Sendrom #1

Page 1



Sayı: 1

2014

Kapak Resmi: Kaan Ayparlar

Yayın Kurulu: Ayşe Kevser Arslan Cemre Edip Yalçın Gizem Karakaya Zeynep Camuşcu

Organizasyon: Ege Su Acar Gözde Berkil Hasan Basri Çifci

Tasarım: Ayşe Kevser Arslan Elif Albayrak Kaan Ayparlar İletişim: sendromdergisi@gmail.com

1


3 . . . Gözde Berkil 4 . . . Bir Müzikal Pandomim: Kerem Görsev ile Röportaj / Hasan Basri Çifci ve Yasemen Aktaş 7 . . . 10bir / Muhsin Cevahir 9 . . . Müzikte Mükemmellik / Yasemen Aktaş 12 . . . Yerdeniz'de Feminizm İzleri / Zeynep Camuşcu 15 . . . Çokuluslu Kültürden Milli Kültüre / Cemre Edip Yalçın 17 . . . Evrensel Sırrımız / Gizem Karakaya 20 . . . Fısıltılar / Violet 23 . . . İstanbul'un Yüzleri / Hasan Basri Çifci 27 . . . Herkes İçin Fotoğraf / Ege Su Acar 29 . . . Günce / Mehmet Yapıcı 38 . . . Korku Sinemasının Doğası / Kaan Ayparlar 42 . . . Beş Adımda Korku Hikayesi Yazmak / Pekoe Blaze 44 . . . Yok Olanın Ardından / Ayşe Kevser Arslan 46 . . . Barış'ın Tasarım Atölyesi / Barış Kayaaslan ve Gizem Karakaya 48 . . . Politik Olarak Yanlış

2


“Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek” Behçet Necatigil

Gözde BERKİL

Y

eni doğmuş bir kediciğin -tesadüfen zarar görmemiş- sağlam gözünden akan yaşta buldu kendini. Kediciği gördükten sonra hislerinin daha da derinleşmesini bekledi. Ne de olsa nadiren fark ediyordu hislerini. Bu mucizevi anın tadını çıkarmak için kendine yeterli zamanı tanığına emin olduktan sonra kedinin yanına döndü. Dünyaya gözlerini açalı bir hafta olmuş, henüz olan bitenin ayırdına varamamış bu şanslı yaratığa imrenerek bakıyor, baktıkça aklından alakasız düşünceler peşi sıra geçiyordu. Etraftaki pastel renklerin tümü gri olmuştu, ya da kedinin boz bulanık grisi tüm dünyasını bir anda ele geçirmişti. Doğarken -belki kardeşlerinden birinin umursamazca savurduğu patisi yüzünden, bilinmez- tek gözü kapalıydı. Diğer gözü, tek olmanın verdiği meydan okuyan bir kudretle etrafı seyrediyordu. Bir haftadır tek başına olmasından ve sayısız hafta daha tek başına bu karmaşayı görmek zorunda kalacağından dolayı arada mahzunlaşan gözünden bir damlacık yaş süzülüverdi. Sırtını dönüp gitmek istedi. Kararsızlığını belli etmemeye çalışarak parselin etrafında bir tur attı. Olmaz, böyle olmaz. Kendisini hapsettiği bu mecburiyetten kurtulmak istiyordu artık. Nasıl hissediyorsa öyle davranacaktı. Sevmişti işte kediyi, onun gözünden akan tek damla yaşa benliğini sığdırmıştı. İnkâr etmenin lüzumu neydi ki? Tek başına var olan, en azından var olmaya çabalayan her şey ona kendini hatırlatıyordu. İçinde duyumsadığı sıcaklık, kimileri bunun için sevgi diyor, rahatsız etmemişti. Rahatsız

görünmek zorunda olduğu aklına geldi. Palavra. Söylediği en büyük yalan kendisine karşıydı. Sevgisini adeta sarıp saklıyordu, kimse göremesin, incitemesin diye. Böylesine benzer ve böylesine farklı olduğu bir haftalık kedinin de onu incitebileceği fikri geçti aklından. Güldü. Bazen çok komik oluyordu. Durdu. Elini çantasının içine soktu, çantanın içindeki düzen büyüleyiciydi. Etrafındakiler bu düzeni fark etmesin diye -takdir edilmekten de hiç hoşlanmazdı- yalandan çantasını kurcaladı. Ve nihayet! En başından beri elinde tuttuğu telefonu uzun uğraşlar sonucu bulmuş gibi yaparak bu zaferin tadını çıkardı. Son arananlar listesindeydi numara, tembellik yapmayacaktı ama. Kalabalığın ortasında aniden durup numaraları dikkatle görmeye çalışarak tuşlara tek tek bastı. Çoğunlukla kalp çarpıntıları yaratan bağlantı sesinin tesiri bu defa çok farklıydı. Kendisi gibi yalnız kediciğin tek gözünden akan yaş olmak istemiyordu. O kediyi kurduğu benzerlik ilgisinden ötürü değil, sevdiği için sevecekti. Karşıdan gelen ses içini ısıttı. - Çok özledim, dedi. Gelen cevap basit, basit olduğu kadar da içten, - Ben de seni yavrum. Kapattı. Telefonu önce, ardından da koca bir devri. Karmaşıklaştıkça imkânsızlaşan, düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alan, içinden çıkamadıkça da kendini yalnızlığa mahkûm eden bu tavrı o parselde bıraktı. Bıraktı ve arkasını döndü. Uzun ve samimiyetsiz tebessümü yerine bir anda ağız dolusu bir gülümseme ile. İlk defa, içinden geldiği gibi.

3


BİR MÜZİKAL PANDOMİM:

KEREM GÖRSEV Röportaj: Hasan Basri Çifci&Yasemen Aktaş

Yaptığı işi bu kadar inanarak ve severek yapan biriyle tanıştığınızda, gözlerinde gördüğünüz ışıltı ister istemez size de bulaşıyor. Kızını, köpeğini, ailesini aklından çıkarmayan ve “arkasından iyi müzisyen olduğu söylenecek” Kerem Görsev’in, bizimle sohbetindeki sıcaklığını ve doyumsuz muhabbetini gözlerinden bize bulaşan bu parıltıyla hatırlayacağız.

yaptığım işlerin peşinden koştum bu yüzden. Hayatımda hiçbir zaman inandığım şeylerden taviz vermedim. Hiçbir zaman da hayat bana istemediğim müziği çaldıramadı. İnanmadığın bir şeyi yaparsan ve yıllar sonra da karşına çıkarsa kendine karşı mahcup olursun. Yalan herkese söylenir, ama kendine söyleyemezsin. Aynanın karşısına geçtiğinde bu durum seni yerin dibine sokar. Bu duruma düşmemek için inanmadığın, istemediğin bir şeyi maddiyat ve menfaat karşılığı yapmamalısın. Zor durumlara düşebilirsin elbette, ama senin o inandığın işi yapma azmin seni bir gün arzuladığın hedefe de ulaştıracaktır. Biraz sabretmek gerek. Hayatta bu işler çok kolay değil, hemen bir yerlere gelinmiyor. Ben de kendimi bir yere gelmiş olarak görmüyorum zaten. Akşamları yatağımda, istediğim işi kimse için taviz vermeden yapmanın rahatlığını hissederek uyuyorum. Ben yaptığımı kızım için, ailem için yapıyorum; Türkiye’de de bu tarz prodüksiyonların olduğunu herkesin bilmesi için yapıyorum. Son zamanlarda hedeflerimi de büyüttüm, 2018’e kadar yapacağım tüm kayıtlar şimdiden belli. Ben bir tarih koyarım, o tarihe ulaşmak için mücadele ederim.

Hasan Basri: Kerem Görsev kendini nasıl tanımlar? Müzisyenim ben. Caz soundlarını çalıyorum, besteler yapıyorum. Ama ana başlık olarak müzisyen demeyi tercih ederim. Yüzde yüz. Yarı zamanlı ya da başka meslekli bir müzisyen değilim. Böyle de bir evde doğdum büyüdüm. 1967’de konservatuara gittiğimde zaten yolum belli olmuştu.

İSTEMEDİĞİM MÜZİĞİ ÇALMAM Hasan Basri: Çok sığ bir soru olacak, ama neden caz? Caz bana hayal kurduran bir müzik. Caz uzun yaşanmışlıkların anlatımıdır, bir müzikal pandomimdir. Anladın mı neden caz olduğunu? Ben cazla besleniyorum. Caz dinleyince hayaller kuruyorum ve yapmak istediklerime böylece karar veriyorum. Yetmişli yılların ortalarında abim akademide okuyordu, ben de konservatuara gidiyordum. Abimin arkadaşları bana bu müzikleri dinletirdi, ben de dinledikçe hayal kurmaya başladığımı fark ettim. Karşı cinsten birini gördüğünde hani göz göze gelirsin de heyecanlanırsın, bu müzik de bana öyle heyecan verirdi. Böylece bu işlerin içine düştüm. İnanıyordum da ben müziğime. Bir gün dünya radyolarında da çalacaktı, dünya ağına da girecekti, festivallere gidecektim; hayallerim bu yöndeydi. Bu yüzden şarkılarımın isimleri İngilizceydi. Kendimi hep sonrasına hazırladım, dev müzisyenlerin arasında benim de albümüm olsun istedim. İnatla ve arzuyla,

DÜŞÜNCE MÜZİĞİ YAPIYORUM Hasan Basri: Başarının sırrı bu mudur belki de? Başarı bizden her zaman daha hızlıdır. Ona dokunmak için sürekli onu yakalamaya çalışıyorsun, gayret sarf ediyorsun. O senden hep daha hızlı koşarken, senin ona yetişmeye çalışma sürecindeki işlerin bir eser olarak ortaya çıkıyor. Her zaman dokunmaya çalışıyorsun bu yüzden, ama aslında hiçbir zaman dokunamazsın. Kimse başarılı değildir bu dünyada, ama başarılı olmaya çalışmak öyle değil. Ben hiçbir zaman vazgeçmedim başarıya dokunmaya çalışmaktan. Ben eğer bir Türkiye vatandaşıysam ülkemi uluslararası çapta en iyi şekilde temsil edip, 4


dünyanın bakış açısını değiştirmek zorundayım aslında. Bunun için çabalıyorum. Beni keşfetmiyorlarsa ben kendimi insanların sunumuna zorla vermek durumundayım. Hazır materyaller var elimde. Niye küçümsüyorlar ki Türkiye’den bir müzisyeni? Küçümsenecek bir iş yapmıyorum ben. Güncel müzik yapmıyorum, düşünce müziği yapıyorum. Elektronik müzik yapmıyorum, modası geçecek müzik yapmıyorum, teknolojiyle müzik yapmıyorum, fişi çekilecek bir enstrüman çalmıyorum. Tahta müziği yapıyorum ben. Sahne de olmasa, ışık da olmasa, bir ayı ininde bile olsam yine aynı müziği çalabiliyorum. Akustik müziğin aşığıyım çünkü.

yüzden egoistlik yapıp babamın arşivini alamazdım, şimdi artık insanlar klasik müziği öğrenecek o geniş arşivle.

DÜNYAYI YOK EDİYORUZ Yasemen: Peki müzikal anlamda, müziğin mi yoksa sözlerin mi mesajını arıyorsunuz? Ben parmağımla mesaj vermeye çalışıyorum. Mesajım şarkı sözüyle değil. Dinleyicim zorlanacak, parmağımdan çıkan müzikle hayal kurmak çok zor. Efsane piyanistleri dinleye dinleye onların ne yaptığını anlamak gerekiyor. Beni canlandırmayan, bana hayal kurma imkânı vermeyen bir müziği niye seveyim? Müziğin bana bir şey anlatması lazım. Müzik düşüncedir yahu, dinleyince insanın tavrı ortaya çıkar. Yoksa ağustos böceği gibi eğlenmek hiç olmaz.

Yasemen: Genelde insanlar caza klasik müzikten sıkıldıkları için yöneliyorlar, çünkü belirli bir yerden sonra klasik doyurmamaya başlıyor. Sizinki de böyle mi, yoksa çocukluktan beri bir caz dinleme ediminiz var mıydı? Benim geçmişim klasik müzikti, fakat hiçbir zaman klasik müzikten sıkıldığım için caza girmedim. Caz bir uzay boşluğudur, klasik de bir okyanustur. Birinin dibi var, diğerinin yok. Cazda nereye gittiğini bilmiyorsun, alabildiğine çıkıyorsun. Ama okyanusun en derin yeri on bin metreyle Mariana Çukuru. Cazın ucu bucağı yok. Caz dinleyen insan entelektüel olur, caz dinleyen insan düşünen insandır. Caz dinleyen insan sigara içip izmaritini arabasının camından atmaz, arabasını kaldırıma park edip yolu kapatmaz, küfür etmez, asansörde birini görünce selam verir. Caz dinleyen insanın pratik düşüncesi, zekâsı, toplum içinde bir liderlik konumu olur; bu böyledir. Klasik müzik de çok saygın bir müziktir, değerlidir ve her caz müzisyeni klasik müzik eğitimi alır. Ben evde klasikle doğdum büyüdüm, babamın bir arşivi vardı. Büyüyünce “İster misin,” diye sordu, istemedim. Arşiv şimdi Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde. Klasik müzik dinlerim, ama caz kadar çok değil. Bu

Hasan Basri: Bill Evans’ı bu söylediklerinize örnek gösterebilir miyiz? Bana hayatta en çok hayal kurduran caz müzisyeni de Bill Evans’tır. Ona minnet duyuyorum. Bana müziği öğretti, müziklerinde insanlarla olan ilişkiyi anlattı. Evlenirken Bill Evans dinleyerek karar verdim mesela. Akıl hocam odur, ona danışırım, karanlık bir odada onu dinlerim. Caza yeni teknikler getirdi. Müzikteki demokrasiyi o getirdi. Herkesin kendi ruhunu anlatmasına olanak veren interplay sistemi ortaya attı. Hayatımda hiç Bill Evans şarkısı çalmadım, çalmam. O öyledir, yapılmıştır ve onu bozmam. Öğüttür o benim için. Çalabilirim, ama olmaz. Kutsalını bozmaktır bu. Yasemen: Peki caz ve klasik müziğin dışında, Türk kültür müziğini de bu ayarda bir kefeye koyabilir miyiz?

5


Hasan Basri: Peki caz yayılınca ne olacak? Mutlu olacaksın. Dinlediğin şeyden zevk alacaksın. Bu müzik yayıldığında vicdanını da dinleyebileceksin. Caz müzik dinleyen biri vicdan sahibidir. Çünkü sanatla uğraşan insanlar hiçbir zaman arsız, yalancı insanlar değildir. Sanatla ilgilenen insan çevreye karşı duyarlıdır. Sen de duyarlısın. Ülkenin bu durumu, pek çok insanın haksız yere ceza evlerinde kalması, doymak bilmeyen insanların ceplerini doldurması seni rahatsız etmiyor mu? Senin geleceğin bu. Otuz sene, kırk sene sonra böyle giderse neler olacağını görmüyor musun? Benim de on dört yaşında kızım var. Rahatsız oluyorum. Her yeri yıkıp döküp alışveriş merkezleri yapmak nedir? Konser salonlarımız yok, opera ve balenin üstünde sürekli bir baskı var. Kültür ve sanattır ülkeleri yönlendiren, yükselten. Ben yaşlılığımı şimdiye kadar yayınlanmış on dört albümüme gömdüm. Benim beklentilerim belli; ölene kadar piyano çalabilmek, kızıma güzel bir gelecek sunabilmek… Ondan sonra da beyaz bir örtüyle atıyorlar seni buradan, hiçbir şeyini de götüremiyorsun. Mısırlı firavunlar her şeyi götürmüşler, ama başaramamışlar. Dünya malı dünyada kalır. Sadece arkandan anılırsın; ya “Allah belasını versin,” derler, ya da “İyi müzisyendi”. Zihinle, beyinle, demokrasiyle; bilginle, görgünle, kültürünle beğenmediğini değiştirmeye, layık olduğun yere kendini getirmeye çalışacaksın bu hayatta. Olay budur.

Koyarız. Osmanlı’dan bu yana çok besteci var, geleneksel Türk musikisi var, halk müziği var, ozanlar var. Nasıl ki Türkiye’de ozanlar taşlama yapıyor, Amerika’da da Blues o. Nasıl ki Amerika’da 1950’lerde When I Fall in Love yazılmış, burada da Münir Nurettin Selçuk Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık’ı yazmış. Bunlar dünyanın ekolojik dengesi bozulmamış, teknolojinin araya girmemiş, tabiatın yok edilmemiş zamanlarının müziği. Yasemen: Cazın geleneklerle beslenmesi taraftarı mısınız, yoksa tamamen yepyeni buluşlarla bezenmesi gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Geleneklerle beraber. Geleneğin kendi kokumu, insanlarla, köpeğimle, kızımla ilişkilerimde yansıtmasını istiyorum. Yani bugün ne hissediyorsam, onu cazla anlatmaya çalışıyorum. Yaptığım müziği de akustik, geleneksel kokular içinde, çağdaş soundlarda, bugün yaşadıklarımın çağdaş müziği olarak tanımlayabilirim. Karım üniversitede okurken ben ona mektup yazardım, o da bana yazardı, içine gül koyup parfüm sıkardı. Şimdi saçma geliyor insanlara. Duygular kayboldu, hızla tüketiyoruz duyguları. Aşklar arasında heyecan kalmadı. Ben çocukken boğaz köprüsü falan yoktu mesela, her taraf dutluktu. Hayat daha pastel renkli, daha güzeldi. İnsanların saygısı, tabiatın sana verdiği nimetler yok oldu. Dutluklar kesilince ipekböcekleri yok oldu, çocukken gördüğüm tavşanlar tilkiler artık yok. Dünyayı yok ediyoruz. Cahil bir rant, cahil bir arsızlık ve yüzsüzlük her şeye sahip olma hırsıyla dünyayı yok ediyor. Bu zihniyet var olunca, müzikler de elektronikleşti, akustik bitti.

HER YERE AVM YAPMAK NEDİR? Hasan Basri: Yine de istemeden de olsa büyük bir bombardımana maruz kalıyoruz. Bir alışveriş merkezinde, taksiye binince, her yerde başka bir müzik var. Bize zorla pompalanan müzikler gazoz gibi; açıyorsun gazı kaçıyor, tadına bakıyorsun döküyorsun. Müzik dediğin kitap okurken sana eşlik etmeli mesela. Bu yüzden bir restorana gittiğimde müzikli bir yerse dayak yemişe dönüyorum. Oteller en güzel yerlerdir. Çünkü asansör müziği denen kaliteli bir müzik vardır. Bunu moda gibi düşüneceksin. Bir siyah ayakkabının modası hiçbir zaman geçmez, ama görüyorsun ne topuklular çıkıyor piyasa. Modacılar türlü ayakkabılar, sandaletler yapıyor, ama caz o siyah ayakkabıdır her zaman için. Özgürlüktür o siyah ayakkabı, içinde başka bir şey vardır. 6


10bir Muhsin Cevahir

Beautiful Tango – Hindi Zahra You Will Never Know ­ Imany Propuesta Indecente – Romeo Santos Pumped up Kicks – Foster the People Liar Liar – Cris Cab Am I Wrong – Nico & Vinz Made to Love – John Legend She Will Be Loved – Maroon 5 Your Song – Ellie Goulding It’s On Again – Alicia Keys All of Me – John Legend


Bana sorarsanı z; müzi ği n en hari ka yanı , herkesi n yapabi l eceği bi r şey ol ması .

