Sayı: 4
2015
Kapak Tasarımı: Kaan Ayparlar
Yayın Kurulu:
Ayşe Kevser Arslan Cemre Edip Yalçın Ege Acar Fatma Elif Albayrak Gizem Karakaya Gözde Berkil Hasan Basri Çifci Zeynep Camuşcu
Tasarım:
Ayşe Kevser Arslan Fatma Elif Albayrak Hasan Basri Çifci Kaan Ayparlar
Organizasyon:
Gizem Karakaya Hasan Basri Çifci
İletişim:
sendromdergisi@gmail.com facebook.com/sendromdergi twitter.com/sendromdergi
Katkılarından ötürü İnci Şahinakman'a çok teşekkür ederiz.
4 . . . Bir Dünya İnsanı: Ayhan Sicimoğlu / Hasan Basri Çifci 8 . . . Rehavet / Aslı Aykaya 9 . . . 10bir / Ege Acar 10 . . . Yüzyüzeyken Feci Kararlı Şeyler Ve Plüton Kunduzları / İlkiz Gürbüz 12 . . . Katran, Tüy ve Islak Tahtalar / Pınar Türer 14 . . . Kadınlarım & Çiziklerim / Cemre Karabiber 16 . . . Ayrı K / Şinasi Yıldırım 18 . . . Namüsait / Azerhan Utku Fındık 23 . . . Doğum / Billur Bektaş 25 . . . Songülen I. / Tolga Pınar 28 . . . Bir Garip Şeytan Anomalisi / Mert Öztürk 30 . . . Berlin / Zeynep Camuşcu 31 . . . İçimizdeki Köşelerden En Değerlisi / Balam Bingül 34 . . . Kadrolu Basın Serüvenimiz / Cemre Edip Yalçın 37 . . . Kandırılmak İstiyoruz / Doğa Çakar 38 . . . Kuzey'den Kremline / Berkeren Büyükeren 40 . . . Ağlayan Filozofun Gizemi 43 . . . Siz Dorian Gray'siniz / Fatma Betül Çifci & Sima Şeyda Aydemir 46 . . . Masumiyet Karinesi / Berfin Nur Osso 47 . . . Benim Çoğul Kaygılarım ve Yalnız Halkım (Ululara Nazire) / Gökberk Yunus Atçalı 48 . . . Devrim Sohbetleri / Harun Cantürk & Hasan Basri Çifci 50 . . . Politik Olarak Yanlış 52 . . . Barış'ın Tasarım Atölyesi / Barış Kayaaslan & Gizem Karakaya
301 1 y覺l oldu. Soma, 13 May覺s 2014
BİR DÜNYA İNSANI: AYHAN SİCİMOĞLU Söyleşi: Hasan Basri ÇİFCİ Ayhan Bey çok hızlı konuşuyor, çok heyecanlı. Yaptığı onca iş, gezdiği onca yer onu hiç yormamış gibi hevesle ve hep ileriye bakarak konuştu benimle. Onu hep, yaptığı müziğe ve yaşadığı hayata eşdeğer bu hareketliliğiyle anımsayacağım. SAVAŞLAR BİTECEK
vardır ya, benim için yumurta tavuktan çıktı.
Hasan Basri: Ayhan Sicimoğlu kendini
Yani, tavuk yumurtadan çıkmadı. Tavuk
nasıl tanımlar?
zaten hep vardı, yumurta çıktı.
Ben “Dünya İnsanı Türk”üm. Zaten bir zaman sonra –kaç sene sonra, bilmiyorum
Hasan Basri: En sevdiğiniz yer neresiydi
tek insan olacak el ele tutuşan. Savaşlar
gidip gördüğünüz?
bitecek. Yani herkesin bir olduğu, sınırların
Bu çok geniş bir soru. Mesela nerede
kalktığı, lisanların da bir olduğu belki,
yaşamak isterdin diye sorarsan,
herkesin birbirine eşit olmaya yakın olduğu,
New York City diyeceğim.
fakirin zenginle, Müslümanın Hristiyan’la,
Bir daha nereyi ziyaret et
karanın
beyazla
söylüyorum
–ama
bunu,
zihniyet
olarak
meyi istersin dersen Peru
olarak
değil
diyeceğim. Yani sevdiğim
örnek
yakınlaştığı, böyle insanların yaşadığı bir
yer derken bunu daha
gezegen olacak. Ben o gezegene şimdiden
açmak lazım.
gitmek isteyen bir Türküm. Hasan Basri: Mesela Hasan Basri: Bu fikrinizin oluşmasında
en çok ne şaşırttı sizi,
dünyanın çeşitli yerlerini gezmeniz etkili
nereye gidince hay
oldu mu?
ran kaldınız?
Tabii,
hep
böyle
yetiştim
ve
böyle
Güzel soru. Aslında
büyüdüm, böyle gördüm ve böyle istedim,
Peru’ya hayran kaldım.
bu yüzden çok kültür tanıyan, çok lisan
Bir daha görmek istedi
konuşmaya
ğim yer orasıydı. Çünkü
çalışan
–o
kadar
fazla
konuşmasam da– , renkleri bilen –o yüzden
Peru’yu bütün Güney
programın adı “Renkler”, biliyorsun– bir
Amerika’nın hac yeri ola
insan
rak gördüm. Macchu Picchu
oldum.
“Tavuk
mu
yumurtadan,
yumurta mı tavuktan çıkar?” diye bir laf
mesela… Dağdaki medeni
4
yetleri görmek istedim. Oraya iki defa gittim.
İnsan
Bütün Şilililer, Arjantinliler, Perulular… Ne
bacakları ağrıyor, nefes almakta zorlanıyor,
oluyor? “Biz burayı görmek istiyoruz, burası
yürüyemiyor, beyni duruyor, öyle tuhaf bir
bizim kıtanın kültürlerinin temelinin olduğu
şeyler. Yattım Machu Picchu’da ağaçların
yer.” Çok gizemli tabii. Pek bizdeki gibi
altına, rüyalar falan gördüm.
üşütmüş
gibi
oluyor,
eklemleri
değil. Oranın nasıl yapıldığı, niye yapıldığı, oraya
nasıl
gidildiği
hâlâ
bilinmiyor.
Hasan
Basri:
Yakın
zamanda
bu
Efsaneler var tabii. Yok uzaydan gelmişler
gezilerinizle ilgili bir kitap da üçüncü
de falan filan, ama tabii onlar yok bence.
baskısını yaptı.
Ben öyle şeylere inanmam çok. Niye yapıldı
Evet, boş zamanlarımda yazdığım hikâyeler
hâlâ bilinmiyor ve çok enteresan, gizemli bir
vardı.
yer.
istedim.
GEZME KONUSUNDA BALLIYIM
Onları
derledim,
herkes
okusun
Hasan Basri: Nasıl karar verdiniz yayın
Hasan Basri: Sizde pek kimsede olmayan
lamaya?
bir heves var ve gittiğiniz yerde eğlenmeyi
İstiyorlardı birkaç seferdir yayınevleri. En
biliyorsunuz. Bu nasıl oluyor?
son telefon da gelince “Kaç kişi istedi,
Hem öyle, hem de biraz o konuda ballıyım.
yaparız ederiz.” diye… Onlar gezi kitabı
Pat diye birini yakalıyorum. “Aa, burayı
istediler. Gezi kitabı yapmak çok masraflı bir
gördün mü?” diyor, “Neresi burası?” derken
şey. Yanımda bir tane fotoğrafçı götürmem
“Evime
lazım.
gel.”
diyor.
Derken
zincirleme
Kameramanlar
fotoğraf
çekmek
gidiyor böyle. Biraz ballı olmak lazım galiba.
istemiyor, çekemiyor. Fotoğrafçının da iyi
Bir de dikkat çeken bir tip olduğum için olsa
olması lazım. İyi fotoğrafçı, bilmem ne
gerek, üzerime geliyor insanlar ve beni
bilmem ne… Bunlar hep masraflı işler.
götürüp bir şeyler tavsiye ediyorlar. Bir de
Türkiye’deki kitapların fiyatında o çıkmaz.
tabii kamera da çekince daha enteresan.
Pahalı kitabı kimse satın almaz, ucuz kitaba
Kamerayı görünce adam işin önünde olmak
da öyle bir masraf çıkmaz. Onun için,
istiyor. Tek başıma gezsem öyle olmaz yani.
aklımda öylece kalmıştı.
Bir
Doğan Kitap arayınca, “Gezi kitabı yapa
şekilde
ısı
veriyorum
herhalde
ki
geliyorlar bana mıknatısmışım gibi.
mam, ama” dedim, “benim yazdığım hikâ yeler var kendime ait, hepsi gezi değil,
Hasan Basri: Hiç unutamayacağınız bir
benim fantezilerim, rüyalarım var, insanlar
şey geldi mi başınıza?
okumak ister mi?” “Okuyalım, biz onu dü
Peru’da yükseklik hastalığına yakalandım.
zeltiriz.” dediler. Çok beğendiler okuyunca. 5
DÜNYA MÜZİĞİ YAPIYORUM
SIRF GEZMEK HİÇBİR ŞEY
Hasan Basri: Yazma konusunda ya da
İFADE ETMEZ
müzik yaparken ilham veriyordur gördü
Hasan Basri: MFÖ’nün “Peki Peki Anladık”
ğünüz yerler.
şarkısını size yazdığını söyleniyor, doğru
Evet, ama her zaman da değil. Müzikte de
mu? Şarkı “Her şeyden sen anlarsın,” diyor,
böyle bir yer var mı diye konuşamayız,
sizin için çok doğru bence.
çünkü dünya müziği yapmaya çalışıyorum.
Zor bir hayat sürüyorum. Şimdi burada saat
Jamaica’ya gittiğimde orada bir şey aklıma
ikiye
gelir onu yaparım, bugün Babylon’da başka
kalkıyorum, dokuzda araba geliyor, on birde
bir şey yapacağız mesela. Banyo yaparken
Fransa’ya uçağım var, uçaktan iner inmez
kadar
çalıyorum,
sabah
yedide
aklıma ta yetmişlerin Eminönü’nde satılan
eğer yetişebilirsem Nice’te bir yürüyüş
kasetleri geldi, bunu yapacağız.
başlıyor, çiçeklerin yürüyüşü, karnaval… Karnavalın da bu seneki konusu gastronomi.
Hasan Basri: Peki neden Latin müziği?
Yani yoğunum evet.
Latin müziğini çok seviyorum, çünkü içinde tuhaf
bir
sentez
var.
Latin
müziğinin
Hasan Basri: Şarkı şöyle devam ediyor:
literatürdeki adı Afro Cuban North Ameri
“Her şeyi sen bilirsin.” Doğru mu bu? Ya da
can Music olarak geçer. İçinde hem Afrika
bin yılların sorusunu sormak istiyorum:
var, hem Küba var, hem de caz var. Aynı
Çok gezen mi, çok okuyan mı?
zamanda Güney Endülüs’ün, İspanya’nın da
Çok okuyarak gezen bilir, sırf gezmek hiçbir
müziğidir bu. Küba ve Antiller’in 1600’lerde
şey ifade etmez. Uçağa binmeden önce
İspanyollar tarafından zapt edilmesi sonucu
kitaplarımı alırım, gideceğim yer hakkında
Afrikalı esir kölelerin etnik ve dini müzik
sabaha kadar kitap okurum ben
leriyle Endülüs İspanyası’nın kalıpları
uçakta. Ne olduğunu bilmeden git
nın, Kuzey Avrupa müziğinin bir çorba
mem.
sı Latin müziği. Hiçbir şey anlatmayan,
Hasan
saçma sapan elektronik müzikler de
daldın, en güzel ritmi sen buldun.”
var. Bunlara da ben katlanamı
Bunlar ne anlama geliyor?
yorum. Üstelik kendileri bile
Mazhar Alanson yazdı bu sözleri.
söylemiyor, playback yapılıyor,
Basri:
“En
derine
sen
O zamanlar sualtı arkeolojisinde
bizim için seyirciye karşı çok
çalışıyordum ve dalgıçtım.
büyük ayıptır bu.
Mazhar bir şarkı besteler di mesela, sonra onu bana
6
Kafanızı yastığa koyunca uyursunuz New York’ta, İstanbul'da uyuyamazsınız. Ben uyuyamıyorum daha doğrusu. Siz hukukçu olacaksınız, hukuk bu işlerin ilacıdır. Bir memlekette adalet yoksa rahat uyuyamazsınız.
getirip “Şuna bir ritim bulsana,” derdi. Ben
sorumluluk anlamında seve seve yaparım.
de hemen hazırlardım, onu çalardık. “En
Hasan
çabuk da sen döndün.” vardır mesela. Geçen
görüyorsunuz?
hafta
sorarlardı,
İstanbul için çok üzülüyorum. İstanbul
söylerdim,
yaşlanmış,
nerede
Brezilya’ya
olduğumu
gidip
geldiğimi
şaşırırlardı.
Basri:
Peki
artık
İstanbul’u
kırışıkları
nasıl
kremlerle
düzelemeyecek, doksanını geçmiş, kulakları duymayan, gözleri iyi görmeyen, kafası hâlâ
Hasan Basri: “Deli deli kulakları küpeli” de
gidip gelen, Alzheimer olmuş, elbisesi yırtık
mi size?
falan ama anlıyorsunuz ki zamanın çok
Fotoğrafçılık ve film tahsili için İngiltere’ye
güzel kadınlarından biriymiş.
gittim, döndüğümde kulağımda seninki gibi bir küpe vardı. 1976 yılıydı. O zaman
Hasan
erkekler
istediğinizi söylediniz, o da böyle bir kadın
küpe
takmazdı
tabii.
Onu
yazmışlardı.
Basri:
New
York’ta
yaşamak
mı? İstanbul kadar yaşlı değil, görmüş geçirmiş
İSTANBUL ALZHEIMER OLMUŞ
değil. Son derece kozmopolit bir şehir. On
Hasan Basri: Sözlükten devam edelim.
dakikada
Seçim döneminde belediye başkanı olması
gidebiliriz. Bir sanat şehri, hürriyet şehri.
gereken kişi olarak sizi işaret etmişler, ne
Sonsuz hürriyet vardır New York’ta. Kafanızı
dersiniz buna?
yastığa koyunca uyursunuz New York’ta,
Allah korusun. Babamdan vasiyetim var
burada uyuyamazsınız. Ben uyuyamıyorum
siyasete karışma diye. Arka planda çalışırım
daha doğrusu. Siz hukukçu olacaksınız,
elbette,
hukuk bu işlerin ilacıdır. Bir memlekette
ama
kendim
bayrak
taşımam.
