abdülhamid’in Yýldýz Sarayý’nda kurduðu sedefhane atölyesinde çalýþan ustalarýn verdiði eserlerle tekrar canlanmýþtýr. Bu atölyeye kolaðasý olarak tayin edilen Topkapý Sarayý Hýrka-i Saâdet Dairesi kapýlarýnýn ustasý Vâsýf Sedef Usta, sedefçilik sanatýnýn bütün inceliklerini Cumhuriyet döneminde Beþiktaþ’ta açtýðý atölyesinde ve 1936’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Þark Tezyînî Sanatlarý Þubesi’nde Ýsmail Yümni Sonver ile yeni kuþaklara aktarmýþtýr. Bu dönemde yetiþen sanatkârlar arasýnda Nerses Semercioðlu sedefkârlýk sanatýnýn son temsilcilerindendir. Bugün yaptýðý sedef kakma eserleriyle ün kazanan M. Zeki Kuþoðlu ve Salih Balakbabalar sedefkârlýk sanatýný sürdürmektedir. Salih Balakbabalar’ýn özellikle abanoz, ceviz üzerine sedef, fildiþi ve baða ile oyma ve kakma teknikleriyle harf bünyelerini bozmadan yaptýðý celî hat kompozisyonlarý, altýn ve gümüþ takýlar, rahleler sedefkârlýk sanatýnýn en güzel örneklerindendir. Günümüzde Türkiye’de süsleme sanatlarý içinde daha çok ilgi gören ve klasik deðerlerini yeniden bulma yönünde iler582

leyen tezhip sanatý Medresetü’l-hattâtîn’de ve onun devamý olan kurumlarýn programlarýnda yer almýþ, Tâhirzâde Hüseyin, Yeniköylü Nûri Ulunay, Bahâeddin Tokatlýoðlu, Ýsmail Hakký Altunbezer, Yusuf Çapanoðlu, Feyzullah Dayýgil, Münevver Üçer, A. Süheyl Ünver ve Mihriban Sözer’in büyük emek ve gayretleriyle yeni kuþaklara aktarýlmýþtýr. Özellikle Ýsmail Hakký Altunbezer’in öðrencileri olup Cumhuriyet dönemi tezhip sanatýnýn yeniden canlanmasýnda öncülük eden iki büyük sanatkâr Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt, Þark Tezyînî Sanatlarý Þubesi’nde görev yapmýþ, günümüz tezhip sanatýnýn ustalarýný yetiþtirmiþtir. 1967’den sonra öðrenci olmadýðý için kapanan bu bölüm, 1976’da Geleneksel Türk El Sanatlarý Kürsüsü adýyla yeniden açýlmýþtýr. Burada Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt’un öðrencileri Tahsin Aykutalp tezhip, Kerim Silivrili çini desenleri derslerini sürdürmüþlerdir. Bugün ayný bölümde Rikkat Kunt’un yetiþtirdiði Faruk Taþkale tezhip eðitimini yürütmektedir. Yüksek Öðretim Kurulu yasasý ile bazý üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinde Geleneksel Türk El Sanatlarý bölümleri açýlmýþtýr. A. Süheyl Ünver, Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt’tan icâzet alan Ýnci A. Birol, Çiçek Derman ve bu hocalarýn izinde giden Gülnur Duran, Ayþe Üstün, Arzu Tozlu, Celalettin Karataþ çeþitli üniversitelerde görev yapmakta, klasik üslûpta güzel eserler vermektedir. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde görev yapmýþ olan A. Süheyl Ünver’in yetiþtirdiði öðrencilerden Cahide Keskiner, Gülbin Mesara, Melek Antel, Ülker Erke, Semih Ýrteþ ve Mamure Öz, Cumhuriyet döneminde öne çýkan tezhip sanatkârlarý arasýndadýr. Ayrýca tezhip alanýnda yetiþmiþ pek çok genç sanatkâr kendi atölye, vakýf, dernek ve belediyelerin açtýðý kurslarda tezhip sanatý eðitimi vermektedir. Klasik Osmanlý cilt sanatý da hat ve tezhip sanatlarý gibi Medresetü’l-hattâtîn’in devamý olan kurumlarýn programýnda yer almýþ, eðitim ve öðretimini bugüne kadar sürdürmüþtür. Bahâeddin Tokatlýoðlu, Sâmi Necmeddin (Okyay), Sacit Okyay, Mehmet Emin Barýn, günümüzde ünlü mücellit Ýslâm Seçen, Cumhuriyet dönemi klasik cilt sanatýný yeni kuþaklara öðreten sanatkârlardandýr. Ýslâm Seçen’in yetiþtirdiði Habip Ýþmen, Kâzým Hacýmeyliç, Gürcan Mavili, Ali Kunduracý da bu sanatý geleneksel usulde sürdüren sanatkârlar arasýndadýr. Türk geleneksel sanatlarý arasýnda ilgi gören ebru sanatý Buhara’dan Ýstanbul’a göç eden Þeyh Sâdýk ve

oðlu Edhem efendilerin yetiþtirdiði öðrencilerle yeni bir döneme girmiþtir. Klasik tarzda ebru yapma sanatýný Þeyh Edhem Efendi’den öðrenen Mehmed Necmeddin Okyay, “Necmeddin ebrusu” adý verilen kendi tarzýný geliþtirerek bu sanat alanýnda yeni bir çýðýr açmýþtýr (bk. EBRU). Bu tavrý daha da ileri seviyeye ulaþtýran talebelerinden Mustafa Düzgünman, Türkiye’de ebru sanatýnýn meraklý genç nesil arasýnda yayýlmasý ve sevilmesinde büyük çaba harcamýþtýr. Pek çok el sanatýnýn yanýnda sanatkâr kiþiliðini renk, desen ve kompozisyon olarak ebru sanatýna da yansýtan neyzen Niyazi Sayýn günümüzde bu sanatýn iyi temsilcilerindendir. Genç nesil arasýnda Timuçin Tanarslan, Feridun Özgören, Alparslan Babaoðlu, Sadrettin Özçimi, A. Hikmet Barutçugil kendi yorumlarýný da katarak ebru sanatýný bugün yaþatan sanatkârlardýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatý, Ýstanbul 1972, s. 111; H. Örcün Barýþta, Türk El Sanatlarý, Ankara 1988, s. 1; a.mlf., “Günümüzde El Sanatlarý Eðitimi Yapýlan Yüksek Öðrenim Kurumlarý ve Bu Kurumlarca Yapýlan Süreli Yayýnlarla Belirlenen Eðitim Kurumlarý Dýþýnda Uygulanan El Sanatlarý Üzerine”, V. Türk Kültürü Kongresi: Cumhuriyetten Günümüze Türk Kültürünün Dünü, Bügünü ve Geleceði-El Sanatlarý (haz. Þebnem Ercebeci), Ankara 2005, XIII, 1-8; H. Glassie, Günümüzde Geleneksel Türk Sanatý (trc. Süha Oðuzertem), Ýstanbul 1993, s. 39; a.mlf., Turkish Traditional Art Today, New York 1994; Sitare Turan Bakýr, “Geçmiþten Günümüze Türk Çini Sanatýnda Tasarým”, 2000’li Yýllarda Türkiye’de Geleneksel Türk El Sanatlarýnýn Sanatsal, Tasarýmsal ve Ekonomik Boyutu Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1999, s. 75-81; Ýnci A. Birol – Çiçek Derman, Türk Tezyini Sanatýnda Motifler, Ýstanbul 2001; Halil Ýnalcýk, Þâir ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir Ýnceleme, Ankara 2005, s. 10; Taciser Onuk – H. Feriha Akpýnarlý, “Cumhuriyetten Günümüze El Sanatlarýnýn Doðuþu, Geliþimi Sosyal Kültürel Eðitim ve Ekonomik Ýliþkileri Bakýmýndan Bugünkü Durumu ve Geleceði”, V. Türk Kültürü Kongresi, XIII, 27; M. Zeki Kuþoðlu, Gelenekten Geleceðe Köprü Ýnsanlar, Ýstanbul 2006, s. 146157, 160-162; Ayþe Üstün, “Türk Tezhip Sanatý”, ÝSMEK Türk Kitap Sanatlarý Sempozyumu Bildirileri, Ýstanbul 2007, s. 32-47; Sadrettin Özçimi, “Geçmiþten Geleceðe Türk Ebru Sanatý”, a.e., s. 57; “Bir Haným Sanatkarýmýz, Rikkat Kunt Kendi Ýfadesiyle Hayat Hikayesi”, Sandoz Bülteni, sy. 18, Ýstanbul 1985, s. 10.

ÿMuhittin Serin

Mûsiki. Osmanlýlar’da Tanzimat ve Meþrutiyet dönemleri, müzik üzerinden de izlenebilecek olan, Türk mûsikisinin üstünde geri dönülmeyecek bir üslûp ve tarz farklýlaþmasýna yol açmýþtýr. Esasen baþka sanat dallarýnda da görülen biçim ve içerik deðiþimleri, XX. yüzyýlýn baþlarýn-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

dan itibaren Cumhuriyet’e geçiþi hazýrlayan þartlarýn etkilerini yansýtmaktadýr. Muzýka-i Hümâyun kanalýyla II. Mahmud döneminden itibaren ülkeye giren Batý notasý ve Batý müzik repertuvarý, bu müziðin ilk temsilcileriyle birlikte baþta askerî kurumlar olmak üzere birçok alana yayýlmýþ, bu tarz çeþitli formlarda marþ, mazurka, polka gibi popüler örnekler yoluyla dinleyicisini oluþturmaya baþlamýþtýr. Çeþitli imparatorluklarýn çözülmeye baþlamasýnýn da etkisiyle bölgesel ve daha geniþ savaþlar cereyan etmekte, bununla birlikte milliyetçilik akýmlarý da yükselmektedir. Bu dönemde ülkede resmî iltifat gören Batý müziðinin yaný sýra geleneksel müziðin de önemli birikiminin yaþadýðýna ve güçlü bestekârlar eliyle aktarýldýðýna iþaret etmek gerekir. Zekâi Dede gibi klasik üslûbu devam ettiren bestekârlardan Hacý Ârif Bey ve Rahmi Bey gibi velûd þarký bestekârlarýna, Tanbûrî Ali Efendi’den yenilikçi Tanbûrî Cemil ve Ûdî Nevres beylere uzanan bu müzisyenler zinciri eliyle geçmiþ kültür ürünleri yeni üretilen melodik yapýlara dönüþerek halka mal olmayý sürdürmektedir. Her ne kadar Türk mûsikisi formlarý küçülüp þarký formu öne geçmekte ve Batý müziðinin melodik-ritmik etkisi eserlere yansýmaktaysa da bu karþýlaþmanýn daha çok kendini farketme, hatta korumaya çalýþma anlamýný taþýdýðý söylenilebilir. Müziðin kendisinin yaný sýra düþünce hayatýndaki etkileri baðlamýnda da bu etkileþimin izlenebilmesi dönem yayýn-

Osmanlý’dan Cumhuriyet’e geçiþ sürecindeki popüler müzik formlarýndan olan kanto nota kapaðý

larýnda çoðunlukla polemiðe dönüþen üslûplardan anlaþýlmaktadýr. O dönemin müzik yayýnlarýndan bütün bu daðýnýklýk ve tartýþmalarý izleyebilmek mümkündür. Ayný dönemde yaygýnlýkla dinlenen ilk kayýt örnekleri, baþta Tanbûrî Cemil Bey gibi virtüoz bir sâzende olmak üzere çeþitli icracýlar tarafýndan halka ulaþtýrýlmakta ve sözel kültür basýlarak yayýlan müzik neþriyatýna paralel þekilde dinleyiciyle buluþmaktadýr. XX. yüzyýlýn baþýnda hürriyetin ilânýnýn saðladýðý coþkulu ortamda Rauf Yektâ Bey, Hoca Mehmet Râkým Bey (Elkutlu), Muallim Ýsmâil Hakký Bey gibi geleneði sürdüren bestekârlarýn bestelediði marþlara, sayýsý gittikçe artan mûsiki cemiyetlerinin repertuvarýna ve daha popüler tarzdaki operet, kanto gibi müzik formlarýna bakýldýðýnda çok farklý örneklerden oluþan bir yelpaze göze çarpmaktadýr. Bu arada Dârülfeyz-i Mûsiký, Dârülmûsiký-i Osmânî, Dârütta‘lîm-i Mûsiký gibi sivil müzik topluluklarý yoluyla geleneksel müzik toplumun çeþitli katmanlarýnda yaygýnlaþmakta ve Dârülbedâyi, Dârülelhan gibi resmî kurumlar aracýlýðýyla da müziðin muhafaza edilmesi ve ileriki kuþaklara aktarýlmasý hedeflenmektedir. I. Dünya Savaþý’nýn güç þartlarýnda fazla ayakta kalamayan Dârülbedâyi’nin temsil kolu kapandýktan sonra mûsiki bölümü bir müddet devam etmiþtir. Daha sonra bestekâr Yûsuf Ziyâ Paþa baþkanlýðýnda bir mûsiki encümeni kurularak Dârülelhan adýný taþýyan ilk konservatuvarýn temeli atýlmýþtýr. Bu kurum, Ýstanbul Belediye Konservatuvarý adýný alarak yakýn müzik tarihinde belirleyici bir rol oynayacaktýr. 1923’te Mûsiki Encümeni’nin laðvedilip Dârülelhan’a Batý müziði derslerinin konmasý, müziðin çeþitli alanlarýnda yayýnlar yapýlmasý ve konserler verilmesi, yöneticilerin ve Ýstanbul halkýnýn coþkuyla bu etkinlikleri takip etmesi gibi geliþmelerin ardýndan 1926’da etkileri ileriki yýllarda daha da hissedilecek olan Türk mûsikisi eðitimine bir yasak getirilir. Türk mûsikisi yasaðý, kurumdaki geliþmeler açýsýndan ve genelde tartýþýlmakta olan alafrangaalaturka mûsiki ikileminin açýða çýkmasýndan dolayý denilebilir ki bugünün mûsiki ortamýnda bile etkisi hissedilen çok önemli bir olaydýr. 1923’te yapýlan bir yarýþma sonucunda Ýstiklâl Marþý’nýn Ali Rýfat Bey’e (Çaðatay) ait acem-aþiran makamýndaki bestesi birinciliði kazanmýþ, ardýndan fazla alaturka bulunarak farklý bestekârlarýn marþlarý çeþitli bölgelerde okutulmaya baþlanmýþtýr. Bu süreç, Ankara’da hâkim olacak Batý

müziði cereyanlarýnýn etkisiyle 1930 yýlýnda Osman Zeki Bey’in (Üngör) bugün icra edilen marþýnýn kabulü yolundaki kararla tamamlanmýþtýr. Bu arada Ýstanbul’dan Ankara’ya nakledilen eski Muzýka-i Hümâyun kadrolarý, Osman Zeki Bey baþkanlýðýnda Riyâseticumhur Orkestra ve Bandosu olarak teþkilâtlanmýþ, Riyâseticumhur Fasýl Heyeti serhânende Hâfýz Yaþar’ýn ve dönemin ünlü mûsikiþinaslarýnýn iþtirakiyle bilhassa Mustafa Kemal’in özel meclislerinde mûsiki icra eden bir topluluk hüviyetini almýþtýr. Önce 1932’de Maarif Vekâleti’ne geçen, daha sonra yapýlanmasý deðiþtirilip farklý þeflerle geliþtirilen orkestranýn günümüzde Cumhurbaþkanlýðý Senfoni Orkestrasý’nýn baþlangýcý olduðu söylenebilir. Riyâseticumhur Fasýl Heyeti ise Atatürk’ün ölümünden sonra teþkilâtlanamadan daðýlmýþtýr. 1924’te Maarif Vekâleti’ne baðlý Mûsiki Muallim Mektebi’nin kurulmasýyla Ankara’da resmî müzik eðitimi için bir adým atýldýðýna tanýk olunur. Osman Zeki Bey’in müdürlüðünü yaptýðý bu mektebin kurulmasýyla okullarda öðretilen Türk mûsikisi yerine Batý müziði öðretecek eleman yetiþtirilmesi hedeflenmiþ ve yurt dýþýna öðrenci gönderilmeye baþlanmýþtýr. Mûsiki Muallim Mektebi’nde Riyâseticumhur Filarmoni Orkestrasý’nýn elemanlarýndan ders veren hocalar daha sonra Gazi Eðitim Enstitüsü’nün açýlmasýyla oraya nakledilmiþtir. Bu kurum, 1936’da kurulacak Ankara Devlet Konservatuvarý’nýn hazýrlayýcýsý niteliðinde çok sayýda eðitimci yetiþtirmiþtir. Bu arada yurt dýþýnda müzik eðitimi alan gençler 1930’lardan itibaren yurda dönerek bu kurumlarda görevlendirilmiþ, bunlar genç Cumhuriyet’in yeni müzik yapýlanmasýna katkýda bulunmuþtur. 1926’da Ýstanbul’da Dârülelhan’da Türk müziði eðitiminin yasaklanmasý ile eþ zamanlý olarak baþlatýlan Anadolu’nun çeþitli yörelerinden türkü derleme gezileri bir baþka açýdan bu yeni müzik yöneliminin tamamlayýcýsý kabul edilebilir. Burada amaç, hem Cumhuriyet’le birlikte önem kazanan folklorik malzemeleri toplamak hem de Batý müziði eðitimi alan genç bestecilere millî motifler saðlamaktýr. Bu dönemden günümüze ulaþmýþ önemli bir etki de baþýndan beri yörelerine göre farklýlýklar göstermekle birlikte yan yana yer alan, hatta birbirine kaynaklýk eden anonim karakterli kýrsal mûsiki ile daha sonralarý sanat müziði diye adlandýrýlacak geleneksel mûsikinin farklý adlarla tamamen farklý enstrüman ve icracýlar kanalýyla ayrýþmasýdýr. 1920’lerin baþýnda Ege tarafýn-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

583


TÜRKÝYE

da yapýlan ve Yurdumuzun Naðmeleri adýyla kitaplaþtýrýlan ilk derleme gezisi, ardýndan Dârülelhan heyetlerinin 1926’dan itibaren yurdun çeþitli bölgelerine yaptýklarý derleme gezileri ve 1930’lardan sonra Ankara Konservatuvarý’nýn düzenlediði geziler halk mûsikisi için yapýlmýþ temel çalýþmalar arasýnda anýlabilir. Anadolu’nun en eski kültürlerinden ve Orta Asya Türk kültüründen beslenerek tarihin, coðrafyanýn her türlü müdahalesini konularýna ekleyerek günümüze ulaþan folklor mûsikisi bugün konservatuvarlarda ayrý bir bölüm halinde ele alýnmakta, farklý tasnif ve notalama ile öðretilmektedir. Teknik bakýmdan formlarý uzun ve kýrýk havalar þeklinde bölümlenen, icra üslûbu ve naðme kalýplarýyla ayrý bir tarz telakki edilen halk mûsikisinde makam kavramýnýn karþýlýðý olarak ayak, usullerin yerine de çeþitli ritim gruplarý kullanýlmaktadýr. Cumhuriyet’in ilân edildiði yýllarda yerli mûsikinin mevcut kaynaklarýnýn, özel meþkhâne ve cemiyetlerde devam ettirilen mûsiki faaliyetleriyle ve giderek artan basýlý müzik yayýnlarý, metot ve nazariyat kitaplarýyla, çok raðbet gören taþ plak kayýtlarý yoluyla varlýðýný korumaya ve 1924’te Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’yla baþlayan yeni düzenlemelerin getirdiði þartlara direnmeye çalýþtýðý söylenebilir. 1925’te tekkelerin ve bu ortamlarda yaþayan müzik kanallarýnýn kapatýlmýþ olmasýnýn, 1926’daki Türk müziði eðitim yasaðýnýn, ülkede geliþen Türk müziði karþýtý zihniyetin ve en son 1930’larýn baþýnda radyo yayýnlarýndan Türk müziðinin kaldýrýlmasýnýn bütün bu olumsuz þartlarý desteklediði ve birbirini tamamladýðý görülmektedir. 1932’de ezanýn Türkçeleþtirilmesi ve Ayasofya’da Türkçe okunan Kur’an’ýn radyodan naklen yayýmlanmasý, ayný tarihlerde kurulan Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti, Türk Dili Tedkik Cemiyeti ve halkevleri bu ilk dönem sanat ve kültür yaklaþýmlarýna yön veren kuruluþlardýr. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yýlý münasebetiyle görkemli törenler yapýlmýþ, “Türk beþleri” diye anýlacak olan bestecilerden Cemal Reþit Bey (Rey) bugün de icra edilen 10. Yýl Marþý’ný bestelemiþtir. 1934’te Ankara’da kurulan Devlet Mûsiki ve Temsil Akademisi bugünden bakýnca mûsiki inkýlâbýný karara baðlamak için oluþturulan bir kuruldur. Kesin bir kurul kararý alamamasýna raðmen bu kurul Özsoy, Bayönder, Taþbebek gibi ilk dönem operalarýnýn da bestelenmesini içeren birçok sesli müzik sürecinin uygulamasý olarak yakýn tarihimizdeki yerini alýr. 1930’larýn ortalarýnda yurt dýþýndan gelen Paul Hindemith, 584

Ernst Praetorius, Lohmann gibi müzik eðitimcileriyle Macar bestecisi Bela Bartok, Ankara’da yerleþmekte olan çok sesli müzik ortamýna katkýda bulunmuþlardýr. Ýstanbul’da ise konservatuvarda süren Batý müziði eðitimi ve orkestrasý, þehir bandosu ve Kadýköy Þark Müziði Orkestrasý, çeþitli operet gruplarý gibi topluluklar eliyle sürdürülen müzik ortamýnda Türk mûsikisi görünür olmaktan çýkarak ancak meraklýlarýn ve Türk mûsikisi taraftarý entelektüellerin zihninde, hususi hayatlarýnda devam etmektedir. Ýlk zamanlarda çok kýsýtlý sürelerde Türk müziði yayýný yapan radyonun icra kalitesi ve repertuvarý açýsýndan giderek geliþen neþriyatý da mûsikiyi topluma ulaþtýran önemli bir vasýta niteliðini taþýmaktaydý. Geleneksel müziðin modern Türk müzikolojisine kavuþmasýnýn öncülerinden müzikolog ve bestekâr Rauf Yektâ Bey ve onun kurduðu nazarî temelleri kendisinin 1935’teki ölümünden itibaren deðiþtirerek yaygýnlaþtýran Hüseyin Sadeddin Arel ve Mehmet Suphi Ezgi, Türk mûsikisi eðitiminin yasak olduðu yýllardaki ilmî çabalarýyla anýlmasý gereken isimlerin baþýnda gelir. Onlarýn gayretleriyle bugün sürdürülen notalama, ses sistemi ve nazarî yaklaþýma geçilmiþtir. 1943’te Ýstanbul Belediye Konservatuvarý’nda kýsýtlý bir kadroyla eðitimine ve Ýcra Heyeti yoluyla konserlere baþlanabilen Türk müziðinin 1975 yýlýna kadar devlet katýnda bir destekten mahrum kaldýðýný söylemek gerekir. 1975’te Kültür Bakanlýðý’na baðlý olarak bir Türk Mûsikisi Devlet Konservatuvarý ve Devlet Klasik Türk Müziði Korosu’nun kurulmasý bu yasaðýn fiilen sona erdiði tarih diye kabul edilebilir. 1983’te Türk Mûsikisi Devlet Konservatuvarý, Ýstanbul Teknik Üniversitesi’ne baðlandýktan sonra hocalarýna akademik sta-

tüye geçiþ yolu açýlmýþ, kompozisyon, halk oyunlarý, müzikoloji gibi bölümler eklenerek yüksek lisans ve doktora programlarýna geçilmiþtir. Ardýndan Ýzmir, Gaziantep ve baþka illerde açýlan, ancak Batý müziði eðitimi veren konservatuvarlara nazaran çok az sayýda olan müzik kurumlarý eliyle yerli mûsikiyi öðrenen gençler yetiþmiþ, çeþitli seslendirme topluluklarýnýn artmasýyla geniþ ölçüde Türk mûsikisi kadrolarý oluþmuþtur. Ancak farklý kurumlarda öðretilmeye çalýþýlan müzik türlerinin esasen bu farklýlýðýn ayrýmcýlýða dönüþtüðü, birbiriyle etkileþmeyen, bilgi alýþveriþi yapmayan bir zihniyeti beslemeye devam ettiði unutulmamalýdýr. Cumhuriyet dönemi mûsikisine bestekârlar ve üretilen besteler açýsýndan bakýldýðýnda geçmiþ mûsiki mirasýnýn korunmasýný hedefleyen çalýþmalarýn giderek azaldýðý, daha sonra adýna Türk sanat müziði denen ve eski eserlerin basitleþtirilip popüler amaca hizmet eden bir þekle sokulduðu görülmektedir. Cumhuriyet’in ilk yýllarýnda hayatta olan Muallim Ýsmâil Hakký, Ali Rifat (Çaðatay), Ûdî Sedat (Öztoprak), Tanbûrî Refik (Fersan), Mesut Cemil (Tel) beyler gibi gelenekten beslenen bestekârlarýn ardýndan Ahmet Cevdet Çaðla, Yesâri Âsým Arsoy, Emin Ongan, Münir Nurettin Selçuk gibi meþhur icracý-bestekârlarýn geldiði ve geniþ halk kitleleri tarafýndan benimsenen, daha modern üslûplu eserler besteledikleri söylenilebilir. Bu bestekâr kuþaðýnýn arasýndan Selahattin Pýnar’ýn þarký formunu bol naðmeli ve süslemeli kullanýmýyla piyasa tavrýna yaklaþtýran eserleri ve Sadettin Kaynak’ýn genelde halk müziðini referans alan, usul ve makam geçkilerini sýkça kullanan tarzdaki eserleri halkýn bu müzikle baðýný sýkýlaþtýran örnekler olarak dikkat çekmektedir.

“Türk Beþleri” adýyla bilinen besteciler: Adnan Saygun, Ferit Alnar, Necil Kâzým Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Cemal Reþit Rey

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

Çoðunlukla þarkýlardan oluþan bu repertuvarýn örnekleri “fasýl” adý altýnda yeniden düzenlenip gerek gazino gibi eðlence mekânlarýnda gerekse Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nda ve son dönemde özel kanallarda yer almaktadýr. Ayný þekilde halk müziði repertuvarýnýn da klasik örnekleri giderek terkedilmekte, bunlarýn yerine imitasyon karakterli bestelerin icralarýna aðýrlýk verilmektedir. Türk mûsikisi, özellikle ilk dönemlerde mûsiki cemiyetleri ve deðiþen toplum yaþayýþý içinde etkisi artan piyasa fasýl müziði ve yapýlan alaturka-alafranga polemikleri gibi kanallarla daðýnýk, çeþitlenmiþ ve yozlaþmaya aday bir görüntü sergilemiþ, Cumhuriyet’in baþlarýnda yaþanan yasaklama da ayrýþmalarýn derinleþmesine yol açmýþtýr. Bu ayrýþmalarýn ve yozlaþmalarýn sonuçlarý, günümüzde önüne geçilemeyen hýzdaki popülerleþme olgusu ve iletiþim kanallarýnýn yaygýnlaþmasý vasýtasýyla daha açýk görülebilmektedir. Türk mûsikisinin alanýnda imiþ gibi görünen popüler müzik parçalarý geleneksel mûsikinin makam ve ritimlerinin kullanýlmasýndan dolayý yaygýnlaþmýþ, ancak sanat deðeri ve kalýcýlýk açýsýndan geçmiþ mûsiki kültürünün mirasý olamamýþ örnekler biçiminde telakki edilmelidir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Mahmud Ragýb [Gazimihal], Anadolu Türküleri ve Mûsýkî Ýstikbâlimiz, Ýstanbul 1928, tür.yer.; a.mlf., Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri, Ýstanbul 1939, tür.yer.; a.mlf., Türk Askerî Muzýkalarý Tarihi, Ýstanbul 1955, s. 41-54; Ýbnülemin, Hoþ Sadâ, tür.yer.; Yaþar Okur, Atatürk’le Onbeþ Yýl: Dinî Hatýralar, Ýstanbul 1962, s. 19-23; Muhittin Nalbantoðlu, Ýstiklâl Marþýmýzýn Tarihi, Ýstanbul 1963, s. 145-161; Mustafa Rona, 20. Yüzyýl Türk Musýkisi, Ýstanbul 1970; Hikmet Nuri Tongur, Ýstanbul Belediye Konservatuarý, Ýstanbul 1973, s. 8-16; Leyla Saz, Harem’in Ýçyüzü (haz. Sadi Borak), Ýstanbul 1974, tür.yer.; Osman N. Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, Ýstanbul 1977, IV, 1509-1510, 1531-1534, 1578-1590; V, 18291850, 1951-1952; Atatürk Türkiyesi’nde Müzik Reformu Yýllarý, Ýstanbul 1982, s. 5-6, 18-19; A. Adnan Saygun, Atatürk ve Musýkî, Ankara 1982, s. 47; Gültekin Oransay, Atatürk+Küð, Ýzmir 1985, s. 24-25, 107-127; a.mlf., “Çok Sesli Musýki”, CDTA, VI, 1517-1519; Rauf Yekta, Türk Musikisi, s. 54-56; Cumhuriyetin Sesleri (haz. Gönül Paçacý), Ýstanbul 1999, s. 10-19, 104-108, 122128; Süleyman Kâni Ýrtem, Osmanlý Sarayý ve Haremin Ýçyüzü: Muzýka-i Hümayun ve Saray Tiyatrosu (haz. Osman Selim Kocahanoðlu), Ýstanbul 1999, s. 278-283; Özalp, Türk Mûsikîsi Tarihi, II, 3-12; Gönül Paçacý, Osmanlý Müziðini Okumak: Neþriyât-ý Musýkî, Ýstanbul 2010, tür.yer.; a.mlf., “Dâr-ül-elhân ve Türk Musýkisi’nin Geliþimi”, TT, XI/121 (1994), s. 48-54; XI/122 (1994), s. 81-87; Nida Tüfekçi, “Türk Halk Müziði”, CDTA, VI, 1482; Öztuna, BTMA, I-II, tür.yer.

ÿGönül Paçacý Tunçay

Dinî Mûsiki. XIX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda özellikle devlet kademelerinde himaye görmeye ve teþvik edilmeye devam eden dinî mûsikiye asrýn ikinci yarýsýnda bu raðbetin yavaþ yavaþ azaldýðý görülmektedir. Özellikle Sultan III. Selim zamanýnda pek çok cami na‘tý ve ramazan ilâhisi bestelenmiþ, ancak seviyeli eser besteleyen sanatkârlarýn giderek azalmasý cami ve tekke (tasavvuf) mûsikilerinde bir durgunluðun yaþanmasýna yol açmýþtýr. Dinî mûsikinin mükemmel eserleri arasýnda yer alan na‘t ve duraklar kaybolmaya baþlamýþ, mi‘râciyye ve mevlid besteleri çok az sayýda kiþinin hâfýzasýnda hayatiyetini devam ettirmeye çalýþmýþtýr. Bu dönemde bazý yeni tekke ilâhileri bestelenmesine raðmen daha çok eskiden bestelenmiþ ilâhiler okunmuþ, sanat deðeri yüksek eserlerin yerini öðrenilmesi kolay besteler almýþtýr. Ancak Mevlevî âyini besteciliðinde geçmiþ yüzyýllara göre büyük bir ilerleme dikkati çekmektedir. XIX. yüzyýla kadar bestelenen Mevlevî âyini sayýsý on altý iken sadece bu dönemde kýrkýn üzerinde âyin bestelenmiþtir. Her þeye raðmen dinî mûsiki icraatý ve besteciliðiyle geleneklerini kesintisiz devam ettirmektedir.

XX. yüzyýlýn ilk çeyreðinde Osmanlý Devleti’nin yýkýlmasýyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikalarý arasýnda yer alan mûsiki inkýlâbý tamamen Batý müziði hâkimiyeti esasý üzerine þekillenmiþ, bu deðiþimden dinî mûsiki de nasibini almýþ ve önemli bir bölümünü kaybetmiþtir. 30 Kasým 1925’te tekke ve zâviyelerin kapatýlmasýyla yüzyýllar boyu dinî mûsikiye kaynaklýk eden ve bu mûsikinin öðretilmesinde büyük payý olan bir kurum ortadan kalkmýþtýr. Asýl mekânlarýyla birlikte açýk tarikat âyinlerinin de (zikirler) artýk mevcut bulunmamasý yüzünden icra mahallerinden yoksun kalan tekke mûsikisinin çeþitli formlarý zaman zaman düzenlenen özel dinî toplantýlarda icra edilmeye devam edilmiþtir. Bunlardan Mevlevî âyinlerinin, Osmanlý döneminin yoðun ve canlý dinî mûsiki icralarý ile mukayesesi mümkün deðilse de 1950’lerden sonra halka açýk toplantýlarda ve törenlerde seslendirildiði ve yeni bestelerle kuvvet kazandýðý görülmektedir. Bunda özellikle devletin diðer tarikatlar yanýnda Mevlevîliðe biraz daha farklý yaklaþmasýnýn da etkisi büyüktür. Bütün tekkelerin kapatýlmasýna raðmen Konya’daki Mevlevî Âsitânesi’nin kapanmamasý önemli bir ayrýntýdýr. Mevlevî âyini bestekârlýðý bir sanat faaliyeti çerçevesinde nisbeten canlýlýðýný korumuþtur. Cumhuriyet döneminde elliye

yakýn Mevlevî âyini bestelenmiþtir (Hüseyin Sadeddin Arel’in elli bir âyini bu sayýnýn dýþýndadýr). Ahmet Avni Konuk, Zekâizâde Ahmet Irsoy, Rauf Yektâ Bey, Sadettin Heper, Mehmet Râkým Elkutlu, Hâfýz Kemal Batanay, Cinuçen Tanrýkorur, Necdet Tanlak, Zeki Atkoþar, Ahmet Çalýþýr bu bestekârlardan sadece birkaçýdýr. Bu dönemin ilk yarýsýnda Muallim Ýsmâil Hakký Bey, Zekâizâde Ahmet Irsoy, Ýzzettin Hümâyi Elçioðlu, Abdülkadir Töre, Ali Rýza Þengel gibi mûsikiþinaslar klasik üslûba baðlý kalarak ilâhi formunu yaþatmaya çalýþmýþlardýr. 1970’li yýllardan sonra tamburî Ahmet Hatipoðlu’nun bu forma yeni bir soluk getirdiði söylenebilir. Bestelerinin yaný sýra yeni form arayýþlarýyla da dikkati çeken Hatipoðlu’nun Ankara Radyosu’nda kurduðu Türk Tasavvuf Mûsikisi Korosu ile hazýrladýðý mûsiki programlarý, radyo ve televizyon vasýtasýyla dinî mûsiki repertuvarýnýn halka tanýtýlmasýnda ve ulaþtýrýlmasýnda çok etkili olmuþtur. Ayný devirde salâ icralarý giderek azalmýþ, bazýlarý tatbikat sahasýndan tamamen kalkmýþtýr. Nitekim yüzyýllarca okunan sabah salâsý, cuma ve bayram salâsý ile cenaze alayý esnasýnda okunan cenaze salâsý artýk okunmaz olmuþ, salât-ý ümmiyye ve salâtü selâm ise dinî tören ve toplantýlarda okunmaya devam edilmiþtir. XIX. yüzyýlýn sonlarýna kadar belirli bestesiyle okunmasýna raðmen XX. yüzyýlýn baþlarýnda bestesinin unutulmasý üzerine bahirler arasýnda belli bir makam sýralamasý takip edilerek okunmasý sürdürülen Süleyman Çelebi’ye ait mevlidin Cumhuriyet’ten sonra da mübarek gün ve geceler (kandiller) baþta olmak üzere sevinç ve üzüntülerin beraberce paylaþýlmasý için düzenlenen toplantýlarda okunmasý geleneði devam etmiþtir. Özellikle 1950’den sonra halkýn mevlide raðbeti fazlalaþmýþ ve yeni bir mevlid hamlesi baþlamýþ, bu ilgiye baðlý olarak Ali Rýza Saðman Mevlid Nasýl Okunur ve Mevlidhanlar adlý bir eser kaleme almýþtýr. 1950’li yýllarýn ardýndan radyolarda, daha sonra televizyon vasýtasýyla bu icralar geniþ halk kitlelerine ulaþma imkâný bulmuþtur. Bu arada Hâfýz Kemal Batanay’ýn mevlid bestesinin neþredilmediði için yaygýnlaþamadýðý da zikredilmelidir. Bu dönemde önemli mevlidhanlar yetiþmiþ, bunlar arasýnda Hâfýz Sâmi, Hâfýz Burhan, Süleymaniye Camii baþmüezzini Hâfýz Kemal, Beyoðlu Aða Camii imamý Hasan Rýza, Yeraltý Camii imamý Üsküdarlý Ali Efendi, Muhyiddin Tanýk, Kâzým Büyükaksoy, Zeki Altun, Kâni Karaca, Halil Ýbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mý-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

585


TÜRKÝYE

sýr, Aziz Bahriyeli öne çýkan isimlerdir. Mi‘râciyye okuma geleneði ise Cumhuriyet döneminde sadece küçük bazý gruplarýn icralarýyla (meselâ Hopçuzâde Mehmet Þakir Çetiner ve arkadaþlarý gibi) sýnýrlý kalmýþtýr. Ezan, 1932-1950 yýllarý arasýnda Türkçe olarak okunmasý dýþýnda aslî þekliyle de okunmaya devam etmiþtir. 1931’de Evkaf Umum Müdürlüðü’ne ve daha sonra (1950) Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na baðlý olarak sürdürülen müezzinlik müessesesi, zaman zaman bazý kadro kýsýtlamalarý yaþansa da ülkede kesintisiz biçimde sürdürülmüþtür. Bu arada müezzin kadrosu kalabalýk büyük camilerdeki cumhur müezzinliði icraatýnýn da günümüzde eski canlýlýðýný kaybettiði belirtilmelidir. Önceleri müezzinler tarafýndan þerefe dolaþýlarak okunan ezanlar zamanla mikrofonla þerefe kapýsýnda ve ardýndan minare kapýsýnda okunmuþ, günümüzde ise merkezî sistemle ezan okuma yaygýnlaþmaya baþlamýþtýr. Bu dönemin ünlü müezzinleri arasýnda Süleymaniye Camii müezzinleri Hâfýz Þevket ve Hâfýz Kemal, Üsküdar Yeni Vâlide Camii müezzini Hâfýz Süleyman (Karabacak), Beyazýt Camii müezzini Hâfýz Kerim (Akþahin) ile Aksaray Vâlide Camii müezzini Hâfýz Cemal’den (Gürses) bilhassa söz edilmelidir. Son dönemlerde Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý, kendi bünyesinde açtýðý bazý kurslarla ezanýn güzel okunmasý konusunda faaliyetler göstermektedir. 1950’li yýllardan sonra dinî mûsikiye müfredat programlarýnda sadece Yüksek Ýslâm enstitüleri ve Ýlâhiyat fakülteleri gibi eðitim kurumlarýnda yer verilmiþtir. Geleneðin genç kuþaklara aktarýmýnda önemli roller üstlenen bu kurumlar, son yirmi beþ yýl içerisinde açtýklarý lisans üstü programlarla dinî mûsikinin akademik düzeyde ele alýnmasýný saðlamýþtýr.

XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda baþlayan Türk mûsikisi neþriyatý, XX. yüzyýlýn ilk yarýsýndaki ciddi çalýþmalarla tesbit edilebilen repertuvarýn halka ulaþtýrýlmasýnda çok önemli rol oynamýþtýr. Dinî ve din dýþý formlarda belirlenen eserler arasýnda neþredilemeyenler ise muhtemelen kaybolmuþtur. Bu konudaki ilk neþir çalýþmasý Ýstanbul Mûsiki Konservatuvarý tarafýndan yapýlmýþtýr. 1926’da Dârülelhan’dan (Ýstanbul Mûsiki Konservatuvarý) Türk mûsikisi eðitimi ve öðretiminin kaldýrýlmasý üzerine oluþturulan, önceleri Rauf Yektâ Bey’in baþkanlýðýnda Zekâizâde Hâfýz Ahmet Efendi ve Muallim Ýsmâil Hakký beyler, daha sonralarý Ali Rifat Çaðatay, Mehmet Suphi Ezgi ve Mesut Cemil’in katýlýmýyla devam eden Tarihî Türk Mûsikisi Eserlerini Tasnif ve Tesbit Heyeti ilâhi, tevþîh, nefes ve Mevlevî âyinlerinden meydana gelen bir seri nota yayýmlamýþtýr (1931-1939). Birçok dinî eserin plaklara okunmasý da bu çalýþmanýn diðer bir yönünü teþkil eder. Ardýndan gerçekleþtirilen münferit dinî eser neþriyatý dýþýnda Kubbealtý Akademisi Kültür ve Sanat Vakfý tarafýndan yayýmlanan “Türk Mûsikisi Klasikleri Ýlâhîler” adlý seri (Ýstanbul 1979-1996), yüzyýlýn ikinci yarýsýnda dinî mûsiki konusundaki en kapsamlý nota neþriyatý olarak nitelendirilmektedir. Ancak günümüzde geliþen teknoloji yardýmýyla internet ortamýnda dinî mûsiki repertuvarýna ulaþmak daha da kolay hale gelmiþtir. BÝBLÝYOGRAFYA : Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, Ýstanbul 1943, II, 629-656; Gültekin Oransay, “Cumhuriyetin Ýlk Elli Yýlýnda Geleneksel Sanat Musikimiz”, CDTA, VI, 1496.