- Jarvi s Cocker


MÜZİKTE MÜKEMMELLİK VE POPÜLERLİK/TOPLUMSALLIK ÜZERİNE Yasemen AKTAŞ

A

redeyse tümü eşlik niteliğindedir, klasik müzikte ise enstrüman(lar) melodiyi ön plana çıkarmak için ellerinden geleni yaparlar. Vokal tek başına bir melodiyi temsil eder ama gözlemlerim sonucunda insanların melodiyi salt bir çözücü gibi algıladığını fark ettim. Çözücü kelimesiyle sözleri enstrümanların hareketlerine uyumlu bir şekilde müziğe yediren bir unsuru betimlemeye çalıştım. Buradan çıkardığım bir diğer sav/soru ise insanların müzik dinlediğini zannederken aslında şarkı dinledikleri oldu. Şarkı artık benim için sözlerin/şiirselliğin, müziği gölgelediği bir tür. Çevremdeki insanların bir şarkıyı sevmelerinin nedeni çoğunlukla sözlerindeki anlam ya da etkileyicilik gücü. Şayet şarkı müziği geri plana atıyor olmasaydı, enstrümantal kısmın hep aynı motiflerle ilerlediğini çabucak fark etmemiz gerekirdi. Benim mesela 15 yılımı aldı fark etmek. Bu noktada, minik bir beyin fırtınasıyla en sevdiğiniz şarkıları düşünüp karşılaştırmanız faydalı bir egzersiz olabilir. Size en öncelikli olarak önyargılı davranmamanızı öneririm, sonuçta şarkı dinlemek kötü bir şey ya da bir suç değil. Sıkıntılardan uzaklaşmak, kafa dağıtmak ve rahat hissetmek için en zararsız yollardan biri hatta. Belki de bazı duyguları yaşamadan hissetmenin en kolay yolu. Şarkının müzisyen damarımı parçalayan yönü, bestecilerin eserlerine gereken özeni göstermemesi ve kolaya kaçması. İstisnalar mevcut elbette, yine matematiğe sığınmak gerekirse bestecilerin en az %80’inin söylediğim durumda olduğunu iddia ediyorum. Hatta söz ettiğim çoğunluğun insanlar tarafından daha çok beğenildiğini de promosyon olarak iddia ediyorum. Toparlayacak olursam, bence şarkı denen şey çağımızda müzikli şiirden başka bir şey değil. Şiir okumaktan zerre haz duymayan insanların da şarkılardan keyif alıyor olmasıysa ayrı bir paradoks.

lışkanlıkların hayata tezahürü düşündüğümüzden daha fazladır. Günlük hayattan sayısız örnekle savım tartışılabilir, lakin benim anlatacaklarım umuyorum bu günlük hayat örneklerinden daha ilgi çekicidir. Şimdi size desem ki, her şeyin kusursuz gittiği monoton bir dünya ile risk ve fırsatların bulunduğu inişli çıkışlı bir dünya arasında seçim yapın. Bazı sivriler ve anarşistler, bir de “tuzak” diyenler dışında sanıyorum ki çoğumuz ağzımıza üzümlerin verildiği, serin rüzgarların estiği mükemmelliği yeğleriz. Hayatın bir alt kümesi olan müzikte de çoğu zaman aynı şıkkı seçtiğimiz (ya da seçmek zorunda bırakıldığımız) doğrudur. İşte konu. Acı haberi tez yayayım; klasik, caz ve alternatif türler dışındaki tüm (evet tüm) müzik türleri aşağı yukarı aynı müzikal denklemler üzerine kuruludur. Denklem kelimesi buraya oldukça uygundur, çünkü çocukluğunuzdan beri duyduğunuz o müziğin matematikten ibaret olduğu cümlesi yanlış denemez. Elbette cümle biraz keskin lakin bana sorarsanız, yarı bilimsel bir tavırla söylüyorum, müziğin algısı %70’ten fazla matematikseldir. Bu yazıyı sizi üzmek için kaleme almadığım aşikâr, müjdemi de vereyim öyleyse. Hani o çok kullanılan, o çok popüler denklemler vardı biraz önce söz etmiştim; işte o denklemler en mükemmel uyumların kullanımını öngörür. (Şunu da not etmek isterim ki buradan itibaren söz edilenlerde Batı müziğinin tampere düzeni baz alınmıştır.) Uzun lafın kısası, müziğin popüler türlerinde her parça size aşağı yukarı aynı şeyleri, ama kusursuz şeyleri tınlar. Klasik müziği bu noktada ayrı bir yere koymak isterim. Özellikle barok dönemde oluşturulan eserlerin temeli yine bu popüler denklemlerdir, fakat melodik anlamda fark yaratırlar. Gündelik müzikte melodiler genelde vokalle yansıtılır ve enstrümanların ne9


Sözün müziğin önüne geçtiği bu durumun kökü romantik döneme dayansa gerek. Çünkü barok dönemdeki sözlü müzikleri incelersek yine karmaşık müzikal denklemlerle karşılaşırız. Bu noktada barok dönemde de sözsüz müziğin sözlü müzikten daha kompleks olduğunu hatırlatır ve bunun son derece doğal olduğunu da belirtmek isterim, sonuçta söz yazılmış bir müzikte sözleri haybeye yazmıyorlar. Romantik döneme değinecek olursak tıpkı edebiyatta olduğu gibi, müzik de salt kulağı şenlendirmekten ziyade başka amaçlara hizmet edecek hale getirilmiştir. Dönemde melodiler karmaşıklaşsa dahi kullanılan armonik denklemler sınırlıdır (çağdaş romantiklerden bahsetmiyorum). Müziğin bu yeni amaçlarını daha da somutlaştırmak için insanlar dilin gücü ve kesinliğinden yararlanarak şarkılar yazmışlardır. Ben aslında bunlara şiir demeyi yeğlerim, çünkü özellikle belirli siyasal olaylardan sonra yazılan şarkı sözlerine dikkat ederseniz her birinin başlı başına bir şiir oluşturduğunu fark edersiniz. Şiir oluşması bana göre kaçınılmazdır çünkü ben müzikalitesi olan her söz öbeğini şiir olarak görürüm. Ve bence şiir, şiir olarak güzeldir. Fon müziği denen şeyi kabul edebilirim belki ama şiirlerin, bestecilerin ufuklarını kısmasından pek hoşlanmadığım da bir gerçek. Tam da bu nedenle, tamamen kişisel olarak, politik müziklerden hiç mi hiç hoşlanmıyorum. Seçim şarkılarıysa beni çılgına çeviriyor. Klasik müzikten ve onun iki döneminin getirdiklerinden kısaca söz açsam da, sofistike bir müzik türü olan caza şu ana kadar değinmedim. Müzikte toplumsallaşmanın getirilerinden söz etmeden geçemezdim çünkü caz da toplumsal güdülerle ortaya çıkmıştır lakin müzikalitesi oldukça karmaşıktır. Caz “fıtra-

tı” gereği kural dinlemez ve yeni denklemler üretmeyi amaç haline getirmiştir. Cazcıların bu yenilik denemeleriyse klasik müzikten dahi daha karmaşık uyumların keşfedilmesine ortam hazırlamıştır. Belki de çağdaş romantiklerin komplike tarzının sebebi de, cazla hemhal olmalarıdır, ne dersiniz? Bitirmeden evvel, söylediklerimin çoğunun kaynağı kişisel gözlemlerim. Amatör bir müzisyen olmam dolayısıyla yanıldığım noktalar olabilir. Ama bildiğim bir şey var ki o da gündelik müzikte duyduğumuz denklemlerin dışına o denli kolay çıkamadığımız. İnsanların caz ve klasik müzikten çabucak sıkılmalarının nedenini de bu önermeyle açıklayabilirim. Dinlediğimiz -ve dinlettirildiğimiz- müziklerde aynı melodilere bağımlı bırakılıyoruz. Burada edilgenliği özellikle vurguluyorum, çünkü popüler kültürün özünde bir enjeksiyon, empoze, dayatma, ya da nasıl betimlerseniz ondan var. Tekrarlamak isterim ki şarkılar asla kötü değildir fakat basittirler -müzikal anlamda-. Bu yüzden çevremde sıkça duyduğum “kaliteli şarkı” deyimi bana pek de bir şey ifade etmiyor. Nedeniyse kalite ölçütlerimin müzikaliteye dayanması, genelde şarkıların şairane yönleriyle kalite belirleniyor. Çünkü şarkı besteleri, güftenin önüne geçmemesi amacıyla en mükemmel -en akışkan- uyumlar kullanılarak yaratılıyor. Bu da bestecilerin daha rahat melodi yaratmasına olanak sağlıyor, sonuçta hep kullandığınız bir armonik sistem üzerinde daha rahat çalışabilirsiniz. Bu melodiler de şarkı sözlerini, armoninin içine yediriyor. Melodi önemlidir hem de çok önemlidir, müziğin algılanan ilk tarafıdır. Fakat söylediklerim ışığında -popüler- şarkıları bir de enstrümantal fonları yönünden inceleyin. Belki yedi yüz kez

“Şimdi size desem ki, her şeyin kusursuz gittiği monoton bir dünya ile risk ve fırsatların bulunduğu inişli çıkışlı bir dünya arasında seçim yapın. Bazı sivriler ve anarşistler, bir de “tuzak” diyenler dışında sanıyorum ki çoğumuz ağzımıza üzümlerin verildiği, serin rüzgârların estiği mükemmelliği yeğleriz.”

10


tekrar ettim, bunlar kalitesizlik değildir, mükemmeldir; ama basittir ve monotondur. Umuyorum hayatta da müzikte olduğu gibi mükemmelliği en basit şekilde yakalarsınız ve kulağınızı en “kaliteli şarkılarla” haşır neşir kılarsınız. Sevgiyle ve müzikle.

11


Yerdeniz'de Feminizm İzleri

Zeynep Camuşcu

Yerdeniz (The Earthsea), bilimkurgu ve fantezi yazınına ilgi duyanlar için çok da yabancı olmayan bir isim. Yerdeniz’ den, içinde bulundurduğu “feminist” olarak değerlendirilebilecek ögelerden bahsetmeden önce, bu evrenin yaratıcısı Ursula K. Le Guin’i tanımakta fayda var. Le Guin, 85 yaşında hala yeni dünyalar yaratabilen, deyim yerindeyse hayat enerjisini bu dünyalardan alan “kadın” bir yazar. Bu vurguyu yapmak her ne kadar hoşuma gitmese de, bilimkurgu dünyasındaki erkek egemenliği göz önüne alındığında, Le Guin’i başarılı kılan biraz da bu erkek egemen toplulukta özgün bir şekilde ayakta kalmış olması. Antropolog bir baba ve yazar bir annenin ona kattıklarını yadsımadan; sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve tabii ki felsefeden ilhamla yazan Le Guin, bilimkurgu ve fantezi dünyasındaki “fen bilimleri” temalarından sıyrılıp sosyal bilimler ışığında toplum olmayı, insanı, toplumun dayattığı kadınlık rollerini, güç ve mülkiyet kavramlarını odağına yerleştirir. Yerdeniz Serisi, Ursula K. Le Guin’in tanınırlığına en çok katkıda bulunan çalışmalarından kuşkusuz ki en kapsamlı olanı. Büyümek, cinsellik, ölüm, güç, yeniden doğuş ve özgürlük temaları çerçevesinde ele alınabilecek beş kitap, yazarın “Yerdeniz Öyküleri” adı altında topladığı, aynı coğrafyada geçen altıncı bir kitap ile tamamlanıyor. Le Guin her fırsatta feminizme olan inancını, bu yolda kitaplarındaki

kahramanların nasıl bir değişime uğradığını ve feminizmle tanışma hikâyesini anlatmaktan çekinmez. Bu tanışmanın kaynağı olarak yazar, annesi tarafından ona hediye edilen Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” kitabını gösterir. Le Guin yazma sürecinin başında bulunduğu 60’lı yıllarda, bilimkurgu yazınındaki erkek kahraman bolluğuna kendisinin de katkıda bulunduğunu aktarır. Çünkü okuduğu, esinlendiği, örnek aldığı tüm kitaplar erkek kahramanlar üzerine kurulmuştur. Ancak feminizmi keşfetmesi, araştırması ve benimsemesi zamanla ortaya Le Guin’in konu üzerindeki fikirlerinin yansıtıcısı olacak çarpıcı kadın karakterler çıkarır. Yazımı 33 yıl gibi uzun bir süreye yayılan Yerdeniz de bu değişimden nasibini almıştır. Büyücü Ged’ in hikâyesi olarak başlayan seride, özellikle son iki kitapta Tenar ve

12


Tehanu adını taşıyan kadın kahramanlar ön plana çıkar.

"Evrensel sorunları işlemek ve onlara kendince çözümler getirmek için yeni evrenler kurmayı benimseyen Ursula K. Le Guin, kuralları bizimkinden tamamen farklı bir dünyada “kadın olma sorununu” büyük bir başarıyla ele almıştır."

Büyücü Ged’ in güç kaybetmesi, Tehanu’ nun gücünün ortaya çıkmasıyla dengelenmiştir. Tenar ise son iki kitapta çizildiği “orta yaşlı kadın” portresi çerçevesinde, kadınlık rollerini geride bıraktığı yaşamı üzerinden sorgular. Rahibe olarak geçirdiği gençliğinden sonra özgürlüğe kavuşmuş, ancak kavuştuğu bu özgürlük içinde bir çeşit içgüdüyle rahat hissedememiştir. Bu rahatsızlık hissi onu evlenmeye; Yerdeniz toplumuna getirdiği barış halkasından dolayı sahip olduğu üstün statüye sırt çevirip kendi söylemiyle “basit bir çiftçi eşi” olmaya itmiştir. Tenar, hikâye içerisinde yaptığı bu sorgulamalarla toplumsal kadın rollerine dair yazarın düşüncelerinin yansıtıcısıdır. Yine Yerdeniz toplumunda büyü gücü olan kadınların, yani “cadıların” habis ve güçsüz olarak nitelenmesi, Tenar’ın dostu cadı Yosun karakteri ile somutlaşır. Gerçekte iyi niyetli ve yardımsever olan Yosun, büyü gücüne sahip erkekler tarafından küçük görülmektedir.

Gündelik yaşamda kadın ve erkek arasında paylaşılması gereken sorumlulukların karşılaştırılmalı ele alınması da vurucudur. Bu noktada Le Guin Yerdeniz’ de karşılaştığımız ilk kahraman olan Ged’ i de ideal eş olarak kurgular. Tenar’ ın bulaşık yıkayan, masayı toplamasına yardım eden Ged ile bu işleri her daim kadınların görevi olarak gören eski eşi ve oğlu arasında yaptığı karşılaştırma, Tenar bu farklılığın nedenini sorgularken okuyucuyu da basit sorumluluklar üzerine düşündürür.

Bir başka çarpıcı örnek de Tenar’ın kralın sarayındaki soylularla yaptığı sohbetlerde gizlidir. Tenar sırf kadın olduğu için (statüsünün yüksekliğine rağmen) , karşı tarafın onu duymazdan geldiğini birden çok yerde aktarır. Kralın sarayında bir prensesle konuşurken içten içe kadınların ne kadar soylu olurlarsa olsunlar gücü bir erkek yoluyla elde ettiklerini acı şekilde düşünmesi de yine feminist bir vurgudur.

Son olarak, Tehanu karakteri özelinde kadınların mücadele ve sabırla güçsüzlükten güce kat ettiği yol aktarılır. Güçsüz, zayıf ve kırılgan bir kız çocuğu olarak erkekler tarafından ona yaşatılan travma, yerini erkeklerin dahi (!) kabul etmek zorunda kaldığı ve hatta muhtaç olduğu bir egemenliğe bırakacaktır. Büyüme sürecinde Tehanu’ yu ona zarar verenlerden uzak tutmak için sürekli bir çaba gösteren Tenar, kendine karşısındakilerden korkmaması gerektiğini her hatırlattığında kadın okuyucunun kafasında da aynı söylem yankılanır: “Mücadele edildiği sürece kadın olmaktan korkulmamalıdır.”. Evrensel sorunları işlemek ve onlara kendince çözümler getirmek için yeni evrenler kurmayı benimseyen Ursula K. Le Guin, kuralları bizimkinden tamamen farklı çizilmiş bir dünyada “kadın olma sorununu” büyük bir başarıyla ele almıştır. Yerdeniz derinliğiyle daha pek çok açıdan incelenmeye, okunmaya ve yorumlanmaya açık bir seri olarak değerlendirilmelidir. Özellikle güç, güç sahibinin psikolojisi, gücün getirdiği sorumluluklar ve gücün kaybı ardından yaşanabilecek olası sorunlar üzerine düşünmek isteyenler için de Yerdeniz doğru bir tercih olacaktır. İyi okumalar! 13


Dennis Oppenheim ve oğlu Erik 'Two Stage Transfer Drawing' adlı perfomansı gerçekleştiriyorlar. (1971) Birbirlerinin sırtlarına çizdikleri çizgileri hissederek farklı düzlemlere aktarmaya çalışıyorlar.


Çokuluslu Kültürden Milli Kültüre Cemre Edip YALÇIN

Y

azımız tarihsel içerikli bir yazı olacak ancak bu kısma geçmeden önce mevcut anayasadaki şu ibareye dikkat çekmek istiyorum: “B A Ş L A N G I Ç / Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; ”Evet, mevcut anayasanın niteliklerine ve içeriğine böyle bir girizgâhla başlanıyor. Peki, Osmanlı Devlet’i gibi kozmopolit bir kültürden “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışına” dayalı bir ülkenin kültür nasıl oluşturuldu? Tüm dünyaya milliyetçilik fikri Fransız Devrimi (1789) ile beraber yayılmaya başlandı. Osmanlı’nın çokuluslu yapısı, coğrafi yakınlığını da göz önünde bulundurursak, milliyetçilikten fazlasıyla etkilendi. Zamanında Osmanlı’nın hükmettiği coğrafyalarda günümüzde onlarca irili ufaklı devlet var ve pek çoğu “ulus” esasına göre bağımsızlığını sağlayıp sınırlarını bu doğrultuda şekillendirmiştir. Osmanlı’nın egemen gücü olan Türkler de milliyetçilik akımından etkilendiler. Milliyetçiliğin ilk izlerini Ahmet Vefik Paşa’da ve bazı Osmanlı bürokratlarında görsek bile esas “uyanış” Rusya’dan gelen Yusuf Akçora, Sadri Maksudov, Zeki Veledi Togan, Ahmet Agayev (Ağaoğlu), İsmail Gaspranskiy (Gaspıralı) gibi Türk aydınlarınca başladı. Özellikle Mustafa Kemal’in de ilerleyen yıllarda sıkça danıştığı Yusuf Akçura’nın 1904 yılında yayımladığı “Üç Tarzı Siyaset” makalesi bir anlamda Türkçülüğün siyasal manifestosu niteliğindedir. 1900’lerin ilk yıllarında Türkçülük tartışmaları aydın çevrelerle kısıtlıyken Balkan Savaşları hezimeti sonrasında İttihat ve Terakki kadrolarınca benimsenecek ve bir siyasal düzleme oturtulmaya çalışılacaktır. Daha önce Osmanlıcılık, Ümmetçilik, Batıcılık fikirleri bir giysi gibi giyilip çıkarılmış, şimdi sıra Türk milliyetçiliğine, hatta ötesine, pan-turanizme gelmişti. Bu maceranın sonuçları da malumunuz zaten. Bu “Turancı” hareket İttihat ve Terakki kadrolarının ülkeyi terk etmesinden sonra Anadolu’da zayıflasa da

Rusya’daki Türkler tarafından sahiplenildi. Bolşevik Devriminin kaotik siyasi konjonktüründe başını Sultan Galiyev’in çektiği siyasi aktörler bir hayli çabalasalar da ilerleyen yıllarda Stalinci komplonun ve Rus şovenizminin Sovyet iktidarında güç kazanmasından sonra bu idealleriyle yok olacaklardır. Tekrar Anadolu’ya dönecek olursak Attilâ İlhan’ın belirttiği “Elde fikriyat diye galiba Yusuf Akçura ile Turancılığı – ayıklanmış- Ziya Gökalp; sanat diye ise Ömer Seyfettin’le Mehmet Emin vardır” (Şöyle mi Baksak-1983) gibi kısır bir ortam vardır. Emperyalist güçlerin elinden bağımsızlığını kazanan yeni ulus devlet, ideoloji ve kültür anlamında böyle zayıf bir ortamda kuruluyordu. Turancı düşünce yeni ulus devlet tarafından terk edildi. Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları (1923)” eserinde Turancılık fikrini “uzak mefkûre” ilan etti, onun ardından dönemin ünlü