Hoşuma giden icraatlara yardımları sosyal
Çin’e,
yarım
saate
adalet yoksa rahat uyuyamazsınız. 7
İtalya’ya
8
9
yüzyüzeyken feci kararli seyler ve Plüton kunduzlari Ilkiz Gürbüz
Sevgili okur, öncelikle itiraf ediyorum ki az sonra tartışacak olduğum konuda hangi tarafta olduğumu inan ben de bilmiyorum. Konumuz: günümüz Türkçe alternatif müzik gruplarının pek yaratıcı isimleri! Türkçe müziğin yavaş yavaş ¨ıptıs dıptıs¨tan öteye gitmemeye başladığı şu günlerde, tutunduğum tek dal güzelim alternatif sanatçılar, gruplar. Yalnız olduğumu da sanmıyorum bu konuda. Lakin bir durum var; uzun zamandır ¨hacı ne dinliyorsun bu ara¨ diye sorduğumda aldığım cevaplar karşısında birkaç saniyelik saygı duruşu mecburiyeti hissediyorum. Sebep; mantıktan bırakın yürümeyi koşarak uzaklaşan, pek acayip, garip gurup Türkçe alternatif müzik grubu isimleri. Önce biraz geri gidelim. Genelleme den kaçınarak belirtmek isterim ki; güzelim 60lara, 70lere baktığımızda müzik grup larının isimlerinde tek kelime seçmek tercih ediliyor gibi gibi. Sanki grup kuran herkes ¨bi’ şeyler¨ olmakla mükellefmişçesine; ¨Da daşlar¨, ¨Moğollar¨, ¨Kaygısızlar¨, ¨Bu nalımlar¨, vs… 90lar, 2000ler tamlamalara düşkün; ¨Mavi Sakal¨, ¨Bulutsuzluk Özlemi¨, ¨Ezgi’nin Günlüğü¨, ¨Kumdan Kaleler¨ ve daha niceleri… Şimdiyse üç tip grup ismi var; 1. ¨boşver cağnım mantığa ne hacet" 2. ¨uzat uzatabilirsen kardeşim¨ 3. ¨dur azıcık entellektüel göndermeli olsun¨
Biricik fikrime göre gariplik dediğimiz sadece alışamamaktan kaynaklanıyor. 90ların iki isimli gruplarına aşina insanları olarak ¨Yok Öyle Kararlı Şeyler¨, ¨Büyük Ev Ablukada¨, ¨Hay Bin Kunduz¨ ve kişisel favorim ¨Son Feci Bisiklet¨ karşısında afallamamız bir hayli doğal, sanki. Birinci tipe örnek olarak ¨Son Feci Bisiklet¨ bir hayli öne çıkıyor bence. Bu ismin bulunma süreciyle ilgili gizemli evren internette iki rivayet var. Bakınız birincisi; grubun vokalisti Arda, yarışmaya katılmak için isim aradıkları süreçte bir sabah uyanır ve grup üyelerine telefon ederek aklına gelen üç kelimelik anlamsız tamlamayı söyler. İkinci rivayet ise der ki; üç kişilik bu grubun her bir üyesi birbiriyle alakasız bir kelimeyi ortaya atar, ardından en ¨mantıklı¨ tamlamayı seçerler ve ¨Son Feci Bisiklet¨ ortaya çıkar. Bu rivayetlerden hangisi gerçek bilemeyiz tabii. Belki de Dadaistler misali gazeteden kestikleri tek kelimelik kağıt parçalarını atıverdiler bir torbaya, sonra da üç kağıt çekip yan yana koydular. ¨Olamaz mı, olabilir.¨ 10
İkinci tip isimlerde ¨Halimden Konan Anlar¨ vardı bir ara, lakin şimdi efendi efendi ¨Adamlar¨ oldu isimleri. İlk isim lerinin hikayesini maalesef bilemiyoruz ama güncel isimleri de pek naif, pek sakin. Tam Kadıköylü müzik grubu ismi, yalan mı? Ya da halihazırda ¨Yüzyüzeyken Konuşuruz¨ var, yaz yaz bitmeyen.
Farkl ı Çorapl ar
Üçüncü tipte ise açıklama yapmak sızın ¨Büyük Ev Ablukada¨, ¨Seni Görmem İmkansız¨ ve ¨Plüton’u Kurtarmak¨ demek istiyorum. Bu grupların adını merak edip araştırınca bir tık kültür doluyor, Trivial Pursuit’te üçgen dilim kazanıyoruz. Tabi ki bu tavırlar sadece Türkçe müzik yapan gruplarda gözlemlenmiyor. Ba kınız İrlanda çıkışlı müzik grubu ¨God Is An Astronaut¨ bunun müthiş güzel örneği. Daha buluruz, aramıyorum.
Buraya küçük not, en sevdiğimizi söyleyip en sevmediğimizi kendimize sakla mak olmaz diyerek; ¨Nükleer Başlıklı Kız¨ ismini bir müzik grubuna kesinlikle yakış tırmadığımı belirtmek isterim tam bu noktada. Hatta herhangi bir oluşuma yakış tırabilir miyim onu bile bilmiyorum... Naçizane fikrim anlamsızlığı estetikle bu luşturmak gerektiği yönünde. Ha bi’ de uzay takıntısı var galiba alternatifin taze kanlarında ama tabi bu bambaşka bir tartışma konusu… Son olarak buradan müzik grubu olmayıp kendi isimleriyle bireysel müzik yapan, bizleri de gariple gurupla uğraş tırmayan alternatif sanatçılara çilek kokulu öpücükler ve teşekkürler göndermek is tiyorum. Yine de her ne kadar tarafsız kalmak adına gerçek üstü çaba sarf etsem de, ben deniz galiba sebepsizce seviyorum alter natifteki bu tuhaflıklı grup ismi hareketlerini. Ne gerek var her şeye anlam yüklemeye allah aşkına Müzeyyen? 11
Katran, Tüy ve Islak Tahtalar Pınar Türer
Birike birike ilerliyor insan; üstüne çullanan ağırlık hep artıyor, ama ne tuhaf ki hep eksiliyor sanki. Başkaları şöyle bir uğrayıp çıkıyorlar, hep bir öncekinin acısını hatırlatarak. Her yeni adımda, her yeni yürek burkulmasında yürüdüğü yol katran oluyor ayaklarına. Yine de nereye gittiğini bilirmişçesine yürüyor da yürüyor. Ruhu kevgir olmuş, dizine kadar batmış umrunda değil. Dudaklarımın içini durmadan kemiren dişlerim dükkan kapısının çın gırdayan ziliyle olduğu yerde kalıyor, ağzım yüzümün bir köşesine gerilmiş. Kaykıldığım sandalyede toparlanıyorum ama bakışlarımın yapıştığı renkli defter yığınından kopmak zor oluyor. Kasada olduğumu dahi fark etmeyen genç bir kadın suluboyaların önünde ilerlerken, avarelikten girdiğini anlıyorum içeri. Kendi de o reyonda işi olmadığını hatırlayınca geniş geniş şöyle bir bakıyor etrafına. Deli değilse dalgınlığından dudağındaki gülümseme. Ya da belki de liliğine dalgın. Boynuna doladığı kocaman atkı yüzünü iyice ufaltıyor. Kafasının üstünde toplanmış saçları tam itaat etmemiş belli ki; şakaklarını perdeleyen tül gibi tu tamlar arasından küpeleri parlıyor mavi mavi. Bakışlarımı diktiğimi fark etmesini umursamıyorum, bir ihtiyacı olursa diye dikkat kesildiğimi sansın varsın. Ağır ağır kalemlerin olduğu yere kayıyor. Tezgahın ardından adımlarını görmedi ğimden belki, ama adım attığına inan mıyorum nedense. Birkaç gün önce park ta izlemeye daldığım bir parça kuş tü yünü hatırlıyorum, yere bir türlü kona
mayışını. Dalıp gidişim o zamankine benziyor. Yere konup konmayacağını merak ediyorum yine. Ama belli ki sa bırsız bakışlarım ona ulaşmıyor; iyi ki de ulaşmıyor. İşaret parmağını kalem kapak larına belli belirsiz değdiriyor her sefe rinde, sanki renkleri görmüyor da his sediyormuş gibi. Öldüğünü anlamamış bir hayaletin ifadesi var suratında. Sonra bir anda unutuyor hayaletliği de, ölümü de; eline aldığı kalemi evirip çeviriyor, tüm dikkati çomaktan hallice objenin üzerinde. Sonra onu bırakıp bir başka sına geçiyor. Bir müddet sonra çıkması ge rektiğini düşünecek, yabancı değilim bu raya gezmeye gelenlere. Ama bu seferki kibarlık yapıyor: eli boş gitmeyecek. Eski usul kırmızı kurşun kalemlerden aldığını görüyorum. Bir gülme geliyor, dudak larımın kenarlarını kaldırır gibi olsa da içim elvermiyor dalga geçer görünmeye. Kadının kırmızı kaleme bakışında bir şeyler var çünkü, bozmak istemiyorum. Acaba o da arkasını kemirecek mi, o yüzden mi gülümser bir hali var? Tahtanın ve kurşunun birbirine geçen, ıslandığında iyice ortaya çıkan tadını anımsıyorum dilimde. Kesin o da biliyor bu tadı. Yine de emin olamıyorum, aynı tat mı olur aldığımız? Yoksa onun çe nesindeki şu dikiş izi, mesela, daha mı tuzlu kılar kurşun ve tahta ıslaklığını? Yüz ifadesinin çıplaklığı usul usul çarpıp duruyor beni, ama net bir şey çıka ramıyorum.
12
Özlem? Evet, bakışlarında öz lem var. Neye olduğunu bilmediğinden neredeyse eminim. Yine de donukluğa tamamen teslim olmamış henüz bu bakışlar, parlamaya hazır bekliyor şu dükkanın içinde gezinirken. Neye parlayacaksa. Kitaplara? Hayır. Bugün, burada değil. Belki de o reyonda fazla oyalanıp, eli de boş çıkacağını bildi ğinden cesaret edemedi. Dizgin bil meyen analizimi yarıda kesiyor kasaya yaklaşan bedeni. Bir an başını kaldırıp bana bakar gibi oluyor ama o kadar kısa süre veriyor ki kendine beni görmüş olması mümkün değil. Acaba gözümün içine bakacak mı dükkandan çıkmadan? Yalnızca uçlarını görebildiğim parmakları tezgahın üstüne sürüyor kalemi. “Ne kadar?” olduğunu tahmin ettiğim silik bir cümle sızıyor neredeyse hiç kıpırdamayan ince dudaklarından. Kendi de fark ediyor belli ki kısıklığını; başını kaldırıp gözümün içine bakı veriyor, dimdik. Gözbebeklerindeki sarı hareler dönmekten vazgeçmiş girdaplar gibi duruyor bir an bakışında, uzun kirpiklerini ancak başını tekrar eğdi ğinde fark edebiliyorum. O küçük par maklarıyla cüzdanını açarken “Bir bu çuk lira.” diye geveliyorum hızlıca. Sonra her şey çok çabuk oluyor. Par maklarım tezgahın üstündeki demir paraların soğuğunu tadarken kapının çıngırağını öttürerek, bir yandan da kalemi çantasına sok maya çalışarak çı kışını izliyorum.
Yüzüne yeteri kadar baka madığımı fark ediyorum o an. Sarı hareler önümde çakılı duruyor hala, ama yanaklarının rengini hatırlaya mıyorum. Bu sırada kapı ağır ağır kapanıyor, şiddetli bir yağmurun sesini kısarak. Şemsiyeli, koşar adım bir sürü insan caddeyi arşınlıyor. Kadının vitrinin önünde, kıpırdamaya niyetsiz durduğunu fark ediyorum. Çantasının üzerindeki küçük eline indiriyor bir an başını, şemsiyesini çıkarıp hızlanmasını bekliyorum, belki biraz da dönüp son kez içeri bakmasını. Ama o duruyor, sola doğru bakıyor; kulaklarının ucunda bir mavilik ışıyor kısacık. Tül saçları şakaklarına yapışmış, bakışlarını diktiği her neyse ona çeviriyor hayalet bedenini. İçimde bir şeylerin kıpır dandığını hissediyorum, belki de açılan kapıdan içeri doluveren soğuk ke miklerime ulaşıyor nihayet. Nefesimi tutarak beklediğimi, o yavaş adımlarla kaldırımı okşayıp gözden kayboldu ğunda fark ediyorum. Kuruyan boğazımı yumuşat mak için yutkunuyorum, canım daha da yanıyor. Susuzluğum damağımda kıv ranırken yağmuru izliyorum, caddenin ıslak parıltısı damlaların durmaksızın çarpıp sekmesiyle kaynayan, telaşlı bir gölü andırıyor şimdi. Kadının nereye gittiğini merak ediyorum; yolu kat ransız, ruhu kevgir olmayan bir hayalet nereye gider diyorum sonra. Aklıma tahta bankları yağmurdan koyulmuş, kuş tüylü parktan başka bir yer gel miyor. Ocak, 2015
13
Kadınlarım & Çiziklerim Cemre Karabiber Terminalleri sevmedim. Seve medim. Terminaldeyim. Soğuk, Viyana soğuğu. Noel geçeli çok olmuş. Bitmiş sokaklardaki sıcak şarap kokusu. Yol, uzun. Gece bir nevi karbon kağıdı, mavi siyah. Bu mavi siyahı atlatırsam, sa baha labirent şehrin havası dolacak ciğerlerime. Bir meczubun hayalden gerçeğe evirdiği şehrin havası. Gaz için fazla erken. Süt ve kurabiyeyi hazırla madım hem daha. Tek başıma ilk yolculuğum değil bu. Kökleri toprakta olan bir ağaç değilim. Yeni yeni fark ediyorum bunu. Sen, seni fark edeli bayağı olmuştu ama, ben o kadar erken davranamadım. Minik siyah defterimi çıkarıyorum. En az pasaportum kadar yerleşiklikten sı yırıp çekiyor beni bu minik siyah defter. Yazıyorum,“Gümüş ve kesinim. Peşin hükümlerim yok.” ve yükselip bakı yorum kendime. Kesinliğim ve peşin hükümsüzlüğüm ve yanında içten olu şum, zalim değil. Güz dökümünü çok deneyimledim ama ya giz dökümü? Rüya stoperi, rüya izah edeni değil, rüya istismarcısıyım. Tanıdık geldi mi sana? Sen yazmıştın, bütün bir yaz yanımda taşıdığım kitabında yazıyordu. Kuru, sıcak, sıkıntılı bir yazdı. Rüyalarımı istismar ettiğim, rüyalarımın erkek devlet ve erkek şiddet tarafından istismar edildiği bir yaz. Babana yazdığın bir şiir vardı, onu öldürmek zorunda olduğundan bahsediyordun. Ben de rüyalarımın, rüyalarımızın istismarcısı erkek devleti ve peşinde getirdiği nefreti öldürmek zorundayım. “Seni piç, artık seninle işim tamamen bitti” demeliyim sonrasında da. 14
Camdan bakıyorum. Yağmur yağıyor. “Labirent şehri sel bastı, tüh!” diyorum. Sonsuz bir grilik, horizontal. Ve o sonsuz horizontal griliğin içinde dikey bir ben. Dikey dururum ama yatay olmayı yeğlerdim. Bindiğim her oto büste, o otobüsleri beklediğim her terminalde, vardığım her şehirde dike yim. Sırça fanus, üstüme indi inecek. Hem zaten, bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? Yol bazen bitmiyor. Gözlerimi kapatıyorum, karanlık. Gün yirmi dört saatlik döngüsünden çıkalı çok oldu benim için. Gözlerimi kapatıyorum ve bütün dünya ölüyor, göz kapaklarımı kaldırıyorum ve her şey yeniden do ğuyor. Günlerin döngüsü böyle. Ben gözlerimi kapatıp açtıkça dönüyor gün ler. Senden öğrenmiştim bunu. Bayağı işe yarıyor, müteşekkirim sana. Sırça bir fanus inmiyor üstüme. Uzun zamandır evim dediğim yere dö nüyorum. Ama Tyrol’un karları ya da Viyana’nın berrak birası o kadar saf ya da doğru değil. Tyrol’u bilmiyorum ama sanmıyorum bu yeryüzüne düşen kar saf ya da doğru olsun. Viyana’nın berrak birası üzerine, oturduğum koltukta kay kılıp ahkam kesecek kadar şey biliyorum yalnız. Haklısın, saf değil. Doğru değil. Ve son bir şey, sonunda beni harap edecek şeyleri arzuluyorum. Tıpkı senin gibi Sylvia. Süt ve kurabiye hazır, bıraktım içeri. Hadi gel, mutfağa gidelim Sylvia. Sevmediğin, sevmediğim erkek yeryüzünün olmamızı istediği yere. Hadi Sylvia. 15
AYRI K Şinasi Yıldırım yavaş yavaş uyandım. apartmanın diğer dairelerindeki yaşam belirtileri, kapı çarpma sesleri, seslenmeler uzaktan, çok uzaktan geliyor gibiydi. fakat elbette ne kadar uzak iseler o kadar büyüktüler kafamın içinde. buna zihnimin işini görmekte fazla ileri giden bir fonksiyonunun neden olduğunu söyleyebiliriz. şöyle diyelim: yakındaki nesneleri ve duyu organlarıma hitap eden diğer şeyleri algılamakta zorlanmıyorum fakat uzakta olanları algılamak için yoğun bir çaba sarf ediyorum ve bu uzağı yakından daha yakın kılıyor benim için. düşman başına. bir uyanışla başlayan hikayeleri sevmem. bir kişi nasıl olur da bir olayı o sabah uyandığından başlayarak anlatır? tabi eğer uyandığında fark ettiği, başına gelen bir şeyden bahsetmiyorsa: Gregor Samsa gibi. birinci ağızdan yazılmış hikayelerde yazarın çokça kişisel görüşlerine yer vermesinden hoşnut olmadığım gibi kurmaca karakterin ağzından hikaye anlatan yazarın tanrılaşarak evrenin özüne ve yaşamın ikircikli hallerine dair söylediği tiryaki sözlerinden de nefret ederim. hayda. uyanmıştım. böyle başlamak daha iyi olur. apartman da uyanmıştı. uyanmaları kısmını kendileri hallederlerdi hep. ama ben onlara bundan sonrası için bir noktada yardımcı olurdum. ayağa kaldırırdım onları. güne başlayacak diriliği verirdim onların bedenlerine.