ÿNuri Özcan

3. Eðitim Öðretim. Her kültür ve medeniyet kendi sosyal ve kültürel tarihinde, eðitim deneyimlerinde nasýl farklý aþa-

Artuklu dönemine ait eðitim yapýlarýndan Kåsýmiyye Medresesi – Mardin

586

malardan geçmiþ, evrimler yaþamýþ, özgün eserler ortaya koymuþsa Türkler de eðitim tecrübelerinde tarih sahnesine çýktýklarý andan itibaren bir yandan kendilerini öðrenmeye açýk tutarken bir yandan da eðitim içeriðinden kurumlarýna, öðretim yöntemlerine kadar baþarýlý deneyim ve örnekleri üretmekten geri kalmamýþlardýr. Sýnýf farklýlýklarýnýn derin olmadýðý, hayat boyu elde edilen deneyim ve birikimin öne çýktýðý, mücadele ve eþitlik anlayýþýnýn özel bir yer tuttuðu Türkler’in Orta Asya dönemlerinde erdemli, onurlu ve cesur bir þekilde hayata katýlma fýrsatlarýnýn bulunduðu belirtilmektedir. Kâþgarlý Mahmud’un ünlü Dîvânü lugåti’t-Türk’ü Türkler’in eðitim anlayýþýndan izler taþýrken hayatta sadelik, mertlik, cömertlik ve güzel ahlâk öne çýkan ilkeler olarak göze çarpar. Yûsuf Has Hâcib Kutadgu Bilig’de yer alan, “Bilgiyi ve anlayýþý ulu bil, seçkin kulu bu iki þey yükseltir”; “Anlayýþa ve bilgiye tercüman olan dildir; insaný aydýnlatan dil zenginliðinin deðerini bil” gibi sözleriyle ilk dönemlerden itibaren Türk eðitim ve öðretim tasavvurunun þekillenmesinde önemli katkýlar yapmýþtýr. X. yüzyýlýn ortalarýna doðru Ýslâm’ý benimseyen Karahanlýlar’ýn, Baðdat’taki eðitim kurumlarýný örnek alarak Ýslâmiyet’i yaymak ve eski inançlarla mücadele etmek için Türkistan ve Ýran’da okullar açtýklarý bilinmektedir. Ýlk medresenin ne zaman ve nerede ortaya çýktýðý tesbit edilemese de bu alandaki en ciddi giriþim XI. yüzyýlda Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün öncülüðünde baþlatýlmýþtýr. Eyyûbîler, Anadolu Selçuklularý, Artuklular ve diðer Türk devletleri çok programlý (fýkýh, týp, astronomi, matematik) medreseler kurma konusunda önemli teþebbüslerde bulunmuþtur. Günümüze kadar gelen Mardin’deki Kasýmiyye Medresesi, Artuklu döneminden kalma önemli bir eðitim-kültür mirasýdýr. XII. yüzyýldan itibaren yaygýnlaþmaya baþlayan medreseler ve bunlarý besleyen vakýf düzeni sadece Ýslâm dünyasýnda yayýlmakla kalmamýþ, komþu kültür ve medeniyetleri de etkilemiþtir. Monica Gaudiosi, 1274’te kurulan ve modern yüksek okul sisteminin baþlangýcý sayýlan Oxford Üniversitesi, Merton College’ýn oluþumunda, Ýngiltere’deki vakýf sistemi ve anlayýþýnýn geliþmesinde Ýslâm dünyasýnda uygulanan vakýf düzeninin etkili olduðunu tesbit etmiþtir (CXXXVI/4 [1988], s. 12311261). George Makdisi, müslümanlarýn açtýðý eðitim ve bilim kurumlarýnýn Avrupa’daki yüksek okul ve üniversite sisteminin

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

geliþmesine, hatta doktora ve kürsü gibi uygulamalara kaynaklýk ettiðini ileri sürmüþtür. Batý üniversitesinin Atina ve Ýskenderiye’nin deðil Paris ve Bologna’nýn, Paris ve Bologna’nýn da Baðdat’ýn mirasçýsý olduðu iddia edilmektedir (Centres of Learning, s. 141). Ýslâm dünyasýndaki bu deneyim ve birikim, daha sonra Olaf Pedersen’in de ifade ettiði gibi Avrupa’da yüksek eðitimin yeniden yapýlanmasýnda rol oynayan en önemli etkenlerden biridir. Osmanlýlar. Bu büyük mirastan beslenen Osmanlýlar’da sýbyan mektepleri, medrese ve Enderun ile daha yaygýn olan cami, kütüphane, dârüþþifâ, rasathâne, muvakkithâne, dergâh, tekke gibi yarý dinî, yarý eðitimsel ve kültürel kurumlar, Ahîlik teþkilâtý ve loncalar gibi meslekî eðitim kurumlarý ortaya çýkmýþ, bunlar Osmanlý Devleti’ni yüzyýllarca beslemiþ ve modern zamanlara kadar taþýmýþtýr. Osmanlýlar kuruluþ döneminde mevcut eðitim kurumlarýný kendi dünyalarýna uyarlamada gecikmemiþ; Ýznik, Bursa, Edirne, Ýstanbul medreseleri bütün Ýslâm dünyasý için hem dinî ilimlerde hem felsefe, týp, astronomi gibi bilimlerde merkez haline gelmiþtir. Osmanlýlar’da eðitim anlayýþý ve kurumlarý dinî aðýrlýklý olmakla birlikte felsefe, matematik ve astronomi gibi alanlar da zaman zaman medrese müfredatýnda yer bulmuþ, bazan da dýþlanmýþtýr. Özellikle XVII. yüzyýlýn ortalarýnda felsefî ilimlere karþý merkezdeki medreselerin ortaya koyduðu olumsuz tavýr ve medrese müfredatýndaki yozlaþma Kâtib Çelebi ve Hafâ-

Fâtih medreselerinden bir kesit

cî gibi dönemin ilim ve fikir adamlarý tarafýndan eleþtiri konusu yapýlmýþtýr. XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Osmanlý aydýnlarý Avrupa’da yapýlan çalýþmalardan yararlanarak çeþitli çeviri ve telif eserler ortaya koymuþtur. XVIII. yüzyýlýn baþlarýnda modern kozmoloji ve tabiat felsefesine yönelen Osmanlý düþünürlerinin bulunduðu bilinmektedir. XV-XVI. yüzyýllardan itibaren matematik bilimini ileri bir aþamaya taþýyan Osmanlý âlimleri Baþhoca Ýshak Efendi ile modern matematiði kendi dünyalarýna aktarmýþlar, ayný zamanda Cambridge Üniversitesi üyeliðine kabul edilen Emin Paþa’nýn Fransýzca kaleme aldýðý matematik sahasýndaki eserlerle (DÝA, XXXIII, 553) modern matematik alanýnda da dönemlerini yakalamaya çalýþmýþlardýr. Týp sahasýnda önceki medeniyetlerin deneyimlerinden faydalanan, Abbâsî ve Selçuklular’daki bîmâristanlarý devralan ve geliþtiren Osmanlýlar hem saray ve ordu hem de halk için saðlýk hizmetlerini yaygýnlaþtýrmýþlar, týp eðitimini ise bazan saðlýk kurumlarý bünyesinde, bazan da müstakil konumda bulunan týp medreseleriyle geliþtirmiþlerdir. Modern anlamda sýnýflarýn bulunmadýðý, daha çok kitap ve hoca merkezli bir eðitim anlayýþýnýn uygulandýðý medreselerdeki derslerde takip edilen öðretim seviyelerine bakýlýrsa genellikle üç aþamanýn öne çýktýðý görülür: Giriþ (iktisâr), orta (iktisâ) ve ileri (istiksâ). Bazan yedi, bazan on, bazan da -Süleymaniye Medresesi’nde uygulandýðý gibi- on iki seviyeye çýkan med-

rese yapýlanmasýnda bu seviyeler öðretim düzeninde belirleyici olmuþtur. Okutulacak kitaplar bu aþamalar dikkate alýnarak tesbit edilmiþ, ders kitaplarýyla derslerin içeriði ve öðretim yöntemleri seviyelere göre farklýlaþmýþtýr. Medreselerde öðretim yöntemleri ezberleme, tekrarlama, anlama, müzakere ve not tutma þeklindeydi. Ayrýca medreseden mezuniyet esnasýnda veya müderris sýfatýyla görevlendirilmeden önce ortaya konan “ta‘lîkat” adlý çalýþmalarla medreseliler, kendilerine ait anlayýþlarý da yansýtýp bir âlime baðlý þekilde herhangi bir konu veya eserle ilgili ilmî çabalarýný deðerlendirdikleri kýsmen de olsa özgün eserler üretiyorlardý. Ta‘lîkat tarzý eserlerde genel geçer bir yöntemin bulunmadýðý, her bölgenin kendine has yöntemi inþa ettiði bilinmektedir. XVI. yüzyýlda Ýstanbul’un önde gelen medreselerine müderris tayini için imtihandan baþarýyla geçenlerden bazan bir ta‘lîkat yazmalarý istenirdi. Bu arada Türk eðitim tarihi açýsýndan ilginç bir uygulama olarak, Fâtih Sultan Mehmed’in medrese teþkilâtýný yapýlandýrýrken kurduðu medreselerde sýbyan mekteplerinde muallimlik yapmayý düþünenler için ayrý dersler koyduðu ve bu dersleri görmeyenlerin sýbyan mekteplerinde muallimlik yapmalarýný yasakladýðý bilgisi aktarýlabilir (Nâfi Atuf, I, 9). Medrese eðitiminden önce bugünkü ilköðretim seviyesinde eðitim veren, daha çok okuma yazma, Kur’an, ilmihal ve aritmetiðin öðretildiði, kýzlarýn da eðitim gördüðü sýbyan mektepleri Osmanlý ülkesinde köylere kadar yayýlmýþtý. Evliya Çelebi, XVII. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Ýstanbul’da 1299 sýbyan mektebinin bulunduðundan bahseder. Onun verdiði rakamlar bazan abartýlý olsa da XVI. yüzyýlýn sonlarýnda Ýstanbul’da uzunca bir süre kalan Protestan vâizi Salomon Schweigger da sadece Ýstanbul’da deðil baþka þehirlerde de çocuklara okuma yazmanýn öðretildiði ilkokullarýn sayýsýnýn çok yüksek olduðunu belirtmektedir. Ayrýca Türkler’in çocuk eðitimi konusundaki tavýrlarýný da günlüklerinde anlatan Schweigger çocuklarýn Almanya’da olduðu gibi sertlik ve korku ile eðitilmediðini, Türkler’in de çocuklarýný cezalandýrdýklarýný, ancak daha ölçülü ve sabýrlý davrandýklarýný, hýristiyanlarda yapýldýðý gibi kýzýlcýk sopasý ile onlarý dövmediklerini söylemektedir (Sultanlar Kentine Yolculuk, s. 127). Osmanlýlar’da örgün bilimsel ve teknik eðitimin baþlangýcý Humbaracý Ahmed Paþa’nýn 1734’te Üsküdar’da açtýðý Hendesehâne ile baþlatýlýr. Daha sonra Çeþme

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

587


TÜRKÝYE

yenilgisi üzerine 1775’te Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun kurulur. Bu mühendishânenin özellikle yabancý hocalara çok baðlý kalmasý, onlarýn da çeþitli sebeplerle ülkelerine dönmeleri yüzünden baþarýsýz olmasý üzerine imparatorluk genelinde yeniden bir yapýlanma süreci baþlatan III. Selim 1795’te Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’u, kendi ifadesiyle “etraftan mühendis celbolunmaktan ise Devlet-i Aliyye’de bir mühendishâne” açmayý kararlaþtýrýr (Kenan, Nizâm-ý Kadîm’den, s. 133137). Her ne kadar Niyazi Berkes, III. Selim dönemini Türk çaðdaþlaþma tarihinin ikinci aþamasý diye gösterse de bu devir mühendishâne sýnýflarýna sýralarýn girmesinden matbaaya, hatta yabancý dil öðrenimine kadar Türk eðitiminde görülen yenilikler sebebiyle Türk eðitim tarihinde modern anlayýþýn ve kurumlaþmanýn ilk ortaya çýktýðý aþama olarak dikkat çekmektedir. Her þeyden önce III. Selim, imparatorluk düþüncesinin fizik dünyaya ve doða bilimlerine bakan yönünü geliþtirmeye çalýþmýþ, öte yandan medreselere liyakati ölçü alan bir düzen getirmiþ, bu arada ulemâzâdeye sýnavsýz müderrislik pâyesi verilmesi âdetini kaldýrmýþtýr. III. Selim’in eðitim giriþimleri II. Mahmud döneminde ve ardýndan XIX. yüzyýl boyunca ilerleyerek devam etmiþtir. XIX. yüzyýl, Avrupa’da görüldüðü gibi Osmanlýlar için de kendi dünyasý ve dinamikleri çerçevesinde bir eðitim çaðý olmuþtur. II. Mahmud, 1824 tarihli fermanýnda para kazanmak için beþ altý yaþlarýndaki çocuklarýn mektep yerine usta yanýna verilmesini doðru bulmamýþ, çocuklarýn iþ yerlerine alýnmasýný yasakladýðý gibi o dönemde çýraklýk yapýp mektep tahsili görmeyenlerin de çalýþtýklarý yerden alýnarak okullara devamlarýnýn saðlanmasýný emretmiþtir. 1835’te ilk büyük askerî okul olan Mekteb-i Harbiyye açýlýrken öðrencilerine “nefer” yerine “talebe” denmiþ, en baþarýlý olanlar her yýl gruplar halinde Avrupa’daki askerî akademilere gönderilmeye baþlanmýþtýr. Harbiye, Bahriye, Hendese ve Týp mekteplerine daha donanýmlý öðrenci almak için sýbyan mektebinden sonra on üç yaþýna kadar çocuklarýn eðitimlerini sürdürebilecekleri rüþdiye mektepleri farklý isimlerle 1838’de açýlmýþtýr. Bu dönemin dikkat çekici bir baþka geliþmesi de özellikle 1819’dan itibaren misyoner okullarýnýn imparatorluðun çeþitli bölgelerinde kurulmasýdýr. 1839’da ilân edilen Gülhane Hatt-ý Hümâyunu ile birlikte Tanzîmât-ý Hayriyye dönemi baþlamýþ; Osmanlý eðitim anlayý-

588

þýnda kiþinin gerekli ilmihal bilgilerini öðrendikten sonra kimseye muhtaç olmayacak seviyede bir tahsil kazanmasý, ilim ve fen öðrenmesi, görgü kurallarý ve erdemle donanýp kiþiliðini geliþtirmesi önem kazanmýþtýr. Okullara lisân-ý Osmânî, tarih ve coðrafya dersleri konmuþ, bir Batý dilinin müfredatta yer almasý kurala baðlanmýþ, anlaþýlýr bir dille halka hitap etmeye önem verilmiþtir. Tanzimat’tan II. Meþrutiyet’e kadar geçen uzun dönemde temel eðitim kurumlarý daha yaygýn, düzenli ve sistematik hale gelmiþtir. 1847’de ortaokul (rüþdiye), 1850’lilerde modern anlamda ilkokul (ibtidâî), 1874’te ilk lise (idâdî) açýlmýþ, nitelikli öðretmen yetiþtirecek okullar tesis edilmiþ, kýsa ömürlü de olsa Ýstanbul Dârülfünunu bu devirde faaliyete geçmiþtir (1863). Halka açýk dersler 1863’te, yapýlý yüksek öðretim programý 1869’da baþlamýþtýr. Üst seviyedeki bürokratlardan çarþý esnafýna kadar herkes eðitimle ilgilenmiþ, muallim, mektep ve kalem halkýn yoðun biçimde gündemine girmiþtir. Bunun sebebi eðitimin artýk kurtuluþun en önemli çaresi olarak görülmesidir. Bunu en çarpýcý þekilde dile getirenlerden Âlî Paþa, Osmanlý’yý oluþturan toplumlarýn her bireyinin eðitim seviyesinin, bilgi ve donanýmýnýn en ileri noktaya götürülmesi gerektiðini belirtmiþ, bu baþarýlamadýðý takdirde Osmanlý Devleti “Çin seddi gibi hisarlar”la çevrilse bile daha bilgili ve eðitimli toplumlarýn devlete üstünlük saðlayacaðýný, her þeylerini ellerinden alabileceklerini söylemiþtir. Modern eðitimin II. Mahmud’un saltanatýnýn sonlarýna doðru özellikle Tanzimat’la beraber Türkiye’ye gelmekle birlikte 1869’da Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi yayýmlanýncaya kadar geçen uzun dönemin sistemsiz olduðu söylenebilir. Çeþitli alanlarda ihtiyaç duyulan okullar açýlmýþsa da bunlar arasýnda baðlantý ve bütünlük kurulamamýþtýr. Her okulun “bir adacýk gibi” tek baþýna durduðu, Cevdet Paþa’nýn ifadesiyle bazan bir yapýya orta katýndan baþlar gibi önce orta seviyedeki okullarýn açýldýðý veya askerî olanla sivil olanýn birbirine karýþtýðý bir ortamda temel eðitimden yüksek eðitime kadar bütün okullarýn, bilhassa medreseler, meslek okullarý ve giderek artan azýnlýk okullarýnýn Osmanlý eðitim düzeni içinde âhenkli bir yere oturtulmasý ancak 1869’dan sonra saðlanabilmiþtir. Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nin ardýndan maarif merkez teþkilâtý þekillenmiþ, okullar sistemli bir düzene girmiþ, dârülfünunun kurulmasýna karar verilmiþ, ilköðretim kýz ço-

cuklarýný da içine alacak biçimde zorunlu hale getirilmiþtir. Tanzimat döneminde kýz ve erkek öðretmen okullarý, kýz ve erkek teknik okullarý tarzýnda deðiþik alanlarda önemli giriþimler yapýlmýþtýr. Bunlardan ilki 1847’de Yeþilköy’de açýlan Ziraat Mektebi’dir. Meslekî eðitim alanýndaki bu giriþimler imparatorluðun çeþitli bölgelerinde hýzlanarak devam edecektir. Midhat Paþa, Tuna valiliði esnasýnda bu meslek okullarýndan baþka Balkanlar’da yetim ve fakir çocuklar için iþ okulu tarzýnda öðrencilerine hem meslek edindirme hem iþ kurmada yardýmcý olan ýslahhâneler açmýþtýr. Osman Nuri Ergin maarifte yayýlma ve ilerleme seneleri diye adlandýrdýðý, Kanûn-ý Esâsî’nin ilânýndan itibaren otuz iki yýl süren II. Abdülhamid iktidarý döneminde, o zamana kadar “Ýstanbul surlarýnýn içine hapsedilmiþ olan” okullaþma ve eðitim faaliyetlerinin vilâyetlere ve imparatorluðun bütün bölgelerine yayýldýðýný ifade etmektedir (Türkiye Maarif Tarihi, III-IV, 874). XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren dikkat çeken bir baþka husus Avrupa’nýn bilim, teknoloji ve ekonomiye dayalý ilerlemesini idrak eden ve bunun Osmanlý dünyasýna kendine özgü yapý ve dinamikler içerisinde yansýmasý için uðraþan Nâmýk Kemal ve Ziyâ Paþa gibi düþünürlerin de katkýlarýyla Osmanlý bürokratlarý ile aydýnlarýnýn modern eðitim anlayýþ ve kurumlarýnýn nasýl gerçekleþebileceðini kavramalarýdýr. Öte yandan, II. Mahmud’dan II. Abdülhamid döneminin sonlarýna kadar eðitimin pek çok alanýnda önemli giriþimler ve yenilikler yapýlmasýna raðmen medreselerin ihmal edilmesi yüzünden bu kurumlardaki eðitim daha da kötüye gitmiþtir. Eðitimdeki yenileþme hareketleri içerisinde medreselerin göz ardý edilmesinin önemli sebeplerinden biri, bu devirde medreselerin ve temsil ettiði zihniyetin ýslahýnýn imkânsýz olduðu þeklinde bir düþüncenin ortaya çýkmasýdýr. XX. yüzyýlýn baþlarýna gelindiðinde artýk medreseliler de bu bozulmadan þikâyet eder hale gelmiþ, nihayet Ýttihatçýlar döneminde medreselerin ýslahý arayýþlarý gündeme gelmiþtir. Tanzimat’ýn eðitim politikasý temelde Osmanlýlýk ilkesine dayandýrýlmýþ, açýlan yeni okullarda müslüman ve gayri müslim her uyruðun eðitilmesi ve Osmanlýlýk bilincini elde etmesi hedeflenmiþtir. Bu politika 1912’deki Balkan bozgununa kadar varlýðýný devam ettirmiþ, ancak bu aðýr bozgunla birlikte Osmanlýlýk ideali iflâs

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

edince yerini millîlik ve Türklüðün eðitim alanýna yansýmasýyla millî terbiye vurgusu almýþ, hatta Arap alfabesi yerine yeni alfabe arayýþlarý bile görülmüþtür. Ziya Gökalp, kozmopolit eðitim anlayýþýyla suçladýðý dönemin medrese ve mektep eðitiminde en önemli eksiðin millî terbiye olduðunu, bunun ülkeyi tahrip ettiðini belirttikten sonra millî eðitim anlayýþýný hayata geçirebilmek için dinde, ahlâkta, hukukta, dilde, güzel sanatlarda ve iktisatta Türk kiþiliðinin keþfedilmesinin zorunlu olduðunu belirtmiþtir (Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, I, 28, 171). II. Meþrutiyet’in ilânýyla (1908) baþlayan dönem, önceki devirle mukayese edilmeyecek derecede özgür bir ortamýn saðladýðý fýrsatlar içerisinde imparatorluðun geçmiþine, o anki durumuna ve geleceðine yönelik siyaset, kültür ve eðitime iliþkin her sorunun rahatça ortaya atýldýðý, “Bu imparatorluk nasýl kurtulur?” sorusunun içtenlikle tartýþýldýðý, ayný zamanda verilen cevaplara göre siyasî hareketlerin ve eðitim politikalarýnýn þekillendiði bir dönemdir. Türk eðitim tarihinde genellikle tartýþma ve bocalama dönemi olarak geçen bu önemli aþamada eðitimin millîleþtirilmesi, kýzlarýn yüksek öðretim kurumlarýna alýnmasý ve alfabenin deðiþtirilmesi teþebbüsü eðitimde yaþanan önemli geliþmelerdir. Bu devirde eðitimdeki tartýþmalarýn somuta dönüþtürülmesi konusunda bir bocalama yaþandýysa da teorik çerçevede modern Türk eðitim felsefesinin öncü fikirleri ortaya atýlmýþ, bu birikim Cumhuriyet’ten sonraki uygulamalarda etkili olmuþtur. “Fenn-i terbiye” türü eserlerin yavaþ yavaþ görülmeye baþlandýðý bu devirde eðitimci-þair Tevfik Fikret, “yeni

mekteb”inde bir yandan nazarî eðitimden ziyade tecrübe ederek öðrenmeye dayalý eðitim anlayýþý sayesinde öðrencilerde merakýn tetiklenmesini ve bu sayede inceleme ve araþtýrma ruhunun geliþmesini hedeflerken diðer yandan “fikri hür, vicdaný hür, irfaný hür” öðrenciler yetiþtirmek için çaba harcamýþ, kýzlarýn eðitimine ayrý bir önem vermiþ, kadýnlarýn alçaldýðý bir toplumda insanlýðýn yükselemeyeceðini anlatmaya çalýþmýþtýr. Öte yandan Fikret benmerkezli bir ahlâk yerine toplumcu ahlâk anlayýþýný inþa etmenin yollarýný aramýþtýr. Ziya Gökalp ise kültür ve medeniyet arasýnda yaptýðý ayýrýmý terbiye ve tâlime de uygulayarak Avrupa ülkelerinde olduðu gibi temel ve orta öðretimde millî kültür ve terbiyenin verilmesini, üniversitede ise evrensel olmasý gereken bilimin öðretilmesini savunmuþtur (a.g.e., I, 27). II. Meþrutiyet’in ilânýyla birlikte temel eðitimdeki kurumlaþma çerçevesinde bazý giriþimler yapýlmýþ, okul öncesi eðitimle ilgili ilk yasal düzenleme Tedrîsât-ý Ýbtidâiyye Kanunu ile 1913 yýlýnda gerçekleþmiþ, böylece ana okullarý açýlmýþtýr. Ýlköðretime baðlý zorunlu eðitim kurumlarý olan bu okullar 1915’te Ana Mektepler Nizamnâmesi’nin yayýmlanmasýyla kurulmuþtur. Bu dönemde meslekî ve teknik eðitim alanýnda da önemli teþebbüsler olmuþ, Polis Mektebi’nden (1909) Dârülbedâyi’e (1914) ve Orman Ameliyat Mektebi’ne (1915) kadar farklý alanlarda okullar açýlmýþtýr. 1910’da çýkarýlan Medâris-i Ýlmiyye Nizamnâmesi’yle medrese müfredatýna dinî ilimlerin yaný sýra matematik, geometri, fizik ve kimya gibi dersler konmuþtur. II. Meþrutiyet, Balkan ve I. Dünya savaþlarý gibi iki büyük bozgunun yaþan-

Reisicumhur Mustafa Kemal Paþa ile Baþvekil Ýsmet Ýnönü millet mekteplerinden birini denetlerken

dýðý bir dönem olmasýnýn yanýnda Türk düþünce ve eðitim hayatý açýsýndan Cumhuriyet devrindeki uygulamalarý hazýrlayan birçok fikrin ortaya atýldýðý “özlü bir dönem” olmuþtur (Tunaya, s. 1). Türkiye Cumhuriyeti. Gösterilen bütün çabalara raðmen halkýn eðitimi konusunda nitelikli kadrolara ulaþamamýþ ve yeterli derecede kurumsallaþamamýþ, hatta zaman zaman ayrýþmýþ ve bölünmüþ (mektepli ve medreseli gibi) bir Osmanlý eðitim deneyimini devralan Cumhuriyet, yeni eðitim politikasýný belirlerken Avrupa’daki geliþmelerle de örtüþecek biçimde millî bir tavýr sergilemenin yanýnda laik bir yönelim göstermiþ, böylece eðitim giderek modern ve laik bir çizgi takip ederek kadrolaþmasý ve kurumsallaþmasý buna göre düzenlenmiþtir. Atatürk’e göre Cumhuriyet’in eðitim felsefesi millî olmalýydý; çünkü diðer eðitim anlayýþlarý, özellikle de esaret ve zillet zincirleri altýnda kalan milletlerin ailede ve okulda aldýklarý mânevî terbiye ve ahlâk onlara bu zincirleri kýrabilecek meziyyet-i insâniyyeyi vermemiþtir (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, 206). Mektep genç dimaðlara insanlýða hürmeti, millet ve memleket muhabbetini, þerefli istiklâli öðretmeli, en mühim vazife maarif iþleri olmalý, öðretme vazifesi güvenilir ellere teslim edilmeli, muallimlik diðer yüksek meslekler gibi refah teminine müsait bir meslek haline konmalýdýr. Cumhuriyet’in eðitim felsefesinin temelinde fikri hür, vicdaný hür birey yetiþtirme anlayýþý yer almýþtýr. Bunun baþarýya ulaþabilmesi için bireyin etnik geçmiþinden veya dinî / mezhebî kökeninden baðýmsýz þekilde hareket edebilmesi ve karar verebilmesi hedeflenmiþtir. Özgür bireyin yetiþtirilmesi üzerinde özellikle durulmasýnda böyle bir ferdin insanlara etnik ve dinî kimliðine bakarak yaklaþmasýna engel olunmasý gibi bir insanî tavrýn teþekkülü amaçlanmýþtýr. Cumhuriyet hükümetinin kurulduðu ilk günlerde Osmanlý döneminden miras kalan mektep-medrese ayrýþmasý daha da derinleþerek devam ediyordu. II. Meþrutiyet devrinde medreselere modern pedagojik yöntemlerin ve konularýn girmesine, bazý yeniliklerin yapýlmasýna raðmen bu ayrýþma bitmemiþti. Öte yandan Avrupa’daki modellere göre geliþtirilen mekteplerde de bir birlik saðlanamamýþtý. Yüksek askerî okullar kendi liselerini ve ortaokullarýný kurmuþ, her bakanlýk ihtiyaç duyduðu elemanlarý yetiþtirmek için kendine baðlý okullar açmýþ, böylece Osmanlý eðitim kurumlarý Harbiye Nezâreti, Maârif-i Umûmiyye Nezâre-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

589


TÜRKÝYE

ti, Evkaf Nezâreti, Þer‘iyye Nezâreti (Ders Nezâreti), Ziraat, Ticaret, Orman, Maâdin vb. nezâretler tarafýndan yönetilir hale gelmiþtir (Ergün, s. 46). Bu durum eðitim kurumlarýnýn uyumlu çalýþmasýna ve bir düzen kazanmasýna engel olmuþtur. 1921’de yapýlan Maarif Kongresi’nden itibaren Türk eðitiminin bu temel sorunu çeþitli ortamlarda tartýþýlmaya baþlanmýþ, nihayet 3 Mart 1924’te çýkarýlan Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile Þer‘iyye ve Evkaf nezâretleri laðvedilmiþ, medreseler Maarif Vekâleti’ne devredilerek tedrîcen kapatýlmýþtýr. Kanun tasarýsýný hazýrlayanlar gerekçelerini bu giriþimle Tanzimat’tan beri devam eden ve birbiriyle uyuþmayan iki farklý eðitim, dolayýsýyla iki farklý düþünce ve duyguda birey yetiþtirme sorununun çözüleceðine, eðitim sisteminin artýk bir millet yetiþtireceði tezine dayandýrmýþtýr. Ayrýca kanunda Maarif Vekâleti’nin Dârülfünun’da bir Ýlâhiyat Fakültesi tesis edeceði ve imâmet ve hitâbet gibi din hizmetlerinin ifasýyla mükellef memurlarýn yetiþmesi için ayrý mektepler açacaðý belirtilmiþtir. Bu çerçevede medreselerin yerine Ýmam-Hatip mektepleri ve Ýstanbul Üniversitesi’nde Ýlâhiyat Fakültesi kurulmuþ, askerî idâdîler liseye dönüþtürülmüþtür. Bu okullarda öðretmenlik yapan subaylardan bazýlarý lise öðretmeni olarak tayin edilmiþ, askerî okullar 1925’te Millî Müdafaa Vekâleti’ne baðlanmýþtýr. Türk eðitim tarihi açýsýndan önemli dönüþümlerin yaþandýðý 1924’teki bir baþka geliþme, merkezî teþkilâttan meslekî eðitime kadar çeþitli alanlarda rapor sunmak üzere yurt dýþýndan uzman eðitimcilerin davet edilmesidir. Bunlarýn baþýnda döneminde yanký uyandýran Democracy and Education’ýn yazarý John Dewey gelir. Cumhuriyet’in ilk yýllarýnda bu eðitimcilerin ülkedeki eðitim sisteminin çeþitli açýlardan geliþtirilmesine dair sunduðu raporlar eðitimciler ve bürokratlar tarafýndan ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik

yapýsýna uyarlanarak kýsmen de olsa hayata geçirilmiþtir. Okul programlarýna Osmanlýlýk yerine Cumhuriyet’i öne çýkaran bir muhteva getirilmiþ, 1924 müfredat deðiþikliðiyle ilkokullar birinci devrede üç sýnýf, ikinci devrede iki sýnýf olmak üzere beþ yýl halinde düzenlenmiþtir. Müfredatta Türkçe, hayat bilgisi, hesap-hendese, resim, el iþi ve müziðin yaný sýra üçüncü sýnýftan itibaren din dersi programa girmiþ, ikinci devrede ayrýca tarih, coðrafya, tabiat bilgisi, yurt bilgisi dersleri yer almýþtýr. Müfredat düzenlenmesinde dikkat çeken bir nokta da eski programlarda dersler ve konular birbirinden ayrý þekilde ele alýnmýþken yeni müfredatta ders konularýnýn birbiriyle baðlantýlý ve insicamlý olmasýdýr. Mustafa Kemal, eðitim programýnda baþarýlý olabilmek için takip edilmesi gereken müfredatýn özelliklerini þu þekilde belirlemiþti: “Program milletimizin bugünkü haliyle, içtimaî, hayatî ihtiyacý ile, muhitî þartlarýyla ve asrýn icaplarýyla tamamen mütenâsip ve mütevâfýk olsun. Bunun için muazzam ve fakat hayalî, muðlak mütalaalardan tecerrüd ederek hakikate nâfiz nazarlarla bakmak ve el ile temas etmek lâzýmdýr” (Ýlkokul Programý, s. iii). 1926, 1936, 1962 ve 1968’de önemli deðiþimlerden geçen öðretim programlarý dönemin siyasal, toplumsal ve kültürel tercih, tartýþma ve yönelimleriyle irtibatlý olarak 1973, 1982, 1997 ve 2006’da da çeþitli açýlardan gözden geçirilip yeniden düzenlenmiþtir. Cumhuriyet devrinde eðitimdeki diðer önemli bir uygulama da karma eðitimdir. 1924’te ilkokullarda, 1928’de ortaokullarda, 1934’te liselerde ve 1937 yýlýnda köy ilkokullarýnda karma eðitime geçilmiþtir. XIX. yüzyýlýn ortalarýndan itibaren baþlayan, okur yazarlýðý kolaylaþtýrmak ve yaygýnlaþtýrmak için Latin harflerine geçiþ tartýþmalarý 1928’de noktalanmýþ ve Türkçe yeni harfleriyle tanýþmýþ, ertesi yýl Arapça ve Farsça okul müfredatýndan çý-

Atatürk’ün 1925-1926 eðitim döneminde bir sanat okulunu ziyareti

590

karýlmýþtýr. 1935’ten itibaren ilkokul müfredatýna cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçýlýk, devletçilik, laiklik ve inkýlâpçýlýk ilkeleri eklenmiþtir (Sakaoðlu, s. 211-218). 1926’da çýkarýlan Maarif Teþkilâtý Kanunu’ndan sonra merkezde Ýlköðretim Genel Müdürlüðü, Halk Eðitimi Terbiyesi Þubesi, Dil Heyeti kurulmuþ, 1921’de oluþturulan Telif ve Tercüme Dairesi, Tâlim ve Terbiye Dairesi’ne dönüþtürülmüþ, belirli bölgelerde maarif emirlikleri kurulmuþtur. Kýsa bir zaman sonra Halk Eðitimi Terbiyesi Þubesi kapatýlarak görevleri Ýlköðretim Genel Müdürlüðü’ne devredilmiþtir. Merkezdeki bu oluþumlarýn yaný sýra ülkede okur yazarlýk düzeyini yükseltmek için 1925’te çeþitli yörelerde yetiþkinlere yönelik millet mektepleri açýlmýþ, Latin harflerinin kabulünün ardýndan giderek yoðunlaþan bir okuma yazma seferberliði baþlatýlmýþtýr. Yüz binlerce yurttaþýn katýldýðý bu yaygýn eðitim sürecine yaptýðý katkýlardan dolayý Mustafa Kemal’e “baþöðretmen” unvaný verilmiþtir.

Temel eðitim ve halk eðitiminde yapýlan düzenlemelerden sonra 1930’dan itibaren yüksek öðretim konusunda da somut adýmlar atýlmaya baþlanmýþtýr. Aslýnda I. Dünya Savaþý yýllarýnda dârülfünunun yeniden yapýlandýrýlmasý gündeme gelmiþ, bu hususta yabancý uzmanlardan yararlanmak için giriþimlerde bulunulmuþ, Almanya ve Avusturya’dan hocalar getirilmiþ, ancak dil sorunu yüzünden enstitülerde ve laboratuvarlarda yapýlan çalýþmalar dýþýnda onlardan fazla verim alýnamamýþtýr. Öte yandan Balkan ve I. Dünya savaþlarýnda lise öðrencilerinin askere alýnmasý ve geride kalanlarýn geçim derdine düþmesi sebebiyle dârülfünun ve yüksek okullar öðrencisiz kalma tehlikesiyle karþý karþýya kalýnca bu okullarýn öðrenci kabul þartlarýnda deðiþikliðe gidilmiþ, liselerin ilk devresini bitirenler bile kabul edilir hale gelmiþtir (Ergün, s. 81). Ýstanbul’daki genç erkeklerin hem askerî hem iktisadî açýdan sýkýntý yaþadýðý bu dönemde kýz sultânîlerini bitirenler dârülfünunda en nitelikli öðrenciler olarak öne çýkmýþtýr. 1930’lara gelindiðinde dârülfünunun ýslahý yeniden ele alýnmýþ, üniversitenin mevcut yapýsý ve eðitim kalitesi hususunda bir rapor hazýrlamasý için Ýsviçreli eðitimci Albert Malche davet edilmiþtir. 1932’de Ýstanbul’a gelerek çeþitli anket ve gözlemler yapan Malche ayný yýl raporunu hükümete sunduktan sonra Ýstanbul Dârülfünunu 1933’te kapatýlmýþ ve yerine Ýstanbul Üniversitesi kurularak Türkiye’de yüksek öðretim konusunda yeni bir sayfa açýl-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE

tün yüksek öðretim kurumlarý üniversitelere baðlý fakülte, yüksek okul ve enstitülere dönüþtürülerek yeniden yapýlandýrýlmýþtýr. Halen varlýðýný sürdüren Yüksek Öðretim Kurulu yüksek öðretimi düzenlemekte ve yüksek öðretim kurumlarýnýn faaliyetlerine yön vermektedir. Cumhuriyet’in kuruluþunda bir üniversiteye sahip olan Türkiye’de 2010 yýlý sonu itibariyle üniversite sayýsý 103’ü devlet, elli üçü vakýf üniversitesi olmak üzere toplam 156’ya yükselmiþtir. Cumhuriyet’in ilk yýllarýnda kurulan halk dershaneleri dönüþtürülerek hem ülkedeki okuma yazma oranýný yükseltmek hem de Cumhuriyet ilkelerini, dünya görüþünü ve yaþam tarzýný halka öðretmek üzere yaygýn bir þekilde millet mektepleri açýlmýþtýr (1928 ve sonrasý). Þehirlerdeki modern eðitim imkânlarýnýn Türkiye nüfusunun çoðunluðunun yaþadýðý taþraya da yansýmasý bakýmýndan gösterilen çabalar arasýnda kýrsal kesimlerdeki insanlara temel eðitim vermenin yanýnda köylüye nitelikli üretim becerileri kazandýrmak amacýyla 1940’ta özgün bir eðitim kurumu olan Köy enstitüleri açýlmýþtýr (bk. KÖY ENSTÝTÜSÜ).

Ýstanbul Üniversitesi’nin ana kapýsý ve merkez binasý

mýþtýr. Bir yandan Ýstanbul’da reform çalýþmalarý sürerken diðer yandan Ankara’da farklý tarihlerde çeþitli yüksek öðretim okullarý kurulmuþtur: Hukuk Mektebi (1925), Ziraat Enstitüsü (1930), Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi (1935), Fen Fakültesi (1943), Týp Fakültesi (1945), Ýlâhiyat Fakültesi (1949) (Akyüz, s. 311).