15


Türkçülerinden olan Halide Edip, Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura gibi isimler de Turancılık fikrini bıraktıklarını belirttiler. Entelektüel anlamda da yeni ulus devletin milliyetçi karakterini güçlendirmek için seferberlik başlatılmıştır. Anadoluculuk fikrine kayan Yakup Kadri, Halide Edip, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Köprülüzade Mehmet Fuat, Falih Rıfkı gibi aydınlar yazdıkları eserlerle milliyetçi bir kültür birikimi yaratmaya çalışmışlardır. Yine bu dönemlerde, özellikle 30’lu yıllarda, Selçuklu-Osmanlı ümmet mirasını radikal bir biçimde reddeden ulus devlet akademik alanda da Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi şovenizme varacak, bilimsel metotlardan uzak bir akademik çevre/dayanak yaratmaya çalışıyordu. Öte yandan özellikle 30’lu yıllarda ve takip eden 40’lı yıllarda İtalya, Almanya ve İspanya’da güçlenen faşist dikta rejimleri Türk siyasetinde ve düşünce çevrelerinde “uyuyan devi” uyandırmıştır. Özellikle dönemin CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in İtalya gezisi bu noktada oldukça önemlidir. Bu Avrupa seyahati sonrasında Recep Peker, Yusuf Kemal Tengirşek, Yusuf Hikmet Bayur ve Türk hukuk sisteminin kurucularından Mahmut Esat Başkurt ile beraber siyasi platformda parti içindeki konuşmaları ve uygulamalarıyla, akademik platformda da “Türk İnkılâp Tarihi Enstitüleri”ndeki konferanslarıyla ulus devlet kurma ülküsüne Türkçü bir “yorumlama” getirmiştir. Akabinde “hâkim kadrolar” sistematik bir yöntemle şöyle bir ortam yaratmışlardır: “Divan musikisine karşı halk musikisi, divan edebiyatına karşı halk edebiyatı, ‘halkçılık’ etiketi altında gündeme getirilmiştir. Gökalp ve Yurdakul’un ‘hece vezni’ artık ‘ulusal vezin’ haline getirilmiştir.” (A.İlhan 1983) 20’li ve 30’lu yılların sözde devrimci kadrolarının bu çarpık uygulamaları ilerleyen yıllarda tam anlamıyla pratik bir karşılık bulamamıştır. Bin bir güçlükle (!) yaratılan ulusal burjuvazi ve komprador aydın sınıfı uluslaşma sürecinin yoğun çaba gerektiren ideolojik ve kültürel sorumluluğunun altından kalkamamışlardır. Ulusal bir estetik üslubun gelişmesi şiirde Nazım Hikmet, Ahmet Arif; düzyazıda ise toplumcu gerçekçi yazarların roman ve öykü yazmalarıyla gerçekleşecektir. Yazımızın başında verdiğimiz anayasamızda geçen “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışına” göre tanımlanan Türkiye’nin milliyetçilik siciline kısa bir bakış attık. Anlaşılan yıllardır sorgulanan ulusal kültürün yapısı üzerine daha söylenecek çok söz, okunacak çok kaynak, tartışılacak çok platform olacak. Referans: Attilâ İlhan, Ulusal Kültür Savaşı, Bilgi Yayınevi, 1986

16


Evrensel Sırrımız Gizem Karakaya

Genetik bilimi yalnızca son bir asırdır hayatımızda ki bu, yazının icadından itibaren başlayan tarih biliminin yanında kısa bir zamanı kapsıyor gibi görünüyor. DNA’nın keşfiyle başlayan ve kısa zaman içerisine sığdırılan gelişmeler bir hayli fazla ve bir o kadar önemlidir. Ancak genetik de doğası gereği yaşamın başladığı ilk andan beri var olmuştur. Öyle ki, ‘genetik’ Yunanca ‘genesis’ kelimesinden türemiştir ve anlamı ‘köken’ demektir.

Insan Genom Projesi Projenin amacı bir insanın tüm genlerini haritalamak, onu diğer insanlarla aynı ve farklı kılan genleri tespit etmektir. Her bir hücremizde bulunan DNA’mız 23 eş kromozomdan oluşur. İnsan Genom Projesi bir insan genomunun bütün bir harf dizilimini (yaklaşık 6 milyar) teker teker okumayı hedeflemiştir. Projede DNA’larının üzerinde çalışılmasına izin veren yaklaşık 100 kişi kan örneklerini bağışlamıştır ve denekler dahi sırrı açığa çıkacak şanslı birkaç DNA örneğinin kimden geldiğini bilmemektedir.

İlk insanlar yaşamın sırrının kendilerinde saklı olduğunu bilmiyorlardı belki, ancak bugün gelinen noktada bilim adamları DNA’larımızda gizli olan sırrı çözmekle kalmıyor, aynı zamanda izleyici koltuğundan kalkıp olaylara müdahale etmeye başlıyor. Öyle ki, bir bebeğin bugün daha doğmadan yaklaşık altı milyar harfle yazılmış kodlamasını bilebiliyoruz.

Proje 1989 yılında Amerika’da bir grup bilim insanının, insan genomundaki proteini kodlayan ‘ekzan’ isimli bölgenin baz dizilimini bulmak istemesi ile başlamıştır. Bu projenin devamı niteliğinde gelişen İnsan Genom Projesi ise 1990 yılında ‘tüm zamanların en özel günü’ olarak dünyaya ilan edilmiştir. 9 sonra Amerikan Enerji Ajansı (DOE) ve Ulusal Sağlık Enstitüsünün (NIH) desteği ile gelişmiş ve aralarında İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Çin ve Kanada’nın da bulunduğu 18 ülkede birçok enstitü ve gönüllü kuruluş tarafından destek görmüştür. Maalesef ki Türkiye’de bu proje ile ilgili çalışmalar yapan bir kurum henüz bulunmamaktadır.

Bu noktaya gelene kadar nice bilim insanı genetik alanında çalışmalar yapmıştır. Her alanda olduğu gibi, genetik alanında da bazı bilim insanları kendilerinden sonrakilere öncü oldukları için öne plana çıkmaktadır. Aynı şekilde, bugüne kadar dünyanın her yerindeki üniversite ve enstitülerde genetik ile ilgili yapılan birçok çalışma içerisinden daha büyük çaplı olan araştırmalar öne çıkar. Şimdi bu çalışmalardan iki tanesini inceleyeceğiz ancak başlamadan evvel yazının sonunda bulunan öne çıkan bilim insanlarından derlediğim genetik tarih şeridine göz atmanızı öneririm.

"Yazılmıs en muhtesem tarih kitabı DNA'larımızda gizli olandır." ­ Dr. Spencer Wells 17


Proje Nisan 2003’de tamamlandığında, bizlere ilk defa bir insanın nasıl inşa edildiğine dair bir fikir sundu. Genetik teriminin ilk kullanıldığı günden bugüne, genlerin içinde yatan sırları ve o meşhur kırılamaz şifreyi merak edenler sadece bilim insanları değildi, çünkü proje tamamlandığında en önemli katkısı, insanlara ileride yakalanabilecekleri bir takım hastalıkları önceden haber verebilmesi olacaktı. Nitekim, şu anda bir genetik testi ­maliyeti yüksek de olsa­ kanser, kalp ve şeker gibi tehlikeli hastalıkların

teşhisinde önemli rol oynuyor. Ayrıca projenin katkıları bununla sınırlı kalmayıp gen terapisinden biyoarkeoloji ve evrim sürecine kadar her alanda önemli rol oynuyor. Genetik bilimindeki tüm bu gelişmeler ve bu alanda yapılmış en kapsamlı proje olan İnsan Genom Projesi, yeni çalışmaların yapılmasına imkan sağlıyor. Şimdi de ikinci büyük çalışma olarak ele almak istediğim Genokrafik Projesinden söz etmek istiyorum.

‘İnsanın Türeyişi’ kitabında Darwin, goril ve şempanzelerle yakın akraba olan erken atalarımızın Afrika’da yaşamış olabileceğini belirtir. Ancak Wells, ‘ilk insan’ın peşine düşmüştür ve morfoloji ve tahminlerden oluşan açıklamalardan ziyade elle tutulur kanıtlar aramaktadır. Bizi ilk türe götürecek olan metnin DNA’mızda yazılı olduğunu anlamıştır.

Genokrafik Projesi ‘Senin hikayen. Bizim hikayemiz. İnsanlığın hikayesi.’ sloganı ile 2005’te tanıtılan proje, soyumuzun ne zaman oluştuğunu, birbirimizden ne zaman farklılaştığımızı ve dünyayı nasıl popüle ettiğimizi araştırıyor. Dünyanın her köşesindeki farklı ırklardan topladıkları DNA örneklerini analiz ederek, atalarımızın nereden geldiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Yeni analiz teknolojileri de bize geçmişimizi aydınlatmamız için önemli imkanlar sağlıyor.

Dr. Spencer Wells, önceleri Afrika’da bizzat kendisi gönüllü ararken, proje geliştikçe kan örneği bağışlamaya istekli binlerce kişi bulmuştur. Şu ana kadar projede yaklaşık 700.000 kişinin DNA’ları analiz edilmiştir. Artık projenin resmi internet sitesinde de satışta olan Geno2.0 kiti ile siz de projeye katkıda bulunup atalarınızın nereden geldiğini öğrenebilirsiniz.

Genokrafik projesi, Dr. Spencer Wells tarafından National Geographic kurumuna bağlı olarak yürütülür. Wells “Yazılmış en muhteşem tarih kitabı DNA’mızda gizli olandır.” diyerek bu ucu bucağı belli olmayan hikayenin peşine düşer ve ‘İnsanın Yolculuğu’ (The Journey of Man) adlı kitabında bu baş döndürücü hikayeyi anlatıyor.

Aşağıdaki harita elde edilen bütün verilere göre insanların dünyayı hangi yollar ile popüle ettiğini gösteriyor.

18


Wells’in araştırmalarına göre dünyadaki bütün bu mitokondriyal çeşitliliğe neden olan ortak atamız, "mitokondriyal Havva", 200.000 sene önce Afrika’da evrimleşti. Buna karşılık olarak Y kromozomu ­ilk erkek atamız­ 60.000 yıl önce yaşadı. Bundan sonra bir yandan Asya'nın güney kıyısı boyunca ilerleyen insanoğlu, diğer yandan 50.000 yıl önce Avustralya'ya ulaşıp, daha sonra Orta Doğu'ya biraz daha geç bir tarihte göç etti. İlk grup Orta Asya'ya oradan da 35.000 yıl önce Avrupa'ya ulaştı ve nihayet, küçük bir grup kuzeye yöneldi. Daha sonra Amerika'ya göçüp, nihayetinde son sınıra ulaştılar.

Peki, tüm bunları neden anlattım? Ortak bir ataya sahipsek ve aynı genleri taşıyorsak bu , dünyaya bakış açımızı değiştirebilir. İnsan, evrenin onun etrafında dönmediğini ve tüm evrene bakılınca toplu iğne başı kadar bile bir yer kaplamadığını öğrendiğinde umutsuzluğa kapıldı ve Freud’a göre en ağır darbeyi aldı. Aynı insan evrenin sırrının kemiklerinde, saçlarında, akan kanında olduğunu bilirse kendini daha değerli hissedecek ve içinde yaşadığı topluma, dünyaya, evrene katkı sağlamak için çalışacaktır. Sonuçta Neil deGrasse Tyson’un dediği gibi: “Her insan kendi içinde bir evrendir.”

Genetigin Tarihsel Gelisimi 1858| Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace ‘doğal seleksiyon’ teorisini ortaya koydular. 1859| Charles Darwin’in 'Türlerin Orijini' adlı eseri yayınlandı. 1865| Genetiğin babası olarak anılan Gregor Mendel bitki melezleşmesini biyolojiye sundu. 1869| Friedrich Miescher nükleus ve kromatin yapısını buldu. 1952| Rosalind Franklin DNA’nın helezonik yapısını gösterdi. 1953| James Watson and Francis Crick: DNA’nın çift sarmal yapısını keşfettiler. 1961| Marshall Nirenberg protein sentezinin genetik kodunu kırdı. 1973| Annie Chang Stanley Cohen, rekombinant DNA molekülünü oluşturdu. 1977| Frederick Sanger DNA dizilişi için zincir terminasyon metodunu (dideoxy) geliştirdi. 1983| Huntington's hastalığını kontrol eden genin kromozom4 üzerinde olduğu keşfedildi. 1989| Cystiz Fibrosis hastalığına neden olan kromosom7 üzerindeki proteinin genetik kodu tanımlandı. 1990| İnsan Genom Projesi başladı. 1995| Haemophilus influenzae gen haritası sıralanan ilk bakteri oldu. 1996| İnsan Genom Projesi’nin ‘Bermuda Prensipleri’ halkın erişimine açıldı. 2001| İnsan genlerinin ilk taslağı ortaya çıktı. 2002| Fare gen haritası okunan ilk memeli oldu. 2003| İnsan Genom Projesi’nin tamamlandığı açıklandı.

19


FISILTILAR VIOLET

G

ereğinden hızlı yürüdüğünü fark etti ve adımlarını yavaşlattı. Özel olarak beğendiği ve tadını çıkarmaya çalıştığı veya boşu boşuna hızlı yürümemesi gerektiğinin farkına vardığı zamanlardaki gibi yavaşlattı adımlarını. Ömrünün büyük bir hızla geçmesinden hep korkardı. Hayatın akışına kapılıp zamanın o farkına varmadan geçmesinden, istediği şeyleri yapamamaktan, değerli şeylere zaman ayıramamaktan ve vaktin öylesine geçip gitmesinden dolayı kendisi fark edemeden. Çoğu korkusu gibi bu korkusunu da insanlara söylemez ve kendi kendisine düşünürdü. Çok fazla düşünürdü, en büyük problemi buydu belki de. Düşünmeden anı yaşayıp mutlu olan, eğlenen ve hatta üzülen insanlara çok imrenirdi. Kendisi de mutlu olur, eğlenir veya üzülürdü ama bu duyguları hissederken hep düşünürdü; üstelik geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda düşünürdü ve beyninin içinde olduğunu hayal ettiği o minik çarklar hep döner, döner ve dönerdi. O kadar çok düşünen bir insan için çok ilginç olan bir biçimde hiç düşünmeden konuşurdu. Düşündükleri çok hızlı ağzından çıkar, elemeye ve süzmeye dair fırsatı ancak onları dillendirdikten sonra elde ederdi. Geçen gün bir arkadaşıyla bir konu üzerine konuşurlarken kendisinin düşündüğünü bile bilmediği çok güzel şeyler ağzından çıkmış ve ancak söyledikten sonra böyle düşüncelere sahip olduğunu fark edebilmişti. Çok daha ilginç olansa cümlenin başının “Ben şöyle düşünüyorum…”

20

diye başlamasıydı. Bir oto kontrol mekanizması vardı içinde kendisinin bile nasıl çalıştığını bilmediği. İnsanlardan onay bekliyordu alttan alta, sürekli ve neden olduğunu kendisi de çözememişti henüz. Ve yine bir düşünceyle başlayan zincirin kimyasal bir tepkime gibi alıp başını gitmesi… XXX Bir gelecek hayal ettiğinde hep o aradığı, beklediği şeyin geleceğini umarak vaktin ellerinden kayıp gittiğini hissedeceğini ve o şeyin asla gelmediğini, bütün ömrünün onu beklemekle geçtiğini fark ettiği zamanın ömrünün son demleri olacağını düşünüyor ve ürperiyor, korkuyor ve umutsuzluğa kapılıyordu. Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti? Böyle, hiçbir mutluluk gelmeden, daha henüz beklerken, özellikle hayatının nasıl hiçbir şeyin farkına varmadan geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey yapmanın mümkün olmadığını da görerek, böyle çürümek, bitmek, ona pek insafsızca, pek acı geliyordu. Halbuki, işte onda yaşamak için daha şiddetli bir istek, mutluluktan yoksun olmamak, hayatını kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, gerekirse mücadele yeteneği vardı. Fakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa, kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar… hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle, görerek, anlayarak, bile bile hayat ve mutluluktan el çekmeye dayanmaktan başka


bir şey mümkün değil mi?* Ne beklediğini bilmiyordu, ne aradığını da. Bir şey. Bir şey ama ne? Zihninde ne bir imge, ne bir sözcük, ne bir harf, ne bir görüntü, ne bir ses; hiçbir şey oluşmuyordu. Bulana kadar ne olduğunu bilemeyeceğini düşünüyordu ve bu düşünce onu daha büyük bir paniğe sürüklüyor, kalbi göğsünün içinde daha hızlı atmaya başlıyor, sanki göğsü tarafından sıkıştırılıyormuş gibi oluyor ama his geldiği gibi hızla gidiyor, kalbi yatışıyordu. *Mehmet Rauf – Eylül

Bir insanın gözlerine baktığında apaçık duyguları bile anlayamazdı. Acı bir durumdu. Acı dramatik bir kelimeydiyse eğer, üzücüyle de yer değiştirebilirdi. Gözleri okumakta beceriksizdi lakin zor bir işti o. Ses tonlarındaki yapmacıklığı anlayabilirdi fakat o konuda da şanssızdı, karşısındaki ayırt edemeyeceği derecede iyi bir oyuncuydu. Oyuncudansa yalancıydı, oyunculuk bir sevimlilik havası barındırıyordu üstünde, bu durumda geçerli olmayan. Üzücü bir durumdu.

XXX

XXX

Bir de bakış açıları vardı evet, karşısındakinin hayata bakış açısıyla kendi görüşlerinin çoğu yerde uyuşmadığını biliyordu. Seziyordu. Bilmek ne kadar da güçlü bir kelimeydi, bilmek isterdi gerçekten. Yoksulluğa, edebiyata, hayata bakış açısını; eğer yaralı bir kuş görürse ne yapacağını, gün doğumları ve batımları hakkında neler hissettiğini, sabahları saçlarını nasıl bir tarakla taradığını, onu en mutlu eden sesi... İnsan garipti, kendisi garipti. Hakkında öyle hissedip düşünerek çıkarımlarda bulunduğu bir insanı böyle tanımaya çalışmak istiyordu ve tanımak düşüncesi- kendisine heyecan veriyordu. Bir belirsizlikti o kelime kendisi için. Bir insanın başka bir insanı tamamı ile tanıyabileceğini düşünmemişti hiçbir zaman, ancak o insan tanınmaya çalışılabilirdi ve eğer kişi şanslıysa bir kısmı, daracık bir yere kıstırılmış sınırları belirsiz bir ruhun ancak bir kısmı bilinebilirdi.

İç huzur, mutluluktan sonra hayatta en çok istediği ikinci şeydi ve kolay telaffuzlarının aksine ağırlıkları bir evreninkine eşit olan bu amaçlar uğruna belki de hayatını tüketiyordu. Yine de koyu bir şekilde bağlı olduğu amaçları uğruna hayatını tüketmeye hazırdı, kendi arzularının peşinde koşmayacaksa hayatında, neyin peşinde koşacaktı? Başkalarının arzularının mı, çoğu insanın yaptığı gibi? Mutluluğun peşinde koşmak kilometrelerce sürüp giden bir sis bulutunun içine dalmaktı. Uğruna kendisi kabukları tamamen soyulmuş, çarpıcı bir renkle canlılığını ve kendisini ortaya seren pembe bir greyfurt gibi o sis bulutunun içinde. Görüşü ve algıları belki de iki katına çıkması gerekirken yarıya inmiş. Ve bu yüzdendi belki de, bağlandığı ve bir şey paylaştığı bütün insanlardan neredeyse hayatının bir yerinde kazık yemiş, çelme takılmış, onların iftiralarına maruz kalmış olması. Aşkta şanssız olması.

