45 minute read
TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM
TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM: FEHİM İBRAHİM HAKKIOĞLU -ITaş deyip geçeriz; lâkin düşünen insan için öyle midir? Taştan nerelere varır ve ne düşünceler üretir bu kişiler. İsmail BİNGÖL
ehim Ağabey, taşları sanatına ortak etmeden önce, henüz çok genç denebilecek yaşta çizgilerin, boyaların ve fırçaların sevdasına kapılmış ve bunların sevgisini yüreğinde taşır olmuştu. Resim sanatına olan vurgunluğunun başladığı yıllarda Erzurum Pulur Köy Enstitüsünün ve daha sonra adı Yavuz Selim İlköğretmen Okulu olarak değiştirilen eğitim ocağının öğrencisiydi ve gelecekteki irfan ordumuzun fertlerinden biri olarak öğretmen adayıydı.
Advertisement
Sanatın ruh dünyasına daha o yıllarda çengel atarak kendisine bağladığı Fehim İbrahimhakkıoğlu, ta o yaşlarda insanı yaşadıkları konusunda derin düşüncelere, tereddütlere salan, anlayışını inceltip idrakini yükselterek sıradanlıktan kurtaran, kalabalıklardan ayırıp kendine yeter hale getiren resmin yardımıyla eser bırakmanın hazzını duymuştu ya bir kere. Artık ondan ayrılmanın ve bırakmanın mümkünü yoktu. Takılmıştı resmin ve kaderin peşine, sürüklediği yere kadar gidecekti. Zaten bu dünyanın yabancısı sayılmazdı. Çünkü hem sanatla yakından ilgilenen bir aile içinde büyümüştü ve hem de genetik kodlarına gizlenmiş yetenek sebebiyle adeta sanatla uğraşmasını gerektiren doğuştan yazılmış bir kaderin sahibiydi.
Soğuk bir coğrafyanın evladı olan ve bugün artık birçok kişi tarafından tanınan-anlaşılması az olsa da-ulu atası İbrahimhakkı Erzurumî, yazdıkları ve yaptıklarıyla, doğduğu yer olan küçücük bir kasabanın, Pasinler (Hasankale)’in adını cihana duyurmuştu. Neslinden gelenler arasında aynı yoldan giden, ilmin ve sanatın zorluğunu göğüsleyerek alanında eserler veren başkaları da vardı tabii ki. Dededen tevarüs edilen birçok yetenek, ama az ama çok, belli şekil ve oranlarda, soyundan gelen kişilerin çoğunda kendini öyle ya da böyle ele veriyor, bu bazen bir ilim adamı, bazen bir sanatçı şeklinde kendini gösteriyordu.
Hayat çizgisi sanatla başa baş giden ve sanatından elde ettikleriyle gönül ve ruh dünyasını zenginleştirmeye başlayan Fehim Ağabey gerek okulda tanıdığı hocalarının yardımıyla gerek içindeki sanat aşkının ateşlediği gayretin yardımıyla, artık kendine bir yol ve yöntem olarak seçtiği izde yürümeye, yeni yeni arayışlar içinde resimde değişik üslup ve biçim denemeye çalışıyordu. Resmin yanında, yeri geldi heykel yaptı, yeri geldi
çizgileriyle dergi kapaklarında göründü, sahne dekorları yaptı ve hatta acılarımızı sembolize eden anıtlara da imza attı. Yani sanatta edindiği bilgi ve birikimi çok yönlü olarak kullandı ve sadece resim alanına sıkışıp kalmadı. Nihayetinde taşların çağrısını duyarak, resimde tamamen kendi özgü bir alan açarak, yeni bir metod dahilinde yeni bir tarz oluşturarak, böylelikle resim sanatında diğer ressamlardan farklılaşarak, “taşların ressamı” denilince, akla gelen tek isim olmayı başardı.
Taş ki; ebediyete vurgu yapandır. Yeni zamanda eski boyutlarını, eski güzelliğini, eski duruşunu çoğunlukla muhafaza ederek, sanat vasıtasıyla estetik hale dönüşen taş; gecenin karanlığı gündüzün şavkı içerisinde, üzerine düşmüş zamanın gölgesi altında insanı alıp asırlar öncesine götürerek kendine hayran bırakıyor. Çoğu kimseye katı bir görüntüden öte bir anlam ifade etmeyen, sadece bir cisim olarak görünen taşa her bakışta, yüksek bir sükûtla sarsılıyor bedenimiz ve kendi lisanıyla hikâyesini anlatıyor bizlere...
Taşı, unutmuş, suskun bir yürekle dinlemekten öte yaptığımız bir şey yok. Sadece, etrafa yaydığı huzurdan küçük bir pay alıyoruz. Bir an için de olsa; hayatın telaşlarından, koşuşturmacalarından çekip alıyor bizi ve tarihin koynunda misafir ediyor gergin ve doyumsuz ruhlarımızı... Ve bize; bugüne gelinceye kadar, bin bir emek, bin bir çileyle yapılmış bu yerlerden, daha nicelerinin geçtiğini ve hiçbirinden bir iz, bir nam-u nişan kalmadığını ve bizim de onlar gibi günü gelince gideceğimizi ihtar ediyor. Taş deyip geçeriz; lâkin düşünen insan için öyle midir? Taştan nerelere varır ve ne düşünceler üretir bu kişiler. Onlar için gerçeğin aynası olur adeta cansız bir taş... Mısralarla onu anlatırken, ondan kendine varır ve kendini sorgular. Anadolu Türk mimarisinin ana malzemesini teşkil eden, ancak ne yazık ki betonun devreye girmesiyle tahtından olan taş, adına yazılan her mısrada; şiirin gücünü ve şairlik yeteneğini kullanarak, yeni bir güzelliği, efsanevî bir olayı, ilahi bir hareketi çıkarır karşımıza... Okudukça hayret eder insan; taş deyip geçtiğimiz, ayağımızın altında sürüdüğümüz, hiçbir anlam vermeden baktığımız bu cansız varlığın çağrışımlarına... Oysa tuvale konulan her taş, zamanda yürüyüp giden farklı olayların kendince şahididir. Belki de buna istinaden “Her taşının altında bir tarih ya¬tar!” diyebiliriz.Taşlardan söz edince aklıma yıllar önce okuduğum “Kemancının Taşları” adlı hikâye geldi. Bir kemancının taşlara olan düşkünlüğünü, bir çocuğun ağzından anlatan yazar, taşın bir sanatçının his dünyasını nasıl ve hangi sebeplerle etkilediğini şu cümlelerle dile getiriyordu:
“...Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı. Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır.
(Devam edecek…)
VEFATININ 12. YILDÖNÜMÜNDE ADİL ERDEM BAYAZIT
Serdar YAKAR
dil Erdem Bayazıt, cihan imparatoru Yavuz Sultan Selim Han’ın Doğu Bayazıt’tan Maraş’a getirdiği bir ailenin mensubu olarak 1939’da Maraş’ta doğar. Maraş lisesinin yazanlarındandır.
Arkadaşlarının şiir ve öykülerini yayınladıkları Demokrasiye Hizmet gazetesine ilk olarak siyah-beyaz desenleri ile katılır. Desenlerde ortaya çıkan arayış ilk şiirlerinde de kendini göstermektedir. “Gün batıda bir kız sevdim” şiiri Demokrasiye Hizmet’in 4.2.1958 tarihli nüshasında C. Zarifoğlu ve A. Özdenören’in birlikte hazırladıkları “Fikir-Sanat” sayfasında yayınlanır. Şiir şu uzun ithafla başlar: “Bugün herşey boş, yarınsa ne olacağı bilinmez. Mutluluğu günbatıda görürsem Allı’yı düşünmeyeceğim.” Ve işte şiir:
“Hiç aklımı sarmamıştım böylesine Gözlüksüz olunca daha başkasın Yağmur görmüşçesine kaçman boşa Hayra-şerre ererse bir gün aklın Sevda delisi bir liseli vardı diyeceksin Düşünde her gün bir rüzgârlı baş göreceksin.” Aynı yıl Maraş Lisesi’nin kültür kolu yayın organı olan Hamle edebiyat öğretmeni Mustafa Atatanır’ın çabaları ile birkaç yıllık aradan sonra 20. sayıdan itibaren yeniden yayınlanmaya başlar. Mustafa Atatanır, Cahit Zarifoğlu, Şeref Turhan, Rasim Özdenören, Ali Kutlay gibi isimlere sayfalarını açan Hamle’nin bu sayısında Erdem Bayazıt’ın da bir “Anlatı”sı vardır. Aslında kısa bir öyküdür yazılan. Üstelik şairin yayınladığı tek öykü de değildir. Yıllar sonra Edebiyat dergisinde de bir öyküsü yayınlanacaktır. Gelelim yayınlanan ilk öyküye. Şairimiz arayışının bir süreci olarak bu öyküye “anlatı” demiştir. Başlığı ise “Bir Başka Hava”. “Yağan yağmuruyla, ıslak toprağıyla, mor-kızıl yağmur sonrasıyla” bir başka olan kentteki uyanışı, kuşların, ağaçların, böceklerin yeniden canlanışını ve genç yaşta eşini kaybeden mahallenin güzel dulu Gülgün’ü anlatır bu yazıda. Hamle’nin bir sonraki sayısında ise ülkenin geri kalmışlığının nedenlerini sorgulayacaktır.
Şiirlerine ithaf yazmayı seven şairimiz Hamle’nin 22. sayısında yayınlanan C. Zarifoğlu’na ithaf ettiği “Uçman” adlı şiir, Doğan Keçecioğlu’nun çıkarttığı “Gençlik” adlı gazetenin fikir-sanat
sayfasında J. Türkan Konuk tarafından eleştirilir. Şiir ithafın dışında üç cümlecikten oluşmaktadır. “Gök gürlemesini unutacak utancından Sen uçakta oldukça Bulutlar el-pençe divan duracaklar önünde”
A. Yaşar Başer’in sahibi bulunduğu “Maraş’ın Sesi” gazetesinin 31.3.1958 tarihli nüshasında A. Erdem Bayazıt Maraş’ın fikir ve sanat açısından dünü bugünü üzerine tespitlerde bulunur.
“Günler geçer insanoğlu olayların arasında kaybolur. Bazan olayların konusu kendisidir. Geçen günlerden bize kalan bir tutam anı ve bir dolu yorgunluktur çok zaman” diye başlayan yazının ilerleyen kısımlarında Salah Birsel’in Günlüklerinde Maraş insanının okumayı sevdiğini fakat okuduklarının Hz. Ali Cengi olduğu eleştirisine değinerek şu tespitlerde bulunur:
“Salah Birsel’in bu satırları yazdığı tarihi göz önüne alırsak, ona hak vermek gerekir. Çünkü 4-5 sene önce Maraş’ta öyle gerçek değerde sanat ürünleri okunmazdı. Böyle eserler satıcıda örümceklenir dururdu. Buna zıt oranla “Leyla ile Mecnunlar”, “Ferhat ile Şirinler”, “Köroğlu Hikayeleri” satılırdı alabildiğine. Ama bugün geç kalırsak Fikir-Sanat dergilerini bulamıyoruz satıcıda. Bu gelişme bizi sevindiriyor, umutlandırıyor.”