Günümüz Türk millî eðitim sisteminin genel yapýsý 1973’te çýkarýlan 1739 sayýlý Millî Eðitim Temel Kanunu ile birlikte örgün ve yaygýn eðitim þeklinde iki ana baþlýk altýnda tasarlanmýþtýr. Belirli yaþtaki bireylere amaca göre hazýrlanmýþ programlarla okullarda düzenli biçimde verilen örgün eðitim okul öncesi eðitimi, ilköðretim, ortaöðretim ve yüksek öðretim kurumla-

rýný kapsamaktadýr. Yaygýn eðitim ise örgün eðitim sistemine ya hiç girmemiþ veya herhangi bir kademesinde bulunan ya da bu kademelerden ayrýlmýþ bireylere ilgi ve ihtiyaç duyduklarý alanda bilgi ve beceri kazandýrmayý amaçlayan eðitim faaliyetlerini içermektedir (Türk, s. 95). 1739 sayýlý kanunda genel ve özel amaçlarý tanýmlanan Türk millî eðitiminin ayrýca bu hedefleri besleyen on dört maddelik temel ilkeleri bulunmaktadýr. Buna göre Türk eðitiminin genel amacý halkýn bütün fertlerini beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakýmýndan dengeli ve saðlýklý þekilde geliþmiþ bir kiþiliðe ve karaktere, hür ve bilimsel düþünme gücüne sahip, insan haklarýna saygýlý, kiþilik ve teþebbüse deðer veren, topluma karþý sorumluluk duyan yapýcý, yaratýcý kiþiler olarak eðitmenin yaný sýra Atatürk ilke ve inkýlâplarýna baðlý; Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, mânevî ve kültürel deðerlerini benimseyen, koruyan ve geliþtiren; ailesini, vatanýný, milletini seven ve daima yüceltmeye çalýþan, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karþý görev ve sorumluluklarýný bilen ve bunlarý davranýþ haline getirmiþ yurttaþlar olarak yetiþtirmektir. Ayrýca bireylerin ilgi ve kabiliyetlerini geliþtirip gerekli bilgi, beceri ve davranýþlarý, birlikte iþ görme alýþkanlýðýný kazandýrmak suretiyle hayata hazýrlamak ve meslek sahibi olmalarýný saðlamak gibi genel hedefleri bulunan Türk eðitim sisteminin özel amaçlarý, çeþitli derecede ve türdeki eðitim kurumlarýný bu genel amaçlarý ve

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi’nin genel görünüþü

Üniversitelere özerklik ve tüzel kiþiliðin verildiði 1946’daki yeni yapýlanma yüksek öðretimde uzun süre geçerli olmuþ; Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi (1955), Ýzmir’de Ege Üniversitesi (1955), Ankara’da Orta Doðu Teknik Üniversitesi (1957) ve Erzurum’da Atatürk Üniversitesi (1958) açýlmýþtýr. Üniversite öðretimi konusunda 1973’te yeni bir düzenleme yapýlmakla birlikte 1981’de çýkan Yüksek Öðretim Kanunu ile üniversitelerin yapýsý ve iþleyiþi kapsamlý biçimde deðiþtirilmiþ, yüksek öðretimle ilgili üst kuruluþlar olarak Yüksek Öðretim Kurulu ve Üniversiteler Arasý Kurul ihdas edilmiþtir. 1982’de çýkarýlan 41 Sayýlý Kanun Hükmünde Kararnâme ile (daha sonra 2809 sayýlý kanun) ülkedeki büTürkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

591


TÜRKÝYE

temel ilkeleri gerçekleþtirecek þekilde düzenlenmektedir. Türk millî eðitiminin on dört temel ilkesi Millî Eðitim Temel Kanunu’nda (4-17. md.ler) þu þekilde belirlenmiþtir: Genellik ve eþitlik (eðitim kurumlarýnýn dil, ýrk, cinsiyet ve din ayýrýmý yapmaksýzýn herkese açýk olmasý), ferdin ve toplumun ihtiyaçlarý, yöneltme (bireylerin ilgi ve yetenekleri doðrultusunda çeþitli program veya okullara yönlendirilmesi), eðitim hakký, fýrsat ve imkân eþitliði, süreklilik, Atatürk inkýlâp ve ilkeleri, Atatürk milliyetçiliði, demokrasi eðitimi, laiklik, bilimsellik, planlýlýk, karma eðitim, okul ile ailenin iþ birliði, her yerde eðitim (Ada – Baysal, s. 39-42). XIV. Millî Eðitim Þûrasý’nda tanýmý ve kapsamý belirlenen okul öncesi eðitimi, otuz altý-yetmiþ iki ay grubundaki çocuklar için ailelerin tercihine baðlý olarak verilen bir eðitimdir. 2009-2010 eðitim döneminde otuz iki ilde beþ yaþýndaki bütün çocuklarýn katýldýðý resmî ve özel okul öncesi eðitim programlarý anaokullarý, uygulamalý ana sýnýflarý ve ana sýnýflarý adýyla baþlamýþtýr. Ülke genelinde 2010-2011 okul döneminde okul öncesi kayýt oraný üç-beþ yaþ grubunda % 26,2, dört-beþ yaþ grubunda % 38,2, beþ-altý yaþ grubunda % 64,4 olmuþtur. 1997’de ilköðretimi bütünlük içinde ele alan yeni bir düzenlemeyle zorunlu eðitim süresi sekiz yýla çýkarýlmýþtýr. Altý-on dört yaþ grubunu içine alan bu örgün eðitim programýna ülke genelinde 2010’da katýlým oraný % 98’e çýkmýþtýr. Okul öncesinden üniversiteye, örgün eðitimden yaygýn eðitime kadar bütün eðitim basamaklarý içerisinde zorunlu olan tek eðitim basamaðý ilköðretimdir. Sekiz yýllýk temel eðitim veren bu okullar þunlardýr: Ýlköðretim Okullarý, Yatýlý Ýlköðretim Bölge Okullarý, Pansiyonlu Ýlköðretim Okullarý, Ýþitme Engelliler Ýlköðretim Okullarý, Görme Engelliler Ýlköðretim Okullarý, Ortopedik Engelliler Ýlköðretim Okullarý, Zihinsel Engelliler Ýlköðretim Okullarý, Özel Türk, Yabancý Azýnlýk Uluslararasý Ýlköðretim Okullarý (Þiþman – Taþdemir, s. 88). 2006’da ortaöðretimin yeniden yapýlandýrýlmasý projesi çerçevesinde eðitim sistemi içinde var olan otuz farklý lise türü ve çeþitliliði yerine program tür ve çeþitliliðini kapsayacak ve programlar arasý geçiþleri kolaylaþtýracak þekilde geniþ tabanlý bir ortaöðretim sisteminin kurulmasý amaçlanmýþtýr. Bu projeyle ortaöðretimdeki araç gereç ve materyallerin niteliðinin yükseltilmesi, insan gücü ve kaynak israfýnýn önlenmesi, orta592

öðretimdeki öðrencilerin % 65’inin meslekî ve teknik eðitime, % 35’inin akademik eðitime yönlendirilerek insan gücü, eðitim düzeni ve istihdam arasýndaki dengenin saðlanmasý hedeflenmiþtir (Türk Eðitim Sistemi 2007, s. 29). Bu arada 20052006 öðretim döneminden itibaren üç yýllýk meslekî ve teknik liselerle genel liselerin eðitim öðretim süreleri dokuzuncu sýnýflardan baþlamak üzere kademeli þekilde dört yýla çýkarýlmýþtýr. Türkiye’nin gerek Avrupa Birliði ile olan iliþkileri gerekse bulunduðu coðrafî konumun ve özellikle günümüzde herkesin bir þekilde mâruz kaldýðý küreselleþme olgularýnýn ortaya çýkardýðý çok yönlü ihtiyaçlarla baðlantýlý olarak okullaþma düzeninin yaný sýra öðrenme imkâný sunan bütün ortamlarýn devreye sokulmasýna yönelik biçimde Türk eðitim sisteminde yaygýn eðitim genel ve meslekî teknik alanlar þeklinde ikiye ayrýlýp yaþam boyu öðrenmenin düzenli þekilde sürdürülmesi hedeflenmiþtir. Yaygýn eðitim kurumlarý arasýnda yer alan halk eðitim merkezleri, çýraklýk eðitim merkezleri, olgunlaþma enstitüleri, eðitim ve uygulama okullarý (özel eðitim), açýk öðretim lisesi vb. kurumlarda genel hatlarýyla meslek, okuma yazma, sosyal ve kültürel kurslar ve uygulamalar her yaþ ve eðitim düzeyindeki bireylere yönelik olarak yapýlmaktadýr. Yaygýn din eðitimi alanýnda 1926’dan itibaren Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na baðlý þekilde hizmet veren bir baþka eðitim kurumu da Kur’an kurslarýdýr (bk. KUR’AN KURSU). Türk eðitim tarihinde ilk bakanlýk Osmanlý Devleti döneminde Maârif-i Umûmiyye Nezâreti adýyla 1857’de kurulmuþ, 1923’te Ýstanbul’daki Maarif Nezâreti kapanýrken Ankara’da Maarif Vekâleti örgütü geniþleyerek yoluna devam etmiþ, daha sonra on bir birim halinde yeniden düzenlenmiþtir. Maarif Vekâleti’nin merkez örgütünü düzenleyen ilk kanun 22 Mart 1926’da yürürlüðe girmiþtir. Bu tarihten itibaren bazan Kültür Bakanlýðý (1935-1941) bazan Maarif Vekilliði (1941-1946) ismiyle anýlan bakanlýk 1983’te Millî Eðitim Gençlik ve Spor Bakanlýðý haline getirilmiþse de 1989’da yeniden Millî Eðitim Bakanlýðý adýný almýþtýr. Bakanlýk içindeki en önemli kurum baþta eðitim sistemi, eðitim plan ve programlarý olmak üzere ders araç gereçlerini araþtýrmak ve geliþtirmek, öðretim programlarýný ve ders kitaplarýný incelemek ve yenilemek, Millî Eðitim Þûrasý’nýn sekreterliðini yapmak gibi görevleri olan Tâlim ve Terbiye Kurulu Baþkanlýðý’-

dýr. Millî Eðitim Bakanlýðý merkez teþkilâtý içinde yer alan çeþitli ana hizmet birimlerinin yaný sýra farklý genel müdürlükler bulunmaktadýr. Bunlar arasýnda Ortaöðretim Genel Müdürlüðü, Öðretmen Yetiþtirme ve Eðitimi Genel Müdürlüðü ve Din Öðretimi Genel Müdürlüðü gibi birimler yer alýr (a.g.e., s. 35-36). Türk eðitim sisteminin en özgün faaliyetlerinden biri, 1939’dan itibaren yaklaþýk beþ yýlda bir yapýlan ve çalýþmalarý kanunla düzenlenen Millî Eðitim Þûrasý’dýr. Ülkedeki eðitim düzenini ve anlayýþýný demokratikleþtiren bu þûralarda öðretmenler, bilim insanlarý, bakanlýk mensuplarý, kamu ve özel kurum, sendika, dernek, vakýf ve sivil toplum kuruluþlarý dahil olmak üzere farklý uzmanlýk alanlarýndan yüzlerce katýlýmcý yaklaþýk bir hafta boyunca eðitim sistemini geliþtirmek ve niteliðini yükseltmek, önemli eðitim sorunlarýný tartýþmak, çözüm önerileri ve yeni modeller üretmek için bir araya gelmektedir. Son olarak on sekizincisi 2010’da yapýlan þûralar Millî Eðitim Bakanlýðý’nýn danýþma organý niteliðindedir. Dünyadaki yeni geliþmelerle bir taraftan insanýn öðrenme imkânlarý önceki nesillerin hayal bile edemeyeceði ölçüde zenginleþirken diðer taraftan öðretim sürecinde öðrenen bireye aktif unsur olma sorumluluðunu vermeyi hedefleyen “öðrenen merkezli eðitim” anlayýþýnýn geliþmeye ve yaygýnlýk kazanmaya baþladýðý XXI. yüzyýlýn ilk yýllarýnda, Türk eðitim sistemi de bu anlayýþýn daha etkin ve iþlevsel bir þekilde kullanýmýný kolaylaþtýrmayý saðlayan eðitimde yapýlandýrmacýlýk yöntemini benimsemiþ, 2005-2006’dan itibaren ülke genelinde ilk ve ortaöðretim programlarý yapýlandýrmacý anlayýþa göre yeniden tasarlanmýþtýr. Sadece öðrenciyi deðil okulu da eðitim açýsýndan daha aktif bir sürece zorlayan öðretim programýndaki bu deðiþiklik öðretmenleri de hem öðretim yöntemlerinde hem içerikte yeni arayýþlara yönlendirmiþtir. 1923-1924 eðitim döneminde 10.238 öðretmen 4894 ilkokulda 341.941 öðrenciye eðitim verirken bu rakamlar 20092010 döneminde 33.310 ilköðretim okulu, 485.677 öðretmen ve 10.916.643 öðrenciye yükselmiþtir. Ortaöðretim kurumlarýnda meslekî ve teknik liseler dahil 1923’teki lise sayýsý seksen yediden 2010’da 9813’e, öðrenci sayýsý da 7788’den 4.240.139’a çýkmýþtýr. 1923’te fakülte ve yüksek okul sayýsý dokuz iken 2009’da 1495’e, öðrenci sayýsý 2915’ten 2.757.828’e ulaþmýþtýr (Millî Eðitim Ýstatistikleri, s. 11). Temel eðitimden yüksek öðretime kadar bütün eðitim

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE BÜYÜK MÝLLET MECLÝSÝ

kurumlarý ve anlayýþlarýnýn toplum yapýsýndaki deðiþimlerle orantýlý biçimde geliþim gösterdiði söylenebilir. Gerek müsbet bilimlerde veya týp alanýnda uluslar arasý çapta özgün çalýþmalarýyla tanýnan Türk bilim insanlarý gerekse uluslar arasý ödüller alan kültür ve edebiyat insanlarý Cumhuriyet döneminde kurulan, daima geliþmeye ve yenilenmeye açýk tutulan eðitim felsefesinin ve bu alanda gerçekleþtirilen önemli giriþimlerin kazanýmlarýdýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

S. Schweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk: 1577-1581 (trc. S. Türkis Noyan), Ýstanbul 2004, s. 127; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’lehak, Ýstanbul 1306, tür.yer.; Hafâcî, Rey¼ânetü’l-elibbâ, I-II; Ýbn Osman el-Miknâsî, Ri¼letü’lMiknâsî: ݼtirâzü’l-mu£allâ ve’r-raš¢b fî ¼acci Beytillâhi’l-¼arâm ve ziyâreti’l-Æudsi’þ-þerîf ve’l-ƒalîl ve’t-teberrük bi’l-šabri’l-¥abîb (nþr. Muhammed Bû Kebût), Ebûzabî-Beyrut 2003, s. 93-97; Muallim Nâci, Medrese Hâtýralarý, Ýstanbul 1302; Cevdet, Târih, I-XII, tür.yer.; Mahmud Cevad, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti Târihçe-i Teþkîlât ve Ýcrââtý, Ýstanbul 1338; Ali Haydar [Taner], Millî Terbiye, Ýstanbul 1926; Ýlk Mekteblerin Müfredat Programý, Ýstanbul 1927; Nâfi Atuf [Kansu], Türkiye Maarif Tarihi Hakkýnda Bir Deneme, Ýstanbul 1930-32, I-II; Ýlkokul Programý, Ankara 1948; Tarýk Zafer Tunaya, Hürriyetin Ýlaný: Ýkinci Meþrutiyetin Siyasi Hayatýna Bakýþlar, Ýstanbul 1959; Faik Reþit Unat, Türkiye Eðitim Sisteminin Geliþmesine Tarihi Bir Bakýþ, Ankara 1964; A. M. Kazamias, Education and the Quest for Modernity in Turkey, London 1966; Cumhuriyetin 50. Yýlýnda Istanbul Üniversitesi, Ýstanbul 1973; Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, Ýstanbul 1977, I-V; Engin Deniz Akarlý, Osmanlý Sadrazamlarýndan Âlî ve Fuad Paþalarýn Siyâsî Vasiyetnameleri, Ýstanbul 1978, s. 1-8; Muallim Cevdet [Ýnançalp], Mektep ve Medrese (haz. Erdoðan Erüz), Ýstanbul 1978; G. Makdisi, The Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam and the West, Edinburgh 1981; a.mlf., “Baghdad, Bologna and Scholasticism”, Centres of Learning: Learning and Location in Pre-Modern Europe and the Near East (ed. J. W. Drijvers – A. A. MacDonald), Leiden 1995, s. 141-157; Reþat Özalp, Millî Eðitimle Ýlgili Mevzuat (1857-1923), Ýstanbul 1982; Mustafa Ergün, Atatürk Devri Türk Eðitimi, Ankara 1982; Þükrü Hanioðlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlý Ýttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük: 1889-1902, Ýstanbul 1985, s. 16-26; Ziya Gökalp, Türkçülüðün Esaslarý (haz. Mehmet Kaplan), Ankara 1986, s. 25-41, 74-132; a.mlf., Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri (haz. Rýza Kardaþ), Ýstanbul 1992, I; R. C. Repp, The Müfti of Ýstanbul: A Study in the Development of the Ottoman Learned Hierarchy, London 1986; Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret: Devir, Þahsiyet, Eser, Ýstanbul 1987, s. 165-192; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (haz. Nimet Arsan – Nimet Unan), Ankara 1989, I, 202-207; M. Orhan Okay, Batý Medeniyeti Karþýsýnda Ahmed Midhat Efendi, Ankara 1989, s. 295-356; a.mlf., Beþir Fuad: Ýlk Türk Pozitivist ve Natüralisti, Ýstanbul 2008, s. 95-121; C. M. Stanton, Higher Learning in Islam: The Classical Period, A.D. 700-1300, Savage 1990, s. 145-186; Aydýn Sayýlý, Uluð Bey ve Semer-

kand’daki Ýlim Faaliyeti Hakkýnda Giyasüddin-i Kâþî’nin Mektubu, Ankara 1991, s. 7-31, 76-92; Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eðitimin Doðuþu ve Geliþimi, Ýstanbul 1991; Ali Akyýldýz, Tanzimat Dönemi Osmanlý Merkez Teþkilâtýnda Reform: 1836-1856, Ýstanbul 1993, s. 222-246; Yahya Akyüz, Türk Eðitim Tarihi, Ýstanbul 1994; Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacýlýk Tarihinde Mühendishâne: Mühendishâne Matbaasý ve Kütüphânesi: 1776-1826, Ýstanbul 1995; O. Pedersen, The First Universities: Studium Generale and the Origins of University Education in Europe (trc. R. North), Cambridge 1997, s. IX-28; Halis Ayhan, Türkiye’de Din Eðitimi, Ýstanbul 1999; Mehmet Ö. Alkan, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleþme Sürecinde Eðitim Ýstatistikleri: 1839-1924, Ankara 2000; 21. Yüzyýlda Eðitim ve Türk Eðitim Sistemi (haz. Orhan Oðuz v.dðr.), Ýstanbul 2001; Salih Zeki – Yusuf Akçura – Muallim A. Cevdet, Skolastik Eðitim ve Türkiye’de Skolastik Tarz (der. Hasan Ünder), Ankara 2002; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çaðdaþlaþma (haz. Ahmet Kuyaþ), Ýstanbul 2002; Ercan Türk, Türk Eðitim Sistemi ve Yönetimi, Ankara 2002; Fahri Unan, Kuruluþundan Günümüze Fâtih Külliyesi, Ankara 2003; Necdet Sakaoðlu, Osmanlý’dan Günümüze Eðitim Tarihi, Ýstanbul 2003; Ýlber Ortaylý, Ýmparatorluðun En Uzun Yüzyýlý, Ýstanbul 2004, s. 121145; A. Mango, Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu (trc. Füsun Doruker), Ýstanbul 2004, s. 421509; Rýfat Okçabol, Türkiye Eðitim Sistemi, Ankara 2005; B. C. Fortna, Mekteb-i Hümayûn: Osmanlý Ýmparatorluðu’nun Son Döneminde Ýslam, Devlet ve Eðitim (trc. Pelin Siral), Ýstanbul 2005; Muhsin Hesapçýoðlu – Alpaslan Durmuþ, Türkiye’de Eðitim Bilimleri: Bir Bilanço Denemesi, Ankara 2006; C. H. Haskins, The Rise of Universities (ed. L. S. Lewis), New Brunswick 2007, s. 3-36; Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öðretmen Yetiþtirme Politikasý, Ankara 2007; Seval Fer – Ýlker Cýrýk, Yapýlandýrmacý Öðrenme: Kuramdan Uygulamaya, Ýstanbul 2007, s. 15-22; Türk Eðitim Sistemi 2007 (EURYDICE-Milli Eðitim Bakanlýðý Strateji Geliþtirme Baþkanlýðý), Ankara 2007; Ýsmail E. Erünsal, Osmanlý Vakýf Kütüphaneleri: Tarihî Geliþimi ve Organizasyonu, Ankara 2008, s. 171-293; Mehmet Þiþman – Ýbrahim Taþdemir, Türk Eðitim Sistemi ve Okul Yönetimi, Ankara 2008; Sefer Ada – Z. Nurdan Baysal, “Türk Eðitim Sistemi”, Eðitim Yapýlarý ve Yönetimleri Açýsýndan Çeþitli Ülkelere Bir Bakýþ, Ankara 2009, s. 37-95; Seyfi Kenan, “II. Meþrutiyet’le Gelen Yeni Eðitim Arayýþlarý: Tevfik Fikret’in ‘Yeni Mekteb’i ve Eðitim Felsefesi”, 100. Yýlýnda II. Meþru-

tiyet Gelenek ve Deðiþim Ekseninde Türk Modernleþmesi Uluslararasý Sempozyumu, Bildiriler (haz. Zekeriya Kurþun v.dðr.), Ýstanbul 2009, s. 275-287; a.mlf., “Phases of Religious Education in Modern Turkey”, Islamische Erziehung in Europe: Islamic Education in Europe (ed. Ednan Aslan), Viyana 2009, s. 519-541; a.mlf., “III. Selim Dönemi Eðitim Anlayýþýnda Arayýþlar”, Nizâm-ý Kadîm’den Nizâm-ý Cedîd’e III. Selim ve Dönemi- Selim III and His Era from Ancien Régime to New Order (ed. Seyfi Kenan), Ýstanbul 2010, s. 129-163; K. Kreiser, Atatürk: Bir Biyografi (trc. Dilek Zaptçýoðlu), Ankara 2010, s. 267-345; Selçuk Akþin Somel, Osmanlý’da Eðitimin Modernleþmesi (1839-1908): Ýslamlaþma, Otokrasi ve Disiplin (trc. Osman Yener), Ýstanbul 2010; Ekmeleddin Ýhsanoðlu, Darülfünun: Osmanlý’da Kültürel Modernleþmenin Odaðý, Ýstanbul 2010, I-II;

Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi, Ýstanbul 2010, I-V; Millî Eðitim Ýstatistikleri Örgün Eðitim / National Education Statistics Formal Education 2009-2010, Ankara 2010; M. M. Gaudiosi, “The Influence of the Islamic Law of Waqf on the Development of the Trust in England: The Case of Merton College”, University of Pennsylvania Law Review, CXXXVI/4, Philadelphia 1988, s. 1231-1261; Arslan Terzioðlu, “Bîmâristan”, DÝA, VI, 163-178; Abdülkadir Özcan, “Harbiye”, a.e., XVI, 115-119; Mehmet Ýpþirli, “Medrese”, a.e., XXVIII, 323-333; Ýhsan Fazlýoðlu, “Osmanlýlar”, a.e., XXXIII, 548-556.

ÿSeyfi Kenan

— TÜRKÝYE BÜYÜK MÝLLET MECLÝSÝ

˜

Millî Mücadele’yi yöneten ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran yasama organý.

Türk demokrasi tarihinin en önemli dönüm noktasýný oluþturur. 23 Nisan 1920’de ileride ilân edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu organý halinde teþekkül etmiþtir. Bu meclisin kurulmasýnýn tarihî çerçevesi, I. Dünya Savaþý’ný sona erdiren Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasýndan itibaren baþlar. Meclis-i Meb‘ûsan’ýn 21 Aralýk 1918’de tatil edilmesi üzerine ülkeyi iþgallerden kurtarmak amacýyla Müdâfaa-i Hukuk ve Red-i Ýlhak cemiyetlerini kuran ve kongreler düzenleyen halk güçleri, milletin baðýmsýzlýðýný yine milletin azim ve kararýnýn saðlayacaðýný belirterek hemen seçimlerin yapýlmasýný ve meclisin açýlmasýný istedi. Damad Ferid Paþa hükümetinin buna karþý çýkmasý yüzünden Sivas Kongresi’nin ardýndan Ýstanbul ile Anadolu’nun haberleþmesi kesildi. Padiþah, parçalanmayý önlemek için Damad Ferid’i istifa ettirerek 2 Ekim 1919’da Ali Rýzâ Paþa’yý sadârete getirdi. Kongrelerde alýnan bütün kararlarý kabul eden hükümet seçimlerin yapýlacaðýný açýkladý. Kasým-aralýk aylarýnda gerçekleþtirilen ve hükümet karþýtý kimi partilerle ayrýlýkçý gayri müslim unsurlarýn katýlmadýðý seçimleri daha çok Müdâfaa-i Hukuk derneklerince desteklenen adaylar kazandý. 12 Ocak 1920 tarihinde son defa açýlan Meclis-i Meb‘ûsan, yeni Türkiye Devleti’nin temel taþýný oluþturacak Mîsâk-ý Millî Beyannâmesi’ni onaylayýp 17 Þubat’ta ilân etti. Meclisin bu çalýþmalarýndan memnun kalmayan Ýtilâf devletleri 16 Mart’ta Ýstanbul’u resmen iþgal ettiler. Bazý mebuslarý meclisten alýp Limni’ye ve Malta’ya sürdüler. Padiþah, üyelerinin çoðu daðýlan ve 18 Mart’ta kendi iradesiyle çalýþmalarýna ara veren Meclis-i Meb‘ûsan’ý 11 Nisan’da tamamen kapattý.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

593


TÜRKÝYE BÜYÜK MÝLLET MECLÝSÝ

Ýstanbul’un iþgali Mustafa Kemal Paþa’ya düþündüðü tedbirleri uygulama fýrsatýný verdi. Erzurum’dan mebus seçildiði halde Ýstanbul’a gelmeyen Mustafa Kemal, 17 Mart’ta Temsil Heyeti adýna bir bildiri yayýmlayarak ülke yönetimine el konulduðunu ve meclisin Ankara’da toplanacaðýný duyurdu; 19 Mart’ta da bir genelge çýkarýp seçimlerin hangi ilkeler çerçevesinde yapýlacaðýný bildirdi. Böylece vatanýn bütünlüðünü ve milletin özgürlüðünü halka dayanarak kurtarmanýn yolunu açtý. Seçim kararýnýn uygulamaya konulmasý bazý güçlükleri beraberinde getirdi. Zira Ýtilâf devletleri etkin olduklarý yörelerde seçimlerin yapýlmasýna izin vermiyorlardý. Ayrýca bazý idareciler, Temsil Heyeti’nin yurtta tamamýyla etkin olmayýp Ankara’nýn gerçek gücünün henüz belli olmamasý yüzünden tereddüt içinde bulunduklarýndan güçlük çýkarýyorlardý. Seçimlerde yerleþik seçim kurallarýnýn dýþýna çýkýlarak Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri de seçime sokulup seçmen tabaný geniþletildi. Her seçim çevresinden beþ milletvekilinin seçilmesi kararlaþtýrýldýðý halde iþgal altýndaki yerlerin sadece belirli yörelerinde seçim yapýlabildi. Nihayet Türkiye’nin yeni yasama organý, Ýstanbul’dan kaçýp Ankara’ya gelen mebuslar ve yeni seçilen üyelerin katýlýmýyla 23 Nisan 1920 Cuma günü düzenlenen merasimle açýldý. Geçici baþkanlýk divaný oluþturulduktan sonra milletvekili mazbatalarýný incelemek üzere iki komisyon kuruldu. 24 Nisan günü saat 10.00’da en yaþlý üye sýfatýyla Sinop mebusu Þerif Bey’in baþkanlýðýnda çalýþmalarýna baþlayan meclis önce mazbatalarý incelenen üyelerin mebusluklarýný onayladý. Mustafa Kemal Paþa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasýndan o güne kadar olan geliþmeleri ve yapýlan çalýþmalarý

anlattýðý uzun bir konuþma yaptý. Gizli oturumda memleketin dâhilî durumu hakkýnda bilgi verdi. Yeni bir hükümetin kurulmasýný öngören teklifi meclise sundu. Ayný gün yapýlan baþkanlýk divaný seçiminde Mustafa Kemal Paþa birinci baþkanlýða, Celâleddin Ârif Bey ikinci baþkanlýða, Abdülhalim Çelebi birinci baþkan vekilliðine ve Cemâleddin Efendi ikinci baþkan vekilliðine seçildi. Kâtip üyelerle birlikte baþkanlýk divaný teþkil edildi. Mustafa Kemal’in hükümet kurulmasý konusundaki teklifi 25 Nisan’da ele alýndý. Önce on beþ kiþiden teþekkül eden bir lâyiha encümeniyle geçici bir icra encümeni oluþturuldu. Ýcra Vekilleri Heyeti’nin oluþum biçimini belirleyen kanun tasarýsý 1 Mayýs’ta meclise sunuldu ve uzun tartýþmalardan sonra 2 Mayýs’ta kabul edildi. Meclis üyeleri arasýndan tek tek oylanmak suretiyle bir meclis hükümeti kuruldu. Böylece yeni bir millî karar organý daha ortaya çýkarýlýrken imparatorluktan millî devlete geçiþ yönünde önemli bir adým atýlmýþ oldu. Meclise verilecek isim konusundaki tartýþmalar daha 11 Nisan 1920 tarihinde vilâyette yapýlan toplantýda baþladýðý halde bir uzlaþmaya varýlamamýþtý. Mebuslarýn baðlý bulunduklarý toplumsal tabakaya, kültür düzeylerine, dünya görüþlerine ve temsil ettikleri politik düþüncelere göre çeþitli isimler ortaya atýlmýþtý. Meselâ Ýslâmcýlar Meclis-i Kebîr/Meclis-i Kebîr-i Millî, Türk Ocaðý sempatizanlarý Kurultay, Osmanlýcýlar Meclis-i Meb‘ûsan, milliyetçiler ise Büyük Millet Meclisi denilmesini istiyorlardý. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Meclis-i Kebîr-i Millî derken Meclis-i Âlî’den söz edenler de vardý. Meclisin geçici baþkaný Þerif Bey açýþ konuþmasýna, “Büyük Millet Meclisi’ni açýyorum” diyerek baþlamýþtý. Ayný þekilde meclisin toplanma sebeplerini kamuoyuna açýklamak için

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk binasý

594

Hamdullah Suphi’nin (Tanrýöver) kaleme aldýðý meclis bildirisinde de Büyük Millet Meclisi adý kullanýldý. Afyon mebusu Mehmed Þükrü’nün Hýyânet-i Vataniyye Kanunu önerisinde ve Hukuk-ý Esâsiyye Encümeni’nin 15 Aðustos’ta hazýrladýðý raporda meclisin tanýmý yapýlýrken de Büyük Millet Meclisi adý benimsendi. Büyük Millet Meclisi hükümetinin imzaladýðý ilk milletlerarasý antlaþma olan, 2-3 Aralýk 1920 tarihinde Ermenistan’la yapýlan Gümrü Antlaþmasý’nda ise Türkiye Büyük Millet Meclisi adý kullanýldý. Nihayet Mustafa Kemal’in 8 Þubat 1921 tarihinden itibaren Ýcra Vekilleri Heyeti kararlarýný Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi sýfatýyla imzalamasýndan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi adý süreklilik kazandý. 1 Mart 1921’de Afganistan ve 16 Mart’ta Rusya ile imzalanan dostluk antlaþmalarýnda da Türkiye Büyük Millet Meclisi adý kullanýldý. Türkiye Büyük Millet Meclisi bütün halk kesimlerini temsil eden bir meclisti. Meclise katýlan üyelerin % 34,2’si sivil bürokratlardan, % 24’ü serbest meslek sahiplerinden, % 13,2’si askerlerden, % 12,7’si yerel yöneticilerden, % 8,6’sý din âlimlerinden, % 4’ü doktor ve eczacýlardan, % 1,2’si aþiret reislerinden ve % 1’i teknik elemanlardan oluþuyordu. Ayný zamanda genç bir meclisti. Zira otuz yaþ grubunda bulunanlarýn oraný % 38, kýrk yaþ grubunda bulunanlarýn % 35 idi. Meclis üyelerinin % 39,4’ü yüksek öðretim, % 27’si ortaöðretim, % 22’si medrese ve % 3,8’i meslek okulu mezunuydu. Üyelerin yarýsý Türkçe dýþýnda bir yabancý dil biliyordu. Bilhassa otuz yaþ grubunda Fransýzca’nýn, kýrk ve elli yaþ gruplarýnda Arapça ve Farsça’nýn belirleyici olduðu dikkati çekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî mücadele þartlarýnýn gereði her türlü fýrkacýlýðý reddettiði halde üyelerinin pek çoðu daha önce çeþitli siyasî parti ve derneklerde görev almýþ kiþilerdi. Bilhassa Ýttihatçý düþünceye sahip olanlarýn sayýsý hayli çoktu. Amerikan mandacýlýðýný savunan Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucularýndan Yunus Nadi ile Sivas Kongresi’nde mandacýlýðý savunan Ýsmâil Fâzýl Paþa, Kara Vâsýf, Bekir Sâmi ve Refet beyler de mebus seçilmiþlerdi. Numan Usta Osmanlý Mesai Fýrkasý’nda, Ahmed Ferid ve Dr. Adnan Millî Türk Fýrkasý’nda, Ýsmail Suphi ve Bekir Sami Millî Ahrar Fýrkasý’nda, Rýza Nur Hürriyet ve Ýtilâf Fýrkasý’nda, Yunus Nadi ve Tevfik Rüþtü Teceddüt Fýrkasý’nda, Celâleddin Ârif ve Abdurrahman Þeref Vahdet-i Milliyye’de ve Hamdullah Suphi Türk ocaklarýnda çalýþmýþtý. Fakat

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE BÜYÜK MÝLLET MECLÝSÝ

hepsi, yeni meclisin çatýsý altýnda Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin birer neferiydi. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin öncelikli amacý Mîsâk-ý Millî ile çizilen sýnýrlar içindeki yurt topraklarýný iþgalden, hilâfet ve saltanatý düþman baskýsýndan kurtarmaktý. Ayrýca yurt topraklarýnýn bir daha iþgale uðramamasý için önlem alýnmasý zorunluydu. 18 Kasým 1920’de yayýmlanan bildiride Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin asýl amacýnýn millî hudutlar dahilinde ülkenin baðýmsýzlýðýný saðlamak, hilâfet ve saltanat makamýný esaretten kurtarmak diye vurgulanýyordu. Bu gayeye ancak Türkiye halkýnýn emperyalizmin tahakkümünden kurtarýlmasý ve kendi egemenliðinin sahibi kýlýnmasýyla ulaþýlabileceði dile getiriliyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin halkýn öteden beri uðradýðý sefaletin sebeplerini yeni bir teþkilâtla kaldýrmayý, yerine refah ve saadeti getirmeyi baþlýca hedef saydýðý belirtiliyordu. Toprak, maarif, adliye, maliye, evkaf ve diðer meselelerde kardeþlik ve yardýmlaþma duygularýnýn hâkim kýlýnacaðý, halkýn ihtiyaçlarýna göre yenilikler yapýlacaðý, bu maksatla siyasî ve içtimaî umdelerin milletin ruhundan alýnmasýnýn, uygulamada milletin eðilimlerinin ve geleneklerinin gözetilmesinin düþünüldüðü açýklanýyordu. Kendini olaðan üstü yetkilerle donatan Türkiye Büyük Millet Meclisi çalýþmalarýný belli bir süreyle sýnýrlandýrmak istemiyordu. 18 Aðustos 1920 tarihinde bu konuda yapýlan uzun müzakerelerden sonra olaðan üstü þartlarýn ortadan kalkmasýna kadar meclisin aralýksýz çalýþmasýna karar verildi. Ankara bu dönemde küçük bir Anadolu kasabasýydý. Ulus’taki meclis binasý gaz lambasýyla aydýnlatýlýyor ve saç sobayla ýsýtýlýyordu. Mebuslar çevredeki okullardan getirtilen tahta sýralarda oturuyor, komisyonlar gaz tenekesinden oluþturulan masalar üzerinde çalýþýyordu. Mebuslarýn kalabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri bir otel ve lokanta bile yoktu. Ýlk gelenler baþta Yüksek Öðretmen Okulu olmak üzere çeþitli okullara yerleþtirilmiþti. Ardýndan gelenler ise derme çatma han odalarýnda kalýyorlardý. Mebuslar daha sonra okullardan ve hanlardan çýkarak üç beþ kiþi ortaklaþa ev kiralamaya baþladýlar. Önce kale içindeki saðlýk þartlarý uygun olmayan azýnlýklara ait evlerde oturdular. Ardýndan müslümanlar da evlerini kiraya vermeye baþladýlar. Bu þartlardan þikâyet etmeyen mebuslarýn devletin kendilerine verdiði 100 lira maaþýn bir kýsmýný bütçe açýðýný gidermek amacýyla geri verdikleri bile oluyor-

du. Üyeler, gerektiðinde cepheye gidip askerlerle birlikte savaþtýklarý gibi köyleri ve kasabalarý dolaþarak meclisin amaçlarýný halka anlatýyorlardý. Toplumun her kesiminden gelen bu insanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatýsý altýnda iþgalci güçleri yurttan atýp baðýmsýz yeni Türkiye Devleti’ni kurdular. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en belirgin özelliklerinden biri de ihtilâlci bir karakter taþýmasýydý. Çünkü üyeler her türlü tehlikeyi göze alarak Ankara’ya gelmiþlerdi. Nitekim Hamdullah Suphi ihtilâlci bir kuvvet olduklarýný, milletin kutsal deðerleri savunulurken ölümün bile düþünülemeyeceðini söylüyordu. Ali Þükrü Bey de bu meclisin sýradan bir meclis olmadýðýný, fevkalâde þartlardan doðduðunu vurguladýktan sonra, “Bunun nâm-ý diðeri ihtilâl meclisidir” diyordu. Gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargý erklerini üzerinde toplayarak, Hýyânet-i Vataniyye Kanunu’nu çýkararak, Ýstiklâl mahkemelerini kurarak ve egemenliði kayýtsýz þartsýz millete veren anayasayý kabul ederek kendi üstünde hiçbir güç tanýmadýðýný ortaya koydu. Ýstanbul hükümetinin yaptýðý antlaþmalarý, verdiði imtiyazlarý geçersiz sayýp nihayet 1 Kasým 1922’de hilâfetle saltanatý birbirinden ayýrdý ve Osmanlý saltanatýný kaldýrarak ih-

tilâlci özelliðini açýkça gösterdi. Bir kurucu meclis þeklinde tasarlanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, daha sonra olaðan üstü yetkiye sahip bir meclis diye adlandýrýldýðý halde kuruculuk özelliðini hep önde tuttu. Mustafa Kemal Paþa’nýn da belirttiði gibi bu meclis mevcut Kanûn-ý Esâsî’yi kaldýrma, deðiþtirme ve yerine yenisini koyma hakkýna sahipti. Nitekim 20 Ocak 1921’de Teþkîlât-ý Esâsiyye Kanunu adýyla kýsa, fakat geleceðe açýlýmý bakýmýndan geniþ ufuklu bir anayasa benimsendi. Bundan sonra devlet yapýsý Kanûn-ý Esâsî’nin öngördüðü yapýdan uzaklaþarak Teþkîlât-ý Esâsiyye Kanunu’na göre yeniden düzenlendi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendinden öncekilerle ve sonrakilerle karþýlaþtýrýlamayacak kadar demokrat bir meclistir. Zira deðiþik siyasal düþüncelere sahip mebuslar görüþlerini iç tüzüðe uygun biçimde savundular ve hiçbir engelle karþýlaþmadýlar. Ülkenin ve milletin kurtuluþu için öngördükleri bütün düþünceleri meclis kürsüsünden açýkça ortaya koydular. Meclis içinde “halk zümresi, tesanüt grubu, ýslahat grubu” gibi küçük bazý gruplar ortaya çýkmýþtý. Hatta Yeþil Ordu Cemiyeti ile Türkiye Halk Ýþtirâkiyyûn Fýrkasý ve Türkiye Komünist Fýrkasý gibi sosyalist temellere dayanan örgütlenmeler de olmuþtu.

Atatürk, Ýsmet Ýnönü ve Fevzi Çakmak Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

595


TÜRKÝYE BÜYÜK MÝLLET MECLÝSÝ

Ancak asýl mücadele, Mustafa Kemal ve arkadaþlarý tarafýndan kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarýný eleþtiren ikinci grup arasýnda geçti. Bu iki grubun tartýþmalarý meclisin demokratik kimliðinin de göstergesi oldu. Gayri müslimlerin katýlmadýðý birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi gerek teþekkül biçimi gerekse amaçlarý bakýmýndan milliyetçi ve daha çok halka dayanan ve halkýn sorunlarýný çözmeyi amaç edinen bir meclistir. Halkçýlýk bu dönemde en çok kullanýlan bir kelime olarak ortaya çýkmaktadýr. II. Meþrutiyet döneminde ülke gündemine giren halkçýlýk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açýlmasýndan sonra âdeta meclisin ideolojisi haline geldi. Fevzi Paþa (Çakmak) olaylarýn kendilerini halkçýlýða doðru sürüklediðini söylerken Mustafa Kemal Paþa da varlýklarýnýn yegâne dayanaðýnýn halkçýlýk olduðunu belirtiyor ve halk hükümetini savunuyordu. Bu düþüncelerini Halkçýlýk Programý adýyla 13 Eylül 1920’de meclise sundu. Meclis kendi içinden seçtiði hükümet üyelerini sýký bir denetime tâbi tuttu; sözlü ve yazýlý sorularýn dýþýnda yoðun bir gensoru önergesiyle bu iþlevini yerine getirdi. Hatta bazan verdiði gensorularla hükümet üyelerini görevlerinden aldý. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek 16 Nisan 1923’te çalýþmalarýný sona erdirdi. Böylece oluþum biçimi, amaçlarý ve bu amaçlarýný gerçekleþtirmekte gösterdiði kararlýlýk, yurt ve millet sevgisi, devlet ciddiyeti, özveri, millî saygýnlýk bakýmýndan alýnmasý gerekli derslerle dolu bir meclis olarak tarihteki yerini aldý. BÝBLÝYOGRAFYA :

TBMM Bir Târihçe ile Âzâ-i Kirâmýn Teþviklerini Muhtevi Albüm, Ankara 1338; TBMM Gizli Celse Zabýtlarý, Ankara1985, I-IV; TBMM Zabýt Ceridesi, I-XXVIII, Ankara 1940-1961; Yunus Nadi, Ankara’nýn Ýlk Günleri, Ýstanbul 1955, s. 83124; a.mlf., Birinci Büyük Millet Meclisinin Açýlýþý ve Ýsyanlar, Ýstanbul 1955, s. 27-62; Samet Aðaoðlu, Kuvayý Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ýstanbul 1973, s. 41-289; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akýmlar: 1908-1925, Ankara 1978, s. 101-289; Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi: Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem 1919-1923, Ankara 1994, I, 37-317; Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, Ýstanbul 1994, s. 85-375; Ýhsan Güneþ, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düþünce Yapýsý, Ýstanbul 1997; Faik Reþit Unat, “Atatürk’ün Toplamak Ýstediði Meclis-i Müessisan”, TTK Belleten, XXI/83 (1957), s. 483-487; Tarýk Zafer Tunaya, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Kuruluþu ve Siyasi Karakteri”, ÝÜ Hukuk Fakültesi Mecmuasý, XXIII/3-4, Ýstanbul 1957, s. 227247; a.mlf., “Baðýmsýz Türkiye Kurucusu Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin 50. Yýldönümünde”, BTTD, VI/31 (1970), s. 31-50; Tevfik

596

Býyýklýoðlu, “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Hukukî Statüsü ve Ýhtilalci Karakteri”, TTK Belleten, XXIV/96 (1960), s. 637-663; Tevfik Rüþdü Aras – Refik Koraltan, “Üyelerinin Anýlarýyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluþ Temeli Birinci Büyük Millet Meclisi”, BTTD, VI/31 (1970), s. 1730; “Büyük Millet Meclisi”, TA, IX, 80-94; Kemal Karpat, “Türkler”, ÝA, XII/2, s. 386-389.

ÿÝhsan Güneþ

– ˜ –

˜

TÜRKÝYE DÝYANET VAKFI (bk. DÝYANET VAKFI).

TÜRKÝYE MAARÝF TARÝHÝ Osman Nuri Ergin’in (ö. 1961) Türk eðitim ve kültür tarihine dair eseri.