gece kot pantolonum ve gömleğimle uyumuş olduğum için ayağa kalkmam, gözlerimden çapakları temizlemem ve anahtar üzerimde mi diye kontrol edip dışarıya çıkmam pek bir vaktimi almadı. kapıyı kilitleme ihtiyacı duymadım, kimse içeri girmeye tenezzül etmezdi. öyle ki bu fikri bir cemiyette ortaya atan hırsız derhal bulunduğu locadan men edilirdi. böyle işte. ah unuttum! evden çıkmadan önce elbette ayakkabılarımı giymiştim. tabanı kauçuk, siyah ve eprimiş kunduralarımı vura vura yürümeye başladım. merdivenlerde, apartmanın mimari açıdan ihtişamının dorukta olduğu -çünkü akustiği şahane, sonsuz kez yankılanıyor sanırım herhangi bir ses- yerde durdum. göğsümü birkaç saniyelik nefesle doldurduktan sonra tizliği kulak yırtan bir sesle bağırdım: “kim öldürdü can henri’yi? savaşında günahkarlarla azizlerin?” sesim belki de çatı katına ulaşmadan ben harekete geçmiştim, apartmanın kapısına doğru. kalsaydım dairelerinden bir hışımla çıkan azizler tarafından cezalandırılacaktım. evet günahkardım. ben öldürmüştüm can henri’yi. bu savaşın nedeni de buydu. suç ortaklarımla giriştiğim savaş. azizler günahkar değil midir? neden en çok tövbeyi ve duayı onlar ederler? beraber öldürmedik mi can henri’yi? azizleri ayağa kaldırmıştım işte! keyfim yerinde, ellerim ceplerimdeydi. 16
dış kapıya kadar hızlı ve ritimli adımlarla yürüdüm fakat kapıyı çekip açmak için bu hızı ve ritmi kaybettikten sonra ritimsiz adımlarımla sokağa çıktım. sokaklar sakin, sessizdi, kargaları selamladım. yalpalaya yalpalaya iki sokak ötedeki çorbacıya yöneldim; çünkü çorbacıya yalpalayarak gidilir. hüsamettin abiye selam verdim çorbacının açık kapısından içeri girerken, bir kelle paça istedim hiç sevmediğim halde. ama istedim. içtim de. hüsamettin abiyle günlük basit konuşmalarımı yaptım, ne olsun abi iş güç, koşturuyoruz, hayırlısı, sende ne var ne yok, inşallah olur abi. sonra da üç liralık hesaba iki lira bahşiş ekleyip, beş lira bırakıverdim masanın kenarına. selam verdim gür sesle, topuklarımı mermerlerle dövüştüre dövüştüre çıktım. işyerine doğru yollandım. yürüme mesafesinde değildi işyerim fakat yürüyesim vardı. yorulduğum yere kadar gider, sonra bir araca binerdim, n’olacaktı.
bunu metroya gitmek istediğime yormuştu. tamam dedim içimden. farjad’a sormama gerek yokmuş demek ki. farjad bahsettiğim restoranda çalışan ve amerika’da da bulunmuş bir arkadaşımdı. “göztepe ağabey.” dedim. ne yazık ki, metrodaki sarı çizgiyi görene kadar neler oldu, neler düşündüm hatırlamıyorum. şimdi buradayım. çünkü anladım. göremeyenler körü körüne sarı çizgiyi takip etmek zorundadırlar devam etmek için. bu çizgiyi geçersem ne olur? ne var ötesinde bunun? çok mu şairane? hayır değil. keşke yanımda bir balyoz olsaydı da şu sarı taşlardan birini parçalayıp yanımda götürebilseydim. çizgiyi geçiyorum şimdi. uğultu yaklaşıyor. birazdan göreceğim. evet. az kaldı. ben can henri’yim. uzakta olan içimde artık, ben de sizin dışınızdayım.
caddeye çıkıp, doğu yönünde yürürken sağımdaki beşinci sokağı geride bıraktığımda kesildim, doksan derece sola döndüm, bir taksi bulma ümidiyle ufku kesmeye başladım. birkaç saniye devam ettim bu göz kısıp odaklanma işlemine fakat olur ya hani: gördüğünüz bir şeyi uzun süre sonra fark edip dönüp bakarsınız. sarı çizgiye baktım. hani şu kesikli kesikli olan. nasıl fark edememiştim? ayıldım. dirildim. sarı taksiye el ettim. tam önümde durdu. kapıyı açtım. “günaydın ağabey, subway’e.” “hangi durağına beyim?” bu memleket adamı öldürür. ciddiyetle söylüyorum. taksiciye söylediğim yer aynı cadde üzerinde iki kilometre kadar ilerideki bir restorandı. fakat taksici 17
Namüsait
Azerhan Utku Fındık Suç ve Ceza’nın 135. sayfasın
çektim ve onu düşünmeye başladım.
dan kıvrılıp bir kenara atılacak kadar
Sevmiyordum onu artık.
önemli bir konu ne olabilirdi? Bir ölüm
Sevemezdim. Ondan nef
haberi, bir sınırsız sevinç, bir mutlak iç
ret ediyordum. Belki de geç
kararma, Dostoyevski’nin yattığı mezar
mişte beni yüzüstü bırak
dan çıkıp karşında dikilmesi? Hayır,
tığı için bu sinirim. Bil
hayır, hayır. Hiçbiri değil bunların.
miyorum. Bu yazının
Masanın bir köşesine itilen o kitaptan
konusunun henüz ne
daha anlamlı ve daha sıra dışı ne
olacağı belirlenmedi.
olabilirdi? Durdum, düşündüm. İçinde
Ama aşka dair her şey
yaşadığım bu hayat birden farklı alanda
günümüz televizyon
ondan
dizilerince tüketilip
fazla
yenilgi
gördü.
İçinde
yaşadığım bu hayat ondan fazla kadın
iğrençleştirildikçe,
teni tanıdı, birden fazla kadını sevdi,
şüphesiz artık
yüzlerce pornoyu tüketti. İçimde yaşa
başka şeylerden
dığım bu hayat, on binlerce gün yaşadı,
bahsetmek gerek.
binlerce yağmur gördü, yüzlerce yağmur
Nicki Minaj’ın
altında ıslandı. Ve bu hiç bir yere
yeni çağın kadı
gitmeyen, bir gayeden yoksun satırların
nını tanımla
zihnimden dökülüp ağzına sıçtığımın
dığı video klip
teknolojisinde vücut bulmaya başladı.
lerinde yaptığı
Bu başlangıca pek tabi bir kadın sebep
danslardan da söz
oldu. Bir kadınının iç burkan, kapka
edecek değiliz. Kim’in
ranlık sözleri bu satırların böyle anlam
pornosunu izle
sız ve düzensizce yazılmasına sebep
mekten bıkmadınız
oldu.
mı? Hilmi Yavuz dangalağından Telefonu bir kenara bıraktım.
Yatağa uzandım, yorganı ağzıma kadar
söz açmanın hiç de sırası değil. 18
Ama
ben
bugün
bir
kez
daha
reddedildim.
Sonu kaçınılmaz bir tükeniş. O kız benim hayatıma
nasıl
girdi,
nasıl
çıktı
hatırlamıyorum. İlk nerede görüştüm, olma
en son nerede elini tuttum, bilmiyorum.
dığımı sordu. Aklı sıra beni gelip alacak
Bana
dışarıda
olup
Bunlar uzun yıllar önceydi. Ama onda
tı. Benim onu göreceğimi
çözemediğim bir tılsım, göremediğim bir
düşündü herhalde. Haya
kasık ve anlayamadığım bir ruh hali
tıma birkaç ayda bir,
vardı. Ve aslında ona dair bildiğim çok az
birkaç hisli ve gizemli
şey. Bir yağmur akşamında, üşümekle
cümleyle dâhil oluyor,
onu
yarım saat sonra yine
ilintisiz bir bağ vardı. Karanlık ekinoks
ansızın ve gizemli bir
gecelerinde ister buna astroloji deyin,
şekilde yok oluyordu.
ister hastıroloji hep aklıma gelirdi. Bu
Biliyorum, sevgili gün
gece de bundan farklı olmadı. Ona mesaj
lük 19 yaşındaki bir
attığım tarihleri buldum. Hepsini de deli
kızın yazacak çok
gibi saklamışım. Saklamak bilinçli bir
şeyi var. Ama o.
eylemdir. Ancak ben bu tarihleri bilerek ve
düşünmek
isteyerek
arasında
tutmadım.
anlamsız
Operatörüm
Postmodern çağın
tuttu. O sakladı. Her şeyi sakladığı gibi.
Rönesans öncesi
Bir başkasına gönderdiğim çıplak bir
yaşamları. Bir
fotoğrafı
nasıl
saklıyorsa,
yılların
televizyonun ardın
anlamsız mesajlarını da saklıyordu. İlk
da geçirilen ha
mesaj, 21 Mart, ikinci mesaj 21 Haziran,
yatlar. Değişmeyen
üçüncü mesaj 23 Eylül ve son mesaj 21
şarkı sözleri, ritimler,
Aralık. Ayrılıktan sonra atılan her mesaj,
şarkı isimleri ve pop
kalan bağları daha da gerer ve bir belirli
starlar.
Her değer
gerginlikten sonra bağlar kopar. Bardağı
bir gün tüketilecek. Ve
taşırdığı söylenen o damla, bu geceki
gün değersiz şeylerin
yağmurun
tüketilmesine geldi
damlaydı.
ğinde,
tüketmek
kendini
içinden
önüme
düşen
o
de
tüketecek.
Uyuyamıyorum. Uyumalıyım.
19
Kendini belirli aralıklarla hatırlat
sayfada koskoca harflerle yazılmış
masını anlamıyorum. Yazın her
ve kalp içine alınmış bir isminin
hangi bir gününde de mesaj ata
olmasındansa, bir gecede ismin
biliyor, kışın en soğuk gününde de.
geçmediği halde sayfalarca dolusu
Günlerle değil, aylarla ölçüyor beni.
bahsin tek kahramanı olmak, nefretin ve
Artık
sürdürmek
kızgınlığın kaynağı olmak daha iyidir.
istemediği halde, neden karşıma çıkıyor?
–bu da herhalde benim, reddedilişimi
Niye durduk yerde, bu geceki notlarımı
hafifletmek için ürettiğim bir mekanik
biten
bir
ilişkiyi,
onun adına tutmamı istiyor? Sevmiyor, sevse yazmaz, başka bir şey yapar.
Nerden de tanıdım onu. Üs telik küçük bir şehrin içinde benim
Olmadı be Mehmet Altan, iyi
tanımayacağımı düşündüğü bir başka
roldü ama olmadı. Ahmet’e söyle roman
kızla
yazmayı da, aforizma üretmeyi de bırak
ayrılışının ardından. O da kendinden
sın. Ya sen de şu taklitlerinden bir
uzundu. Ama takılmayı geçti, iki yıl kaldı
kurtulsan he. Ya siz ikiniz o babanızı da
o kızda. Sevdi mi gerçekten, bilmiyorum.
alıp bir ücra köşeye yerleşsenize. Ya siz
Beni sevsin isterdim. Ama ben onun
elinizi ayağınızı çeksenize. Senem’inizi
yanında gerçekten de çok uzun duru
de alın, fazla manipülasyon yapmasın.
yordum. Belki de bu yüzden sevmedi
Bu
içinde
beni. En azından o kızın yanında bot
nefretler, düşmanlıklar, kavgalar, sevim
giyince eşitleniyorlardı. Benim onları
sizlikler var. İnsan hiç ‘güzel’i yazar mı?
gördüğümü bile fark etmeden, omzumun
Güzel tektir. Bellidir. Ama çirkinin,
hemen on beş santim yanından geçip
ihanetin, alçaklığın ve kokuşmuşluğun
gittiler kaç kere. Ağladım günlerce n’ol
bin bir çeşidi var. Yaz yaz bitmez.
du? Hiçbirşey.
satırları
yazdıran
şeyler
takılmaya
başladı,
benimle
Reddedilmenin de bir raconu var. Yani en azından, bir reddediliş senin yüzünü
Sevmek
ve
sevilmekle
ilgili
güldürebiliyorsa bile bu kayda değerdir.
aforizmaların ve dizelerin benim gibi bir
Yoksayılışın da bir şekli var. Genç bir
ego manyaktan çıkmasını çok isterdim.
kızın da günlüğüne dâhil olmanın bir
Ama ben Turgut babayı, Edip babayı
yöntemi var. Çünkü insanı yalnızca
okuyup, Cem oğlanı dinledim durdum.
sevgi, aşk, derin mutluluk harekete
Niçe çok ayıp etti.
geçirmez. Bir genç kızın günlüğünde, her
karşısına alıp sorsa, seni en çok etkileyen 20
Birgün biri beni
varlık nedir, diye şüphesiz ‘tanrı’
ması konusunda uyardım.
derdim. ‘çünkü var olmadığı halde milyarları kendine inandıran ve
Sözlerimiz ve hislerimiz, total
milyonları birbirine kırdıran başka
futbolun endüstriyel futbola dönü
bir şey var mı?’ derdim. Bu ekinoks yılın
şümü kadar hızlı ve ansızın evrildi.
son mesajını oluşturdu. Ağzıma onlarca
Birgün uyandığımızda devrim olmadı,
söz ve ünlem ve 1R şarkıları ve tarih
ama
geldi. Ama bu yüzyılda ağzınıza neyin
kaybetti.
geldiği değil önemli olan. Parmaklarınıza
tanımlamalı mıyız ha? Bu değişen ve
gelmesi lazım bütün bu şeylerin. Ve
iğrençleşen dünyada, değişmeyen tek şey
onları kodlayacak bir cihazınızın olması
onun belki de aşık olabileceğim tek yeri
lazım. Ve bütün dünyaya Amerika’dan
olan geniş omuzlarıydı. Belki de en çok
servis edilen bir internetinizin olması
geniş omuzlarına sahip olabilmeyi düşle
lazım ki, anonim aşk sözleri döşeye
dim. Sonsuz kere öpebilmeyi, sonsuz
bilesiniz. Bütün bu inorganik çerçevede
zaman diliminde onlara sarılabilmeyi,
birileri hala aşktan mı söz etti? Onun da
sonsuzluk yatağında omzunu göğsüme
mekaniği var artık: anahtar kilit.
yaslayabilmeyi sonsuz bir aşkla diledim.
ruble
değerinin
Belki
de
beşte
devrimi
birini yeniden
Bir kıza ait omzun, bir kız ait bedende 21
Aralık
gecesi,
benim
çekicilik sırası sonlardadır herhalde.
dışarıda olup olmadığımı merak etmiş,
Omuzlar, çekicilik konusunda belki de
eğer dışarıdaysam beni arabayla gelip
yalnızca esmer kızların saçlarının deva
alacakmış. Bu nasıl bir özgüven! İki
mı niteliğindeki ensesine doğru uzanan,
hafta önce elinin o kız tarafından do
erkeklerde
muzbağı gibi sıkılmasına izin vermiş
yukarısından başlayıp bir kaç santim
olan adam, bu akşam beni arabayla alıp
aşağısından biten o ince kıl şeridi gibi
evime bırakmayı teklif ediyor. Benim
olan yeri geride bırakabilir hepsi bu.
hiçbir şeyi bilmediğimi onun hayatı
Ama onun omuzları sanki dünyanın bir
hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımı
boğanın boynuzları üstünde döndüğünü
düşünüyor herhalde. Herhalde değil,
düşlemek kadar güzeldi. Ne var ki
ciddi anlamda beni tanımamış. Ona
Stefani Joanne Angelina Germanotta’
birbirimizi hiç tanımayamadığımızı söy
nın başını çektiği bir seksizm akımı
ledim. Onu görmekle ve konuşmakla
dünyanın tüm eril cinslerini koltuk
ilgili herhangi bir düşünce besleme
larından
diğimi söyledim. Daha fazla zorlama
düşünerek bunlardan uzak duruyorum. 21
göbeğin
ederken,
bir
onun
kaç
santim
omuzlarını
Gece ilerliyor. Uyumalı
şiir aradı bende? Belki de onu
yım. Ona ait nefretimi katlamadan
reddetmem,
o derin uykuma dalmalıyım. Beni
yapmam onu kamçıladı ve o da gitti
tam
bütün içindeki satırları kustu. İşte
anlamıyla
hayatından
istemiyormuş
gibi
çıkardığını Mart’tan önce anlayama
onunla ilgili sahip olamayacağım bir
yacağım. O zamana kadar belki aklıma
bilgi.
ancak bir ya da iki kere gelir ve geldiği gibi aynı hızda uçar gider.