XXX

XXX

“Bir insanın başka bir insanı tamamı ile tanıyabileceğini düşünmemişti hiçbir zaman, ancak o insan tanınmaya çalışılabilirdi ve eğer kişi şanslıysa bir kısmı, daracık bir yere kıstırılmış sınırları belirsiz bir ruhun ancak bir kısmı bilinebilirdi.”

21


Kendisini yıkamasına izin verdi gökyüzünden gelen bakirliğin. İliklerine kadar ıslandığını hissediyordu, yüzüne bir gülümseme yayıldı. Gökyüzü kaya kadar ağır geliyordu, adeta yukardan bastırıyor, ezici bir his yaratıyordu ruhunda. Ciğerlerindeki hava ağırlaşıyor, dışarı çıkmayı reddediyordu aşağı çökerek. Toprağa batıyormuş gibi hissediyordu ama o hisse direnircesine gözlerini griden ayırmadı. Böyle yağmurlu havalardan hep nefret etmişti, soğuk ve gri. Binanın içinde biraz daha kalsa çıldıracağının bilincinde olarak bahçeye koşmuştu birkaç insan ona garip garip bakarken; bundan birkaç saat önceydi belki. Islanırsa geçeceğini biliyordu. Tenine değen damlalar hafifletiyordu onu. Gözeneklerinden içeri sızıyor, kanına karışıyor ve onu seyreltiyor, inceltiyor; çok daha akışkan, yumuşak bir şeye dönüştürüyormuş gibi. Her şeyi uzaklaştırırdı gökyüzünün griliği; şehri, okulu, dağları… Gözlerini kapattı. Sırf o bölgeye özgün yağmurun oluşturduğu kokuyu içine çekti; yeşilimsi, ekşi bir esinti. Yıkılmış, görkemli kolonları yosun ve çamurun altında kalmış bir saray harabesinin doğurduğu şeyler gibi. Zinciri çözerek serbest bıraktı, zihnin insan kafasında her gün zincirlendiği o sınırlı mesafesinden kurtulmasına izin verdi. Su onda bu etkiyi yaratıyordu. Yapmaya, yapmamaya dair verdiği hayati önem taşıyan tüm kararlar, bütün yaratıcı fikirleri suyun altındayken çıkmıştı. İnsana insan olmayı bahşeden kafatasının içindeki o yerde her şeyi serbest bırakıyor, dumana dönüşerek, birbirleriyle karışarak boşluğu kaplamalarına olanak veriyordu. Her sefer bir arınmaydı onun için, bir vaftiz töreni. Ancak ilahi sayılabilecek bir durgunluk ve berraklık içinde kaydığını, yükseldiğini ve ulaştığını hissediyordu. Hiçbir yer olan ama aslında her şey olan bir yer.

22


İSTANBUL’UN YÜZLERİ Hasan Basri ÇİFCİ

23


B

u sabah, rüyamda Orhan Pamuk’u görmenin verdiği büyük heyecan ve korkuyla uyandım. Romanlarını yakından takip ettiğim, kitaplarının bazılarını yatağımın ucundan ayırmadığım bu gizemli romancı, tıpkı “Kar” romanındaki gibi Erzurum’dan Kars’a giden bir otobüste, otobüs henüz hareket etmemişken, bana büyük bir derdi olduğunu söyledi. Köşeleri yavaştan buz tutmaya başlamış camdan şehrin kalabalığı akıyor, gri renkli gökyüzü Orhan’ın birazdan söyleyeceği derdinin karasına bulaşıyordu. Onu üzen durumun ne olduğunu henüz açıklamadan, kendimi ondan gelecek korkunç bir habere hazırlamıştım. Beklediğim gibi oldu. Gözlerimin içine baktı ve utangaç bir çocuk gibi kekeleyerek sabahtan beri kafamda yankılanan şu iki kelimeyi birbiri ardına sıraladı: “Artık yazamıyorum.” Artık. Kullandığı ilk kelime bir zarftı, zarfın içinden çıkanlarsa huzursuzluğumu değiştirmediği gibi, bu durumdan kaçmak isteyip kendisine başka bir uğraş arayan gözlerimin sokaktaki yaşlı kestane satıcısına gitmesini de engelleyemedi. Fotoğrafçılığımın bana kazandırmış olduğu yoğun bir dikkatle çevreyi süzdüğümü hatırlıyorum. Ağzında sigarasıyla, müşteri bekleyen kestaneci şehrin havasından yorulmuş gibiydi. Kalın kabanı yıpranmıştı, ellerini önündeki fırının üstünde gezdiriyor ve kendini ısıtmaya çalışıyordu. Sararmış dişleriyle sigaranın filtresini bir anlığına ayıramadım. Caddenin karşısından kestaneciye bakıp, kestane almakla almamak arasında karar veremediğini yüzünün hareketlerinden anladığım genç bir müşteri dikkatimi dağıtınca, Orhan’ın da benimle aynı yöne baktığını ve gözlerinin dolduğunu fark ettim. Artık yazamayacaktı. Baktığımız aynı manzara karşısında belki de, kestanecinin ağzındaki sarı filtreli sigarayı Orhan çok daha farklı bir üslupla yazardı, bunu hiç bilemeyecektim. Yazamıyorum. Kullandığı son kelime bir eylemdi, üstelik bu sabah uyandığımda aklıma düşmesini istemediğim türden bir eylem. Önce ne yapacağımı

bilemedim ve yatakta, dışarıdan izleyen birinin benim aptal olduğuma kesin gözüyle bakmasına sebep olacak hareketlerle toparlanmaya çabaladım. Yatağımın sağ yanındaki komodine baktım, komodinin üstünde, birkaç dakika önce rüyamda sırdaşı olduğum Orhan’ın yazdığı “Kara Kitap” romanını ve Latife Tekin’in yazdığı büyülü kitap “Berci Kristin Çöp Masalları”nı gördüm. Bunları çoktan bitirmem gerekiyordu, oysa aklım uyurken gördüklerimde takılı kalmıştı. Orhan’ın yeni bir kitap yazamayacağı korkusu, onu gözleri doluyken ve kekelerken görmüş olmanın verdiği heyecanla birleşmiş, kelimeler kafamda yankılanmaya başlamıştı. Orhan yazamayacaktı. Caddede yürürken kafasını kaldırıp göz göze geldiği, yüzündeki çizgilerin ardında sakladığı çabuk tükenmiş hayatını dilenerek sürdüren o yaşlı kadını; dolmuş şoförünün yan koltuğundan hiç kalkmayan, şehirdeki hemen hemen tüm şoförlerle ahbaplık kurmuş ve bu yüzden dolmuşlara hiç para vermeden binebilen o ince sesli adamı; cüzdanını çaldırınca farkına vardığı, restoranın girişindeki masada oturan ve birbirini daha önce hiç görmemiş olmalarına rağmen üç eski dostmuş gibi davranan o sivil polisleri; öğrencilerinin ona saygı duymasını beklerken tersini yaşayıp ağlamasına engel olamadığı halde iki ufak çocuğuyla hiçbir zaman ilgilenmekten vazgeçmeyen Alman Lisesi’ndeki genç yaşta evlenmiş o edebiyat öğretmenini artık yazamayacaktı. Bir Orhan Pamuk romanını elime ilk kez aldığımda üniversiteye yeni başlamıştım. Okuduğum ilk kitabı “Yeni Hayat” isimli romanıydı. Roman, daha ilk sayfasıyla bile beni büyülemiş ve bu adamı okumaya devam edeceğime hemen ikna etmişti. “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın başındaydım ve kitap bü-

“Gözlerimin içine baktı ve utangaç bir çocuk gibi kekeleyerek sabahtan beri kafamda yankılanan şu iki kelimeyi birbiri ardına sıraladı: ‘Artık yazamıyorum.’”

24


“Benim yapmam gereken İstanbul’un ‘hüznünü’ yalnızca kaydetmekti. Böylece Orhan’ın yazamayacak olmasını, zihnimde bunları söylerkenki sesinin yankısını ve ‘hüzün’ duygusunun kaybolma ihtimalini ortadan kaldırabilirdim.” tün etkisini yalnız ruhumda değil beni ben yapan her şeyde gösteriyordu,” sözleriyle başlayan kitap, benim için Orhan’ın bu ilk cümlelerinde bahsettiği kitabın ta kendisiydi. Bir gün bir kitap okumuştum ve hayatımda bir şeyler değişmişti. Kitaplarıyla Orhan’ı tanıdıkça, bu adamın benim de yaşadığım şehre, benzersiz yoğunluktaki ince bakışından fazlaca etkilenmiştim. Artık İstanbul’da yalnızca yaşamıyordum, her ayrıntısına büyük bir dikkatle bakıyor ve bu durumdan tarif edilemez bir zevk alıyordum. İstanbul, gözümde her manzarası ve her anı ince bir işçilikle tek tek kaydedilmesi gereken bir şehir haline gelmişti. Bunu Orhan yapmıştı. Bu yüzden onun yazamayacak olmasını hazmetmekte bu kadar zorlanıyordum. Orhan’ın kitaplarını ara vermeden okumaya başladım. “Yeni Hayat”ın ardından, bu sabah rüyamda da gördüğüm “Kar” romanını okudum. Üniversitede derslerle uğraşırken, bu listeye “Masumiyet Müzesi”, “Babamın Bavulu” ve “İstanbul” romanlarını da eklemeyi başardım ve evet, az önce de söylediğim gibi şu sıralar komodinimin üstünde “Kara Kitap” kendi sırasının gelmesini bekliyordu. Pijamamın önündeki kabarıklığın inmesini bekledikten sonra, yataktan kalkmayı bir kez daha denedim. Artık biraz daha kendime gelmiştim, yani dışarıdan izleyen biri beni bir de şimdi görse artık aptal olduğumu düşünmezdi. Yüzümü yıkamak için banyoya geçtim. Musluğu açıp avucumu buz gibi suyla doldurduktan sonra hızlı bir hareketle suyu yüzüme çarptım. Bir yazarın artık kendini yazı yoluyla ifade edemeyecek olmasının taşıdığı anlam; bir şarkıcının sesini kaybetmesi, bir dansçının vücuduna felç inmesi ve bir marangozun keresteleri kestiği makinede parmaklarını da kesmesiyle aynıydı. Yazarın yazdıklarını heyecanla takip eden okurlarsa, tıpkı benim bu sabah yaşadığım gibi, ne halt edeceğini bilemezdi ve bir yakınını kaybetmiş olmanın vereceği hüzne benzer bir duyguya kapılırdı. O şarkıcının bir hayranı da, bir gün o dansçı kadar iyi dans edebilme hayaliyle

çalışan bir amatör dansçı da ve o marangozun karısı da tam olarak bunu hissederdi sanırım. Kafamda Orhan’ın sözcükleri yankılanmaya devam ederken, aklıma bencilce bir soru düştü: Peki ben ne yapacaktım? Ellerimi tekrar doldurup suyu yüzüme bir kez daha çarptım. Yaşadığım şehri bir edebiyat kenti haline getirmiş bu adamın artık yazamıyor olmasını kabullenmem mümkün değildi, ama kabullenmek zorundaydım. İstanbul’un sokakları, Boğaz, tramvaylar, midye dolma satıcıları, otogardaki simsarlar, sokak sanatçıları… Hepsinin bir yerde, bir şekilde anlatılması gerekirdi. Soruyu kendime farklı bir şekilde sormaya karar verdim: Peki ben ne yapabilirdim? Elimdeki suyu son bir defa yüzüme şiddetle çarptım. Daha önce bir öykü yazmayı denemiştim. Anneyle çocuk arasındaki ilişkiyi hayalî bir dünyada yorumlamaya çalışmıştım, fakat bu cümledeki kadar havalı bir iş çıkaramadım. Başaramadığım bu öyküyle, yazının benim işim olmadığına ve yalnızca bir okur, ama iyi bir okur olarak edebiyat zevkimi sürdürmem gerektiğine karar verdim. Üniversiteni ilk yılına denk gelen bu deneyim, az önce anlattığım gibi, Orhan’ın yazdıklarıyla tanışma dönemimle örtüştüğünden bu kararımı uygulamakta pek zorlanmadım. Çünkü birini bitirdikçe bir başkasını buluyordum, okumasam deli oluyordum ve bu durum hayati bir ihtiyaç haline gelmişti. Aynaya bakıp gülümsedim. Üniversite günlerimi hatırlamak beni mutlu etmişti. Yüzümü havluyla kurularken, Orhan’ın sesi kulaklarımda yankılanmaya devam ediyor ve bu artık sinirlerimi epey bozuyordu. Yüzümü yıkayıp odaya geri döndüğümde çalışma masamın üstünde, oraya ilahi bir güç tarafından benim için özel olarak yerleştirilmiş gibi duran fotoğraf makinemi gördüm. İşin ilahi bir yanının olmadığını, makineyi masanın üzerine, dün gece yedi yıllık dostum Talha’nın doğum gününü İstiklal Caddesi’nde loş ışıklı bir barda kutlarken çektiğim fotoğrafları bilgisayara atmak için koyduğumu hatırladım. Geceden enteresan fotoğraflar çıkmıştı. Hepimizin birer

25


portresini çekmiştim ve bu fotoğrafları bastırıp bir katalog yapmayı planlıyordum. Bunları düşünürken aklıma, daha sonra böylesi bir şey zihnime düştüğü için mutluluk duyacağım bir fikir geldi. Madem Orhan yazamıyordu, ben zaten bu konuda yeterli düzeye ulaşmadığıma inandığımdan yazmamaya karar vermiştim, o halde ne diye fotoğrafını çekmiyordum? En iyi bildiğim iş buydu ve eğer bir gün biri bir şeyleri kaydederse, başka biri çıkar ve o kaydedilenleri yazardı. Benim yapmam gereken İstanbul’un “hüznünü” yalnızca kaydetmekti. Böylece Orhan’ın yazamayacak olmasını, zihnimde bunları söylerkenki sesinin yankısını ve “hüzün” duygusunun kaybolma ihtimalini ortadan kaldırabilirdim. Bu hevesim eskimesin diye hemen soyunup üstüme adamakıllı bir şeyler uydurduktan sonra, makinemi alıp sokağa atladım. Sokaklarda uzun soluklu bir yolculuğa başladığım o gün Marquez de ölmüştü ve artık yazamıyordu, hüzünlü orospularının ise öyküsü yaşamaya devam ediyordu. Goethe de artık yazamıyordu, ama Genç Werther’in anlattığı bir hikâye vardı ve Werther “Yaşamın tadını çıkarmak için üstünde durulabilecek küçücük bir toprak parçası yeterlidir,” diyordu. Orhan’ın yazamaması beni üzüyordu, çünkü yaşarken elinden kalemi alınmış bir yazarla, ölüm anında kalemini yere düşürmüş bir yazar birbirinden çok farklıydı. Büyük bir yazar için Werther’in işaret ettiği gibi bir yaşamın tadını çıkarmak yazmaya bağlıydı ve yaşam bu eylemle besleniyor, gelişiyordu. Dünya yazarların sevmediği bir yerdi. Onlara yeni ve klişe dünyadan daha farklı bir toprak parçası gerekiyordu, çünkü üstünde durabilecekleri bir taneye sahip değillerdi. Kendi evrenlerini ve gerçekliklerini yaratmaları yaşamın tadını çıkarmaları için gerekli bir unsurdu ve bunu beceremezlerse silinip giderlerdi. Bu noktada, Orhan’ın silinmesine göz yummaksa ona ihanet olurdu. Marquez’in ölümüyle, Orhan’ın rüyamda benimle paylaştığı bu probleminin kafamdaki yankısı bu yüzden aynı olamazdı. Gördüğüm yalnızca bir rüyaydı, yani gerçek değildi. Neden bu kadar etkilendiğimi, Taksim’e gitmek üzere metroya bindiğimde düşünmeye başladım. “Masumiyet Müzesi”ndeki Kemal Basmacı da gerçek değildi, ama oradaydı, vardı, yaşamış ve hikâyesini bana anlatmıştı. “Kar”daki K. Kars sokaklarında yürürken ben de onunla yürümüştüm, oysa K. da gerçek değildi. Romanlar da, karakterler de, anlattıkları hikâyeler de gerçek değildi, bir kurguydu. Ama bu kurgunun, kendine ait başka bir gerçeklik taşımadığını söylemek haksızlık olurdu; ki ben de bu farklı gerçekliğe inanmıştım. Bu yüzden Orhan’ın artık yazamayacağı benim için gerçekti ve onun yazamayacaklarını kaydetmek, bu rüya gerçekliğinin büyüsüne kapılmış biri olarak benim sorumluluğum haline gelmişti. İlk durağım Taksim’e varıp objektifimi meydandaki insan-

ların yüzlerine çevirdiğimde yaşadığımdan farklı bir İstanbul’la karşılaştım. Sık sık geldiğim bu meydanın her köşesinde, bin yıllık imparatorlukların yıkılış hüznünü, metropol yorgunluğunu ve geçim sıkıntısını yüzlerinde taşıyan ve yüzleri Anadolu toprağının bozkır kahverengisiyle renklenmiş binlerce insanla karşılaştım. O an, yaptığım bu kaydetme işinin kıymetini tekrar fark ettim ve o rüya gerçekliğine daha da sıkı sarıldım. Hikâyemin bundan sonrasını İstanbul’un muhtelif yerlerinde fotoğraflarını çektiğim hüzünlü insan yüzleri anlatsın.

26


HERKES İÇİN FOTOĞRAF Ege Su ACAR

Günümüzün popüler fotoğrafçılığının -sadece bu işi meslek edinmiş profesyonellerin değil sıradan, tabiri caizse sokaktaki insan için de bir uğraş haline gelen fotoğrafçılık- günümüzden yaklaşık 120 yıl önce Amerikalı George Eastman’ın (1854-1932) buluşu olan Kodak kamerayla başladığı söylenebilir. Kodak ile bir fotoğraf çekmek çok kolaydı çünkü üç basit hareket gerektiriyordu: filmi sarmak için tuşu çevirmek, objektifi ayarlamak için ipi çekmek ve fotoğrafı çekmek için düğmeye basmak. Bu makinenin bir kadrajı bile yoktu, fotoğrafın çekileceği obje yönünde tutmak yeterliydi. Kodak çapı 6.5 cm kadar olan dairesel şipşak fotoğraflar çekiyordu. Makine yüz tane fotoğraf çekmeye yetecek kağıt bazlı bir rulo filmle geliyordu. Film bittiğinde fotoğrafları tab ettirmek için içindeki filmle birlikte bütün kamera fabrikaya geri gönderiliyordu. Kamera basılmış fotoğraflar ve içinde yeni filmiyle beraber sahibine geri gönderiliyordu. Kodak’ı özetlemek için Eastman şu basit sloganı bulmuştu:

“Siz düğmeye basın, gerisini biz yaparız.”