Doğan Keçecioğlu’nun sahibi bulunduğu ve “Kıran da olsa kırıl düş, fakat eğilme sakın” sloganı ile yayınlanan Gençlik adlı gazetenin 1959’da sekreterliğine soyunan A. Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil ve Cahit Zarifoğlu’nun gazetede yazmalarını da sağlar.
Artık lise bitmiştir. Adil Erdem Bayazıt İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir. Fakat ne Maraş’la ne de fikir ve sanatla ilgisini kesmeyecektir. İlk sayısı 30 Ağustos 1960’da yayınlanan günlük siyasi gazete “İnkılâp”ın mesul müdürlüğünü üstlenir. Gazetenin Genel Neşriyat Müdürü Cahit Zarifoğlu, sahibi ise Mustafa Özer’dir. İnkılâp’ın yayını 12.6.1961 tarihine kadar devam eder ve Cahit Zarifoğlu’nun “Bitti” yazısıyla yayınına son verir. Bu bitişte Zarifoğlu’nun Maraş’ta yalnız kalışı ve arkadaşlarına olan özlemi de önemli bir rol oynamıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenimine devam eden A. Erdem Bayazıt bir mektubunda İstanbulu anlatır Cahit Zarifoğlu’na. Erdem Bayazıt’ın İstanbulu anlattığı cümleleri Zarifoğlu’nun “Demir Kütleler Senfonisi” adlı hikayesinde aktarılır: “İstanbul senin havana bağlı, bir okka muşmula.” diyen Bayazıt Emirgan’ı anlattığı cümlelerin ardından; Ulan Cahit be.... Keşke burada olsaydın.” Demekten kendini alamaz.
Bu yürekten çağrıya kim dayanır ki Cahit Zarifoğlu dayansın... “Bu şehirden kaçmak zamanı artık” der ve soluğu İstanbul’da alır. Ona kucak açan, hatta Eyüp’te oturduğu evi ona bırakıp kendi yurda çıkan Erdem Bayazıt olur.
Inkılâp’ın son sayısında Adil Erdem Bayazıt’ın da uzun bir şiiri yayınlanır. “Boşluk-lu Yaşamak” adlı şiir “Şimdi bütün kent bir adama yöneldi” cümlesiyle başlar ve “En çok dar olanlar var dünyada / En çok dar adamlar var” cümlesiyle son bulur. Bu uzun şiir bazı çıkartmalar ve ilavelerle şairin ilk şiir kitabı “Sebeb Ey”e aldığı gençlik yıllarının nadir ürünlerindendir.
İstanbul da öğrenimine devam etmekte olan Erdem Bayazıt merkezi İstanbul’da bulunan “Maraş Okutma ve Yardım Derneği”nin 18 Aralık 1960 tarihli kongresinde genel sekreter olarak seçilir ve derneğin yayın organı Edik’e katkıda bulunur. Şairin dernekçilik hayatı ömrünün tüm safhalarında var olacak olup merkezi yine İstanbul’da bulunan Kahramanmaraş ve İlçeleri Eğitim Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (MARAŞDER)’in kuruluşunda ve yayın organı “Dört Mevsim Maraş”ın yayınlanışında aktif rol üstlenecektir.
Çok sevmesine rağmen İstanbul yılları pek de uzun sürmez. Kaydını Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine aldırmak zorunda kalır. Bir mecburiyetin gereğidir bu. Sonra araya askerlik girer. Yedek subay öğretmen olarak Burdur Yeşilova’nın Çuvallı köyünde vatani görevini tamamlar. Asker dönüşü yine yeni ve farklı bir kararla hukuk tahsilini tamamlamadan Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur.
Ankara’da olmanın ona en büyük getirisi Nuri Pakdil’in 1969 Şubatında yayınlamaya başladığı “Edebiyat” dergisinin içerisinde yer almak olur. Edebiyat’ın daha ilk sayısında “Susmak” adlı şiirinde:
“Ey sesimi keskin bir bıçak gibi Kınında saklayan çağ Ey sabırla bileyen günlerimi” diye seslenir.Dili artık destansı bir üsluba bürünmüştür. 1973’de yayınlanacak olan ilk şiir kitabının ismini “Sebeb Ey” koyacak olan şairin şiirlerinde nidanın ayrı bir yeri vardır.
“Ey hep bir kelime arayan kalbim Sonra arayan tekrar arayan kalbim.”
“Büyük Doğu” ve “Diriliş” ekolünün öncü isimlerinden olacak olan Adil Erdem Bayazıt daha lise yıllarında oluşan arkadaş gurubuyla birlikte 1976 yılı Aralık ayından itibaren “Mavera” adıyla aylık bir edebiyat dergisi yayınlamaya başlar. Dergide yazılarıyla Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Ersin Gürdoğan, Mehmet Kahraman vs olsa da sahibi ve sorumlu yönetmen Erdem Bayazıt’tır.
O yıllarda Milliyet Sanat Dergisi bir edebiyat ansiklopedisi eki vermektedir. Bu ekin 1976 Kasım ayı sayısında yer alan Erdem Bayazıt maddesinde; “teknoloji yüzünden ahlâki değerlerini yitiren, Tanrıdan uzaklaşan insanın kurtuluş yollarını aradı” ifadesi yer alır. Bu taraflı yargıya Mavera’nın yayınlanacak ilk sayısından cevap gelir. Ersin Gürdoğan imzalı cevabi yazıda teknoloji üzerine görüşler belirtildikten sonra şu düşünceye yer verilir: “Erdem Bayazıt bizce, soyut teknolojiye karşı olmaktan çok, teknolojiye yenilmiş, belki ona tutsak olmuş bir insanlık durumuna karşıdır. Üstelik, teknoloji, bizim durumumuzdaki ülkeler için, Batı’nın bir simgesi olarak da yorumlanabilir.”
Ersin Gürdoğan’ın yazısının son paragrafı ise bir hükmü içerir:
“Şairin, ayak seslerini müjdelediği, tabiatın tüm varlığıyla selama durmasını istediği insan, teknolojiyi yok eden değil, kendi sultasına alarak ‘Allah önünde her varı yok gören’ insandır.” Milliyet Sanat Dergisi edebiyat ansiklopedisi ekine konu olan şiir, şairin “Sürüp Gelen Çağlardan” adlı şiiridir.
“Yeryüzü bana mescit kılındı Ant verdim toprak şahit tutuldu Her sabah her öğle her akşam İkindiyle yıkanarak yatsıyla donanarak Sularda polatlanan benim. Geldim durdum önünde işte bir anıt gibi Sıyırarak sırtımdan bir yılan giysisini.” “Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun İnsan barışa dursun selâma dursun zaman Sabır savaş zafer. Adım: MÜSLÜMAN.” Mısralarıyla son bulur. Erdem Bayazıt’ın şiirine gelen tenkitler bu kadarla kalmaz. Cumhuriyet Devri Türk Şiiri adıyla iki ciltlik hacimli bir eser kaleme alan Prof. Mehmet Kaplan; “Erdem Bayazıt’ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmet Akif’inkinden de çok farklı bir şekil ve üslûpla yazılmıştır” diyerek onu Mevlana ve Yunus’un yoluna ihanet etmekle ve Yahya Kemal tarafından ortaya konulan ve ilmi gerekçelere uyan milliyetçi anlayıştan uzak olmakla suçlar. Erdem Bayazıt bu suçlamaya cevabı Mavera’nın 7. sayısında (Haziran 1977) verir. Cevap kendisini savunmak için değil Yahya Kemal’e yapılan haksızlığı dile getirmek için kaleme alınır.
Zaten yazının başlığı da; “Yahya Kemal Prof Kaplan’ın Sınırlarını Aşıyor”dur. Yeryüzünü kendisine mescit kabul eden şair dünyanın dört bir ucunda acı çeken, zulme uğrayan insanların yanındadır dua ve yüreğiyle. Kendisi dahil yedi kişilik bir ekiple 1981 Temmuzunda Ajans 1400 adına Afgan dağlarına doğru yola çıkar. Ekipte ayrıca Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Şenol Demiröz, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu da vardır.
Bu yolculukta Pakistan’ın Peshawer kenti merkez olmak üzere, 270 kişilik bir Afgan gurubuyla beraber Afganistan içlerine girilir. 20 günde, dağlarda ve vadilerde 400 km yol yürünür. O yıllarda Mavera sayfalarından okuduğumuz bir Afganlı çocuğun “bizim iyilerimiz hep şehit oldu” sözü hâlâ kulaklarda çınlamaktadır.
Bu yazıların bir bölümü “İpek Yolundan Afganistan’a” adıyla 1985’de kitaplaşır. Afganistan da yaşanan ve kitapta yer almayan diğer konular ise Erdem Bayazıt’ın Türk edebiyatına kazandırdığı Afganlı Meral Maruf tarafından yazılacaktır “Hicret Günleri” ve “Dullar Kampı” adıyla...
Erdem Bayazıt’ın müslüman halklara karşı duyarlılığı Afganistan ile sınırlı değildir. 1994’te “Bosna’ya Yazıt”ı yazar…
KARADENİZ KÜLTÜRÜNÜN BİR PARÇASI: SERENDİ
aradeniz Bölgesi’nde yaşayan herkes (Bilhassa Ordu, Giresun, Trabzon, Rize) yöreye göre adı değişmekle birlikte, eşyalarının bir kısmını, gıdalarını ve ürünlerini sakladıkları, yerden yüksek, genellikle dört ayaklı ahşap yapıyı iyi bilir. Gerçi eskiye göre sayıları oldukça azalsa da yine de yok olmuş sayılmaz bu yapılar. “Serendi” ya da “Serender” in büyüklüğü, o evin ihtiyacına göre değişirdi. Bu yapıya çıkmak için seyyar merdiven kullanılırdı. Hemen her serendinin ön kısmında ayvan adı verilen oturmak için kullanılan küçük bir balkon vardı. Serendilerin belki de en önemli özelliği ayakları ile gövdeyi birleştiren yerde teneke, ahşap ya da sacdan yapılmış yuvarlak tekerleri idi. Bu tekerler aşağıya doğru da kıvrımlı olduğundan başta fare olmak üzere diğer hayvanların serendiye çıkması mümkün olmuyordu.. Bu, çok iyi düşünülmüş bir düzenek olup içerideki ürünlerin zarar görmesini engelliyordu. Serendiye çıkmak isteyen kişiler işi bitince merdiveni almayı unuttuklarında ise fareler için doğal bir yol oluşuyordu.
