Sendrom #4

Page 1



Sayı: 4

2015

Kapak Tasarımı: Kaan Ayparlar

Yayın Kurulu:

Ayşe Kevser Arslan Cemre Edip Yalçın Ege Acar Fatma Elif Albayrak Gizem Karakaya Gözde Berkil Hasan Basri Çifci Zeynep Camuşcu

Tasarım:

Ayşe Kevser Arslan Fatma Elif Albayrak Hasan Basri Çifci Kaan Ayparlar

Organizasyon:

Gizem Karakaya Hasan Basri Çifci

İletişim:

sendromdergisi@gmail.com facebook.com/sendromdergi twitter.com/sendromdergi

Katkılarından ötürü İnci Şahinakman'a çok teşekkür ederiz.


4 . . . Bir Dünya İnsanı: Ayhan Sicimoğlu / Hasan Basri Çifci 8 . . . Rehavet / Aslı Aykaya 9 . . . 10bir / Ege Acar 10 . . . Yüzyüzeyken Feci Kararlı Şeyler Ve Plüton Kunduzları / İlkiz Gürbüz 12 . . . Katran, Tüy ve Islak Tahtalar / Pınar Türer 14 . . . Kadınlarım & Çiziklerim / Cemre Karabiber 16 . . . Ayrı K / Şinasi Yıldırım 18 . . . Namüsait / Azerhan Utku Fındık 23 . . . Doğum / Billur Bektaş 25 . . . Songülen I. / Tolga Pınar 28 . . . Bir Garip Şeytan Anomalisi / Mert Öztürk 30 . . . Berlin / Zeynep Camuşcu 31 . . . İçimizdeki Köşelerden En Değerlisi / Balam Bingül 34 . . . Kadrolu Basın Serüvenimiz / Cemre Edip Yalçın 37 . . . Kandırılmak İstiyoruz / Doğa Çakar 38 . . . Kuzey'den Kremline / Berkeren Büyükeren 40 . . . Ağlayan Filozofun Gizemi 43 . . . Siz Dorian Gray'siniz / Fatma Betül Çifci & Sima Şeyda Aydemir 46 . . . Masumiyet Karinesi / Berfin Nur Osso 47 . . . Benim Çoğul Kaygılarım ve Yalnız Halkım (Ululara Nazire) / Gökberk Yunus Atçalı 48 . . . Devrim Sohbetleri / Harun Cantürk & Hasan Basri Çifci 50 . . . Politik Olarak Yanlış 52 . . . Barış'ın Tasarım Atölyesi / Barış Kayaaslan & Gizem Karakaya


301 1 y覺l oldu. Soma, 13 May覺s 2014


BİR DÜNYA İNSANI: AYHAN SİCİMOĞLU Söyleşi: Hasan Basri ÇİFCİ Ayhan Bey çok hızlı konuşuyor, çok heyecanlı. Yaptığı onca iş, gezdiği onca yer onu hiç yormamış gibi hevesle ve hep ileriye bakarak konuştu benimle. Onu hep, yaptığı müziğe ve yaşadığı hayata eşdeğer bu hareketliliğiyle anımsayacağım. SAVAŞLAR BİTECEK

vardır ya, benim için yumurta tavuktan çıktı.

Hasan Basri: Ayhan Sicimoğlu kendini

Yani, tavuk yumurtadan çıkmadı. Tavuk

nasıl tanımlar?

zaten hep vardı, yumurta çıktı.

­Ben “Dünya İnsanı Türk”üm. Zaten bir zaman sonra –kaç sene sonra, bilmiyorum­

Hasan Basri: En sevdiğiniz yer neresiydi

tek insan olacak el ele tutuşan. Savaşlar

gidip gördüğünüz?

bitecek. Yani herkesin bir olduğu, sınırların

­Bu çok geniş bir soru. Mesela nerede

kalktığı, lisanların da bir olduğu belki,

yaşamak isterdin diye sorarsan,

herkesin birbirine eşit olmaya yakın olduğu,

New York City diyeceğim.

fakirin zenginle, Müslümanın Hristiyan’la,

Bir daha nereyi ziyaret et­

karanın

beyazla

söylüyorum

–ama

bunu,

zihniyet

olarak

meyi istersin dersen Peru

olarak

değil­

diyeceğim. Yani sevdiğim

örnek

yakınlaştığı, böyle insanların yaşadığı bir

yer derken bunu daha

gezegen olacak. Ben o gezegene şimdiden

açmak lazım.

gitmek isteyen bir Türküm. Hasan Basri: Mesela Hasan Basri: Bu fikrinizin oluşmasında

en çok ne şaşırttı sizi,

dünyanın çeşitli yerlerini gezmeniz etkili

nereye gidince hay­

oldu mu?

ran kaldınız?

­Tabii,

hep

böyle

yetiştim

ve

böyle

­Güzel soru. Aslında

büyüdüm, böyle gördüm ve böyle istedim,

Peru’ya hayran kaldım.

bu yüzden çok kültür tanıyan, çok lisan

Bir daha görmek istedi­

konuşmaya

ğim yer orasıydı. Çünkü

çalışan

–o

kadar

fazla

konuşmasam da– , renkleri bilen –o yüzden

Peru’yu bütün Güney

programın adı “Renkler”, biliyorsun– bir

Amerika’nın hac yeri ola­

insan

rak gördüm. Macchu Picchu

oldum.

“Tavuk

mu

yumurtadan,

yumurta mı tavuktan çıkar?” diye bir laf

mesela… Dağdaki medeni­

4


yetleri görmek istedim. Oraya iki defa gittim.

İnsan

Bütün Şilililer, Arjantinliler, Perulular… Ne

bacakları ağrıyor, nefes almakta zorlanıyor,

oluyor? “Biz burayı görmek istiyoruz, burası

yürüyemiyor, beyni duruyor, öyle tuhaf bir

bizim kıtanın kültürlerinin temelinin olduğu

şeyler. Yattım Machu Picchu’da ağaçların

yer.” Çok gizemli tabii. Pek bizdeki gibi

altına, rüyalar falan gördüm.

üşütmüş

gibi

oluyor,

eklemleri

değil. Oranın nasıl yapıldığı, niye yapıldığı, oraya

nasıl

gidildiği

hâlâ

bilinmiyor.

Hasan

Basri:

Yakın

zamanda

bu

Efsaneler var tabii. Yok uzaydan gelmişler

gezilerinizle ilgili bir kitap da üçüncü

de falan filan, ama tabii onlar yok bence.

baskısını yaptı.

Ben öyle şeylere inanmam çok. Niye yapıldı

­Evet, boş zamanlarımda yazdığım hikâyeler

hâlâ bilinmiyor ve çok enteresan, gizemli bir

vardı.

yer.

istedim.

GEZME KONUSUNDA BALLIYIM

Onları

derledim,

herkes

okusun

Hasan Basri: Nasıl karar verdiniz yayın­

Hasan Basri: Sizde pek kimsede olmayan

lamaya?

bir heves var ve gittiğiniz yerde eğlenmeyi

­İstiyorlardı birkaç seferdir yayınevleri. En

biliyorsunuz. Bu nasıl oluyor?

son telefon da gelince “Kaç kişi istedi,

­Hem öyle, hem de biraz o konuda ballıyım.

yaparız ederiz.” diye… Onlar gezi kitabı

Pat diye birini yakalıyorum. “Aa, burayı

istediler. Gezi kitabı yapmak çok masraflı bir

gördün mü?” diyor, “Neresi burası?” derken

şey. Yanımda bir tane fotoğrafçı götürmem

“Evime

lazım.

gel.”

diyor.

Derken

zincirleme

Kameramanlar

fotoğraf

çekmek

gidiyor böyle. Biraz ballı olmak lazım galiba.

istemiyor, çekemiyor. Fotoğrafçının da iyi

Bir de dikkat çeken bir tip olduğum için olsa

olması lazım. İyi fotoğrafçı, bilmem ne

gerek, üzerime geliyor insanlar ve beni

bilmem ne… Bunlar hep masraflı işler.

götürüp bir şeyler tavsiye ediyorlar. Bir de

Türkiye’deki kitapların fiyatında o çıkmaz.

tabii kamera da çekince daha enteresan.

Pahalı kitabı kimse satın almaz, ucuz kitaba

Kamerayı görünce adam işin önünde olmak

da öyle bir masraf çıkmaz. Onun için,

istiyor. Tek başıma gezsem öyle olmaz yani.

aklımda öylece kalmıştı.

Bir

­Doğan Kitap arayınca, “Gezi kitabı yapa­

şekilde

ısı

veriyorum

herhalde

ki

geliyorlar bana mıknatısmışım gibi.

mam, ama” dedim, “benim yazdığım hikâ­ yeler var kendime ait, hepsi gezi değil,

Hasan Basri: Hiç unutamayacağınız bir

benim fantezilerim, rüyalarım var, insanlar

şey geldi mi başınıza?

okumak ister mi?” “Okuyalım, biz onu dü­

­Peru’da yükseklik hastalığına yakalandım.

zeltiriz.” dediler. Çok beğendiler okuyunca. 5


DÜNYA MÜZİĞİ YAPIYORUM

SIRF GEZMEK HİÇBİR ŞEY

Hasan Basri: Yazma konusunda ya da

İFADE ETMEZ

müzik yaparken ilham veriyordur gördü­

Hasan Basri: MFÖ’nün “Peki Peki Anladık”

ğünüz yerler.

şarkısını size yazdığını söyleniyor, doğru

­Evet, ama her zaman da değil. Müzikte de

mu? Şarkı “Her şeyden sen anlarsın,” diyor,

böyle bir yer var mı diye konuşamayız,

sizin için çok doğru bence.

çünkü dünya müziği yapmaya çalışıyorum.

­Zor bir hayat sürüyorum. Şimdi burada saat

Jamaica’ya gittiğimde orada bir şey aklıma

ikiye

gelir onu yaparım, bugün Babylon’da başka

kalkıyorum, dokuzda araba geliyor, on birde

bir şey yapacağız mesela. Banyo yaparken

Fransa’ya uçağım var, uçaktan iner inmez

kadar

çalıyorum,

sabah

yedide

aklıma ta yetmişlerin Eminönü’nde satılan

eğer yetişebilirsem Nice’te bir yürüyüş

kasetleri geldi, bunu yapacağız.

başlıyor, çiçeklerin yürüyüşü, karnaval… Karnavalın da bu seneki konusu gastronomi.

Hasan Basri: Peki neden Latin müziği?

Yani yoğunum evet.

­Latin müziğini çok seviyorum, çünkü içinde tuhaf

bir

sentez

var.