27


28


GÜNCE Mehmet YAPICI

29


G

erizekalı şemsiye. Arnavut kaldırımlı sokakta o an dururken siyah saçlı kadının aklından geçen tek şey buydu. Sabah oldukça güzel bir şekilde tamamen uykusunu almış olarak kalkmış, siyah beyaz döşeli banyosunda uzun bir duş almış, kendisine küçük bir çanta hazırlayarak havaalanına doğru yola koyulmuştu. Genel olarak kadınların yaşadığı valiz krizini o hiçbir zaman yaşamazdı. Giydiği şeylere önem veren bir kadındı ama mümkün olduğunca, bazen insanların boş ve sıradan bulduğu, bir sadelikten yanaydı ve gardırobunun parçaları buna uygun parçalardan oluşuyordu. Bu sebeple çoğu kıyafeti çoğu şekilde bir araya getirilip giyilebilirdi, bu da ona kolaylık sağlıyordu. Kaldı ki gideceği yerde birkaç günden fazla kalmayı planlamıyordu. Henüz yüzünü görmediği ve yirmilerinin sonunda olduğunu tahmin ettiği gizemli mektup arkadaşıyla görüşecek ve sonraki günlerini daha önce hiç gitmediği şehri gezmeye ayıracaktı. Garip bir ismi olan, Fransızların ismi hep garip olurdu ya, adam ilginç bir şekilde birdenbire bir mektup aracılığıyla ortaya çıkıp kendisine ulaşmıştı garip günce hakkında. Uzun yazışmaları sonucu adamla görüşmeye ikna olmuştu ancak onunla görüşüp onun hakkında bir kanıya varana dek ona tam olarak güvenmesi mümkün değildi, o yüzden kısa süreli bir gezi olacaktı. Kadının sabrını taşıran olaylar silsilesi ise havaalanına gidiş yolunda başlamıştı. İlk önce bindiği taksi yan yoldan hız yaparak önlerine fırlayan bir ambulans sebebiyle kaza yapmıştı. Şansı vardı ki ne kendisi ne de şoför yaralanmamıştı (yaralanmıştı), sadece sağ elinin serçe parmağı feci bir şekilde dönmüştü. Şoför ifade vermesi gerektiğinden orada kalırken kendisi başka bir taksiye atlamış ve havaalanına gitmişse de talihsiz olaylar başladıkları hızla bitmemişti. Check-in yaparken görevli kadın bileti aldığı kredi kartını istediğinde o kredi kartını evde unuttuğunu fark etmişti ve kadının dediğine göre check-in yapıp bileti teslim alması olanaksızdı, bilet yalnızca ve yalnızca kart sahibine teslim edilebilirdi. Uzun uğraşlar ve aktarmalar sonucu bankadaki görevli kişiye ulaşıp havayolları görevlisine verdiği kimliğinden kredi kartının sahibi olduğunu teyit ettirerek biletini alıp uçağa binebilmişti. Kendisinin anlamından öte varlığını dahi bilmediği bir Amerikan bayramı yüzünden oluşan yoğun trafikten dolayı uçağı bir saat rötarlı kalkmış ve bir saat boyunca koşturarak geldiği uçağın içinde beklemişti. Şimdiyse siyah düztabanlı zarif botları, lacivert kotu ve siyah deri ceketiyle sırılsıklam olmuş bir şekilde duruyordu çünkü bir sokak satıcısından aldığı geri zekâlı şemsiye rüzgârdan ters dönmüştü, çubukları kırılmıştı ve tamir edilmesi olanaksızdı. Cinnetin eşiğinde olan kadın öfkeyle şemsiyeyi yere fırlattı ve yürümeye devam etti. 30

Bu koşullar içinde malikâneye giriş yaptığında dünyanın en mutlu insanı değildi ama yine de kendisini karşılayan hoş kadına gülümsedi. Onun gösterdiği yolu izlerken sırılsıklam olmuş saçları sebebiyle içten bir şekilde ofladı alçak bir sesle. İnce bir zevkle döşenmiş fakat kendisi için çok fazla ve çok gösterişli olan odaya girdiğinde mor gömlekli adamın beklediğinden daha genç göründüğünü fark etti. “Isınmak için şömineye yaklaşmaz mıydınız? Umarım Merlot yorgunluğunuza iyi gelir.” Uzattığı kadehi alırken acıyla yüzünü buruşturmamak için kendisini zor tuttu, yine de dudakları hafifçe gerildi ve gözleri kısıldı. Kaza sırasında dönen serçe parmağı şimdi şişmiş, neredeyse iki serçe parmak boyutuna ulaşmıştı ve bükemiyordu, onunla ilgilenecek vakti de olmamıştı. “Teşekkür ederim.” Diyerek gülümsedi adama. Gözlerini karşısındaki adamın kahverengi gözlerine dikti. Aynı zamanda hem narin hem de güçlü görünen bir yapısı vardı. Hareketleri gotik bir romandan fırlamışçasına keskin ve kibarcaydı. Karşısında olarak değil de bir üçüncü kişi olarak gözlemlense absürt bile sayılabilirdi belki ama yüz yüzeyken irrite etmiyordu kadını. “Sizinle tanıştığıma memnun oldum.” Boştaki elini adama uzattı. Yazın tatil için gittiği şehirde bulduğu güncenin etrafında çok garip perdeler vardı ve kadın henüz tekini bile aralayamadığını hissediyordu. Boş ve terk edilmiş bir eve arkadaşının fotoğraf çekme isteği üzerine girmişlerdi. Evin içinde dolaşırken her şeyi yerli yerinde duran bir çalışma masasıyla karşılaşınca şaşırmış, çekmecelerine bakarken birinin kilitli olduğunu fark ettiğindeyse oldukça meraklanmıştı. Uzun uğraşlar sonucu çekmeceyi açınca içinde tek bir günce bulunca merakı daha da cezp olmuştu. Üstü turkuaz ve mor deri kaplı, güzel işlemeli defterin kapağını açtığındaysa hiç tanımadığı bir dille karşılaşmıştı. İçinde bulundukları ülkenin dilini biliyordu ve yazıların ya o dilde yazılmadığını, eğer o dildeyse de şifreli olduğunu hemen anlamıştı. O günce orada bırakılamayacak kadar çekiciydi ve kadın da onu yanına almıştı. Sonuçta terk edilmiş bir evdi ve yakınlardaki kazı alanının içine dâhil olmamıştı, demek ki önemsizdi. Bilgisayarın başına geçtiğinde çok fazla araştırma yapmış, çektiği fotoğrafları filolog bir arkadaşına atmıştı lakin arkadaşının söylediğine göre var olmuş olan hiçbir dile uyumluluk göstermiyordu; bu da geriye tek bir seçenek bırakıyordu: şifreleme. Bu haberle beraber günce neredeyse takıntı halini alan yeni hobisi haline gelmişti. Boş zamanlarının hepsinde onunla uğraşıyordu. Gayet mütevazı ve sıradan gözüken bir evde, çok uzun zaman önce yaşamış birisi –karbon testiyle defterin en az iki yüz yıllık olduğu kesindi fakat garip bir sebepten tam olarak anlaşılamıyordu, kâğıdın yapısı bir garipti- neden şifreli bir günlük tutsundu


ki? Bu soru kafasını kurcalıyor, senaryolar uydurup onları bozuyordu bir yandan günce üstünde çalışırken. Bütün bunlar olurken kendisinde olan güncenin kendisinin yakın bir tanıdığıyla ilişkili olduğunu ve defterin çok büyük önem arz ettiğini, kendisinin de onu bulundurarak güvende olmadığını açıklayan bir mektup almış ve böylece yeni mektup arkadaşıyla tanışmıştı. İşte şimdi onun karşısında dururken aklından bir sürü soru geçiyordu ve yüzünden adamdan bir açıklama beklediği ve ona tam olarak güvenmediği anlaşılıyordu. Alba’nın birine tam olarak güvenmesi için bütün mantıki boşlukların dolması gerekliydi, böyle bir durumda özellikle. “Size sormak istediğim çok fazla soru var Morvoren ve cevaplarını çok merak ediyorum. En çok merak ettiğim güncenin bende olduğunu tam olarak nasıl öğrendiğiniz? İkincisi güncenin önem teşkil ettiğini nerden bildiğiniz çünkü bildiğimiz üzere günce şifreli. Üçüncüsü onun peşinde başkalarının olduğunu nereden bildiğiniz. Sonuncusu ise size tam olarak neden güvenmem gerektiği.” “İzin verin önce ceketinizi alayım, ardından da serçe parmağınızla ilgilenelim. Sanırım sizi sorularınızla bir süre yalnız bırakacağım, şarabınızın tadına bakabilirsiniz bu sırada mademoiselle. Her ne kadar sorularınızı cevaplamadan önce üstünüzü değiştirmeniz taraftarı olsam da şu an için bununla ilgilenmediğinize eminim. Jasper Vondrack, güncenin eski bir arkadaşım olan sahibi, ne yazık ki öldürüldü. Yanınızdaki güncenin buna sebep olduğunu söyleyebiliriz, siz onu keşfedene kadar yerinden oynatmaya niyetim yoktu. Adamlarım günceyi bulduğunuz o eski evi sık aralıklarla, aylarca gözetlediler. Kimseye körü körüne güvenmemelisiniz Mademoiselle, ne bana, ne de bir başkasına. Fakat en azından o güncenin şifrelendiğini fark ettiğiniz andan beri tehlike altında olduğunuzu anlamadığınızı söylemeyin bana. Eğer yanlış kişi tarafından kim olduğunuz öğrenilmiş olsaydı şu an malikânemde değil, isimsiz mezarınızda olurdunuz, şanslıysanız.” Adamın maskülen ve feminen dengesini mükemmel bir oranda yakalamış kibarlığı kadını etkilemişti. Odadan kendisini düşündüğü bir içtenlikle değil de soruların cevaplarını eksiksiz bir biçimde oluşturmak için çıkmış olabileceği düşüncesi zihninin bir köşesinden sadece sıyırarak geçti. Bu kadar paranoyak yaklaşma adama. Sonuçta buraya gelmeyi sen kabul ettin. Adama cinayet zanlısı gibi yaklaşmayı kessen iyi olur. Bazı zamanlarda aşırıya kaçan bir şüpheciliğe sahipti, doğuştan gelen bir özelliğiydi bu ve yok edemiyordu. Birkaç ilişkisini mahvetmesine de sebep olmuştu. Kıskanç kadınların aldatılma paranoyaklığı gibi değildi tam olarak, karşısındaki insanın genel olarak söylediği doğrular üzerineydi. Ne var ki bu tarz düşüncelerini zamanla bastırabilmeyi öğrenmiş-

ti gereksiz zamanlarda. Bunda son sevgilisinin payı çok büyüktü, anı yaşamayı seven dağcı bir adamdı ve hayatının en güzel zamanlarının bir kısmını onunla geçirmişti kadın. Gözleri odada bir kraliçe asaletiyle duran piyanoya dalmış bunları düşünüyordu ki geri dönen adamın adım sesleriyle dalgınlığından kurtuldu. İlginç bir şekilde ipeğin içinde olan buzu eline alırken teşekkür edercesine gülümsedi. Hayatında o ana kadar pansuman için aldığı buzlar hep plastik poşetlerin içinde, en fazla plastik kutulardaydılar; ama ipek? Adamın karşısındakiyle dalga geçercesine şatafata ve şaşaaya olan düşkünlüğü kadını şaşırtıyordu. Bir çeşit film veya roman kahramanı gibiydi ve yirmi birinci yüzyılın çizdiği çerçeveye, o modern erkek portresi(ne) uyan hiçbir yanı yoktu bütün o görünüşüyle ve mor saten gömleğiyle. Bir Edgar Allen Poe hikâyesinde onu çok rahatça hayal edebildiğini fark etti, şehirdeki kanalın üstündeki görkemli malikânede yaşayan ve en yakın arkadaşı bir kuzgun olan bir adam. Onun karşısındaki koltuğa yöneldi ve oturdu, inatçılıkla kabalık arasında belirgin bir çizgi vardı elbet. Siyah ojeli parmaklarının kavradığı şık buz torbasını serçe parmağına yasladı. “Peki, adamlarınızın evin etrafında olduğunu ve oradan çıktığımda beni otelime kadar izleyip adımı öğrendiklerini varsayıyorum.” Diyerek gülümsedi, sonra gülümsemesi yavaşça kayboldu. “Peki ama, affedersiniz, eski bir arkadaşınıza ait olduğunu söylediğiniz güncenin en az iki yüz yaşında olduğunu biliyor musunuz? Demek ki o da başka bir yerden elde etti günceyi ve kaynağını bulmak neredeyse olanaksız. Eğer bu günce arkadaşınızın ölümüne sebep olduysa ve bu kadar tehlikeli ve şifreli olduğunu biliyorsanız, eminim ki şifresini çözmeye ve çözdürmeye çalışmışsınızdır değil mi? Öyleyse sizin gibi ‘adamları’ olan önemli birisi o şifreyi çözebilen kimseyi nasıl bulamaz? Kimse çözemedi mi? En azından bazı ipuçları bulmuş olmalısınız.” Adama sorularını sorarken aynı zamanda devreye giren merakına da tam olarak engel olamamıştı. Ne var ki en azından en başta, onu kilit altında tutması gerekiyordu. “Bu kadar tehlikeliyse onu neden yok etmediniz Morvoren? Dahası benim yanlış kişilerden olmadığımı nereden biliyorsunuz? Onların görevlendirdiği biri olabilirim ya da başkalarının. Şu an hayatınız tehlikede olabilir belki de. Siz, neden bana güvendiniz?” “Madem bu kadar dikkatlisiniz Mademoiselle Richmond, eminim sayfalar boyunca yazının, kullanılan mürekkebin nasıl değiştiğini fark etmişsinizdir. Ben, günceyi sadece bir defa gördüm. Kapağı kaldırma cüreti göstermeden. Buna rağmen bir aile yadigârı oluşu böyle düşünmeme sebep oluyor. Sandığınız gibi kaynaksız değil, sadece sizin yöntemleriniz bu kaynağa ulaşmak için yetersiz kalıyor. Bu da şifreyi daha

31


önce çözmek gibi bir hevese kapılmayışımı anlamanızı sağlamıştır. Nedenine gelirsek, Jasper hayattayken buna gerek yoktu. Şimdi son Vondrack de öldüğüne göre, Jasper’ın ne uğruna öldüğünü bilmeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Onu yok etmek gibi bir niyetim yok kısacası, en azından şimdilik. Bu iki yüz yıllık emeğin, çabanın ardında bir yardım çığlığı yattığına inanıyorum. Size güvenmiyorum fakat bu yeteneklerinize güvenmediğim anlamına gelmez Alba. Yanlış kişi olmadığınızı nerden mi biliyorum? Çünkü elinizde tuttuğunuz günce görüşünüzden saklanmış bir dünyaya ait, rüyalarınızda bile düşleyemeyeceğiniz bir dünya ve sizi bu dünyanın gardiyanı yapmazlar.” “Ne demek istiyorsunuz?” Kadının bütün dikkati adamın son cümlelerine toplanmıştı. Daha doğru bir deyişle toplanmamış, cümlelerinin üzerine yayılmış, kelimelerin, boşlukların, harflerin kıvrımlarının aralarına akmıştı. Hiçbir şey anlaşılmıyordu adamın kelimelerinden, gerçeküstü bir şiirden çıkarılmış dizeler gibiydiler ve adam sürekli o şekilde konuşsa yadırgamayacağını düşündü kadın, adamın görüntüsüne, oluşturduğu bütün havaya uyuyordu. Kadife koltuğa oturup o şekilde saatlerce öyle konuşabilirdi ve kadın da saatlerce dinleyebilirdi, sadece dinleyerek ve anlamayarak. Oysaki Alba Richmond pek o tarz bir kadın değildi ve dikkatini tekrar toplaması gerekiyordu. “Rica ediyorum kelime oyunları yapmayın. Çözmeye çalışamayacak kadar yorgunum.” Sesi ve bakışları geldiğinden beri ilk defa bu kadar içtendi. Hem aralarındaki buzların biraz kırılmasını umarak yapmıştı bunu hem de gerçekten yorgun olduğu zaman en cana yakın olduğu zamanlardan olurdu. Enerjisiyle beraber büyük gayret sarf ettiren kuşkuculuk, zorlayıcılık, ısrarcılık ve temkinlilik gibi özellikleri de bedeninden ağacın dallarından havalanıp uzaklarda kaybolan kuşlar gibi gider ve yerinde o kabukların altında korunmuş gerçek ve en saf parçası kalırdı benliğinin. Bedensel yorgunluğu zihnindeki şalterleri bir bir kapatırdı ve geriye çok daha canlı ve eğlenceli bir kadın kalırdı. O anda da odanın alıştığı ve gittikçe üstüne bastıran sıcaklığı ile bu hisse kapılıyordu. Giydiği kazak ince de olsa içerinin sıcaklığı için hiç uygun değildi, karşısındaki adam gibi daha püfür püfür ve hafif bir şeyler uygun olurdu. Kurumaya başlayan saçlarından buharlaşan her damla zihninden de bir ağırlık kaldırıyor, onu hafifletiyor ve nahoş bir his bırakıyordu. Çok üşümüş ve soğuktan hissizleşmiş parmağı üzerinden buz torbasını kaldırdı huzursuzca. Elinden bırakmadığı şarap kadehini dudaklarına götürdü ve bir dikişte bitirdi içindeki içkiyi. Şaraba saygı duyardı, en sevdiği içkilerden biri değildi fakat yapılış aşaması onda hep bir saygı uyandırmıştı. Belki de Fransızların yarattığı başka bir afili illüzyondu kim bilir, o an kadının tek istediği onda 32

anlık şok etkisi yaratacak ve kendisini toplamasını sağlayacak bir şeylerdi çünkü gittikçe mayışıyordu. Şarabın midesini ekşi bir şekilde kaplayışıyla sürünerek gelen miskinliği bir nebze durdurmayı başarabildi. Kadehi zemine bırakıp boşalan eline götürdü buzu tekrar, gözleri adamı inceledi. Teni garip bir beyazlıktaydı, kendi teni de beyazdı lakin adamınki herhangi bir pembelikten yoksundu, yanaklarında veyahut boynunda hiçbir canlı renk yoktu. Gözleri tekrar adamınkilere kitlenirken zihnini sözcüklerin etrafında yoğunlaştırdı. Saklanmış bir dünya? Ne demek istiyordu? Neyi kast ediyordu? Bir tür gözbağcılık mıydı bu? Kadının zihninde en güçlü olasılıklar bir bir ışıklar halinde yandı. Kaşları huzursuz bir biçimde çatılmıştı. “Mafya mı? Gizli bir örgüt mü? Ya da bir tarikat? Neyi kast ediyorsunuz?” “Bu konuşma devam edecekse daha fazlasına ihtiyacınız olacağını varsayıyorum. Kelime oyunları olmadan konuşmanın zevki nerede Alba? O günce, her sorunu yanıtlayacak. Bu şekilde ikimiz de kazançlı çıkacağız. Sana ben anlatsam bile bana inanamayacaksın Alba, bu yüzden her zaman yaptığın şeyi yapmalısın; çöz, parçaları birleştir ve sana her sorunun cevabı olan tek şeyi vereyim.” Kadın hafifçe güldü dişleri görünecek bir biçimde. “Zevklerimizin farklı olduğu çok açık.” Bir şey üzerinde çok fazla düşünmeye başladığında her zaman olduğu gibi canı sigara istedi. Bir sigara bağımlısı olduğunu çoktan kabullenmişti. Vücudunu bile bile zehirlemek, ne olduğu belirsiz zehirli karışımın vücuduna kendi isteğiyle yayılmasına izin vermek ve gelecekti bütün olası ölümcül hastalıklara çift kanatlı kocaman bir kapının kanatlarını aralamak çok aptalcaydı, onun gibi birisi için özellikle. Bir şekilde başlamıştı sigara içmeye ve bırakamıyordu artık. Koltuğun kolluğunda duran montuna uzanarak cebinden sigara paketini ve beyaz minik üstünde palmiye desenleri olan çakmağını çıkardı. Gözleri ağır ve yerlere kadar uzanan perdelerin üzerinden kaydı, koyu yeşil ve bordo yanardöner kumaştan yapılmışlardı. Odayı oluşturan bütün elementler gibi adamın ağır zevkinin gururlu temsilcileriydiler. Alba’nın halısız, mümkün olduğunca az eşyalı, birkaç bitki ve hatıra dışında hiçbir süs eşyası bulunmayan, keskin hatlı ultra modern ve minimalist evi adamla alakasız iki insan olduklarının göstergesiydi. “Şahsen süslü kelime bağlamalarından, anlam gizlemelerden ya da şatafatlı anlatımlardan hoşlanmam. Bir bilmece fazladan eklerle cazip hale getirilmeye çalışmaz kendisini hiçbir zaman çünkü zaten olduğu haliyle caziptir. O yüzden zaten cazip olan bir şeyin etrafında kelimeler dolandırmayı sevmem Morvoren.”