Serender, bölge halkının adeta sağ kolu oluyordu. Bin bir zahmetle ekilen, dikilen, büyütülen, hasat edilen ürünler güvenli şekilde saklanıyor, bin bir çile ile toplanan fındıklar, mısırlar burada depolanıyordu. Serendinin dış taraflarına ise tohumluk olarak ayrılan ya da kurutulmak istenen çeşitli yiyecekler asılırdı Hatta buraya yorganının yatağını ve bazı eşyalarını bile saklayanlar vardı. Yani çok amaçlı kullanılırlardı. Şimdilerde bu mimari harika olan sağlıklı ve güvenli ahşap serendilerin yerini betonla yapılan evlerin altındaki depolar, ya da evin bir bölümünde, bazen balkonda oluşturulan kilerler aldı. Keşke almasaydı ama zamanla her şey değiştiği gibi serendiler de geçen zamana yenik düştüler ve yok olmaya yüz tuttular. Çocukluğumda hatırlıyorum da aşağı yukarı her evin yanında, bahçesinde ya da biraz ötesinde serendiler vardı. Şimdi ise serender görmekte zorlanıyorum. Gördüğümde ise yarı tebessüm yarı duygusallık içinde kalıyorum. Keşke sahip çıkabilseydik bu güzelim yapılara ve bu güzelim hatıralara…Bence az sayıda kalan bu serendiler korunmalı, yıkılması engellenmeli, kültürel bir miras olarak nesilden nesile aktarılmalıdır. Yoksa çocuklarımıza, torunlarımıza gösterecek bir serendi bile bulamayacağız.
KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT
Salih Ağabey, “Rahmi Efendi, bu çocuğu okusun diye getirdik. Evimizde kalacak, yemeğini lokantamızda yiyecek, müsaadeniz olursa sizden de okusun” dedi. Hoca Efendi, “Hafız mısın oğlum?” dedi ben de evet efendim, hafızım dedim. “Bir aşır oku bakiim” dedi. Kendime güveniyordum, heyecanlanmadan gayet rahatça bir aşır okudum. Hoca Efendi, “Tamam, okutalım” dedi. Hüseyin MOVİT
Hüseyin Movit: Sevgili ağabeyim, sizi 1947'den beri tanıyorum. Sizi tanıyalı tam 73 sene olmuş. Kaderde yazar olup sizi tanıtmak da varmış. Mehmet Ali Sarı: Temmuz 1933 tarihinde Bolu’nun Seben ilçesine bağlı Tepe Köyü’nde doğmuşum. İlkokulu 1943 te köyümde bitirdim. İlk Kur’an derslerimi ilkokula devam ederken köyümüzün imamı Muharrem Efendi’den aldım. İlkokul öğretmenim Bolu merkez Ağaççılar köyünden Hafız Mustafa Gültekin idi. Ondan hafızlığa başladım ve iki senede farklı hocalardan tamamladım.Talim ve Tashih-i huruf dersleri almak için Bolu’ya gönderildim. Orada iki sene okuduktan sonra Hafızlık merasimim yapıldı. 1947’yılının Sonbaharında İstanbul’a getirilerek bir müddet lokanta işleticisi Hacı Salih Movit’in himayelerinde kaldıktan sonra Beyoğlu Ağa Camii dâhilinde bulunan cami odalarından birine yerleştirildim. Camiinin Baş imamı Hafız Rahmi Şenses’den İlm-i Kıraatten “Aşere” ilmini bitirerek Reisülkurra Varnalı Hafız Hamdi Efendi riyasetinde Ağa Camiinde yapılan merasimle icazet aldım. Hafız Fikri Aksoy’dan Arapça, Fatih Camii Baş İmamı Hafız Ömer Aköz’den fıkıh ve feraiz dersleri aldım. 1951 de ilk defa açılan İstanbul İmam-Hatip okuluna öğrenci oldum. Yedi sene sonra 1959 da mezun olarak aynı yıl açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne kayd oldum. Dört sene sonra 1963 te mezun oldum. Öğrenim esnasında Hattat Bestekâr Hafız Kemal Batanay’dan özel olarak musıkî ve tambur dersleri aldım. Eski Daru’l-Elhan’ın devamı olan İstanbul Belediye Konservatuarına imtihanla öğrenci olarak orada musıki nazariyatı ve pratiği eğitimi aldım. Y. İslam Enstitüsüne devam ederken Bolulu Terzi Mehmet Sağlık’ın kızı Şefika Asuman hanımla evlendim. Bu evlilikten Sinan ve Safiye Serâ adını verdiğimiz iki çocuğumuz dünyaya geldi. İlk meslek dersleri öğretmenliğime mezun olduğum İstanbul İmam-Hatip Okulunda başladım. Bir yıl çalıştıktan sonra askerlik görevi için ayrıldım. Vatani görevimi yedek subay olarak Manisa’da yaptım. Terhisimden sonra İzmir İmam-Hatip okuluna, bir yıl sonra da İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’ne Kur’an-ı Kerim öğretmeni olarak atandım.
Altı yıl İzmir’de çalıştıktan sonra 1 Şubat 1972 de İstanbul Y. İslam Enstitüsü öğretmenliğine nakledildim. Orada müdür yardımcılığı ve müdür başyardımcılığı gibi görevlerde bulundum. Türk Tavrı Tilavet denir. Türk Tavrı Tilavet denir.1980 yılı Aralık ayında Din
Görevlisi olarak Avrupa’ya İsveç’e gönderildim. Orada iken emekli oldum. Ağustos 1987 de yurda döndükten sonra “Kırââtü’n-Nebî” isimli kadîm bir eserin edisyon kritiğini yaparak doktor ünvanı aldım. İki yıl M. Ü. İlahiyat F.Vakfı’nda Vakıf Müdürü olarak, iki yıl da TDV. İslam Ansiklopedisinde Gn Sekreter olarak çalıştım. Aynı kurumda Tefsir İlim Heyetinde redaktör olarak çalışmaya devam ettim. Halen emekli olarak hayatıma İstanbul’da devam etmekteyim.
HM: Hacı Salih Movit ile tanışmanız nasıl oldu? MAS: Hacı Salih Bey, Galip Hoca'dan okutmak için bir çocuk istemiş.Hoca Galip Efendi ile Salih Efendinin tanışmaları, Ağa Camii imamları yıllık izinli veya raporlu olduklarında Galip Efendi Ağa Camii’nde vekâleten imamlık yaparken olmuş. Galip Efendi, Salih Efendi ile ahbap olmuşlar, çocuklarını da okutmuş.
HM: Devamını dinleyelim: MAS: Cuma namazından sonra Hoca Efendi önde, ben elimde bavul ile arkasında Karaköy’den yokuş yukarı, yorucu bir yürüyüşten sonra Beyoğlu İstiklal Caddesi'ni Tünel'den itibaren boydan boya geçerek Ağa Camii karşısındaki Salih Efendi Lokantası’na vardık. Salih Efendi, Hoca Efendi'yi kapıda karşıladı, “Buyurun, hoş geldiniz” diyerek saygıyla baş masada yer gösterdi, ben de hoca efendinin yanına oturdum. Masaya oturur oturmaz Hoca Efendi hemen, “Salih Efendi, okutayım diye benden bir çocuk istemiştiniz, işte hafız bir çocuk getirdim size, bunu okutalım” dedi. Salih Efendi, “Allah razı olsun hocam, iyi ettiniz, hoş geldiniz, şimdi sıcak bir çorba için” konuşuruz diyerek garsonlara bırakmadan yakınımızdaki tezgâhtan kendi elleriyle önümüze iki tabak çorba getirip koydu. “Buyurun, afiyet olsun” dedi. Kendisi de yanımıza oturdu. Yemeğimizi yerken Hoca Rfendi ile hoşbeş ettiler. Ben ise kendimi akıntıya bırakmış bir hâlde, olup bitenleri takibe çalışıyordum. Salih Efendi, Siirt-Şirvanlı, Kürt kökenli bir aileden geliyordu. Kısa boylu, ağır başlı, şişmanca, ciddi tavırlı biriydi. Önünde dizlerinin altına kadar inen bembeyaz önlüğü ile lokantadaki servis trafiğini yönetiyordu. Çorbalarımızı içtik, yemeğimizi bitirdik. Hoca Efendi, “Salih Efendi, ben gideyim artık, çocuk size emanet, Allah’a ısmarladık“ dedi ve süratle gözden kayboluverdi. Ben, bir başıma kalakalmıştım. Olaylar çok hızlı gelişiyor, takip etmekte zorlanıyordum. Öğleden epey sonraydı Salih Efendi, “Oğlum, bak karşıda hamam var, al şu parayı, git orada yıkan. Yorgunluğun gider, sonra şu karşıdaki camide bekle, namazını kıl, derslerine çalış, akşama buraya gel, eve gideriz” diyerek hamamı ve karşıdaki Ağa Camii’ni işaret etti ve bana iki buçuk lira verdi.
Dediklerini yapacaktım ama nasıl? İstanbul’da Beyoğlu gibi bir yerde hamama gidiyordum. Bolu’da da büyüklerimizle Kaplıca’ya yıkanmak için giderdik. Köyden gelip kaplıcaya ilk gittiğimde beni Muallim İsmail Efendi yıkamış, ona ılıcanın buğulu yankılı atmosferinde teşekkür ettiğimde benden köy çocuğu hâlimle teşekkür sözünü beklemediğinden olmalı, kendine has kahkahası ile gülmüştü, orada onu hatırladım.
Şimdi de Beyoğlu’nda bir hamamda (Vahan Turikyan'ın işlettiği Bahçeli Hamam) idim. Ürkek ve şaşkın tavırlarla, hamamın karmaşık ortamında, hamamcıların "Takunya giy, şu odada soyun, şuradan gir!" gibi yalın emir ve tarifleriyle yıkanacak yeri buldum. İyi kötü yıkanarak, işi becerdim. Yıkandıktan sonra fiyatını sormadan paranın tamamını vererek hamamdan çıktım. Çünkü para hamam için verilmişti. Sonra da karşıdaki camiye gittim.
Caminin bahçesinden çıkmadan orada sağa sola bakınarak dolaştım, camide oturdum, cemaatle namaz kıldım ve kimseyle konuşmadan bekledim. Yatsı namazını da kıldıktan sonra saat on bire doğru lokantaya gittim. Lokantada o gün için servis işi bitmişti. Benden bir iki yaş büyük gibi görünen ve Salih Efendi'nin kayınbiraderi olduğunu sonradan öğrendiğim İsmet (Karaçadır) adındaki genç arkadaşla üçümüz eve doğru yürüyerek Taksim’de o günlerin büyük marketlerinden biri olan Ankara Pazarı denilen alışveriş merkezine uğradık. Oradan alışveriş edip Taksim’den Ayaspaşa Caddesi’ne doğru yürüyerek Teknik Üniversite’nin karşı sokağındaki yokuştan biraz aşağıda Selime Hatun Camii’nin karşısında Marmara Denizi'ne bakan üç katlı, bahçeli kâgir bir eve vardık.