Bizler hayalini kurduğumuz bir şeyin hep tasarımını yaparız. En ince
Şimdi camın kenarına oturmuş,
ayrıntısına
kadar
hayal
ederiz.
yağan yağmuru izlemeye çalışıyorum.
Gecelerimizi uykusuz geçirir ve hayal
Satırları
lerimizdeki dünyanın kusursuzluğu için
üretmeye
tüketmeye
ara
ve
verdiğim
boşlukları bu
zaman
çalıştırırız
beyinlerimizi.
Birgün
bir
zarfında, evin çevresine son altı ayda
yerde birini görmeyi hayal etsek bile,
yapılan
gayret
gününü, saatini, o gün üzerimizdeki
ediyorum. Belki bilim ışık hızını geçe
kıyafeti ve hatta onun üzerindeki kıya
medi ve yakın bir gelecekte de geçe
feti,
meyecek
müteahhitlerin
ötedeki trafik ışıklarının rengini, kısaca
banka hesaplarındaki liraların katlanma
her şeyi seçeriz. Bu yüzden hayallerimiz
oranı herhalde bu hıza en yakın orandır.
gerçek olmaz. Onun sadece omuzlarını
O değil de, bu satırlarda ismi verilmeden
öpmeyi hayal ediyorum. Nerede ve ne
bahsedilen kız, günün birinde Kadı
şekilde olursa olsun.
binaları
ama
saymaya
bizim
karşılaştığımız
anda
on
metre
köy’de girdiği küçük bir kitapevinde satı lan bir underground dergide ismimi gör se ne yapar gerçekten? İsmimi gördüğü
Onu
sevdim.
Sevmiyorum.
Sevmeyeceğim.
halde, o satırları (bu satırları) okumadan dergiyi bırakması mı daha büyük trajedi oluşturur; yoksa o satırları (bu satırları)
Onu
sevmedim.
Omuzlarını
sevdim.
okuyup bir damla gözyaşı dökmeden ağır ağır kitapevinden ayrılması mı?
Ulaşamayacaksın bana. Sadece omuzların yeter.
Belki de beni bugüne kadar hep yazacağı bir hikâyenin yan öğesi yapmak için kullandı? Belki de hep bir
Onlar bensiz bir yere gitmez. Gider. 22
Karanlıktan daha da karanlığı hayal et. Senin hayal edebileceğin karanlıkta bir huzme dahi olsa ışık var. Oysa bu gerçek bir ışıksızlık hâli.
Sessizliğin ötesine geç. Senin sessizliğinde kendi nefe sinin ritmi var. Oysa bu senin de sessizliğine gömüldüğün bir an. Hislerini dondur. Öyle ki, küçük mor bir kelebeğin kanatlarıyla yarattığı rüzgar senin serçe parmağının üzerindeki kılları ha reket ettiremiyor ve sen o ince rüzgarı
dahi hissedemiyorsun.
Yokluğun, varlığının bir hayali... Bu
hiçliğe küçük beyaz bir ışık
yerleştir. Tek bir nokta... Şimdi, bu
beyaz ışık noktasından sonsuz
tane ve sonsuz renkte ışık topçuğunun
fışkırdığını gör. Önce açık kırmı
zı bir ışık, sonra daha koyu kırmızı ışık,
sonra daha da koyu... Binlerce
tonda maviler, yeşiller, sarılar, morlar ve turuncular... Şimdi o sesi duy.
23
Sanki işitebileceğin tüm seslerin
verdi. Varlığı milyonlarca küçük parçaya
kendisi bir anda kulağında beliriveriyor.
ayrılmıştı. Canı yanıyordu. Kendisini öz
Burnuna binlerce şömine yanıyormuş
lüyordu ve umutsuzdu. Toprağa ve yeşil
çasına ateşin cüretkâr kokusu siniyor.
yaşamlara kızıyordu. Onlar onu kulla
Şimdi bir saniye geçti. Renkler artıyor,
nıyordu. Hüznü ve öfkeyi daha fazla
sesler bağırıyor ve koku bütün karanlığı
hissedemeyeceği bir anda durdu ve fark
kaplıyor. Her şey tek bir saniyede oldu.
etti. Aslında onun varlığı onlara candı. O
Tıpkı bir yokmuş da bir varmış gibi.
da bu canlılığa ortak olduğu için artık o da
İşte tüm bu ahenkli kaosun ortasında koskocaman bir taş beliriverdi.
bir candı. Bir anda hafifledi. Aynı anda milyonlarca
parçası
havaya
yükseldi.
Taş senin hissedemeyeceğin bir yavaşlıkta
Şimdi bütün Apero’lar bir bü
kendi hissinde ise çok hızlı döndü durdu.
tündü. Özlemin ardından gelen kavuşma
Ateş oldu, kül tuttu. Ateşi kalbine gömdü.
bir şükran duygusu uyandırdı varlığında.
Çevresindeki havayı kendisine hapsetti. Ve
Havaya karıştı. Yükseldi. Daha da hafif
sonra başka bir şey oldu...Tek şeffaf bir
ledi. Bembeyaz kesti. Bir karardı bir aklaş
tanecik beliriverdi hapsolmuş havanın
tı. Bir türlü rengini bulamadı. Onun yü
içinde: Bir su damlası. Taşa düşen ilk su
zünden kör edici şimşekler çaktı. Hemen
damlasının adı “Apero” oldu. Apero kül
yağmur olmak istiyordu. “Taşa düşen ilk
lerin üzerine düştü. Küçük boşluklardan
damla” hep kendisi olmalıydı. Diğer dam
yolunu buldu. Küllerin sakladığı taşın
lalar düştükçe şimşekler çakmaya devam
kalbine ulaştı fakat ateş onun için fazla
etti. Öfkelendi. Tüm damlalar düştü ve
kızgındı. Kaçmak istedi, yapamadı. Çünkü
sona bir o kaldı. Sonra fark etti ki baş
kaçışın tek bir yolu vardı. İhtiyacı olan
langıçtaki ilkliğiyle bitişteki sonluğu aynı
ateşin kızgınlığıydı. Isındı, ısındı, ta ki hâl
şeydi eğer kendisini bütünde hissede
değiştirene kadar... Suyun akışkanlığı yeri
bilirse. Bu fikirle ağırlaştı ve sonsuz
ni
bıraktı.
kendisinden bir diyara düştü: Okyanus’a.
Apero artık buhardı. Hışımla
Okyanus ona her şeyi unutturdu ve Apero
taşın kalbinden yüzeye doğru uçtu. Fakat
sınırsızlığının farkına vardı. Gücünü unut
artık küller yoktu. Küllerin yerini toprak
tu. Sıradanlaşmaktan da korktu. Bir de
almıştı. Toprağın üstü yeşil yaşamlarla
yalnızlıktan korktu. Sürüklendi, sürük
dolmuştu. Bir soğukluk çarptı varlığına.
lendi... Güney Amerika’da bir ırmağa
Çok mutlu oldu. Yine su olmuştu. Ancak
katıldı. Tam o sırada çıplak küçük esmer
bu sefer toprak vardı küllerin yerine.
bir kız kristal bir bardağı ırmağa daldırdı.
Toprak
Apero bardağa düştü. Kız suyu kana kana
gazın
vurdumduymazlığına
onu
emdi.
Apero
bir
anda
kendisini yeşim yaşamların içinde bulu
içti. 24
Songülen I.
Tolga Pınar
Bazı kadınların tek süsü gülüşüdür. En süslü kadınlar da onlardır. Bir kere giydiler mi o gülüşü; evden en erken çıkan kadın olurlar. Hiç bekletmezler. Başka süse ihtiyaç duyanlar, sırf bir gülüşü yetiştiremedi diye ıskalarlar zaten. Kaçırırlar. Bir gülüşü giymek zordur; yakıştırmak da. Bütün bir ömür ruhunun karşısında, gülüşünü ne ile giyeceğini düşünür durursun. Hangi göz göze geliş yanına yakışır en çok? Hangi el ele tutuş? Hangi başarı? Hangi sebep? Hangi hüzünlü bakışın en çok acıtır? Her kadına da yakışmaz öyle. Kendilerine yakışan bir gülüş bulamadıkları için kalıcı rujlar, kaşlar, gözler bile çizer kimileri. Bir gülüşü giymek zordur; yakıştırmak da. Seneye de giyemezsiniz bir sözle küçülüverir hemen. Güzel gülen kadınların başka süse ihtiyacı yoktur. Bilmiyorum hatırlayan olur mu, 'Rüzgar Gibi Geçti' isimli kitabımda anlatmıştım adının hikayesini. Bozcaada'daydık. 73 yazı. Ne güzel eserdi. Kayalıkların ucuna oturur denizi seyrederdik. Daha genciz tabi deniz mavi henüz ve yosunlar sarıdan çalıp yeşile veriyor o zamanlar. Her şair betimlemesine hüzünleniyoruz. Her sakarlıkla devrilen cümle az önce içtiğimiz şarabın şişesi gibi. Cümleler de şişede durduğu gibi durmuyorduyu içiyoruz yeni yeni. İçmek için bahane bulamazsak hiçbir şey'sizliğimize içiyoruz. Her zaman ayrı yazılan ‘şey’ gibi görüyoruz kendimizi. Hiçbir şey'in yanına gelmeyeceğiz gibi. Okuduğumuz her afili cümlenin yazarıyız. O kadar ki kıskanıyoruz cümle sahiplerini Bozcaada'nın. O zamanlar 'ben gene sana vurgunum'. Sabahattin Ali açık açık da yazmıştı ama henüz bunu Nükhet Duru dile getirmemiş. Senin haberin yok. Bir şair daha da yazmak istemişti bunu. Nereye baksam sen oluyor. 25
Bana, dört tarafı seninle çevriliydi o zamanlar Bozcaada'nın. Denize girmezdi. Deniz ona sarılır; o denizi giyerdi üstüne. Diğer tarafında ayağı suya değse adanın, oturduğumuz kayalıkları döverdi dalgalar. Islanırdık. Yosunlar yükselir tutardı ayaklarımızdan. Oturduğumuz duvarın önünden geçerdi. Önünden geçerdi ve biz kendimize duvar süsü verirdik, sırf dikkatini çekmek için süslenirdik. Hani ağır ağır geçer de esas kız, zaman yavaşlar ya filmlerde. O zamanlar renk de yok. Siyah beyaz bir filmde nasıl anlarsın kırmızısını gülün, öyle. Geçtiği yol çiçek açardı. Sağı solu gül bahçeleri. İlk o zaman söylendi o şarkı, meşhur olamadı. Sade ben dinledim sanki. Zaten paylaşamazdım başkasıyla sevdiğim şeyleri. Bir rüzgar eşlik ederdi hep. Etekleri dönerdi. Avını uyuşturan mürekkep balığı gibi oynardı zihnimle. Öyle uyuşur bakardım. Rüzgar eserdi ve dönerdi etekleri. İlk orada duydum. RüzgarGülü'ymüş. Dönerken ondan uğuldarmış etekleri. Sanki söylene söylene geçerdi önümüzden. Birçok defa daha dönüp gitti. Sonra bir kez daha geçti… Bir kez daha döneceğini bildiğim için hiç terk etmedim Bozcaada'yı. Bir kitabımda anlatmıştım doğasını; 'Doğası'ydı adı. Ben yalnızca onun eteklerinde yetişirim. Yedi üzerinden yediveririm orda. Kolları bana dik uzanır. Nereye giderse gitsin, etekleri bana döner. Ben şimdi senin de henüz okumadığın bir kitabı yazıyorum. Adını 73 yazında koymuştum, Bozcaada'da; Bozcaada da bilir. Eminim seveceksin. Bazı yerlerinde elinden düşürmeyeceksin. Bitirdiğimde, okumaya başladığın yerde olacağım. Sayfaları yarım, cildi kalın. Önden son söz’üzümü okuyacağın, korsan bir kitap. Fındıklı'da kitap satan Senegalli tezgâhta mutlaka olacaktır, şans eseri gör, korsan da olsa al.
26
Varsın yayınevime faydan dokunmasın, kapakta adımı görsen kârdır. Sayfalarım bir geceyi elinde sabahlasın, sonra sıkılır bir kenara atarsın. İstersen okuma rafa kaldır, istersen en az açtığın bir çekmeceye koy. Arasına ‘unutacağın paralar’ koy diye boşluklar bırakacağım. Çok sonra bir gün bulduğunda mutlu ol! Girişini yaptım, gelişmesi taslak. Sonunuysa ummuyorum ama "İyi bilirdik" diyeceksiniz arkamdan, bazınız yalan söyleyecek. Sonra sen biraz ağlayacaksın. Çok da dayanamayacaksın bensiz kalmaya, arkamdan geleceksin. Belki diğer tarafta hep 73 yazındaki yaşımızda oluruz. O, sesi şeklinden fazla karizmatik olan adam söyler ve sen rüzgargüllerinin içinden geçerek geçerek; gülerek gülerek gelirsin. Etekler döner. Hangi heyecan sonunu bile bile okunur; sonunu söyleme alışkanlığıma alışmanız gerektiğini 'Spoiler Verme İncelikleri' isimli kitabımda anlatmıştım hatırlarsın. Hatırlamazsan da zannetme sana dargınım. *Seni unutma önce mor şimdi fin.
27
BİR GARİP
ŞEYTAN ANOMALİSİ Mert Öztürk
Telefon
çalıyor,
ulaşılamıyor. metrik
Asi
gününü gösterme
defterini
ye.
netsizin.
meyme
rıyorlar
Şişli’ye,
park yeri bulmak
muamma
için
üç
tur
atı
lardan seken nu
Bir taksi çeviri
Taksimetre aç
maralardan çeviri
yorlar, daha bin
madan ilerliyorlar,
direnemeyip
yor,
meden nereye gi
şoför
mahalline
parka bırakıyorlar
deceksiniz
oturuyor
şeytan,
arabayı. Para pe
tek
şin diyor değnekçi.
muhaliflerin
ağababası
şeytan.
diyor
taksici. Şişli diyor
aralarındaki
ihtiyâri, kendinden
şeytan,
ehliyetli
harmanlı bir küfür
sokmayın
üfürüyor
ahizeye
Açan
yok.
Gayri
o
trafiğe beni,
olan
o.
yorlar ve sonunda
Üzerimizde
oto
yok
Daha yeni ayağının
tan, birazdan geti
başka araba çevi
ateşiyle
cehen
receğizden anlamı
ve kıpkırmızı bir
rin diyor taksici.
nemden gelmiş o
yor, çaresiz onu da
sinirle
Sonrası
bagaja istifliyorlar.
malum.
lacak ki debriyajı
Kulübe
Sesler yavaş yavaş
yakıp yok ediyor
den hışımla çıkıp,
uzaklaşıyor ve her
cenabet sol ayağı,
Adresi sordukla
çarpıyor
kapısını.
yer kırmızıya bo
stop ede ede gidi
rı büfeci, kaşlarını
Estek köstek işle
yanıyor, bir anda
yorlar iş çıkışı ak
yukarı kaldırıp ca
rinin
kırmızı
şam
trafiğinde.
mekândaki
yazıyı
kapatıyor
telefonu.
yürütücüsü
bisikletle
el
pençe
rine binmiş kırmı
Ulan, diyor şeytan,
gösteriyor.