SaraydanG端nl端kHaberler www.padisahimcokyasa.com'da


Tekrar dolmuş olan şarap kadehinden birkaç yudum aldıktan sonra tekrar karşısında oturan adama baktı. “Benden günceyi çözmemi ve içinde bulduğumu sizinle paylaşmamı istiyorsunuz. Bunun karşılığında bana güvenlik ve ‘her şeyin cevabını’ vereceksiniz. Ama ben günceyi çözersem zaten her şeyin cevabını bulmuş olmuyor muyum? Çünkü siz dediniz onun her şeyin cevabını taşıdığını. Bana verebileceğiniz tek şey olarak geriye güvenlik kalıyor. Ben sizin arkadaşınızın güncesini çözeceğim ve sizinle paylaşacağım siz de neyin neden olduğunu öğreneceksiniz ve benimle paylaşacaksınız, buna neden olan kişilerden korunmamı sağlarken. Özet olarak bu.” Geldiğinden beri bu kadar kısa özetlenebilecek bir şeyken gittikçe uzuyor olmasından rahatsız olmuştu kadın. Her şey mümkün olan en kısa ve pratik yoldan halledilmeliydi ona göre: konuşmalar, hareketler, dünya üzerinde yapılabilecek her şey. Gereksiz yere uzatmak her başka şeyin, gerçekleşebilecek başka şeylerin zamanından çalmak demekti. Verimlilik önemli bir şeydi ve zaman kullanımı en önemli faktörlerinden biriydi bunun. İçinde bulunduğu oda kadının üstüne bir ağırlık çöktürüyor, içini sıkıyordu. Renkler çok boğucu, ışık yetersiz, hatlar çok yumuşaktı. Şömineden yayılan sıcaklık insanın üstüne tatlı bir biçimde yapışıyordu. Sigara paketini ve çakmağı koltuğun üstünden alarak paketten bir dal sigara çıkarttı. Bakışları izin isteyerek adama kaydı, nazik bir şekilde sordu: “İçebilir miyim?” Sigara isteği neredeyse bütün bedenini kaplamıştı ve kafatasının içi kocaman bir sigara resminden oluşuyordu sanki. “Alba, sanırım bir çıkmaza düştük. Günce size sorularınızın cevabını verecek, bu doğru. Fakat bende gizli olan cevap, anlamı(a)nızı sağlayacak. Benim dünyam sizin için o kadar çiğ ve bakir ki, elbette bir rehbere ihtiyaç duyacaksınız. Sizin karanlıktaki ışığınız olacağım, Vergilius’un Dante’ye eşlik edişi gibi; Cennet’ten, Araf’tan ve Cehennem’den geçeceğiz. Gö34

rüyorsunuz ki, asıl çözmeniz gereken bilmece benim aslında. Yürümeyi bilmeyen birisine koşmayı öğretemezsiniz. Bunların çoğunu buraya gelmeden önce de biliyordunuz Alba, yine de geldiniz. Şimdi sözde güveninizi sarsan şeyi açıklayın bana. İçimden bir ses sizi rahatsız ettiğimi söylüyor ve inanın bana durum böyleyse, size aksini kanıtlayacağıma emin olabilirsiniz.” Dumanı tekrar ciğerlerine çekerken gözlerini kapattı, gri ve çirkin değil de bal rengi ve ipeksi bir gaz içine doluyormuş gibi hissetti. Gözleri açılır açılmaz yeniden karşısındaki adamın koyu renk gözlerini buldu, daha ötesini, kafasının ötesini görebilmek istercesine kendisini zorlayarak baktı lakin elbette böyle bir durum söz konusu bile olamazdı. Adamın tarzından vazgeçmeyeceği aşikârdı. Üstüne üstlük şimdi Dantelerle, cennet ve cehennemlerle dolu alegorik bir anlatıma yelken açmıştı. Edebiyatı ve kitap okumayı severdi, daha çok polisiye ve anlatımı yalın olan tarzları tercih ederdi. Karşısındakinin ısrarla sürdürdüğü tavırları kendisini rahatsız etse de tekrar bir şey söylememeye karar verdi. Sonuçta yetişkin bir insandı ve bir kere kendi düşüncesini beyan ettikten sonra anlamış olmalıydı, hala devam ediyorduysa onu zorlayacak hali yoktu. Beyaz tenli adamın tarzı böyleydi ve buna saygı duyup kabullenmek zorundaydı, hele onunla beraber bir işe kalkışacaktıysa ve öyle de yaptı. Hâlbuki bir işe kalkışıp kalkışmayacakları kesin değildi henüz. “Buraya geldim ve size daha önce bazılarını sormuş bazılarını sormamış olduğum soruları soruyorum çünkü beni buraya getirebilecek kadar meraklandırdınız. Yazı aracılığıyla konuşmakla yüz yüze konuşmak arasında çok fark olduğunu düşünürüm. Yazıda yalan söylemek, aldatmak, gizlemek, uzun süre düşünmek çok daha kolaydır. Yüz yüzeyken ise daha zor. Yüz yüze konuşmalara daha çok güveniyorum. Kâğıttan karşınızdaki insanın enerjisini alamazsınız. Hâlbuki kanlı canlı karşınızda duruyorken onun hakkında izlenimler edinmek ve çıkarımlara ulaş-


mak çok daha kolay. Ayrıca kâğıt demişken, hep aklıma geliyor ama unutuyorum, neden mektuplaşmayı seçtiniz? E-postayla çok daha kolay ve hızlı olurdu. Görüntülü konuşma taleplerimi de hep reddettiniz. Telefonda bile konuşamadık. Böyle yaparak kendinizi daha gizemli ve bir bulmacaya uygun hale mi getirmeye çalıştınız?” Gerçekten de bu kadının kafasını çok fazla kurcalamış bir düşünceydi ve sinir harbinin yeni yeni dinmesiyle ancak o an tekrar aklına gelebilmişti. En başından beri bunu düşünüyor fakat her mektup gelişinde satırlar arasındaki çok daha hararetli bir konu içinde kayboluyordu sorusu. Hep bir dahakine sormayı unutmayacağına kendi kendisine hatırlatma yapmıştı ama bir şekilde zihninde kaybolmuştu küçük soru işareti. O ansa orada gittikçe sıcağa alışarak rahat bir ortamda otururken sonunda tekrar belirmişti. Acaba adam bir tarikata mı üyeydi? Teknolojik aletlerin kullanımına kısıtlama getiren bazı tarikatlar vardı, bazıları hiç kullanmıyorlardı. Kadının tarikatlar konusundaki bilgi dağarcığı pek geniş olmasa da bu tarz şeyler olabileceğini biliyordu. Böyle bir şey adamın garip zevkine uygun ev döşemesini –örneğin odaya gelirken gördüğü gargoyleleri- de açıklayabilirdi. Karşısındaki adamın eksantrikliği üzerinde düşündükçe azalmıyor bilakis artıyordu. Artık çözmek istediği tek bulmacanın günce olmadığını, adamın söylediği gibi işin içine onun da girdiğini fark etti. “El yazısı her daim benim için daha kişisel olmuştur Alba, bir kişinin el yazısının karakteri hakkında verebileceği ipuçları çoğu zaman hayrete düşmeme sebep oluyor. Yüz yüze görüşme imkânımız olmadan birbirimize en fazla bu kadar yakın olabilirdik. Mimiklerini, ses tonunu, hatta düşündüklerini bile değiştirebilir bir insan fakat el yazısı hayat birikimidir. Sizi mektuplaşmaya mecbur bırakmam - ki bunun için ayrıca özür dilerim, bu iletişim yönteminin benim için daha kolay olmasından kaynaklanıyor. Şimdiye kadar fark ettiğinizden emin olduğum üzere teknoloji ile aram pek iyi değil. Belki de yaşam tarzınıza tamamen aykırı oluşum sizde sadece zorlanmış bir bilmece girişiminden ibaret olmam arzusunu uyandırıyordur. Küçük minimalist dünyanızın aksi yüzünden yıkılmasını istemeyeceğinize eminim.” Adamın sözlerine karşın dudaklarının sinir olmuş ve alaycı bir şekilde bükülmesine zar zor engel oldu genç kadın. O sırada küllük kullanmayı unuttuğunu hatırlatarak artık sigarasının ucunda fazlaca birikmiş küller yer çekimine daha fazla karşı koyamayarak pantolonuna döküldü. Külleri üstünden silkelemeye yeltendi eli içinden küfrederken sonra üstüne dökülmesini istemediği bir şeyi misafir olduğu evin zeminine silkelemek için hiçbir mantıklı açıklama bulamadığını fark ederek elini çekti. Hafifçe iç geçirerek etrafına bakındı, bir küllük göremedi. Za35

ten üşümemesi için ceketini çıkartması gerektiğini hatırlayıp ona yardım eden ve incinen parmağı için buz getiren kibarlıktaki bir ev sahibinin küllük olsa şimdiden kendisine vermiş olacağını düşündü. Kafasından tüm bunları geçirirken ipek buz torbasını koltuğun üzerine bırakmış olduğunu fark etti sigara paketini ceketinden alırken, hemen yanına. Koyduğu yerden neredeyse aceleyle aldı onu, koltuk hafifçe ıslanmıştı bile, kendisi ise ev sahibinin hiçbir eşyasına zarar vermek istemiyordu. Kadifenin suya değince ne olduğunu bilmiyordu, belki de sadece kuru temizlenen bir kumaştı ve emin olamadığı bir konuda zarar yaratmayacak şekilde davranmak en iyisiydi. Sigarasını el değiştirerek sol eline aldı, şarap bardağını az ötede duran fildişi sehpanın üzerine bıraktı ve buz torbasını yaralı parmağının eliyle kavrayarak ayağa kalktı, şömineye yöneldi. “Küçük minimalist dünyam bu tarz bir sebepten yıkılmaz Morvoren. Aksine yeni ve farklı dünyalar tanımayı ve yaşamayı seven bir insanım.” Sigarasından bir nefes çekerek ucunu şöminenin içine silkeledi, yüzünü adama döndü. Ne biçim bir adamdı bu? Düşündüğü gibi bir tarikat üyesi olması ihtimali kadın için gittikçe daha güçlü bir ihtimal halini alıyordu. Teknolojiye olan ilgisizliği kadın için garip bir şey olsa da onu ve yaşam tarzını yadırgayacak değildi, isteyen istediği şekilde yaşayabilirdi onun gözünde; insani bir ayıp yapmadıkları sürece, ki gördüğü üzere bu yaşam tarzı öyle bir şeye yol açmıyordu. “Demek bana değil fakat yeteneklerime güveniyorsunuz. Bana da kimseye körü körüne güvenmemem gerektiğini söylediniz ama şimdi size sorduğum sorulardan ötürü beni alaya alıyorsunuz. Belli ki size söylediklerimi şahsınıza bir saldırı olarak algıladınız ama amacım alay değildi. Sadece merakımdan sordum.” Başı hafifçe sola doğru eğilmişti, adamın gözlerinin içine baktı. Garip bir parıltı dolaşıyordu o gözlerin içinde ve kadın bunun alay olduğunu varsayarsa giderek daha fazla öfkelenecekti, o yüzden kendisini frenlemeye çalıştı. “Ve günceye sahip olduğumu yanlış kişiler öğrenseydi mezarımda olacağımı. Yani siz doğru kişisiniz ve size güvenmeliyim. Siz bana güvenmezken benim size güvenmemi nasıl bekliyorsunuz? Güven karşılıklıdır. Ya da siz sadece benim yeteneklerime bense sizin korumanıza güveneceğim ki bu hiç sağlıklı bir ortaklık olmazdı. Bakın ben size güvenmek istiyorum fakat siz buna engel oluyorsunuz.” Sigarasını dudaklarına götürüp dumanı içine çekti, burnundan geri verdi. “Farkındaysanız hep sizin söylediklerinizi tekrarlıyorum. Çünkü siz bana sağlam ve tartışmasız temeller sunmuyorsunuz. Belki de buna da insanın içinde


olduğu hiçbir konunun tartışmasız olmadığını söyleyerek başka cevaplar vereceksiniz.” “Emin olun sözlü olsa dahi bir saldırının ayrımına varabilecek durumdayım. Sorularınızı ve yargılayıcılığınızı küçümsediğimi sanmayın, bu hataya asla düşmem, en temel hakkınız zira. Yok yere öfkeleniyorsunuz Alba, bir sigara daha yakmak istersiniz belki. Hayatta sadece doğru ve yanlış gibi kesin kanılar yoktur Alba, en azından ucuz bir aşk romanında yaşamıyorsanız. Aksi takdirde bu kadar uzun süre hayatta kalabilmiş olmanıza şaşarım. Madem sorularınızın cevabını kestirme yoldan almaya bu kadar isteklisiniz, belki de aradığım kişi değilsinizdir. Size önerdiğim karşılıklı çıkar anlaşmasının sınırlarını tanımlamaktan yoksun olduğunuzu görüyorum Alba, söylesenize, birlikte çalıştığınız her insana körü körüne güvenecek kadar çocuk yaşta mısınız? Öyle olmadığınızı - en azından görünmediğinizi - söyleyebilirim size. Zeki bir kadınsınız, teklifimi kabul edin ya da günceyi de yanınızda alıp götürün. İnadınız günceyi burada bırakmayacağınızı kanıtlıyor ki böylece geldiğiniz yere döndüğünüzde rehberliğim olmadan asla çözemeyeceğiniz bir anlamsız harfler bütünü ile baş başa kalacaksınız. Şanslıysanız bunun acısını hissetmeyecek kadar çabuk ölürsünüz Alba, yollarımız ayrıldığında sizin için dileyebileceğimin, daha doğrusu umabileceğimin en iyisi bu olur. Bu temeller yeteri kadar sağlam ve tartışmasız mı mademoiselle?” Adamın göğsünde kabarmış yara izinden o gömleğini tekrar kapatana kadar gözlerini alamayan kadın içinden küçük bir zafer çığlığı attı. Bir tarikat. Başka ne olabilirdi ki zaten, geriye hiçbir ihtimal kalmıyordu. Karşısındaki adam da o tarikatın gözden düşmüş bir üyesi miydi, atılmış mıydı, başka düşman bir tarikattan mıydı, devlet için mi çalışıyordu bilmiyordu. Dikkati parçalara bölünmüştü, bir yerde toplayamıyordu onu çünkü adam geldiğinden beri çok fazla kapı açmıştı ona ve hepsini en yüksek dikkatle takip etmesi olanaksızdı. Zihinsel gücü o kapılar her birine doğru saçılmıştı ve her yerden farklı bir çıkarım, farklı bir analiz geliyordu. Bunların hepsini en mantıksal şekilde düzenleyip sıralamak ve analitik bir çözümleme yapmak gerekiyordu. Beyni durmadan çalışsa da bir sonuca varmanın mümkün olmadığını görüyordu çünkü bu bir makine veya insan eliyle yazılmış bir şifre değildi. Şifre kahverengi bukleli adamın kendisiydi ve söz konusu insan olunca net bir çıkarım mümkün değildi çünkü her insan karşısındakinden bir sürü şey gizlerdi. Belki adam sahiden güncenin içinden çıkacak bilgilerle ilgili ona yardım edebilirdi. Örneğin kendisi şifreyi çözdüğünde geriye karmakarışık sembolik bir dille dolu metinler çıkacak olsa ve bunlar tarikatın kullandığı semboller olsa kadının hiçbir işine yaramayacaktı şifreyi kırması. Belki de adam hiçbir işe yaramayacaktı, sadece onu kendisine bağlı 36

bir hale getirmek için bunları söyleyen hırslı ve gizli planlara sahip birisiydi. Sigarasından son nefesini çekti ve biten izmariti şömineye attı. Sağ eli tamamen soğuktan uyuşmuştu, buz torbasını şöminenin üstündeki çıkıntıya bıraktı. Sinirle güldü. “Körü körüne güvenmek tabirini ne kadar seviyorsunuz. Ben kimseye körü körüne güvenmek istediğimi söylemedim, güvenmek istediğimi söyledim. Çocuk yaşta olsaydım şu an burada olmazdım.” Arkası dönük adama doğru iki adım atarak yaklaştı. “Siz kendinizle çelişiyorsunuz. Aradığınız kişinin vasıflarına sahip değilsem, son tavrınızdan anlaşılıyor ki değilim, günceyi de alıp eve dönebilirim. Günce bende olduğu sürece aradığınız kişiyi bulsanız ne olacak Morvoren? Günce olmadan o kişi hiçbir işe yaramaz. Bu durumda siz de benim peşime mi düşeceksiniz herhalde. Bir sabah uyandığımda günceyi çekmecemde bulamayacağım. Değil mi? Arkadaşınızın evini gözetletip bir günceyi kimin aldığını bulabiliyorsanız bunu da yapabilirsiniz. Siz beni aptal mı sanıyorsunuz?” Hakikaten, bu adam onunla dalga mı geçiyordu? Günceyi alıp çekip çıksa bütün bunların olacağını biliyordu kadın. Adam elini kolunu bağlamıştı. O günceyi hayatta başkasının çözmesine izin veremezdi. Eğer günce hayatının sonuna kadar ortaya çıkmamak üzere kaybolursa kadın onu düşünerek kafayı yerdi. “Sizinle iş birliği yapmaktan başka bir seçenek bırakmadınız ki bana. Yine de seçeneğim varmış gibi davranmanız ne kadar kibarca. Kibar olduğu kadar da manipülatif.” Yeniden sinirli bir şekilde güldü istemsizce, koltuğa gidip sigara paketinden bir sigara daha aldı ve yaktı, yarım kalmış şarabını dudaklarına dikti. “Madem öyle, sorunsuz bir şekilde anlaşabilmiş olmamıza çok sevindim Alba. Bu geceki keyifli sohbet için teşekkür ederim, valiziniz odanıza taşındı. Jasmine birazdan gelip size odanızı gösterecek. Herhangi bir sıkıntınız olursa Jasmine’i çağırmaktan çekinmeyin. Keyifli uykular mademoiselle. Konuğumuzu odasına çıkartabilirsin Jasmine, hala şansı varken yeterince dinlenebileceğini umalım.”