Eve girdiğimizde Salih Ağabey'in eşi, yanlarında beni de görünce Kürtçe, “Bu da kim?“ demiş. Salih Efendi, benim de anlayacağım bir dil ve duyacağım bir sesle, “Bu da altıncı çocuğumuz“ dedi. Salih Efendi'nin eşi, şöyle bir süzdükten sonra bana, “Evladım gel, bak, burada İsmet’in odasında sen de yatarsın” diyerek kardeşi
İsmet’in yattığı odayı gösterdi. Salih Efendi'ye ağabey demeye başladım. En büyüğü altı yedi yaşlarındaki Hüseyin, sonra sıra ile Abdullah (5), Reyhan (3), Beyhan (1) adlarında dört çocuğu vardı. Kayınbiraderi İsmet (17) ile beş, benimle altı oluyorduk. Son çocukları Halil İbrahim (1948) ve Şeyma (1956) daha sonra kafileye katıldı. Eve zaten geç gelmiştik fazla beklemeden yattık. İsmet’le akşamdan akşama aynı odayı kardeşçe paylaşarak gündüzleri olmasa da gecelerimiz birlikte bir müddet devam etti. Salih Ağabey'in eşi Hanife Abla, Türk asıllı idi. Kürtçe de öğrenmiş, konuşabiliyordu. Beni çocuklarından hiç ayırmadı. Salih Ağabey, İsmet ve ben birlikte sabah evden çıkıyor, yatsıdan sonra saat on bir gibi eve sadece yatmaya geliyorduk. Hanife Abla, o kadar çocukla lokantanın beyaz masa örtülerini, peçetelerini ve aşçı kıyafetlerini önlükleriyle birlikte pompalı Optimus gaz ocağında ısıttığı suyla leğende yıkayıp ütüleyerek, beyine yardımcı oluyordu.
Kardeşi İsmet, sakin, kara kuru, ince yapılı bir delikanlı idi. Annesi, babası ölmüştü. Ablası onu yanına, himayesine almış, eniştesinin yanında lokantada komi , bazen de garson olarak çalışıyordu. Evde ilk kaldığımız sabah, erkenden evden çıktık, onlar lokantaya gittiler, bana da camiye gitmemi söylediler. Gittim, oralarda sağa sola, gelene gidene bakarak öğleye kadar oyalandım. Caminin imamı Hoca Efendi öğleye doğru gelmiş fark etmedim tabii. Salih Ağabey namaza geldi. Öğle namazını kıldıktan sonra beni de yanına alarak caminin önündeki imam odasına girdik. Hafız Rahmi Şenses Hoca Efendi:Öğle namazını kıldırdıktan sonra camiden çıkıp, sarığı ve cübbesiyle caminin bahçesindeki, görevlilerin bekleme odasına gelen Hoca Efendi'nin arkasından biz de odaya geldik. Hoca Efendi'nin elini öptükten sonra oturduğu kanapenin tam karşısına Salih Ağabey'le yan yana biz de oturduk. Hoca Efendi beni şöyle bir süzdü. O sırada Salih Ağabey, “Rahmi Efendi, bu çocuğu okusun diye getirdik. Evimizde kalacak, yemeğini lokantamızda yiyecek, müsaadeniz olursa sizden de okusun” dedi. Hoca Efendi, “Hafız mısın oğlum?” dedi ben de evet efendim, hafızım dedim. “Bir aşır oku bakiim” dedi. Kendime güveniyordum, heyecanlanmadan gayet rahatça bir aşır okudum. Hoca Efendi, “Tamam, okutalım” dedi. İki gün önce bu camide kıldığımız yatsı namazından sonra Terzi Mehmet Ağabey tarafından yapıldığını kuvvetle tahmin ettiğim dua, Rabb'imin katında kabul olmuştu. Belki de hayatımı şekillendirecek, kişiliğimi ilmik ilmik dokuyacak bir eğitim süreci, ardından da ilk resmî hizmet hayatım burada başlayacaktı. Köyümden ayrılıp Bolu’ya gelişimden sonra, hayatımın bir diğer dönüm noktasında bulunuyordum. Bir sene kadar Hacı Salih Ağabeylerle birlikte yatmak üzere, evlerine gidip geldikten sonra, ev ortamı değiştiğinden evden ayrılıp lokantada yatmaya başladım. Lokantada yatmak orada yemek yemek kadar güzel değildi. Saat yirmi dörde doğru ancak yatma fırsatı bulabiliyordum. Benden başka lokantada çalışan aşçı, bulaşıkçı bazı işçiler de lokantada yatıyorlardı. Mermer masaları birleştirerek üzerine incecik yün yatağımı seriyor, öyle yatıyordum. Yün yatağım ince, mermer masalar da soğuk olduğundan bir ara fabrikasyon standart ahşap sandalyeleri birleştirerek onların üzerinde yatmaya başladım. Sabaha kadar mutfakta kaynatılan kemik suyu kokularını teneffüs ediyordum. Üstümün başımın hatta Mushaf’ımın bile yemek koktuğunu hocam ikide bir söylüyordu. Hoca Efendi, yer yok diye önceden camide kalmama müsaade etmemişti. Sonra talebelerden eksilme olunca benim de cami dâhilindeki iki küçük odadan birinde yatmama müsaade etti. Ben de diğer talebeler gibi camide kalmaya başladım. Sabah namazlarını da kıldırıyordum. Çünkü resmî görevlilerden hiçbiri evleri uzak semtlerde olduğundan sabah namazına gelemiyorlardı. Caminin dört müezzini vardı. Ezan, kamet ve tesbihatın okunması dışında caminin bakımı vs. gibi işlerle meşgul olmazlar, ikindi namazından sonra günlük mesailerini bitirmiş sayarak evlerine giderlerdi. Caminin içi genelde haftanın belli günlerinde gelen bir kadın tarafından ücret karşılığı temizlenir, bahçe ve merdivenler, etraf, dış temizlik, cami tuvaletlerini işletenler tarafından yapılırdı. Caminin elektrik işlerine, çoğu vaktini cami civarındaki kahvelerde geçiren ve annesiyle yaşayan Hüsamettin Deviriş adında yaşlıca bir ağabey bakardı. Akşamları camiye girilen ön ve arka kapıların kapatılması, akşam, yatsı ve sabah ezanlarının okunması, namazların kıldırılması ve caminin gece bekçiliği gibi işler bize kalırdı. Camide kalmamız karşılığında bu hizmetleri bizler, gönül huzuruyla seve seve yapardık…
(Devam edecek)
RÜZGÂR, ŞAHİDİDİR IRMAĞIN
Bir ırmağın kıyısında bekliyorum. Yüzüm göğe takıntılı, gözlerim bulutlarda ve yağmuru bekliyorum. Tüm esişlerim bir damla yağmuru toprağa ve ırmağa kavuşturmak adına. Çağlayıp akan hiçbir şelalebilmez, hangi ırmağa karışacağını, yağan hiçbir yağmur bilmez herbir damlasının hangi toprakla buluşacağını. Irmak, bağrında toplar her bir damlasını yeryüzünün ve taşır hepsini denize. Aktıkça, kirlerini temizler emanetlerin ve sahibine teslim eder. Rüzgar şahididir ırmağın… Ve ben bir ırmağın kıyısında bekliyorum. Yine gece ve yine ırmak ay ışığının verdiği parlaklıkla sakince akmakta. Gülümsüyor ve usulca kenarına oturuyorum. Her gece sanki onunla dertleşen ben değilmişim gibi sitemle bakıyor. Onun da yorgun olduğunu biliyorum ve kıyamayıp hafif bir esintiyle gönlünü alıyorum. Anlat diyor, kendini anlat,benim bilmediğim coğrafyaları dolanıp geldin yine. Irmak, duygularını derinliklerinde saklıyor ve belli etmiyor kimseye. Onu anlıyorum elbette ama sormuyorum bir şey. O anlatırsa dinliyor ve sıkıntılarını hafifletmeye uğraşıyorum. Diyarlar dolaşmış kimseyi incitmemişim de Irmağımı inciteceğim. Hem nasıl kıyarım ona. O da benim az kahrımı çekmiyor. İçime attığım esintilerimi, yükü azmış gibi dinliyor ve yol gösteriyor. Hem ırmak yolları aşan, yolları açan değil midir… Irmak, Anadolu’dur berekettir. Hayat verir geçtiği topraklara ve benden rızıklananalara. Her sey durur, diner, bekler. Ama ırmak için durmak yoktur, bundan dolayı kir tutmaz o. Hayırla şerrin arasını ayırır gibi bir duruşu vardır hayranlık veren. Kendini belli etmez kimseye. Onu ancak bilenler bilir. Geceleri rüzgarla , gündüzleri içinde oynaşan çocuklarla huzur bulur. Derinliğinde sakladıkları ise ancak Rabbine ayan. Bazen içindekiler taşacak olur da, suları mürekkep olur kelama dönüşür. İnci olur, mercan olur dağılır yeryüzüne. Rüzgar, şahididir ırmağın ve ben bir ırmağın kıyısında oturuyorum. Sesimin huzur verdiğini söyler ve bazen ben hafifçe eserek ona sanki ney sesinin verdiği gibi huzur vermeye çalışırım. Bazen de konuşmadan anlaşırız yıldızlara bakarak. Ve bir yıldız seçeriz içlerinden ve seçtiğimiz yıldız nedense hep aynı yıldız olur. Bazen durgun olduğumu söyler. Fakat nasıl durgun olabilirim ki. Ben Rüzgar’ım. Öyle bir yaratılışım var ki, esmeye yükümlü. Yaradandan bir eser’iz yeryüzüne umut, gönüllere inşirah. Hepimizde bir anlam yüklü hepimizde kendinden bir sıfat. Rüzgar, görülmeden esenlik verir, serinlik verir herbir zerreye. Rüzgar vesilesiyle dağılır tohumlar yeryüzüne ve oradan bulutlara yönelir yağmuru yağdırmak için. Ah Yağmur, ne de naif ve nazlısın. Olur ki bazenne kadar essem de yağdıramam seni. Ama sana meftun olmasam belki de seni haline bırakırdım . Ama sen yağ ki yeşersin tüm alem. Irmaklar çağlasın ve türküler söyleyerek umut olsun insanlığa.. Bazen yüce dağların yamaçlarında dolanırım sakinlik istediğim zaman. Dağlara yaslanırım, ama serttir dağlar biraz da mağrur. Bir hüzün çöker içime dağlarda çünkü bir yüzü aydınlıksa bir yüzü karamsar. Doğrusu görevleri ağırdıronların , yeryüzüne çivi yapmış yaradan. Kolay mı dengesini sağlamak bu sallantılı dünyanın. Hüznümü belli edip üzmek istemem dağları ve eteklerinden doğru kayarak iner ve neşeli görünmeye çalışırım. Sanırım en çok çayırlar ve çiçekler sever beni. Estikçe sağa sola ahenkle dalgalanır ve bir çocuk masumiyetiyle sevinirler. Ağaçların yorgun olan gövdelerine serinlikten başka bir şey veremem ama yapraklarının tozlarını alırım bir bir. Ah ne güzeldir onların koroyu andıran hışırtısı… Gün boyu eserim dağlarda , ovalarda, bahçelerde bağlarda. Kimine serinlik kimine ise esenlik olurum gün boyu. Yıkmam, incitmem kimseyi ama kendi varlığımı dahissettiririm. Bazılarına selam gibi gelir esintim . Yol gözleyenleri anne şefkatiyle sıvazlarım ve dalgın yüzlere dokunup hafif irkilterek “ sevdiğim beni andı” hissi veririm. Konuştukça ırmağın sakinleşip rahatladığını hissediyorum. Gecenin bir yarısı oldu. Günün ağarmasıyla yine yollara düşeceğiz. Buraya kadar her şey hoş, her şey güzel elbette. Ama sanmayın ki, dağdan hiç yuvarlanmadım, çimenlere hiç kapanmadım, ağacın dallarında salkıt gibi kalmadım. E dünya burası, gam yuvası. Kabullenerek geldik ve sonuna kadar umutsuz kelamların orucuna niyetliyiz. Güzellik adına esecek, esenlik adına yağacak ve bir umut türküsü gibi akacağız. Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var.