“Yol
karşısında,
biraz
zı kediler el sallı
kaç
sormayın”.
Yahu,
dan azar geleceği
yorlar taksiciye, el
alın demedim mi
diyor
aşikâr.
“Yürüyün
lerinde sprey bo
ben size, işte lazım
biri, n’olur sanki
be ibişler” diyor, o
yaları var cherry
oldu yine ben kul
söylesen
önde iblisler arka
domateslerin.
lanıyorum arabayı.
mi dökülür. Gidin
da düşüyorlar yol
sacası,
İblisler
mahcup
başımdan, diyor a
lara,
bagaja paketliyor
önlerine
bakıyor
dam. Şeytan uya
lar,
lar. Güç bela va
nıyor ve cebindeki
iblisler
telefonlarını
açmayan
densize
Kı
salçalayıp dürüyorlar
28
kere
ehliyet
iblislerden incilerin
incileri
hatırlıyor
birazını
uzatıyor
büfeciye, yüzle sine
güler
santimetre kadar
tarif
ediyor adam.
adres doğru falan derken
bir
yanaşıyor
işçi yanla
rına “Adres doğru, evet
de
kentsel
dönüşüm için yı kıldı buradaki ev
“Geri kalan inci
ler, oturanları şeh
lerle pabuç alalım
rin ta öte yanın
bana,
daki
den
cehennem apar
topar
çıkardınız,
ince
dere
yatağı
TOKİ evlerine ta
Ben bu adama kötülük yapmaktan vazgeçtim,
şındı” diyor.
makosen geçirmi şim ayağıma eridi gitti resmen” diyor şeytan.
Lüks
mağazaya
bir girip
alışveriş
yapıyor
lar, elindeki tüm incileri alıyor satıcı ve
beğendiği
Birbirlerine bakı
bir
yorlar. Çöküp kalı
pabucu ters giydi
yor şeytan olduğu
rip gönderiyor şey
yere. “Ben bu ada
tanı.
ma kötülük yap
İstanbul'da yaşamaya devam etsin.
maktan vazgeçtim, Kazılan kaldırım
İstanbul’da
otur
lardan, düşe kalka
maya devam etsin”
ilerleyip
diyor. Koluna girip
buluyor
lar adresi. Ama o
kaldırıyor
iblisler
da ne, apartman
ve
birlikte
yok! O alanda koca
yorgun argın yürü
bir çukur var. İş
yorlar sıcacık yu
makinaları
vaları
yor.
Nasıl
çalışı olur
hep
TEKZİP Şubat 15'te yayınlanan üçüncü sayımızda, "Yol Yakınken" isimli öyküyü Mert Özer imzasıyla paylaştık. Doğrusu, bu öykünün de yazarı Mert Öztürk olacaktı.
cehenneme
doğru. 29
Şehir içinde ağaç bulmanın dahi zor olduğu bir ülkeden gelenler için sonunu göremediğimiz orman yolları… Ve bu ormana bakan tahtadan bir gökkuşağı, soğuk bir Berlin öğleden sonrası çocukları için. Berlin-Ocak’15
Zeynep Camuşcu
30
n
E n e d r ele
öş K i k izde
Balam
İçim
İçimizdeki köşelerden en değerlisi; belki de kelimelerle ifade edemediğimiz her duygumuzu kendimize dürüstçe söylediğimiz özel alanımız. O alanın değeri herkes tarafından farklı ölçütlerle ve farklı zaman dilimlerinde belirleniyor. Bazıları için içsel özgürlük alanı çok önemli iken, bazıları içinse böyle bir alanın varlığı hâlâ -herkesin bildiği ve bu yüzden sır olma özelliğini çoktan kaybetmiş olmasına rağmen- en derinlerde saklanıyor. İçsel özgürlük alanlarımızın bize kattığı değer, birçok etken ile sahip olduğumuz fikirlerimizi orada ham halleri ile oluşturup, sonra karakterimizle oluşan filtrelerimizden geçirerek şekillendirebilmek. Filtrelerimiz fikirlerimizin paylaşılabilecek hâle gelmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Toplumsal baskıların, ailede öğrenilen değerlerin, sınırları insanların seçimleriyle değil süregelen baskılar ve bastırmalarla çizilmiş kalıpların ve de bunların tüm duygularımızla buluşmasıyla oluşuyor -Freud’a bir selam çakalım-. Duygularla buluşma kısmı en önemli ancak en çok etkiye açık olan kısım aynı zamanda. Bir fikrin var olan temel duygularımızdan hangisi ile buluşacağı öncelikle toplumun bakış açısı ve kendi bakış açımız ile oluşturulan kalıplardan çok etkileniyor. Mesela etnik köken insanın hayatının çok önemli bir parçasını oluşturuyor ve biri kendi etnik kökenini başkalarının sahip olduğu etnik kökenden daha üst bir seviyeye koyuyor
i
rlis e ğ e D
Bingül
sa, buna aykırı olan fikirlerin o insanda nefret duygusu ile buluşması; kapalı ya da dışarı yansımasıyla açık şiddet ifadeleriyle kendini gösteriyor. Ya da bugüne kadar sindirilmeye çalışılan, toplumun büyük kesimi tarafından dışlanan bir fikir insanda uzak durma duygusu ile buluşuyor ve insanda korkulması, kaçınılması gereken durum varmışçasına alarm hâli yaratıyor. Bu hâllerin bir de paylaşılması ve yansıtılması var tabii ki. Son aşama da bu fikirlerin insanlarla paylaşıldığı kısım. Paylaşım aşaması oldukça çeşitlenmiş bir süreç. Yüz yüze paylaşım insanın her zaman kullandığı bir yöntem. Hızlanan hayatlar ve karmaşıklaşan düşüncelerle birlikte yüz yüze paylaşımlar zorlu hale geldi. Yüz yüze paylaşımın zor tarafı karşıdaki insanın fikirlerini de duyma zorunluluğu. Göz teması, yakınlık ve karşılıklı paylaşım ortamı empatiyi belli bir düzeyde de olsa zorunlu kılan bir hal. Farklı dayanakları olan bir empati hali bu. Farklılıklar hem konulardan hem de insanların empati kurma yöntemlerinin farklılığından kaynaklanıyor. Bazı insanlar içindeki nefreti ve soruları doğrudan yansıtmayı seçiyor. Hem de karşılarındaki insanların neler hissedebileceğini düşünmeden. Bazen cümlelere dökülen sorular en sakin hâlleriyle bile açığa çıksa karşı tarafı kırıyor. Düşünmek ve değerlendirmek çok önemliyken insanlar bu aşamayı pas geçip sadece bilgi sahibi olmaya çalışıyorlar ve 31
belki de zarar vermeye alışık olmadıkları yaşamlara zarar veriyorlar. Hayatlarında bir şeyleri değiştirmeyi başarabilmiş insanları sorgulamak yüz yüze konuşmalarda filtrelerin kaldırıldığı anlardan. Yüz yüze konuşmanın yanında artık fikirleri sosyal medya araçlarından duyurmak en çok kullanılan iletişim yolu. İnsanlar paylaşımlarıyla, yorumlarıyla; yazıları, fotoğrafları, videolarıyla fikirlerini başkalarına duyuruyorlar.
“kadın milleti susmaz zaten” deyip cevap vermeyi bırakanlar var mesela konuşma ortasında. Yüz yüze iletişimde bu durum bir noktada anlayışa dönmek zorunda ister gerçekten konu anlaşılsın, ister kadının pms dönemi gerginlikleri sebep düşünülerek ona acınsın. Buna benzer şekilde hakaret olarak kadınlık ve kadınlığa özgülenen hâllere gönderme yapılması da fazlasıyla popüler. “Kız gibi” bu alanda en yaygın olan kullanımlardan.
Sosyal medya paylaşımları, kontrolsüz yapısı ile içsel özgürlük alanıyla aynı özel konumu birçok insanla ortak olarak yaratma olanağı veriyor. Bu paylaşımlar yüz yüze olanlardan farklı olarak filtreleme hâllerinden uzakta yapılıyor. Çünkü o alan o kadar açık ve sınırsız ki insanlar empati ya da sahip olmaları gereken duygularla fikirlerini gerçekten duyma ihtiyacı hissetmeden insanlara yöneltebiliyorlar ve tüm bunların arkasında durabiliyorlar.
Eğer konu daha çok sinirlenilmesi gereken bir durum içeriyorsa hakaret bu konunun en çok kullanılan gruplarından birine, LGBTİ bireylere dönüyor. LGBTİ birey olmanın toplumumuzdaki ön koşulu tüm sosyal medya hakaretlerine maruz kalmaya karşı dayanıklı olmak sanırım. Beğenmediği şarkıcı için, kızdığı siyasetçi için, yanlış bulduğu görüş için düşüncesini “ibne” diyerek ifade eden insanlarla yan yana yaşıyoruz. Ancak yüz yüze iletişimde “ben sadece tercih etmiyorum, yoksa anlayabiliyorum” ile başlayıp “yani normal değil ama tabii ki onlar da insan” ile biten kendi içinde ne düşündüğüne karar verememiş bir grup insan var. Bu durum bahsettiğim heteronormatif filtrelerden kaynaklıyor. Bazıları kendisine yönelik tehdit duygusu ile buluşturuyorken düşüncelerini, bazılarıysa insanlığa yönelik tehdit muamelesi yaparak kendilerini dram ve korku kategorilerinde ayrı ayrı Oscar adayı yapıyor. Erkek-kadın çatışmasında konuyu biyolojik farklılıklara çekerek kadına korunması gereken eşya özdeşleştirmesi yapan zihniyet, homofobi söz konusu olunca düşünce özgürlüğünün bir numaralı savunucusu oluyor. Çünkü LGBTİ bireyler bir tercih yapıyor, onlar da bu tercihle ilgili yorum yapma hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Tercih mi yönelim mi tartışması bir yana, tercih dahi olsa insanlara saygı duyma yönü sosyal medya üzerinde sıfırlanıyor
Politik görüşler, hobiler, doğa paylaşımları ve popüler paylaşımlar doğrudan insana etkisi heteronormativeye kıyasla daha az zarar veren özgürlük alanları olarak görülebilir -en azından ölçülebilir zararlar açısından. Yaşadığımız toplum açısından heteronormatif algılar en çok zarar verenler. Kadın ve erkek statüleri oluşturma ve davranışları kategorize etmek en sevilenlerden. Yüz yüze paylaşımlarda kadın ve erkek teması işlenirken erkekler feminist edebiyat eleştiri kuramlarında kullanılan erkek bakış açısından ikinci erkek tipine oynarlar çoğunlukla. Onlar koruyucu kollayıcı olandır çünkü kadınlar korunmaya muhtaç çiçeklerdir. Sosyal medyaya gelindiğinde bu algının bir ton daha değiştiğini ve birinci erkek tipinin öne çıktığı, yani kadının cephe alınacak karşı cins olarak görülmeye başlandığı fark ediliyor. Çok fazla konuşan kadınlar için
32
ve başkalarından gelen algılarla insanların üzerine saldırılıyor. Toplumsal hayatta insan hakları çatısı altında bastırılmış homofobi bu anda bir anda sahneye fırlıyor. Bu durumun etik olarak sakıncaları bir yana en önemlisi pratik hayatta birçok zarara yol açıyor. Sosyal medyanın özgür paylaşım ortamı bu hakaretlerin orada bulunan herkese karşı yöneltilmiş olmasına sebep oluyor. LGBTİ bireyler bu yorumlardan incinmekle birlikte bir de yaşadıkları kabul edilme sorunu, özgürce yaşama süreçlerine tamamen zarar veriliyor. Hakaretlerin genel olarak kötü etkisinin yanı sıra tamamen cinsellik üzerinden yöneltilmesi, bireylerin hislerine yönelik yaralayıcı bir etki yaratıyor. Bu da LGBTİ’nin cinsellikten ibaret olduğunu gösteren ve bu temelden kaynaklı yorumları açıklıyor. LGBTİ ilişkiler üzerindeki meraklar da bu soru ve hakaretlere eklenince, LGBTİ birey olmak ekstra dayanıklı bir varlık sahibi olmayı gerektiriyor. İddia edildiği üzere “düşünce özgürlüğü” ise insanlara verilen zarar nedeniyle sınırları “başka insan duyguları” ile belirlenmesi gereken bir olgu. Tüm yanlış algılarla sorular sorup, hakaretler içeren yorum yaptıktan sonra özgürlük çatısı altına sığınabilmek, sosyal medyayı içsel özgürlük alanı ile karıştırmak oluyor. Bir de içsel özgürlük alanında bazı olguları yeniden şekillendirebiliyorken, sosyal medyada kalıcı ve anında verilen zararlar geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratıyor. Bu durumun ideal olmasa da şimdilik pratik çözümü sınırsız özgürlüğümüzü içimizde yaşayarak, karşı tarafa verilebilecek her zararı iyice düşünerek hareket etmek. Aksi hâlde bazı insanlar arada insan olabildiklerini kanıtlamaları için “sevimli kedi videoları”ndan daha fazlasına ihtiyaç duymaya devam edecekler. 34
Kadrolu Basın Serüvenimiz Cemre Edip Yalçın Türkiye’de iktidarlar her zaman basının desteğine ihtiyaç duymuştur. Yakın tarihimize baktığımızda, özellikle gazete ve dergiler iktidarların meşruiyet kazanmasında ve geniş halk kitleleri üzerinde etkin bir algı yönetiminin kurulmasında kilit role sahiptirler. Tanzimat döneminden itibaren daima siyasetin açık etkisi ve yönlendirmesi altında olan basın, diğer yandan da günlük politikaya yön vererek çoğu zaman basın özgürlüğü sorunsalını da beraberinde getirmiştir. İşte bu yazımızda cumhuriyetin tek partili yıllarındaki gazeteler ve bu çerçevede özel bir yeri olan Kadro dergisi üzerinde kısa bir incelemede bulunacağız. Mete Tunçay Tek Parti Döneminde Basın makalesinin girişinde Osmanlı mutlakıyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’ndeki basın özgürlüğünün çarpıcı bir karşılaştırmasını yapar. Buna göre, Osmanlı mutlakıyetinde basın hükümetin istemediklerini yazamazdı, öte yandan tek partili yıllarda basın yalnızca hükümetin istediklerini yazardı. Özellikle 1925 Takrir-i Sükûn ilanından sonra hükümet, İstiklal Mahkemeleri yoluyla basını avucunun içine almaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla suni bir özgürlük ortamının yaratıldığını görürüz. 1943 yılına kadar savaşı kimin kazanacağı belirgin olmadığı için dış politikayı dengede tutacak şekilde sağ ve sol basına yaratılan nispi özgürlük ortamı Müttefiklerin savaşı kazanacağı-
nın anlaşılmasıyla beraber yok olmaya başlamış ve nihayet sol eğilimli Tan gazetesinin 1945’in sonlarında yağmalanmasıyla bu dönem sona ermiştir. Bu dönemi daha kolay incelemek için Mete Tunçay’ın yapmış olduğu bir sınıflandırma vardır. Mete Tunçay tek parti devrinin belli başlı on gazetesini öncelikle muhalifler ve iktidar yanlıları olarak ikiye ayırır. Muhalifler de kendi içinde Köktenciler, Tutucular ve Ortacılar olmak üzere üçe ayrılır. Köktencilerin içinde esas olarak iki isim öne çıkar: Arif Oruç’un çıkardığı Yeni Dünya, Yeni Turan (1923) ve Yarın (Bulgaristan’a sığındıktan sonra da bir süre devam etmiştir) gazeteleri ile Mehmet Zekariya Sertel’in Resimli Ay (1924), Son Posta (1931), Ahmet Emin ve Halil Lütfi İle çıkardığı Tan (1935) gazeteleri. Tutucular kategorisinde ise Velid Ebuziyya’nın Tevhid-i Efkâr ( Takrir-i Sükûn döneminde kapatılmıştır) ve Zaman gazeteleri yer almaktadır. Yine bu kategoride dönemin sesini duyuran muhaliflerinden Abdülkadir Kemali Öğütçü (Orhan Kemal’in babası) ’nün Tok Söz gazetesi dikkat çekmektedir. Bu sınıflandırmada Ortacılar ise Ahmet Emin Yalman ile Hüseyin Cahit Yalçın’dır. Ahmet Emin’in Vatan (1923) gazetesi ve haftalık Kaynak dergisi (1936) ile Tan (1937’ye kadar) gazetesi, eski İttihatçılardan Hüseyin Cahit’in Tanin gazetesi muhalif kanatta Ortacılar olarak yer almaktadır. 34