Latin

müziğinin

Hasan Basri: Şarkı şöyle devam ediyor:

literatürdeki adı Afro Cuban North Ameri­

“Her şeyi sen bilirsin.” Doğru mu bu? Ya da

can Music olarak geçer. İçinde hem Afrika

bin yılların sorusunu sormak istiyorum:

var, hem Küba var, hem de caz var. Aynı

Çok gezen mi, çok okuyan mı?

zamanda Güney Endülüs’ün, İspanya’nın da

­Çok okuyarak gezen bilir, sırf gezmek hiçbir

müziğidir bu. Küba ve Antiller’in 1600’lerde

şey ifade etmez. Uçağa binmeden önce

İspanyollar tarafından zapt edilmesi sonucu

kitaplarımı alırım, gideceğim yer hakkında

Afrikalı esir kölelerin etnik ve dini müzik

sabaha kadar kitap okurum ben

leriyle Endülüs İspanyası’nın kalıpları­

uçakta. Ne olduğunu bilmeden git­

nın, Kuzey Avrupa müziğinin bir çorba­

mem.

sı Latin müziği. Hiçbir şey anlatmayan,

Hasan

saçma sapan elektronik müzikler de

daldın, en güzel ritmi sen buldun.”

var. Bunlara da ben katlanamı­

Bunlar ne anlama geliyor?

yorum. Üstelik kendileri bile

­Mazhar Alanson yazdı bu sözleri.

söylemiyor, playback yapılıyor,

Basri:

“En

derine

sen

O zamanlar sualtı arkeolojisinde

bizim için seyirciye karşı çok

çalışıyordum ve dalgıçtım.

büyük ayıptır bu.

Mazhar bir şarkı besteler­ di mesela, sonra onu bana

6


Kafanızı yastığa koyunca uyursunuz New York’ta, İstanbul'da uyuyamazsınız. Ben uyuyamıyorum daha doğrusu. Siz hukukçu olacaksınız, hukuk bu işlerin ilacıdır. Bir memlekette adalet yoksa rahat uyuyamazsınız.

getirip “Şuna bir ritim bulsana,” derdi. Ben

sorumluluk anlamında seve seve yaparım.

de hemen hazırlardım, onu çalardık. “En

Hasan

çabuk da sen döndün.” vardır mesela. Geçen

görüyorsunuz?

hafta

sorarlardı,

­İstanbul için çok üzülüyorum. İstanbul

söylerdim,

yaşlanmış,

nerede

Brezilya’ya

olduğumu

gidip

geldiğimi

şaşırırlardı.

Basri:

Peki

artık

İstanbul’u

kırışıkları

nasıl

kremlerle

düzelemeyecek, doksanını geçmiş, kulakları duymayan, gözleri iyi görmeyen, kafası hâlâ

Hasan Basri: “Deli deli kulakları küpeli” de

gidip gelen, Alzheimer olmuş, elbisesi yırtık

mi size?

falan ama anlıyorsunuz ki zamanın çok

­Fotoğrafçılık ve film tahsili için İngiltere’ye

güzel kadınlarından biriymiş.

gittim, döndüğümde kulağımda seninki gibi bir küpe vardı. 1976 yılıydı. O zaman

Hasan

erkekler

istediğinizi söylediniz, o da böyle bir kadın

küpe

takmazdı

tabii.

Onu

yazmışlardı.

Basri:

New

York’ta

yaşamak

mı? ­İstanbul kadar yaşlı değil, görmüş geçirmiş

İSTANBUL ALZHEIMER OLMUŞ

değil. Son derece kozmopolit bir şehir. On

Hasan Basri: Sözlükten devam edelim.

dakikada

Seçim döneminde belediye başkanı olması

gidebiliriz. Bir sanat şehri, hürriyet şehri.

gereken kişi olarak sizi işaret etmişler, ne

Sonsuz hürriyet vardır New York’ta. Kafanızı

dersiniz buna?

yastığa koyunca uyursunuz New York’ta,

­Allah korusun. Babamdan vasiyetim var

burada uyuyamazsınız. Ben uyuyamıyorum

siyasete karışma diye. Arka planda çalışırım

daha doğrusu. Siz hukukçu olacaksınız,

elbette,

hukuk bu işlerin ilacıdır. Bir memlekette

ama

kendim

bayrak

taşımam.

Hoşuma giden icraatlara yardımları sosyal

Çin’e,

yarım

saate

adalet yoksa rahat uyuyamazsınız. 7

İtalya’ya


8


9


yüzyüzeyken feci kararli seyler ve Plüton kunduzlari Ilkiz Gürbüz

Sevgili okur, öncelikle itiraf ediyorum ki az sonra tartışacak olduğum konuda hangi tarafta olduğumu inan ben de bilmiyorum. Konumuz: günümüz Türkçe alternatif müzik gruplarının pek yaratıcı isimleri! Türkçe müziğin yavaş yavaş ¨ıptıs dıptıs¨tan öteye gitmemeye başladığı şu günlerde, tutunduğum tek dal güzelim alternatif sanatçılar, gruplar. Yalnız olduğumu da sanmıyorum bu konuda. Lakin bir durum var; uzun zamandır ¨hacı ne dinliyorsun bu ara¨ diye sorduğumda aldığım cevaplar karşısında birkaç saniyelik saygı duruşu mecburiyeti hissediyorum. Sebep; mantıktan ­bırakın yürümeyi­ koşarak uzaklaşan, pek acayip, garip gurup Türkçe alternatif müzik grubu isimleri. Önce biraz geri gidelim. Genelleme­ den kaçınarak belirtmek isterim ki; güzelim 60lara, 70lere baktığımızda müzik grup­ larının isim­lerinde tek kelime seçmek tercih ediliyor gibi gibi. Sanki grup kuran herkes ¨bi’ şeyler¨ olmakla mükellefmişçesine; ¨Da­ daşlar¨, ¨Moğollar¨, ¨Kaygısızlar¨, ¨Bu­ nalımlar¨, vs… 90lar, 2000ler tamlamalara düşkün; ¨Mavi Sakal¨, ¨Bulutsuzluk Özlemi¨, ¨Ezgi’nin Günlüğü¨, ¨Kumdan Kaleler¨ ve daha niceleri… Şimdiyse üç tip grup ismi var; 1. ¨boşver cağnım mantığa ne hacet" 2. ¨uzat uzatabilirsen kardeşim¨ 3. ¨dur azıcık entellektüel göndermeli olsun¨

Biricik fikrime göre gariplik dediğimiz sadece alışamamaktan kaynaklanıyor. 90ların iki isimli gruplarına aşina insanları olarak ¨Yok Öyle Kararlı Şeyler¨, ¨Büyük Ev Ablukada¨, ¨Hay Bin Kunduz¨ ve ­kişisel favorim­ ¨Son Feci Bisiklet¨ karşısında afallamamız bir hayli doğal, sanki. Birinci tipe örnek olarak ¨Son Feci Bisiklet¨ bir hayli öne çıkıyor bence. Bu ismin bulunma süreciyle ilgili gizemli evren internette iki rivayet var. Bakınız birincisi; grubun vokalisti Arda, yarışmaya katılmak için isim aradıkları süreçte bir sabah uyanır ve grup üyelerine telefon ederek aklına gelen üç kelimelik anlamsız tamlamayı söyler. İkinci rivayet ise der ki; üç kişilik bu grubun her bir üyesi birbiriyle alakasız bir kelimeyi ortaya atar, ardından en ¨mantıklı¨ tamlamayı seçerler ve ¨Son Feci Bisiklet¨ ortaya çıkar. Bu rivayetlerden hangisi gerçek bilemeyiz tabii. Belki de Dadaistler misali gazeteden kestikleri tek kelimelik kağıt parçalarını atıverdiler bir torbaya, sonra da üç kağıt çekip yan yana koydular. ¨Olamaz mı, olabilir.¨ 10


İkinci tip isimlerde ¨Halimden Konan Anlar¨ vardı bir ara, lakin şimdi efendi efendi ¨Adamlar¨ oldu isimleri. İlk isim­ lerinin hikayesini maalesef bilemiyoruz ama güncel isimleri de pek naif, pek sakin. Tam Kadıköylü müzik grubu ismi, yalan mı? Ya da halihazırda ¨Yüzyüzeyken Konuşuruz¨ var, yaz yaz bitmeyen.

Farkl ı Çorapl ar

Üçüncü tipte ise açıklama yapmak­ sızın ¨Büyük Ev Ablukada¨, ¨Seni Görmem İmkansız¨ ve ¨Plüton’u Kurtarmak¨ demek istiyorum. Bu grupların adını merak edip araştırınca bir tık kültür doluyor, Trivial Pursuit’te üçgen dilim kazanıyoruz. Tabi ki bu tavırlar sadece Türkçe müzik yapan gruplarda gözlemlenmiyor. Ba­ kınız İrlanda çıkışlı müzik grubu ¨God Is An Astronaut¨ bunun müthiş güzel örneği. Daha buluruz, aramıyorum.

Buraya küçük not, en sevdiğimizi söyleyip en sevmediğimizi kendimize sakla­ mak olmaz diyerek; ¨Nükleer Başlıklı Kız¨ ismini bir müzik grubuna kesinlikle yakış­ tırmadığımı belirtmek isterim tam bu noktada. Hatta herhangi bir oluşuma yakış­ tırabilir miyim onu bile bilmiyorum... Naçizane fikrim anlamsızlığı estetikle bu­ luşturmak gerektiği yönünde. Ha bi’ de uzay takıntısı var galiba alternatifin taze kanlarında ama tabi bu bambaşka bir tartışma konusu… Son olarak buradan müzik grubu olmayıp kendi isimleriyle bireysel müzik yapan, bizleri de gariple gurupla uğraş­ tırmayan alternatif sanatçılara çilek kokulu öpücükler ve teşekkürler göndermek is­ tiyorum. Yine de her ne kadar tarafsız kalmak adına gerçek üstü çaba sarf etsem de, ben­ deniz galiba sebepsizce seviyorum alter­ natifteki bu tuhaflıklı grup ismi hareketlerini. Ne gerek var her şeye anlam yüklemeye allah aşkına Müzeyyen? 11