ŞEHİR SOHBETLERİ 31
CORONA SONRASI ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -II-
Ahmet NARİNOĞLU
u içini boşalttığımız değerler. Keyfimize göre, çıkarlarımıza göre, kâğıt gibi kullanıp attığımız değerler. Hâlbuki atalarımız o değerleri bize ulaştırana denk asırlardır nice emek, çaba harcadılar. Bizlerse bir kalemde harcamayı yeğledik. Şimdi o değerler ne de kıymetli imişler. Hayat onlarla şekilleniyormuş, iri, diri kalıyormuş. Değerlerimize dönerken özümüze dönüşümüzü görüyoruz. Değerleri tüketen nesillerin tükendiklerini iyice anlıyoruz. Hele şehirler değerlerle düzen, intizam içinde yaşarlarmış, öğreniyoruz. Gördük ki, ne kadar az iletişim kurmaktaymışız. Dünyanın neresinde merakımızı çeken, (bağımlısı olduğunu söylesek daha doğru olur) bilmem kimi takip ederken, zaman emek harcarken yanımızda, yanı başımızdakileri ihmal etmişiz. Başta aile büyükleri, yakın/ uzak akrabalar, komşular, mahalleliler… Şimdi aramaya da vakit var, anmaya da. Kendimizi kaptırırken kendimizi unutuşumuzu, kendimizi unuturken değerlerimizi unutuşumuzu artık kabulleniyoruz.
Corona günlerinde hepimiz hayat riski altındayken hitaplarımız, saygı ifadelerimizde değişiyor. Her konuştuğumuza selam vermek, helallik dilemek, dua etmek/ istemek eskiden olur muydu? Evde huzurun tadını almayan kaldı mı? Bizde evler hane, haneler yuva, yuvalar her şeyimiz iken bu düzeni kaybediyorken yeniden kazanıyoruz. Evleri yeniden keşfediyoruz. Ev varmış, içindekiler aile imiş, hoşça vakit geçirilirmiş, kaynaşılırmış, huzurlu mutlu olunurmuş, sohbet/ muhabbet edilirmiş, yeni yeni beceriler, hobiler kazanılırmış, yemek yapılırmış, güzel alışkanlıklar edinilirmiş, komşuluk varmış, balkon hayatı yaşanırmış, temizlik/ tertip/ düzen olurmuş, iş bölümü yapılırmış, büyüklerden anılar dinlenirmiş, hatıralar yazılırmış, sessiz/ sedasız kendine zaman ayrılırmış, kendin dinlenirmiş, zihin çalışırmış. Ev oyunları oynanırmış, spor yapılırmış, filmler seyredilirmiş, paylaşılırmış, konuşulurmuş, sanat yapılırmış, Evde büyükler varmış, anne- baba varmış, herkes birbirini anlar dinlermiş, empati kurarmış, gücü yetenler yetmeyenlere yardım edermiş, kültürümüz, gelenek/ göreneklerimiz hatırlanır yaşanırmış, büyüklerden sohbet dinlenirmiş, kitap okunurmuş, yazılır, çizilirmiş. Büyüklerden memleket hikâyeleri dinlenirmiş, sılayı rahim özlemleri çoğaltılırmış. Balkondan yeni
komşuluklar kurulurmuş, sipariş sepetleri payda olunurmuş daha neler, ne kazanımlar hepsini evde kalınca fark ettik, tadına vardık, öğrendik. Evde sıkılıyorum, bunalıyorum diyenlerde suni alışkanlıklarını sürdürmek isteyenler. Ev ne kadar genişmiş, eve dünyalar sığarmış, evde hayat varmış. Havada kuşlar çoğaldı. Yeni kuş türleri görülüyor. Güvercinler meydanlarda, cami avlularında özgürce dolaşıyor. Yaban hayvanları şehre iniyor, şehrin tadını bir güzelce çıkarıyorlarmış. Meraktan şehri gezenler varmış. Öte git diyecek insan yokmuş. Zira insanlar evlerinde hapistelermiş. Kuşlar daha özgür kanat çırpıyorlar. Sokağa çıkanlarda kaldırımlarda banklarda oturdular, buldukları yüksek yerle. Belediyelerde tedbir diye banklara ipler çekince oturulacak yerlerde kalmadı.
Evde kalanlar bunaldık deyince, dışarı çıkma izni gelince kaldırımda ( o da varsa) yürümeden başka imkân yok. Parklar az, çocuk parkları parmak sayısınca. Dışarı çıkanı ferahlatacak yeşil alanlar hakeza. Şehirleri baştan sona insan doğasına aykırı kurduğumuzu şimdi görüyoruz. Hayvanlarda aynı yoksunluktan nasibini alıyor. İmar planlarında insan ihtiyacı ölçüsünde yeşil dokular ayıramadık. Olanları da vahşi şehirleşmeye kurban verdik. Parklara biliyoruz çiçekler dikiliyor. Şimdi parklarda daha önce görmediğimiz otlar çiçekler. Demek ki toprağa fırsat verilse ne bitkiler çiçekler sunacak insana. Ağaçların yaprakları daha canlı. Çiçekleri hakeza. O da aksine, temiz havaya hasret kalmış. İkliminden yeniden kavuşmanın tebessümünü esirgemiyor. Şehirlerin havası değişti. Her şehri hiç görülmediği kadar zengin/ bol oksijenli havası var. Rüzgâr da daha canlandı. Ağaçlar, yeşilliklerin ürettiği oksijeni artık insanlar bol bol içine çekiyor. Öncesi egzoz dumanı, kirli hava solumakta idik. Havalimanı olmayan şehirler daha şanslı. Yerdeki hava temiz, gökteki hava temiz. Görünmez bela olan virüs şehirlerin iniltisini duymuşta şehirlerin imdadına koşmuş gibi. Esasen şehirleri kirletende insandı. Şimdi insansızlaşınca kendiliğinden tabiat gibi şehirlerde neşvünema buluyor.
Dediler ki eski zamana döndük. Arabasız İstanbul günlerine. İstanbul’dan Uludağ görülüyor. Adalar karşı kıyılar gibi. Görüş net. Hani şehir olsa fark etmez güneş halk tabiriyle cam gibi şehre doğuyor. Ay capcanlı/cascanlı. Ay ışığı şehri aydınlatıyor. Eskiden öyle miydi? Sahil şehirlerinde dursun denize vuran ay ışığı mimoza halini hiç görür müydük? Güneşte ayda gülümsüyor gibi. Şehirde geceleri köpek havlamaları musiki gibi geliyor. Horoz sesleri davetçi gibi çağırıyor. Bizim toplum hayatımızda horoz sesleri sabah namazına davettir. Üstüne güneş doğmadan uyandırma çağrısıdır. Bizim kuşağımız bundan tattı. Şimdi yeni nesile yeniden nasip oluyor. Arabasız veya az arabalı şehir temizlendi. Egzoz dumanları, gürültüler, homurtular azaldı. Hava berrak, bol temiz hava. Ya sesler. Ta uzaktan birini duyar olduk. Uzaktan selamlaşma, konuşma hayatına adeta geri döndük. Demek ki, arabalar şehri esir almış. İnsan şehirleri yerine araba şehirleri olmuş. Hatırlarım Ataköy konutlarının yapıldığı 80’li yıllarda kardeşimi ziyarete giderdim. Bloklar arasında yeşil yollar, ağaçlardan binaları karıştırdık. Ataköy o zaman bahçeli katlı binalar gibiydi. Derken herkes arabalı oldu. Şimdi binalar arası parklar, parklar beton. Yeşil alanlar yok oldular. Motorlu araçlara dayalı şehir düzeni kurduk, toplu taşıma sistemleri kuramadık.
Araç çoğaldıkça, park, yol, köprü, kavşak derken (zaten yeşile, doğaya gücü yeten bir milletiz) şehir araçlara göre düzenlendi. İçine binen insanda bunun adına refah dedi. Hâlbuki aynı yoğunluktaki batı şehirlerinde az tekerli araç, çok raylı toplu taşıma. Aslında İstanbul’da başta böyle kurulmuş. Bir yandan yaylı arabalar, bir yanda tramvay. Nedense düzeni devam ettirememişiz. Batının dayattığı montaj tekerli araçlarla şehri, şehir olmaktan çıkarmışız. Çare var. Az araç kullanmak, yakın mesafelerde yürümek, ihtiyaçları yürüme mesafesinde yerlerde karşılamak. Mahalle bakkallarını yeni hatırladık. Gidince karşılama, selam, konuşma, kısa sohbet, kafadaki sorulara cevap. Ne de çabuk unutmuşuz bakkal amcaları. Bakkallar uğrak yerimiz. Olmayanları sipariş veriyorsunuz. Birilerini soruyorsunuz. Bakkal bize şehirde aslımıza dönmemizi gösteriyor.