Yukarıda belirttiğimiz sınıflandırmanın ikinci kanadında iktidar yanlıları yer almaktadır. Mete Tunçay, bu cenahı da dört gazeteciyle kategorize etmiştir. Bunlardan ilki Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’idir ve uzun yıllar Kemalizm’in savunuculuğunu yapmıştır. Bir diğer gazete ise başyazarlığını yine Atatürk’ün yakın çevresinden olan Falih Rıfkı Atay’ın üstlendiği Ulus’tur. Bir başka iktidar yanlısı gazete ise başyazarlığını Necmettin Sadık Sadak’ın yaptığı Akşam gazetesidir. Son olarak, bir dönem Matbuat Cemiyet reisliği de yapan Hakkı Tarık Us’un Kurun/ Vakit gazetesi de tek parti dönemi iktidarının sözcülüğünü yapan gazetelerindendir. Tek partili yılların belli başlı gazetelerine kısa bir bakış atıp basın hakkında genel manzarayı kavradıktan sonra Kadro dergisi ve hareketi üzerinde durmak, bu dönemin düşün hayatı hakkında da bize önemli kazanımlar sağlayacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılındaki Nutuk’undan sonra, yapılmış ve yapılacak olan reformlar ile inşası devam eden cumhuriyet rejiminin siyasi, hukuki, iktisadi ve toplumsal boyutlarının savunulması, doktrine edilmesi ve propagandasının hem aydın sınıfı hem de geniş kitleler arasında yapılması için birtakım yollara başvurulmuştur. İşte Kadro dergisi böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur. Kadro dergisi kendisini bir “fikir mecmuası” olarak niteliyordu. Geniş halk kitlelerinden ziyade aydın kesime hitap ediyordu ve bu nedenle okuyucu kitlesi bürokratik aydın sınıfıyla sınırlıydı. Kadro yazarlarına gelecek olursak, Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüs-
rev Tökin Kadro hareketinin ileri gelen isimleriydi. Kadro yeni rejimin yeni aydınlarıydı ve yeni rejimin entelektüel olarak derinleştirilmesi görevine talip olmuşlardı. Bu iddialı göreve o dönem gerçekten ihtiyaç duyuluyordu ve böylece Atatürk’ün de haberi dâhilinde yayım hayatına başlanıldı. Öte yandan, Kadro hem yayımlandığı dönemde hem de sonraki yıllarda yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Kadro kendi yayım döneminde (1932-1935) komünistlik ve Komintern propagandası yapmakla suçlandığı kadar, solcular tarafından da döneklikle/revizyonist olmakla itham edilmiş, çoğu zamanda Kemalizm’i yeteri kadar tanımamak ve tanıtamamakla eleştirilmiştir. Günümüzdeki tartışmalar da benzer noktalarda yoğunlaşmaktadır. Yakup Kadri dışındaki tüm yazarlarının 1920’lerin ilk yarısında çeşitli sol gruplar (Şevket Süreyya ve İsmail Hüsrev’in Moskova KUTV-Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi-de eğitim aldıklarını göz önünde tutarsak) içinde yer alıp, sonraki yıllarda Kemalist rejimin en sıkı savunucuları (ideolog dahi denilebilir) haline gelmeleri tartışmayı adeta kızıştırıp derinleştirmektedir. Kuşkuya yer vermeyecek gerçek ise tüm yazarlarının iyi eğitim almış olması, belli bir birikime sahip olmaları ve dünyadaki entelektüel gelişmeleri de yakından takip etmeleridir. Onları etkileyen Lenin, Sultan Galiyev, F. List gibi isimlerin fikirlerini Kemalizm ile çeşitli yönlerden birbirine entegre etme ve özgün bir sentez yaratma çabalarının olduğunu görmekteyiz. 35
Şunu da belirtmek gerekir ki Kadro kendisini salt mevcut rejimi destekleyen bir aydın grubu olarak nitelemez. İktisadi konularda dönemin CHP’si ile ortaklıklar olmasına rağmen ideolojik farklılıkların kimi zaman çok belirgin hale geldiğini net biçimde gözlemleriz. Kadrocular ideolojik olarak ulusçuluk ile tarihi materyalizmi bağdaştırmaya çalışarak, bizzat Atatürk’ün de savunageldiği pozitivist-modernist bir anlayışı benimsemişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaratılmaya çalışılan “milli burjuvazi” noktasında Kadrocuların hiç de liberal olmaması, hatta ulusal ekonominin ve burjuvanın devletin güdümü/kontrolünde gelişmesi gerektiğini ileri sürdüklerini görürüz. Türkiye’nin kendine özgü şartlarının olduğunu ileri sürerek sosyalizm dışında kapitalist olmayan bir şekilde zenginleşmenin nasıl sağlanabileceği üzerinde düşünmüşlerdir. Sanayileşmenin mutlaka devlet eliyle yapılmasını savunarak özel sektörün kontrol altında tutularak gerekli görülen alanlarda yer verilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Kadrocular devletçilik ilkesinin hem siyasi hem ekonomik anlamda sıkı savunucularıdır. Ayrıca, Kadrocular tarıma da önem vermektedirler. CHP içinde o zamanlar pek tartışılmayan “toprak reformunun” üzerinde çokça durmuşlardır. Toprak reformunun, feodal düzen kalıntılarını söküp atmak, cumhuriyet değerlerinin kök salmasını sağlamak ve iktisadi olarak kalkınmayı hızlandırmak için kesinlikle gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Kadrocular yukarıda sayılan sorunlar ve benzerleri üzerinde aydınları harekete geçirmeye çaba harcamışlardır.
Recep Peker’in açık cephe alarak (Ülkü dergisinin rejimin yeni amiral gemisi olması) yaptığı eleştiriler ve İş Bankası grubu olarak adlandırılan çevrenin yapmış olduğu yıpratıcı eleştiriler sonrasında Kadro “kendiliğinden” yayım hayatına veda etmiştir. Toprak reformu, kalkınma stratejileri ve özel sektör noktalarında hükümetle açmaza girmesi, Kemalist rejime ihanetle yaftalanma korkusu ve iktidarla doğrudan karşı karşıya gelmeye cesaret edememesi sonucunda kapanan Kadro dergisi, rejime ideoloji yaratma misyonuyla cumhuriyet tarihimizin dergiciliğinde ve fikir hayatında önemli bir köşe taşıdır. Cumhuriyetin tek partili kuruluş yıllarındaki basın hayatını dönemin önde gelen gazeteleri ve dergicilik alanında önemli bir girişim olan Kadro dergisi ile tasvir etmeye çalıştım. Siyaset ve basın/medya ilişkilerinin günümüzde nasıl işlediğini, ne tip ilişkiler içinde olduğunu anlama noktasında geriye dönüp bakmak bize şaşırtıcı benzerlikler sunacaktır. Basının ne kadar özgür olduğu, özgürlüklerin ne kadar geliştiği, basının ne gibi baskılara ve yaptırımlara maruz kaldığı hususunda değerlendirmede bulunmak okuyucunun kendi takdirine kalmıştır. Daha detaylı incelemeler için: Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Tek Parti Dönemi ve Kemalizm, Liberte Yayınları. Mustafa Türkeş, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 2, Kadro Dergisi, İletişim Yayınları.
Kadronun sonunun gelmesine neden olan gelişmeler ise çeşitli çevrelerden yapılan yoğun eleştirilerdir. Yukarıda belirttiğimiz bu eleştiriler içinden 36
Kandırılmak İstiyoruz Doğa Çakar
“Siz gerçeği bilmek değil kandırılmak istiyorsunuz! “ demişti, Christian Bale efsane filmi “Prestij” de. İşsizlik bu ya, üzerinde baya düşünme fırsatım oldu. Dünyadan umudu çıkarttığımızda gerçekten elimize ne kalıyor ki? Posasında üç vakte kadar ferahı göremediğimiz kahveyi içmenin mantığı ne? O kupa kızı, sinek valesi ile buluşmayacaksa o desteyi niye karıyoruz ki boşuna? Bilinmeyenin korkusuna ışık olsun diye dikmiyor muyuz, bembeyaz mermerden mezar taşlarını? Yamalı ceketlerimiz ve yırtık cızlavetlerimizle bankta köpek öldüren şarabın etkisiyle yarı ayık bir vaziyette iki dakika içimiz ısınsın diye bakmıyor muyuz güzel kadınlara? Hiç numaraya yatma güzel kadın, bin bir çeşit parfümün, filtreli sigara dumanına karıştığı günlerde, “sokakta ne öküzler var, bön bön bakıyorlar” diyebilirsin, ama ben bilirim, inceden gülümsemeni sen tatmin ederken beğenilme ihtiyacını. Biraz umut işte, biraz umut için bütün bu raks.
Katılmıyor musunuz? O halde düşünelim. Her fincanda ölüm gören mi, yoksa aşk gören falcının mı daha çok müşterisi olur? Falanca burca mensup kişiler orospu çocuğunun tekidir diyen astroloğu hangi gazete işe alır? “Asla çocuğunuz olmayacak” derse bir doktor fellik fellik başka doktor aramaz mısınız? “Kısırlığınızın çaresi bende” derse lakin gördüğünüz ilk doktor, ikinci fikri kim ne yapsın değil mi? Kötü hep sizden uzak, yolunuz hep açık, gönlünüz ferah, sıkıntılarınızı atacaksınız, kalbinizi temiz tuttuktan sonra her şey düzelir. Ohh ne ala memleket. Umudu artık öyle kolay vermiyorlar, umut ticareti yapılabilir bir madde, bir borsası bir piyasası var. Umut verilmiyor, satılıyor. Gerçekçi olalım dostlar, arz ettiğimiz ürün ne, umut. Peki ne talep ediyorsunuz? “Kandırılmak istiyoruz.”
37
Kuzey'den Kremlin'e Histerik ilham krizleri çirkin anlarda gelir genellikle. Faydası yok, çıkarıp yazacaksınız o vakit.
Berkeren BÜYÜKEREN Kırmızı arabalar, sansasyonel
Baba yadigârı evde huzursuz
dev futbol stadyumları, dini alanlar, cad luklarla geçirdiği mücadeleler onu zor deler, plazalar ve rezidanslar. Devlet lamaya başlıyor. Bok püsüre batmış be bardağının içine atılmış koca parçalar. lediye başkanı evi yıktırıp bölgede yerine Şimdi tüm bunları bir kenara atın. rant sağlayabileceği bir yapı inşa etmek Kuzey Rusya taşrasına gidiyoruz.
istiyor. Yerel yönetimin krallığı hukuka karşı leş gibi bir zafer kazanıyor. Burada
İzlediğim son film beni epey Lilya (Kolya’nın eşi) karakteri soğuk bir derin sorgulamalara taşıdı. Hafta boyun duvar gibi ürpertiyor insanı. Zvyagintsev ca kendimi filmi düşünürken buldum. bize sorguları önümüze koyarak sunma Bu filmin verdiği mesajlar ise onca nın aksine onları bizim bulmamızı isti sorgulamayı sonuna kadar hak ediyor. yor. Filmin gri atmosferi incelikle işlen Leviathan, Rusya’nın kuzeyinde geçiyor. miş. Sinematografinin emanet edildiği Kolya’nın eve geri dönüşü bir anda olu Mikhail Krichman’ın bunda etkisi tar yor, ben burada İsa imajı algılıyorum, tışılmaz. filmin kalanında İsa’nın neye yararı ol duğunu, neye yararı olmadığını görü yoruz.
Bu gri atmosferde
gözlemle
diğim şu oldu: Zaman zaman koca salon 38
kasıldı, sert ve realist senaryo insanlara çengelli iğneyle avlayamazsınız. O sizi tokat gibi çarptı. Yeni hukuk sistemi bir gün bulur ve çirkin bir şekilde insanlar
üzerine
değil
de
yönetim öldürür.
sistemleri ve rantları üzerine mi kuru luydu?
Ve o çirkin insanlar çirkin arabalarına binip gittiler. Beyinleri
zorluklar
arasında
sıkışıp kalmış insanlar, dinle içki ara
Filmin
posterini
incelerken
sında boğulan Rus insanı global bir altta gördüğüm bir detay beni çok imajı eleştiriyordu. “Erkek” toplumunun şaşırttı. “Rusya Kültür Bakanlığı” yazı şiddet eğiliminin eleştirisi ise aralıklı yordu. Evet, Rusya Kültür Bakanlığı. olarak
kanımızdan
verildi.
(Filmde Filmin bütçesinin %35’ini karşılayan
günümüz Rusya liderine beklemediğiniz onlarmış! Rusya’nın günümüz rejimi, anlarda rastlayabilirsiniz.)
dinin kullanımı, hukukun yararlı halden zararlı hale geçişi (çoğu zaman hiçe
Yıkılabilir miydi bu canavar? sayılışı) üzerine olan filmi destekleyen Yönetmen, Tanrı’nın bizi Leviathan ile Bakanlık... Darısı başımıza diyelim. bırakıp gittiğini söylüyor. Leviathan’ı
Yazarın Konudan Bağımsız Notları #jesuischarlie Dünya üzerinde basın özgürlüğü engellenemez! Hele mizah özgürlüğü asla engellenemez. Yanındayız Charlie Hebdo. #emekbizim Bu inşaat duracak! Değerler üzerine yaşanan bu sorunu ne zaman çözeceğiz? Emek tarihti, Emek anılardı ve Emek festival sinemalarıydı. Herkes bilsin ki, Emek sermayeyle uzlaşmayacak! Biz bitti demeden bu film bitmez. "Şimdi evime girsem bile Biraz sonra çıkabilirim Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim Ve mademki sokaklar kimsenin değil" Orhan Veli 39
Ağlayan Filozofun Gizemi
Herakleitos’un unvanı Ağlayan Filozof ’tur. Onun pesimist dünya görüşü çok sayıda edebiyat eserine konu olmuş ve Rönesans resimlerinde çoğunlukla ağlarken betimlenmiştir.
Alman filozof Karl Jaspers ilkçağ için Achsenzeit diye bir terim kullanır. Türkçeye zaman ekseni diye çevrilmiş ama “kesişme çağı” demek belki daha açıklayıcı olur. Bütün öğretilerin doğduğu ve birbirleriyle tartışarak, kesişerek çoğaldığı çağ anlamında özellikle MÖ 600 ile 200 yılları arasındaki dönemi anlatmak ister. Jaspers’in bakış açısında Doğu felsefelerini dışlamayan, tüm insanlık düşünce tarihini bir çağ içinde barındıran bir yan vardır. Anadolu, Ege kıyıları, Akdeniz, İran, Hindistan ve Çin’i kapsayan bir dönemdir. Bu gerçekten de insanlığın en büyüleyici çağıdır . 2015 yılına girmek olduğumuz şu günlerde hâlâ inandığımız bütün öğretiler, dinler, felsefeler ve düşüncelerin tohumu o dönemde atılmıştır. Bir yüzyıl düşünün, öyle ki tek Tanrılı dinlerden Budizm’e, materyalist felsefeden gizemciliğe, ateizmden Konfüçyüs öğretilerine kadar hepsinin doğuşuna tanıklık etsin. İki yüzyıl boyunca aynı dünyada Taoizm’in kurucusu Lao Tsu, Çin’i yüzyıllar boyunca etkisi altına alan düşünür Konfüçyüs, Budizm’in kurucusu Gotama Buda, Sokrates, Platon, Aristoteles ve daha nice peygamberin, filozofun, yazar ve şairin 40
yaşadığını düşünün. Achsenzeit ile işte bunu kast ediyor Jaspers.