— ™ —

Türk eðitim tarihi konusunda yazýlmýþ en kapsamlý eser olma özelliðini taþýr. Sadece eðitim ve maarif tarihiyle deðil ayný zamanda Türk çaðdaþlaþma düþüncesi ve kültür tarihiyle ilgili önemli bilgiler içerir. Cumhuriyet’in onuncu yýl dönümünde (1933) Cumhuriyet ve Ýstanbul Mahallî Ýdaresi adlý eserini yayýmlayan ve ayný dönemde Dahiliye Vekâleti’nin isteðiyle Ýstanbul Vilâyeti Ýdare Coðrafyasý baþlýklý çalýþmasýný hazýrlayan Osman Nuri Ergin bu çerçevede Ýstanbul Mektepleri ve Ýrfan Müesseseleri’ni yazmýþ, ancak yayýmlama fýrsatý bulamamýþtýr. Bu durumun farkýna varan dönemin Maarif Vekâleti þube müdürlerinden Hýfzýrrahman Raþit (Öymen) eserin tamamlanmasýna ve geniþletilerek bir maarif tarihi haline getirilmesine ön ayak olmuþtur. Türkiye Maarif Tarihi’ni beþ cilt olarak düzenleyen Osman Nuri Ergin, eserini çeþitli dönemler halinde tasnif ederken kendisinden sonra eðitim tarihi konusunda yazýlan pek çok eserdeki dönemlendirmenin þekillenmesinde etkili olmuþtur. Ergin eserinde hemen hemen her dönemi ayrý bir ciltte tartýþmaktadýr. Her ciltte önce dönemin genel özelliklerini “Devrin Ýzahý” baþlýðý altýnda ele alýr; birinci ciltte Osmanlý Beyliði’nin kuruluþuyla baþlayarak III. Selim zamanýna kadar geçen uzun dönemi “Araplaþma ve Skolastik Tedris Devri” baþlýðý altýnda inceler. Bu kýsýmda genel hatlarýyla çeþitli mektep ve medreselerle bunlarýn dýþýndaki eðitim ortamlarý (mescid, zâviye, dergâh, meclisler vb.) hakkýnda bilgi verirken zaman zaman müfredatlarýný da kaydeder. III. Selim’den II. Mahmud döneminin sonuna kadar ilk as-

kerî mekteplerle sivil mekteplerde gerçekleþtirilen eðitim giriþimlerini “Garplýlaþma ve Yenilik Devri” baþlýðýyla, Tanzimat’tan I. Meþrutiyet’in ilânýna kadar çeþitli alanlardaki okullaþmayý “Geliþme ve Geniþleme Seneleri” þeklinde ikinci ciltte ele alýr. Temel eðitimdeki ilk yapýlanmalarýn yaný sýra yüksek eðitimdeki geliþmelere, özel ihtisas mekteplerine yer verdiði bu ciltte ayný zamanda “Azlýk ve Yabancý Mektepleri” baþlýðýyla yabancý okullarý inceler. Eserin üçüncü cildi “I. Meþrutiyet yahut Yayýlma ve Ýlerleme Seneleri” baþlýðýný taþýr. Müellif burada askerî mektepler, idâdîler ve hususi mektepler þeklinde bir tasnif yapar. Yine “Azlýk Mektepleri” ve “Yabancý Mektepler” baþlýklarýyla yüksek eðitim okullarýna, çeþitli meslek ve ihtisas mekteplerine geçer. Dördüncü cilt II. Meþrutiyet’ten Cumhuriyet’in kuruluþuna kadar olan dönemi kapsar. Bu dönem okullaþmada “Bocalama ve Duraklama Seneleri” baþlýðýyla ele alýnýr. Osman Nuri Ergin beþinci cildi Cumhuriyet dönemine ayýrýr. Müellif yaþadýðý bu dönemdeki okullaþmayý ve eðitim giriþimlerini 1930’lu yýllarýn sonuna kadar getirerek “Deðiþme ve Yükselme Seneleri yahut Ýnkýlâp Devri” baþlýðý altýnda ayrýntýlý biçimde inceler. Her cildin sonunda konu fihristi verilmiþ, beþinci cildin sonuna mektep adlarý, hâþiyeler ve þahýs isimlerine dair üç ayrý fihrist eklenmiþtir. Uzun yýllar Ýstanbul Þehremâneti’nin çeþitli birimlerinde çalýþan, ayný zamanda 6000’den fazla sokaðýn adýnýn belirlenme sürecinde bizzat yer alan Osman Nuri Ergin Ýstanbul’u sokak sokak gezmiþ, daha sonra Türkiye Maarif Tarihi’nde yer vereceði pek çok mektebin âdeta ön araþtýrmasýný ve hazýrlýk çalýþmalarýný o yýllarda yapmýþtýr. Kitabýnda öne sürdüðü görüþlerin saðlamasýný çeþitli açýlardan yapmayý ihmal etmemiþ, gerektiðinde önemli belgelere yer vermiþ, zaman zaman basmakalýp fikirleri sorgulamaktan geri durmamýþtýr. Bir konuda ilk defa yazýlan eselerde görüldüðü gibi Ergin’in bu çalýþmasý da eksiksiz deðildir ve bazan hatalý bilgilere rastlanmaktadýr. Yer yer indî mütalaalara yer veren müellif, divan edebiyatýnýn Türkler’in saf ve temiz ahlâkýný bozduðu gibi aceleci genellemeler ve deðerlendirmeler yapmaktan kendini kurtaramamýþtýr. Ergin çalýþmasýnda ulaþýlmasý güç özel arþivlerden topladýðý bilgileri kullandýðý gibi son dönem Osmanlý mektepli-medreseli entelektüelleriyle yaptýðý konuþmalardan derlediði bilgileri de kaydetmiþtir. Dönemin olaylarý ve siyasetçileriyle

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÝYE YAZMALARI TOPLU KATALOGU

ilgili, yer yer Avrupa ile karþýlaþtýrdýðý gözlemlerini bazan metin içinde, bazan metin sonunda dipnot þeklinde uzunca ele almýþtýr. Meselâ yalnýz bir dipnotta verdiði bilgiler dokuz sayfayý bulur. Eser siyasal otorite ve okul müfredatý iliþkilerinden þehir hayatýna ve dinî hizmetlere, siyasî düþünceden sanat ve kültür yaþamýna, yayýn faaliyetlerine kadar hem yaþanýlan dönemi hem bir dönem öncesine ait evrak, belge ve anlatýlarý deðerlendirmesi açýsýndan ayrýca önemlidir. Muallim Cevdet’in ifade ettiði gibi Türk tarihiyle alâkalý birçok temel eserin henüz yazýlmadýðý bir devirde Osman Nuri Ergin’in Türkiye Maarif Tarihi çok önemli bir kalem denemesi olmuþtur. Bazý deðerlendirmeleri, yer verdiði ya da dýþarýda býraktýðý malzemesi bakýmýndan bugün yoðun biçimde tartýþýlsa, bazan sorgulansa bile eser XIX ve XX. yüzyýl Türk maarif ve okullaþma tarihinde büyük bir boþluðu doldurmuþtur. Kitap önce her yýl bir cildi neþredilmek suretiyle 1939’dan itibaren yayýmlanmýþ, V. cildin yayýmý 1943’te tamamlanmýþtýr. Ayrýca ikinci baskýsý yapýlmýþtýr (I-V, Ýstanbul 1977). BÝBLÝYOGRAFYA :

Orhan Okay, Silik Fotoðraflar, Ýstanbul 2001; Ali Ýmer, “Millî Kütüphanemize Mühim Zenginlik Veren Bir Eser: Türkiye Maarif Tarihi Cilt: 2”, Konya, sy. 38, Konya 1941, s. 58-62; Ahmed Güner Sayar, “Osman Nuri Ergin”, DÝA, XI, 297298; Azmi Özcan, “Mecelle-i Umûr-ý Belediyye”, a.e., XXVIII, 235-236.

ÿSeyfi Kenan

– ˜ –

˜

TÜRKÝYE SELÇUKLULARI (bk. SELÇUKLULAR [Anadolu]).

TÜRKÝYE YAZMALARI TOPLU KATALOGU 1978’de Kültür Bakanlýðý tarafýndan baþlatýlan, Türkiye’de mevcut Arap harfli yazma eserleri kataloglamayý amaçlayan projenin adý.

— ™ —

XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren kütüphanelerde bulunan yazma eserlerin devlet eliyle sistemli bir þekilde katalogunu hazýrlama teþebbüsleri ya hiç baþlamamýþ ya yarým kalmýþ ya da çok az miktarda neticeye ulaþmýþ projeler görünümü arzetmektedir. Bu teþebbüslerin sonuncusu olan Türkiye Yazmalarý Toplu Katalogu (TÜYATOK) etkinliði, dönemin kütüphaneler genel müdürü Özer Soysal tarafýndan planlanýp Ýsmet Parmaksýzoðlu’-

nun proje yürütücülüðünde, Müjgân Cunbur’un katkýlarýyla, Kültür Bakanlýðý Müsteþarlýðý ve Kütüphaneler Genel Müdürlüðü’nün 12 Nisan 1978 tarihli onayý ile baþlatýlmýþtýr. Bu çerçevede 1978’de Kültür ve Turizm Bakanlýðý Kütüphaneler ve Yayýmlar Genel Müdürlüðü bünyesinde Türkiye Yazmalarý Toplu Katalogu Merkez Bürosu (1984’ten itibaren þube, Temmuz 1992’den itibaren Millî Kütüphane Baþkanlýðý’na baðlý), 1979’da Ýstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesi bünyesinde merkeze baðlý olarak Günay Kut’un baþkanlýðýnda TÜYATOK þubesi faaliyete geçmiþtir. Bu projenin kesintiye uðramasý, yavaþ gitmesi, eksiklikleri, hatalarý ve hâlâ sonuçlanamamasýna raðmen kapsamý, amacý, çalýþanlarýn gösterdiði çabayý ve iyi niyeti göz önüne alarak Türkiye’deki yazma eserlerin bibliyografik denetiminin yapýlmasýnda büyük katkýsý olduðunu belirtmek gerekir. Yapýlan çeþitli sayýmlara göre Türkiye kütüphanelerinde 500.000 civarýnda yazma eser / risâle bulunduðu düþünülmektedir. Özel kütüphane ve koleksiyonlarla daha da artacak olan bu sayýnýn kesin sonucu yazma eserlerin kataloglanmasý süreci tamamlandýðýnda ortaya çýkacaktýr. Teknolojik geliþmelerin getirdiði zorunlu deðiþim ve dönüþüm ýþýðýnda TÜYATOK projesinde ortaya çýkan bilgilerin kitap halinde yayýmlandýðý ilk dönemle halen sürmekte olan, bilgilerin bilgisayar ortamýnda kullanýcýya sunulduðu dönem olmak üzere iki evre söz konusudur. Bu projenin ilk aþamasýnda Kültür Bakanlýðý’na baðlý çeþitli birimlerde daðýnýk þekilde bulunan yazma eserlerin, ikinci aþamasýnda diðer kurumlarda, kuruluþlarda ya da özel koleksiyonlarda mevcut eserlerin kataloglanmasý amaçlanmýþtýr. Katalogun düzeni, bibliyografik künyelerin Dewey Onlu Tasnif Sistemi altýnda eser adýna göre alfabetik sýralanmasý ve her fasikülde yazar ve kitap adý dizini bulunmasý þeklinde planlanmýþtýr. Projenin isminde yer alan “toplu katalog” sözünü karþýlamak üzere, eser adýyla eserlerin yurt içi-yurt dýþýnda hangi kütüphanelerde bulunduðunu ve hangi kataloglarda yer aldýðýný gösterir toplu dizin hazýrlanmasý bütün fasiküllerin çýkmasýndan sonraya býrakýlmýþtýr. Ancak bu hedefin gerçekleþmesi, katalogun bilgisayar ortamýnda yayýmlanmaya baþlanmasýndan dolayý baþka bir þekle dönüþmedikçe mümkün görünmemektedir. Türkiye’nin hemen her ilinde yazma içeren bir kütüphanenin vrlýðýndan hareketle yayýn sýrasýnda her fasikülde yer alan

koleksiyonun bulunduðu þehrin trafik kodu verilmiþtir. Bir ilde ya da bir kütüphanede birden çok yazma koleksiyonu varsa koleksiyonun hacmine göre katalogu ya baðýmsýz fasikül halinde yayýmlanmýþ ya da bir fasikül içinde ayrý bölüm halinde verilmiþtir. Fasikül kelimesinin taþýdýðý belirsizliðe uygulamada ortaya çýkan tutarsýzlýklar da eklenince bu yöntem projenin en çok eleþtirilen yanlarýndan biri olmuþtur. Basýlan kataloglarýn biçim ve içerik özellikleriyle her bir künyede yer alan bibliyografik bilgilerdeki yetersizlik ve tutarsýzlýklar gelen eleþtiriler doðrultusunda zaman içinde düzeltilmeye çalýþýlmýþtýr. 2004-2005’te yayýmlanan üç CD ve sitedeki bilgilerden 27 Nisan 2007 tarihinde resmen kullanýma açýldýðý anlaþýlan https://www.yazmalar.gov.tr sitesiyle birlikte kitap yayýmý durmuþtur. Uzmanlarýn basýmýna devam edilmesinin yararlý olacaðýný söylediði kataloglarýn sonuncusu 2005’te neþredilmiþ olup bu kataloga kadar toplam otuz dört fasikül (31.866 kitap / risâle künyesi) neþredilmiþtir. CD’lerle birlikte bu rakam otuz yediye ulaþmaktadýr: 1. TÜYATOK I (Ankara 1979, XIV, 78, 58 sayfa; Anýtkabir, Cumhurbaþkanlýðý, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Adýyaman Ýl Halk kütüphaneleri). 2. TÜYATOK II (Ankara 1980, 266 sayfa; Giresun, Ordu ve Rize Ýl Halk kütüphaneleri). 3. TÜYATOK 34/I (Ankara 1981, 1, 188 sayfa; Ýstanbul Süleymaniye Ktp. Ali Nihad Tarlan koleksiyonu). 4. TÜYATOK 07/I (Ýstanbul 1982, VI, 320 sayfa; Antalya Müzesi, Alanya Ýlçe Müzesi, Akseki Yeðen Mehmed Paþa, Elmalý Ýlçe Halk kütüphaneleri). 5. TÜYATOK 07/II (Ýstanbul 1982, 480 sayfa; Elmalý Ýlçe Halk Ktp.). 6. TÜYATOK 07/III (Ýstanbul 1983, 480 sayfa; Elmalý Ýlçe Halk Ktp. Antalya Tekelioðlu Koleksiyonu). 7. TÜYATOK 07/IV (Ýstanbul 1984, 320 sayfa; Antalya Tekelioðlu Koleksiyonu). 8. TÜYATOK 07/V (Ýstanbul 1984, 367 sayfa; Antalya Tekelioðlu Koleksiyonu). 9. TÜYATOK 34/II (Ankara 1984, 203 sayfa; Ýstanbul Beyazýt Devlet Ktp. Merzifonlu Kara Mustafa Paþa Koleksiyonu). 10. TÜYATOK 01/I (Ankara 1985, 320 sayfa; Adana Ýl Halk Ktp. ve Müzesi). 11. TÜYATOK 01/II (Ankara 1986, s. 323-546; Adana Ýl Halk Ktp. ve Müzesi). 12. TÜYATOK 01/ III (Ankara 1986, s. 546-762: Adana Ýl Halk Ktp. ve Müzesi). 13. TÜYATOK 34/ III (Ankara 1987, I, 234 sayfa; Ýstanbul Süleymaniye Ktp. Amcazâde Hüseyin Paþa ve Hekimbaþý Mûsâ Nazif Efendi koleksiyonlarý). 14. TÜYATOK 05/I (Ýstanbul 1987, 320 sayfa; Amasya Beyazýt Ýl

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

597


TÜRKÝYE YAZMALARI TOPLU KATALOGU Halk Ktp.). 15. TÜYATOK 05/II (Ýstanbul 1990, 320 sayfa; Amasya Beyazýt Ýl Halk Ktp.). 16. TÜYATOK 05/III (Ýstanbul 1992, 320 sayfa; Amasya Beyazýt Ýl Halk Ktp.). 17. TÜYATOK 05/IV (Ýstanbul 1995, 320 sayfa; Amasya Beyazýt Ýl Halk Ktp.). 18. TÜYATOK 05/V (Ankara 2002, 782 sayfa; Amasya Beyazýt Ýl Halk Ktp.). 19. TÜYATOK 34/IV (Ankara 1994, VIII, 694 sayfa; Ýstanbul Süleymaniye Ktp. Mustafa Âþir Efendi Koleksiyonu). 20. TÜYATOK 03 (Ankara 1996, XIII, 648 sayfa; Afyon Gedik Ahmed Paþa Ýl Halk Ktp., Afyon Ýl Müzesi, Dinar Ýlçe Halk Ktp.). 21. TÜYATOK 10 (Ankara 1997, 618 sayfa; Balýkesir Ýl Halk Ktp., Dursunbey Ýlçe Halk Ktp., Edremit Ýlçe Halk Ktp.). 22. TÜYATOK 18 (Ankara 1998, 376 sayfa; Çankýrý Ýl Halk Ktp.). 23. TÜYATOK 32 (Ankara 2000, VIII, 922 sayfa; Isparta Halil Hamîd Paþa Ýl Halk Ktp., Uluborlu Alâeddin Keykubat Ýlçe Halk Ktp., Yalvaç Ali Rýzâ Efendi Ýlçe Halk Ktp., Þarkîkaraaðaç Ýlçe Halk Ktp., Senirkent Ýlçe Halk Ktp., Aydoðmuþ Ýlçe Halk Ktp.). 24. TÜYATOK 15/I (Ankara 2000, VII, 688 sayfa; Burdur Ýl Halk Ktp.). 25. TÜYATOK 15/II (Ankara 2000, IV, 6891336 sayfa; Burdur Ýl Halk Ktp.). 26. TÜYATOK 26 (Ankara 2002, XVI, 459 sayfa; Eskiþehir Ýl Halk Ktp.).

TÜYATOK çerçevesinde hazýrlanýp yayýmlanan Millî Kütüphane kataloglarý: Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (I, Ankara 1987, 120 sayfa); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (II, Ankara 1988, s. 121-372); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (III, Ankara 1992, 260 sayfa); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (IV, Ankara 1994, 188 sayfa); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (V, Ankara 1997, 421 sayfa); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (VI, Ankara 2001, V, 410 sayfa); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (VII, Ankara 2002, VIII, 289 sayfa); Millî Kütüphane Yazmalar Kataloðu (VIII, Ankara 2005, 273 sayfa). Bu proje kapsamýnda yayýmlanan CD’ler: 1. Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu (Ankara 2004, CD 1). Adana, Adýyaman, Afyon, Amasya, Ankara (Anýtkabir, Cumhurbaþkanlýðý, TBMM), Antalya, Balýkesir, Burdur, Çankýrý, Eskiþehir, Isparta, Ýstanbul (Ali Nihad Tarlan, Merzifonlu Kara Mustafa Paþa, Amcazâde Hüseyin, Hekimbaþý Mûsâ Nazif Efendi ve Mustafa Âþir Efendi koleksiyonlarý); Ordu, Giresun, Rize Ýl Halk kütüphaneleri ve Millî Kütüphane’ye ait yedi cilt katalogu içermektedir. 2. Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu (Ankara 2004, CD 2). Ankara Adnan 598

Ötüken, Aydýn Müze, Bursa Ýnebey Haraççýoðlu ve Orhan Camii Koleksiyonu, Çorum, Diyarbakýr, Elazýð, Erzurum, Gaziantep, Ýzmir Efes Müzesi, Kastamonu, Kilis, Konya, Konya Yûsuf Aða, Kütahya, MalatyaDarende, Manisa, Manisa-Akhisar, Mardin, Nevþehir-Ortahisar, Niðde, Ordu, Safranbolu Ýzzet Mehmed Paþa (Vakýflar Genel Müdürlüðü), Þanlýurfa, Tokat, TokatZile, Trabzon, Ürgüp Tahsin Aða Ýlçe Halk kütüphanelerine ait koleksiyonlarý içermektedir. 3. Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu (Ankara 2005, CD 3). Yurt içi ve yurt dýþýndan çeþitli kütüphane ve koleksiyonlara ait 40.250 adet Türkçe yazma eser künyesini içermektedir. TÜYATOK projesinin ikinci aþamasý olan https://www.yazmalar.gov.tr web sitesinde 198.449 yazma eserin künyesiyle 64.427 adet yazma eserin elektronik kopyasýna ulaþýlmaktadýr (Ünver). Dijital ortamla birlikte kapsamý ve amacý deðiþen, hatta durduðu anlaþýlan TÜYATOK projesinin yeni durumu hakkýnda bir deðerlendirme ve açýklama eksikliði web sitesi kullanýcýlarý tarafýndan hissedilmektedir. Ayrýca web sitesinin amacý, kapsamý, yöntemi ve ayýrýcý özelliðine dair bilgiler yetersiz kaldýðýndan bu sitede yer alan bibliyografik künyelerin TÜYATOK kapsamýnda hazýrlanan fiþlerle kütüphane kataloglarýna dayandýðý, yurt dýþýndaki bazý Türkçe yazmalarýn künyelerini de içerdiði anlaþýlmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýrem Soydal v.dðr., “Yazma Kataloglarý ve TÜYATOK: Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Bilginin Serüveni: Dünü, Bugünü ve Yarýný Türk Kütüphaneciler Derneði’nin Kuruluþu’nun 50. Yýlý Uluslararasý Sempozyum Bildirileri, 17-21 Kasým 1999 (haz. Özlem Bayram v.dðr.), Ankara 1999, s. 257271; Niyazi Ünver, “Milli Kütüphanede Yazmalarýn Kataloglanmasý ve Dijital Ortama Aktarma Çalýþmalarý”, I. Ulusal Ýslam Elyazmalarý Sempozyumu Bildiriler Kitabý, Ýstanbul 2009, s. 4650; Hidayet Y. Nuhoðlu, “Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu”, Türk Kütüphaneciler Derneði Bülteni, XXIX/1, Ankara 1980, s. 44-47; Ýsmet Parmaksýzoðlu, “Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu”, a.e., XXIX/2 (1980), s. 92-98; E. Birnbaum, “Turkish Manuscripts: Cataloguing Since 1960 and Manuscripts Still Uncatalogued, Part 5: Turkey and Cyprus”, JAOS, CIV/4 (1984), s. 465-503; B. Flemming, “The Union Catalogue of Manuscripts in Turkey: Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu (TÜYATOK)”, Manuscripts of the Middle East, I, Leiden 1986, s. 109-110; Günay Kut, “Some Aspects of the Cataloguing of Turkish Manuscripts”, a.e., III (1988), s. 60-68; a.mlf., “Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu (TÜYATOK)”, Simurg: Kitap Kokusu, sy. 2-3, Ýstanbul 2000, s. 22-31; Servet Bayoðlu, “Bazý Yazma Eser Kataloglarý ile ‘Türkiye Yazmalarý Toplu Kataloðu’ Projesine Bir Bakýþ”, MK, sy. 62 (1988), s. 73-77.

ÿHatice Aynur

TÜRKKAN, Ömer Fahreddin (bk. FAHREDDÝN PAÞA).

˜ –

˜

TÜRKLÜK BÝLGÝSÝ ARAÞTIRMALARI Amerika Birleþik Devletleri’nde yayýmlanan ilk Türkoloji dergisi.

— ™ —

Türklük Bilgisi Araþtýrmalarý (Journal of Turkish Studies) (TUBA) Türk, Ýslâm ve Orta Asya kültürlerinin ana kaynaklarýný yayýmlamak üzere Amerika Birleþik Devletleri Harvard Üniversitesi’nde çýkan “Source of Oriental Languages and Literatures” adlý dizinin devamý þeklinde yayýn hayatýna baþlamýþtýr. Eski Türk dilleri profesörü Þinasi Tekin’in öncülüðünde çýkarýlan derginin ilk sayýsý, 1977’de Fahir Ýz’le birlikte ve Near Eastern Languages and Civilisations bölümü bünyesinde neþredilmiþtir. Birkaç sayý sonra Gönül Alpay Tekin editör olarak dergiye destek vermeye baþlamýþ, dergi kesintisiz biçimde günümüze kadar gelmiþtir. Þinasi Tekin’in 2004 yýlýnda ölümünün ardýndan dergi Günay Kut’un editörlüðünde devam etmiþ, hâtýra sayýlarýnda yardýmcý editörler yer almýþtýr. Türklük Bilgisi Araþtýrmalarý uluslar arasý bilimsel bir dergi olup Ýngilizce, Almanca, Fransýzca, Rusça, Ýtalyanca, Arapça, Modern Uygurca, Âzerîce ve Türkçe makaleler içermektedir. Türk dilinin yayýldýðý alanlarda geçirdiði tarihsel süreç, lehçe ve aðýzlar üzerinde çalýþmalar, Orhon yazýtlarýndan baþlayarak Altun Yaruk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut hikâyeleri, Evliya Çelebi seyahatnâmesi gibi metinlerle ilgili dil ve edebiyat çalýþmalarý dergide önemli bir yer tutmaktadýr. Bunun yanýnda klasik dönem Türk þiiri ve edebiyatý en fazla araþtýrmanýn yayýmlandýðý alan olmuþtur. Bu dönemin þairleri, tezkireler ve tezkireciler, mesnevi, mevlid, tuyuð gibi formlar, gazel ve kasideler edebiyat ve dil baðlamlý incelemelerin, metin baðlamlý motif araþtýrma ve karþýlaþtýrma çalýþmalarýnýn konularýný meydana getirmiþtir. Osmanlý vakýf kütüphaneleri, kataloglama çalýþmalarý, bazý kütüphane koleksiyonlarý, belli bir alandaki yazmalarýn tesbiti bir diðer çalýþma alanýdýr. Mitoloji, Türk halk edebiyatýna iliþkin bazý meseleler ve simalar, Türk tarihi, bazý tarihî yapýlar ve Türk eðitim hayatýna ait belgeler çeþitli makale konularý arasýndadýr. Türk yenilik edebiyatýnýn önde ge-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKMENÝSTAN

len bazý kiþileriyle bunlarýn eserleri üzerine inceleme ve deðerlendirmeler, biyografi ve bibliyografya çalýþmalarýyla Türk edebiyat tarihçiliðinin bir kýsým meselelerine dair hazýrlanmýþ yazýlar önemli bir yer tutmaktadýr. Ahmet Hamdi Tanpýnar’ýn Aydaki Kadýn romanýnýn müsvedde halinde ortaya çýkarýlan metniyle II. Abdülhamid dönemi fotoðraf albümlerinden önemli miktarda fotoðrafýn yer aldýðý bölümler dikkat çeken yayýnlar olmuþtur. Türklük Bilgisi Araþtýrmalarý yýlda bir sayý halinde 2009’a kadar düzenli biçimde otuz üç sayý yayýmlanmýþtýr. 2000 yýlýnda üç cilt, 2002, 2003, 2004, 2007, 2008 ve 2009 yýllarýnda ikiþer cilt olarak neþredilen derginin toplam cilt sayýsý kýrk biri bulmuþtur. Ýlk sayýsýnda belirtildiði gibi dergide Türklük dünyasýna ve bunun tarih boyunca iliþki kurduðu kültür daireleriyle ilgili bilimsel inceleme ve deðerlendirmelere de yer verilmiþtir. Makalelerin yer aldýðý bölümden sonra “Tenkit-Critica” kýsmý bulunmaktadýr.

(dört), Cüneyd Okay (dört), Jan Schmidt (dört), Geng Shý-mýn (dört), Grace Martine Smith (dört), Nuran Tezcan (dört) ile üçer makalesi yayýmlanan Virginia Aksan, Turan Alptekin, Gönül Ayan, Yusuf Çotuksöken, Gerhard Doerfer, Nüket Esen, Roger Finch, Joseph Fletcher, Richard N. Frye, Sevgi Ýyi, Ali Ýhsan Kolcu, M. Fatih Köksal, Hasibe Mazýoðlu, Ýskender Pala, M. A. Yekta Saraç, Osman Fikri Sertkaya, Maria Eva Subtelny, John R. Walsh, Dursun Yýldýrým ve Peter Zieme baþta olmak üzere dünyanýn farklý üniversitelerinde görev yapan 450’nin üzerinde bilim adamý tarafýndan kaleme alýnmýþtýr. Büyük boyda ve çeþitli sayfa hacimlerinde basýlan derginin birkaç sayýsý dýþýnda kapaðýna Fâtih Sultan Mehmed’in tuðrasýnýn bulunduðu sade bir grafik düzeni hâkimdir. Hâtýra ve armaðan sayýlarýnda derginin adandýðý kiþiye ait fotoðraflarla bazý makalelerin içinde konuyla ilgili görüntü malzemelerine de yer verilmiþtir.

Türklük Bilgisi Araþtarýmlarý’nda üçüncü sayýdan itibaren çýkan hâtýra ve armaðan sayýlarý þunlardýr: Ali Nihad Tarlan (nr. 3), Orhan Þaik Gökyay I-II (nr. 6-7), Halasi-Kun (nr. 8), Niguca Bicig/ Francis Woodman Cleaves (nr. 9), Raiyyet Rüsumu/Halil Ýnalcýk I-II (nr. 1011), Imperial Self-Portrait/The Sultan Abdülhamid II’s Photographic Albums (nr. 12), Gerhard Doerfer Festschrift (nr. 13), Fahir Ýz I-II (nr. 14-15), Richard Nelson Frye Festschrift I-II (nr. 16-17), Annemarie Schimmel (nr. 18), Abdülbaki Gölpýnarlý I-II (nr. 19-20), Hasibe Mazýoðlu I-II-III (nr. 21-22-23), Agâh Sýrrý Levend I-II-III (nr. 24/I-II-III), Ioanna Kuçuradi (nr. 25), Barbara Flemming (nr. 26-27), Günay Kut I-II-III-IV (nr. 27/I-II, 28/I-II), Eleazar Birnbaum (nr. 29), Orhan Okay I-II-III (nr. 30/I-II-III), Þinasi Tekin I-II-III-IV (nr. 31/I-II, 32/I-II).

Yücel Daðlý, “Doðu Dilleri ve Edebiyatlarýnýn Kaynaklarý/Sources of Oriental Languages and Literatures (SOLL) Adlý Seride Þinasi Tekin’in Yayýnladýðý Kitaplar”, JTS, XXXII/2 (2008), s. 231252; a.mlf., “Türklük Bilgisi Araþtýrmalarý [TUBA]/ Journal of Turkish Studies [JTS] Adlý Seride Þinasi Tekin’in Yayýnladýðý Dergiler”, a.e., s. 253-302; Mustafa Kaçalin, “1977’den Bugüne Türklük Bilgisi Araþtýrmalarý (TUBA) Dergisinde Yayýmlanan Yazýlarýn Yazar Adlarýna Göre Dizini”, a.e., s. 303331.

Dergide yer alan makaleler Þinasi Tekin (yirmi), Gönül Alpay Tekin (yirmi), Günay Kut (on üç), Robert Dankoff (on iki), Eleazar Birnbaum (on), Hatice Aynur (sekiz), Cem Dilçin (yedi), Omelian Pritsak (yedi), Zehra Toska (yedi), Yusuf Azmun (altý), Mine Mengi (altý), Kurtuluþ Öztopçu (altý), Edith Gülçin Ambros (beþ), George L. Bata (beþ), Francis Woodman Cleaves (beþ), Ýnci Enginün (beþ), Ýsmail E. Erünsal (beþ), Cemal Kurnaz (beþ), Namýk Açýkgöz (dört), Helga Anetshofer (dört), Fatma Yýlmaz Büyükkarcý (dört), Tülay Demircioðlu Gençtürk (dört), Güler Güven (dört), Mustafa Kaçalin (dört), Ý. Güven Kaya

BÝBLÝYOGRAFYA :

ÿÂlim Kahraman

— TÜRKMENÝSTAN Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden. I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA II. TARÝH

˜

III. KÜLTÜR ve MEDENÝYET

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’nin daðýlmasýyla 27 Ekim 1991’de baðýmsýzlýðýný kazanan Türkmenistan kuzeyden Kazakistan, kuzey ve kuzeydoðudan Özbekistan, güneydoðudan Afganistan, güneyden Ýran ve batýdan Hazar gölü ile çevrilidir. Resmî adý Türkmenistan Cumhuriyeti olup yüzölçümü 488.100 km², nüfusu 5.450.000 (2010 yýlý tah.), baþþehri Aþkabâd (727.000), diðer önemli þehirleri Çarçöv (Çârcûy, 214.000), Taþavuz (Taþauz/Daþoðuz, 163.000) ve Merv’dir (Mari, 116.000). I. FÝZÝKÎ ve BEÞERÎ COÐRAFYA

Türkmenistan’ýn yeryüzü þekilleri oldukça sade bir görünüm arzeder. Ülke topraklarýnýn yaklaþýk % 95’inin ortalama yük-

Resmî adý

:

Baþþehri Yüzölçümü Nüfusu Resmî dili Para birimi

: : : : :

Türkmenistan Cumhuriyeti (Türkmenistan Jumhuriyäti) Aþkåbâd 488.100 km² 5.450.000 (2010 tah.) Türkmence Türkmenistani Manat = TMT 1 TMT = 100 Tennesi (Tenge)

seltisi deniz seviyesinden 150-300 m. arasýnda deðiþen düzlüklerden meydana gelir. Türkmenistan’ýn kuzeyinde, Kazakistan-Özbekistan (Karakalpakistan) topraklarýnda yer alan Üstyurt platosunun güney uzantýlarý yayýlýr. Ülkenin batýsýnda ve merkezî kýsmýnda bulunan ve Özbekistan’ý geçerek kuzeyde Kazakistan’a doðru uzanan Karakum (Garagum) çölü (350.000 km²) Türkmenistan topraklarýnýn yaklaþýk % 72’sini kaplar; ülkedeki bütün çöllerin ülke yüzölçümündeki oraný ise % 90’ý aþar. Türkmenistan’ýn en alçak noktasý, kuzeyde Özbekistan sýnýrý yakýnýndaki Vpadina Akçanaya deniz seviyesinden 81 m. aþaðýdadýr. Ülkenin baþlýca daðlarý güneybatýda Ýran sýnýrý boyunca uzanan Kopet (Küpet) daðlarýdýr. En yüksek noktasý Gora Ayribaba zirvesi 3139 metreye ulaþýr. Üçüncü jeolojik zamanda teþekkül eden Alp-Himalaya kývrýmlarýnýn uzantýlarý olan bu daðlýk saha tektonik bakýmdan birinci derece deprem kuþaðý üzerinde yer alýr. 5 Ekim 1948’deki deprem sonucunda Kopet daðlarý eteðindeki baþþehir Aþkabâd büyük ölçüde hasar görmüþ ve daha sonra yeniden inþa edilmiþtir. Türkmenistan’ýn güneyinde Afganistan sýnýrý boyunca yüksek platolar (Karaabil yaylasý) yer alýr. Türkmenistan’da sert bir kara iklimi hüküm sürer. Yazlar çok sýcak ve kuraktýr. Kýþ aylarý ise çok soðuk geçer. Türkmenistan yaðýþ yönünden oldukça fakir bir ülkedir. Güneybatýdaki yaylalarda 200-300 mm. arasýnda deðiþen yýllýk yaðýþ miktarý çöl bölgelerinde 150 milimetrenin altýna düþer. En yaðýþlý mevsim ilkbahar, en az yaðýþlý mevsim yazdýr. Bu yaðýþ þartlarýna baðlý olarak ülkede orman örtüsü yok denecek kadar azdýr. Akarsu vadileri ve daðlýk bölgelerde aðaçlýklar, düzlüklerde bozkýrlar, bunun dýþýndaki yerlerde çöl bitki-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

599


TÜRKMENÝSTAN

leri görülür. Ülke topraklarýnýn yaklaþýk % 3,5’i tarým alaný, % 17’si otlak, kalaný ya kýsmen otlak þeklinde kullanýlabilen çöl veya tamamen çöldür. Türkmenistan’ýn baþlýca akarsularý, Aral gölüne dökülen Ceyhun (Amuderya), güneydeki daðlardan doðup Karakum çölünde kaybolan Murgab ve Tecen (Herîrûd), Hazar’a dökülen Artek’tir. Ülkede sulama büyük önem taþýmaktadýr. Bu sebeple Tecen, Murgab ve Ceyhun ýrmaklarýndan Karakum çölünün sulanmasý amacýyla 1950’de yapýmýna baþlanan Karakum Kanalý’nýn 1954-1959 yýllarýnda tamamlanan 400 kilometrelik ilk bölümü Ceyhun ile Murgab akarsularýný birbirine baðlamaktadýr. Kanalýn ikinci kýsmý olan Murgab-Tecen arasýnda 140 kilometrelik bölümü 1960’ta, Tecen-Aþkabâd arasýnda yer alan 257 kilometrelik üçüncü bölüm 1962’de tamamlanarak Ceyhun nehrinin sularý Aþkabâd’a kadar getirilmiþtir. Orta bölümü Ahal bölgesi içerisinde yer alan Karakum Kanalý, baþta Ceyhun olmak üzere Murgab, Tecen ve Kopet daðlarýndan inen periyodik akýþlý küçük akarsularýn suyunu alýr ve Türkmenistan’ý boydan boya geçerken çöl sahasýna hayat verir. Ülkenin kuzeybatýsýnda 12.000 km² yüzölçümünde Karaboðaz gölü (Garabogazköl aylagy) yer alýr. Hazar gölünden çok ince bir kum seddiyle ayrýlan Karaboðaz gölü su seviyesinin yükseldiði dönemlerde Hazar gölüyle birleþtiðinden coðrafî olarak bazan göl, bazan Hazar’ýn körfezi özelliði gösterir. Gölün tuzluluk oraný Hazar’a kýyasla çok yüksek olduðundan burada hemen hemen hiçbir canlý yaþamaz. Ayrýca ülkenin Özbekistan sýnýrýnda deniz seviyesinden aþaðýda bulunan, sularý tuzlu Sarýkamýþ gölü (Sarygamyþ köli) yer alýr.

Türkmenistan’ýn nüfusu son elli yýlda üç kattan fazla artmýþtýr. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði dönemine ait nüfus sayýmlarýna göre Türkmenistan’ýn 1959’da 1.516.375 olan nüfusu 1979’da 2.764.700’e, 1989’da 3.523.300’e ulaþmýþtýr. Nüfus yoðunluðu kilometrekareye on bir kiþi civarýndadýr. Ülke topraklarýnýn büyük bir kesimi yerleþmeye elveriþsiz alanlardan meydana geldiði için nüfusun büyük kýsmý Kopet daðý eteklerinde, Ceyhun ve Murgab nehirleri boyunca ve güneydeki daðlarýn eteklerinde yer alan vahalarda toplanmýþtýr. Hazar gölü kýyýsýnda sanayi tesislerinin bulunduðu sahalarda yeni yerleþim birimleri kurulmaktadýr. Karakum çölü ile güneyde Kopet daðýnýn yüksek kesimleri hemen tamamýyla nüfustan yoksundur. Türkmenistan’da Türkmen ve Özbek etnik gruplarýnda gözlenen yüksek nüfus artýþý yýllar itibariyle etnik yapý içinde Türkmenler lehine, Rus ve diðer Slav gruplarý aleyhine deðiþmektedir. Nitekim toplam nüfus bakýmýndan Türkmenler’in oraný 1959’da % 60,8 iken 1989’ da 72, 1995 sayýmýnda 76,7’ye yükselmiþ, ayný dönemde Ruslar’ýn oraný 17,3’ten 6,7’ye gerilemiþtir. Türkmenistan’da nüfusun % 90’dan fazlasý Türk (Türkmen, Özbek, Kazak, Tatar, Âzerî) ve genelde Sünnî ve Hanefî mezhebine mensup müslümandýr. Slav ýrkýndan gelen Ortodoks hýristiyanlarýn oraný % 10’dan az olup bu oran giderek düþmektedir. Ülkede resmî dil Türkmence’dir. Ayrýca Rusça, Özbekçe ve Kazakça da konuþulur. Türkmenistan nüfusunun yaklaþýk yarýsý kýrsal kesimde, yarýsý þehirlerde yaþamaktadýr. Türkmenler’in çoðu, eskiden “yurt” adý verilen geçici yerleþim birimlerinde hayvan sürüleriyle beraber konar göçer bir hayat sürüyordu. Günümüz-

Türkmenistan

600

de göçebe Türkmenler’in büyük kýsmý köylerde yaþamakta ve pamuk ziraatý ile geçimini saðlamaktadýr. Ülkede en önemli tarým ürünü pamuktur. Üretilen diðer tarým ürünleri buðday, arpa, mýsýr, çeltik, susam, kavun, karpuz, üzüm, meyan kökü ve doðal ipektir. Türkmenistan pamuk üretiminde Orta Asya cumhuriyetleri içinde Özbekistan’ýn ardýndan ikinci, dünyada ise onuncu sýrada yer alýr. Pamuk Murgab, Tecen ve Kopet daðý eteklerinde ekilir. Türkmenistan son yýllarda üretilen pamuðun iþlenmesine ve ülke içinde deðerlendirilmesine önem vermekte, üretimin büyük bölümü kolektif çiftliklerde (kolhoz) ve devlet çiftliklerinde (solhoz) yapýlmaktadýr. Türkmenistan’da yarý kurak ve kurak sahalarda steplerin geniþ alanlar kaplamasý küçükbaþ hayvancýlýðýn geliþmesine zemin hazýrlamaktadýr. Geniþ bozkýrlarda en fazla koyun beslenir. Ülkedeki koyunlarýn çoðu karakul koyunu türündendir. Karakul koyunu derisinden astragan kürkü imal edildiði için çok deðerlidir. Bu sebeple astragan kürkü ülkenin önemli ihraç ürünlerinden birini teþkil eder ve üretimi daha çok Çarçöv þehrinde toplanmýþtýr. Türkmenler’in Ahal Teke atý da dünyaca ünlüdür. Türkmenistan’ýn baþlýca yer altý kaynaklarý doðal gaz, petrol, sülfür, kükürt, kurþun ve kromdur. Kömür, mineral tuzlar, alüminyum, potasyum, nitrojen, magnezyum, iyot ve sodyum sülfat diðer önemli yer altý kaynaklarýný oluþturur. Ülkede yýllýk petrol üretimi 9-10 milyon ton (2009 yýlý) arasýnda deðiþmektedir. Kalitesi oldukça yüksek olan petrol Hazar’ýn güneydoðu kýyýlarý ile Nebit daðý çevresinden çýkarýlmaktadýr. Türk cumhuriyetleri arasýnda en fazla doðal gaz rezervine ve yýllýk üretim kapasitesine sahip ülke Türkmenistan’dýr. Doðal gaz yataklarý Davraz, Bayramali, Nebit daðý, Karaboðaz gölü çevresi ve Çeleken yarýmadasýnda yer alýr. Ülkede doðal gaz rezervlerinin büyük ölçüde yüzeye yakýn ve kolay iþletilebilir olmasý maliyeti düþürdüðünden büyük þirketlerin ilgisini çekmektedir. Türkmenistan’da 2009 yýlý verilerine göre doðal gaz üretimi 70-80 milyar m³ arasýnda deðiþmektedir. Üretimin ancak % 10’u yurt içinde tüketilmekte ve özellikle elektrik santrallerinde kullanýlmaktadýr. En büyük doðal gaz santrali Merv þehrindedir. Ýhraç ürünleri doðal gaz, ham ve rafine edilmiþ petrol, pamuk ipliði, tekstil, elektrik enerjisi, el yapýmý halý ve pamuk yaðýdýr. Baðýmsýzlýktan sonra ülkenin ekonomik büyümesi doðal gaz ihracatýna baðlýdýr. Üretilen do-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKMENÝSTAN

ðal gaz ve petrolün dýþ satýmýnda eski boru hatlarý sebebiyle Rusya’ya olan baðýmlýlýk, 2000’li yýllardan itibaren Ýran ve Çin ile yeni boru hattý güzergâhlarý inþa edilerek aþýlmaya çalýþýlmaktadýr. Türkmenistan’ýn baþlýca ithal ürünleri makine ve ekipman, gýda, canlý hayvan ve hayvansal ürünler, alkollü ve alkolsüz içecekler, tütün ve tütün mâmulleri, sanayi için kimyasal ürünler, aðaç ve mâmulleri, deri, kürk ve kâðýttýr. Türkmenistan’ýn kültürel mirasý önemli turizm potansiyeli oluþturur. Tarihî Ýpek yolu güzergâhý üzerinde bir vaha þehri olan Merv, Büyük Selçuklu Devleti’ne baþkentlik yapmýþtýr. Selçuklu sultanlarýndan Sencer’in Merv’deki türbesi Türkmenistan’ýn sembolü konumundadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Yusuf Dönmez, Türk Dünyasýnýn Beþerî ve Ýktisadî Coðrafyasý, Ýstanbul 1973, s. 15; Ali Yiðit, Türk Ülkeleri ve Türklerin Yaþadýklarý Bölgelerin Coðrafyasý, Elazýð 1996, s. 77-84; Ýbrahim Atalay, Kýtalar ve Ülkeler Coðrafyasý, Ýzmir 2001, s. 193-194; Ýbrahim Güner – Mustafa Ertürk, Kýtalar ve Ülkeler Coðrafyasý, Ankara 2005, s. 215218; Fýrat Purtaþ, Rusya Federasyonu Ekseninde Baðýmsýz Devletler Topluluðu, Ankara 2005, s. 210-214; Fuat Uçar, Geçmiþ-Günümüz ve Geleceðin Türk Dünyasý, Ýstanbul 2009, s. 213-240; Ramazan Özey, Türk Dünyasý Coðrafyasý, Ülkeler, Ýnsanlar ve Sorunlar, Ýstanbul 2009, s. 218233; Halil Kurt – Hüseyin Kaya, “Demographical Properties of West Turkistan”, The 2nd International Geography Symposium GEOMED 2010, ABSTRACTS June 2-5, Kemer-Antalya, Turkey 2010; Ahmet Ardel, “Batý Türkistan’ýn Beþerî ve Ekonomik Hayatýna Toplu Bakýþ”, TK, II/23 (1964), s. 31-35; Nadir Devlet, “Sovyetler Birliði’nde Türk ve Müslümanlarýn Nüfusu”, TY, X/39 (1990), s. 16-20; a.mlf., “Baðýmsýz Türk Cumhuriyetleri’nin Sýnýrlarýnýn Tarihi, Coðrafi ve Etnik Sorunlarý”, Avrasya Etüdleri, I/4, Ankara 1995, s. 30-39; http:// www.tika.gov.tr/yukle/dosyalar/ULKERAPORLARI/ Turkmenistan_UlkeRaporu.pdf 9, Ýstanbul; http:// www.turkmens.com/Turkmenistan.html; World Urbanization Prospects: The 2007 Revision Population Database United Nations Population Division.