Şehir baştan sona hizmet sektörü değil mi? İlk şehirler ticaret üzerine kurulduğunu tarih söylüyor. Ticaret bir hizmet şekli olduğuna göre şehir hizmet çarkı ile dönüyor. Gördük ki, hizmette de çok kusur işlemişiz. Kazancı, rantı öne alıp hizmeti aksatmışız. En basiti artık evlere servis yapılıyor. Bakkalların yaptığı unutulan ipli sepetler geri geliyor. Yeni para kazanmanın yolu ticaret artı hizmetten geçiyor. (Devam edecek…)
ARAP COĞRAFYASI VE KUR’AN
Emrah Dindi’nin bu çalışması Kur'ân’ın daha iyi anlaşılabilmesi için nâzil olduğu toplumun tarih ve kültürünün iyi bilinmesi gerektiği düşüncesinden hareketle hazırlanmıştır. Amacının salt bir Arap tarihçiliği yapmak olmadığını ifade eden yazar, yedinci yüz yıl Arap toplumunun olgusallığı/gerçekliği ile diyalektik bir ilişki içinde olan Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına katkı sağlamayı ve bu alandaki boşluğu doldurmayı amaçladığını belirtmiştir. (s.9) Kur'ân’ı kendi tarihinde okumak gibi özgün ve otantik bir karaktere sahip olduğu iddiası taşıyan “Arap Corafyası ve Kur'ân” adlı bu çalışma kısa bir giriş ve iki ana bölümden oluşmaktadır. “Arap Yarımadası İklimi ve Kur’an” başlıklı birinci bölümü “Arap Yarımadasında Hayvancılık ve Kur’an” adlı ikinci bölüm takip etmekte ve sonuç kısmıyla tamamlanmaktadır. Emrah DİNDİ* Kitap Değerlendirmesi: Sultan GÜZELDAL**
*Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2018, 175 sayfa, ISBN: 978-6 ** (YL. Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi inop Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalında Dr. Öğretim üyesi olarak görevine devam etmekte olan Emrah Dindi, bu çalışmasında İslâm öncesi cahiliye toplumunda Arapların tarım faaliyetlerini, toprağı sürme ve sulama yöntemlerini, tarım bölgelerinde üretilen ürünleri ve bu ürünlerin ekonomiye katkılarını, ayrıca toprağın işletilmesi ve zirai faaliyetlerin yürütülmesi için kurulan cemiyetleri incelemeye çalışmıştır. Ürünlerin helak olma sebepleri ve insanları göçe zorlayan ziraî afetler, hayvancılık, yetiştirilen büyük ve küçükbaş hayvanlar, kümes hayvanları, arıcılık, otlaklar ve çobanların hayatı gibi konuları ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Böylece Kur'ân-ı Kerîm’in daha iyi anlaşılması için önemli olan nâzil olduğu iklim ve coğrafyanın yapısına ışık tutarak cahiliye toplumunun tarımsal ve hayvansal uğraşlarını ayrıntılı bir şekilde resmetmeye çalışmıştır. Giriş kısmında klasik literatürde “Sıfetu Cezireti’-Arab ve Büldân” kitaplarının, çağdaş literatürde ise “Tarihu’l-Arap kable’l-İslam” gibi İslam öncesi Arap kültürünü inceleyen pek çok eser bulunduğunu belirten Dindi, müstakil bir çalışma mahiyetinde olmayan bu eserlerde ziraî ürün ve faaliyetlere ve hayvancılıkla ilgili mevzulara değinildiğini ancak kapsamlı bir şekilde Kur'ân/nas-olgu diyalektiği içinde konuların ele alınmadığını vurgulayarak kendi çalışmasının bu alanda özgün bir çalışma olduğunu ifade etmiştir. (s.9-11) Dindi, söz konusu alanda kaynakların sınırlı olmasına rağmen Cevad Ali’nin “el-Mufassal fi Tarihi’lArab kable’l-İslam” eseri başta olmak üzere çeşitli kaynaklardan faydalanarak konuyu ayrıntılı bir şekilde vuzuha kavuşturmaya gayret sarfetmiştir. “Arap Yarımadası İklimi ve Kur’an” (s.13106) başlıklı birinci bölümde yazar, Arap yarımadasının uçsuz bucaksız geniş topraklara sahip olmasına rağmen su kaynaklarının yetersizliği sebebiyle tarıma elverişli arazilerin çok az olması, aşırı sıcakların yol açtığı kuraklık sebebiyle bölge insanlarının daha verimli ve suyu bol topraklara göç etmek zorunda kaldıklarını, bunun da kabileler arasında çatışma ve savaşlara sebebiyet verdiği tespitinde bulunmuştur. Pek çok insanın ölümüne yol açan su savaşlarına Kur'ân-ı Kerîm’de de temas edilmiştir. Ancak konuyla ilgili âyetlerin klasik tefsir literatüründe mevcut bir olguya işaretten ziyade mucizevî bir durumu ifade etmek şeklinde yorumlanmasını eleştiren yazar, âyetlerin su sebebiyle Araplar arasında
yaşanan anlaşmazlıklar ve haksızlıklara atıfta bulunmasının daha muhtemel bir yorum olacağı kanaatindedir. (s.13-14) Kur’an’da Arapların olumsuz iklim şartlarına atıf yapılarak tatlı suyun şükredilmesi gereken bir nimet olduğunu ifade eden müellif, ayetlerde zikredilen tatlı veya tuzlu suyun orta enlemlerde veya kutuplardaki tatlı veya tuzlu deniz suyu olmadığını Arapların kuyularında veya çölde sıcaktan dolayı içilemeyecek bir derecede tuzlanan içme suyu olduğunu belirterek şunları söylemiştir: “Bu nedenle tatlı ve tuzlu su tahkiyesinde ikili okuma ameliyesinde ikinci hareketle evrensel mesaj her ne kadar tüm çağlara taşınabilse de Kur’an’ın öncelikli hitabı, muhtemel ve müstakbel muhataplar değil, malumatlarına, tecrübelerine, tasavvurlarına ve şartlarına muvafık ve mutabık kelam olarak kendilerine vahyedilmiş ve tevcih edilmiş çağdaşı olduğu insanlardır.” (s.16) Emrah Dindi, “Arap Yarımadasında Tarım, Tarımsal Ürünler ve Kur’an” (s.18-106) başlıklı ikinci bölüme tarımın tanımıyla başlayarak tarımsal arazi ve bölgeler, toprağı sürme ve hasat işlemleri, sulama, su kaynakları, tarım ürünleri, zirai cemiyetler ve zirai afetler hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmaktadır. Kur'ân’ın mesajlarının, iklim ve coğrafyanın Araplarda oluşturduğu karakter ve kabilevî anlayışla paralellik arz ettiği vurgusu dikkat çekicidir. Kur'ân-ı Kerîm’de yerleşik hayata geçerek ziraatla uğraşmaktan ziyade malları ve canları ile cihadın teşvik edildiğine hatta bazı toprak sahiplerinin tahkir edildiğine işaret eden yazara göre, Hicaz bölgesinde çoğunluğun hayatını yağma, baskın ve savaşla geçirdiği kabile yapısını ve arzularını Kur'ân’ın buyuru ve yadsımalarından bağımsız olarak düşünmek isabetli değildir. (s.20) Arap yarımadasında bulunan arazi çeşitleri ile Güney Arabistan, Doğu Arabistan ve Hicaz bölgesi coğrafi özellikleri, ziraata elverişli olup olmamaları bakımından ele alınmıştır. Sık sık âyetlere atıfta bulunarak nas-olgu paralelliğine dikkat çeken yazara göre Arap toplumunun, çölün su ve yeşilliklerden yoksun, kuru, sıcak ve verimsiz ortamında onların hayallerini süsleyen, iştahlarını kabartan, içerisinde gölgeliklerin, pınar ve nehirlerin, üzüm ve hurma ağaçlarının ve çeşitli ürünlerin bulunduğu kısmen Medine ve Taif, özellikle de Yemen’de bulunan bahçelere duydukları özlem, doğal olarak Kur’an’ın cennet tasvirlerine de yansımıştır. (s.27) İslam’ın bidayetinde başlamış olan Arap fetihleri hakkında iklimle bağlantılı olarak ifade ettiği şu sözleri de dikkat çekicidir: “Arap fetihlerini, Arapların suyu ve otu (kele) zengin toprak arayışlarını göz ardı ederek, reel bir durumu idealize ederek sadece İslam ve cihat ülküsü ile izah etmek kanaatimizce eksik olacaktır. Elbette ki İslam ülküsü temel sâiktir ancak çölün kuru ve kurak iklimi, cimri tabiatı onları, yağmuru bol, iklimi insanı dinamik tutan, koyu yeşillikli bağ ve bahçelere sahip, içerisinde kaynak su ve nehirlerin aktığı bol meyve mahsulleri olan topraklara sahip olma arzusu ve hayalleri göz ardı edilemez. Bu nedenle Kur’an onların fütuhat sevdalarının arka planında ganimet/bol kazanç sağlama, yeni yurtlar elde etme arzularının olduğunu da resmetmekten geri durmamış, onların bu rağbetlerine muvafık ve mutabık bir şekilde onlara ganimet ve yeni topraklar vadetmiş ve baskın yapılıp fethedilen yeni kabile toprak ve mallarının hasılası olan ganimetleri onlara helal kılmıştır.” (s.34) Yazar bu görüşünü temellendirmek üzere pek çok âyete atıfta bulunmuştur. İslam fetihlerini sadece Arap toplumunun özlemini duyduğu güzelliklere sahip olma düşüncesiyle açıklamak problemli görülebilir. Zira Kur’an’ın asıl amacının insanları hidâyete davetten ziyade fetihlere teşvik olduğu yönünde yanlış bir algıya sebebiyet verebilir. İslâm davetinin başladığı ilk dönemlerde Mekke’li müslümanların inançları uğruna çektiği eziyetler, yaşadığı sıkıntılar bilinen bir gerçektir. Mekke’nin fethine kadar da bu baskılar, boykotlar, sürgünler, savaşlarla helâk etmek hırsıyla aralıksız devam etmiştir. Bu durumda Müslümanların içinde bulunduğu iklim şartları, istek ve arzularının dikkate alınmadığını farzetmek cevaplanması gereken bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Arap yarımadasının coğrafi özelliklerinin ele alındığı bu bölümde fotoğraf ve harita vb görsel malzemelerin kullanılması daha faydalı olabilirdi. “Sulama” başlığı altında Arap yarımadasında bulunan su sarnıçları, kuyular, kaynak suları, setler ve kanallar hakkında ayrıntılı bilgilere yer verilmiş, su yetersizliğinin Arapların sosyal ve kültürel hayatına etkisi resmedilmeye çalışılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de sıklıkla yağmurdan bahsedilmesi coğrafyanın kurak yapısıyla ilişkilendirilmiştir. Konuyla ilgili âyetler ışığında Kur'ân’ın gerçek anlam ve mesajının içinde doğduğu coğrafyanın iklim ve demografik yapısında (metin dışı bağlamında) saklı olduğunu ifade eden (s.44-45) Dindi, nüzûl ortamının önemine dikkat çekmiştir.
Ancak Kur’ân’ı Kerîm’de ısrarla temizlikten, üstelik su ile temizlikten bahsedilmesine kısaca da olsa temas edilmemiştir. “Tarım Ürünleri” bahsinde Arap yarımadasında yetişen hububatlar, baklagiller, mantarlar, kabak familyası, dikenli bitkiler, ağaçta yetişen meyveler, yetiştiği yer ve bölgeler, bu ürünlerin ekonomiye katkıları hakkında açıklamalarda bulunulmuştur. Özellikle hurma, üzüm, incir, zeytin ve bunların türleri, yetiştiği yerler ve iktisadî değeri hususunda önemli bilgiler verilmiştir. Kur'ân’daki bu ürünlere yönelik atıflar da yazara göre nas-olgu paralelliğinin açık işaretleridir (s.58-95) Ziraî cemiyetler, haşerat, hastalıklar, rüzgâr, sel, talan gibi zirâî âfetler hakkında açıklamalar yapılarak birinci bölüm tamamlanmıştır. (s.97-106) Yazarın konuları işlerken Câhiliye şiirinden de istifade ettiği görülmektedir. Zira cahiliye şiiri Arap kültür ve tarihini yansıtan en önemli yazılı belgeler niteliğindedir. Cahiliye şiirlerine pek çok defa göndermede bulunulmasına rağmen metin içinde açıkça yer almaması bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.