Varlığın özü İlkçağ aynı zamanda, birçoğu ne yazık ki sonraki çağlarda kaybolmuş muhteşem eserin yazıldığı dönemdir. Kaybolanlardan biri Heraklitos’un üç bölümden oluşan Doğa Üzerine adlı kitabıdır. Bugün Herakleitos’tan elimizde kalan parçacıklar, onun çağdaşları ve bir sonraki nesiller tarafından aktarılan düşüncelerinden alıntılardır. Bunlar günümüzde Fragmanlar olarak adlandırılmış 126 parçadan oluşur (Bunlara ek, on kadar da sahte olduğu sanılan fragman). Aslında bunlar bölük pörçük söylenmiş, bazıları anlaşılmaz, fazlasıyla gizemli tümcelerden oluşur; buna rağmen, Herakleitos’un Fragmanlar’ı karşısında heyecan duymayacak bir okur yoktur. Doğa filozofları olarak adlandırdığımız Sokrates öncesi düşünürlerin en çok ilgilendikleri konu, ilk maddenin ne olduğudur. Bu filozoflar duyularıyla algıladıkları doğayı anlamaya çalışmış ve gerçekliğin ne olacağını açıklama çabasına girmişlerdi. O çağda henüz hiçbir düşünür algılardan farklı bir gerçeklik olacağı düşüncesinde değildi. Algıladıkları doğada nesneler vardı ve bu nesnelerin değişimi ve nitelikleri ellerindeki tek veriydi. Buradan yola çıkarak tüm evrenin gizemini çözmeye çalışıyorlardı. Herakleitos’a göre evrenin özünde ateş vardı. “Bütünün kendisi olan bu kosmosu ne bir tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.” (frag. 30) En başından beri var olan ve hep var olmayı sürdürecek olan öğe olarak,
zaman içinde tükenmeyecek bir şeydir ateş. Ayrıca doğa filozofları varlığın özü olarak gördükleri öğeyi her şeyin sonunda dönüşeceği şey olarak düşünürler. Herakleitos da sonunda her şeyin ateşe dönüşeceğini söyler. Bu sözlerini şöyle anlayabiliriz, ateş temasa geçtiği her nesneyi değiştirme gücüne sahiptir ama kendisi değişmez. Örneğin suyu buhara ya da ağacı küle dönüştürür ama bu süreçte kendi özünü yitirmez. Bu nedensel açıklamayla, tüm evrenin ilk maddesinin – ve tabii son maddesi, çünkü her şey yok olduğunda kalacak olanın – ateş olduğunu savunur. Herakleitos’u bir düşünür olarak ilginç kılan ya da onu ölümsüzler arasına katan şey varlığın özüyle ilgili yazdıkları değildir, o asıl felsefesini “karşıtların birliği” kuramıyla derinleştirmiştir. Bu nokta tam da yazının başındaki Karl Jaspers’in “kesişme”sine getiriyor bizi. Aynı çağda ama çok uzak topraklarda yaşayan Lao Tsu’nun “Tao Te Ching” de karşıtların birliğinden söz eder ve bunu aynı Herakleitos gibi gizemli sözlerle açıklar. Çok farklı coğrafyalarda yaşamış bu iki düşünür benzer düşüncelerin etkisinde kalmış olabilir sorusu zihinlerimize takılır . Bu ortak etkinin ne olabileceğini ve bu tür soruların yanıtını bilemeyiz ama Herakleitos’u bu benzerlik ışığında okuyunca Fragmanlar’ın Doğu öğretilerine ne denli benzediği şaşırtıcıdır.
Aynı ırmak mıdır? Şimdi asıl konuya gelelim. Herakleitos’u binlerce yıl sonrasında sık sık anıyorsak, şu sözlerinden dolayı olma olasılığı yüksektir: “Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar.” Bu sözler çok farklı şekillere bürünmüş, basitleştirilmiş ve bir nevi hayatta her şeyin değişeceğinin logosu haline gel41
miştir. Platon Şölen’de, bu düşünceyi bir sonraki noktaya taşır; “Yalnız beden değil, can da değişir” der. Herakleitos’un vurguladığı sadece değişim değildir üstelik, akışı anlatmak ister. Irmak aynı zamanda zamanın simgesidir. Zaman karşısında çaresiz kalan şey değişimin ta kendisidir. Bu evrenin kaderidir Herakleitos’a göre.
Son olarak kitabın değerini katlayan birkaç unsurdan söz etmek gerekir: İlk başta başarılı bir çeviri ama bundan daha önemlisi, çevirmenin metne eklediği açıklamalar. Her felsefe öğrencisinin mutlaka okuması gereken bir klasik.
Herakleitos İlkçağın en ünlü filozofu değildi ama çok ses getiren düşüncelere sahipti. Fikirleri onlarca filozof tarafından kaydedildi, tartışmaya açıldı ve bu sayede günümüze kadar kaldı. Aslında yazılmasının üzerinden dört yüz, hatta beş yüz yıl geçtikten soran bile (yaklaşık MS 200 yılında) Doğa Üzerine’nin ulaşılabilen bir metin olduğunu biliyoruz.
FRAGMANLAR Herakleitos Çeviri: Cengiz Çakmak Alfa Basım 2014, 340 sayfa, 19 TL.
Herakleitos’un bir diğer unvanı Ağlayan Filozof’tur. William Shakespeare Venedik Taciri’nde büyük olasılıkla ona gönderme yapar. Onun pesimist dünya görüşü çok sayıda edebiyat eserine konu olmuştur ve Rönesans resimlerinde çoğunlukla ağlarken betimlenmiştir. Genelde Demokritos’un (o da Gülen Filozof) olumlu dünya görüşü ile karşılaştırılır. Bu üzüntünün altında ne yattığını bilemeyiz, böyle bir lakabı hak edip etmediğini de ama Fragmanlar’ı okurken üzüntüden çok kadercilik ve yalnızlık hissederiz sözlerinde.
Bu yazıya gencyazi.com’dan da erişilebilir. 42
Fatma Betül Çifci
Sima Şeyda Aydemir
Şimdi karşınızda bir ayna olduğu
koşuyorsunuz, hem de onur konuğu olarak.
nu hayal edin. Aynadaki sizsiniz ve söyle
Gençler ileride sizin gibi olmak için sizi her
diklerimi düşünüyorsunuz. Bir ressama yıl
saniye takip ediyor. Ve şimdi aynada ben
lar önce kendi resminizi yaptırmışsınız. Yir
beliriyorum. O kadar çirkinim ki… Yüzüm
mi yaşındaydınız o zaman. O kadar güzeldi
deki derin kırışıklıklarla, dudaklarımın çev
niz ki… Masmavi duru gözler, pembe kıv
resindeki kibirli gülüşle, kibirden kızarmış
rımlı dudaklar, altın rengi saçlar… Sizi gö
gözlerimle size bakıyorum. Benim bir şeytan
ren kadınların dönüp size bir kez daha
olduğumu düşünüyorsunuz. Korkuyla ayna
bakmasından utanıp kızaran yanaklarınız
dan çekiliyorsunuz. Korkmayın, o sadece
vardı. Aileniz yok, kaybettiniz. Fakat onlar
sizsiniz. Siz kim misiniz? Dorian Gray’siniz.
dan kalan mirasla harika bir eğitim aldınız ve birçok yaşıtınızdan her alanda üstünsü
Evet, Dorian Gray çok şanslı bir
nüz. Ama şimdi o yaşta da değilsiniz. Uzun
gençti. Yakışıklı, eğitimli, zengin… Güzel,
ve zor yıllar geçti üzerinden. Hayatınızda ne
güneşli bir günde çok yakın dostu Basil
değişti yirmi yaşınızdan bugüne? Hiçbir
Hallward’a resmini yaptırırken çıkageldi
şey… Söylemesi ne kadar hoş değil mi? Ka
Lord Henry Wotton. Lord Henry marjinal
dınları hâlâ yakışıklılığınızla âşık ediyor
görüşleriyle baştan yarattı kahramanımızı.
sunuz kendinize. Zenginsiniz, muazzam, şık
Lord Henry de farkında değildi besleyip bü
bir köşkünüz var. Her gece davetten davete
yüttüğü şeytanın. İşte o gün Dorian’ın
43
içindeki kötü ruh şeytanla bir anlaşma yaptı. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın yirmi yaşındaki o kusursuz haliyle kalacaktı, tabii sadece fiziksel olarak. Fakat o kötü düşün celerle çamurlanıp kirlenen ruhu, tanı yabileceğiniz en kötü duygulara sahip ruh, o gün yapılan portreye yansıyacaktı. An laşma kanla imzalandı. Lütfen
yine
“Ruhunu en gizli köşelerine kadar izleyebilecekti. Bu portre onun için ay naların en sihirlisi olacaktı. Dış görü nüşünü nasıl belirttiyse, ruhunu da öyle gösterecekti ona. Kış resmin üzerine çö kecek; ama kendisi, yazın sınırında titreyen baharı yaşayacaktı. Portrenin yüzünde kan çekilecek,
aynanın
karşısına
gelin… Yıllar önce şeytana satılan bu ruh sizsiniz. Portreyi yıllar önce sakladığınız kilitli odadan çıkarıp bakma cesaretine sa hipseniz gidip bakın lütfen. Bakalım sonu nuz ne olacak. Oscar Wilde’in muhteşem romanı “Dorian Gray’in Portresi”nin yarattığı etki buydu bende. Anlatım tamamen çarpıcı fikirlerle, esprili bir şekilde ele alınmış. Ve
geriye
kurşun
gözlü,
soluk
tebeşir bir maske kalacak, oysa kendisi, çocukluğunun büyüleyiciliğini kaybetme yecekti. Güzelliğinin tek bir koncası bile yitmeyecekti. Hayatının bir tek vuruşu bile hafiflemeyecekti. Eski Yunan Tanrıları gibi güçlü, kıvançlı, çevik kalacaktı. Tuvaldeki renkli görüntüye ne olursa olsun onu ilgilendirmezdi. Güven içinde olacaktı ken disi. En önemlisi buydu. Resmin önüne paravanı çekti. Bunu yaparken gülüm süyordu.”
romandaki Lord Henry, Oscar Wilde’ın ta kendisi. Görüşleriyle sizi yaşamın temel sorunlarıyla yüz yüze getiren bu romanın sonuna gelene kadar resmen diken üstünde oturuyorsunuz. Kitapta neyin daha önemli olduğunu soran hayati karşılaştırmalar var. Güzellikle çirkinlik, iyilikle kötülük gibi kavramları bireysel olarak ayrıntılı değer lendirmenizi sağlayan bir kitap bu… De ğişik bir bakış açısına sahip olmak ve büyüleyici bir anlatımla karşılaşmak için almanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 44
Huzur . ANIDEN
GELECEK VE GELDİĞİNİ
FARK ETMEYECEĞİZ.
Jack Kerouac-Yolda
46
Suretinde ücralar görünmeyen insanlardır onlar. Komşu suların çocuk larıdırlar. Dört mevsimlik bir coğraf yanın insan örtüsüdürler. Bin yıllık bir türküyü mırıldanırlar. Müslümandırlar, azıcık Hıristiyan biraz dinsiz, biraz da alkolik. Çoklukla sokakları severler. Konuşmayı ve kapalı alanda sigara içmeyi sevenleri de vardır. Kiminin altın günü, kiminin kulüp sohbetidir derdi; hatta bazılarının kıraathaneden eve geç geldiği vaki ve bakidir. Ocakta çayı dem lenirken ömrünü tüketir benim insanım. Öyle her önüne gelene yakınmayı sevmez; sevme diğinden de derdi bilinmez. Sandıklar konup, bayraklar asıldığında arzuhali dinlenir. Dinlenir dinlenmesine de duyu lur mu bilinmez. Din, bayrak, toprak diye bir sağa bir sola savrulur. Ne gücenir, ne darılır, ne de çeker gider. Kimi hesap sorar, cebelleşir; kimi boyun büker mukadderata. Başından beri her şey onlar içindir: Savaşlar, akit ler, saraylar ve servetler… Okumayı değil, anlatmayı severler. Yüz yıl önce okumadıkları için, yüz yıl sonra da ‘okudukları’ için suçlanan onlardır. Başlarına takmadıkları şapka başlarından daha değerlidir bazen. Özgürlük istemek, özgürlüğü kaybetme sebebidir onlar için. Zahmet etmesinler diye yönetenleri vardır. Her sesleri yük seldiğinde namlular, dipçikler görünür. Neyi istediklerini değil, kimi istemediklerini seçerler. Niye öldüklerini bilmezler bazen, katillerinin yüzlerini bile göremedikleri olmuştur çoğu kez. Bir sabah ansızın ölüme çevirirler kontağı. Onları ‘koruyanların’ zulmüne alışmışlardır. Türk, Kürt, Ar navut, Laz, Ermeni, Rum ve Çer kestirler. Hatta sırf bu yüzden ölür ve
öldürürler. Acılarını ve evlatlarını isimlerini bile bilmedikleri dağlara gömerler. Aynı gövdenin iki eli arasındaki perdelik sa vaşın tek kaybedeni onlardır. Nasılsa mühür de söz de onlarındır fakat zulme aşina olmayan bir tanesi yoktur. Başında olmayan şapkadan yargı landığı gibi, başındaki örtüden yar gılandığı olabilir hani. Kimisinin kadehine, kimisinin yatağına kadar uzanır o heybetli gövdenin uzun elleri. Telefon konuşmalarından, sözlüğündeki kelimelere kadar tahakkümünü yayar. Doğru söy leyen denize dökülür sabık düş manlarımız gibi. Çokluk on lardır. Halk kadar çokturlar. Ama ne çokluklarının, ne dert lerinin sesi uzanır büyük göv deli gölgelere değin. Meydan larda gösterdikleri hürmetin karşılığını zaten beklemezler. Benim halkım çoğun luğuyla güç verir, ayakta tutar. Benim halkım affeder, kin tut maz. Yaşı tutmadığı için büyük devletinin himmetiyle yaşı bü yütülüp asılır, uğruna canını koy duğu köylüsü eliyle ölüme teslim edilir, suyunu kendi eliyle verdiği darağacına çıkarken son sözü kimseye kırgın olmadığıdır. Benim halkım çoktur. Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar… Fakat benim halkım yalnızdır; çoğunluğu yoktur. Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin padişahın O da bir gün devrilir. 47
DEVRİM SOHBETLERİ MANİFESTO 1 – HARUN CANTÜRK Doğduk. Sonra bu dünyanın bir parçası haline geldik. Bizim, burada, bu her tarafı boşluklarla ve soğuk uzayla çevrili dünyada yaşamak, yaşayabilmek için sürekli bir şeyler elde etmemiz gerekiyor. Bu ihtiyaçlar, bu elde edilme süreci, kontrolümüz dahilinde ya da haricinde bir şekilde hayatımızda varlığını sürdürüyor; hayaller, arzular, istekler ve gereksinimler olarak. Yaşamak en basit haliyle budur. Bir şeyler için var olmak… İhtiyaçlarımızı elde etmeye, yaşamaya “devrim” diyoruz. Belli bir düzenler limitinden ayrılıp yeni düzenler limiti oluşturmaya çalışmak, her ne olursa olsun devrim dediğimiz bu şeyin parçasıdır. Ve her devrim parçası bir bütünden ayrılmıştır. Her parça, alındığı bütüne eklendiğinde, bütün bambaşka bir hal alabilir. Anlamı birden bire değişebilir ya da güçlenebilir. Ama sonuçta değişmiştir. Yani her parça, değiştirdiği, değiştirebildiği bütün için değerli ve gereklidir. Ancak parçalardan herhangi biri olmadan da bütün, varlığını sürdürebilir. Her parça, bütünü bambaşka bir anlama ve yöne eriştirir ve bu bütünlerin birbirine üstünlükleri yoktur. Tıpkı zaman parçaları gibi. Her an, bizi bambaşka bir yöne sürekler. Ama bütün (geçmiş + şu an) eşit olamasa da, daha sonrasına (geçmiş + şu an + şu andan o ana kadarki geçmiş + o an) denktir, birbirleriyle karşılaştırılamazlar.