ÿHalil Kurt

II. TARÝH

Ülke adýný Türkmenler’den alýr. Ýslâm kaynaklarýnda müslüman Oðuzlar’a Türkmen denilirdi. Ýslâm’dan önce Sâsânîler’in hâkimiyetinde kalan Türkmenistan topraklarý, Hz. Osman döneminde Basra Valisi Abdullah b. Âmir ile Abdullah b. Hâzim ve Ahnef b. Kays gibi kumandanlarýn 31 (651) yýlýndan itibaren Ýran ve Horasan bölgelerinde yürüttükleri fetih faaliyetleri sürecinde Ýslâm topraklarýna katýldý. Özellikle Horasan’ýn merkezi Merv þehrinin alýnmasýndan sonra Orta Asya’daki fetih harekâtý buradan sevk ve idare edildi. Emevîler devrinde Merv, Serahs ve Horasan’ýn

diðer þehirlerinde baþ gösteren çeþitli isyanlar valiler tarafýndan bastýrýldýysa da Emevîler’in son valisi Nasr b. Seyyâr ile Abbâsî ihtilâlinin önderlerinden Ebû Müslim-i Horasânî arasýndaki mücadele Emevîler’in aleyhine sonuçlandý ve Nasr eyalet merkezi Merv’i Ebû Müslim’e býrakmak zorunda kaldý (130/748). Hârûnürreþîd’in ölümünün ardýndan oðullarý Emîn ile Me’mûn arasýndaki mücadelede galip gelen Me’mûn, Baðdat’a gitmeden önce devleti bir süre Merv’den yönetti. Türkmenistan topraklarý Abbâsîler döneminde bölgede kurulan Tâhirîler (821-873) ve Sâmânîler’in (819-1005) egemenliðine girdi. Serahs-Merv arasýndaki bölgede meydana gelen Dandanakan Savaþý’nda (431/1040) Gazneliler’i aðýr bir yenilgiye uðratan Selçuklular bölgenin hâkimiyetini ele geçirdiler ve Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular. Merv þehri Selçuklular’ýn önemli yönetim merkezlerinden biri haline geldi. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluþuyla Türkmenler’in tarihinde yeni bir devir baþladý. Ancak Selçuklu hükümdarlarý batý cephesinde Bizanslýlar ve Haçlýlar’la meþgul olduklarý için Türkmenler eski vatanlarý Türkmenistan’a fazla ilgi gösteremediler Bu yüzden bazý Türkmen boylarý Selçuklu Hükümdarý Sultan Sencer’e karþý ayaklandý. Daha sonra gelen Moðol istilâsý Selçuklu Devleti’nin ve Türkmenler’in kaderini deðiþtirdi. Türkmen boylarýnýn bir kýsmý Mâverâünnehir, Horasan ve Mangýþlak’a kadar uzanan bölgelerde kalýrken bir kýsmý Anadolu’ya ve Azerbaycan’a yerleþti. Türkmenistan’da kalan Türkmenler ile Ön Asya’ya giden Türkmenler’in kaderleri farklý seyirler izledi. Mâverâünnehir’de ve Horasan’da kalan Türkmenler, Özbek-Kazak, Kýrgýz ve Karakalpaklar’la birlikte önce Moðollar, daha sonra Timurlular hâkimiyetinde varlýklarýný devam ettirirken Mangýþlak bölgesindeki Türkmenler, o yörenin istilâ yollarý üzerinde bulunmamasýndan faydalanýp XVII. yüzyýlýn ortalarýna kadar müstakil ve rahat bir hayat yaþadýlar. Fakat 1637 ve 1700 yýllarýnda, bilhassa Kazaklar’a indirdikleri darbe ile Orta Asya’nýn Rus istilâsýna açýlmasýna sebep olan Moðol asýllý Kalmuklar’ýn hücumlarýna uðradýlar. Mangýþlak bölgesinde yaþayan Türkmen boylarýnýn en büyüðü olan ve Salur boyundan gelen Teke Türkmenleri, bir zamanlar Tuðrul ve Çaðrý kardeþlerin rakiplerinden korunmak için sýðýnak þeklinde kullandýklarý Kopet daðý bölgesine çekildiler. Orada Yomud (Yomut), Ýmrali ve diðer Türkmen boylarýyla birlikte yaþayarak daha da güçlendiler. Ancak bu durum Hîve Hanlýðý ile Ýran Þahlýðý’nýn

dikkatini çekti; daha büyük bir kuvvet haline gelmelerini önlemek için bu iki ülke Türkmenler üzerine sefer düzenlemeye baþladý. Türkmen-Özbek koalisyonunun ayakta tuttuðu Hîve Hanlýðý’nýn baþýnda bulunan Ebülgazi Bahadýr Han, Türkmenler’e yaptýðý âni baskýnlarla onlara büyük zararlar verdi. Türkmenler bu yaralarýný henüz saramamýþken bu defa Ýran Safevî Devleti’nin hücumuna uðradýlar. Ýran’da yaþayan Avþar Türkmenleri’nin beylerinden Nâdir Han’ýn (Nâdir Þah) Ýran’da egemenliði ele geçirmesinden sonra Türkmenistan’da hâkimiyet kurmak istemesi ve buna Türkmenler’in karþý çýkmasý yüzünden cereyan eden mücadelelerde Nâdir Þah, Türkmenler’e karþý çok acýmasýz davrandý. XVIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda kendilerini toparlayan Türkmenler, Ýran ile Hîve’nin baskýsýndan kurtulmak için bugünkü Doðu Türkmenistan’ýn Merv bölgesine doðru yayýlmaya baþladýlar. Liderleri Oraz Han önderliðinde Tecend Derya nehri kenarýnda Tecend Kalesi’ni (Oraz Kalesi) inþa edip kendilerini emniyete almaya çalýþtýlar. Fakat 1830’lu yýllar Türkmenler’in aldýðý bu tedbirlere raðmen acýlarla geçti; bu arada Hîve Hanlýðý’nýn yeni hücumlarýna mâruz kaldýlar. Büyük kayýplarla saldýrýlarý durduran Türkmenler bu defa batýdan Ýran’ýn saldýrýlarýna uðradýlar. Ýran’ýn Türkmen eline ve Herat’a doðru yayýlmasýný Ruslar bilhassa teþvik ediyordu. Zira Ýran, Rusya ile yaptýðý iki savaþý üst üste kaybedince 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay antlaþmalarýný imzalamak durumunda kalmýþ, bölgede büyük toprak ve nüfuz kaybýna uðramýþtý. Bu antlaþmalar çerçevesinde Rusya’ya ödenmesi gereken savaþ tazminatýndan kurtulan Ýran, Türkmenistan ve Herat bölgesinden yeni topraklarý ilhak etmek amacýyla Türkmenler üzerine seferler düzenledi. Horasan’daki Türkmen boylarýna karþý yapýlan ilk seferin ardýndan Ýranlýlar, son derece tahripkâr saldýrýlarýna Horasan’ýn kuzeyinde ve kuzeydoðusunda devam ettiler. Fakat Türkmenler’in Türkmenistan’ýn en önemli geçit yollarýndan biri olan Karakale’de iyi bir müdafaa savaþý vermeleri Ýranlýlar’ýn daha fazla ilerlemesini önledi. 1830-1860 yýllarý Türkmenler’in Ýran ile Hîve Devleti arasýnda varlýklarýný koruma mücadelesiyle geçti. 1855’te Hîve Hükümdarý Muhammed Emin Han âni bir baskýnla Türkmenler’e büyük kayýplar verdirdi. Ancak bir grup Türkmen fedaisinin Hîve hükümdarýnýn otaðýný basarak kendisini öldürmesi üzerine Hîve ordusu geri çekilmek zorunda kaldý. Bu olay-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

601


TÜRKMENÝSTAN

dan dört ay sonra babasýnýn intikamýný almak isteyen yeni Hîve Hükümdarý Abdullah Han’ýn ordusuyla Türkmen ordusu arasýnda meydana gelen savaþta Kuþid (Koþut) Han önderliðindeki Türkmen kuvvetleri Hîve ordusunu maðlûp etti ve Abdullah Han savaþ alanýnda öldü. 1855 ve 1856 yýllarýnda cereyan eden bu iki savaþýn ardýndan Hîve Hanlýðý bir daha Türkmenler’e ve Türkmenistan’a saldýrma cesaretini gösteremedi. Türkmenler doðuda kazandýklarý bu zaferlere raðmen yine rahat yüzü göremediler ve Ýran’ýn Horasan valisi Ca‘fer Kulý Han kumandasýndaki ordunun sürekli baskýsý altýnda kaldýlar. 1857 ve 1858 yýllarýnda Ýran ordularýnýn Türkmenistan’a yaptýðý saldýrýlar baþarýlý olmadý. Batý Türkmenistan’daki Türkmen kuvvetlerinin kumandaný Nur Verdi Han, Ýran ordusunu 1858 baharýnda Karakale yakýnlarýndaki Mancuk Tepe’de aðýr bir yenilgiye uðrattý. Batý Türkmenistan’ý Karakale geçidi yoluyla iþgal edemeyeceðini anlayan Ýranlýlar, Türkmenistan’a Meþhed üzerinden yeni bir sefer hazýrlýðýna giriþtiler. Bunu haber alan Türkmenler, üst üste gelen felâketlerle yýprandýklarýndan Ýranlýlar’a istedikleri þartlarda barýþ yapmaya razý olduklarýný bildirdiler. Fakat kendisine ve ordusuna çok güvenen umumi vali Hamza Mirza, Türkmenler’in barýþ teklifini kabul etmedi, Merv þehrine kadar ilerledi. Türkmenler ise týpký atalarý Tuðrul ve Çaðrý beylerin Gazne baskýsý neticesinde yaptýklarý gibi Karakum çölüne çekildiler. Bu arada Türkmen kuvvetlerinin kumandaný Kuþid Han, Batý Türkmenistan’da Nur Verdi Han kumandasýndaki Türkmen kuvvetlerinden ve diðer Türkmen boylarýndan yardým alarak ordusunu güçlendirdi. Kuþid Han kendilerini takip için çölde yürüyüþe baþlayan Ýran ordusunun bir süre sonra sýcaktan ve susuzluktan periþan hale geldiðini tesbit edince âni bir baskýnla Ýranlýlar’ý imha etti; Hamza Mirza birkaç adamýyla birlikte kaçýp kurtulurken bütün ordusunu ve toplarýný kaybetti. Kuþid Han, kazandýðý bu zaferle Hîve’den sonra Ýran’ý da kesin maðlûbiyete uðratarak ülkenin istiklâlini ilân etti. 1860-1884 yýllarýnda Merv bölgesinin Ruslar tarafýndan iþgaline kadar Türkmenler müstakil olarak yaþadýlar. 1853-1856 Kýrým Harbi’nde Osmanlý, Ýngiliz ve Fransýz müttefik kuvvetlerine yenilen Rusya, Avrupa ve Ortadoðu cephesinde yayýlamayacaðýný anlayýnca gözünü Orta Asya’ya dikti ve bazý bahanelerle Orta Asya Türk hanlýklarýný 1864-1873 yýlla-

602

rý arasýnda teker teker iþgal etti. Rusya’nýn bu iþgallerinde Türk hanlýklarý büyük zayiat verdi, fakat ahalisini Türkmen ve Özbekler’in oluþturduðu Hîve Hanlýðý’nýn zayiatý diðerlerinden daha aðýr oldu. Önce Türkmenistan’ýn Hazar sahilinde yer alan Kýzýlsu’ya yerleþen Ruslar, daha sonra Kopet daðý stratejik mevkiine doðru uzanan yol üzerindeki þehirleri ele geçirdiler. Türkmenler, Nur Verdi Han ile Týkma Serdar kumandasýnda 20 Ekim 1870’te Rus karargâhýna bir baskýn düzenledilerse de iþgal kuvvetlerinin yoðun topçu ateþi karþýsýnda geri çekilmek zorunda kaldýlar. Albay Markozov 1871 Eylülünde yaptýðý seferlerle, bilhassa Rus askerî üssü haline getirilen Kýzýlsu ile Hîve’ye doðru giden yol üzerindeki bütün Türkmen kalelerini ve köylerini yýkarak yapmayý planladýðý Hîve seferi için engelleri ortadan kaldýrdý. Tehlikenin büyüklüðünü sezen Türkmen lideri Nur Verdi Han, Hîve Haný Seyyid Muhammed Rahim Bahadýr Han’ý Hîve’de ziyaret edip Rus ilerleyiþine karþý verilecek mücadeleyi görüþtü. Bu görüþmenin ardýndan Hîve hükümdarý ile Ruslar arasýnda yapýlan yazýþmalar bir sonuç vermedi. Ruslar’ýn 1872 yazýnda ve sonbaharýnda Hîve Hanlýðý’ný istilâ hazýrlýklarýný gören Nur Verdi Han, Rus kuvvetlerine karþý yeni bir baskýn düzenledi, ancak yine Rus topçu ateþi karþýsýnda tutunamayýp büyük zayiatla geri çekildi. Ruslar 1873 baharýnda Hîve Hanlýðý’ný iþgal ettiler. Rus kuvvetlerinin Hîve’yi kuþatmasý esnasýnda Türkmenler baþþehirlerini kahramanca savundularsa da Rus bombardýmanýna daha fazla dayanamayarak güneye doðru çekildiler. Rus birlikleri Türkmen yerleþim birimlerini yaktý ve ellerine geçirdikleri halký katletti. Ruslar’dan büyük darbe yiyen Hîve Türkmenleri’nin bir kýsmý Rus hâkimiyetini kabul ederken bir kýsmý Karakum çölünü aþýp Türkmenistan’daki kardeþlerinin yanýna sýðýndý. Hîve’nin iþgali bütün Türkmenistan’da þok etkisi yaptý. 1874’te Ruslar, Kafkas Askerî Valiliði’ne baðlý Hazar Ötesi Bölgesi Valiliði’ni kurduklarýný ilân ederek açýkça Türkmenistan’ý iþgal etmek niyetinde olduklarýný gösterdiler. Ardýndan valilik Türkmenler’in iç iþlerine karýþmaya baþladý. 1874 Haziran sonlarýnda Nur Verdi Han’ýn baþkanlýðýnda toplanan Türkmen meclisinde Rus hâkimiyetinin kabul edilmeyeceði görüþü tekrarlandý. Türkmenler bir taraftan savunma hazýrlýklarý yaparken bir taraftan komþu ülkelerden yardým istediler. Önce Ýngiliz himayesindeki Afganistan Emirliði’ne, daha sonra doðrudan Ýngiltere’ye

bir heyet gönderip Afgan hâkimiyetine girmeye hazýr olduklarýný bildirdiler. Fakat bu teþebbüslerinden bir netice alamadýlar. Türkmenler eski düþmanlarý Ýranlýlar’la birkaç defa ittifak kurma yolunu denedilerse de Rusya, Ýran hükümetine bir nota vererek böyle bir anlaþmayý tanýmayacaðýný bildirdi. Ruslar 1877 baharýnda General Lomakin kumandasýnda büyük bir askerî harekâta giriþtiler. Bunu haber alan Türkmenler Bami, Burma ve Kýzýlarvat gibi sýnýr kasabalarýný boþaltarak Göktepe müstahkem kalesine çekildiler. 12 Mayýs 1877’de Nur Verdi Han kumandasýndaki Türkmen kuvvetleriyle Rus birlikleri arasýnda ilk ciddi muharebe Kýzýlarvat’ta meydana geldi. Çarpýþma üstün topçu ve mitralyöz ateþine sahip Ruslar’ýn galibiyetiyle sonuçlandý. Ancak bu yenilgi Türkmenler’in cesaretini kýrmadý; büyük bir azimle haziran baþlarýnda tekrar Kýzýlarvat üzerine yürüdüler. Fakat Kýzýlarvat’a geldiklerinde düþmanýn daha önce gitmiþ olduðunu gördüler. Zira Türkiye ile Rusya arasýnda 1877-1878 harbi patlak verince Hazar’ýn doðusundaki Rus birliklerinin bir kýsmý Kafkaslar’a geri çaðýrýldý. Rus birliklerinin geri çekilmesi Türkmenler’e bir fýrsat verdiyse de savaþ Osmanlý Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanýnca Kafkaslar’a gönderilen Rus birlikleri 1878 sonlarýnda tekrar Hazar’ýn doðu sahillerine dönmeye baþladýlar. 2 Ocak 1879’da Türkmenistan’ýn iþgaline karar verilip kumandanlýða Kafkas Ordusu Birinci Ordu Kumandaný General Lazaryev getirildi. Lazaryev, Osmanlýlar’a karþý yapýlan savaþta ve bilhassa Þeyh Þâmil harekâtýný bastýrmada gösterdiði sertlikle meþhur bir kumandandý. Türkmenler, Ruslar’ýn saldýrýya geçeceklerini öðrenince Merv’de bir savaþ meclisi toplayarak savunma için gerekli tedbirleri aldýlar. Haziran baþlarýnda Ruslar’ýn hýzlý ilerleyiþi karþýsýnda Büyük Bendesen Geçidi’nde zayiat veren Türkmenler, Göktepe’ye çekilmek zorunda kaldýlar. Bu arada General Lazaryev 26 Aðustos 1879 tarihinde kan zehirlenmesi sonucu öldü ve yerine Lomakin geçti. Lomakin bütün birliklerini Bendesen’de toplayarak Göktepe’ye doðru ilerlemeye baþladý. Yolda henüz boþaltýlmamýþ yerleþim yerleri Rus birlikleri tarafýndan talan edildi ve ahalisi öldürüldü. Bu arada Türkmenler, Göktepe Kalesi’nin duvarlarýný yükselttiler, kadýn ve çocuklar için kale dýþýnda bir yerleþim birimi kurdular. Esas Göktepe Kalesi üç taraftan iç içe yüksek duvarlarla çevrilmiþ, her duvarýn önüne derin hendekler kazýlmýþtý. Ruslar’ýn

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKMENÝSTAN 9 Eylül sabahý üç koldan Göktepe üzerine ilerleyiþini Berdi Murad Han, Kara Batur kumandasýndaki süvarilerle durdurmaya çalýþtýysa da baþarýlý olamadý. Rus ordusu ile Türkmen süvarileri arasýndaki çarpýþmalar silâh üstünlüðüne sahip Ruslar’ýn galebesiyle neticelendi. Türkmenler’in süvari kuvvetlerini bertaraf eden Lomakin ordusu Göktepe önlerinde kaleyi bombardýmana baþladý. Göktepe Kalesi’ni, kadýn ve çocuklarýn bulunduðu Yengiþehir’i harabeye çeviren Rus bombardýmaný kýsa zamanda binlerce Türkmen’in ölümüne yol açtý. Rus askerleri Göktepe Kalesi’nin birinci surundan içeri girince Türkmenler’le göðüs göðüse savaþtýlar; Türkmenler kýsa zamanda Rus birliklerine büyük zayiat verdirince Ruslar Hazar kýyýlarýna çekildiler. Göktepe’deki Türkmen baþarýsý Ruslar’ýn Orta Asya’daki yenilmezliði inancýný sarstý. Rusya’da, Türkistan’da, Avrupa baþþehirlerinde bu olay tam bir Rus yenilgisi olarak kabul edilirken Ýslâm ülkelerinde bir zafer sevinci yarattý, Ýstanbul’daki gazetelerde Türkmen zaferini kutlayan yazýlar çýktý.

Göktepe yenilgisi baþþehir Petersburg’da büyük tepkilere yol açtý. Ertesi yýl General Lomakin’in yerine önce General Tergukasov, ardýndan 1877-1878 Türk-Rus Harbi’nde Plevne’de Osman Paþa’ya karþý savaþan General M. D. Skobelev komutan tayin edildi. Skobelev mühimmat ve yiyecek ulaþýmý için Hazar’ýn doðusundan Göktepe’ye bir demiryolu yapýmýný baþlattý. Nisan 1880’de hazýrlýklarýný tamamlayarak Türkmen topraklarýna girdi. Bu arada Nur Verdi Han’ýn 5 Mayýs 1880’de ölmesi Türkmenler üzerinde büyük etki yaptý. Fakat hemen toparlanarak Nur Verdi Han’ýn küçük oðlu Mahtumkulu’yu han seçip Týkma Serdar ile üç kiþilik bir danýþman heyeti tayin ettiler. Ruslar, 1 Ocak 1881’de Göktepe’nin bütün yollarýna hâkim olan Yengikale’ye iki koldan saldýrýp burayý zaptettiler. Ardýndan Türkmen ve Rus kuvvetleri arasýnda çarpýþmalar baþladý. 18-23 Ocak tarihleri arasýnda Göktepe surlarýnýn altýna mayýn yerleþtiren Ruslar 24 Ocak’ta genel taarruza geçtiler. Daha sonra Rus birlikleri geri çekildi ve mayýnlar ateþlenerek kale surlarý havaya uçuruldu. Tekrar hücuma geçen Ruslar askerleri ve panik içindeki halký mitralyöz ve top ateþine tuttular. Aman dileyen halkla birlikte bütün Göktepe müdafileri þehid oldu. Skobelev, neþrettiði bildiride Göktepe’den kaçanlarla diðer Türkmenler’in Rus çarýnýn hâkimiyetini kabul etmelerini istedi. Ýleri harekâta devam edip Aþkabâd’a kadar Türkmen

topraklarýný iþgal etti (30 Ocak 1881). Böylece Türkmenistan’ýn stratejik bakýmdan çok önemli olan batý bölgesi Rus kontrolüne girmiþ oldu. Fakat Rus birlikleri, Ýngilizler’in baskýsýyla Aþkabâd’dan sonra Türkmen topraklarýnda ilerlemeyi durdurdular. Bunun üzerine Merv bölgesindeki Türkmenler, Ýngiltere’ye heyetler ve mektuplarla baþvurarak Rus istilâsýna karþý korunmalarýný istediler ve Ýngiliz tâbiiyetine girdiklerini ilân ettiler; ancak bir netice alamayýnca ülkelerinin geri kalan kýsmýný savunmaya hazýrlandýlar. Fakat Rus baskýsý ve entrikalarý yüzünden Türkmenler arasýnda Ruslar’a karþý koyma gücü gittikçe zayýflamaya baþladý. Ruslar Ali HanAvar ile Nur Verdi Han’ýn dul eþi Gülcemal Haným vasýtasýyla Türkmen ileri gelenlerini Rus hâkimiyetini kabul etmeleri hususunda ikna etmeye çalýþtýlar. Böylece 1869’da baþlayan Türkmenistan istilâsý tamamlanmýþ oldu. Rus Hâkimiyeti Dönemi. Türkmenistan’daki Rus idaresi ve sömürüsünün Rus hâkimiyetine giren diðer Türk ülkelerinden tek farký, Ruslar’ýn Türkmenler’i daha sýký kontrol etme imkâný veren özel bir kanunla yönetmeleri olmuþtur. Türkmenler’den de aðýr vergiler alýnmýþ, topraklarýnýn en zengin kýsýmlarýna el konarak pamuk ekimine ayrýlmýþtýr. Bu sömürüye karþý Türkmenler uzun süre ses çýkaramadýlar. Ülkede bütün idare ve mevkiler Ruslar’ýn eline geçmiþ, Türkmen ileri gelenlerine ancak küçük memurluklar verilmiþti. Çarlýk idaresinin bu istibdat rejimi XX. yüzyýlýn baþlarýna kadar devam etti. XIX. yüzyýlýn sonlarý ile XX. yüzyýlýn baþlarýnda diðer Türk ellerinde olduðu gibi Türkmenistan’da da bir siyasal uyanýþ gerçekleþti. Ancak Türkmenler’in giriþtiði mücadele baþarýsýzlýkla sonuçlandý. Zira Ruslar, harekâtýn ileri gelenlerinin bütün mal ve arazilerini ellerinden aldýklarý gibi yeni birtakým vergilerle halký cezalandýrma yoluna gittiler. Ruslar’ýn Türkmenler üzerinde kurduklarý bu baský rejimi çok geçmeden halkýn tepkisiyle karþýlaþtý. Rus mezalimine karþý ilk baþ kaldýrý Hîve civarýndaki Yomut Türkmenleri arasýnda görüldü. Fakat Hîve hanýnýn Ruslar’dan yardým istemesi üzerine Cüneyd Han idaresindeki bu ayaklanma baþarýlý olamadý. Türkistan’da 1916’da millî ayaklanmanýn hýzla yayýlmasý Türkmenler’i de etkiledi, Cüneyd Han’a büyük bir sempati ve taraftar kazandýrdý. Rusya’daki Bolþevik Ýhtilâli’nin ardýndan Hîve’de kurulan Genç Hîveliler Meclisi’nin Rus kuvvetleri tarafýndan daðýtýlmasý ve Ruslar’ýn Türkmenler üzerine yürümesi Cüneyd Han’ý

tekrar harekete geçirdi. Bu arada bazý Rus birliklerinin Hîve’den çekilmesini fýrsat bilen Cüneyd Han, Hîve þehrini ele geçirmeyi baþardý (Þubat 1918). Cüneyd Han, Hîve’yi tam iki yýl Türkmen egemenliði altýnda tuttu. Ancak Özbekler’le ihtilâfa düþmesi yüzünden durumu sarsýldý; sonunda Sovyet taraftarý Özbekler’in de çaðrýsýyla Hîve üstüne yürüyen Kýzýlordu birliklerine yenilerek Karakum çölüne çekilmek zorunda kaldý. Cüneyd Han’ýn mücadelesi devam ederken Batý Türkmenistan’da Ruslar’a karþý ayaklanmalar sürüyordu. Albay Oraz Serdar, emrindeki Türkmen kuvvetleriyle isyan etti, fakat mücadelesinde baþarýya ulaþamadý. Rusya’daki iç savaþý kazanan Kýzýlordu birlikleri, bütün Türk ellerindeki kurtuluþ hareketlerini ve bu arada Türkmenistan’daki millî ayaklanmayý bastýrdý. Cüneyd Han mücadelesinden vazgeçmedi ve Ruslar’ý 1931 yýlýna kadar uðraþtýrdý. En büyük baþarýyý da 1924’te Türkmenler ile Özbekler’in birlikte çýkardýklarý isyanda gösterdi. Ruslar’ýn kontrolündeki birçok kasabayý ele geçirip Hîve üzerine yürüyen Cüneyd Han, Türkistan’dan gelen Rus takviye birliklerinin yetiþmesiyle þehri alamadý. Oraz Serdar ile Cüneyd Han’ýn önderliklerinde yürütülen istiklâl savaþýnýn Kýzýlordu birlikleri tarafýndan kanlý bir þekilde bastýrýlmasýndan sonra Türkmenler, mücadelelerini parti içinde sürdürmek için Türkmenistan Komünist Partisi’ne girmeye baþladýlar. Türkmenler’e ulusal, kültürel ve ekonomik hiçbir hak vermek istemeyen Rus komünistlerine þiddetle karþý çýktýlar. Ayrýca düzenlenen kongrelerde müslümanlarý ve Türkler’i birliðe çaðýrarak haklarýný korumaya karar verdiler. Türk komünistlerinin giriþtiði bu mücadele Sovyetler’i son derece tedirgin etti. Özbek, Kazak ve Türkmenler’in dayanýþmasýný engellemek için Sovyetler bazý tedbirler almaya, eski çekiþmeleri körüklemeye ve aralarýndaki kabile ihtilâflarýndan faydalanýp Türkistan Türkleri’ni birbirlerinden ayýrmaya baþladýlar. Çok geçmeden Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi Politbürosu, Türkistan komünist partilerinin istekleri doðrultusunda ayrý ayrý cumhuriyetler kurulacaðýný ilân etti (12 Haziran 1924). Bunun üzerine teþkil edilen Merkezî Toprak Komitesi cumhuriyetlerin sýnýrlarýný tesbit iþine giriþti ve Eylül 1924’te çalýþmalarýný Rus Komünist Partisi’nin onayýna sundu. Komitenin kararlarý onaylanýnca her cumhuriyetin komünist partisi ileri gelenleri yeni komiteler oluþturup kendi idarî, ekonomik ve kültürel programla-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

603


TÜRKMENÝSTAN

rýný hazýrladýlar. Bu çalýþmalar 27 Ekim’de tamamlandý ve Türkistan’da Özbek, Kazak, Kýrgýz, Karakalpak, Tacik gibi sosyalist cumhuriyetler ortaya çýktý. Türkmenistan Cumhuriyeti’nin sýnýrlarý Hazar kýyýlarýndan Merv bölgesine kadar uzanýyordu. Buhara Cumhuriyeti’nin Türkmenler’le meskûn Kerki ve Çârcûy vilâyetleriyle Hârizm Cumhuriyeti’nin Türkmen bölgeleri olan Taþavuz, Ýlyali, Parsu, Künye Ürgenç, Mangýt, Ambar-Mamak, Sadavar, Dargan-Ata ve Hocaeli’nin bir kýsmýný içine alýyordu. 1869 yýlýndan itibaren Ruslar, Türkmenistan’ý istilâya baþladýklarý zaman Türkmen, Rus ve Ýngiliz kaynaklarýnýn verdiði bilgilere göre Türkmen nüfusu 1.150.000 civarýnda idi. Gayri resmî olarak verilen bu nüfusun 300.000’i Ýran ve Afganistan’da, 450.000 kadarý Buhara ve Hîve hanlýklarýnda, 400.000’i de müstakil Türkmen Cumhuriyeti’nde yaþýyordu. Fakat Türkmenler, istilâ hareketinin devam ettiði on iki yýl içinde pek çok telefat verdiklerinden nüfuslarýnda büyük bir düþüþ meydana geldi. Rus iþgali altýna giren Türkmenler’in nüfusundaki en büyük düþüþler, 1917 Bolþevik Ýhtilâli’nden sonra Rusya’da çýkan iç savaþla 1930’larda Sovyetler’in uyguladýðý mecburi iskân politikasýnda ve II. Dünya Savaþý esnasýnda gerçekleþti. 1970 resmî sayýmýna göre Türkmenler’in nüfusu 1.510.000 idi. Doðum yüzdesi çok yüksek olan Türkmenler’in nüfusu 1979’da yapýlan seçim sonuçlarýna göre 2 milyonu geçmiþ bulunuyordu. Gaspýralý Ýsmâil Bey’in Türk lehçeleri arasýndaki farklýlýklarý en aza indirerek ortak bir dil oluþturulmasý yolundaki çalýþmalarýna karþýlýk Ruslar her Türk Cumhuriyeti’ne kendi lehçesini ayrý bir dil gibi kabul ettirmiþ, böylece Türkler arasýndaki dil ve kültür birliðini bozmak istemiþ, daha sonra alfabeye el atýlmýþtýr. Bütün Türk dünyasýnda olduðu gibi Türkistan’da da Arap alfabesi kullanýlýyordu. Ruslar, 1928’de Türkler için Rus Kiril harfleriyle karýþýk bir Latin harfleri sistemini uygulamaya koymuþ, II. Dünya Savaþý’nýn baþlamasýyla bu alfabenin kullanýmý yasaklanmýþ, her Türk lehçesi için birbirinden farklý Kiril alfabesi uygulamasý zorunlu kýlýnmýþtýr. Latin alfabesiyle yazýlan bütün kitaplar toplatýlarak imha edilmiþ, bütün okullarda Rusça öðrenimi mecburi tutulmuþtur. Dil sahasýnda Türk cumhuriyetlerinin uðradýðý bu baskýya karþý bir müddet sonra Türk aydýnlarý mücadele etmeye baþlamýþtýr. Cengiz Aytmatov ve Olcas Süleymanov gibi edip ve þairlerin önderliðinde sürdürülen mücadele bugün iyi bir seviyeye ulaþmýþ, 604

Türk dili üzerindeki çalýþmalar hýzlanmýþtýr. Ruslaþtýrma ve Sovyetleþtirme çabalarý kültür alanýnda da görülmüþ, edebiyatta millî ruhu aksettirecek eserler yasaklanmýþtýr. Türk lehçelerinde proletarya ve kolhoz edebiyatý oluþturulmasý, konu olarak “Büyük Kardeþ” Rus milletinin Rus olmayan milletlere karþý iyilik ve yardýmlarýnýn ele alýnmasý, büyük oranda Rus ediplerinden yapýlacak tercümelerin yayýmlanmasý yoluna gidilmiþtir. Bunun yanýnda Ruslar, Ýslâm dini aleyhindeki faaliyetleriyle Türkler’i eski kültür geleneklerinden uzaklaþtýrýp Rus kültürünün etkisine sokmak için neþriyata giriþmiþler, hatta din adamlarýný Ýslâm’ý kötüleyen demeçler vermeye ve yazýlar yazmaya zorlamýþlardýr. Türkmenler ayrýca zorla ateizm eðitimine tâbi tutulmuþtur. 1917’de 500 caminin bulunduðu Türkmenistan’da camilerin hemen tamamý Sovyet devrinde yýkýlmýþ veya kapatýlmýþtýr. Baþþehir Aþkabâd, Orta Asya baþþehirleri içinde camisi olmayan yegâne þehir haline gelmiþtir. Fakat Sovyetler bütün zorlamalara raðmen arzularýna ulaþamamýþ, Türkmenistan’da Mahtumkulu gibi þahsiyetlerle ilgili araþtýrmalar yapýlmaya baþlanmýþtýr. Türk aydýnlarýnýn bu cesurane hareketi Türk cumhuriyetlerinin baþýndaki yerli komünist idarecileri tarafýndan da desteklenmiþtir. Sovyetler’in Türkmenistan’a yaptýðý en önemli hizmet pamuk yetiþtirmek amacýyla Karakum Kanalý’ný açtýrmasý olmuþ, bu kanal Türkmenistan’a âdeta yeni bir hayat getirmiþtir. Baðýmsýz Türkmenistan. Türkmen aydýnlarýnýn ekonomik sömürüye ve kültürel asimilasyona karþý çýktýklarý açýklýk (glastnost) devrinde Türkmenistan Komünist Partisi’nin baþýna Saparmurad Atayeviç Niyazov getirilmiþti. Leningrad Üniversitesi’nde elektrik mühendisliði tahsil eden Niyazov, Türkmenistan’a dönüþünde parti teþkilâtýnýn muhtelif kademelerinde çalýþmýþ, kýsa zamanda dikkatleri üzerinde toplamýþ, M. Gorbaçov’un Moskova’da Sovyetler Birliði’nin baþýna geçtiði yýl Türkmenistan Komünist Partisi birinci sekreterliðine seçilmiþtir. Niyazov’un Türkmenistan’da ilk iþi halk arasýnda birliði saðlamak olmuþ ve bunda baþarýya ulaþmýþ, daha sonra Türkmenistan’ýn haklarýný savunan aydýnlarýn yanýnda yer almýþtýr. Yaptýðý konuþmalarda Sovyetler’in Türkmenistan’a çok az gelir býraktýðýný, bu durumun Türkmenistan’ý fakirleþtirdiðini söylemiþtir. Niyazov’un ikinci çýkýþý Türkmen diliyle ilgilidir. Türkmenler’in Rusça’nýn etkisiyle ana dillerini kullanmada uðradýkla-

rý ezikliði görmüþ, Türkmen dilini cumhuriyetin resmî dili haline getirmiþ, 1989’da Türkmenistan hükümetinin aldýðý bir kararla Türkmence Rusça ile birlikte cumhuriyetin resmî dili ilân edilmiþtir. Bu etkinlikleri Niyazov’u halkýn nazarýnda popüler hale getirmiþ, 1990’da yapýlan cumhurbaþkanlýðý seçimini % 99,5 oyla kazanmýþtýr. Sovyetler Birliði’nde cereyan eden geliþmeleri dikkatle takip eden Cumhurbaþkaný Niyazov dengeli bir siyaset izlemiþtir. Nihayet 1991 Aðustosunda Sovyetler Birliði’nin daðýlmasýndan sonra ülkenin istiklâlini ilân etmeden önce konuyu halk oyuna sunmuþ ve halkýn % 93’ü Türkmenistan’ýn istiklâli için oy kullanmýþtýr. 27 Ekim 1991’de toplanan Türkmenistan Parlamentosu Türkmenistan’ýn baðýmsýzlýðýný ilân etmiþtir. Türkmenistan’ýn baðýmsýzlýðýný ilk tanýyan ve ülkede büyükelçilik açan devlet Türkiye olmuþ, buna karþýlýk Türkmenistan da ilk büyükelçiliðini Türkiye’de açmýþtýr. Türkiye’nin yardýmlarýyla Türkmenistan, Birleþmiþ Milletler Ekonomik Ýþbirliði Teþkilâtý ve Ýslâm Konferansý Teþkilâtý’na üye kabul edilmiþtir. Bu arada baþta Türkiye olmak üzere dost ülkelerle ikili anlaþmalar yapýlmýþtýr. Ýstiklâline kavuþtuktan sonra Saparmurad Türkmenbaþý önderliðinde ekonomik, sosyal ve siyasal kalkýnmasýný hýzla tamamlayan Türkmenistan hem bölgede bir istikrar unsuru hem istikbale güvenle bakan bir ülke haline gelmiþtir. Türkmenistan’ýn istediði malî krediyi Türkiye karþýlamýþ ve ilk yýllarýnda Türkiye bu cumhuriyete yardýmcý olmuþtur. Bu arada Cumhurbaþkaný Turgut Özal’ýn teþvikiyle Türk iþ adamlarý Türkmenistan’ýn pek çok projesini desteklemiþ ve büyük yatýrýmlar yapmýþ, iki ülke arasýndaki ticaret hacmi yüksek seviyelere ulaþmýþtýr. Diðer Türk cumhuriyetlerinde görüldüðü gibi Türkiye, Türkmen öðrencilere Türk üniversitelerinde okuma imkâný vermiþtir. Binlerce Türkmen öðrenci Türkiye’ye gelerek öðrenim görmüþ, önemli bir kýsmý çalýþmalarýný tamamlayýp ülkesine dönmüþtür. Bu arada Millî Eðitim Bakanlýðý ile özel öðretim kurumlarý Türkmenistan’da açtýklarý Türkmen-Türk kolejleriyle Türkmen halkýnýn eðitimine önemli ölçüde katkýda bulunmaya çalýþmaktadýr. III. KÜLTÜR ve MEDENÝYET