Katran, Tüy ve Islak Tahtalar Pınar Türer

Birike birike ilerliyor insan; üstüne çullanan ağırlık hep artıyor, ama ne tuhaf ki hep eksiliyor sanki. Başkaları şöyle bir uğrayıp çıkıyorlar, hep bir öncekinin acısını hatırlatarak. Her yeni adımda, her yeni yürek burkulmasında yürüdüğü yol katran oluyor ayaklarına. Yine de nereye gittiğini bilirmişçesine yürüyor da yürüyor. Ruhu kevgir olmuş, dizine kadar batmış umrunda değil. Dudaklarımın içini durmadan kemiren dişlerim dükkan kapısının çın­ gırdayan ziliyle olduğu yerde kalıyor, ağzım yüzümün bir köşesine gerilmiş. Kaykıldığım sandalyede toparlanıyorum ama bakışlarımın yapıştığı renkli defter yığınından kopmak zor oluyor. Kasada olduğumu dahi fark etmeyen genç bir kadın suluboyaların önünde ilerlerken, avarelikten girdiğini anlıyorum içeri. Kendi de o reyonda işi olmadığını hatırlayınca geniş geniş şöyle bir bakıyor etrafına. Deli değilse dalgınlığından dudağındaki gülümseme. Ya da belki de­ liliğine dalgın. Boynuna doladığı kocaman atkı yüzünü iyice ufaltıyor. Kafasının üstünde toplanmış saçları tam itaat etmemiş belli ki; şakaklarını perdeleyen tül gibi tu­ tamlar arasından küpeleri parlıyor mavi mavi. Bakışlarımı diktiğimi fark etmesini umursamıyorum, bir ihtiyacı olursa diye dikkat kesildiğimi sansın varsın. Ağır ağır kalemlerin olduğu yere kayıyor. Tezgahın ardından adımlarını görmedi­ ğimden belki, ama adım attığına inan­ mıyorum nedense. Birkaç gün önce park­ ta izlemeye daldığım bir parça kuş tü­ yünü hatırlıyorum, yere bir türlü kona­

mayışını. Dalıp gidişim o zamankine benziyor. Yere konup konmayacağını merak ediyorum yine. Ama belli ki sa­ bırsız bakışlarım ona ulaşmıyor; iyi ki de ulaşmıyor. İşaret parmağını kalem kapak­ larına belli belirsiz değdiriyor her sefe­ rinde, sanki renkleri görmüyor da his­ sediyormuş gibi. Öldüğünü anlamamış bir hayaletin ifadesi var suratında. Sonra bir anda unutuyor hayaletliği de, ölümü de; eline aldığı kalemi evirip çeviriyor, tüm dikkati çomaktan hallice objenin üzerinde. Sonra onu bırakıp bir başka­ sına geçiyor. Bir müddet sonra çıkması ge­ rektiğini düşünecek, yabancı değilim bu­ raya gezmeye gelenlere. Ama bu seferki kibarlık yapıyor: eli boş gitmeyecek. Eski usul kırmızı kurşun kalemlerden aldığını görüyorum. Bir gülme geliyor, dudak­ larımın kenarlarını kaldırır gibi olsa da içim elvermiyor dalga geçer görünmeye. Kadının kırmızı kaleme bakışında bir şeyler var çünkü, bozmak istemiyorum. Acaba o da arkasını kemirecek mi, o yüzden mi gülümser bir hali var? Tahtanın ve kurşunun birbirine geçen, ıs­landığında iyice ortaya çıkan tadını anımsıyorum dilimde. Kesin o da biliyor bu tadı. Yine de emin olamıyorum, aynı tat mı olur aldığımız? Yoksa onun çe­ nesindeki şu dikiş izi, mesela, daha mı tuzlu kılar kurşun ve tahta ıslaklığını? Yüz ifadesinin çıplaklığı usul usul çarpıp duruyor beni, ama net bir şey çıka­ ramıyorum.

12


Özlem? Evet, bakışlarında öz­ lem var. Neye olduğunu bilmediğinden neredeyse eminim. Yine de donukluğa tamamen teslim olmamış henüz bu bakışlar, parlamaya hazır bekliyor şu dükkanın içinde gezinirken. Neye parlayacaksa. Kitaplara? Hayır. Bugün, burada değil. Belki de o reyonda fazla oyalanıp, eli de boş çıkacağını bildi­ ğinden cesaret edemedi. Dizgin bil­ meyen analizimi yarıda kesiyor kasaya yaklaşan bedeni. Bir an başını kaldırıp bana bakar gibi oluyor ama o kadar kısa süre veriyor ki kendine beni görmüş olması mümkün değil. Acaba gözümün içine bakacak mı dükkandan çıkmadan? Yalnızca uçlarını görebildiğim parmakları tezgahın üstüne sürüyor kalemi. “Ne kadar?” olduğunu tahmin ettiğim silik bir cümle sızıyor neredeyse hiç kıpırdamayan ince dudaklarından. Kendi de fark ediyor belli ki kısıklığını; başını kaldırıp gözümün içine bakı­ veriyor, dimdik. Gözbebeklerindeki sarı hareler dönmekten vazgeçmiş girdaplar gibi duruyor bir an bakışında, uzun kirpiklerini ancak başını tekrar eğdi­ ğinde fark edebiliyorum. O küçük par­ maklarıyla cüzdanını açarken “Bir bu­ çuk lira.” diye geveliyorum hızlıca. Sonra her şey çok çabuk oluyor. Par­ maklarım tezgahın üstündeki demir paraların soğuğunu tadarken kapının çıngırağını öttürerek, bir yandan da kalemi çantasına sok maya çalışarak çı kışını izliyorum.

Yüzüne yeteri kadar baka­ madığımı fark ediyorum o an. Sarı hareler önümde çakılı duruyor hala, ama yanaklarının rengini hatırlaya­ mıyorum. Bu sırada kapı ağır ağır kapanıyor, şiddetli bir yağmurun sesini kısarak. Şemsiyeli, koşar adım bir sürü insan caddeyi arşınlıyor. Kadının vitrinin önünde, kıpırdamaya niyetsiz durduğunu fark ediyorum. Çantasının üzerindeki küçük eline indiriyor bir an başını, şemsiyesini çıkarıp hızlanmasını bekliyorum, belki biraz da dönüp son kez içeri bakmasını. Ama o duruyor, sola doğru bakıyor; kulaklarının ucunda bir mavilik ışıyor kısacık. Tül saçları şakaklarına yapışmış, bakışlarını diktiği her neyse ona çeviriyor hayalet bedenini. İçimde bir şeylerin kıpır­ dandığını hissediyorum, belki de açılan kapıdan içeri doluveren soğuk ke­ miklerime ulaşıyor nihayet. Nefesimi tutarak beklediğimi, o yavaş adımlarla kaldırımı okşayıp gözden kayboldu­ ğunda fark ediyorum. Kuruyan boğazımı yumuşat­ mak için yutkunuyorum, canım daha da yanıyor. Susuzluğum damağımda kıv­ ranırken yağmuru izliyorum, caddenin ıslak parıltısı damlaların durmaksızın çarpıp sekmesiyle kaynayan, telaşlı bir gölü andırıyor şimdi. Kadının nereye gittiğini merak ediyorum; yolu kat­ ransız, ruhu kevgir olmayan bir hayalet nereye gider diyorum sonra. Aklıma tahta bankları yağmurdan koyulmuş, kuş tüylü parktan başka bir yer gel­ miyor. Ocak, 2015

13


Kadınlarım & Çiziklerim Cemre Karabiber Terminalleri sevmedim. Seve­ medim. Terminaldeyim. Soğuk, Viyana soğuğu. Noel geçeli çok olmuş. Bitmiş sokaklardaki sıcak şarap kokusu. Yol, uzun. Gece bir nevi karbon kağıdı, mavi siyah. Bu mavi siyahı atlatırsam, sa­ baha labirent şehrin havası dolacak ciğerlerime. Bir meczubun hayalden gerçeğe evirdiği şehrin havası. Gaz için fazla erken. Süt ve kurabiyeyi hazırla­ madım hem daha. Tek başıma ilk yolculuğum değil bu. Kökleri toprakta olan bir ağaç değilim. Yeni yeni fark ediyorum bunu. Sen, seni fark edeli bayağı olmuştu ama, ben o kadar erken davranamadım. Minik siyah defterimi çıkarıyorum. En az pasaportum kadar yerleşiklikten sı­ yırıp çekiyor beni bu minik siyah defter. Yazıyorum,“Gümüş ve kesinim. Peşin hükümlerim yok.” ve yükselip bakı­ yorum kendime. Kesinliğim ve peşin hükümsüzlüğüm ve yanında içten olu­ şum, zalim değil. Güz dökümünü çok deneyimledim ama ya giz dökümü? Rüya stoperi, rüya izah edeni değil, rüya istismarcısıyım. Tanıdık geldi mi sana? Sen yazmıştın, bütün bir yaz yanımda taşıdığım kitabında yazıyordu. Kuru, sıcak, sıkıntılı bir yazdı. Rüyalarımı istismar ettiğim, rüyalarımın erkek devlet ve erkek şiddet tarafından istismar edildiği bir yaz. Babana yazdığın bir şiir vardı, onu öldürmek zorunda olduğundan bahsediyordun. Ben de rüyalarımın, rüyalarımızın istismarcısı erkek devleti ve peşinde getirdiği nefreti öldürmek zorundayım. “Seni piç, artık seninle işim tamamen bitti” demeliyim sonrasında da. 14


Camdan bakıyorum. Yağmur yağıyor. “Labirent şehri sel bastı, tüh!” diyorum. Sonsuz bir grilik, horizontal. Ve o sonsuz horizontal griliğin içinde dikey bir ben. Dikey dururum ama yatay olmayı yeğlerdim. Bindiğim her oto­ büste, o otobüsleri beklediğim her terminalde, vardığım her şehirde dike­ yim. Sırça fanus, üstüme indi inecek. Hem zaten, bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çar­pıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? Yol bazen bitmiyor. Gözlerimi kapatıyorum, karanlık. Gün yirmi dört saatlik döngüsünden çıkalı çok oldu benim için. Gözlerimi kapatıyorum ve bütün dünya ölüyor, göz kapaklarımı kaldırıyorum ve her şey yeniden do­ ğuyor. Günlerin döngüsü böyle. Ben gözlerimi kapatıp açtıkça dönüyor gün­ ler. Senden öğrenmiştim bunu. Bayağı işe yarıyor, müteşekkirim sana. Sırça bir fanus inmiyor üstüme. Uzun zamandır evim dediğim yere dö­ nüyorum. Ama Tyrol’un karları ya da Viyana’nın berrak birası o kadar saf ya da doğru değil. Tyrol’u bilmiyorum ama sanmıyorum bu yeryüzüne düşen kar saf ya da doğru olsun. Viyana’nın berrak birası üzerine, oturduğum koltukta kay­ kılıp ahkam kesecek kadar şey biliyorum yalnız. Haklısın, saf değil. Doğru değil. Ve son bir şey, sonunda beni harap edecek şeyleri arzuluyorum. Tıpkı senin gibi Sylvia. Süt ve kurabiye hazır, bıraktım içeri. Hadi gel, mutfağa gidelim Sylvia. Sevmediğin, sevmediğim erkek yeryüzünün olmamızı istediği yere. Hadi Sylvia. 15