önce devrimiz başladı, sonra da devrimimiz. Ve devrimimizi hiç yapamadık, hep bir şeyleri bekledik. Bu yüzden, dünyada bir sürü devrim parçası, başı boş bir şekilde, ortaya çıkacağı anı bekliyor. Oysa bir devrim parçasının tek görevi, başka bir devrim parçasıyla birleşmek değil midir? Yani, devrim aslında birleşmektir, “biz” olmaktır. Her an yeniden, sürekli birleşmektir. Birlikte, “biz” için bir şeyler yapmaktan daha fazla ne yapabiliriz ki? Devrim kendini değiştirerek güçlenir, adeta canlıdır. Her yeni kişi devrime katıldığında devrim değişir. Çünkü artık o yeni kişiyi de içerir hale gelir. Yeni kişinin de devrimi olur. Bu, yaşamımızı değiştirecek öngörülemez bir gerçeklik. Bu muhteşem gerçeklik hızla etrafımızı saracak. Böylece, devrim için söylenebilecek her söz artık hepimizin sözü olacak. Devrim biziz. Yaşamak bize kontrol edemeyeceğimiz bir güç sunuyor: Zaman. Zamanı ancak yaşamın bize izin verdiği kadar kullanabiliyoruz. Bu nedenle, zaman bizim için bir fırsat, bir güç, bir yoldaş olduğu kadar; bir tuzak, bir zehir, bir düşmandır da. Dünya henüz biletimizi kesememişken bir şeyler yapmalı. — “Biz”de sen de var mısın? — — Senin devrimin ne? —
İşte, uğruna var olduğumuz devrim böyle ortaya çıktı. Biz doğduk, 48
MANİFESTO 2 – HASAN BASRİ ÇİFCİ
Zaman devrimin kendisi değil, yalnızca bir enstrümanıdır. Gezegen, sistem ve galaksinin değişmesiyle farklılaşan, sabit kalmayan bir enstrümanı çalmaya uğraşmak, devrimcinin yapacağı bir iş değildir. Buraya iki tanım gerekiyor. Devrim: Bina. Devrimci: Hafriyat işçisi. Buraya değişkenle değişimin farkı gerekiyor. Değişken: Zaman. Değişim: Devrimin ta kendisi, yani bina. Değişkenlerin varlığı her zaman bir değişime, dolayısıyla bir devrime yol açmayabilir. Değişkenlerin, ne kadar değişken olsalar da, sabit kalmaları da ihtimal dahilindedir. Çünkü değişmemek de değişken olmanın doğası gereğidir. Oysa değişim değişmemeyi kapsamaz. Bir değişkenin yarattığı değişimle, değişimin kendisinin yarattığı yeni değişim farklıdır. Devrim, bir değişim gerektirir. Değişimin temelinde bir değişken olmasa da devrim tamdır, eksik değildir. Yani devrimin, bir değişken olan zamana ihtiyacı yoktur. Hafriyat işi bir aksiyon ister: tırnakla, parmakla, elle, kürekle veya makineyle toprağı kazmak ve derine inmek, böylece yerküreye nüfuz etmek ve kalıcı olmak. Bu, insanın, değişimi, dolayısıyla devrimi yadırgamasıyla ilgili bir durumdur.
İnsan, önce ev olmayı sayıklayan mütevazı bir kondu, sonra sıradan bir ev, daha sonra yüksek bir apartman ve daha da sonra fallik biçimde bir gökdelen inşa eder. Böylece daha sağlam, daha erkek, daha kalıcı olduğunu sanır; değişimi ötelediğine kendini ikna eder. Oysa kalıcı olmaya çalışan insan, ilkin doğayı, sonra sırasıyla konduyu, evi, apartmanı ve gökdeleni değiştiren değişimin içinde bir devrimcidir. Yani yaptığı iş bir değişim ve devrimdir. Kondu doğaya karşı bir devrimdir, ev konduya karşı ve bu halka sürüp gider. Sonuçta, devrim kendisini yadırgamakla gerçekleşmiş olur. Yani devrimci, devrim yapmayı amaçlamaz, hatta bu amacı yok sayar, kendini sabitlemek ister. Buraya bir not gerekiyor: Değişimin karşısındaki devrimci insan aslında bir çelişki içindedir. Bu çelişki hayatı oluşturur. Bu çelişkinin, yani hayatın çözümü değişkenlerle ilgilidir. Zamanı ve diğer benzer enstrümanları anlamaya uğraşmak, yani değişkenleri sindirmeyi öğrenmek, kalıcı olma arzusunu doğurur. Sonuçta, devrimi tartışırken şöyle bir sıralama kurmak daha doğru olacaktır: 1. Değişken = Zaman / 1. Kalıcı olma arzusu = Devrimi yadırgamak, 2. Hafriyat aksiyonu = Değişime sebep olmak, 3. Değişimin, devrimin ve binanın kurgusuyla kendiliğinden devrimci olmak. 49
Yazdan önceki bu son sayımızda POY olarak biraz daha tehlikeli sulara dalıp çocuk ölümlerinin önemli olup olmadığını tartışacağız. Daha doğrusu çocuk ölümlerinin diğer ölümlerden farklarıyla ve bu farkların olası nedenleriyle ilgileneceğiz. Genelde in sanlar düşüncelerini temellendirip güçlendirmek yerine ucuz numaralar kullanarak körü körüne savunmayı seçerler. Bu ucuz numaralara sesini yükselterek karşındakine baskın gelmek veya çevredeki çoğunluğun onayıyla kendi tezini sağlama almak örnek olarak gösterilebilir. Her yıl fazlasıyla aşina olduğumuz "orada çocuklar öldürülüyor" söyleminin de bu ikinci kategoriye yakın olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bir kişi bir savaşın ne kadar kötü olduğunu dile getirmek istediği zaman savaş yüzünden ölen çocuklardan bahsediyorsa bu söylemde bir içtenlik payı da vardır. O kişi büyük ihtimal o bölgede yaşanan çocuk ölümlerinden rahatsızlık duyuyor ve savaşın bitmesini istiyordur. Çocuk ölümlerinin kötü olduğunu (bu ölümlere neden olanlar dahil) herkes kabul eder. Bu yazı da çocuk ölümlerini savunan bir yazı değildir. Fakat, bizce sorun zaten burada başlıyor. Madem hemen herkes çocuk ölümlerinin kötü bir şey olduğunu kabul ediyorsa bunu dile getirmenin savunulan düşünceye ne tür bir katkısı olabilir? Bu tür söylemlerin altında, biraz da herkesin kabul edeceği bir düşünceden yararlanıp haklı çıkma isteğinin de
yattığını düşünüyoruz. Çünkü bir tartışmada iki taraftan biri çocuk ölümlerinden bahsettiğinde karşında kinin ona karşı söyleyebileceği pek bir şey kalmıyor genel anlamda. Soru sormamız gereken kısım da bu. Bu konuyu bu şekilde ortaya çıkarmanın herhangi bir yararlı yanı var mı? Neden "çocuklar öldürülüyor" deyince akan sular duruyor? Çocuklar ölümsüz müdür? Çocuklar her şeyden önce masum kabul edilirler. Kötü bir olaya neden olsalar bile, bilgisizliklerinden ve tecrübesizliklerinden dolayı tamamen suçlu veya sorumlu sayılmazlar. Bu nedenle aslında başlarına gelen hiçbir şeyi tam olarak hak etmiş değillerdir. Özellikle ölümü... Gündelik yaşantı mızda, fark etmeden de olsa, birçok ölümü rasyonalize ederiz, bir mantığa oturtma girişiminde bulunuruz. Yetişkin birinin ölümünde kendi hatasını ararız, kısmen de olsa kendisini sorumlu tutarız. Öbür türlü, bu kadar sayıda ölüm haberini kaldırmak mümkün olmazdı. Masum birinin ölebileceği gerçeği korkutucudur, çünkü bize ölümden kaçış olmadığını hatırlatır. Tamamen masum biri bile suçsuz yere ölebiliyorsa, birinin ölümden uzaklaşabilmesi için pek bir yol yoktur. Bir çocuğun ölümü bize içten içe bu düşünceleri sezdirdiği için rahatsız edicidir. Aynı zamanda sembolik anlamda çocuklar bir ırkın geleceği, dolayısıyla umudu kabul edilebilirler. 50
"Who Can Kill a Child?" (1976) yetişkinleri öldüren katil çocuklarla dolu bir adada geçen ve çocuk ölümlerine farklı boyutlardan yaklaşan gerilim yüklü bir filmdir. Savaşta çocukların ölümü, en ağır suçlardan olan soykırımı hemen gün deme getirmese de onun izlenimini verebilir. Bütün bunlara rağmen, sembolik anlamlarını bir kenara bırakıp biraz daha gerçekçi olursak, çocuklar gelecekte yetişkin olacak olan insanlardır. Bu açıdan bakılırsa, her çocuk aynı değerdedir ama ileride olacakları yetişkinler aynı değerde değildir. Özellikle Orta Doğu gibi dinden ve geleneklerden güç alan bir kısır döngüye girmiş bölgelerde çocukların şu an oradaki yetişkinlerden ne kadar farklı olması beklenebilir ki? Bu düşük olasılığa bakarsak onların ölümlerini de yetişkin ölümlerini karşıladığımız gibi karşılamamız gayet normal bir durumdur. Aynı zamanda, eğer bir çocuk gelecekte ölmesini isteyeceğimiz biri olacak ise çocukken ölmesi de sevinebileceğimiz bir durum olabilir. Tabii ki, bir çocuğun gelecekte nasıl biri olacağı tamamen belirsizdir. Belirsiz durumlarda ise olasılıklara sığınırız. Diyelim ki, bir şekilde bir çocuğun geleceğine dair bir test yapıyorsunuz ve test sonucunda %70 olasılıkla çocuğun büyüdüğünde seri katil olacağı çıkıyor. Eğer bu bahsi geçen çocuk testi yaptığınızdan birkaç gün sonra ölürse, ölümüne sevinmeniz gayet normal bir durumdur. Vereceğiniz tepki, olasılıklara olan inancınıza bağlıdır.
Yani, bir çocuğu yetişkin olarak düşünüp ölümünü o gözle değerlen dirmek de olası bir seçenektir. Bu tabii ki, değerlendirmeyi yapan kişinin olasılık, kader ve insanın kendi hayatını kontrol edebilme kabiliyetine dair görüşlerine bağlı bir seçenektir. Eğer bu kişi, insanların kendi hayatları üzerinde çok kontrol sahibi olmadıklarını dü şünen, 'armut dibine düşermiş' sözünü benimseyen bir kişiyse; ölen çocuğun ailesinden, yaşadığı yerden veya mil liyetinden yola çıkıp yetişkin haline dair bir tahminde bulunup bu tahmine göre sevinebilir, üzülebilir ya da tepki vermeyebilir. Diğer taraftan, insan ira desine ve insanın her yaşta (iyi ya da kötü yönde) değişebileceğine inanan bir kişiden böyle bir hareket beklenemez. Ona göre bir kişinin geleceği hakkında hiçbir tahmin yürütülemez. Sonuç olarak, çocuk ölümlerinin diğer insan ölümlerinden farkı olsa da bu fark görecelidir. Dolayısıyla, duymaya alışık olduğumuz "orada çocuklar öldürü lüyor" söylemi yerine "orada insanlar öldürülüyor" söylemi daha geçerlidir. Çocukların ölmesi de yetişkinlerin ölmesi kadar doğal bir olaydır. Siz de politik olarak yanlış olduğunu düşündüğünüz fikirlerinizi politikolarakyanlis@gmail.com'a mail olarak atabilirsiniz. 51
BARIŞ'IN
TASARIM ATÖLYESİ Barış Kayaaslan Merhaba! Yazla kışın arasında sıkışıp kalmış bu dönemde her gün gardırobunuzdan kıyafet seçmeniz sizin için ne kadar zorlaşıyorsa tasarımcıların omzundaki yük de bir o kadar ağırlaşıyor. Bir yandan yaz sezonu için aldıkları siparişleri yetiştirmeye çalışırken diğer yandan yeni sonbaharkış dönemi için sunacakları koleksiyonlarına hazırlanıyorlar. Bir yanda bir telaş diğer yanda ilham arayışı hakim oluyor anlayacağınız. Barış’ın köşesindeyse her sezon defilelerin vazgeçilmezi ve asla modası geçmeyecek olan “Siyaha Övgü” konsepti var. Siyah renk moda olmaz derler; çünkü siyah zaten modanın can damarıdır, ona hayat veren en önemli unsurdur. Onu günümüzde klasikleşen yerini
Gizem Karakaya elde edene kadar kıyafet seçemediğimiz o zorlu partiler için bir kurtarıcı, bir kaçış yolu veya renkli giyinmek istemediğimiz zamanların sığınacak limanı olarak görüyorduk. Siyah artık zor zamanlarımızın kurtarıcısı olmaktan çıkıp, modern ve şık kadının kodlarını baştan yaratıyor. Her daim asi ruhlara aynı zamanda zerafete öncülük etmiş bu renk, dünyadaki tüm kadınları birleştiren nadir unsurların başında geliyor. Bu sayıda da yer verdiğimiz 3 görünüm ve 3 farklı kadın; asaletin, coolluğun, başkaldırışın, rock’n roll’un ve daha birçok şeyin simgesi olan baştan aşağı siyah üniformaları ile yeni moda trendlerinin avcıları haline geliyor.
Siyah her zaman havalı ve güçlüdür, her giyen de hakkını vererek taşımalı! Siyah renk kıyafetlerin üzerinde o kadar güçlüdür ki casual bir görünümü bile yoğun etkisi ile baştan yaratır. Bu tasarımında Barış, günümüzün “it girl”lerinin vazgeçemediği cool trendleri tek görünümde bir araya getiriyor: 90’lardan kopup gelen crop top namı diğer göbeği açık tshirt trendi, son yıllarda Chanel ve Alexander Wang defilelerinde görmeye alıştığımız pantolon üstü etek trendi ile birleşiyor. Günümüz trendleri ile zenginleştirilmiş bu casual görünüm, Barış’ın imzası haline gelen iddialı şapkalardan biriyle, ondan görmeye alıştığımız zerafet dokunuşunu yaşıyor.
52
Siyah asidir ve eğer dikkatle bakacak gözlere sahipseniz, içinde kırmızıdan çok daha fazla tutku barındırır! Figürü ortaya çıkaran küçük siyah elbisesi ve yoğun yaka detayı sayesinde görünümün tümüne bilinmeyenin çekiciliğini katan ceketiyle Barış’ın kadını, “az çoktur” diyerek kendini siyahın minimalizmin kollarına bırakıyor. Geçtiğimiz haftalarda Dior Couture defilesinden aşina olduğumuz upuzun çizmeleri ve ikonik Barış şapkası ile de doğasında yer alan gösterişten asla vazgeçmiyor.
Siyah renk, kıyafetlerimizdeki zerafetin geçmişten beri yaratıcısı. Aynı zamanda her daim kendimizi içinde en rahat hissettiğimiz tek renk. Ünlü modacı Jean Paul Gaultier’in ikonik Parizyen kadınlarından ve Vogue Fransa’nın eski baş editörü Carine Roitfeld’den esinlendiğini söyleyen Barış bu tasarımında, siyahın en güçlü iki kozunu bir araya getiriyor: Asalet ve dozunda seksapalite! Feminen şıklığın kilit noktalarından kalem etek ve altına hiçbir şey giymediği siyah ceketi ile Barış’ın tasarımı, Paris sokaklarında tüm bakışları üzerinde topluyor. Şapkası ve eldivenleri ile her daim şık Parizyen kadını, Barış’ın farklı yorumuyla yeniden hayat buluyor.
53