İkinci bölüm hayvancılık üzerinedir. “Arap Yarımadasında Hayvancılık ve Kur’an” (s.107146) adlı bölümde, yetiştirilen küçük ve büyük baş hayvanlar, kümes hayvanları, arıcılık, otlaklar, çobanlar ve iktisadi hayattaki yeri gibi konulara açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilen deve, sığır, at, katır, eşek, koyun ve keçi gibi hayvanlar hakkında ayrıntılı bilgiler sunulmuş, Cahiliye Arap şiiri ve edebiyatının vazgeçilmez teması olan devenin toplumdaki ehemmiyeti, yetiştiği beldeler ve türleri hakkında geniş malumat verilmiştir. Deve, çöl şartlarına dayanıklı fiziki yapısı ve uzun yolculuklarda yük taşıma kapasitesiyle Arapların hayatında önemli bir yere sahipti. Basit ve sade bir hayat yaşayan çöl insanının iktisadi hayatı deveye dayanıyordu. Ana sermaye olarak kullanılan develere sahip olmak iktisadi açıdan üstünlük belirtisiydi. Toplumun bütün üretimi deve ve mamullerine dayanıyordu. Kur'ân’da da bu sebepten dolayı hayvanlar içinde en fazla deve ve attan bahsedilmiştir. Bu da Arap coğrafyası ve kültürüyle doğrudan ilişkili bir husustur. Kur'ân-ı Kerîm’de yer almakla birlikte diğer hayvanlar hakkında deve kadar yaygın olmamaları sebebiyle çok fazla ayrıntıya girilmemiştir. (s.107-124) Eserde Arap toplumunda domuzun yeri hakkında herhangi bir açıklamada bulunulmadığı gibi Kur’ân’ın domuz etini yasaklamasının hikmetine de değinilmemiştir. Çalışmanın başından itibaren nas-olgu paralelliği tezini âyetlere istinad ederek sürdürmeye çalışan yazarın bu iddiasına aykırı gözüken bazı âyetleri ihmal veya göz ardı ettiği intibaı uyandırmaktadır. Araplar iklim, çöl şartları ve kabileler arası çatışmalar sebebiyle iktisâdî açıdan geri kalmıştır. Mamul ürünler oldukça az ve kalitesizdir. Ticaret malları ise kap kacak gibi ev eşyalarına münhasır olup, çoğunlukla ekin ve hayvanlardan, mahalli mahsullerden ürün elde eden üreticiyle sınırlı kalmıştır. Kur'ân’da da kadim göçebe toplumunun olgularına mutabık bir şekilde kırsal kesim, çöl ve mera hayvancılığından bahsedilmiştir (s.124-128) Kitapta üzerinde durulan önemli konulardan birisi de “Arıcılık”tır. Cahiliye toplumunun temel uğraş alanlarından biri olan arıcılık ve Arapların yiyeceklerin en değerlisi olarak gördükleri bal hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunulmuş, balın en değerli yiyecek olmasının yanında hastalıkların tedavisinde tıbbî bir ilaç olarak da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de cennetteki nimetler arasında balın sıkça tasvir ve tavsif edilmesini ibda ve icat mahiyetinde bir betimleme olmadığını düşünen yazar, bunu İslam öncesi toplumun arzu ve beklentileriyle ilişkilendirmiş, Kur'ân’da özellikle balın zikredilmesini Arapların bal ile ilgili tasavvurlarına bağlayarak bir kez daha nas-olgu paralelliğine dikkat çekmiş (s.129-132), otlaklar ve çobanlar hakkında kısa bilgilerle ikinci bölüm tamamlanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm ‘de yer alan olumlu ve olumsuz tasvirlerde o günkü Arap toplumunun algılarının esas alındığı bir kez daha vurgulanarak ve Kur'ân’daki bu çeşit darb-ı mesellerin insanların dillerindeki kullanımlarına göre teşekkül ettiği ifade edilerek eser hitama erdirilmiştir (s.146)
Kanaatimizce Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilen her olayı, varlığı ve nesneyi nas-olgu paralelliğini merkeze alarak yorumlamak O’nun evrensel mesajını gölgeleyecek sınırlayıcı bir anlayışa sevkedebilir. Zira nas-olgu ilişkisi vahiy süreciyle ilgili hakikatin keşfi ve anlaşılmasında izlenecek yöntemlerden sadece biri olarak kabul edilmekle birlikte evrensel olduğu müsellem olan ilâhî vahyi nâzil olduğu toplum ve tarihle sınırlayan olumsuz tartışmalara da zemin oluşturabilir. Kur'ân üzerinde farklı boyutlarda tefekkür etmemizi sağlayan özgün çalışması sebebiyle Emrah Dindi’ye teşekkür ve şükranlarımızı arz ediyoruz.
ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCANIN HAYAT EVRELERİ -8Nerede, ne zaman yararlanabileceği ilim, irfan, fazilet sahibi birisini duysa, onu arayıp bulmak ve yararlanmak için her türlü fedakârlığı göze alır, Mustafa ATALAR
PAMUK ÇUVALI Genç Ali Yakup Efendi, ilim yolunda Mısır’a doğru hicret için yola çıktığında, ilk uğrak yeri Üsküp’te bir müddet zaman geçirdi. Bu şehirde en çok haz duyduğu şeylerden biri, her köşesinde Türk-İslam kültürünün, sanat ve medeniyetinin etkileyici izlerini, hatıralarını barındıran, bu güzel şehri köşe bucak dolaşmaktı. Çok cana yakın ve sosyal birisi olduğu için halktan insanlarla da görüşüyor, uğradığı, girdiği, çıktığı yerlerde, çarşıda, pazarda, kahvede karşılaştığı Müslüman halkla değişik konularda aralarında samimi sohbetler oluyordu. Günlerden bir gün, yine Üsküp’te bir yerde oturmuş etrafındakilerle sohbet ederken, yaşlıca biz zat kendisine yolculuğunun ne tarafa olduğunu sordu. O da ilim tahsili için Mısır’a gitme niyetinde olduğunu söyleyince adamcağız kendisine: -Evladım, senin ne işin var ta Mısır’larda?! Bizim buralarda da dünyada bile eşi ve benzeri bulunmacak çok büyük alimlerimiz, vaizlerimiz, hocalarımız var! Sen gidip onlardan ders alsana! deyince çok şaşırdı:
-Hani nerede? Kim var?
Ben Üsküp’te de medresede okudum. Buradaki hocaların, ilim adamlarının hemen hepsini tanırım. Ama öyle senin dediğin gibi bütün dünyada bir eşi ve benzeri bulunamayacak hiç kimseyi tanımadım. -Sen öyle san! Mesela bizim falan camimizde haftanın şu vakitlerinde vaaz veren filan hocamız var. Sen git, önce onu bir gör, tanı, dinle de ondan sonra gel seninle yine konuşalım! Onun gibi büyük bir âlimi, Balkanları değil, bütün İslam dünyasını gezip dolaşsan bulamazsın! Senin boş ver Mısır’ı veya başka bir yere gitmeyi! Mısır’ın adı var! Sen akıllı ol! Var bu hocanın dizinin dibine otur da ne okumak, bilmek, öğrenmek istiyorsan, hatta daha da fazlasını sana bir güzel okutsun, öğretsin! Zaten bir vaazını dinlesen, onun hakkında benim anlattıklarımın ne kadar yetersiz olduğunu kendi gözlerinle göreceksin! Genç Ali Yakup Efendi, çok şaşırmıştı: -Allah, Allah! Demek öyle! Hayret edilecek bir şey! Benim, buranın ilim çevresinden pek çok tanıdığım, dostum, ahbabım var. Nasıl olmuş da, böyle bir zatın, böyle büyük bir âlimin varlığından benim haberim olmamış? Şimdiye kadar neden hiç kimse bana böyle birinden bahsetmemiş. Ama olur mu, olur! Kepenek altında er yatar, demişler. Doğrusu çok merak ettim. En kısa zamanda ben de gidip bu zatı dinleyeceğim, dedi. - Çok iyi edersin! - Peki azizim! Bu zat genelde nelerden bahseder? Madem siz bu zatı devamlı dinliyorsunuz, ondan öğrendiniz şeylerden birkaç şey de bana anlatın da ben de yararlanayım! - Vallahi evladım, neler söylemiyor ki? Adam bir derya, bir derya! - İyi de, ondan öğrendiğiniz hiç mi bir şey yok? Bari aklınızda kalan en önemli ve en yararlı sözlerinden birini, ikisini söyleyin de daha çok hangi konulardan bahsettiğine dair bir fikrim olsun! - Evlat, ben onu bunu bilmem, adam bir derya! Her konuda bilgisi var! Hem öyle de güzel konuşuyor ki, ağzından sanki bal damlıyor! Ama bende onun söylediklerini tutacak akıl nerede? En iyisi, sen kendin git; adamı bir dinle de bak, gör! Memleketimizde ne büyük adamlar, ne eşsiz âlimler varmış, ancak o zaman anlarsın! Etraftakilerden de anlatana ve anlatılanlara hak verenler çıkınca, Ali Yakup Efendi’nin gönlünde bir an önce bu zatı tanıma hevesi uyandı, ‘Gidip şu zatı bir de ben dinleyeyim!’ diye düşündü. Zaten o, ta küçüklüğünden beri Şair Nef’i’nin: Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan dahi, Bir edîb-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol! (Zamanın Eflatun’u bile olsan, kendi aklınla, fikrinle, ilminle gururlanma! Yararlanabileceğin, ilim ve irfan sahibi, iyi eğitim görmüş, iyi yetişmiş, olgun, edepli birini gördüğünde, hemen onun yanında bir okul çocuğu ol!) sözünü kendine düstur edinmişti. Nerede, ne zaman yararlanabileceği ilim, irfan, fazilet sahibi birisini duysa, onu arayıp bulmak ve yararlanmak için her türlü fedakârlığı göze alır, küçücük bir okul çocuğu gibi tevazu ile önlerinde diz çökerek bilgisine yeni bilgiler katmaya çalışırdı. Anlatanların öve öve bitiremedikleri bu büyük âlimi ve derin hocayı da tanımadan, görüp konuşmadan, ilminden irfanından yararlanmadan Üsküp’ten ayrılmamaya karar verdi. …
Devam edecek..