AYRI K Şinasi Yıldırım yavaş yavaş uyandım. apartmanın diğer dairelerindeki yaşam belirtileri, kapı çarpma sesleri, seslenmeler uzaktan, çok uzaktan geliyor gibiydi. fakat elbette ne kadar uzak iseler o kadar büyüktüler kafamın içinde. buna zihnimin işini görmekte fazla ileri giden bir fonksiyonunun neden olduğunu söyleyebiliriz. şöyle diyelim: yakındaki nesneleri ve duyu organlarıma hitap eden diğer şeyleri algılamakta zorlanmıyorum fakat uzakta olanları algılamak için yoğun bir çaba sarf ediyorum ve bu uzağı yakından daha yakın kılıyor benim için. düşman başına. bir uyanışla başlayan hikayeleri sevmem. bir kişi nasıl olur da bir olayı o sabah uyandığından başlayarak anlatır? tabi eğer uyandığında fark ettiği, başına gelen bir şeyden bahsetmiyorsa: Gregor Samsa gibi. birinci ağızdan yazılmış hikayelerde yazarın çokça kişisel görüşlerine yer vermesinden hoşnut olmadığım gibi kurmaca karakterin ağzından hikaye anlatan yazarın tanrılaşarak evrenin özüne ve yaşamın ikircikli hallerine dair söylediği tiryaki sözlerinden de nefret ederim. hayda. uyanmıştım. böyle başlamak daha iyi olur. apartman da uyanmıştı. uyanmaları kısmını kendileri hallederlerdi hep. ama ben onlara bundan sonrası için bir noktada yardımcı olurdum. ayağa kaldırırdım onları. güne başlayacak diriliği verirdim onların bedenlerine.

gece kot pantolonum ve gömleğimle uyumuş olduğum için ayağa kalkmam, gözlerimden çapakları temizlemem ve anahtar üzerimde mi diye kontrol edip dışarıya çıkmam pek bir vaktimi almadı. kapıyı kilitleme ihtiyacı duymadım, kimse içeri girmeye tenezzül etmezdi. öyle ki bu fikri bir cemiyette ortaya atan hırsız derhal bulunduğu locadan men edilirdi. böyle işte. ah unuttum! evden çıkmadan önce elbette ayakkabılarımı giymiştim. tabanı kauçuk, siyah ve eprimiş kunduralarımı vura vura yürümeye başladım. merdivenlerde, apartmanın mimari açıdan ihtişamının dorukta olduğu -çünkü akustiği şahane, sonsuz kez yankılanıyor sanırım herhangi bir ses- yerde durdum. göğsümü birkaç saniyelik nefesle doldurduktan sonra tizliği kulak yırtan bir sesle bağırdım: “kim öldürdü can henri’yi? savaşında günahkarlarla azizlerin?” sesim belki de çatı katına ulaşmadan ben harekete geçmiştim, apartmanın kapısına doğru. kalsaydım dairelerinden bir hışımla çıkan azizler tarafından cezalandırılacaktım. evet günahkardım. ben öldürmüştüm can henri’yi. bu savaşın nedeni de buydu. suç ortaklarımla giriştiğim savaş. azizler günahkar değil midir? neden en çok tövbeyi ve duayı onlar ederler? beraber öldürmedik mi can henri’yi? azizleri ayağa kaldırmıştım işte! keyfim yerinde, ellerim ceplerimdeydi. 16


dış kapıya kadar hızlı ve ritimli adımlarla yürüdüm fakat kapıyı çekip açmak için bu hızı ve ritmi kaybettikten sonra ritimsiz adımlarımla sokağa çıktım. sokaklar sakin, sessizdi, kargaları selamladım. yalpalaya yalpalaya iki sokak ötedeki çorbacıya yöneldim; çünkü çorbacıya yalpalayarak gidilir. hüsamettin abiye selam verdim çorbacının açık kapısından içeri girerken, bir kelle paça istedim hiç sevmediğim halde. ama istedim. içtim de. hüsamettin abiyle günlük basit konuşmalarımı yaptım, ne olsun abi iş güç, koşturuyoruz, hayırlısı, sende ne var ne yok, inşallah olur abi. sonra da üç liralık hesaba iki lira bahşiş ekleyip, beş lira bırakıverdim masanın kenarına. selam verdim gür sesle, topuklarımı mermerlerle dövüştüre dövüştüre çıktım. işyerine doğru yollandım. yürüme mesafesinde değildi işyerim fakat yürüyesim vardı. yorulduğum yere kadar gider, sonra bir araca binerdim, n’olacaktı.

bunu metroya gitmek istediğime yormuştu. tamam dedim içimden. farjad’a sormama gerek yokmuş demek ki. farjad bahsettiğim restoranda çalışan ve amerika’da da bulunmuş bir arkadaşımdı. “göztepe ağabey.” dedim. ne yazık ki, metrodaki sarı çizgiyi görene kadar neler oldu, neler düşündüm hatırlamıyorum. şimdi buradayım. çünkü anladım. göremeyenler körü körüne sarı çizgiyi takip etmek zorundadırlar devam etmek için. bu çizgiyi geçersem ne olur? ne var ötesinde bunun? çok mu şairane? hayır değil. keşke yanımda bir balyoz olsaydı da şu sarı taşlardan birini parçalayıp yanımda götürebilseydim. çizgiyi geçiyorum şimdi. uğultu yaklaşıyor. birazdan göreceğim. evet. az kaldı. ben can henri’yim. uzakta olan içimde artık, ben de sizin dışınızdayım.

caddeye çıkıp, doğu yönünde yürürken sağımdaki beşinci sokağı geride bıraktığımda kesildim, doksan derece sola döndüm, bir taksi bulma ümidiyle ufku kesmeye başladım. birkaç saniye devam ettim bu göz kısıp odaklanma işlemine fakat olur ya hani: gördüğünüz bir şeyi uzun süre sonra fark edip dönüp bakarsınız. sarı çizgiye baktım. hani şu kesikli kesikli olan. nasıl fark edememiştim? ayıldım. dirildim. sarı taksiye el ettim. tam önümde durdu. kapıyı açtım. “günaydın ağabey, subway’e.” “hangi durağına beyim?” bu memleket adamı öldürür. ciddiyetle söylüyorum. taksiciye söylediğim yer aynı cadde üzerinde iki kilometre kadar ilerideki bir restorandı. fakat taksici 17


Namüsait

Azerhan Utku Fındık Suç ve Ceza’nın 135. sayfasın­

çektim ve onu düşünmeye başladım.

dan kıvrılıp bir kenara atılacak kadar

Sevmiyordum onu artık.

önemli bir konu ne olabilirdi? Bir ölüm

Sevemezdim. Ondan nef­

haberi, bir sınırsız sevinç, bir mutlak iç

ret ediyordum. Belki de geç­

kararma, Dostoyevski’nin yattığı mezar­

mişte beni yüzüstü bırak­

dan çıkıp karşında dikilmesi? Hayır,

tığı için bu sinirim. Bil­

hayır, hayır. Hiçbiri değil bunların.

miyorum. Bu yazının

Masanın bir köşesine itilen o kitaptan

konusunun henüz ne

daha anlamlı ve daha sıra dışı ne

olacağı belirlenmedi.

olabilirdi? Durdum, düşündüm. İçinde

Ama aşka dair her şey

yaşadığım bu hayat birden farklı alanda

günümüz televizyon

ondan

dizilerince tüketilip

fazla

yenilgi

gördü.

İçinde

yaşadığım bu hayat ondan fazla kadın

iğrençleştirildikçe,

teni tanıdı, birden fazla kadını sevdi,

şüphesiz artık

yüzlerce pornoyu tüketti. İçimde yaşa­

başka şeylerden

dığım bu hayat, on binlerce gün yaşadı,

bahsetmek gerek.

binlerce yağmur gördü, yüzlerce yağmur

Nicki Minaj’ın

altında ıslandı. Ve bu hiç bir yere

yeni çağın kadı­

gitmeyen, bir gayeden yoksun satırların

nını tanımla­

zihnimden dökülüp ağzına sıçtığımın

dığı video klip­

teknolojisinde vücut bulmaya başladı.

lerinde yaptığı

Bu başlangıca pek tabi bir kadın sebep

danslardan da söz

oldu. Bir kadınının iç burkan, kapka­

edecek değiliz. Kim’in

ranlık sözleri bu satırların böyle anlam­

pornosunu izle­

sız ve düzensizce yazılmasına sebep

mekten bıkmadınız

oldu.

mı? Hilmi Yavuz dangalağından ­Telefonu bir kenara bıraktım.

Yatağa uzandım, yorganı ağzıma kadar

söz açmanın hiç de sırası değil. 18


Ama

ben

bugün

bir

kez

daha

reddedildim.

Sonu kaçınılmaz bir tükeniş. O kız benim hayatıma

nasıl

girdi,

nasıl

çıktı

hatırlamıyorum. İlk nerede görüş­tüm, olma­

en son nerede elini tuttum, bilmiyorum.

dığımı sordu. Aklı sıra beni gelip alacak­

­Bana

dışarıda

olup

Bunlar uzun yıllar önceydi. Ama onda

tı. Benim onu göreceğimi

çözemediğim bir tılsım, göremediğim bir

düşündü herhalde. Haya­

kasık ve anla­yamadığım bir ruh hali

tıma birkaç ayda bir,

vardı. Ve aslında ona dair bildiğim çok az

birkaç hisli ve gizemli

şey. Bir yağmur akşamında, üşümekle

cümleyle dâhil oluyor,

onu

yarım saat sonra yine

ilintisiz bir bağ vardı. Karanlık ekinoks

ansızın ve gizemli bir

gecelerinde ister buna astroloji deyin,

şekilde yok oluyordu.

ister hastıroloji hep aklıma gelirdi. Bu

Biliyorum, sevgili gün­

gece de bundan farklı olmadı. Ona mesaj

lük 19 yaşındaki bir

attığım tarihleri buldum. Hepsini de deli

kızın yazacak çok

gibi saklamışım. Saklamak bilinçli bir

şeyi var. Ama o.

eylemdir. Ancak ben bu tarihleri bilerek ve

düşünmek

isteyerek

arasında

tutmadım.

anlamsız

Operatörüm

Postmodern çağın

tuttu. O sakladı. Her şeyi sakladığı gibi.

Rönesans öncesi

Bir başkasına gönderdiğim çıplak bir

yaşamları. Bir

fotoğrafı

nasıl

saklıyorsa,

yılların

televizyonun ardın­

anlamsız mesajlarını da saklıyordu. İlk

da geçirilen ha­

mesaj, 21 Mart, ikinci mesaj 21 Haziran,

yatlar. Değişmeyen

üçüncü mesaj 23 Eylül ve son mesaj 21

şarkı sözleri, ritimler,

Aralık. Ayrılıktan sonra atılan her mesaj,

şarkı isimleri ve pop­

kalan bağları daha da gerer ve bir belirli

starlar.

Her değer

gerginlikten sonra bağlar kopar. Bardağı

bir gün tüketilecek. Ve

taşırdığı söylenen o damla, bu geceki

gün değersiz şeylerin

yağmurun

tüketilmesine geldi­

damlaydı.

ğinde,

tüketmek

kendini

içinden

önüme

düşen

o

de

tüketecek.

­Uyuyamıyorum. Uyumalıyım.

19


Kendini belirli aralıklarla hatırlat­

sayfada koskoca harflerle yazılmış

masını anlamıyorum. Yazın her­

ve kalp içine alınmış bir isminin

hangi bir gününde de mesaj ata­

olmasındansa, bir gecede ismin

biliyor, kışın en soğuk gününde de.

geçmediği halde sayfalarca dolusu

Günlerle değil, aylarla ölçüyor beni.

bahsin tek kahramanı olmak, nefretin ve

Artık

sürdürmek

kızgınlığın kaynağı olmak daha iyidir.

istemediği halde, neden karşıma çıkıyor?