Korku Sinemasının Dogası Kaan Ayparlar Curse of the Demon (1957)

Dr. John Holden başarılı bir psikologtur. Yakın meslektaşı Dr. Henry Harrington birkaç gün önce araba kazasında ölmüştür. Dr. Harrington'ın yeğeni Joanna Harrington kazanın şüpheli olduğunu düşünmektedir. Çünkü dayısı ölmeden birkaç gün önce günlüğüne şeytani bir tarikat önderi tarafından lanetlendiğini yazmıştır. Joanna günlüğü Dr. Holden'a gösterir, ama Holden lanetlere ve kötü ruhlara asla inanmayacak kadar skeptik ve gerçekçi biridir. Aynı tarikat önderi onu da ölen meslektaşı gibi lanetlediğinde bile başına gelen onlarca kötü olaya inanmayacak ve hepsini rasyonel nedenlere bağlamaya çalışacaktır. Buna karşın dayısının lanet yüzünden öldüğüne inanan Joanna inatçı Holden'ı lanete inandırmaya ve bir şekilde kurtarmaya çalışmaktadır. İkisi Joanna'nın evinde tartışırken Holden sinirli bir şekilde ayağa kalkar ve şunları söyler: "Ne yapmamı bekliyorsun? Kimse korkusuz değildir ki. Benim de herkes gibi bir hayalgücüm var. Her karanlık köşede bir şeytan görmek çok kolaydır."

lanetin tamamen saçmalık olduğunu biliyorum, ama yine de beni endişelendiriyor" diye düşündüğü gibi, çoğu kişi de korku filmi izlerken "Bunun tamamen kurmaca olduğunu biliyorum, ama yine de beni korkutuyor" diye düşünür. Holden'ın başına gelen talihsiz olayların nedenini lanete dayandırmayıp mantıklı açıklamalar araması gibi biz de hayatımız boyunca doğaüstü olayları mümkün olduğunca reddetmeye, temelsizleştirmeye çalışırız. Bu reddediş sürecinin yan etkisi olarak hissettiğimiz başlıca duygu ise korkudur. "Curse of the Demon" tam da bu süreçteki korkuyu konu alır. "Curse of the Demon"ın korku sinemasına ait bu kadar temel unsurlar barındırmasında çekildiği dönemin etkisi de çok fazladır. Film 1957'de çekilmişti. 50'lerin sonunda korku sineması büyük bir değişim geçirmiş ve 60'lara girildiğinde resmen bir patlama yaşamıştır. Aslında korku 1920'li yıllardan beri ilgi çeken gayet popüler bir türdü. Ancak 1930'lara kadar korku sinemasında genel olarak Amerikan ekolü hakimdi ve bu ekol korku için fazla gerçekçiydi. Mesela genel olarak filmin sonunda filmdeki hayaletlerin veya ruhların aslında kötü ve sahtekar insanlar olduğu ortaya çıkıyordu (Scooby­Doo misali). Doğaüstüne pek yer yoktu. Bu dönemde doğaüstü korku unsurları içeren filmler Kıta Avrupası'ndan çıkıyordu. "Nosferatu, Eine Symphonie des Grauens" (1922), "Haxan"

Yukarıda Jacques Tourneur'in yönettiği "Curse of the Demon" filmine bu kadar yoğunlaşmamın nedeni, hem filmin hem de yaptığım alıntının korku sinemasını anlamak için çok iyi birer referans kaynağı olmasıdır. Filmdeki baş karakterlerin doğaüstü lanete bakış açıları aslında biz izleyicilerin korku filmlerine bakış açısının metaforudur. Tıpkı filmde Holden'ın "Bu 38


"1960 tarihli "Eyes without a Face" adlı film, o günün standartlarına göre fazlasıyla grafik bir yüz nakli sahnesiyle bir sürü insanı sinema salonunda kusturmayı başaracak ve korku sinemasına grafik vahşetin kapılarını açacaktı." (1922), "Der Golem, wie er in die Welt kam" (1920) tarafından abartılı Amerikalı eleştirmenler doğaüstü öğelere sahip oldukları ve gerçekçi olmadıkları için korkunç da olmadıkları hakkında eleştirilen Avrupa korku filmlerinden birkaçıdır (ki bu filmler şu an korku sineması efsaneleri arasında kabul edilmektedir). Tabi bu eleştirmenler yanılmaktadır, çünkü bu sinemadır ve sinemada gerçekçilik konuyla değil konunun filme nasıl işlendiğiyle alakalıdır. En uçuk senaryo bile gayet gerçekçi bir biçimde filme aktarılabilir. Neyse ki 1930'lara gelindiğinde Amerikan yapım stüdyoları da Dracula, Frankenstein, Kurt Adam gibi klasik korku figürlerini sinemaya uyarlayarak doğaüstüne kapılarını açacaktır. Özellikle Hammer stüdyolarında çıkan ve "Hammer Filmleri" olarak bilinen klasik korku filmlerinin 1960'lara kadar süren geçiş sürecinde korku sinemasındaki doğaüstü unsurlarına karşı önyargıların yıkılmasında devasa bir etkisi olacaktır. 30'lar ve 60'lar arasındaki dönemde korku filmlerinin konusu doğaüstünün de katkılarıyla epey genişlemişti. Ama bu dönemde de korku filmlerinin görüntülerinde büyük bir eksiklik vardı. Filmler yeterince grafik değildi. Yani filmler abartılı kan ve vahşet sahneleri barındırmamaktaydı. Yine neyse ki, Georges Franju'nun 1960 tarihli "Eyes without a Face" adlı filmi, o günün standartlarına göre fazlasıyla grafik bir yüz nakli sahnesiyle bir sürü insanı sinema salonunda kusturmayı başaracak ve korku sinemasına abartılı kan efektlerinin ve grafik vahşetin kapılarını açacaktı.

60'larda Avrupa'da, koskoca Avrupa korku sinemasının geleceğine yön veren ve filmleriyle 'giallo' gibi türlerin ortaya çıkmasını sağlayan Mario Bava öne çıkar. Amerika'da ise kanın resmen su gibi aktığı 'splatter' türü filmler çekip 'slasher' türünün doğmasına ön ayak olan Herschell Gordon Lewis öne çıkar. Korku, sinemadaki gerçek işlevini bulmuştur: İnsanları ele aldığı hikayelerle ve olay örgüsüyle korkutmak yerine artık gösterdiği görüntülerle korkutuyordu. 1960'dan önceki konu odaklı korku yerini görüntü odaklı korkuya bırakmıştı. Söz konusu 'sinema' olduğu için olması gereken aslında buydu. Ama bu sefer de görüntüye yüklenilen ağırlık çok fazla olmuştu. İnsanlar sırf kopan uzuvlar, patlayan beyinler, yavaş ve acı dolu ölümler göstermek için film çeker olmuştu. Kullanılan Eskiden silahlar da çok değişmişti. kurbanlarını normal bir biçimde, bıçak kullanarak öldüren katiller, 1960'dan sonra ellerine ne geçerse onunla öldürmeye başlamışlardı: Elektrikli testere, pala, asit, matkap, radyo anteni... Bunlar yetmezmiş gibi, bir de neredeyse her film renkli çekilmeye başlanmıştı. Artık perdedeki görüntüler o kadar abartılı hale gelmişti ki konunun ne olduğunun bir önemi bile kalmamıştı. Görsel içerik ve konu birbirini etkileyen iki unsur olduğu için görüntülerdeki bu abartı konunun sınırlarını da resmen yoketmişti. Doğaüstünün korku sinemasına sağladığı gelişim bunun yanında hiçbir şeydi. Çünkü konuda artık bilimsel bir zemini bırak rasyonel, mantıksal bir zemin bile bulamıyordun. Bu sayede 1960 ve 1990 yılları arasında korku filmi izleyicisi olan birinin ekranda tanık olmadığı çok az şey vardır.

Attack of the Killer Refrigerator (1990)

39


Ed Gein ilham alınarak yaratılmış olan Norman Bates karakteri "Psycho"da (1960) insanları duşa girmekten dahi korkutacaktı. Daha sonra, "Jaws" (1975) ise milyonları (evet milyonları) denize girmekten korkutacaktı. Bu örnekleri çoğaltmak epey mümkün.

"Killer Klowns from Outer Space" (1988) bunun en iyi örneklerinden biridir. Film palyaço görünümlü katil uzaylıların küçük bir kasabadaki insanları çeşitli palyaço numaraları kullanarak öldürmeleriyle ilgilidir. Bu numaraların arasında insanlara içi asit dolu turtalarla ve patlamış mısır tabancaları ile saldırmak vardır. Ele geçirdikleri insanları ise pamukşeker yapıp sirk çadırı şeklindeki uzay gemilerinde stoklarlar. Evet, gerçekten 'uzaydan gelen katil palyaçolar'... 1980'lerin sonları bu muhteşem 'üretkenliğin' de son günleri olmuştur. Çünkü 90'larla beraber teknoloji iyice gelişmiş, kameralar daha net görüntüler çekebildiği gibi, insanlar da en azından biraz daha net konular talep etmeye başlamıştır. Bunun üzerine korku sineması da biraz olsun aklını başına almıştır. Hatta pekçok kez "Scream" (1996) gibi filmlerle kendi geçmişiyle alay etmiştir.

Killer Klowns from Outer Space (1988)

Korku filmleriyle izleyicileri arasında ilişki başka hiçbir türde olmadığı kadar canlıdır. Korku insanın en ilkel hislerinden biridir ve kesinlikle bir insana verilmesi en kolay duygudur. Dr. Holden'ın da dediği gibi "her karanlık köşede bir şeytan görmek çok kolaydır". Bilinmeyen herhangi bir şey insanı korkutmaya yeter. Hatta daha ileri gidip bütün korku filmlerini 'bilinmeyene olan korku' diye etiketlersek yanlış bir şey yapmış sayılmayız. Sıradan insanların günlük hayatlarında korktukları şeylerin ise ekranda yankı bulması hiçbir zaman çok uzun sürmez. Bu ilişki 60'lar korku sinemasındaki büyük değişimi açıklamaya yeter. 50'lerin sonuna doğru teknolojik gelişme ivme almıştı, piyasa rekabeti ürün çeşitliliğini artırmaya devam ediyordu, 60'larda patlayacak olan savaş döneminin sinyalleri hissediliyordu ve Amerika'nın ilk seri katili kabul edilen Ed Gein ortaya çıkıyordu. Değişim büyüktü, bilinmeyenler insanlar için fazlaydı ve korkulacak çok şey vardı. Bu da korku sinemasına muhteşem malzemeler çıkarıyordu. Korku sineması da insanlara korkacakları şeyler veriyordu. 40

Bütün bu abartılı paranoya sayesinde ortaya aslında çok post­modern bir durum ortaya çıkmıştı: Aklınıza gelebilecek neredeyse her şey filmlerde korku unsuru yapılmaya başlanmıştı. Aklıma gelen en uç örneklerden birkaçı: "Zombie Lake"deki (1981) nazi zombiler, "Silent Night, Deadly Night"daki (1984) katil noel baba, "Death Bed: The Bed that Eats"deki (1977) katil yatak, "Attack of the Killer Tomatoes!"daki (1978) katil domatesler ve "Attack of the Killer Refridgerator"daki (1990) katil buzdolabı... Peki bu neden post­modern bir durumdu? Post­ modernizm korkuda kendini nasıl belli edebilir? 'Asansör korkusu' buna iyi bir örnek olabilir. Küçükken ben de asansör korkusu olan biriydim. Asansör kullanırdım tabi ki, ama her zaman içerisinde tedirgin olurdum. Merdiven kullanmak daha güvenliydi, çünkü merdiven kullanmak tamamen organik bir eylemdir. Merdivende bütün kontrol sizdedir. Ama modern hayatın hızı ve yüksek binaları asansör kullanmayı gerekli kılar. Ve siz bütün kontrolü asansöre verirsiniz. Kötü bir kaza geçirmeniz tamamen mekanik bir düzene bağlıdır ve sizin içindeyken yapabileceğiniz şeyler birkaç tuşla sınırlıdır. Temelde asansör korkusu hayatınızı birkaç saniyeliğinede olsa, hakkında yetersiz bilgiye sahip olduğunuz bir düzeneğe emanet etmenizdir. Ve eğer ölürseniz, ölümünüz mekanik bir hatanın neden olduğu saçmasapan bir ölüm olacaktır. Hayatlarımızın büyük bir kısmını bilgisayar algoritmalarına ve hiçbir zaman tam güvenemediğimiz başka düzeneklere emanet etmek bu korkunun sınırlarını belirsizleştirir ve genişletir. Modern zamanlar daha güvenlidir, fakat hayatımıza kattığı milyon tane bilinmezlik birleşerek devamlı bir paranoya ve tedirginlik durumu yaratabilir. Bu düşünceyi daha da ilerletirsek aslında her şeyden korkmamız gerektiği düşüncesine ulaşırız ve korku filmlerindeki bu yönelimi açıklayabiliriz. Post­ modernizm böylece korkuda kendini belli eder. Ki yıllar sonra asansör korkumu kaybettim ve tahmin ettiğim gibi bu konuyu işleyen bir korku filmi buldum. "De Lift" (1983) filmi insanları vahşice öldüren bir asansörü konu alıyordu. İşte korku sinemasının doğasını anlamak aslında bu kadar basitti.


"İnsan en çok korktuğu zaman insandır." ­ Ursula K. Le Guin, Schrödinger'in Kedisi (1974)


Beş Adımda Korku Hikayesi Yazmak Pekoe Blaz e Çeviren: Hasan Basri Çifci

Başlamadan önce söylemeliyim ki, bu beş adım tarihsel süreçte karşımıza çıkan “korku romanı” olarak bilinen türden ziyade, modern tarzdaki korku hikâyelerini kapsıyor. Bu böyle olmak zorunda, çünkü kendimi 18’inci ve 19’uncu yüzyıllardaki korku romanlarını değerlendirebilecek kadar yeterli görmüyorum.

anlamına gelmiyor, sadece yardımı olacağına inandığım şeyleri sizinle paylaşacağım.

1) Öykünün atmosferi ve betimlemeler:

Korku hikâyelerinde güçlü ve yoğun bir atmosfere ve mekâna ihtiyaç vardır. Bu tür hikâyelerde mekânlar ve betimlemeler diğer öykü türlerine göre daha fazla yer kaplar. Yazmaya başlamadan önce eski, akılda kalıcı, lanetli, kasvetli, tenha ya da loş bir mekân seçmeniz sizin için daha iyi olacaktır.

Öncelikle, eğer iyi bir korku hikâyesi görmek istiyorsanız Poppy Z. Brite’ın "Kayıp Ruhlar” kitabını mutlaka okuyun. Bu kitabıyla Brite kendini önceki çalışmalarından farklı bir yere taşımaya yavaştan başlamış ve bundan sonraki kitaplarıyla da korku hikâyesi kurgulamadaki başarısını sürdürmüş. Yazdıklarının hepsi de benim bahsedeceğim korku hikâyeleri için oldukça güzel örnekler.

Gayret göstermeniz gereken bir diğer nokta da mekânın ayrıntılarını betimlemek olacak. Betimlemeleri okuyucuya parça parça vermelisiniz. Siz her ayrıntıyı bilerek yazarken, okuyucu ayrıntıları siz söyledikçe öğrenecek. Böylece vermek istediğiniz tehlikeli havayı, etraftaki ceset kokusunu yavaşça okuyucuya sunabileceksiniz. Örneğin, eğer kışın ortasında bir ormanı betimliyorsanız şöyle bir kurnazlık yapmanız gerekecek: “Yaprakları dökülünce çıplak kalmış onca ağaç, rengi griye çalan gökyüzüne, dallarını bir cesedin parmaklarına ait iskeletleriymiş gibi uzatıyordu.” Böylesi bir betimleme yapmak yerine “Ağaçların yaprakları dökülmüştü,” demek elbette yetersiz olacaktır.

“Kayıp Ruhlar”ı henüz okumamış olanlar için özetleyeyim. Kitap temelde haz peşinde koşan bir grup vampirin öyküsünü anlatıyor. Kuzey Carolina’da ve New Orleans’ta geçen olaylar vampir olduğunu keşfeden bir erkek çocuğuyla, “Kayıp Ruhlar” isimli bir müzik grubunun yollarının kesişmesiyle tırmanıyor. Bu elbette oldukça klişe bir öykü ve New Orleans korku hikâyeleri için herkesin kullandığı bir mekân; ama Brite tüm bu unsurları yeni ve özgün bir biçime sokmayı nasılsa başarıyor ve bu klişeleri sayısız korku hikâyesinden yalnızca ilham almakta kullanıyor.

Evet, örneğim dil bakımından yersiz ve yapay oldu, ama ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Korku hikâyelerindeki bu tarz kurgusal kaçan betimlemeler bazen gayet de işe yarayabilir. Bu öyküden öyküye değişir. Doğru yoğunluğu ve kurguyu bulmaksa size kalmış.

Adımları saymaya başlayalım. Bu adımlara uymak en iyi korku hikâyesini sizin yazacağınız 42


2) Tema: Temaları seçmek sizin hayal gücünüze kalmış olmakla beraber, bir korku hikâyesinin konusuna uygun temalar neler olabilir diyerek bir liste yaptım. Olabilecek her şeyi kapsamıyor, ama bu tarz temalar etrafında dolaşmak korku hikâyeleri için işe yarar: ölüm, nihilizm, kayboluş, çürüme, yaşamın geçiciliği, dünyaya yabancılaşma, varoluşçuluk, dine ters düşme, iç gözlemler, mecburi aşk, inkıraz... Bir temayı öyküye dâhil etmeden önce onu iyice ölçüp tartmayı ihmal etmeyin. Öykünüzde bir temayı gerekli olduğu için kullanın, kullanabileceğiniz için değil.

4) Karakterler: Modern zamanda karakterlerin iç dünyasına geçişle beraber, karakterlerin kurgulanması biraz daha önem kazandı. Bütün karakterlerinizin (ya da vampirlerin, hayaletlerin...) kendi kişilikleriyle ve özel durumlarıyla karmaşık bir yapıya sahip olması iyi olacaktır. Evet, karakterleriniz gotik tarzda müzik dinleyebilir, absent içebilir, simsyah giyinebilir, şiir yazabilir... Ama bu klişeler eğer bir komedi dizisi yazmıyorsanız ya da Brite kadar yetkin değilseniz başınıza bela olabilir. Bu yüzden karakteriniz yukarıdakilerden ibaret olmamalı. Unutmayın ki herkesin bir kişiliği ve farklı ilgileri vardır.

3) Müzik: Müziğin hikâyenizdeki yeri açısından, hikâyenin bir bölümünde arka planda bir müzik kurgulamak fena fikir değil. Böylelikle sizin için bağlamı da sağlamlaştırma fırsatı doğmuş olur. (Ama asla şarkı sözlerini alıntılamayın.)

5) Vampirler: Eğer

vampirlerle ilgili bir hikâye yazacaksanız, karşınıza vampirlerle ilgili bir sürü alışılagelmiş durum çıkacak. Mesela, aşırı gün ışığına maruz kalınca ölürler, sarımsak yiyemezler, öldürmek için ya kalplerinin durması ya da kafalarını kesmek gerekir, insanları boynundan ısırırlar... Bunları kullanabilirsiniz ya da tamamen yeni ve yaratıcı başka bir karakter inşa edersiniz.

Dediğim gibi bağlamı sağlamlaştırmak için müzik kullanmak makul olabilir, ama müziklerin de mekâna uygun olması gerekir. Mesela başkarakteriniz bir şarkı dinliyorsa ya da olay bir gece kulübünde geçiyorsa müzik kullanmanız uygundur, ama eğer Viktoryan Dönemi İngiltere’sini mekân olarak seçmişseniz müzik kullanmanız oldukça saçma olacaktır. Ayrıca müziği öyküde kullanmak zorunda da değilsiniz. Sırf dinlemekle bile moda girebilir, korku hikâyesi atmosferini zihninizde hissedebilirsiniz.

Bir vampir öyküsü yazmadan önce, yeni bir karakterin inşası için vampirleri vampir yapan unsurlar üzerine düşünmek faydalı olabilir. Vampirleri neler vampir yapar? Ölümle yaşam arasında sıkışık kalmış olmaları, cinayete meyilli olmaları, mitoloji/tarih/zamansızlık kavramları üzerinde kurgulanmış olmaları, ölümsüzlükleri, kan bağımlılıkları, tutkuları ve aşkları. Eğer spesifik olarak biri sizin ilginizi çekiyorsa, onu başka türlü anlatmanın bir yolunu bulun.

Ne tür müziğin böylesi öykülere uygun düşeceğini az çok tahmin ediyorsunuzdur, ama bu tarza yabancıysanız sizin için şu sanatçılar iyi olabilir: Bella Morte, The Cure, Two Witches, Joy Division, The Sisters of Mercy (kendileri gotik olduklarını kabul etmiyor), The Birthday Massacre (müzikleri gotik pop­rock sayılabilir), Vedemmian, Ghosting, Skeletal Family, Ghost Dance, The Cruxshadows, Siouxsie and the Banshees, Blutengel, Fields of the Nephilim, Southern Death Cult, The Mission (İngiltere’den bir grup), The Witching Hour (bu da İngiltere), Rozz Williams, Christian Death ve eğer heavy metalden hoşlanıyorsanız Cradle and Filth.