Türkmenler, XVI. yüzyýlýn sonlarýna kadar bir devlet kurma imkânýný elde edemedikleri için kültür hayatlarý oldukça sönük geçmiþtir. Buna raðmen Türkmenler arasýnda pek çok edip ve þair yetiþmiþtir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKMENÝSTAN

Türkmen þairlerinin en meþhuru Türkmenler’in millî þairi olan Mahtumkulu’dur (ö. 1783’ten sonra). XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsý, diðer Orta Asya Türkleri’nde olduðu gibi Türkmenler için de kültürel alanda bir uyanýþ devridir. Rus istilâsý ve onu takip eden esaret yýllarýnýn getirdiði ýstýraplar Türkmenler arasýnda yeni bir uyanýþa yol açmýþtýr. Kültür sahasýnda Türklük bilincinin uyanýþýný saðlayan Gaspýralý Ýsmâil Bey’in fikirleri Türkmenler arasýnda yayýlmýþ, XIX. yüzyýlýn sonlarýna doðru açýlan modern okullardan pek çok Türkmen aydýný yetiþmiþtir. Bunlarýn en meþhurlarý Göktepe’deki Rus katliamýný þiirlerinde dile getiren Gayip Verdi Miskin Kýlýç ile (Molla Kýlýç) komünist rejimine raðmen Türkmenistan’ýn ve Türkmenler’in istiklâl ve hürriyeti için mücadele eden Abdülhakim Kulmuhammedoðlu Kör Molla, Berdi Kerbebovoðlu, Vogayoðlu, Garaca Burunoðlu, Amandurdu Alamýþoðlu gibi edip ve þairlerdir. Bunlar mücadelelerine bütün baskýlara ve güçlüklere raðmen 1930 yýlýna kadar devam etmiþtir. 1930 baþlarýndan itibaren Stalin önderliðindeki Marksist rejimin baský ve terörüyle bu þair ve edipler eserleriyle birlikte yok edilmeye çalýþýlmýþtýr (Türkmen dili ve edebiyatý için bk. TÜRK). BÝBLÝYOGRAFYA :

BA, Ýrade-Hariciye, nr. 6728, 9982, 10048; Hive Meselesi, Dosya nr. 25, Ýstanbul Hariciye Arþivi; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 587-588; Taberî, TârîÅ (Ebü’l-Fazl), IV, 300 vd.; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX, 482-484; Ebülgazi Bahadýr Han, Þecere-i Terâkime (nþr. A. N. Kononov), Moskva-Leningrad 1958; tür.yer.; a.mlf., A General History of Turks, Mogols and Tatars, London 1730, tür.yer.; N. I. Grodekov, Voina v Turkmenii, Petersburg 1883, I; A. Ýlyasov, Prisoedinenie Turkmenii k Rossi, Sbornik Arkhivnikh Dokumentou Akademiia Nauk Turkmenskoi SSR, Aþkabad 1860; J. A. MacGahan, Campaigning on the Oxus and the Fall of Khiva, New York 1874; N. Petrusevitch, The Turcomans, London 1880; H. Stumm, Russia in Central Asia, London 1885, tür.yer.; C. H. Rawlinson, England and Russia in the East, London 1895; Abdu-us Sattar Kazy, Kniga Raskazov o bitvakk tekindzev, Türkmenskaia Poema XIX Veka (ed. A. Samaylovic), Petersburg 1914; Literature Turkmenii, Moskva 1934; Taþ Nazar, “Doklad o literature Turkmenskoy SSR”, Peryi vsesoiuzny s’zed sovetskikh pisalei 1934, Moskva 1934, s. 138 vd.; F. L. Shteinberg, Ocherki Ýstorii Turkmenii, Moscow 1934; O. Caroe, Soviet Empire: The Turks of Central Asia and Stalinism, London 1953; Klasiksi Turkmenskoy Poezii, Moskva 1955; A. Karriyev – A. Rosliyakov, Kratkiy Ocherk Ýstorii Turkmenistana 1868-1917, Aþkabad 1956; Ýstoriya Turkmenskoy SSR, Aþkabad 1957, I; Ýbrahim Kafesoðlu, “Türkmen Adý, Mânasý ve Mahiyeti”, Jean Deny Armaðaný, Ankara 1958, s. 121-133; R. A. Pierce, Russian Central Asia, 1867-1917: A Study in Colonial Rule, Berkeley 1960; W. Kolarz, Russia and Her

Colonies, Hamden 1967; A. Berdi Murad, “Turkmenistan and Turkmens”, Handbook of Major Soviet Nationalities, New York 1975, s. 262-282; Mehmet Saray, Rusya’nýn Türk Ýllerinde Yayýlmasý, Ýstanbul 1975, tür.yer.; a.mlf., Rus Ýþgali Devrinde Osmanlý Devleti ile Türkistan Hanlýklarý Arasýndaki Siyasî Münasebetler (1775-1875), Ýstanbul 1984, tür.yer.; a.mlf., Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Ankara 1996, s. 329-390; a.mlf., “Rus Tarih Araþtýrmalarýnda Türkmenistan’ýn Ýþgali”, TKA, XXIV/1 (1986), s. 85-92; a.mlf., “Hîve Hanlýðý”, DÝA, XVIII, 167-170; A. Zeki Velidî

Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakýn Tarihi, Ýstanbul 1981, tür.yer.; V. V. Barthold, Moðol Ýstilâsýna Kadar Türkistan (haz. Hakký Dursun Yýldýz), Ýstanbul 1981, tür.yer.; Central Asia: 120 Years of Russian Rule (ed. E. Allworth), Durham 1989; Saparmurat Türkmenbaþý, “Baðýmsýz ve Sürekli Tarafsýz Türkmenistan”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, XIX, 711719; Muhammed Aydoðduyev, “Türkmenistan” (trc. Bilgehan Atsýz Gökdað), a.e., XIX, 720-737; Mehmet Seyfettin Erol, “Türkmenistan Cumhuriyeti”, a.e., XIX, 738-756; “Asya’da Ruslar ve Türkmenler”, Tercümân-ý Hakîkat, nr. 129, Ýstanbul 1297/1880; M. H. Weil, “la Tourkménie et les tourkmènes”, Journal des sciences militaires, 8 e sér., XXVI, Paris 1880, s. 83-118, 233-264, 361 vd.; V. Musabay, “Ýdil-Ural Türkleri Dil ve Yazýlarýnýn Sovyetleþtirilmesi ve Ruslaþtýrýlmasý”, Dergi, sy. 15, Münih 1959, s. 55-61; P. Urban, “Türkistan Sovyet Cumhuriyetlerinde MillîÝdeolojik Eðilimler”, a.e., sy. 23-24 (1961), s. 4657; Abdurrahman Kunta, “Sovyetler Birliðinde Müslümanlýðýn Gerçek Durumu”, a.e., sy. 35-36 (1964), s. 26-37; Edige Kýrýmal, “Türkmenistan’da Milliyetçilik”, a.e., sy. 42 (1965), s. 13-32; Shahram Akbarzadeh, “National Identity and Political Legitimacy in Turkmenistan”, Nationalities Papers, XXVII/2, London 1999, s. 271-290; Timur Kocaoðlu, “Turkmenistan”, EI 2 (Ýng.), X, 686; Osman Gazi Özgüdenli, “Merv”, DÝA, XXIX, 221223.

ÿMehmet Saray

™ MÝMARÝ. Neolitik devirlerden itibaren yerleþimin tesbit edildiði Türkmenistan’da özellikle Part ve Sâsânîler’in mimaride önemli geliþme kaydettikleri anlaþýlmaktadýr. X. yüzyýlda bölgede güçlü bir idare kuran Sâmânîler’in de mimarlýkta ileri olduklarý söylenebilir. Fakat XI. yüzyýlda Selçuklular’ýn Horasan ve Hârizm’de egemenlik kurmalarý ile sanat ve mimaride yeni bir devir baþlamýþtýr. Bu dönemde Merv baþta olmak üzere Serahs, Dihistan, Nesâ gibi þehirlerde önemli imar faaliyetleri gerçekleþtirilmiþtir. 1157’de Büyük Selçuklu Devleti’nin yýkýlmasýyla bölgedeki mimari geleneði Hârizmþahlar devam ettirmiþtir. Bu devirde özellikle baþþehir Ürgenç’in (Gürgenç/Köhne Ürgenç) önemli mimari eserlerle donatýldýðý anlaþýlmaktadýr. Fakat 618’deki (1221) Moðol istilâlarý neticesinde Selçuklu ve Hârizmþahlý yapýlarý büyük ölçüde yok edildiðinden her iki dönemin mimari eserlerinden

pek azý günümüze ulaþabilmiþtir. Moðol istilâlarýnýn ardýndan uzun bir duraklama devrinden sonra Hârizm’de yeniden canlanma baþlamýþ, XIV. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Altýn Orda Hanlýðý’nýn Hârizm valisi Kutluð Timur’un Ürgenç’teki imar faaliyetleriyle þehir yine parlak bir dönem yaþamýþtýr. Timurlular’ýn yýkýlmasýyla bölgede ortaya çýkan idarî boþluk, Özbek hanlarý-Safevîler arasýndaki sürekli mücadeleler ve Rus istilâlarý yüzünden XVI. yüzyýldan itibaren Türkmenistan mimarisinde gerileme dönemi baþlamýþtýr. Ardýndan çoðunlukla eski gelenekleri daha basit ölçülerde tekrarlayan ve fazla bir yenilik getirmeyen yapýlar görülmektedir. Külliyeler. Selçuklu döneminden itibaren Türkmenistan’da külliyelerin inþa edildiði bilinmektedir. Fakat XI-XIII. yüzyýllardan ayakta kalabilen büyük çaplý bir külliye mevcut deðildir. Bununla beraber yapýlan incelemelerden Merv’deki Sultan Sencer Türbesi’nin büyük bir külliyenin çekirdeði durumunda olduðu tesbit edilmekte, kaynaklardan Sultan Alâeddin Tekiþ’in Ürgenç’te türbe, medrese ve kütüphaneden meydana gelen bir külliye inþa ettirdiði öðrenilmektedir. Bu külliyeden yalnýzca türbe günümüze ulaþabilmiþtir. Ýlk inþasý XII. yüzyýla kadar uzanan ve mescid, türbe, divanhâne gibi mekânlarý içeren Kerki’deki Astanababa yapý kompleksiyle XIV. yüzyýldan baþlayarak XX. yüzyýla kadarki eklemelerle türbe, medrese, mescid, hankah bölümlerinden oluþan Ürgenç’teki Ýbnü’l-Hâcib yapýlar manzumesi de küçük birer külliye sayýlabilir. Aþkabâd yakýnlarýnda eski Anev’de bulunan Anev Camii 860 (1456) yýlýnda iki katlý medresesi ve türbe bölümüyle bir külliye halinde inþa edilmiþtir. Bilhassa cephesindeki çini süslemeleriyle önem kazanan ve Timurlu dönemi mimarisinin yöredeki en güzel örneði olan yapý 1948 depreminde yýkýlarak harabe haline gelmiþtir. Merv yakýnlarýnda medrese, cami, kervansaray, hankah ve çeþitli binalarý içeren Ahun Baba Külliyesi gibi son dönemlerde (XIX. yüzyýl sonlarý) yaptýrýlan çok üniteli yapýlar da bölgede köklü bir külliye geleneðinin varlýðýna iþaret etmektedir. Camiler. Türkmenistan’da az sayýda örneði bulunan eski camiler cuma ve namazgâh mescidleri þeklinde iki grupta incelenmektedir. Cuma camilerinin yerleþim yerlerinin merkezinde inþa edilmesine karþýlýk daha küçük boyutlu namazgâh camileri yerleþim yerlerinin dýþýnda yaptýrýlmýþtýr. Camilerin ana mekânlarý çoðunlukla mihrap önünde kubbeli veya eyvan bi-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

605


TÜRKMENÝSTAN

Merv yakýnýndaki Talhatan Baba Camii

çiminde bir merkezî hacimle bunun iki yanýnda duvar yahut pâyelerle bölünen kýsýmlardan meydana gelmektedir. Bölgedeki en eski camilerin çok destekli plan þemalarýna sahip olduðu görülmektedir. Ýlk þekli IX-X. yüzyýllara tarihlenen Baþane (Kurlutepe) Mescidi ile X. yüzyýldan kaldýðý tahmin edilen Çilburç ve Dandanakan mescidleri Sâmânîler zamanýna ait bu tipin örnekleridir. XIII. yüzyýlýn baþlarýnda Hârizmþah Muhammed’in Dihistan’da yaptýrdýðý cuma camiinin harim kýsmý mihrap önü kubbeli, tuðla pâyelerle mihraba paralel dört sahn esasýna göre planlanmýþtýr. XI-XII. yüzyýllara tarihlenen Dihistan ve Nesâ namazgâh camilerinde de yan mekânlar mihrap önü bölümlerinden açýklýklý duvarlarla ayrýlmýþtýr. Namazgâh camileri içerisinde Merv yakýnlarýnda Yolöten’deki Talhatan Baba Camii (XI-XII. yüzyýllar), mihrap önünde mekâna hâkim kubbesiyle plan tasarýmý bakýmýndan Türk mimarisinin geliþmesinde önemli eserlerdendir. Dihistan Mezarlýðý’nda Mezâr-ý Þîr Kebîr diye adlandýrýlan XI. yüzyýlýn sonlarýna ait bir yapý mevcuttur. Bir çeþit türbe-mescid olduðu tahmin edilen bu eser, çapý 11 metreyi bulan kubbesiyle devri bakýmýndan Türk-Ýslâm mimarisindeki tek kubbeli camiler için geliþmiþ bir örnektir. Camilerde genellikle bina veya avlu köþelerinden birine bitiþik konumda silindirik gövdeli bir minarenin yer aldýðý tahmin edilmektedir. Ancak ikisi Dihistan’da, biri Ürgenç’te olmak üzere tuðladan yapýlmýþ yalnýzca üç minare üst kýsýmlarý yýkýlmýþ halde günümüze ulaþabilmiþtir. Dihistan’daki Kuzey Minare bunlarýn en eskisidir. Kitâbesinden 495 (1101-1102) yýlýnda þehir hâkimi Ahmed b. Ebü’l-Aðar tarafýndan Ali b. Ziyâd’a yaptýrýldýðý öðrenilen minarenin camisinden eser kalmamýþtýr. Buradaki ikinci minare cuma camiine aittir. XIV. yüzyýlýn ortalarýnda Kutluð Timur’un 606

Ürgenç’te inþa ettirdiði Kutluð Timur Minaresi 60 metreyi aþan silindirik gövdeli yapýsýyla Orta Asya’daki minarelerin en büyüðüdür. Bunun da ait olduðu cami zamanýmýza kadar gelememiþtir. Türbeler. Türbeler Türkmenistan mimarisinde önemli yer tutar. Genelde tek hacimden ibaret kare planlý yapýlarýn üzerini bir kubbe örtmektedir. Merv ve çevresinde XI-XII. yüzyýllardan kalan sahâbîlerden Büreyde b. Husayb, Hakem b. Amr el-Gýfârî, Ýmam Bekir, Hüdâyî Nazar Evliya, Merv Kadýsý Abdullah b. Büreyde türbeleri bunlarýn örneklerindendir. XI. yüzyýldan Kerki’de Alemberdar, Serahs’ta Ebü’lFazl ve Meana’da (Meyhene) Ebû Saîd türbeleri çapý 10 metreyi aþan kubbeleriyle önemli eserlerdir. Fakat XII. yüzyýlýn ortalarýnda mimar Muhammed b. Atsýz’ýn eseri olan Merv’deki Sultan Sencer Türbesi, Selçuklu türbe mimarisinin çok daha geliþmiþ bir örneði olarak kendini gösterir (bk. SULTAN SENCER TÜRBESÝ). Bunlarýn

dýþýnda Eski Dihistan Mezarlýðý’nda kesin tarihleri bilinmeyen, ancak XI-XII. yüzyýllara mal edilen çok harap vaziyetteki bir grup türbe, çokgen ya da silindirik gövde biçimleri ve önlerinde eyvan þeklindeki giriþ bölümleriyle Türkmenistan’ýn diðer türbelerinden ayrýlan tasarým özellikleri gösterir. XII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda ilim, kültür ve sanat bakýmýndan çok önemli bir merkez haline gelen Hârizmþahlar’ýn baþþehri Ürgenç’teki iki türbe onlarýn hâtýrasýný yaþatmaktadýr. Bunlardan eski þehrin harabeliðinde yer alan Sultan Alâeddin Tekiþ Türbesi kare planlý olup içten bir kubbe ile örtülüdür. Yapý, dýþtan ana gövde üzerinde yükselen silindirik kasnak bölümü ve bunun üzerini örten konik külâhýyla ayrýca dikkati çekmektedir. Buna yakýn konumda tuðladan kare planlý olarak inþa edilen Fahreddin er-Râzî Türbesi (XIII. yüzyýlýn baþlarý) içten kubbe, dýþtan piramit çatýlý bir örtüye sahiptir. Yapýnýn, bir dönem burada bulunan ve 606’da (1210) Herat’ta vefat eden Fahreddin er-Râzî’nin hâtýrasýna inþa edilmiþ bir makam-türbe olduðu anlaþýlmaktadýr. Ürgenç’te Kutluð Timur Minaresi’nin batýsýndaki Törebeg Haným Türbesi XIV. yüzyýl Orta Asya Türk mimarisinin þaheseri diye nitelendirilmektedir. Kesin tarihi bilinmeyen türbenin XIV. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Kutluð Timur’un eþi Törebeg Haným için inþa ettirildiði kabul edilmektedir. Yapý her bakýmdan kendine özgü bir mimari tasarýma sahiptir. Tuðladan yapýlan ve dýþtan onikigen plan esasýna dayanan eserin ziyaret mekâný içten altýgendir. Ana mekânýnýn üzerini çift kubbe örtmektedir. Fîrûze çinilerle kaplý dýþ kubbesi yýkýk olan türbenin, mimarisi ka-

Ürgenç’te Fahreddin er-Râzî ve Törebeg Haným türbeleri

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKMENLER

dar çini süslemeleriyle de bütün Orta Asya yapýlarý arasýnda seçkin bir yeri vardýr. Moðollar’ýn 618’de (1221) Hârizm’i iþgali sýrasýnda þehid düþen, Kübreviyye tarikatýnýn kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ’nýn türbesi de Ürgenç’tedir. Harap þehrin dýþýnda eski bir mezarlýk alanýnda yer alan türbe taçkapýsýndaki kitâbesine göre Kutluð Timur tarafýndan yaptýrýlmýþtýr. 732’de (1332) Ürgenç’i ziyaret eden Ýbn Battûta kesin tarihi belli olmayan türbeden ve yanýndaki bir zâviyeden bahsetmektedir. Türbe mezarýn bulunduðu kare planlý, kubbeli bölümün önünde bir giriþle onun iki tarafýnda zâviye mekânlarý olduðu düþünülen kubbeli birer odadan meydana gelmektedir. Necmeddîn-i Kübrâ Türbesi’nin hemen karþýsýnda yer alan ve Törebeg Haným Türbesi’nin planýný daha küçük ölçülerde tekrarlayan Sultan Ali Türbesi XVI. yüzyýlda yaptýrýlmýþ, ancak tamamlanamamýþtýr. Kaleler. Çok harap durumdaki Türkmenistan kalelerinden Dihistan’da þehri kuþatan kerpiç sur duvarlarýnýn yýkýntýlarý halen görülebilmektedir. Merv’de çeþitli dönemlerde yaptýrýlan kalelerin kalýntýlarý içinde Sultankale, Selçuklu döneminden kalan en iyi durumdaki örnektir. Serahs’ta sadece Ýçkale’nin tuðladan sur duvarlarý kýsmen korunmuþtur. Ürgenç’te harap vaziyetteki Akkale de bir iç kale olarak inþa edilmiþtir. Þehri kuþatan Taþkale surlarýndan ise eser kalmamýþtýr. Sivil Mimari. Eski yollarýn önemli bir geçit ve kavþak noktasýnda bulunan Türkmenistan’da bugün ekserisi çöl alanlarýnda ve ýssýz yol güzergâhlarýnda harap durumda bazý kervansaray kalýntýlarý mevcuttur. Çoðu kümelenmiþ durumda birer kerpiç yýðýný halinde görünen bu eserler, Türk-Ýslâm mimarisinde kervansaraylarýn erken örnekleri olmalarý bakýmýndan büyük önem taþýmaktadýr. Müslüman Arap-

lar’ýn ilk fetih devrinden itibaren bölgede bir ribât geleneði baþlattýklarý bilinmektedir. Bugün “kale” ya da “köþk” diye adlandýrýlan bir grup eserin o dönemlerde inþa ettirilmiþ ribâtlar olmasý ihtimali büyüktür. Merv’de Büyük Kýzkale ve Küçük Kýzkale köþkleriyle Merv yakýnlarýndaki Büyük Naimkale ve Küçük Naimkale yapýlarý bunlara örnek verilebilir. Daha sonralarý kervansaray denilen farklý bir yapý tipine dönüþecek olan bu mimari geleneðini Sâmânîler sürdürmüþtür. X. yüzyýla tarihlenen Merv-Hârizm yolu üzerindeki Hürmüzferre Kervansarayý bu dönemin eseridir. Selçuklu devrinde yol güzergâhlarýnda çok sayýda kervansaray inþa edilmiþtir. XI-XII. yüzyýllara mal edilen bu yapýlardan Âmül-Hârizm yolundaki Dâye Hatun Kervansarayý, Merv-Hârizm yolundaki Ode Mergen (Merguen) Kervansarayý, Merv-Âmül yolunda bulunan el-Asker Kervansarayý ile Dihistan’ýn þehir surlarý dýþýnda yer alan Dihistan Kervansarayý ahýr ve konaklama birimlerinin tek avlu etrafýnda þekillendiði örneklerdir. XII. yüzyýlýn baþlarýnda yaptýrýldýðý tahmin edilen Eski Merv-Âmül yolundaki Akçakale Kervansarayý dört eyvanlý iki avlu esasýna göre tasarlanmýþtýr. Merv bölgesinde “kutlu þehir” denilen yerde bulunan Baþane Kervansarayý bu iki tipten farklý bir plan þemasýna sahiptir. Ýþlevi bakýmýndan tartýþmalý olmakla beraber plan özellikleriyle yapý Anadolu’daki Selçuklu dönemi sultan hanlarýnýn öncüsü sayýlmaktadýr. Türkmenistan’daki eski saray mimarisi konusunda yeterli bilgi yoktur. Halen çok harap vaziyette bulunan Merv’deki Selçuklu Sarayý köþk, divanhâne ve çeþitli hizmet birimlerinden meydana gelmektedir. Ürgenç’teki saraydan ise eser kalmamýþtýr. Türkmenistan’ýn eski konut mimarisine iliþkin bilgiler de sýnýrlýdýr. Yapýlan kazýlar sonucunda Merv ve çevresinde IX-XIII. yüzyýllara ait bazý ko-

Eski Merv ile Âmül arasýnda yer alan Akçakale Kervansarayý’nýn kalýntýlarý

nut kalýntýlarý ortaya çýkarýlmýþtýr. Bunlarýn planlarý genellikle merkezde bir ana mekânla dört yönde ona baðlanan bölümlerden oluþmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Ýbn Battûta, er-Ri¼le, Beyrut ts. (Dâru Sâdýr), s. 360; A. Yu. Yakubovskiy, Razvalini Ürgença, Leningrad 1930; N. M. Baçinskiy v.dðr., Arhitekturnie pamyatniki Türkmenii, Moskva-Aþkabad 1939; B. N. Zasýpkin, Arhitektura Sredney Azii, Moskva 1948; G. A. Pugaçenkova, Puti Razvitiya Arhitekturý Yujnogo Türkmenistana Porý Rabovladeniya i Feodalizma, Moskva 1958; a.mlf., Ýskusstvo Türkmenistana, Moskva 1967; E. Atagarriev v.dðr., Türkmenistanýn arhutektura yadigarlukleruPamyakniki arhutekturý Türkmenistana, Leningrad 1974; Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Þehir ve Mimarlýk, Ýstanbul 1977; N. Halimov, Gadimi Ürgence Sýyahat, Aþkabad 1986; Ara Altun, Ortaçað Türk Mimarisinin Anahatlarý Ýçin Bir Özet, Ýstanbul 1988; Azim Ahmedov, Gadimiyetin Yaný, Aþkabad 1993; Oktay Aslanapa, Türk Cumhuriyetleri Mimarlýk Abideleri, Ankara 1996; Hakký Önkal, Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara 1996; Yüksel Sayan, Türkmenistan’daki Mimari Eserler (XI-XVI. Yüzyýl), Ankara 1999; a.mlf., “Türkmenistan’ýn XI-XIX. Yüzyýl Mimarî Anýtlarý”, Türkler (nþr. Hasan Celal Güzel v.dðr.), Ankara 2002, VI, 63-75; a.mlf., “Merv”, DÝA, XXIX, 223-225; Orhan Tan, Merv, Ankara 2000; M. E. Masson, “Novie dannie o nadiisyah odnogo Meþhedi-Misrianskogo minareta”, Epigrafika Vostoka, VII, Moscow 1953, s. 7 vd.; S. B. Lunina, “Ýzuçenie Jilýh domov Merva X-naçala XIII v.”, Kultura Türkmenii v Srednie veka (TYUTAKE), XVIII, Aþkabad 1980, s. 59-84; Emel Esin, “Merv”, TA, XXIV, 18-21; V. Minorsky, “Meþhed-i Mýsriyan”, ÝA, VIII, 159-160; Aydýn Taneri, “Gürgenç”, DÝA, XIV, 321-323; Abdülkerim Özaydýn, “Hârizm”, a.e., XVI, 217-220.

ÿYüksel Sayan

˜

TÜRKMENLER XI. yüzyýldan itibaren Oðuzlar’a verilen ad.

Seyhun (Siriderya) boylarýnda oturan Oðuzlar arasýnda X. yüzyýldan itibaren Ýslâmiyet’in yayýlmasý sonucu ortaya çýkan Türkmen tanýmlamasý, Mâverâünnehirli yerli müslümanlar tarafýndan Ýslâmiyet’e giren Oðuzlar için gayri müslim Oðuzlar’dan ayýrt edilmek üzere kullanýlmýþtýr. Türkmen adýnýn yerlilerce “müslüman Türk” anlamýnda yaygýnlaþmasý bu addaki topluluðun Ýslâmiyet’i kabul eden ilk Türk kavmi olmasýyla ilgilidir. Türkmen kelimesinin nereden geldiði konusunda baþlýca iki görüþ vardýr. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adý ile Farsça “mân”dan (mânend) gelmiþ olup “Türk’e benzer” demektir. Bîrûnî bu fikirde olduðu gibi Kâþgarlý Mahmud da Türkmen adýnýn bu þekilde açýklanmasýyla ilgili bir hikâye anlatýr. Ýkinci

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

607


TÜRKMENLER

görüþe göre Türkmen, “Türkü’l-îmân”dan ( 4 b‫א‬Q! ) gelmektedir. Tarihçi Ýbn Kesîr’in

ileri sürdüðü bu görüþ XV. yüzyýl Osmanlý tarihçisi Mehmed Neþrî tarafýndan da benimsenmiþtir. Ýbn Kesîr, Tuðrul ve Çaðrý beylerin büyük bir güç ve itibar kazandýðýný, müslüman olan Türkler’in bunlarýn etrafýnda toplandýðýný ve bunlara Türkü’lîmân denildiðini, halkýn Türkmen adýný verdiði bu topluluðun aslýný da Selçuklular’ýn (Selâcika, Benî Selcûk) teþkil ettiðini kaydeder (el-Bidâye, XII, 48). Bugün ise Türkmen adýnýn sonundaki “-men”in mübalaða eki olduðu (kocaman, azman) söylenerek “öz Türk” mânasýný taþýdýðý üzerinde durulmaktadýr. Türkmen adý Oðuzlar hakkýnda umumiyetle XI. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Fakat Oðuzlar bu adý çok uzun bir zaman benimsememiþtir. Müelliflerden bazýlarý Oðuzlar’ý tanýtmak için, “Oðuzlar Türkmenler’den bir topluluktur” þeklinde ifadeler kullanmýþtýr. Ancak XIII. yüzyýldan itibaren Oðuz adýný taþýyan bir topluluk görülmez. Bu yüzyýlda Seyhun boylarýndan Sakarya kýyýlarýna kadar uzanan çok geniþ sahada yaþayan Oðuz asýllý topluluklar Türkmen adýyla anýlmýþtýr. Bununla beraber Arapça ve Farsça kaynaklarda Türkmen tabiriyle Oðuzlar’ýn kastedildiði anlaþýlmaktadýr. Kaynaklar Oðuzlar’ýn Kýnýk boyuna mensup olan Selçuklular’dan Türkmen adýyla bahseder. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluþundan sonra Selçuklu ailesi Türkmenler yanýnda çeþitli kavimlere mensup kiþileri devlet hizmetine almýþtýr. Özellikle orduda gulâm asýllý kumandanlara görev verilmesi gibi sebeplerle dýþlandýklarýna inanan Türkmenler bu yüzden Selçuklu ailesinden ayrýlýp çeþitli olaylara karýþmýþtýr. Nizâmülmülk, Türkmenler’in devlete zaman zaman zorluk çýkarmalarýna raðmen Selçuklular’ýn kuruluþunda güçlüklere göðüs gererek büyük hizmetlerde bulunduklarýný, hânedanýn akrabasý sayýldýklarýný, bu sebeple onlarýn her vesileyle devlet hizmetine alýnýp memnun edilmeleri gerektiðini kaydeder (Siyâsetnâme, s. 132). Türkmenler yaþadýklarý coðrafyaya göre þöylece tasnif edilebilir: Seyhun Boylarý. 548 (1153) yýlýnda Horasan’da Sultan Sencer’i yenen Oðuzlar kuvvetli durumda bulunduklarý sýrada, Mâverâünnehir’de Buhara yakýnlarýndaki Karagöl’den Seyhun boylarýndaki Cend þehrine kadar uzanan geniþ çöl bölgesinde Türkmenler (Terâkime) yurt tutmuþtu. 1220’de Seyhun boylarýnda kümeler halindeki pek çok göçe raðmen yine de kalabalýk sayýda Türkmen 608

yaþýyordu. Moðollar, Hârizm’in fethinde yararlanmak üzere Türkmenler’den 10.000 kiþilik bir kuvvet teþkil etmekle birlikte Hârizm’e giderken Türkmenler yolda isyan ettiklerinden Moðollar onlardan birçoðunu yok etti. Geri kalanlar, Seyhun boylarýndaki Türkmenler’le birlikte göç ederek Merv ve Amûye (Âmül) yörelerine geldi. Moðol istilâsý yüzünden Türkmenler’in çoðu yurtlarýndan ayrýlýp Horasan’da toplandý. 1246’da Seyhun boylarýndaki Oðuzlar’ýn yurtlarýndan geçen papanýn elçisi Plano Carpini, Oðuz yurtlarýný þehir, kasaba, köy ve kaleleri yýkýlmýþ harap bir ülke olarak görmüþtü. 1273’te Seyhun boylarýný ziyaret eden Orta Asyalý müelliflerden Cemâl-i Karþî buralarý Türkmenler’in ülkesi diye nitelendirmektedir. Karþî, Oðuz þehirlerinden Barçýnlýðkent’i Barçkent þeklinde kaydetmiþ, burada fýkýh ve tefsir ilimlerinde uzman olan Hüsâmeddin Hâmid b. Âsým adlý bir âlimle tanýþmýþtý. Cend þehrini de ziyaret eden Cemâl-i Karþî evvelce büyük bir þehir olan Cend’in þimdi harap durumda bulunduðunu, bununla beraber bir ticaret merkezi özelliði taþýdýðýný ve çarþýsýnda her türlü malýn görüldüðünü söyler. Müellif buradaki þeyhlerden Siðnâklý Þeyh Kemâleddin’in Türkmenler arasýnda “Þeyh Baba” diye tanýndýðýný ve büyük bir saygýnlýðý olduðunu bildirir. Cemâl-i Karþî’nin verdiði bilgiden istilâ esnasýnda yapýlan tahribata ve büyük göçlere raðmen XIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnýn ortalarýnda Aþaðý Seyhun bölgesinin hâlâ Oðuz ülkesi niteliðini koruduðu anlaþýlýr. Bu da þüphesiz Aþaðý Seyhun bölgesinin Hârizm gibi Ýdil’in aðzýnda oturan Cuci hânedanýnýn topraklarýna dahil edilmesiyle yakýndan ilgilidir. Fakat XIV. yüzyýlda Aþaðý Seyhun kýyýlarý bir Türkmen ülkesi olma vasfýný kaybetmiþtir. Hârizm. Moðol hâkimiyetinin baþlamasý üzerine Mangýþlak ve Balhan (Balkan) Türkmenleri, Ýdil’in aðzýnda oturan Cengiz Han’ýn torunu Batu Han’a baðlandý. Bu Türkmenler’e Sayýn Hanlu Türkmenleri denilmesi buradan gelir. Timur’un hizmetindeki Türkmen asýllý emîrler içinde en ünlüsü Argun Þah’týr. Argun Þah, Buhara yöresinde yaþayan Türkmenler’e mensuptu. Timur Çin seferine çýkarken Semerkant’ýn muhafazasýna onu býrakmýþtý. Argun Þah’ýn oðullarý da Timur’un oðlu Þâhruh’un en itibarlý emîrleri arasýndaydý. Yine Timur devrinde Emîr Sadr ile bozkýr hayatýný yakýndan bilen Þeyh Dâvud’un da Türkmen asýllý olduklarý bildirilir. XVI. yüzyýlýn baþlarýnda Mangýþlak yarýmadasýndaki Türkmenler’in pek çoðu Salur boyuna

mensuptu. Bu Salurlar Ýçki (iç) Salur ve Taþký (dýþ) Salur adlarýyla iki kola ayrýlmýþtý. Ýçki Salurlar adý geçen yarýmadanýn kýyý kesiminde, Taþký Salurlar doðuda Hârizm’den gelen ana yol üzerindeydi. Bunun dýþýnda Horasan’da Durun yöresinde Salur adýný taþýyan oldukça kalabalýk bir topluluk yaþýyor ve Mangýþlak Salurlarý’ndan ayýrt etmek için bunlara Horasan Saluru adý veriliyordu. Taþký Salur ise Teke, Sarýk ve Yomut oymaklarý tarafýndan temsil ediliyordu (bk. SALUR). Yine Mangýþlak’ta Esen Eli adlý baþka bir topluluk vardý. Bu topluluk baþlýca Çavuldur (Çavundur/Çavdur), Ýgdir, Soynacýlar ile diðer bazý küçük oymaklardan meydana geliyordu. Hazar denizinin doðu kýyýsýnda ve Mangýþlak’ýn güneyindeki Balhan daðlarý yöresinde Ersarý oymaðý bulunuyordu. Oymaða adýný vermiþ olan Ersarý Bay XIV. yüzyýlda yaþamýþ ve Ürgençli Þeyh Þeref’e 713 (1314) yýlýnda dinî meselelere dair Türkçe Muînü’lmürîd adlý bir eser yazdýrmýþtýr. Ersarý oymaðýnýn da Salur’un bir obasý olduðu söylenir. Göklen denilen topluluðun ise Etrek-Gürgen çaylarýnýn kýyýlarýnda oturduðu tahmin edilmektedir. Göklenler Kayý, Beydili (Begtili), Bayýndýr gibi Oðuz boylarýnýn kollarýndan meydana gelmiþti. Vergilere ait rakamlar, birçok boya mensup kollardan teþekkül etmesine raðmen Göklenler’in nüfusunun Horasan Saluru ile Mangýþlak’taki Ýçki Salur ve Taþký Salur’dan az olduðunu gösterir. Yine ayný yüzyýlda Esterâbâd sýnýrýnda yaþayan ve Safevîler’i sýkýntýya sokan Oklu (Ohlu) Türkmenleri müstakil bir topluluk halindeydi. XVI. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Ceyhun (Amuderya) ýrmaðý boyunca baþlýca üç topluluk oturuyordu: Adaklý Hýzýr Eli, Ali Eli ve Teveciler. Þecere-i Terâkime’ye göre bunlar kökleri bakýmýndan öz Türkmen sayýlmýyordu. 1575-1578 yýllarý arasýnda Ceyhun yeniden yatak deðiþtirerek Hazar yerine Aral gölüne dökülmeye baþlayýnca adý geçen üç topluluk bundan etkilendi, ayný zamanda bütün Türkmenler’in ekonomik hayatý darbe yedi. Ayný yüzyýlýn sonlarýna doðru Etrek ve Gürgen çaylarý boylarýnda Eymür ve Salurlar da yaþýyordu. Bu oymaklara Safevî ve Yaka Türkmen’i adý verilir. Safevî Hükümdarý Þah Abbas, hem Türkmen akýnlarýný durdurmak hem de Esterâbâd’ýn Özbekler’in eline geçmesini önlemek için Eymürler’in beyi Ali Yâr’ý han unvaný ile Esterâbâd valiliðine tayin etti. Eymürler sayýca bölgedeki Oklu ve Göklenler’den daha azdý. Bunlarýn Mangýþlak’tan yakýn bir zamanda Etrek-Gürgen bölgesine geldikleri anlaþýlýr. XVI. yüzyýlýn

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKMENLER

ikinci yarýsýnýn ortalarýnda Emba suyu kýyýlarýnda oturan ve kendilerine Nogay da denilen Mangýtlar’ýn yaptýðý akýnlara dayanamayan Teke ve Yomutlar, Küçük Balhan ile Kýzýlarvat ortasýndaki Küren daðý çevresine göç etti. 1639’da, Ýdil’in aðzýnda oturan Kalmuklar’ýn akýnlarý sonucu Mangýþlak’taki diðer Türkmenler de Balhan taraflarýna geldi. Böylece Mangýþlak yedi asýr sonra bir Türkmen yurdu olma niteliðini kaybetti. XVIII. yüzyýlda Esterâbâd bölgesinde Oklular’ýn yerini Salur boyundan gelen Yomutlar aldý. Bunlar Afþarlar ve Zendler ile mücadelelerinde Kaçarlar’a yardým etmekteydi. Ýranlý tarihçilerden birine göre Kaçar Devleti’nin kurucusu Aða Muhammed Þah’ýn annesi Yomutlar’ýn baþbuðu Begenç’in kýzýydý. Esen Eli topluluðu Kalmuklar’a tâbi olarak Mangýþlak’ta kalmýþtý. Kalmuklar bunlardan bir zümreyi XVIII. yüzyýlda Kuzey Kafkasya’ya göçürdü. Yaþadýklarý yörenin adýyla Stavrapol Türkmenleri denilen bu Türkmenler, Orta Asya’daki Türkmenler’le münasebetlerini kesmedi ve Mahtumkulu’yu onlar da büyük þairleri saydý. Stavrapol Türkmenleri varlýklarýný günümüze kadar sürdürmüþtür. XIX. yüzyýlýn baþlarýnda Hîve Hanlýðý’nýn Kungratlar’ýn eline geçmesi, Buhara Hanlýðý ile Ýran þahlýðýnýn zayýf duruma düþmesi Türkmenler’i daha fazla bir hareket serbestliðine kavuþturdu. 1824’te Teke ve Salurlar, Hîve hanlarýna ait yeni Merv’i zaptederek ellerine geçirdikleri esirleri Buhara hanýna gönderdi. Tekeler tek baþlarýna gittikçe kuvvetlendiler. Teke baþbuðu Kuþid Han, Hîve Hükümdarý Muhammed Emin Han’ý 1855’te Serahs yakýnýnda aðýr bir yenilgiye uðrattý ve Hîve haný savaþ meydanýnda kaldý. Kuþid Han, yeni Hîve hükümdarý Abdullah Haný ayný âkýbete uðrattýðý gibi 1860’ta toplarla mücehhez Kaçar ordusuna karþý parlak bir zafer kazandý. Fakat 1873’te Ruslar’ýn Hîve Hanlýðý’ný egemenlikleri altýna almalarý durumu deðiþtirdi. 1879’da Ruslar, Türkmenler’in çarýn hâkimiyetini kabul etmeleri teklifini þiddetle reddetmeleri üzerine harekete geçtilerse de Göktepe’de aðýr bir yenilgiye uðradýlar (Eylül 1879). Fakat bu baþarý uzun sürmedi, Ruslar 1881’de Türkmen elini imparatorluklarýna kattýlar. Hârizm Türkmenleri’nin büyük oymaklarý Esen Eli (en önemli oymaklarý Çavdur < Çavuldur ve Ýgdir), Yomut (Salur’dan), Teke (Salur’dan), Salur, Sakar (Salur’dan), Emreli (>Yemreli, Salur’dan), Sarýk (Salur’dan), Göklen (bazý obalarý Kayý, Bayýndýr, Beydili) olup bunlardan altýsý Oðuz