–bu da herhalde benim, reddedilişimi

Niye durduk yerde, bu geceki notlarımı

hafifletmek için ürettiğim bir mekanik­

biten

bir

ilişkiyi,

onun adına tutmamı istiyor? Sevmiyor, sevse yazmaz, başka bir şey yapar.

­Nerden de tanıdım onu. Üs­ telik küçük bir şehrin içinde benim

Olmadı be Mehmet Altan, iyi

tanımayacağımı düşündüğü bir başka

roldü ama olmadı. Ahmet’e söyle roman

kızla

yazmayı da, aforizma üretmeyi de bırak­

ayrılışının ardından. O da kendinden

sın. Ya sen de şu taklitlerinden bir

uzundu. Ama takılmayı geçti, iki yıl kaldı

kurtulsan he. Ya siz ikiniz o babanızı da

o kızda. Sevdi mi gerçekten, bilmiyorum.

alıp bir ücra köşeye yerleşsenize. Ya siz

Beni sevsin isterdim. Ama ben onun

elinizi ayağınızı çeksenize. Senem’inizi

yanında gerçekten de çok uzun duru­

de alın, fazla manipülasyon yapmasın.

yordum. Belki de bu yüzden sevmedi

Bu

içinde

beni. En azından o kızın yanında bot

nefretler, düşmanlıklar, kavgalar, sevim­

giyince eşitleniyorlardı. Benim onları

sizlikler var. İnsan hiç ‘güzel’i yazar mı?

gördüğümü bile fark etmeden, omzumun

Güzel tektir. Bellidir. Ama çirkinin,

hemen on beş santim yanından geçip

ihanetin, alçaklığın ve kokuşmuşluğun

gittiler kaç kere. Ağladım günlerce n’ol­

bin bir çeşidi var. Yaz yaz bitmez.

du? Hiç­bir­şey.

satırları

yazdıran

şeyler

takılmaya

başladı,

benimle

Reddedilmenin de bir raconu var. Yani en azından, bir reddediliş senin yüzünü

Sevmek

ve

sevilmekle

ilgili

güldürebiliyorsa bile bu kayda değerdir.

aforizmaların ve dizelerin benim gibi bir

Yoksayılışın da bir şekli var. Genç bir

ego manyaktan çıkmasını çok isterdim.

kızın da günlüğüne dâhil olmanın bir

Ama ben Turgut babayı, Edip babayı

yöntemi var. Çünkü insanı yalnızca

okuyup, Cem oğlanı dinledim durdum.

sevgi, aşk, derin mutluluk harekete

Niçe çok ayıp etti.

geçirmez. Bir genç kızın günlüğünde, her

karşısına alıp sorsa, seni en çok etkileyen 20

Birgün biri beni


varlık nedir, diye şüphesiz ‘tanrı’

ması konusunda uyardım.

derdim. ‘çünkü var olmadığı halde milyarları kendine inandıran ve

Sözlerimiz ve hislerimiz, total

milyonları birbirine kırdıran başka

futbolun endüstriyel futbola dönü­

bir şey var mı?’ derdim. Bu ekinoks yılın

şümü kadar hızlı ve ansızın evrildi.

son mesajını oluşturdu. Ağzıma onlarca

Birgün uyandığımızda devrim olmadı,

söz ve ünlem ve 1R şarkıları ve tarih

ama

geldi. Ama bu yüzyılda ağzınıza neyin

kaybetti.

geldiği değil önemli olan. Parmaklarınıza

tanımlamalı mıyız ha? Bu değişen ve

gelmesi lazım bütün bu şeylerin. Ve

iğrençleşen dünyada, değişmeyen tek şey

onları kodlayacak bir cihazınızın olması

onun belki de aşık olabileceğim tek yeri

lazım. Ve bütün dünyaya Amerika’dan

olan geniş omuzlarıydı. Belki de en çok

servis edilen bir internetinizin olması

geniş omuzlarına sahip olabilmeyi düşle­

lazım ki, anonim aşk sözleri döşeye­

dim. Sonsuz kere öpebilmeyi, sonsuz

bilesiniz. Bütün bu inorganik çerçevede

zaman diliminde onlara sarılabilmeyi,

birileri hala aşktan mı söz etti? Onun da

sonsuz­luk yatağında omzunu göğsüme

mekaniği var artık: anahtar­ kilit.

yaslayabilmeyi sonsuz bir aşkla diledim.

ruble

değerinin

Belki

de

beşte

devrimi

birini yeniden

Bir kıza ait omzun, bir kız ait bedende ­21

Aralık

gecesi,

benim

çekicilik sırası sonlardadır herhalde.

dışarıda olup olmadığımı merak etmiş,

Omuzlar, çekicilik konusunda belki de

eğer dışarıdaysam beni arabayla gelip

yalnızca esmer kızların saçlarının deva­

alacakmış. Bu nasıl bir özgüven! İki

mı niteliğindeki ensesine doğru uzanan,

hafta önce elinin o kız tarafından do­

erkeklerde

muzbağı gibi sıkılmasına izin vermiş

yukarısından başlayıp bir kaç santim

olan adam, bu akşam beni arabayla alıp

aşağısından biten o ince kıl şeridi gibi

evime bırakmayı teklif ediyor. Benim

olan yeri geride bırakabilir hepsi bu.

hiçbir şeyi bilmediğimi onun hayatı

Ama onun omuzları sanki dünyanın bir

hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımı

boğanın boynuzları üstünde döndüğünü

düşünüyor herhalde. Herhalde değil,

düşlemek kadar güzeldi. Ne var ki

ciddi anlamda beni tanımamış. Ona

Stefani Joanne Angelina Germanotta’­

birbirimizi hiç tanımayamadığımızı söy­

nın başını çektiği bir seksizm akımı

ledim. Onu görmekle ve konuşmakla

dünyanın tüm eril cinslerini koltuk­

ilgili herhangi bir düşünce besleme­

larından

diğimi söyledim. Daha fazla zorlama­

düşünerek bunlardan uzak duruyorum. 21

göbeğin

ederken,

bir

onun

kaç

santim

omuzlarını


­Gece ilerliyor. Uyumalı­

şiir aradı bende? Belki de onu

yım. Ona ait nefretimi katlamadan

reddetmem,

o derin uykuma dalmalıyım. Beni

yapmam onu kamçıladı ve o da gitti

tam

bütün içindeki satırları kustu. İşte

anlamıyla

hayatından

istemiyormuş

gibi

çıkardığını Mart’tan önce anlayama­

onunla ilgili sahip olamayacağım bir

yacağım. O zamana kadar belki aklıma

bilgi.

ancak bir ya da iki kere gelir ve geldiği gibi aynı hızda uçar gider.

Bizler hayalini kurduğumuz bir şeyin hep tasarımını yaparız. En ince

Şimdi camın kenarına oturmuş,

ayrıntısına

kadar

hayal

ederiz.

yağan yağmuru izlemeye çalışıyorum.

Gecelerimizi uykusuz geçirir ve hayal­

Satırları

lerimizdeki dünyanın kusursuzluğu için

üretmeye

tüketmeye

ara

ve

verdiğim

boşlukları bu

zaman

çalıştırırız

beyinlerimizi.

Birgün

bir

zarfında, evin çevresine son altı ayda

yerde birini görmeyi hayal etsek bile,

yapılan

gayret

gününü, saatini, o gün üzerimizdeki

ediyorum. Belki bilim ışık hızını geçe­

kıyafeti ve hatta onun üzerindeki kıya­

medi ve yakın bir gelecekte de geçe­

feti,

meyecek

müteahhitlerin

ötedeki trafik ışıklarının rengini, kısaca

banka hesaplarındaki liraların katlanma

her şeyi seçeriz. Bu yüzden hayallerimiz

oranı herhalde bu hıza en yakın orandır.

gerçek olmaz. Onun sadece omuzlarını

O değil de, bu satırlarda ismi verilmeden

öpmeyi hayal ediyorum. Nerede ve ne

bahsedilen kız, günün birinde Kadı­

şekilde olursa olsun.

binaları

ama

saymaya

bizim

karşılaştığımız

anda

on

metre

köy’de girdiği küçük bir kitapevinde satı­ lan bir underground dergide ismimi gör­ se ne yapar gerçekten? İsmimi gördüğü

­Onu

sevdim.

Sevmiyorum.

Sevmeyeceğim.

halde, o satırları (bu satırları) okumadan dergiyi bırakması mı daha büyük trajedi oluşturur; yoksa o satırları (bu satırları)

Onu

sevmedim.

Omuzlarını

sevdim.

okuyup bir damla gözyaşı dökmeden ağır ağır kitapevinden ayrılması mı?

­Ulaşamayacaksın bana. Sadece omuzların yeter.

­Belki de beni bugüne kadar hep yazacağı bir hikâyenin yan öğesi yapmak için kullandı? Belki de hep bir

­Onlar bensiz bir yere gitmez. Gider. 22


Karanlıktan daha da karanlığı hayal et. Senin hayal edebileceğin karanlıkta bir huzme dahi olsa ışık var. Oysa bu gerçek bir ışıksızlık hâli.

Sessizliğin ötesine geç. Senin sessizliğinde kendi nefe sinin ritmi var. Oysa bu senin de sessizliğine gömüldüğün bir an. Hislerini dondur. Öyle ki, küçük mor bir kelebeğin kanatlarıyla yarattığı rüzgar senin serçe parmağının üzerindeki kılları ha­ reket ettiremiyor ve sen o ince rüzgarı

dahi hissedemiyorsun.

Yokluğun, varlığının bir hayali... Bu

hiçliğe küçük beyaz bir ışık

yerleştir. Tek bir nokta... Şimdi, bu

beyaz ışık noktasından sonsuz

tane ve sonsuz renkte ışık topçuğunun

fışkırdığını gör. Önce açık kırmı­

zı bir ışık, sonra daha koyu kırmızı ışık,

sonra daha da koyu... Binlerce

tonda maviler, yeşiller, sarılar, morlar ve turuncular... Şimdi o sesi duy.

23


Sanki işitebileceğin tüm seslerin

verdi. Varlığı milyonlarca küçük parçaya

kendisi bir anda kulağında beliriveriyor.

ayrılmıştı. Canı yanıyordu. Kendisini öz­

Burnuna binlerce şömine yanıyormuş­

lüyordu ve umut­suzdu. Toprağa ve yeşil

çasına ateşin cüretkâr kokusu siniyor.

yaşamlara kızıyordu. Onlar onu kulla­

Şimdi bir saniye geçti. Renkler artıyor,

nıyordu. Hüznü ve öfkeyi daha fazla

sesler bağırıyor ve koku bütün karanlığı

hissedemeyeceği bir anda durdu ve fark

kaplıyor. Her şey tek bir saniyede oldu.

etti. Aslında onun varlığı onlara candı. O

Tıpkı bir yokmuş da bir varmış gibi.

da bu canlılığa ortak olduğu için artık o da

İşte tüm bu ahenkli kaosun ortasında koskocaman bir taş beliriverdi.

bir candı. Bir anda hafifledi. Aynı anda milyonlarca

parçası

havaya

yükseldi.