Ayrıca başka bir türle vampir öykülerini karıştırmak da size özgünlük sağlayabilir. Bunun sinemada bir örneğini, muhtemelen çekilmiş en iyi bilim kurgu ve korku distopyalarından biri olan “Daybreakers”da görebilirsiniz, izlemenizi tavsiye ederim. Evet, böylece listenin sonuna gelmiş olduk. Umarım faydasını görürsünüz.

43


YOK OLANIN ARDINDAN Ayşe Kevser ARSLAN

N

e zaman yukarı baksam, onu görmeye başlıyordum. Sanki bulutlardan bana el sallarken, göz kırpıyordu kanatları. Sanki vardı hala. Ama yoktu da. Öldüğü zaman yok mu olur insan? Böyle klişe cümlelerden ve sorulardan hoşlanmadığım kadar, bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyordum bazen. Biz de ölecektik, ben de ölecektim. Bana ne olacaktı sonra? Ya arkamda bıraktıklarıma ne olacaktı? Onun arkasında bıraktıklarına ne olduysa, benim arkamda bıraktıklarıma da o olacaktı. Kaybettikleri için üzülecekler, bir süre sonra da bütün benlikleriyle yaşama, bir gün onlar da yok olabilir korkusuyla devam edeceklerdi. Ben de devam edecek miydim? Düşüncesi bile bana dehşet vermeye yetiyordu. Bir insanı kaybettiğinizde, sanki var olmuş her şey anlamını yitiriyor. O hayattayken bu olasılığı düşünmeden yaşıyorsunuz çünkü. O insanın, diğer insanların, etrafınızdaki eşyaların varlığına; güneşin ve ayın varlığına nasıl güveniyorsanız öyle güveniyorsunuz. O korkunç olay gerçekleştiğindeyse bütün güveniniz sarsılıyor. O insanlar, eşyalar her an kaybolabilirler. Bir an oradalar ve diğerinde orada değiller. Aslında tamamen bencilce üzülüyoruz ölüm gerçekleştiğinde. Bir insan öldüğünde, onu yıllardır görmemiş ve belki ona hayattayken hiçbir anlam ifade etmeyen insanlar bile etrafta salya sümük ağlayarak dolaşıyorlar. Çünkü bu onlara etraflarındaki şeylere olan güvenlerinin tamamen kendi icatları olan anlamsız bir şey olduğunu hatırlatıyor. Bu insan benim için önemli değildi, hatta onu sevmiyordum bile. Ona kötü davrandım. Artık yok. Benim için önemli olan insanların da garantisi yok demek ki. Bu hissiyat tamamen kaybın doğal ve gerekli olduğunu deneyimlememizden kaynaklanıyor. O insanın hayatının geri kalan yıllarını artık yaşayamayacak

olmasına değil de, o yılları biz o olmadan yaşayacağımıza ya da başkaları da olmadan yaşama olasılığımıza üzülüyoruz. O olmadan devam etmenin haksızlık gibi gelmesi ise bize sürekli kaybı hatırlatacak olması. Kaybın kendisi problemli olan, hayatın devam ediyor olması değil. The Guardian’ın internet sitesinde kızı 17 yaşındayken otostop çektiği biri tarafından öldürülmüş bir annenin, kızının katiline yazdığı mektubunu okumuştum geçenlerde. Mektubun sonlarında ölümden yıllar sonra yazılmış olduğu anlaşılıyordu. Gerçekliği tartışılabilir ancak ilgimi çeken tarafı bu kadar yakın bir kişinin kaybının onda bıraktığı izdi. “Sana söylemeliyim ki böyle acımasızca bitirilmiş bir ilişki için ve artık asla doğmayacak torunlarım için her gün üzülüyorum. Ailemin sahip olabileceği tamamen farklı olan hayatı düşünüyorum.” diyordu sondan önceki paragrafında. Kadının üzüldüğü şey o an için sahip olmuş olabileceği şeylerdi. Kızını kaybetmişti, bununla birlikte onunla yaşamış olabileceği yılları, ailesinin bir bütün olarak bugünlere gelebileceği güzel günleri, kızının sahip olmuş olabileceği kendi ailesini ve çocuklarını da kaybetmişti. Liste uzayıp gidebilir ve her yeni maddede, kızını kaybetmiş olduğu gerçeği bir kez daha yüzüne vuracaktır. Burada varmaya çalıştığım ana fikir, kendi deneyimlerimden de yola çıkarak, hayatımızı genelde kötü duygularımızdan, kötü olaylardan ve kötü olasılıklardan kaçınarak yaşadığımız. Ölüm gibi hayatın vazgeçilmez gerçeklerinden biriyle şu ya da bu şekilde karşılaştığımızda da ilk düşündüğümüz şey kendimizi bu gerçekten ne kadar kaçınırsak kaçınalım, ya etrafımızdakileri kaybederek ya da etrafımızdaki her şeyi biz kaybederek bu gerçekle yüzleşeceğimiz. Şairane düşünceler ise, bulutlardan kaybettiğimiz insanın bize el sallaması gibi, bu gerçeği hafifleterek hayatımızın bir kenarına çekilebilir bir hale getirip koyuyor sadece. 44


Acımasızca duygularınıza saldırıyormuşum gibi hissettirmekten ziyade, gerçeğin farklı bir tarafını hatırlatmaktı amacım. Şöyle bir düşünün; hayatınızdaki en önemli insanları kaybettiğinizde gerçekten ne için üzüleceksiniz? Başkalarına ne söylerseniz söyleyin ya da ne hissederseniz hissedin, en derinlerde üzüldüğünüz insan kendiniz olacaksınız. Sanki en sevdiğiniz kaleminizi, en sevdiğiniz tişörtünüzü kaybetmiş gibi… Geçenlerde yeni aldığım saç tokamı kaybettiğimde bile bir daha onun renginde bir toka bulmanın ne kadar zor olacağını düşünerek üzülmüştüm. Tabii bir şey kaybettiğinizde bencil olmak insana o kadar da kötü bir durummuş gibi gelmiyor. Birini kaybettiğinizde hissettiğiniz duygunun derinliklerinde kendi bencil nedenlerinizin yattığını düşünmekse bir vicdan azabı yaratıyor. Bu duyguya bulduğum çözümse hem kaybı, hem de üzüntünün genel nedenlerini kabullenmek. Kaybı genel anlamda kabullenebildiğimizde gerçekten kaybettiğimiz insan için üzülebiliriz. Onun hayatımızda yarattığı boşluğu kabullendiğimizde, başkalarını da kaybedebileceğimiz korkusunu yendiğimizde; kalan yıllarını yaşayamadığı, bizimle olamadığı, ailesiyle olamadığı gibi nedenlerle onun için üzülebiliriz. Sanıyorum ki mektubun beni ilgilendiren kısmının neden ilgilendirdiği burada açığa çıkıyor. Kadın kızı için üzülmekle birlikte, birlikte yaşadıkları ilişkiyi kaybettiği için, ailesinin kalanıyla geçirdiği zamanda kızı olmadığı için ve onun hayatında olmasının getireceği bütün güzel şeylere sahip olmadığı için üzülüyordu. Yıllar önce ne düşünüyordu bilemiyoruz ama eğer bilebilseydik çok da farklı şeyler söylemezdi belki; sadece olamamış şeylerden değil de olamayacak şeylerden bahsederdi. Son olarak, belki de üzüntünün bencil nedenlerinin bir amacı vardır demek istiyorum. Ömrümüzün sonuna kadar o insan için üzülüp durmamız hem bizi sahip olabileceğimiz diğer şeylerden alıkoyardı, hem de eğer o insan bunu bilebilseydi çok üzülebilirdi. Birini kaybettiğimizde bir süre sonra toparlanıp sahip olduğumuz diğer şeylere dört elle sarılmamız, korkumuzun karşısına cesurca dikilip bütün olasılıklara karşın hayatımıza eskisinden daha güçlü bir biçimde sarılabilmemiz aslında üzüntümüzün bencilce olmasından kaynaklanıyor. Tıpkı o kadının diğer iki kızını, bir tanesini kaybetmiş olmanın yıkımının ardından güçlüce ayağa kalkarak büyütmesi örneğinde olduğu gibi.

45


BARIŞ'IN

TASARIM ATÖLYESİ Barış Kayaaslan Podyumlarda görüp beğendiğiniz bir kıyafetin yapım aşaması tahmin ettiğiniz kadar kolay değildir. Her tasarımcı için bir tasarım eskizle başlar. Büyük, küçük, bütün moda evlerinin defilelerinde gördüğümüz her bir ‘look’, bir zamanlar tasarımcısının hayal gücünden çıkıp kağıda dökülmüş bir çizimdir. Bu aşama, kıyafetin tasarımcının zihninde belirdiği ilk andan çizimin bitimine kadar geçen, kolay

1

Gizem Karakaya gözükse de zahmetli bir iştir. Daha sonra ise kumaş ve renk seçimleri yapılır ve koleksiyona uygunluğuna bakılır. Barış’ın tasarımlarında görülen, zarif ve asil olduğu her halinden belli olan güçlü bir kadın. Yılın trendleri ile zenginleştirilmiş olan koleksiyondan bu sayımız için 5 görünüm seçtik. Tasarımı Barış’tan, yorumu benden, okuyup beğenmesi sizden.

Bu tasarımı gördüğümde aklıma ilk gelen ‘little black dress’ oldu. Coco Chanel’in müthiş bir estetik anlayışla tasarladığı gibi gayet sade ve bir o kadar da alımlı. Bu tasarım “Street Style” adını verdiğimiz stile çok yakın. Ancak bu sade bilinen stil, şık ve dökümlü bir ceket, fötr şapka, sallantılı küpeler ve siyah eldivenlerle bambaşka bir havaya bürünüyor Barış’ın kaleminde.

Bu sezon moda haftalarında ve yine sokak modasında sık rastladığımız trendler: tek omuz ve tulum. Yine Barış’ın sadelik anlayışı ile ustalıkla birleştirilmiş bu iki trend bize sezon modasından uzaklaşmadan nasıl kendi stilimize sadık kalabileceğimizi gösteriyor. 46

2


3

Bu pencere detaylı ceket pantolon takım rahat bir iş günü için ideal gözüküyor. Sezondaki denizci akımına gönderme yapan çizgili bluz ve şapka da cabası.

Christopher Baily’nin ustası olduğu bu trençkot ve kalem etek takıma geçtiğimiz Burberry defilelerinden aşinayız. Barış da siyah fötr şapka, doğru konumlandırılmış kemer ve doğru etek boyuyla altın oranı şimdiden yakalamış gözüküyor.

5

4

‘Bu tarzı taşıyan bir kadın partiye giderken nasıl görünmelidir?’in cevabı karşımızda duruyor. Tek omuz askılı volan etekli bu elbisedeki renk geçişlerini, detayları çok sevdim. Topuklular ise diğer görünümlerde kullanılanın aksine daha gösterişli. Topuklu ayakkabının her parçasına bir sanat eseri olarak bakıldığı bu dönemde, Barış’ın kanatlı ayakkabısı yerinde ve rahat gözüküyor. (Prada’nın topuğu ateş saçan kanatlı ayakkabısından sonra aşık olunacak ikinci bir ‘kanatlı topuklu’.)

47


Politik Olarak Yanlıs Sayfa Nedir, Ne Degildir? Genelde insanlar politikanın ikiyüzlü bir olgu olduğunu söylerler. Ama bu biraz fazla iddialı ve dramatik bir yaklaşımdır. Bunun yerine politika çok yönlüdür demek daha doğru olur. Bu sayfada bu çok yönlülüğü bir açıdan incelemeyi planlıyoruz. Bu sayfada politik olarak yanlış kabul edilen, yani İngilizce adıyla 'politically incorrect' fikirleri inceleyeceğiz. Yani bu yazılar aslında politik bile olmayacak. Sadece belirli yönelimleri inceleyen fikir yazıları yazmayı hedefliyoruz. Ayrıca bu giriş yazısını çoğul kişi kullanarak yazıyorum, çünkü bu sayfanın bir kişiye ait olmasını değil, politik olarak yanlış fikirlerini dile getiremeyen ama dile getirmek isteyen herkese ait olmasını istiyoruz. Bu yüzden önce bu yazının geri kalanını da okuyup 'politik olarak yanlış' derken tam olarak ne kastettiğimizi anladıktan sonra bu tanıma uyan fikirlerinizi politikolarakyanlis@gmail.com 'a mail olarak gönderebilirsiniz. Ben de bu fikirleri düzenleyip burada yazabilirim ya da direkt iyi, sağlam bir yazı gönderip beni de zahmetten kurtarabilirsiniz. Ama önce tam olarak neyden bahsettiğimize açıklık getirmeliyiz. Bir görüşü politik olarak yanlış yapan nedir? Eğer ciddi olmayan bir cevap vermek gerekirse, hümanist bir Amerikan liberalini sinirlendiren her görüş büyük ihtimalle politik olarak yanlıştır, ama eğer ciddi bir cevap istiyorsanız, biraz hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Çünkü 'politik olarak doğru/yanlış' terimi hem üzerine çok şey söylenebilecek kadar eski ve sabit bir terim değil hem de ortaya çıkışı aslında bir şakadan ibaret. 20. yüzyılın ikinci yarısında gün yüzüne çıkan terim birçok değişim geçirmiştir. Terimi ilk önce sol gruplar popüler yapmıştır (ki bu aslında çok ironik bir durumdur, çünkü şu an politik olarak yanlış fikirler genel olarak sol görüşlü insanların fikirlerine karşı gelmektedir). 1950'lerde sol kesim hippilerin de etkisiyle daha

rahat tiplere kalmıştır ve eski komünist grupların sert parti politikalarıyla dalga geçmek için bu terimi kullanmışlardır. Daha sonraki yıllarda genelde sağ cumhuriyetçi kesim bu terimi sol rakiplerine karşı kullanmıştır. Mesela İngiltere'de Thatcher döneminde bazı liberal görüşlü okullar müfredatlarına 'anti­ırkçı matematik' dersleri eklemiştir. Bu okullara göre tarihte matematiğin gelişimine katkıda bulunan hemen herkesin beyaz Avrupalılardan oluşması, başka kültürlerden gelen öğrencilerin başarısını kötü etkiliyordu. Bu yüzden müfredatlarında Afrika, Arap ve Asya kültürlerindeki matematiğe de yer vermek istemişlerdi. Bu olayda sadece abartılmış bir politik doğruculuğun değil, aynı zamanda ters ayrımcılığın da izlerini görmek mümkün. Doğal olarak, ebeveynlerden okul yönetimine tepki yağmış, hatta bizzat Başbakan Thatcher çıkıp 'Matematik mi öğretiyorsunuz, politik doğruculuk mu taslıyorsunuz?' gibisinden azarlamıştır. Günumüze gelindiğinde ise, Almanya kökenli www.pi­news.net gibi bir iki ciddi kaynak dışında, terimin saygınlığı yerlerde sürünmekte. Şu an internette politik olarak yanlış olmak, ırkçı ve seksist şakalarla trollük yapmak olarak algılanıyor. Bunun nedeni 'politik olarak yanlış' dediğiniz zaman çıkan anlam karmaşası ve insanların terimin anlamını kendi kendilerine uydurmaları. 'Politik olarak yanlış' ile 'yanlış/kötü politika' arasında çok büyük farklar var. Bu farklar üzerine uzun uzun konuşulabilir. Ama sevmediğim tarzda birkaç iddialı ve keskin ayrım yapmakla yetineceğim. "Bütün insanlara eşit davranılmalıdır". Bu çok basit ve politik olarak doğru bir görüştür. Şimdi, insanların aynı olmadığını söyleyip bir Avrupalıyla bir Arap'a eşit davranılmasının yanlış olduğunu savunmak politik olarak yanlıştır. Yine de kendi içinde tutarlı ve doğru bir görüştür. Ama sırf 48


"Bu kadar abartılacak kadar da tehlikeli bir şey değil aslında."

eğlenmek için temeli olmayan ırkçı ve seksist yorumlarda bulunup başkalarıyla dalga geçmek düz yanlıştır. Tabi yanlış nedir, ne değildir? Buna kim karar verir? Bu sorular da tarışmaya epey açıktır. Ama bu hareketin kayda değer politik bir tutumu yoktur. Hatta aynı şey kendine yapıldığında aynı tutumunu koruyamıyorsan, bu hareket tutarlı olarak bile nitelendirilemez. Daha belirli başka bir örnek: Ölmekte olan (veya başka bir hayati tehlikede olan) insanlara tembellik (ya da sırf kötülük) gibi nedenler yüzünden yardım etmemek yanlıştır. Bunun zaten savunulabilecek bir yanı yoktur (Zaten bizim amacımız da savunulması imkansız görüşleri savunmaya çalışıp argüman akrobasisi yapmak değil). Ama eğer ölmekte olan aç ve fakir insanlara yardım etmenin onları bu durumdan kurtaramadığı için yardım edilmemesi gerektiğini savunursanız ve bunu temellendirirseniz bu yanlış bir şey değildir, sadece politik olarak yanlıştır. Çünkü yaptığınız tek şey birkaç hümanist prensipten kopup daha özgür bir düşünce alanına adım atmaktır. Ki Thomas Malthus adlı bir ekonomist bunu yaklaşık iki yüzyıl önce yapmıştır. Afrika'da açlıktan ölecek kadar fakir durumdaki insanlara yardım etmenin onları aslında nasıl bir kısır döngüye soktuğunu 'Malthus Kapanı'yla açıklamıştır. Görüşü politik olarak yanlış olduğu için tepki görmüş ve (sözde) çürütülmüştür. Buna rağmen günümüzde Malthus'un görüşlerinin dikkate alınması gerektiğini söyleyen ekonomistler giderek artmaktadır (ki ileride Malthus'un görüşlerine de bu sayfalarda yer vermeyi planlıyoruz).

Yanlış ile politik olarak yanlış arasındaki sınırlar özünde büyük olsa da ezip geçilmesi kolay türden sınırlardır. Yine de terimin saygınlığını korumak için radikal düşünceli arkadaşlar bu farklara dikkat etmeli. Peki neden 'politik olarak yanlış' teriminin saygınlığını korumak için uğraşıyoruz, neden bu kadar önemli bu olay? Günümüzde, sözde kurtuluşumuzu sağlayacak olan özgürlükçü görüşler gittikçe kabuklaşmakta ve aslında özgürlükçü olmaları gereken yerde farklı düşünce manevralarına izin vermeyen bir yapıya bürünmekteler. Hepimiz aslında en özgür gözüken ortamlarda bile görüşlerimizi dile getirememekten şikayetçiyiz ve bunun nedeni bizim çekingenliğimiz değil, örülen iyilik ve temizlik duvarları. Bu kendi kendini kapana kıstıran görüşler yaşadığımız problemlere çözüm bulamamakta. Tam bu anda politik olarak yanlış ,ya da daha uzun bir biçimde, politik kuralları hiçe sayan görüşler devreye giriyor. Öldürmeyi, kötülüğü, ayrımcılığı ve pisliği henüz aforoz etmemiş olan görüşler... Onların bize, insanların koyduğu yapay sınırlar yerine gerçek sınırları gösterip yeni yollar açacağına inanıyoruz. Bu yüzden sonraki sayılarda da bu sayfaları politik olarak yanlış görüşleri incelemeye ayıracağız. Not: Eğer aklınızda bahsettiğim kriterlere uygun görüşler varsa politikolarakyanlis@gmail.com'a (ister anonim ister gerçek bir mail adresiyle) mail atmayı unutmayın.

49



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.