Salur boyuna mensuptur; ayný zamanda nüfuslarý fazla olanlardýr. 1819’da düzenlenen Muravyev’in listesinde Esen Eli 8000, Göklenler 40.000 çadýr gösterilirlerken Salur’a mensup oymaklardan Teke’nin 50.000, Salur’un 4000, Ersarý’nýn 100.000, Yomut’un 40.000, Sarýk’ýn 20.000, Sakar’ýn 20.000 çadýr olduðu bildirilmiþtir. Ebülgazi Bahadýr Han’ýn Þecere-i Terâkime’sine göre yukarýda adlarý geçen Salur asýllýlardan baþka Yaya, Cabý, Kaltak, Burkas Eli, Azlar ve Olam Ürgençli oymaklarý da Salur boyundan çýkmýþtýr. 1819 listesindeki rakamlara göre 285.000 çadýr olan bütün Türkmenler’in nüfusundan 237.000 çadýrý ( % 83’ü) Salur’a mensuptu. 1863 tarihli Vambery’nin listesine göre 196.500 çadýr olan Türkmen nüfusundan 172.500 çadýrýný (% 87’sini) Salur boyundan çýkan oymaklar teþkil ediyordu. Ayrýca Salurlar, Anadolu’daki Türk yerleþmesinde önemli rol oynamýþ boylardan biridir. Ýran’da Selçuklular devrinde iki beylik kurdular. Salur’dan sonra Türkmenistan Türkmenleri’nin teþekkülünde Çavuldur boyu gelir. Onlarý Eymir ve Ýgdir boylarý izler, bunlarýn nüfuslarý 1000-2000 çadýrdan fazla deðildir. Göklen topluluðuna baðlý Kayý, Bayýndýr ve Beydili, Oðuz boylarýnýn adlarýný taþýyan obalardan her birinin nüfusu 500 çadýrdýr. Ýran. Moðollar’ýn gelmesi üzerine Horasan, Azerbaycan, Irâk-ý Acem ve Arrân’da yaþayan Türkmenler’in hepsi veya çoðu Anadolu’ya göç etti. Kaynaklarda Ýlhanlýlar devrinde Ýran’da Türkmenler’in yaþadýðýndan söz edilmez. Bu dönemde Sâve yöresinde Kalaçlar’ýn (Halaç) varlýðý bilinmektedir. Celâyirliler devrinde XIV. yüzyýlýn sonlarýna doðru Arrân’da Çobanlý Türkmenleri mevcuttu. Çobanlý Türkmenleri’nin Anadolu’dan Ýran’a Çobanlýlar tarafýndan getirilmiþ olmasý muhtemeldir. Timur’un oðlu ve halefi Þâhruh Mirza, Ýran’ýn en geniþ kýsmýný devletinin sýnýrlarý içine almakla beraber Azerbaycan, Arrân ve Irak’ý Karakoyunlular’a býrakmak zorunda kalmýþtý. Karakoyunlular, Þâhruh’un ölümünden (1447) sonra yeni baþarýlar kazanarak Horasan dýþýnda bütün Ýran’a hâkim oldular. Karakoyunlu elini teþkil eden Sa‘dlý, Alpagut, Duharlý, Baharlý ve Aðaçeri oymaklarý Arrân, Azerbaycan ve Irâk-ý Acem’i de yurt tuttular. Ünlü Kaçar oymaðý da Akkoyunlular devrinde Bozok (Yozgat) bölgesinden Gence’ye göç etmiþti. 1469’da Karakoyunlular’ýn yerini Akkoyunlular aldý. Akkoyunlular, Erzincan’ýn batýsýndan Horasan’a, Þirvan’dan Basra’ya kadar uzanýyordu. Akkoyunlular devrinde Anadolu’dan Ýran’a yeni oymaklar gitti. Bunlar Pür-

nek, Musullu, Koca Hacýlu, Avþar (Afþar), Bayat gibi oymaklardý. 1501’de Akkoyunlular’ýn yerine Safevîler geçti. Anadolu’dan Ýran’a en çok bu dönemde göçler oldu. Ýran’da Safevîler’den sonra iktidara gelen Avþarlýlar ve Kaçarlar, Safevîler’in hizmetindeki Türkmen oymaklarý tarafýndan kurulmuþtur. Anadolu. 1071 Malazgirt Savaþý’nýn ardýndan on yýl içinde Türkler, Adalar denizine ve Marmara’ya kadar uzanan bütün Anadolu’yu fethettiler. Fakat ayný yüzyýlýn sonlarýnda baþlayan Haçlý seferleri yüzünden büyük kayýplar verdiler. Ýran’daki iç mücadele yüzünden desteklenmeyen Türkler, Orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldý. Türkmenler, Ankara-Konya arasýnda toplu halde yaþayýp hem Haçlý hücumlarýna hem Bizans’ýn saldýrýlarýna karþý geçilmez bir set teþkil ettiler. Bu Türkmenler’e Uç Türkmenleri adý veriliyordu. Horasan’da “diyâr-ý Rûm” denilince akla bu Uç Türkmenleri geliyordu, yani XII. yüzyýlda Anadolu Uç Türkmenleri ile tanýnýyordu. 1146’da Bizans’a karþý kazanýlan Düzbel zaferinden sonra Türkmenler köyler kurarak ve metrûk köyleri iskâna açarak yerleþmeye baþladýlar. Türkistan ile Anadolu arasýnda kurulan göç kanalýyla güçlendiler. Þehirlerde yaþayan kozmopolit halk köylerde yerleþmiþ Türkmenler’e Türk diyordu. Türk adýnýn uzun süre “köylü” anlamýnda kullanýlmasý Türkmenler’in köyler kurarak yerleþmelerinden ileri gelmiþtir. Moðol istilâsý yüzünden Türkistan, Ýran ve Arrân’dan Anadolu’ya pek çok Türk geldi. Gelenler arasýnda göçebe topluluklarýn yanýnda çok sayýda yerleþik halk da vardý. XIII. yüzyýlýn ikinci yarýsýnýn ortalarýnda yerleþik hayat hemen her yerde geliþti ve Türkler þehirlerde de çoðunluðu teþkil etti. Bununla birlikte hâlâ kalabalýk sayýda göçebe Türkmen topluluklarý bulunuyordu. Bunlardan Antalya-Denizli Türkmenleri, Kuzey Afrikalý Coðrafyacý Ýbn Saîd el-Maðribî’ye göre 200.000 çadýra yakýndý. Kütahya-Eskiþehir Türkmenleri ise 30.000 çadýrdý. Bu kümenin Marmara bölgesiyle Batý Anadolu’nun iskânýnda rol oynadýðý þüphesizdir. Ýbn Saîd, Kastamonu Türkmenleri’nin sayýsýný 100.000 çadýr olarak verir. Yirmi dört Oðuz boyundan biri olan Çepniler’den kalabalýk bir küme ise Sinop bölgesinde yaþýyordu. Bunlar, 1277’de Sinop’u almak isteyen Trabzon Rum imparatorunu denizde karþýlayýp maðlûp ettik. Çepniler doðuya doðru ilerleyerek Ordu bölgesinde Bayramlý Beyliði’ni kurdular. Karaman Türkmenleri ise Ermenek, Mut, Silifke, Gülnar ve Anamur þehirlerini içine alan bölgede hayat sürüyordu. Ma-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

609


TÜRKMENLER

latya-Maraþ bölgesinde Aðaçeriler vardý; bunlar bilhassa ormanlýk kesimlerde bulunuyordu. Güneydoðu Anadolu ve Suriye Türkmenleri, Moðol baskýsý yüzünden buralara gelmiþlerdi. Memlük kaynaklarýnda bu Türkmenler’in 40.000 çadýr (200.000 kiþi) olduðu bildirilir. Bunlar Bozok ve Üçok adlý Oðuz ikili teþkilâtýný muhafaza eden son topluluktur. XV. yüzyýl Memlük müelliflerinden Halîl b. Þâhin ez-Zâhirî 180.000 asker çýkardýklarýný söyler. Bu rakam abartýlý görünmekle birlikte nüfus yoðunluðuna iþaret eder. Doðu Anadolu Türkmenleri de baþlýca Karakoyunlular’la Akkoyunlular’dan meydana geliyordu ve XIV. yüzyýlda tarih sahnesine çýkmýþlardý. Ayrýca Türkiye’nin diðer bölgelerinde daha az nüfuslu Türkmen topluluklarýnýn yaþadýðý söylenebilir. Meselâ Sinop bölgesinde olduðu gibi Kelkit vadisinde de pek kalabalýk bir Çepni grubu bulunuyordu. Bunlardan kuvvetli bir kol XIV. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda kuzeyde Kürtün, Giresun ve Görele arasýndaki geniþ yörenin fetih ve iskânýnda önemli rol oynadý. Türkmenler, Batý Anadolu ve Marmara bölgeleriyle Karadeniz kýyýsýnda Ordu ve Giresun yörelerini fethettiler. Beyliklerin birçoðu fethedilen yerlerde kuruldu. Böylece Türkmenler, Türkiye tarihinin ikinci devri olan Beylikler devrinin âdeta kurucusu olmuþtur. XIV. yüzyýlýn ilk yarýsýnda baþlayýp XV. yüzyýlýn ikinci yarýsýnýn ortalarýnda sona eren bu dönemde Türk edebiyatý büyük geliþme gösterdiði gibi Türkçe de resmî dil haline geldi. Türkmen beylikleri içlerinden biri olan Osmanlýlar tarafýndan ilhak edildi. Mýsýr, Suriye ve Ýran’da yazýlmýþ eserlerde Osmanlý hânedaný Türkmen asýllý olarak anýlýr. Osmanlý kaynaklarýnda ise ailenin Oðuz elinden geldiði yaygýn biçimde ifade edilir. XVI. yüzyýlda Trabzon’dan Ýskenderun’a çekilecek bir hattýn batýsýnda kalan kýsýmda yerleþik hayat çok hâkim bir durumdaydý. Türkiye’nin bu kesiminde oymaklar topraða baðlanmýþtý. Onlardan pek çoðunun kýþlaklarýnda kerpiçten ve taþtan yapýlmýþ evleri vardý. Sivas-Kýrþehir arasýndaki bölgede yaþayan Uluyörük adlý topluluk kýþlaklarýnda çiftçilik yapmakta ve kethüdâlar tarafýndan idare edilmekteydi. Konya bölgesinde Atçeken ismi verilen oymaklar ise soylu atlar yetiþtirmekle mükellef tutulduklarý için çiftçilik yapmalarýna izin verilmiyordu. Batý yörüklerinde umumiyetle “cemaat” adý verilen oymaklar varsa da bunlarýn çoðunda yerleþik hayat egemendi. XVI. yüzyýlda tam anlamýyla göçebe hayatý sürdüren topluluklar Halep Türkmen610

leri ile Bozulus’tur. Halep Türkmenleri, Moðol baskýsý üzerine XIII. yüzyýlda Antep ve Suriye’ye göçen 40.000 çadýrlýk Türkmenler’den büyük çoðunlukla Bozok kolunun kalýntýsýdýr. Bu koldan önemli topluluklar daha önce Maraþ, Elbistan, Malatya, Yozgat bölgelerine göç etmiþler ve kalabalýk gruplar halinde Ýran’a da gitmiþlerdi. Bunlardan baþka yine XVI. yüzyýlda Halep Türkmenleri’nin Bozulus’ta ve Yeni Ýl’de de (Sivas-Kangal bölgesi) önemli kollarý vardý. Halep Türkmenleri’ni teþkil eden büyük oymaklar Beydili, Bayat, Avþar, Ýnallý ve Harbendeli’dir. Harbendeliler bilhassa Malatya bölgesinde iskân faaliyetinde bulundular. Günümüzde Malatya bölgesindeki Türkmenler’in önemli bir kýsmý Harbendeliler’in torunlarýdýr. Harbendeliler’den kalabalýk bir kol Ýran’a gitti ve bu ülkede Hüdâbendeli adýyla anýldý. Onlardan bazý oymaklar Batý Anadolu’ya göçtüler ve orada Harmandalý ismini aldýlar. Bu oymaklardan baþka Karkýn, Kýzýk, Acürlü, Peçenek, Dayer, Kýnýk, Eymür, Bahadýrlý ve diðer bazý obalar da Halep Türkmenleri’ne dahildi. Halep Türkmenleri’nden baþka Hama, Humus, Þam ve Trablus’ta Türkmen oymaklarý bulunuyordu. 40.000 çadýrlýk Türkmen kümesinin Üçok kolu ise Çukurova bölgesinde yurt tuttu ve topraða baðlandý. Bozulus Türkmenleri, Doðu Anadolu’da tam göçebe yaþayýþý geçiren bir topluluktur. Bunlar Mardin’in güneyindeki topraklarda kýþlamakta, Erzincan-Erzurum arasýndaki yerlerde yaylamakta olup üç koldan meydana gelmiþlerdi: Diyarbekir Türkmenleri, Dulkadýrlý ve Halep Türkmeni oymaklarý. Eski Akkoyunlu elinin kalýntýsý olan Diyarbekir Türkmenleri’nin baþlýca oymaklarý Tabanlý, Oðulbeyli, Musullu, Hamza Hacýlý, Çavuldur (Çavundur), Dodurga, Karkýn, Alpagut idi. Dulkadýr oymaklarý da Cevid Sultan Hacýlý, Köçekli, Avcý, Dodurga, Ceceli, Gündeþli, Çaðýrganlý, Kýzýlkocalý, Þam Bayatý, Karkýn idi. Halep Türkmeni oymaklarý kolu ise Köpekli Avþarý, Gündüzli Avþarý, Harbendeli, Beydili, Acürlü, Ýnallý Bayat ve Karakoyunlu obalarýndan oluþuyordu. Sivas’ýn güneyinde Mancýlýk, Gürün ve Hekim Haný arasýndaki yörede yaþayan oymaklar genelde Osmanlý tahrirlerinde Yeni Ýl Türkmenleri adýyla geçer. Bunlarýn vergileri III. Murad’ýn annesi Nurbânu’nun Üsküdar’da yaptýrdýðý caminin evkafýna baðlanmýþtý. Bundan dolayý topluluða Üsküdar Türkmeni adý da veriliyordu. Yeni Ýl biri Dulkadýrlý’ya, diðeri Halep Türkmenleri’ne mensup olmak üzere iki koldan meydana gelmiþti. Halep Türkmenleri’ne mensup kola Yaban Eri

deniliyordu. Dulkadýrlý kolu ise umumiyetle çiftçilik yapýyordu. Yaban Eriler’den çoðunun Beydili boyuna mensup obalardan meydana geldiði söylenebilir. Dulkadýrlý eli baþlýca Maraþ, Elbistan ve Yozgat yörelerinde yurt tutmuþtur. Dulkadýrlý elinin Bozulus ve Yeni Ýl arasýnda kollarý olduðu gibi kalabalýk bir grubu da Ýran’a gitti. Bu kol orada Zülkadr adýyla tanýndý. En büyük Dulkadýr oymaklarý Karacali (bazý obalarý: Yazýr, Sevinçli, Oruç Beyli, Ulaþlý, Urcanlý, Kazancýlý, Söylemezli), Dokuz Biþanlý (bazý obalarý: Karkýn, Hacýlar, Dokuz Koyunlu, Karamanlý), Cerid (bazý obalarý: Mamalý, Oruç Gazili, Kara Hasanlý), Kavurgalý, Döngeleli, Akça Koyunlu (bazý obalarý: Mûsâ Hacýlý-Mûsâcalý-Çalýþlý), Eymür, Çimeli, Ýmanlý Afþarý, Çaðýrganlý, Gündeþli, Tecirli idi. Dulkadýrlý elinin Yozgat ve komþu yörelerdeki en önemli oymaklarý da þunlardý: Akçalý, Kýzýl Kocalý, Akça Koyunlu, Þam Bayatý, Sevgülen, Çiçekli. Dulkadýrlý elinin Kadirli ve Kozan sancaklarýnda da kollarý vardý. Sivas-Kýrþehir arasýndaki geniþ bölgede yaþayan Uluyörükler Þarkpâre, Ortapâre ve Yüzdepâre adlý üç kola ayrýlmýþtý. Bu kollarý teþkil eden oymaklara bölük deniliyordu. Uluyörük’ün Ýlhanlýlar veya onlarýn Anadolu’daki halefleri Eretnalýlar zamanýnda oluþturulduðu anlaþýlýr. Bu topluluðun en önemli oymaklarý Ýlbeyli, Çepni, Ak Salur, Gerampa, Tostlu, Çungar, Ustahacýlý (Ustacalu-Ustaçlu), Dodurga, Turgutlu, Karakeçili, Akkoyunlu, Ýnallý, Çavurçu idi. Konya, Akþehir, Aksaray ve Karaman yörelerinde Türk oymaklarý Selçuklular devrinden beri soylu atlar yetiþtiriyordu. Bunlara Atçeken oymaklarý deniliyordu. Ayný bölgede yaþayan oymaklarýn bir kýsmý Atçeken sayýlmýyordu. Bunlardan bazýlarý þunlardýr: Hocantýlý (Orta Asya’daki Hucend þehrinden), Yapa, Çepni, Kayý, Peçenek, Tatar (Moðol), Bektaþlý, Bozkýrlý, Urunguþ, Hintli, Bozdoðan, Cemallý (Ürgüp), Bereketli, Yahyalý (Yavaþ Karahisarý). Ýç Ýl’deki büyük oymaklar Oðuz Hanlý (Selinti ve Anamur), Bozkýrlý (Taþlýk Silifke), Hoca Yunuslu (Gülnar), Beydili (Gülnar), Bozdoðan (Silifke), Þamlý idi (Taþlýk Silifke). Çukurova bölgesinde henüz oymak teþkilâtýný muhafaza edenler Kara Îsâlý, Kusun, Kuþtemir, Ulaþ, Gökçeli ve Elvan boylarýdýr. XVI. yüzyýl sonlarýnda baþlayan ve XVII. yüzyýlýn ilk on yýlýnda devam eden Anadolu’daki Celâlî hareketleri Orta Anadolu köylerine felâket getirdiði gibi Uluyörük, Ankara yörükleri ve Atçekenler’in daðýlmalarýna da sebep oldu. Diðer topluluklarýn da düzeni bozuldu. Doðu Anadolu’-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÜ

da yaþayan Bozulus 1022’de (1613) Orta Anadolu’ya geldi. Bozulus’un bir kýsmý eski yurdunda kalmýþtý. Hükümet Bozulus’un geldiði yere gönderilmesini emrettiyse de bu emir hiçbir zaman uygulanmadý ve Bozulus Orta Anadolu’da yerleþti. Daha sonra bazý oymaklarý Batý Anadolu’ya ve Ege adalarýna gittiler. Orta ve Batý Anadolu’da Türkmen adlý oymaklarýn görülmesi Bozulus’un geliþiyle ilgilidir. Osmanlý Devleti, 1102’de (1691) Türkmen oymaklarýnýn harap durumdaki yerlere yerleþtirilmesine giriþti. Dört kola ayrýlan Bozulus obalarý evler yaptýlar ve oturak hayata geçmeye baþladýlar. Dâniþmendli adlý büyük Türkmen oymaðýnýn Aydýn ve diðer bazý yerlerde iskân edilmesi baþarý ile neticelendi. Dulkadýrlý eline mensup yirmi kadar oymak Çukurova’da Ayas, Berendi ve Kýnýk yörelerinde yerleþtirildiyse de bu iskân baþarýlý sonuç vermedi. Çukurova’nýn bilhassa doðu kýsmý XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýna kadar oymaklara kýþlak vazifesini görmekte devam etti. Üçüncü iskân yeri olan Halep’in kuzeyindeki Menbic yöresine Ýlbeyli oymaðý yerleþtirildi. Ýlbeyliler günümüzde de bu yörede oturmaktadýr. Fakat Halep Türkmenleri’ne mensup olarak Hama, Humus ve Trablus çevrelerinde daðýnýk þekilde yaþayan oymaklarýn Hama-Humus arasýndaki harap topraklarda iskânýnda baþarý saðlanamadý. Osmanlý Devleti, Aneze Araplarý tarafýndan bir kýsým köyleri yýkýlan, geri kalanlarý da haraca baðlanan Rakka bölgesini þenlendirmek için bir teþkilât kurarak Beydili’nin Halep Türkmenleri ile Yeni Ýl’e mensup bütün obalarýný, Bozulus’un göç etmemiþ kalýntýsýný, Halep Türkmenleri ile Yeni Ýl’e baðlý diðer oymaklarý Belih ýrmaðýnýn Akçakale’den Rakka’ya kadar uzanan kýyýsýnda yerleþtirdi. Bütün bu oymaklar bir yýl sonra Anadolu’ya kaçtýlarsa da çoðu tekrar iskân yerlerine gönderildi ve kaçmamalarý için bazý tedbirler alýndý. Devlet bu iskânda ýsrarcý olmuþ, Aneze urbânýnýn hücumlarýný Rakka beylerbeyiliði ve yerleþtirilen oymaklarla önleyebileceðine inanmýþtý. Fakat bu yöre Türkmen oymaklarýnýn yaþamasýna uygun deðildi. Anezeler de Rakka yörelerinden uzaklaþtýrýlamamýþtý. Bundan dolayý Türkmenler’le urbân arasýnda çatýþmalar çýktý. Rakka en sonunda problem çýkaran iskân dýþý Türk oymaklarý için bir sürgün yeri haline geldi. Devletin aldýðý tedbirlere raðmen Rakka ve Urfa bölgesine yerleþtirilen oymaklardan çoðu ayrý ayrý zamanlarda Anadolu’ya kaçmayý baþardý. Beydili obalarýnýn ekserisi, Baraklar ve diðer bazý oymaklar XIX.

yüzyýla kadar Rakka’da kaldýlar, bu yüzyýlda onlar da Rakka’yý terkettiler. Rakka iskânýnda büyük ýstýrap çeken Beydililer ile Baraklar bir asýrdan fazla bir zamandan beri Gaziantep yöresiyle ona komþu yörelerdeki köylerinde yaþamaktadýr. XIX. yüzyýlda Çukurova’da âyanlarýn hâkim olduðu dönemde Avþar, Bozdoðan, Cerid ve Tecirli oymaklarý öne çýkmýþtý. Fýrka-i Islâhiyye’nin çalýþmalarý sonucu fýrsat buldukça yaðmalama hareketlerine giriþiyordu. Tecirliler Osmaniye, Ceridler Ceyhan kazasý dahilinde yerleþti. Bozdoðanlar da Kadirli ve Ceyhan kazalarýnda iskân edildi. Avþarlar ise Pýnarbaþý, Tomarza, Sarýz kazalarýndaki yetmiþten fazla köyde oturmaktadýr. BÝBLÝYOGRAFYA :

Dîvânü lugåti’t-Türk, I, 56; III, 304-307; Dîvânü lugåti’t-Türk Tercümesi, I, 55; III, 412-416; Makdisî, A¼senü’t-tešåsîm, s. 274, 275; Muhammed b. Abdülcebbâr el-Utbî, et-TârîÅu’l-Yemînî (Ahmed el-Menînî, el-Fet¼u’l-Vehbî £alâ TârîÅi Ebî Na½r el-£Utbî içinde), Kahire 1286, I, 336, 341; II, 79, 84; Gerdîzî, Zeynü’l-aÅbâr (nþr. Abdülhay Habîbî), Tahran 1347 hþ., s. 176, 192, 198, 199, 200, 202-203, 272; Bîrûnî, el-Cemâhir, Haydarâbâd 1355, I, 205; a.mlf., el-Æånûnü’l-Mes£ûdî (nþr. Seyyid Hasan Bârânî), Haydarâbâd 1374, II, 575; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 132, 136-137; Ýbnü’l-Cevzî, el-Munta²am, VIII, 114, 117, 134, 147, 157, 163; Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkýyye (Lugal), bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX, 100, 158, 188-191, 377-391, 434, 441; Sýbt Ýbnü’l-Cevzî, Mirßâtü’z-zamân (nþr. Ali Sevim), Ankara 1968, bk. Ýndeks; Ýbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-¼aleb, II, 21, 63, 64; Ýbn Saîd el-Maðribî, Kitâbü Ba½ti’l-ar² (nþr. J. V. Gines), Týtvân 1958, s. 117, 118; Reþîdüddin Fazlullah-ý Hemedânî, Câmi £u’t-tevârîÅ (nþr. Behmen Kerîmî), Tahran 1338, I, 35-36; Ýbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 48; Halîl b. Þâhin, Zübdetü Keþfi’l-memâlîk (nþr. P. Ravaisse), Paris 1894, s. 105; Neþrî, Cihannümâ (Unat), s. 16, 17; Ebülgazi Bahadýr Han, Þecere-i Türk (nþr. L. Baron Desmaisons), Amsterdam 1970, tür.yer.; Á. Vámbéry, Travels in Central Asia, London 1864, tür.yer.; N. N. Muravyev, Journey to Khiva: Through the Turkoman Country, London 1977, tür.yer.; V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkýnda Dersler, Ýstanbul 1927, dizin 4, 6; a.mlf., Four Studies on the History of Central Asia (trc. V. Minorsky – T. Minorsky), Leiden 1962, III, 77170; Ahmed Refik, Anadolu’da Türk Aþiretleri, Ýstanbul 1930, tür.yer.; Kâmil Su, Balýkesir Civarýnda Yörük ve Türkmenler, Ýstanbul 1938; Ýbrahim Kafesoðlu, “Türkmen Adý, Manasý ve Mahiyeti”, Jean Deny Armaðaný, Ankara 1958, s. 121-133; Cengiz Orhonlu, Osmanlý Ýmparatorluðunda Aþiretleri Ýskân Teþebbüsü (1691-1696), Ýstanbul 1963, tür.yer.; Ali Rýza [Yalman], Cenupta Türkmen Oymaklarý (haz. Sabahat Emir), Ankara 1977, I-II; Yusuf Halaçoðlu, XVIII. Yüzyýlda Osmanlý Ýmparatorluðu’nun Ýskân Siyaseti ve Aþiretlerin Yerleþtirilmesi, Ankara 1988, tür.yer.; Faruk Sümer, Oðuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teþkilâtý, Destanlarý, Ýstanbul 1992; S. G. Agacanov, Oðuzlar (trc. Ekber N. Necef – Ahmet Annaberdiyev), Ýstanbul 2002; Melîha Sitârzâde, “Rîþe-i Kelime-i Türkmen”, Mecelle-i Mü¹âla£ât-ý

Âsyâ-yý Merkezî ve Æåfšåz, sy. 5, Tahran 1373/ 1994, s. 77-82; Mehmet Saray, “Türkmenler”, ÝA, XII/2, s. 661-673; Barbara Kellner-Heinkele, “Türkmen”, EI 2 (Ýng.), X, 682-685; Ali Pûr Sefer Kasâbî Nejâd, “Türkmen”, Dâniþnâme-i Cihân-ý Ýslâm, Tahran 1382/2003, III, 155-161; Ali Bölükbaþý, “Türkemen”, DMBÝ, XV, 163-174.

ÿFaruk Sümer

— TÜRKÜ

˜

Ezgi ile söylenen anonim halk edebiyatý nazým biçimi.

Köken bakýmýndan Türk kelimesinin nisbet eki alarak “Türkî” þeklinde oluþtuðu, daha sonra Türkçe söyleyiþe uydurulduðu kanaati yaygýndýr. Türküye “þarký, deyiþ, deme, hava, ninni, aðýt” da denilmekte, Anadolu’da türkü karþýlýðýnda yer yer “yýr” adý da kullanýlmakta, Tatar Türkleri’nin türküye “beyit” dedikleri bilinmektedir. Türküye Azerbaycan Türkçesi’nde “mahný”, Baþkýrtça’da “halk yýrý”, Kazakça’da “türki, türük, halýk ani”, Kýrgýzca’da “eldikýr, türkü”, Özbekçe’de “türki, halk kaþiði”, Tatarca’da “halk cýrý”, Türkmence’de “halk aydýmý”, Uygurca’da “nahþa, koça nahþisi” denilmektedir. Türkü, âþýk þiirleri gibi düzenleyicisi bilinenler yanýnda çoðunlukla düzenleyicileri bilinmeyen, sözlü gelenekte oluþup geliþen, çaðdan çaða ve yöreden yöreye deðiþip zenginleþen, bazan bozulmalara uðrayan ve her zaman ezgi eþliðinde söylenen þiirlerdir. Türk halk þiirinin de en eski nazým biçimlerinden biridir. Bu adý taþýyan ilk manzumeye XV. yüzyýl baþlarýnda Horasan’da rastlandýðý kaydedilmekte, Anadolu’da ise ilk örnekleri XVI. yüzyýlda görülmektedir. Ýnsanlarýn yaþadýðý her çeþit olayý, bu olaylarýn toplum içindeki yankýlarýný, kahramanlýklarý ve tarihî olaylarý konu edinen türküler bir kültür hazinesidir. Herkesin anlayabileceði sade, tabii bir dille ve hece ölçüsüyle söylenenler yanýnda aruzla söylenmiþ az sayýda örneðine de rastlanan türkülerin klasik edebiyat nazým biçiminde olanlarýna “divan, selis, semâi, kalenderî, satranç” gibi adlar verilmektedir. Türküler iki kaynaktan beslenir. Asýl türküler söyleyenleri bilinmeyen, halkýn ortak malý olan ve halký derinden etkileyen bir olay üzerine yakýlanlardýr. Bu olay bütün milleti ilgilendirecek kadar önemli olabileceði gibi dar bir çevreyle de sýnýrlý kýlabilir. Aþk, gurbet, ölüm, kahramanlýk, fetih, seferberlik, doðal âfetler, oymak kavgalarý, eþkýya baskýnlarý, bir kalenin düþ-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

611


TÜRKÜ

mesi, bir vatan parçasýnýn elden çýkmasý gibi olaylarla sevda, talihe küsme gibi duygular türkülerin þartlarýný hazýrlayan sebeplerin baþýnda gelir. Bu olaylardan birini yaþayan veya bu duygulardan birini taþýyan, sanatçý ruhuna ve yeteneðine sahip halktan birinin olayý halk þiiriyle ve ezgi eþliðinde ifade etmesi türküyü meydana getirir. Zamanla türküyü söyleyen kiþinin adý, türkünün söz ve ezgi bölümleri gibi kiþisel izleri ortadan kalkar ve türkü toplumun ortak malý olarak halk edebiyatý ürünü karakterine bürünür. Türkülerin oluþmasýnda ve yayýlmasýnda ikinci önemli kaynak saz þairleridir. Saz þairi (âþýk) gördüðünü, yaþadýðýný, duyduðunu sanat kabiliyeti ölçüsünde sazý eþliðinde dile getirerek topluma duyurur. Toplumdaki “türkücü-þair” bir bakýma eski Oðuzlar’daki ozanlarýn devamý olarak türkülerin ortaya çýkmasýný, yayýlmasýný ve yaþamasýný saðlar. Eskiden ticaret kervanlarý ile dolaþan amatör ses sanatçýlarý ve askerler de saz þairleri gibi türküleri yaymada önemli rol oynamýþtýr. Türkülerin yayýlmasýnýn diðer bir sebebi de fetihler dolayýsýyla meydana gelen göçlerdir. Günümüzde iletiþim araçlarý türkülerin yayýlmasýný kolaylaþtýrmakta, böylece beðenilen bir türkü kýsa zamanda yurdun her köþesine ulaþmaktadýr. Ancak bu durum yeni türkülerin yakýlmasýný önlemektedir. Genellikle baðlama/saz eþliðinde söylenen türkü bu aletle hüviyet kazanýr. Türkü yakýcýlarý daha çok sözle ezgiyi ayný anda üretirler. Konusunun toplumu derinden etkilemesi, ezgisinin dokunaklý ve sanat gücünün yüksek olmasý türkülerin uzun süre yaþamasýnýn önemli sebeplerindendir. Zaman içinde söz ve ezgilerinde meydana gelen deðiþiklikler bunlarýn birden çok yöreye ait sayýlmasý gibi bir sonucu doðurmuþtur. Deðiþik çevrelerde deðiþik duygular içinde söylenen türkülerin birtakým katma söz ve ezgilerle eski havalarýný kaybedip baþlangýçta bir kahramanlýk türküsü, hatta bir aðýtken ezgisi oyun havasýna yakýnsa sonradan oyun havasý durumuna geldiði de görülebilir. Türkülerde halkýn iþlenmemiþ sanat gücünü, sanat yeteneðini ve millî sanata ait konularý bulmak mümkündür. Bunlarý dile getiren olaylarý öðrenebilmek için türkünün metnini tamamlayacak hikâyesini de bilmek gerekir. Türküler hem halkýn sosyal hayatýný hem müziði hem þiiri ilgilendirdiðinden halk bilimi incelemelerinde önemli bir yer tutar; bundan dolayý özel bir metotla incelenmeleri gerekir. Bu konuda üzerinde önemle durulan hususlardan biri tür612

külerin bir plan dahilinde derlenmesidir. Derleme yapýlacak yöre ve bu yörenin insanlarý hakkýnda önceden yeterli bilgiye sahip olunmalýdýr. Türkünün sözleri ve mýsra düzeni doðru yazýlmalý, birtakým arkaik ve mahallî kelimeler olduðu gibi yazýya geçirilmeli, ezgi de sözlerle birlikte kaydedilmelidir. Türkülerin çok etkili bir ifade gücü vardýr. Her türlü insanî duyguyu harekete geçirmeleri, toplumu bütün yönleriyle ele almalarý ve yansýtmalarý bunlarýn baþta gelen özellikleridir. Türkülerin dili halkýn konuþtuðu Türkçe’dir; ancak unutulan bazý kelimelerin türkülerde canlýlýðýný koruduðu görülmektedir. Bu sebeple özellikle dilcilerin ilgilenmesi gereken bir çalýþma alanýdýr. Türküler genelde üç yönden incelenir. 1. Ezgilerine göre, usulsüz olanlar (uzun

havalar) ve usullü olanlar (oyun havalarý, kýrýk havalar, oturak havalarý) olmak üzere iki grupta ele alýnýr. 2. Konularýna göre, ola-

ya dayalý türküler ve duygu yönü aðýr basan türküler diye iki kolda incelenebilir. Olaya ve duyguya dayalý türküler de lirik türküler, taþlama, yergi ve güldürü türküleri, bir olayý hikâye eden türküler, tören ve mevsim türküleri, iþ ve meslek türküleri, pastoral türküler, öðretici türküler ve oyun türküleri þeklinde gruplandýrýlabilir. 3. Yapýlarýna göre ise hece ölçüsünün beþli kalýbýndan on altýlý kalýbýna kadar farklý ölçüler kullanýlmýþtýr. Bu durum türkünün biçimi üzerinde çeþitli tartýþmalara yol açmaktadýr. Mâni katarýndan veya koþma nazým biçiminden oluþan türküler de sýkça görülmekle beraber asýl türküler “bent” ve “kavuþtak” adý verilen, bent ve kavuþtaklarda yer alan mýsra sayýsýnýn türküden türküye farklýlýk gösterdiði baðlamalý þekillerden oluþur (geniþ bilgi için bk. Albayrak, Ansiklopedik Halk Edebiyatý Sözlüðü, s. 537-545). BÝBLÝYOGRAFYA :

Hikmet Dizdaroðlu, Halk Þiirinde Türler, Ankara 1969, s. 102-121; Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, Ýstanbul 1972; a.mlf., Türkülerin Dili, Ýstanbul 2009; Enver Gökçe, Eðin Türküleri, Ankara 1982; Hamdi Hasan, Saray-Bosna Kütüphanelerindeki Türkçe Yazmalarda Türküler, Ankara 1987; Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatý, Ýstanbul 1992, s. 150157; Mehmet Ali Abakay, Diyarbakýr Folklorundan Kesitler: Celâl Güzelses, Diyarbakýr 1995; Ali Yakýcý, Halk Þiirinde Türkü, Ankara 2007; Merdan Güven, Türküler Dile Geldi, Ýstanbul 2009; Nurettin Albayrak, Ansiklopedik Halk Edebiyatý Sözlüðü, Ýstanbul 2010, s. 537-545; a.mlf., “Türk Halk Þiirinde Biçim ve Tür Sorunu”, Motif Akademi: Halkbilimi Dergisi, sy. 1-2, Ýstanbul 2009, s. 142-159; a.mlf., “Türkü”, TDEA, VIII, 447-451.

ÿNurettin Albayrak

™ MÛSÝKÝ. Türkü, bestecisi bilinen mûsiki eserlerinin dýþýnda kalan, çoðunlukla sahibi unutulmuþ ve zaman içinde halkýn kolektif katkýsý ile þekillenmiþ, anonim halk edebiyatý yahut âþýk edebiyatý tarz ve üslûbunda, hece vezinli, Türkçe sözlü mûsiki eserleri için kullanýlan genel bir tabirdir. Hece vezinli güfteler yanýnda aruz vezniyle ya da hece sayýsý bakýmýndan aruz veznine uydurulabilen söz kalýplarý ile de seslendirilir. Kadýn erkek her yaþtan halk sanatkârýnýn gelenek yoluyla öðrendiði veya üreterek ezgiyle birlikte seslendirdiði türkü, güfteleri uzun bir zaman dilimi içinde geliþmiþ halk beðenisini, halkýn üretim ve tüketim anlayýþýný, geleneksel kavrayýþýný yansýtýr. Doðumdan ölüme uzanan insan hayatýnýn zengin dinî yahut din dýþý duygu ve düþüncelerini dile getirir; gündelik olaylara deðinir ve bazý tarihî konularý geniþ hacimli manzum metinlerle hikâye eder. Bu güfteler gelenekte, çoðunlukla kýta tekrarlý ritmik veya serbest ritimli ezgi kalýplarýna yahut stillerine giydirilmiþ sýralý ya da tek kýtalý sözler halinde görülür. Türkiye’de XX. yüzyýlýn ilk çeyreði içinde kavram, amaç ve araþtýrma yöntemleri tartýþýlan, ikinci çeyreði içinde saha araþtýrmalarýyla derlenip matbu nota yayýnlarý yoluyla müzik çevrelerine ulaþtýrýlan ve özellikle mahallî/profesyonel sanatçýlar tarafýndan plak ve radyolar aracýlýðýyla geniþ kitlelere dinletilen bu tarz eserler XX. yüzyýlýn baþlarýnda türkü diye adlandýrýlmýþ ve bu adlandýrma teknik bir baþlýk olarak toplum geneline yaygýnlaþtýrýlmýþtýr. Bu baðlamda Avrupa’da XIX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda geliþen halk bilimi (folklor) çalýþmalarýný ve alanýn basýlý kaynaklarýný takip eden Türkçü fikir adamlarý ile mûsikiþinaslar önceleri “halk þarkýsý” olarak tercüme edilen “chant populaire, volkslied, folk song” kelimelerini 1920’li yýllarýn sonlarýnda türkü tabiriyle Türkçeleþtirmiþler; bu tabiri de zamanla “halk mûsikisi” üst baþlýðý ile geliþen ve tanýmlanan bir mûsiki türünün alt türlerini ve bütün repertuvar elemanlarýný kapsayan bir tabire dönüþtürmüþlerdir. Özellikle mûsiki çevrelerini etkisi altýnda tutan Ýstanbul çevresine mensup sanatçý ve araþtýrmacýlarýn XX. yüzyýlýn ilk çeyreði içinde yoðunlukla kullanmaya baþladýklarý türkü kelimesi esasta Anadolulu halk sanatkârlarýnýn seslendirdikleri anonim eserleri, bu baðlamda geleneðe dayalý mûsiki türlerini, biçimlerini, çeþitlerini ve çeþitlemelerini bir bütün halinde karþýlamayý amaçlar. Ancak bu tabir belirgin