Taş senin hissedemeyeceğin bir yavaşlıkta

Şimdi bütün Apero’lar bir bü­

kendi hissinde ise çok hızlı döndü durdu.

tündü. Özlemin ardından gelen kavuşma

Ateş oldu, kül tuttu. Ateşi kalbine gömdü.

bir şükran duygusu uyandırdı varlığında.

Çevresindeki havayı kendisine hapsetti. Ve

Havaya karıştı. Yükseldi. Daha da hafif­

sonra başka bir şey oldu...Tek şeffaf bir

ledi. Bembeyaz kesti. Bir karardı bir aklaş­

tanecik beliriverdi hapsolmuş havanın

tı. Bir türlü rengini bulamadı. Onun yü­

içinde: Bir su damlası. Taşa düşen ilk su

zünden kör edici şimşekler çaktı. Hemen

damlasının adı “Apero” oldu. Apero kül­

yağmur olmak istiyordu. “Taşa düşen ilk

lerin üzerine düştü. Küçük boşluklardan

damla” hep kendisi olmalıydı. Diğer dam­

yolunu buldu. Küllerin sakladığı taşın

lalar düştükçe şimşekler çakmaya devam

kalbine ulaştı fakat ateş onun için fazla

etti. Öfkelendi. Tüm damlalar düştü ve

kızgındı. Kaçmak istedi, yapamadı. Çünkü

sona bir o kaldı. Sonra fark etti ki baş­

kaçışın tek bir yolu vardı. İhtiyacı olan

langıçtaki ilkliğiyle bitişteki sonluğu aynı

ateşin kızgınlığıydı. Isındı, ısındı, ta ki hâl

şeydi eğer kendisini bütünde hissede­

değiştirene kadar... Suyun akışkanlığı yeri­

bilirse. Bu fikirle ağırlaştı ve sonsuz

ni

bıraktı.

kendisinden bir diyara düştü: Okyanus’a.

Apero artık buhardı. Hışımla

Okyanus ona her şeyi unutturdu ve Apero

taşın kalbin­den yüzeye doğru uçtu. Fakat

sınırsızlığının farkına vardı. Gücünü unut­

artık küller yoktu. Küllerin yerini toprak

tu. Sıradanlaşmaktan da korktu. Bir de

almıştı. Toprağın üstü yeşil yaşamlarla

yalnızlıktan korktu. Sürüklendi, sürük­

dolmuştu. Bir soğukluk çarptı varlığına.

lendi... Güney Amerika’da bir ırmağa

Çok mutlu oldu. Yine su olmuştu. Ancak

katıldı. Tam o sırada çıplak küçük esmer

bu sefer toprak vardı küllerin yerine.

bir kız kristal bir bardağı ırmağa daldırdı.

Toprak

Apero bardağa düştü. Kız suyu kana kana

gazın

vurdumduymazlığına

onu

emdi.

Apero

bir

anda

kendisini yeşim yaşamların içinde bulu­

içti. 24


Songülen I.

Tolga Pınar

Bazı kadınların tek süsü gülüşüdür. En süslü kadınlar da onlardır. Bir kere giydiler mi o gülüşü; evden en erken çıkan kadın olurlar. Hiç bekletmezler. Başka süse ihtiyaç duyanlar, sırf bir gülüşü yetiştiremedi diye ıskalarlar zaten. Kaçırırlar. Bir gülüşü giymek zordur; yakıştırmak da. Bütün bir ömür ruhunun karşısında, gülüşünü ne ile giyeceğini düşünür durursun. Hangi göz göze geliş yanına yakışır en çok? Hangi el ele tutuş? Hangi başarı? Hangi sebep? Hangi hüzünlü bakışın en çok acıtır? Her kadına da yakışmaz öyle. Kendilerine yakışan bir gülüş bulamadıkları için kalıcı rujlar, kaşlar, gözler bile çizer kimileri. Bir gülüşü giymek zordur; yakıştırmak da. Seneye de giyemezsiniz bir sözle küçülüverir hemen. Güzel gülen kadınların başka süse ihtiyacı yoktur. Bilmiyorum hatırlayan olur mu, 'Rüzgar Gibi Geçti' isimli kitabımda anlatmıştım adının hikayesini. Bozcaada'daydık. 73 yazı. Ne güzel eserdi. Kayalıkların ucuna oturur denizi seyrederdik. Daha genciz tabi deniz mavi henüz ve yosunlar sarıdan çalıp yeşile veriyor o zamanlar. Her şair betimlemesine hüzünleniyoruz. Her sakarlıkla devrilen cümle az önce içtiğimiz şarabın şişesi gibi. Cümleler de şişede durduğu gibi durmuyorduyu içiyoruz yeni yeni. İçmek için bahane bulamazsak hiçbir şey'sizliğimize içiyoruz. Her zaman ayrı yazılan ‘şey’ gibi görüyoruz kendimizi. Hiçbir şey'in yanına gelmeyeceğiz gibi. Okuduğumuz her afili cümlenin yazarıyız. O kadar ki kıskanıyoruz cümle sahiplerini Bozcaada'nın. O zamanlar 'ben gene sana vurgunum'. Sabahattin Ali açık açık da yazmıştı ama henüz bunu Nükhet Duru dile getirmemiş. Senin haberin yok. Bir şair daha da yazmak istemişti bunu. Nereye baksam sen oluyor. 25


Bana, dört tarafı seninle çevriliydi o zamanlar Bozcaada'nın. Denize girmezdi. Deniz ona sarılır; o denizi giyerdi üstüne. Diğer tarafında ayağı suya değse adanın, oturduğumuz kayalıkları döverdi dalgalar. Islanırdık. Yosunlar yükselir tutardı ayaklarımızdan. Oturduğumuz duvarın önünden geçerdi. Önünden geçerdi ve biz kendimize duvar süsü verirdik, sırf dikkatini çekmek için süslenirdik. Hani ağır ağır geçer de esas kız, zaman yavaşlar ya filmlerde. O zamanlar renk de yok. Siyah beyaz bir filmde nasıl anlarsın kırmızısını gülün, öyle. Geçtiği yol çiçek açardı. Sağı solu gül bahçeleri. İlk o zaman söylendi o şarkı, meşhur olamadı. Sade ben dinledim sanki. Zaten paylaşamazdım başkasıyla sevdiğim şeyleri. Bir rüzgar eşlik ederdi hep. Etekleri dönerdi. Avını uyuşturan mürekkep balığı gibi oynardı zihnimle. Öyle uyuşur bakardım. Rüzgar eserdi ve dönerdi etekleri. İlk orada duydum. RüzgarGülü'ymüş. Dönerken ondan uğuldarmış etekleri. Sanki söylene söylene geçerdi önümüzden. Birçok defa daha dönüp gitti. Sonra bir kez daha geçti… Bir kez daha döneceğini bildiğim için hiç terk etmedim Bozcaada'yı. Bir kitabımda anlatmıştım doğasını; 'Doğası'ydı adı. Ben yalnızca onun eteklerinde yetişirim. Yedi üzerinden yediveririm orda. Kolları bana dik uzanır. Nereye giderse gitsin, etekleri bana döner. Ben şimdi senin de henüz okumadığın bir kitabı yazıyorum. Adını 73 yazında koymuştum, Bozcaada'da; Bozcaada da bilir. Eminim seveceksin. Bazı yerlerinde elinden düşürmeyeceksin. Bitirdiğimde, okumaya başladığın yerde olacağım. Sayfaları yarım, cildi kalın. Önden son söz’üzümü okuyacağın, korsan bir kitap. Fındıklı'da kitap satan Senegalli tezgâhta mutlaka olacaktır, şans eseri gör, korsan da olsa al.

26


Varsın yayınevime faydan dokunmasın, kapakta adımı görsen kârdır. Sayfalarım bir geceyi elinde sabahlasın, sonra sıkılır bir kenara atarsın. İstersen okuma rafa kaldır, istersen en az açtığın bir çekmeceye koy. Arasına ‘unutacağın paralar’ koy diye boşluklar bırakacağım. Çok sonra bir gün bulduğunda mutlu ol! Girişini yaptım, gelişmesi taslak. Sonunuysa ummuyorum ama "İyi bilirdik" diyeceksiniz arkamdan, bazınız yalan söyleyecek. Sonra sen biraz ağlayacaksın. Çok da dayanamayacaksın bensiz kalmaya, arkamdan geleceksin. Belki diğer tarafta hep 73 yazındaki yaşımızda oluruz. O, sesi şeklinden fazla karizmatik olan adam söyler ve sen rüzgargüllerinin içinden geçerek geçerek; gülerek gülerek gelirsin. Etekler döner. Hangi heyecan sonunu bile bile okunur; sonunu söyleme alışkanlığıma alışmanız gerektiğini 'Spoiler Verme İncelikleri' isimli kitabımda anlatmıştım hatırlarsın. Hatırlamazsan da zannetme sana dargınım. *Seni unutma önce mor şimdi fin.

27


BİR GARİP

ŞEYTAN ANOMALİSİ Mert Öztürk

Telefon

çalıyor,

ulaşılamıyor. metrik

Asi­

gününü gösterme­

defterini

ye.

netsizin.

meyme­

rıyorlar

Şişli’ye,

park yeri bulmak

muamma­

için

üç

tur

atı­

lardan seken nu­

Bir taksi çeviri­

Taksimetre aç­

maralardan çeviri­

yorlar, daha bin­

madan ilerliyorlar,

direnemeyip

yor,

meden nereye gi­

şoför

mahalline

parka bırakıyorlar

deceksiniz

oturuyor

şeytan,

arabayı. Para pe­

tek

şin diyor değnekçi.

muhaliflerin

ağababası

şeytan.

diyor

taksici. Şişli diyor

aralarındaki

ihtiyâri, kendinden

şeytan,

ehliyetli

harmanlı bir küfür

sokmayın

üfürüyor

ahizeye

Açan

yok.

Gayri

o

trafiğe beni,

olan

o.

yorlar ve sonunda

Üzerimizde

oto­

yok­

Daha yeni ayağının

tan, birazdan geti­

başka araba çevi­

ateşiyle

cehen­

receğizden anlamı­

ve kıpkırmızı bir

rin diyor taksici.

nemden gelmiş o­

yor, çaresiz onu da

sinirle

Sonrası

bagaja istifliyorlar.

malum.

lacak ki debriyajı

Kulübe­

Sesler yavaş yavaş

yakıp yok ediyor

den hışımla çıkıp,

uzaklaşıyor ve her

cenabet sol ayağı,

Adresi sordukla­

çarpıyor

kapısını.

yer kırmızıya bo­

stop ede ede gidi­

rı büfeci, kaşlarını

Estek köstek işle­

yanıyor, bir anda

yorlar iş çıkışı ak­

yukarı kaldırıp ca­

rinin

kırmızı

şam

trafiğinde.

mekândaki

yazıyı

kapatıyor

telefonu.

yürütücüsü

bisikletle­

el

pençe

rine binmiş kırmı­

Ulan, diyor şeytan,

gösteriyor.