ŞEHRİ UZAKTAN SEVMEK
ehir ve Kültür Dergisi’nin sevgili Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Kamil Berse, fevkalade bir teveccüh göstererek bizim dergide yazılar yazmamızı arzu ettiklerini söylüyor. Halbuki bendeniz 28 Şubat 2019’da Anadolu Ajansı’nın İstanbul Bölge Ofisi’nden emekli olarak daha çok memleketim Denizli’de yaşamaya karar verdim. Haliyle 32 sene içinde yaşamaktan büyük mutluluk duyduğum şehirden ayrıldım. İstanbul, içinde yaşamasını bilenlere sayısız nimetler sunar. Zira binlerce yıllık şehrin biriktirdiği medeniyet, kültür, sanat ve fikir zenginliği, arayıp bulmasını bilenler için çok büyük nimettir. İstanbul, kendisinde yaşamayı bilen beşeri insan-ı kâmil haline getirir. İstanbul’da ömrünü geçirip de medeniyet, kültür, sanat eserlerinden bîhaber insanların varlığının çokluğu derin bir hüzün verir. İstanbul’da el’an 20 milyona yakın insan yaşıyorsa, bu kadar büyük bir kalabalık içinden, İstanbul’un kadrini, kıymetini bilen insan sayısı can çatlasın 20 bin kişidir. Zira İstanbul’da yaşamak bir sanattır. Bu sanatın farkında olmayan insan ister İstanbul’da yaşasın, isterse bir dağ başında…
Onun için değişen bir şey olmaz. Bendeniz 1987 yılında İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nu kazanıp tahsil için bu kadim şehre geldiğimde 21 yaşındaydım. Şehrin ilk gördüğüm gün bendenizde bıraktığı intibaı halen yazmaya devam ettiğim hatıratta anlatmaya çalıştım. İstanbul, hazindir ki 1923’ten sonra terk edilmiş, camilerinin çoğu camilikten çıkarılmış, medreseleri, tekkeleri, zaviyeleri, dergâhları, türbeleri kapatılmış, çeşmelerinin suyu kesilmiş, tarihiyle bağı koparılmış bir şehirdir. Ayasofya Cami-i Kebir’inin ibadete kapatılması ve güya müze olarak açılması da bütün bu yapılanların üzerine tüy dikmiştir. Bu şehirde Osmanlı’yı ve onun İslam’a hizmetlerini hatırlatan ne kadar eser varsa bir zamanlar mümkün olduğu kadar yıkılmış, yıkılamayanlar ise tarihi vazifelerinden men edilmiştir. Bütün bunlara rağmen, ecdadın mührü tamamen silinememiştir. Bu aziz şehir üzerinden bir de maalesef Adnan Menderes hükümetlerinin imar faaliyetleri geçmiş ve Vatan Millet, Ordu caddeleri ile Atatürk Bulvarı’nın açılışları esnasında çok sayıda tarihi eser yıkılmıştır. Biz İstanbul’a gittiğimiz zaman, elde kalan tarihi eserler yine de bu şehirde nasibini arayan kültür sanat ve estetik meraklısına çok nimetler sunmaya devam ediyordu. Bugün ise tarihi eserlerin her yıl onlarcası tekrar restorasyonu yapılıp eski haline kavuşuyor…
Belki de her Anadolu’dan gelen Türk gencinin başına gelen bu fakirin de başına geldi ve ilk sene bendeniz İstanbul’da yaşamaktan nefret ettim. İkamete mecbur olduğum Zeytinburnu’nda ta Hazreti Fatih döneminde kurulduğu rivayet edilen debbağhanelerden yayılan rahatsız edici kesif kokuların verdiği rahatsızlık, şehirden nefret etmemizi mucib bir hal idi. Halkalı- Sirkeci arasında çalışan banliyö trenlerinin feci görüntüsü ve bu trenlerle yolculuk yapmaya mecbur kalmak, bazen de yolcu almaya asla doymayan minibüslere balık istifi binmek mecburiyeti, şehri sevmeme ve tanımama engel teşkil eden vahim hadiselerdi. Allah’tan devam ettiğim üniversite ülkemizin en köklü üniversitesi ve yüksek okul da Beyazıt’ta bulunan Basın Yayın Yüksekokulu idi. Beyazıt meydanına gelince içimi bir ferahlık kaplardı. Tarihi üniversite kapısını görmek ve kapının alnında yazan “Dâire- umûr-ı askeriyye” levhasıyla beraber altındaki Fetih Suresinden iki ayet, daralan gönlüme inşirah verirdi. Arada bir Beyazıt Camii’nin geniş kubbesi altında veya Süleymaniye Camii’nin muhteşem kubbesi altında namaz kılmak şehre olan muhabbetimi yavaş yavaş arttırıyordu. Devam ettiğim yüksekokulun hemen karşısındaki Kaptân-ı Deryâ İbrahim Paşa Camii’nin küçük avlusu ve arkasındaki haziresi de şehirle dostluk kurmamda mühim âmillerdi. Kumkapı’nın Ermeni aileleri, içki içilen meyhaneleri arasından geçip trene binmek ne kadar midemizi bulandırıyorsa, bir tarihi caminin avlusunda serinlemek, kubbesi altında Allah’a kulluk etmek o kadar huzur veriyordu.
İstanbul’dan ne zaman köyüme gelsem ve yıllarca aralarında imamlık yaptığım eski
cemaatimle sohbet etsem, İstanbul hakkında sorularına muhatap oluyordum. O yıllarda İstanbul’u gören insan sayısı da bilhassa bizim köyde pek mahduttu. Onların bildikleri yerler hakkındaki sorularına cevap verirken nasıl heyecan duyduklarını halen çok iyi hatırlıyorum. Merhum babam da askerliğinin bir kısmında İstanbul Davutpaşa ve Habibler’de bulunduğunu anlatır ve sık sık Davutpaşa’daki tarihi ekmek fırınını sorardı. Babam, Beyoğlu’na kravatsız girilmediğini ve askerlerin de giremediğini anlatırdı. Bir sene sonra artık şehirle dost olmuştum. Şehir de kendi sırlarını bendenize daha cömertçe sunmaya başlamıştı. İstanbul ile dostluğumuz böylece yıllar boyunca sürdü gitti. O kadar ki İstanbul hakkında en fazla şiir yazan şair unvanı halen bendenizin sırtında bir yüktür.
Nedense şehir denince İstanbul, kültür denince de İstanbul kültürünü hatırlıyoruz. Zannımca sevgili Mehmet Kamil Berse’nin dergiye isim verirken düşündüğü de bunlar olmalıdır. Elbette bu düşünce pek de yadırganacak bir düşünce değildir. Zira, Osmanlı şehirleri arasında payitaht olması hasebiyle İstanbul’un mümtaz bir yerinin bulunması gayet tabiidir. Ahmet Talat Onay merhumun bir kitabında okumuştum. Kendisi Çankırılı olan Ahmet Talat Onay, Osmanlı asırlarında her şehrin kendi içinde bir kültür hayatı bulunduğunu, sohbet meclisleri kurulduğunu yazıyordu. Ancak bendeniz zaten bir köyde doğup büyüdüğüm için bağlı olduğumuz Denizli’nin böyle bir kültür mahfilinin olup olmadığını bilmiyordum. Sonraki yıllarda da maalesef öğrenme imkanım olmadı. 32 sene boyunca gazetecilik mesleğini bilhassa kültür sanat muhabirliği sahasında icra etmemin bendenize muazzam katkıları oldu. Lise yıllarında Tercüman gazetesinde köşe yazılarını takip ettiğim çok sayıda yazarla yıllarca aynı gazetede yazmak bahtiyarlığına eriştim. Bu insanların karşısında bir gazeteci gibi değil bir talebe gibi durmayı başardığım için bu güzel insanlar mevcut birikimlerini bendenizle paylaşmaktan hiç çekinmediler.
32 sene boyunca tabiri caizse İstanbul’un kültür, sanat, medeniyet ve estetik birikimini bizim köyün tabiriyle sordum, modern tabirle vakumladım. Kütüphanemde sırf İstanbul tarihi, kültürü , medeniyeti ve estetik anlayışı hakkında yüzlerce kitap okuyup biriktirdim. Bunca güzel insandan ve kitaptan sürekli nasiplenme lütfuna kaç insan mazhar olmuştur bilemiyorum. Artık bu kadim ve aziz şehirden aldıklarımı biraz da benim okumam ve yetişmem için maddi manevi destek veren insanlarımızla paylaşmak gerektiği düşüncesiyle memleketime avdet ettim. Zira Anadolu yıllar geçtikçe Osmanlı’dan müdevver irfanını kaybederken, gelenek, görenek ve hayat tarzını da kaybediyor. Nesiller değiştikçe ve teknoloji hayatımıza kılcal damarlarımıza kadar girdikçe insanımızın hayatı daha kuru, kültürsüz, idealsiz, mefkûresiz, gayesiz hale gelmeye başladı. Hemen her radyo programında ve/veya yazdığım yazıda Mehmed Niyazi bey üstadıma bir atıfta bulunmadan geçmemek âdetim vardır. Mehmed Niyazi bey derdi ki; “Dünyada gelişmiş ülkelerde kendini kültür, sanat ve fikir işlerine adayan insan sayısı ülke nüfusunun binde biri kadardır. Bizim gibi ülkelerde ise on binde bir kişidir. Bu yüzden kültür, sanat, fikirle uğraşmak para kazandırmasa da çok kıymetli ve mühimdir.”
Fakir bu 10 bin kişiden biri olmanın derdine düştüm. Kaldı ki benim yaklaşık 700 yaşındaki köyümde hiçbir zaman tarihe geçen bir kültür, sanat, fikir veya ilim adamı maalesef olmamış. Benim neslim arasından da sadece öğretmenler çıktı. Artık Denizli’den ve bazen de doğup büyüdüğüm köyümden İstanbul’u takip ederek seviyorum. Hazindir ki, İstanbul’a ilk gittiğim yıllarda belediye idaresinde Halk parti 5 sene hüküm sürmüş ve şehrin uzun yıllar sürecek bir levsiyata bürünmesine yol açmıştı. Emekli olduğum 2019 senesinde de maalesef yine bu parti belediye idaresini eline aldı ve uzaktan bile hoş olmıyan şeylerin duyulmasına yol açan icraatsızlıkları işitiyoruuz. Nice tanıdığımız, İstanbul’un kadim kültürünü, medeniyetini, sanat ve estetik anlayışını ayakta tutmak isteyen insanlar, belediye kadrolarından tasfiye edildi. Artık şehre hizmet için şahsen gayretten başka imkan maalesef bırakılmadı.
Bu sebeple aziz üstadımız Mehmet Kamil Berse’nin Şehir ve Kültür Dergisi’ni çıkarabilmek için verdiği azim mücadeleyi yazılarımızla olsun desteklemek, İstanbul’un yeniden kurtarılması için verilen mücadelede saf tutmak ve ön cephede mücadele etmek demektir. Hızırbey Çelebi’nin makamını malum zevata bırakan yetkili insanlarımızı da teessürle yâd etmeden geçmeyelim. İstanbul, ruhunu bilmeyen başkana bırakılamayacak kadar mühim bir şehirdir vesselam….