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÜ

bir þiir biçimini, güftelerde iþlenen konularý, metro-ritmik ve metro-melodik yapý ve kuruluþlarý, müzikal stil ve biçimleri, fonetik/diyalektik özellikleri, geleneksel çalgýlarý, çalgý týnýlarýný, eserlerin seslendirildiði mekânlarý, inançlarla þekillenen seslendirme amaçlarýný, inanç çeþitliliðini ve pek çok kültürel farklýlýða dayalý özellikleri ortaya koyabilecek bir anlam derinliði taþýmaz. Diðer taraftan yine belirgin bir formel yapý ve müzikal kuruluþ/biçim özelliðini göz önünde bulundurmadan XX. yüzyýlýn ilk yarýsý içinde köy meydaný, köylü kýzý, çoban, sürme, kýna, çeþmebaþý, koyun-kuzu, davul-zurna, düðün vb. tabirlerle bir köy hayatýný tasvir eden güftelerin hüseynî, muhayyer, nevâ, tâhir, uþþak, hicaz, mâhur, rast, müstear, gülizar, karcýðar gibi makamlarda yapýlan bazý besteleri de klasik Türk mûsikisi mensuplarýnca türkü diye tanýmlanmýþ; ayrýca kâr, Mevlevî âyini, beste, þarký gibi beste mûsikisi türlerinden/formlarýndan biri olarak adlandýrýlmýþtýr. XX. yüzyýlýn ilk çeyreðinden itibaren günümüze kadar basýlý ve iþitsel yayýn araçlarý yoluyla iyice yaygýnlaþan türkü tabiri, toplum belleðinde olduðu kadar farklý müzik türlerinin ve sosyal bilimler alanýnda çalýþan farklý disiplinlerin mensuplarýnca da anlaþýlabilir ve kabul edilebilir bir anlam birliðine oturtulmuþtur. Bunda özellikle halk edebiyatý araþtýrmacýlarýnýn 1930’lu ve 1940’lý yýllarda baþlattýklarý edebiyatta nazým, tür, biçim tartýþmalarýnýn ve halk þiirine teknik/terminolojik bir standardizasyon uygulama çabalarýnýn da etkisi olmuþtur. Mûsiki araþtýrmacýlarýnýn ve sanat dünyasýnýn türkü konusundaki yaklaþýmlarýnýn þekillenmesinde edebiyat mensuplarýnýn yönlendirmesinden söz edilebilir. Önceleri türkü metinleri salt bir edebiyat konusu olarak ele alýnmýþsa da zaman zaman mûsiki ile baðlantýsý sorgulanmýþ, XX. yüzyýlýn sonlarýndan itibaren de halk edebiyatý/âþýk edebiyatý türlerinin ve biçimlerinin tanýnmasý ve tanýmlanmasý meselesi baþta olmak üzere pek çok konu doðrudan mûsiki ile baðlantý kurularak açýklanmaya çalýþýlmýþtýr. Zira türkülerin edebiyat-mûsiki ortaklýðý baðlamýnda ele alýnmasýný zorunlu kýlan pek çok tarihî belge ve yerel tanýk niteliðinde sözlü mûsikili kültür ürünü vardýr. Meselâ XV. yüzyýlýn ilk yarýsýnda Mercimek Ahmed tarafýndan Türkçe’ye çevrilen Kåbûsnâme’de Keykâvus b. Ýskender sâzendeye bazý nasihatlerde bulunur ve bu nasihatlerin iþlendiði satýrlarda “ýrlamak/ýr ýrlamak” ile “türkü eyitmek” tabirleri birbiri ardýnca sý-

ralanýr. Eyitmek “ezgiye baðlanmýþ bir söz kümesini seslendirerek açýða çýkarmak” demektir. Diðer taraftan ýrlamak ya da türkü eyitmek “sözlü bir mûsiki yapmak” anlamýný taþýr. Bundan da sâzendenin, sadece çalgý çalan bir kiþi deðil ýrlamak ve türkü eyitmek fiillerini çalgý eþliðinde yapan bir sanatkâr sýfatýna sahip olduðu anlaþýlýr. Irlamak/ýr ýrlamakla türkü eyitmek tabirleri bu konuda birbirine benzer anlamlar da yüklenir. Keykâvus, ardýndan gelen bir baþka yerde sâzendeye sohbet ortamýnda birbiri ardýna ayný mânada ýrlayýp türkü eyitmemesini, tesirli olmasý için “hüsniyyet, visal, firak, vefa” gibi farklý mânalarda ýrlayýp türkü söylemesini tavsiye eder. Bu tavsiyelerden XV. yüzyýlda ýrlarýn/türkülerin konularýna göre çeþitlerinin bulunduðu fikrine ulaþýlabilir. Ali Þîr Nevâî’nin Mîzânü’l-evzân’ý da mûsiki ile baðlantýlý türkü bilgileri içerir. XV. yüzyýlýn sonlarýnda kaleme alýnmýþ olmasý muhtemel bu eserde Hüseyin Baykara meclislerinde “türkî” adýyla bilinen, çok beðenilen, ruha ferahlýk veren, zevku safaya düþkün kimselere faydalý ve meclisleri süsleyici bir þiir-mûsiki türünden söz edilir; ayrýca remel-i müsemmen-i mahfûz vezninde (fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün) tertip edilen türkülerin okuyucularýna “türkî-gûy” unvanýnýn verildiði ve meþhur türkî-gûylarýn sultanlar tarafýndan himaye edildiði belirtilir. Kåbûsnâme’de olduðu gibi Mîzânü’l-evzân’da da Türkler arasýnda bilinen, vezin, seslendirme amacý ve coðrafyasýna göre farklý tabirlerle tanýmlanan türler de yer alýr. Türkî “tuyuð, koþuk, çenge, ozmað, buday-buday, muhabbetnâme, arazvârî, müstezad” olarak adlandýrýlan bu türlerden sadece biridir. Bu bilgilere göre Anadolu’da ve Türklük coðrafyasý içinde yazýlý belgelerde ve halk aðzýnda türkî/türkü adý verilen mûsiki-þiir örneklerinin günümüze kadar ulaþýp ulaþmadýðýný sorgulamak da zorunlu hale gelir. Gerçekten Türkiye’nin Doðu Karadeniz kýyýlarýnda halk aðzýnda çok yaygýn olan ve büyük çoðunluðu hýzlý tonlanan ritmik melodilere yedi heceli mâni dörtlüklerinin döþendiði türkü, atma türkü ve uzun türkülerin varlýðý ile Mîzânü’levzân’da zifaf ve kýz göçürme toylarýnda söylendiði bildirilen çok etkili, vezinli ya da vezinsiz “yâr yâr” redifli “çenge”lerin de edebî ve tematik benzerlerinin Anadolu coðrafyasý kadar Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Hazar çevresinde, hatta Altay ve Doðu Türkistan coðrafyasýnda “yâr yâr”, “car car” ya da “jar jar” redifli veya nakaratlý mûsikili güfteler olarak yaygýn biçimde gö-

rülmesi bu sorgulamayý daha da önemli kýlar. Kåbûsnâme’de türkî eyitmek tabiriyle eþ anlamlý olduðu anlaþýlan ýr/ýr ýrlamak deyiþine bugün de benzeri coðrafyalarda “ýr/ir, yýr/yir, cýr/cir, jýr/jir” gibi söyleyiþleriyle ve mûsikili metinler halinde tesadüf edilmesi bir yönüyle kültür çaðlarýnýn devamlýlýðý ve kendini hatýrlatmasý noktasýndan ele alýnabilir. XVI. yüzyýlda Merkezzâde Ahmed Efendi’nin Arapça’dan Türkçe’ye hazýrladýðý el-Bâbûsü’l-vasît fî tercemeti’l-Kåmûsi’l-muhît adlý eserinde “türkü yakmak” ve “türkü yakýcý” tabirlerine rastlanýr. Bu tabirler, günümüzde halk aðzýnda yaygýn þekilde kullanýlan ve mûsikili bir anlam içeren deyimlerin bilinen en eski tarihî tanýklarýndandýr. Türkü yakýcýlýk bir çeþit halk bestekârlýðýdýr. Türkü yakmak da halk sanatkârlarý/bestekârlarý tarafýndan geleneðin söz ve mûsiki kalýplarýna ve kuruluþlarýna baðlý kalýnarak içinde bulunulan zaman, mekân ve duygu yüklü þartlarýn tesiriyle ezgili söz kümelerini açýða çýkarma fiilidir. Bu þartlarda ortaya çýkan halk eserlerine halk aðzýnda “yakým” denir. XVII. yüzyýl Osmanlý Dönemi kaynaklarýndan olan ve Ali Ufkî Bey (Albert Bobowski) tarafýndan kaleme alýnan Mecmûa-i Sâz ü Söz’de de her biri bir fasýl adýna baðlanan hüseynî, muhayyer, nevâ, uþþak, bayatî, acem, sabâ, çârgâh, segâh, rast, mâhur, eviç ve ýrak makamlarý içine kümelenmiþ doksaný aþkýn türkî tabiri yer alýr. Mecmuada zikredilen türküler hece vezinli ya da hece sayýsý bakýmýndan aruz veznine uydurulabilen ve tamamýna yakýný âþýk tarzý üslûp taþýyan güftelerden oluþur. Güfteler kýsmen dinî, büyük ölçüde din dýþý konularý içine alýr. Ezgiler saðdan sola yazýlan porteli Avrupa notasýyla kayýtlýdýr. Türkî ifadesi bu notalarýn/güftelerin üstlerine/kenarlarýna yazýlýdýr ve kendisi gibi pek çok defa tekrarlanan vokal, enstrümantal ve vokal-enstrümantal tarzdaki beste, ceng-i harbî (enstrümantal), ilâhi, murabba, naðme-i Acem, nakþ, oyun, pîþrev, raks, raksiyye, savt, semâi, (saz) semâi, þarký, tekerleme, tesbih, tevhid, varsaðý, yelteme gibi tabirlerden biri olarak güfteli-mûsikili bir tür kimliði taþýr. Ancak kendi aralarýnda deðiþmez bir edebî veya mûsiki biçim ve kuruluþ özelliði göstermez; buna karþýlýk bilhassa sahip olduðu tarz/üslûp kimliðiyle emsalleri arasýndaki farklýlýðýný hissettirir ve bu farklýlýk, adlandýrma amaçlý tabirlerin þemsiyesi altýnda bir mûsiki çeþidi ve çeþitlemesi özelliði gösterir. Mecmûa-i Sâz ü Söz’de yer alan türkü örneklerinin neredeyse

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

613


TÜRKÜ

tamamýna yakýný koþma kafiyesinde, âþýk tarzý veya âþýk tarzý etkisinde anonim halk þiiri biçimindedir. Güftelerin vezni çoðunlukla 11 ve 8 heceli, nâdiren duraksýz 14, 15, 16 heceye tekabül eden aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün”, “mefûlü mefâîlü mefâîlü feûlün”, “mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün” ve “müstef‘ilâtün müstef‘ilâtün müstef‘ilâtün müstef‘ilâtün” kalýplarýndadýr. Kýtalarýn hemen hepsi murabba, nâdiren gazel biçimindedir. Güftelerdeki kýta sayýlarý bir ile altý arasýnda deðiþir ve en çok beþ veya dört kýtalýdýr. Bunun yanýnda güftelerin birkaç tanesi dýþýnda tamamý mahlaslýdýr. Bu durum güfteli oyun müzikleri için de geçerlidir ve “raks/raksiyye” diye adlandýrýlanlar dýþýnda belki de Türkî adýna baðlý bir hususiyet olarak “Türkî oyun, Türk oyunu, Türkî oyunu” þeklinde adlandýrýlan eserlerde de görülür. Türkî güftelerinde kýtalara baðlanan nakarat cinsinden ilâve satýrlara pek rastlanmaz ya da nâdiren bir veya iki satýrlýk ilâve söz kümeleri ve lafzî terennümler halinde görülür. Bunun yerine nakarat görevi çoðunlukla dörtlüklerin son satýrlarýna, özellikle de redifli satýrlara býrakýlmýþtýr. Güfteler arasýnda karþýlýklý konuþma üslûbunda yazýlmýþ þiirler de vardýr. Notaya alýnmýþ eserlerin tamamýna yakýný güfte ezgilerine göre yazýlmýþ bir çeþit vokal mûsiki niteliðindedir. Bazý söz gruplarý ve güftelerin ardýna baðlanan ara naðme hüviyetindeki yapýlar da vokal-enstrümantal mûsikilerin varlýðýný hatýrlatýr. Güftelerin döþendiði ezgiler oldukça kýsa ve sade, ses geniþlikleri genelde bir oktav ya da oktavdan daha dardýr; modülasyonlarý ise yok denecek kadar azdýr. Notalar çoðunlukla her bir satýra karþýlýk gelen motiv, bölme veya bölmecik kimliðinde ezgi stilleri ve bunlarýn meydana getirdiði tek bölümlü biçim kuruluþlarýndan oluþur. Ezgilerde meyan açmalar ya hiç yoktur ya da sakin ve yanaþýk düzende dar ve küçük hacimli geniþlemeler þeklindedir. Ezgi stillerinin dar alanlardaki seyir hareketleri ve seyrin karar tonuna taþýnmasý esnasýnda görülen keskin düþüþler çok belirgindir. Bazý stillerin ezgi içinde farklý sesler üzerine taþýnarak çeþitleme kimliði göstermesi ya da farklý ezgilerde kendini tekrarlamasý da dikkat çekici kuruluþ özelliklerindendir. Güftelerde çok az görülen nakaratlý kýtalara karþýlýk karara giden bazý ezgi satýrlarýnýn tekrar yoluyla bir melodik nakarat hissi uyandýrmasý güfte ve ezgi paralelliðinin bir yansýmasý olmalýdýr. Bazý güftelerin birbirinin neredeyse benzeri ezgi kalýplarýna döþenmiþ olarak görülme614

si de anonim halk müziði ve âþýk müziði tarzýndaki eserlerde çok sýk görülen “kalýp ezgi” ve “tegannide inþad” hususiyetlerini hatýrlatmaktadýr. XVII. yüzyýlýn önemli kaynaklarýndan Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde de “türkî” ve “türkü” yazýlýmlarýna rastlanýlýr. M. Sabri Koz’a göre bunlarýn her biri Mecmûa-i Sâz ü Söz’deki “þarkî” ve “varsaðý” gibi bir mûsiki eseri/türü niteliðindedir. Evliya Çelebi de “söylemek” anlamýnda yýrlamak/ýrlamak kelimesini kullanýr ki bunun yine mûsiki ile baðlantýlý olmasý kuvvetle muhtemeldir. Kåbûsnâme, Mecmûa-i Sâz ü Söz ve Seyahatnâme’deki türkî/türkü tabirlerinin yüklendiði anlamlarýn belki de en önemlisi, þehir ortamýnda sosyal yapýyý oluþturan unsurlar arasýndaki taraflardan ve bu taraflarýn da kendi aralarýndaki farklýlýklardan birini temsil etmesidir. Bu baðlamda türkî kelimesinin Türkçe olan ve Türk unsurunun geleneksel tarzýný temsil eden edebî veya þiirmûsiki bütünlüðüne baðlý parçalarýn melodik, metrik ve formal yapýyý tanýmladýðý genel hatlarýyla söylenebilir. Diðer bir ifadeyle türkü, þehir ortamýnda üretilen ya da taþradan/köyden gelen bazý eserleri bir tarz ve üslûp bütünlüðü ile karþýlar. Evliya Çelebi, bu baðlamda bir adým daha ileri giderek Osmanlý topraklarýnda yaþayan farklý milletlerin ve halklarýn halk þarkýlarý için de türkî/türkü tabirlerini kullanýr. XV. yüzyýldan XX. yüzyýla kadar geçen dönemin bazý divan, surnâme, mecmua, cönk gibi kaynaklarýnda ve XX. yüzyýlda yapýlan aðýz araþtýrmalarýnda bu anlam ve algýlayýþý çaðrýþtýran pek çok bilgiye rastlanabilir. Buna, Osmanlý ülkesinde iç içe yaþayan farklý inanç zümreleriyle farklý millet ve halklarýn gündelik yaþantý içinde türkü tabirini kullanýþ biçimleri de dahil edilebilir. M. Sabri Koz kitaplýðýnda bulunan 1872 tarihli, Hikâye-i Âþýk Garib adýnda Ermeni harfli Türkçe baskýlý bir risâlenin kapaðýnda okunan “Türküleri ile beraber Türkî lisanýndan tercüme ...” ifadesindeki türkü kelimesinin anlatýya dayalý epizodik þiirleri tanýmlamasý ve mûsikili güftelerini çaðrýþtýrmasý da buna bir örnek olabilir. XX. yüzyýlýn baþlarýnda türkü tabirinin, tarihî anlamlarýný çaðrýþtýracak algýlayýþlarla yeniden canlandýrýldýðý söylenebilir. Buna karþýlýk fikir adamlarýnýn bu tabirin içini doldurma adýna yükledikleri büyük anlam Türk halk müziðinin genelini kapsayan bir üst kimlik yakýþtýrmasýdýr. Gerçekten türkü kelimesi, XX. yüzyýlýn son

çeyreðinden itibaren gerek halk aðzýnda gerekse akademik çevrelerce edebî ve müzikal sýnýflandýrmalara tâbi tutulan, türleri, alt türleri, çeþitleri ve çeþitlemeleri tanýmlanan teknik bir tabir olarak kabul görmüþtür. Âdeta bir yandan bu tabirin tarihî kimliði yaþatýlýrken diðer yandan sosyal bir olgu biçiminde iletiþim kaynaklarý ve akademik yaklaþýmlarla profesyonel mûsiki çevrelerinin hâfýzasýnda çok farklý bir türkü fikri geliþtirilmiþtir. Bunun yanýnda bilim ve sanat çevrelerinde son çeyrek asýrdan beri türkü tabiri “sözlü ezgiler” anlamý ile tanýmlanmýþ, ancak anonim halk edebiyatý tarzýnda güfteleri âþýk edebiyatý tarzýndaki güftelerden ayýrmak için türkü ve deyiþ tabiri ayrý anlamlarda tercih edilir olmuþtur. Þiir ve mûsiki arasýndaki ayrýþtýrma için de türkü ve ezgi kelimelerinin karþýtlýðýndan yararlanýlmýþ, ancak ezgi yerine halk aðzýnda çok yaygýn olan “hava” ve “kaide” tabirleri ihmal edilmeye baþlanmýþtýr. Oysa bu iki tabirden baþka geniþ Anadolu coðrafyasýnda çok rastlanan makam, saz, ayak, taksim, gezinti, naðme, elhan, usul, perde, küy/kök/gök, zahma/zahme/saðma gibi tabirler de çoðunlukla sözsüz ezgileri karþýlamaktadýr. XX. yüzyýlýn son çeyreðinden XXI. yüzyýla geçiþte bilim ve sanat çevrelerinde ortaya çýkan ve þehirli algýlamasýyla örtüþen tanýmlamalardan biri de türkülerin mâni, koþma, divan, gazel vb. þiir biçimlerinden biri olduðu ve kýrýk hava þeklinde seslendirildiði yönündedir. Türkü metinlerini ezgilerine göre tasnif etmeye çalýþan bazý yazarlar ise bu görüþe uzun hava biçimindeki okuyuþlarý katar ve aðdalý, kýsmen kolay anlaþýlýr, aruzlu ezgileri de türkü baþlýðý altýnda zikreder. Bu tür genellemeler ve açýk olmayan mûsikici/ edebiyatçý yaklaþýmlarý þüphesiz türkü tabirini berraklaþtýrmaktan çok içinden çýkýlmaz bir tabir haline dönüþtürmektedir. Çünkü türkü kelimesiyle zikredilen pek çok ezgili eser gerçekte kendi aralarýnda çok da belirgin olmayan biçim, kuruluþ, ritim, seslendirme gibi özellikleriyle bu çeþit tanýmlama ve sýnýflandýrmalarý karþýlayamayacak bir anlam karmaþasý gösterir. Buna baðlý olarak güftelerin anonim halk edebiyatýna ya da âþýk edebiyatýna dayanýp dayanmamasý veya her iki tarza dayalý olmasýyla ezgilerin geniþ coðrafya içindeki kimlikleri üzerinden sýnýflandýrýlmasý büyük bir sorumluluk ve mesai gerektirir ki bu yönde bir araþtýrmaya henüz ülkemizde rastlanmamaktadýr. Zira bunlarýn hece vezinli veya aruz vezinli olan güfteleri ya da hece sayýsý bakýmýndan

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜRKÜ

aruz veznine uydurulabilen kýrýk hava yahut uzun hava biçiminde okunup okunmamasý bile baþlý baþýna bir inceleme konusudur.

dik, döðme, guba, hicrânî, kalpaklý, kandilli, kesik, sallama, tatyan, Yahyâlý, Yanýk, Yedekli, Yüðrük, Zencirli keremleri/havalarý; Kerem at üstü, Kerem divanîsi, Kerem göçtü, Kerem gurbetî, Kerem güzellemesi, Kerem þikeste, Kerem zarýncýsý); kesik, kýlýçlý, koçaklama, kol havasý, koþma/goþma (topal koþma; elpük, yelpik, Ankara, Sivrihisar koþmalarý); Köroðlu/ Köroðlu havasý (Köroðlu güzellemesi, Köroðlu koçaklamasý); mâni, matarý, matem, ma-

vasý, Sinanoðlu, Sivastopol, Sürmeli, þaplak, þikeste (Þirvan, Karabað, Ceyran, Köhne, Bayatý yedekli, Diligam, Acem þikesteleri); taþlama, tatyan, tecnis, Teke zortlatmasý/zotlamasý, Tekelioðlu, Tekellüm, Türkmenî/Türkmânî, üçayak, üstatnâme, varsaðý, yallý, yanýltma, yâr havasý, yas, yeldirme, yelteme, yýldýz, zarýncý (Borçalý, Ýravan zarýncýlarý); zeybek, zil havasý, zincirleme gibi yüzlerce adlandýrmanýn/tabirin çeþit ve çeþitlemeleriyle birlikte bir kýsmý hece, bir kýsmý aruz vezninde, bir kýsmý anonim halk edebiyatý, bir kýsmý âþýk edebiyatý tarzýndadýr. Bir kýsmýnýn güftesi kalem þuârasýna aittir, bir kýsmý bir anlatýya dayalý epizodik mûsiki kimliði taþýr. Bir kýsmý kýrýk hava tarzýnda usullü, bir kýsmý da uzun hava tarzýnda tamamý serbest ritimlidir. Bir kýsmý ayaklý serbest ritimli, bir kýsmý ostinato tarzda serbest ritimli ezgiler biçimindedir. Büyük bir kýsmý ise karma ritimli ezgiler grubundadýr. Buna baðlý olarak bu eserlerin müzikal biçim ve kuruluþlarý da birbirine benzemez. Kullaným amaçlarý ve konularý çeþit çeþit, derlendiði yöreler ve yörelerin müzik karakterleri de farklý farklýdýr. Hatta seslendirmede kullanýlan çalgýlarýn tipleriyle halk sanatkârýnýn seslendirme amaç, biçim ve teknikleri de oldukça zengin ve çeþitlidir. Bu sebeple bir þiir biçimine baðlý sözlü eserlerin belirgin þiir biçimi dýþýna çýkan yapýlarý karþýlamasý anlamýna da gelecek farklý mahallî ezgi tiplerini tanýmlamasý gelenek yaþantýsýna dayalý ürünlerin yerel kimliðine de aykýrý bir durum sergiler. Dolayýsýyla türkü tabirinin vokal, enstrümantal ve vokal-enstrümantal ezgilerin bütününü kapsayan bir anlama sokularak açýklanmasý, gelenek bilgisiyle türküyü teknik bir tabir haline getirme çabalarýna daha mantýklý bir anlam yükleyecektir. Bu þekilde tanýmlanacak türkü tabirinin bütün sözlü ezgi türlerini, çeþitlerini ve çeþitlemelerini kapsamasý kaçýnýlmaz olacaktýr. Ayrýca Kåbûsnâme, Mîzânü’l-evzân, Mecmûa-i Sâz ü Söz ve Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde “türkî / türkü” deyimleri yanýnda sözü edilen bazý deyimler bu tabloya benzer bilgiler barýndýrmaktadýr.

ya, mazan, medayýh/medâyýh-ý Ali, mengi, mersiye, methiye, mi‘raclama, misket, muamma, muhalif, muhammes, münâcât, müseddes, müstezad, nanay, nasihat, na‘t, na‘t-ý Ali, Nazoðlu, nefes (matem erkân nefesleri); nevrûziye, nobatçý, peþrev, Ruhsatî, sallama, satranc-ý murabba, satranç, sazlamað, selâmlama, semâi (hece/aruz), Sepetçioðlu, Serenler, Seymen ha-

1991 yýlýnýn sonlarýna doðru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliði’nin daðýlýp Doðu blokunun yýkýlmasýnýn ardýndan yakýn ve uzak coðrafyalarda Türkçe konuþan halklarýn edebiyat ve mûsiki kaynaklarý Türkiye Türkçesi’ne kazandýrýlmýþ, Türkçe kaynaklar da farklý dillere çevrilmiþtir. Bu yolla türkü tabiri yüklendiði eski ve yeni anlamlarla kültürler arasý ve ülkeler arasý kül-

Meselâ büyük ölçüde XX. yüzyýl halk aðzýndan/halk sanatkârlarýndan ve özellikle âþýk aðzýndan tesbit edilen að gül, aðýrlama, aðýt, aðýz (Venk, Arguvan, Barak, Garib, Posof, Sümmânî aðýzlarý); aðlama, alay beyi, Arzu-Kamber, at üstü, atýþma, Avþar beyleri, Aydos, baðrý yanýk, Barak, bengi, Beþîrî, beþleme, beyböyrek, bey usulü, bayatî, Beydilli, beyler aman, bozlak, bülbül, ceng-i harbî, cenkleme, Cezayir/Cezayir havasý, civan öldüren, coþ (cûþ), çakýþdýrma, Çukurova, derbeder, destan (hayvanlar, çiçekler, yaþ/hayat, yemek, ölüm destanlarý); destûr, deyiþ, dýmýdan, dibek dövme, divan/divanî (Hicaz, Yenikapý, Urfa, Kerkük/Kerkük Urfasý, Ankara divanlarý; Osmanlý, Mereke, Yerli, Borçalý, Çýldýr, Âzerî, Terekeme, Kaðýzman, Melike, Karabað, Türkmen, Karapapað, Hasta Hasan, dudak deðmez, Revan çukuru divanîleri); diyeþek, dudak deðmez/leb deðmez, durnalar, duvak kapma, düvâz-ý imam, dübeyt, Elezber, Fidayda, Fingil, Fuzûlî, Garib/Garibî (dað, ova, Þavý garipleri; Garib güzellemesi); gelin-güvey havalarý (gelin aðlatma, geline kýna yakma, güveye kýna yakma havalarý); Genç Osman, Geraylý/Gereyli (Kürdü, Þirvan, Ciðalý sallama Geraylýlarý); Gevherî, Güvende, güzelleme (Hasta Hasan, Yüðrük Gökçe, Ahýska, Kerem, Köroðlu, Türkmen güzellemeleri); Hada, halay/alay/haley/hal-

ley, herbe-zorba, heygaziler, hoplama, hoplatma, hora/horo, horon, hoþdamak, hoþlamak, hoyrat, hoyya, Ýbrâhimî, Ýnce Memed, Ýskenderî, Kalenderî, Karacaoðlan, karþý-beri, kaþýk havasý, kaynana hoplatma, Kerem havalarý (Aslý-Keremî; açýk, cýðalý,

tür ve sanat kaynaklarý içinde de yer almaya baþlamýþtýr. Osmanlý Devleti’nin kültürel bakiyelerinin bulunduðu bazý ülkelerdeki Türkçe temelli kültür kaynaklarýnýn da yakýn bir gelecekte bu sürece dahil olmasý muhtemeldir. Ancak bu baðlamda türkü tabirine karþýlýk gösterilen bazý terim ve deyimlerin de bizdeki gibi bir dönüþüm ve anlam kaymasý süreci yaþayýp yaþamadýðýný sorgulamak bilim ve sanat adamlarýnýn öncelikli görevleri arasýnda olmalýdýr. Bunun yaný sýra müzik sektörünün ve popüler kültür temsilcilerinin sürekli deðiþen algýlamalarý ile ortaya çýkan yaklaþým ve uygulamalar da bu baðlamda güncel terminolojilerin kayýt altýna alýnmasýný zorunlu kýlmaktadýr. Meselâ ayrýlýk, hasret, hüzün, çaresizlik vb. temalarýn iþlendiði, bazý Arapça ve Farsça tabirlerle süslenmiþ halk þiiri tarzýnda veya serbest vezinli güfte ve bestelere türkü adýnýn yakýþtýrýlmasý güncel / moda yaklaþýmlardan biri olarak deðerlendirilebilir. Bu sürece Türkiye’ye yakýn coðrafya içinde Türkçe sözlerle karýþýk okunan Arapça, Kürtçe, Rumca, Süryânîce, Ermenice vb. geleneksel güftelerin türkü olarak tanýmlanmasý da dahil edilebilir. Ayrýca bir kýsým eski veya yeni bestelerin ve bazý popüler üretimlerin geleneðin halk çalgýlarý eþliðinde seslendirilmesiyle ortaya çýkan stüdyo týnýlarýnýn da türkü diye algýlandýðý görülmektedir. Bu örnekler türkü tabirinin tarihî seyir içinde sürekli anlam kaymasý gösterdiðini, son çeyrek asýrda ise daha da çeþitlenerek girift anlamlara uðradýðýný ortaya koymaktadýr. Bu durum, sadece akademik çevreler için deðil toplum belleðindeki algý farklýlýklarý sebebiyle gelecekte türkü tabirinin daha hýzlý bir anlam deðiþimi yaþayabileceðini düþündürmektedir. BÝBLÝYOGRAFYA :

Keykâvus b. Ýskender, Kabusname (trc. Mercimek Ahmet, nþr. Orhan Þaik Gökyay), Ýstanbul 1974, s. 259; Ali Þîr Nevâî, Mîzânü’l-evzân (haz. Kemal Eraslan), Ankara 1993, s. 58-61; Ali Ufkî Bey, Mecmûa-i Sâz ü Söz (nþr. Þükrü Elçin), Ýstanbul 1976; a.mlf., Hâzâ Mecmûa-i Sâz ü Söz (nþr. M. Hakan Cevher), Ýzmir 2003; Seyfettin Âsaf – Sezâi Âsaf, Yurdumuzun Naðmeleri, Ýstanbul 1926, s. 2-4; Rauf Yektâ, Darülelhân Külliyâtý/Anadolu Halk Þarkýlarý, Defter: 1-7, Ýstanbul 1926; Mahmut Ragýp [Gazimihal], Anadolu Türküleri ve Musiki Ýstikbâlimiz, Ýstanbul 1928, s. 7-14; a.mlf., Musiki Sözlüðü, Ýstanbul 1961, s. 258; a.mlf., Türk Halk Oyunlarý Kataloðu (haz. Nail Tan – Ahmet Çakýr), Ankara 1999, I-III; A. Adnan Saygýn [Saygun], Rize, Artvin ve Kars Havâlisi Türkü, Saz ve Oyunlarý Hakkýnda Bazý Malûmat, Ýstanbul 1937; Yusuf Ziya Demirci, Köy Halk Türküleri, Ýstanbul 1938; Muzaffer Sarýsözen, Türk Halk Musikisi Usulleri, Ankara 1962;

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

615


TÜRKÜ M. Fuad Köprülü, Türk Saz Þâirleri, Ankara 1962, I-V; Hikmet Ýlaydýn, Türk Edebiyatýnda Nazým, Ýstanbul 1964; Hikmet Dizdaroðlu, Halk Þiirinde Türler, Ankara 1969; a.mlf., “Tür mü, Biçim mi?”, TFA, sy. 246 (1970), s. 5000-5002; Cahit Öztelli, Evlerinin Önü (Bütün Halk Türküleri), Ýstanbul 1972; B. Bartók, Turkish Folk Music from Asia Minor (ed. B. Suchoff), Princeton 1976; Atâ Terzibaþý, Kerkük Havalarý, Ýstanbul 1980; Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatý, Ýstanbul 1982; a.mlf., “Aþýk Edebiyatý” (trc. Bilge Karasu), TDl., XIX/207 (1968), s. 340-357; a.mlf., “Koþma”, ÝA, VI, 876-880; K.-U. Reinhard, Musik der Türkei, Wilhelmshaven 1984, I-II; Mehmet Avni Özbek, “Kars Yöresi Âþýk Makamlarýnýn Ezgisel Çözümlenmesinde Metod”, Türk Halk Edebiyatý ve Folklorunda Yeni Görüþler (haz. Fevzi Halýcý), Ankara 1985, I, 406-414; a.mlf., Türk Halk Müziði El Kitabý I: Terimler Sözlüðü, Ankara 1998, s. 188-190; Ahmet Þükrü Esen, Anadolu Türküleri (haz. Pertev Naili Boratav – Fuat Özdemir), Ankara 1986; Hamdi Hasan, Saray-Bosna Kütüphanelerindeki Türkçe Yazmalarda Türküler, Ankara 1987; Nejat Birdoðan, Notalarýyla Türkülerimiz, Ýstanbul 1988, s. 7-19; Süleyman Þenel, “Türk Halk Musikisinde Uzun Hava Tanýmlarý ve Bu Tanýmlar Etrafýnda Ortaya Çýkan Problemler”, IV. Milletlerarasý Türk

Halk Kültürü Kongresi Bildirileri: Halk Müziði, Oyun, Tiyatro, Eðlence, Ankara 1992, III, 287309; a.mlf., Trabzon Bölgesi Halk Musikisine Giriþ, Ýstanbul 1994; a.mlf., “Türk Halk Müziðinde Beste, Makam ve Ayak Terimleri Hakkýnda”,

V. Milletlerarasý Türk Halk Kültürü Kongresi: Halk Müziði, Oyun, Tiyatro, Eðlence Seksiyon Bildirileri, Ankara 1997, s. 372-396; a.mlf., “Darü’l-elhân Heyeti Tarafýndan Fonoðrafla Derlenen Ýlk Türkü”, Türk Folkloru Belleten/1987, II/1-2, Ýstanbul 1988, s. 121-140; a.mlf., “Cumhuriyet Dönemi’nde Türk Halk Müziði Araþtýrmalarý”, Folklor/Edebiyat, sy. 17, Ankara 1999, s. 99-128; a.mlf., “Âþýk Mûsikisi”, DÝA, III, 553556; a.mlf., “Halk Mûsikisi”, a.e., XV, 354-358; Emine Eldarova, Azerbaycan Aþýg Seneti, Baký 1996; Melih Duygulu, Alevi-Bektaþi Müziðinde Deyiþler, Ýstanbul 1997; Fettah Halýkzade, “Azerbaycan’da Yâr-Yâr Düðün Mahnýlarý”, V. Millet-

lerarasý Türk Halk Kültürü Kongresi: Halk Müziði, Oyun, Tiyatro, Eðlence Seksiyon Bildirileri, Ankara 1997, s. 192-203; Metin Ergun, Kopuz Sarýný: Kazak Âþýk Tarzý Þiir Geleneði Akýn ve Cýravlar, Ankara 2002; Onur Akdoðu, Türk Müziði’nde Türler ve Biçimler, Ýzmir 2003; Nurettin Albayrak, Ansiklopedik Halk Edebiyatý Terimleri Sözlüðü, Ýstanbul 2004, s. 505-513; a.mlf., “Türkü”, TDEA, VIII, 447-451; Doðan Kaya, “Türkü”, Türk Halk Edebiyatý Terimleri Sözlüðü, Ankara 2007, s. 741-751; Ýlhan Baþgöz, Türkü, Ýstanbul 2008, s. 44, 45, 46-50; M. Sabri Koz, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nden Türk Halk Edebiyatý Üzerine Notlar”, Çaðýnýn Sýradýþý Yazarý: Evliyâ Çelebi (haz. Nuran Tezcan), Ýstanbul 2009, s. 250-253; a.mlf., “Comparative Bibliographic Notes on Karamanlidika Editions of Turkish Folk Stories”, Cries and Whispers in

Karamanlidika Books: Proceedings of the First International Conference on Karamanlidika Studies (Nicosia, 11th-13th September 2008), (ed. E. Balta – M. Kappler), Wiesbaden 2010, s. 241254; a.mlf., “Sermet Çifter Kütüphanesi’ndeki Cönkler: I-Derviþ Cöngü”, 4. Kat: Yapý Kredi

616

Sermet Çifter Araþtýrma Kütüphanesi Bülteni, sy. 1, Ýstanbul 2001, s. 18-23; a.mlf., “Sermet Çifter Kütüphanesi’ndeki Cönkler: II-Türküler, Þarkýlar ve Âþýk Deyiþleriyle Bir Ýstanbul Cöngü”, a.e., sy. 3 (2001), s. 16-22; a.mlf., “Sermet Çifter Kütüphanesi’ndeki Cönkler: VI-18. Yüzyýldan Kalma Bir Güfte Cöngü”, a.e., sy. 7 (2002), s. 1725; a.mlf., “Yazma Kaynaklardan Derlemeler: IV-18. ve 19. Yüzyýldan Türküler”, Kaþgar, sy. 25, Ýstanbul 2002, s. 135-155; Ali Yakýcý, Halk Þirinde Türkü, Ankara 2010, s. 277-431; M. Fahrettin Kýrzýoðlu, “Halk Edebiyatý Deyimlerimiz”, TDl., XI/124 (1962), s. 214; XI/126 (1962), s. 350; Necat Birinci, “Türkü”, ÝA, XII/2, s. 673-674.

ÿSüleyman Þenel

TÜSÂÝYYÂT ( # F ‫) א‬

Bir hadisi kaydeden müelliften Hz. Peygamber’e varýncaya kadar senedinde dokuz râvi bulunan hadisler için kullanýlan terim

˜ – ˜ –

(bk. ÝSNAD).

TÜSTER (bk. ÞÜÞTER).

TÜSTERÎ, Nasrullah b. Ahmed ( +! F ‫ א‬4 - B. ^ !g )

™ — ™ —

Ebü’l-Feth Celâlüddîn Nasrullåh b. Ahmed b. Muhammed et-Tüsterî el-Baðdâdî (ö. 812/1409)

˜

Hanbelî fakihi ve muhaddis.

Tüster (Þüþter) asýllý olup 733 (1333) yýlýnda Baðdat’ta doðdu. Sehâvî’nin verdiði bu tarihe karþýlýk Ýbn Hacer 730’da (1330) dünyaya geldiðini belirttikten sonra 733’te doðduðuna dair bir kaydý da zikreder. Küçük yaþta babasýný kaybedince þehrin önde gelen âlimlerinden Ahmed es-Sekkâ’nýn himayesinde yetiþti ve ondan Kur’an öðrendi. Hocasýnýn oðlu Þemseddin Muhammed Ýbnü’s-Sekkâ ile Þemseddin Ýbn Bektaþ, Cemâleddin Abdüssamed b. Ýbrâhim el-Hudarî, Ebû Bekir b. Muhammed es-Sincârî, Hüseyin b. Sâlâr el-Gaznevî, Bedreddin Muhammed b. Ali el-Erbilî, Þemseddin Muhammed b. Yûsuf elKirmânî’den Arap dili, fýkýh, fýkýh usulü ve hadis okudu. Devrin meþhur Hanbelî fakihlerinden oldu. Baðdat’ta Mescidü Yânis ile Müstansýriyye ve Mücâhidiyye medreselerinde hadis dersleri verdi. Timur’un Baðdat üzerine sefer düzenlemesi yüzünden 789 (1387) yýlýnda oradan ayrýlýp Dýmaþk’a göç etti. Bir yýl sonra oðlu Muhibbüddin Ahmed’in davetiyle gittiði Kahire’-

de yerleþti, öðretim ve fetva ile meþgul oldu. el-Melikü’z-Zâhir Berkuk Medresesi’nde hadis ve ardýndan Hanbelî fýkhý müderrisliðine getirildi. Ýbn Hacer el-Askalânî onunla beraber bulunduðunu ve ilminden faydalandýðýný belirtir. Oðlu Kadýlkudat Muhibbüddin Ahmed ve hocasýnýn oðlu Takýyyüddin Ýbnü’l-Kirmânî kendisinden ders aldý. Tüsterî uzun bir hastalýk döneminden sonra 20 Safer 812 (4 Temmuz 1409) tarihinde Kahire’de vefat etti. Bazý kaynaklarda Hanefî fakihi diye anýlmasý (Hediyyetü’l-£ârifîn, II, 493; Mv.AU, IV, 462) doðru deðildir. Eserleri. 1. ¥âþiye £alâ Tenš¢¼i’z-Zerkeþî. Bedreddin ez-Zerkeþî’nin et-Tenš¢¼ fî elfâ¾i’l-Câmi£i’½-½a¼î¼ adlý eseri üzerine kaleme alýnmýþtýr (Beyazýt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1151, vr. 133-290; Köprülü Ktp., Fâzýl Ahmed Paþa, nr. 1591, vr. 106-132; Sezgin, I, 120). 2. Enîsü’l-³arîb ve celîsü’l-edîb. Garîbü’l-Kur’ân’a dairdir (Beyazýt Devlet Ktp., Bayezid, nr. 6801; bir baþka nüshasý Baðdat’ta Abbas el-Azzâvî’nin kütüphanesindedir; bk. Ýbn Humeyd, III, 1152). Kaynaklarda Na¾mü ³arîbi’l-Æurßân diye anýlan eser de bu kitap olmalýdýr. 3. Man¾ûmetü’l-£avâmili’lmiße. Abdülkahir el-Cürcânî’ye ait eserin manzum þeklidir (Brockelmann, GAL, I, 342; Beyazýt Devlet Kütüphanesi’nde [Bayezid, nr. 6391] Bu³yetü’l-£âmil fî na¾mi’l£Avâmil adýyla kayýtlýdýr, 79b-81b varaklarý). 4. Urcûze fi’l-ferâßi² (Man¾ûmetü’l-ferâßi²). Osman b. Ahmed en-Necdî 100 beyitlik bu eseri þerhetmiþtir (yazma nüshasý için bk. Habeþî, I, 137; Küveyt el-mevsûatü’l-fýkhiyye Ktp., nr. 197). 5. ¥âþiye £alâ Fürû£i Ýbn Müfli¼. Þemseddin Ýbn Müflih’in Hanbelî fýkhýna dair eserinin hâþiyesidir. 6. Þer¼u Müntehe’s-sûl ve’lemel. Ýbnü’l-Hâcib’in fýkýh usulüne dair eserinin þerhidir; Tüsterî bu eseri ayrýca ihtisar etmiþtir (Hediyyetü’l-£ârifîn, II, 493; Habeþî, III, 1584). 7. MuÅta½arü’n-Nuš†d ve’r-rudûd. Þemseddin el-Kirmânî’nin fýkýh usulüne dair eserinin muhtasarýdýr (Brockelmann, GAL Suppl., II, 212). 8. Man¾ûme fi’l-fýšh. Ýbn Ebü’s-Serî diye bilinen Sirâceddin Hüseyin b. Yûsuf edDüceylî’nin el-Vecîz adlý eserinin manzum þekli olup Na¾mü’l-Vecîz adýyla anýlýr (6 veya 7000 beyittir). 9. Medâßi¼ nebeviyye. BÝBLÝYOGRAFYA :

Makrîzî, es-Sülûk, IV, 128; Ýbn Hacer, Ýnbâßü’l³umr, VI, 196-197; a.mlf., el-Mecma£u’l-müßesses li’l-mu£cemi’l-müfehres (nþr. Yûsuf Abdurrahman el-Mar‘aþlî), Beyrut 1415/1994, III, 353-356; Sehâvî, eŠ-™avßü’l-lâmi£, II, 234, 235-236; X, 198; Ýbn Taðrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire (nþr. M. Hü-

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)


TÜSTERÎ, Sehl b. Abdullah seyin Þemseddin), Beyrut 1413/1992, XIII, 127; Ebü’l-Yümn el-Uleymî, el-Menhecü’l-a¼med (nþr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1403/1983, V, 200; Þevkânî, el-Bedrü’¹-¹âli£, II, 316; Ýbn Humeyd, es-Sü¼ubü’l-vâbile £alâ Šarâßi¼i’l-¥anâbile (nþr. Bekir b. Abdullah Ebû Zeyd – Abdurrahman b. Süleyman el-Useymîn), Beyrut 1416/1996, III, 1149-1152; Brockelmann, GAL, I, 342; II, 211; Suppl., II, 212; Hediyyetü’l-£ârifîn, II, 493; Sez-

gin, GAS, I, 120; Nâcî Ma‘rûf, TârîÅu £ulemâßi’lMüstan½ýriyye, Kahire 1396/1976, I, 252-253; Sâlih b. Abdülazîz Ýbn Useymîn, Teshîlü’s-sâbile limürîdi ma£rifeti’l-¥anâbile (nþr. Bekir b. Abdullah Ebû Zeyd), Beyrut 1421/2000, III, 1275-1276; Abdullah b. Muhammed b. Ahmed et-Tarîký, Mu£cemü mu½annefâti’l-¥anâbile, Riyad 1422/2001, IV, 273-277; Abdullah Muhammed el-Habeþî, Câmi £u’þ-þürû¼ ve’l-¼avâþî, Ebûzabî 1425/2004,

I, 137, 402-403; III, 1584; Nizâr Muhammed Kadir, “et-Tüsterî, Celâl”, Mv.AU, IV, 462-463.

ÿAbdullah Kahraman

— TÜSTERÎ, Sehl b. Abdullah

˜

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Tevekkül - Tüsteri Ankara : TDV, 2012. 41. c. (16, 617 s.)

(bk. SEHL et-TÜSTERÎ).

617


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.