“Yol

karşısında,

biraz­

zı kediler el sallı­

kaç

sormayın”.

Yahu,

dan azar geleceği

yorlar taksiciye, el­

alın demedim mi

diyor

aşikâr.

“Yürüyün

lerinde sprey bo­

ben size, işte lazım

biri, n’olur sanki

be ibişler” diyor, o

yaları var cherry

oldu yine ben kul­

söylesen

önde iblisler arka­

domateslerin.

lanıyorum arabayı.

mi dökülür. Gidin

da düşüyorlar yol­

sacası,

İblisler

mahcup

başımdan, diyor a­

lara,

bagaja paketliyor­

önlerine

bakıyor­

dam. Şeytan uya­

lar,

lar. Güç bela va­

nıyor ve cebindeki

iblisler

telefonlarını

açmayan

densize

Kı­

salçalayıp dürüyorlar

28

kere

ehliyet

iblislerden incilerin


incileri

hatırlıyor

birazını

uzatıyor

büfeciye, yüzle sine

güler

santimetre­ kadar

tarif

ediyor adam.

adres doğru falan derken

bir

yanaşıyor

işçi yanla­

rına “Adres doğru, evet

de

kentsel

dönüşüm için yı­ kıldı buradaki ev­

“Geri kalan inci­

ler, oturanları şeh­

lerle pabuç alalım

rin ta öte yanın­

bana,

daki

den

cehennem­ apar

topar

çıkardınız,

ince

dere

yatağı

TOKİ evlerine ta­

Ben bu adama kötülük yapmaktan vazgeçtim,

şındı” diyor.

makosen geçirmi­ şim ayağıma eridi gitti resmen” diyor şeytan.

Lüks

mağazaya

bir girip

alışveriş

yapıyor­

lar, elindeki tüm incileri alıyor satıcı ve

beğendiği

Birbirlerine bakı­

bir

yorlar. Çöküp kalı­

pabucu ters giydi­

yor şeytan olduğu

rip gönderiyor şey­

yere. “Ben bu ada­

tanı.

ma kötülük yap­

İstanbul'da yaşamaya devam etsin.

maktan vazgeçtim, Kazılan kaldırım­

İstanbul’da

otur­

lardan, düşe kalka

maya devam etsin”

ilerleyip

diyor. Koluna girip

buluyor­

lar adresi. Ama o

kaldırıyor

iblisler

da ne, apartman

ve

birlikte

yok! O alanda koca

yorgun argın yürü­

bir çukur var. İş

yorlar sıcacık yu­

makinaları

vaları

yor.

Nasıl

çalışı­ olur

hep

TEKZİP Şubat 15'te yayınlanan üçüncü sayımızda, "Yol Yakınken" isimli öyküyü Mert Özer imzasıyla paylaştık. Doğrusu, bu öykünün de yazarı Mert Öztürk olacaktı.

cehenneme

doğru. 29


Şehir içinde ağaç bulmanın dahi zor olduğu bir ülkeden gelenler için sonunu göremediğimiz orman yolları… Ve bu ormana bakan tahtadan bir gökkuşağı, soğuk bir Berlin öğleden sonrası çocukları için. Berlin-Ocak’15

Zeynep Camuşcu

30


n

E n e d r ele

öş K i k izde

Balam

İçim

İçimizdeki köşelerden en değerlisi; belki de kelimelerle ifade edemediğimiz her duygumuzu kendimize dürüstçe söylediğimiz özel alanımız. O alanın değeri herkes tarafından farklı ölçütlerle ve farklı zaman dilimlerinde belirleniyor. Bazıları için içsel özgürlük alanı çok önemli iken, bazıları içinse böyle bir alanın varlığı hâlâ -herkesin bildiği ve bu yüzden sır olma özelliğini çoktan kaybetmiş olmasına rağmen- en derinlerde saklanıyor. İçsel özgürlük alanlarımızın bize kattığı değer, birçok etken ile sahip olduğumuz fikirlerimizi orada ham halleri ile oluşturup, sonra karakterimizle oluşan filtrelerimizden geçirerek şekillendirebilmek. Filtrelerimiz fikirlerimizin paylaşılabilecek hâle gelmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Toplumsal baskıların, ailede öğrenilen değerlerin, sınırları insanların seçimleriyle değil süregelen baskılar ve bastırmalarla çizilmiş kalıpların ve de bunların tüm duygularımızla buluşmasıyla oluşuyor -Freud’a bir selam çakalım-. Duygularla buluşma kısmı en önemli ancak en çok etkiye açık olan kısım aynı zamanda. Bir fikrin var olan temel duygularımızdan hangisi ile buluşacağı öncelikle toplumun bakış açısı ve kendi bakış açımız ile oluşturulan kalıplardan çok etkileniyor. Mesela etnik köken insanın hayatının çok önemli bir parçasını oluşturuyor ve biri kendi etnik kökenini başkalarının sahip olduğu etnik kökenden daha üst bir seviyeye koyuyor

i

rlis e ğ e D

Bingül

sa, buna aykırı olan fikirlerin o insanda nefret duygusu ile buluşması; kapalı ya da dışarı yansımasıyla açık şiddet ifadeleriyle kendini gösteriyor. Ya da bugüne kadar sindirilmeye çalışılan, toplumun büyük kesimi tarafından dışlanan bir fikir insanda uzak durma duygusu ile buluşuyor ve insanda korkulması, kaçınılması gereken durum varmışçasına alarm hâli yaratıyor. Bu hâllerin bir de paylaşılması ve yansıtılması var tabii ki. Son aşama da bu fikirlerin insanlarla paylaşıldığı kısım. Paylaşım aşaması oldukça çeşitlenmiş bir süreç. Yüz yüze paylaşım insanın her zaman kullandığı bir yöntem. Hızlanan hayatlar ve karmaşıklaşan düşüncelerle birlikte yüz yüze paylaşımlar zorlu hale geldi. Yüz yüze paylaşımın zor tarafı karşıdaki insanın fikirlerini de duyma zorunluluğu. Göz teması, yakınlık ve karşılıklı paylaşım ortamı empatiyi belli bir düzeyde de olsa zorunlu kılan bir hal. Farklı dayanakları olan bir empati hali bu. Farklılıklar hem konulardan hem de insanların empati kurma yöntemlerinin farklılığından kaynaklanıyor. Bazı insanlar içindeki nefreti ve soruları doğrudan yansıtmayı seçiyor. Hem de karşılarındaki insanların neler hissedebileceğini düşünmeden. Bazen cümlelere dökülen sorular en sakin hâlleriyle bile açığa çıksa karşı tarafı kırıyor. Düşünmek ve değerlendirmek çok önemliyken insanlar bu aşamayı pas geçip sadece bilgi sahibi olmaya çalışıyorlar ve 31


belki de zarar vermeye alışık olmadıkları yaşamlara zarar veriyorlar. Hayatlarında bir şeyleri değiştirmeyi başarabilmiş insanları sorgulamak yüz yüze konuşmalarda filtrelerin kaldırıldığı anlardan. Yüz yüze konuşmanın yanında artık fikirleri sosyal medya araçlarından duyurmak en çok kullanılan iletişim yolu. İnsanlar paylaşımlarıyla, yorumlarıyla; yazıları, fotoğrafları, videolarıyla fikirlerini başkalarına duyuruyorlar.

“kadın milleti susmaz zaten” deyip cevap vermeyi bırakanlar var mesela konuşma ortasında. Yüz yüze iletişimde bu durum bir noktada anlayışa dönmek zorunda ister gerçekten konu anlaşılsın, ister kadının pms dönemi gerginlikleri sebep düşünülerek ona acınsın. Buna benzer şekilde hakaret olarak kadınlık ve kadınlığa özgülenen hâllere gönderme yapılması da fazlasıyla popüler. “Kız gibi” bu alanda en yaygın olan kullanımlardan.

Sosyal medya paylaşımları, kontrolsüz yapısı ile içsel özgürlük alanıyla aynı özel konumu birçok insanla ortak olarak yaratma olanağı veriyor. Bu paylaşımlar yüz yüze olanlardan farklı olarak filtreleme hâllerinden uzakta yapılıyor. Çünkü o alan o kadar açık ve sınırsız ki insanlar empati ya da sahip olmaları gereken duygularla fikirlerini gerçekten duyma ihtiyacı hissetmeden insanlara yöneltebiliyorlar ve tüm bunların arkasında durabiliyorlar.

Eğer konu daha çok sinirlenilmesi gereken bir durum içeriyorsa hakaret bu konunun en çok kullanılan gruplarından birine, LGBTİ bireylere dönüyor. LGBTİ birey olmanın toplumumuzdaki ön koşulu tüm sosyal medya hakaretlerine maruz kalmaya karşı dayanıklı olmak sanırım. Beğenmediği şarkıcı için, kızdığı siyasetçi için, yanlış bulduğu görüş için düşüncesini “ibne” diyerek ifade eden insanlarla yan yana yaşıyoruz. Ancak yüz yüze iletişimde “ben sadece tercih etmiyorum, yoksa anlayabiliyorum” ile başlayıp “yani normal değil ama tabii ki onlar da insan” ile biten kendi içinde ne düşündüğüne karar verememiş bir grup insan var. Bu durum bahsettiğim heteronormatif filtrelerden kaynaklıyor. Bazıları kendisine yönelik tehdit duygusu ile buluşturuyorken düşüncelerini, bazılarıysa insanlığa yönelik tehdit muamelesi yaparak kendilerini dram ve korku kategorilerinde ayrı ayrı Oscar adayı yapıyor. Erkek-kadın çatışmasında konuyu biyolojik farklılıklara çekerek kadına korunması gereken eşya özdeşleştirmesi yapan zihniyet, homofobi söz konusu olunca düşünce özgürlüğünün bir numaralı savunucusu oluyor. Çünkü LGBTİ bireyler bir tercih yapıyor, onlar da bu tercihle ilgili yorum yapma hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Tercih mi yönelim mi tartışması bir yana, tercih dahi olsa insanlara saygı duyma yönü sosyal medya üzerinde sıfırlanıyor

Politik görüşler, hobiler, doğa paylaşımları ve popüler paylaşımlar doğrudan insana etkisi heteronormativeye kıyasla daha az zarar veren özgürlük alanları olarak görülebilir -en azından ölçülebilir zararlar açısından. Yaşadığımız toplum açısından heteronormatif algılar en çok zarar verenler. Kadın ve erkek statüleri oluşturma ve davranışları kategorize etmek en sevilenlerden. Yüz yüze paylaşımlarda kadın ve erkek teması işlenirken erkekler feminist edebiyat eleştiri kuramlarında kullanılan erkek bakış açısından ikinci erkek tipine oynarlar çoğunlukla. Onlar koruyucu kollayıcı olandır çünkü kadınlar korunmaya muhtaç çiçeklerdir. Sosyal medyaya gelindiğinde bu algının bir ton daha değiştiğini ve birinci erkek tipinin öne çıktığı, yani kadının cephe alınacak karşı cins olarak görülmeye başlandığı fark ediliyor. Çok fazla konuşan kadınlar için

32


ve başkalarından gelen algılarla insanların üzerine saldırılıyor. Toplumsal hayatta insan hakları çatısı altında bastırılmış homofobi bu anda bir anda sahneye fırlıyor. Bu durumun etik olarak sakıncaları bir yana en önemlisi pratik hayatta birçok zarara yol açıyor. Sosyal medyanın özgür paylaşım ortamı bu hakaretlerin orada bulunan herkese karşı yöneltilmiş olmasına sebep oluyor. LGBTİ bireyler bu yorumlardan incinmekle birlikte bir de yaşadıkları kabul edilme sorunu, özgürce yaşama süreçlerine tamamen zarar veriliyor. Hakaretlerin genel olarak kötü etkisinin yanı sıra tamamen cinsellik üzerinden yöneltilmesi, bireylerin hislerine yönelik yaralayıcı bir etki yaratıyor. Bu da LGBTİ’nin cinsellikten ibaret olduğunu gösteren ve bu temelden kaynaklı yorumları açıklıyor. LGBTİ ilişkiler üzerindeki meraklar da bu soru ve hakaretlere eklenince, LGBTİ birey olmak ekstra dayanıklı bir varlık sahibi olmayı gerektiriyor. İddia edildiği üzere “düşünce özgürlüğü” ise insanlara verilen zarar nedeniyle sınırları “başka insan duyguları” ile belirlenmesi gereken bir olgu. Tüm yanlış algılarla sorular sorup, hakaretler içeren yorum yaptıktan sonra özgürlük çatısı altına sığınabilmek, sosyal medyayı içsel özgürlük alanı ile karıştırmak oluyor. Bir de içsel özgürlük alanında bazı olguları yeniden şekillendirebiliyorken, sosyal medyada kalıcı ve anında verilen zararlar geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratıyor. Bu durumun ideal olmasa da şimdilik pratik çözümü sınırsız özgürlüğümüzü içimizde yaşayarak, karşı tarafa verilebilecek her zararı iyice düşünerek hareket etmek. Aksi hâlde bazı insanlar arada insan olabildiklerini kanıtlamaları için “sevimli kedi videoları”ndan daha fazlasına ihtiyaç duymaya devam edecekler. 34


Kadrolu Basın Serüvenimiz Cemre Edip Yalçın Türkiye’de iktidarlar her zaman basının desteğine ihtiyaç duymuştur. Yakın tarihimize baktığımızda, özellikle gazete ve dergiler iktidarların meşruiyet kazanmasında ve geniş halk kitleleri üzerinde etkin bir algı yönetiminin kurulmasında kilit role sahiptirler. Tanzimat döneminden itibaren daima siyasetin açık etkisi ve yönlendirmesi altında olan basın, diğer yandan da günlük politikaya yön vererek çoğu zaman basın özgürlüğü sorunsalını da beraberinde getirmiştir. İşte bu yazımızda cumhuriyetin tek partili yıllarındaki gazeteler ve bu çerçevede özel bir yeri olan Kadro dergisi üzerinde kısa bir incelemede bulunacağız. Mete Tunçay Tek Parti Döneminde Basın makalesinin girişinde Osmanlı mutlakıyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’ndeki basın özgürlüğünün çarpıcı bir karşılaştırmasını yapar. Buna göre, Osmanlı mutlakıyetinde basın hükümetin istemediklerini yazamazdı, öte yandan tek partili yıllarda basın yalnızca hükümetin istediklerini yazardı. Özellikle 1925 Takrir-i Sükûn ilanından sonra hükümet, İstiklal Mahkemeleri yoluyla basını avucunun içine almaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla suni bir özgürlük ortamının yaratıldığını görürüz. 1943 yılına kadar savaşı kimin kazanacağı belirgin olmadığı için dış politikayı dengede tutacak şekilde sağ ve sol basına yaratılan nispi özgürlük ortamı Müttefiklerin savaşı kazanacağı-

nın anlaşılmasıyla beraber yok olmaya başlamış ve nihayet sol eğilimli Tan gazetesinin 1945’in sonlarında yağmalanmasıyla bu dönem sona ermiştir. Bu dönemi daha kolay incelemek için Mete Tunçay’ın yapmış olduğu bir sınıflandırma vardır. Mete Tunçay tek parti devrinin belli başlı on gazetesini öncelikle muhalifler ve iktidar yanlıları olarak ikiye ayırır. Muhalifler de kendi içinde Köktenciler, Tutucular ve Ortacılar olmak üzere üçe ayrılır. Köktencilerin içinde esas olarak iki isim öne çıkar: Arif Oruç’un çıkardığı Yeni Dünya, Yeni Turan (1923) ve Yarın (Bulgaristan’a sığındıktan sonra da bir süre devam etmiştir) gazeteleri ile Mehmet Zekariya Sertel’in Resimli Ay (1924), Son Posta (1931), Ahmet Emin ve Halil Lütfi İle çıkardığı Tan (1935) gazeteleri. Tutucular kategorisinde ise Velid Ebuziyya’nın Tevhid-i Efkâr ( Takrir-i Sükûn döneminde kapatılmıştır) ve Zaman gazeteleri yer almaktadır. Yine bu kategoride dönemin sesini duyuran muhaliflerinden Abdülkadir Kemali Öğütçü (Orhan Kemal’in babası) ’nün Tok Söz gazetesi dikkat çekmektedir. Bu sınıflandırmada Ortacılar ise Ahmet Emin Yalman ile Hüseyin Cahit Yalçın’dır. Ahmet Emin’in Vatan (1923) gazetesi ve haftalık Kaynak dergisi (1936) ile Tan (1937’ye kadar) gazetesi, eski İttihatçılardan Hüseyin Cahit’in Tanin gazetesi muhalif kanatta Ortacılar olarak yer almaktadır. 34


Yukarıda belirttiğimiz sınıflandırmanın ikinci kanadında iktidar yanlıları yer almaktadır. Mete Tunçay, bu cenahı da dört gazeteciyle kategorize etmiştir. Bunlardan ilki Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’idir ve uzun yıllar Kemalizm’in savunuculuğunu yapmıştır. Bir diğer gazete ise başyazarlığını yine Atatürk’ün yakın çevresinden olan Falih Rıfkı Atay’ın üstlendiği Ulus’tur. Bir başka iktidar yanlısı gazete ise başyazarlığını Necmettin Sadık Sadak’ın yaptığı Akşam gazetesidir. Son olarak, bir dönem Matbuat Cemiyet reisliği de yapan Hakkı Tarık Us’un Kurun/ Vakit gazetesi de tek parti dönemi iktidarının sözcülüğünü yapan gazetelerindendir. Tek partili yılların belli başlı gazetelerine kısa bir bakış atıp basın hakkında genel manzarayı kavradıktan sonra Kadro dergisi ve hareketi üzerinde durmak, bu dönemin düşün hayatı hakkında da bize önemli kazanımlar sağlayacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılındaki Nutuk’undan sonra, yapılmış ve yapılacak olan reformlar ile inşası devam eden cumhuriyet rejiminin siyasi, hukuki, iktisadi ve toplumsal boyutlarının savunulması, doktrine edilmesi ve propagandasının hem aydın sınıfı hem de geniş kitleler arasında yapılması için birtakım yollara başvurulmuştur. İşte Kadro dergisi böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur. Kadro dergisi kendisini bir “fikir mecmuası” olarak niteliyordu. Geniş halk kitlelerinden ziyade aydın kesime hitap ediyordu ve bu nedenle okuyucu kitlesi bürokratik aydın sınıfıyla sınırlıydı. Kadro yazarlarına gelecek olursak, Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüs-

rev Tökin Kadro hareketinin ileri gelen isimleriydi. Kadro yeni rejimin yeni aydınlarıydı ve yeni rejimin entelektüel olarak derinleştirilmesi görevine talip olmuşlardı. Bu iddialı göreve o dönem gerçekten ihtiyaç duyuluyordu ve böylece Atatürk’ün de haberi dâhilinde yayım hayatına başlanıldı. Öte yandan, Kadro hem yayımlandığı dönemde hem de sonraki yıllarda yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Kadro kendi yayım döneminde (1932-1935) komünistlik ve Komintern propagandası yapmakla suçlandığı kadar, solcular tarafından da döneklikle/revizyonist olmakla itham edilmiş, çoğu zamanda Kemalizm’i yeteri kadar tanımamak ve tanıtamamakla eleştirilmiştir. Günümüzdeki tartışmalar da benzer noktalarda yoğunlaşmaktadır. Yakup Kadri dışındaki tüm yazarlarının 1920’lerin ilk yarısında çeşitli sol gruplar (Şevket Süreyya ve İsmail Hüsrev’in Moskova KUTV-Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi-de eğitim aldıklarını göz önünde tutarsak) içinde yer alıp, sonraki yıllarda Kemalist rejimin en sıkı savunucuları (ideolog dahi denilebilir) haline gelmeleri tartışmayı adeta kızıştırıp derinleştirmektedir. Kuşkuya yer vermeyecek gerçek ise tüm yazarlarının iyi eğitim almış olması, belli bir birikime sahip olmaları ve dünyadaki entelektüel gelişmeleri de yakından takip etmeleridir. Onları etkileyen Lenin, Sultan Galiyev, F. List gibi isimlerin fikirlerini Kemalizm ile çeşitli yönlerden birbirine entegre etme ve özgün bir sentez yaratma çabalarının olduğunu görmekteyiz. 35


Şunu da belirtmek gerekir ki Kadro kendisini salt mevcut rejimi destekleyen bir aydın grubu olarak nitelemez. İktisadi konularda dönemin CHP’si ile ortaklıklar olmasına rağmen ideolojik farklılıkların kimi zaman çok belirgin hale geldiğini net biçimde gözlemleriz. Kadrocular ideolojik olarak ulusçuluk ile tarihi materyalizmi bağdaştırmaya çalışarak, bizzat Atatürk’ün de savunageldiği pozitivist-modernist bir anlayışı benimsemişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yaratılmaya çalışılan “milli burjuvazi” noktasında Kadrocuların hiç de liberal olmaması, hatta ulusal ekonominin ve burjuvanın devletin güdümü/kontrolünde gelişmesi gerektiğini ileri sürdüklerini görürüz. Türkiye’nin kendine özgü şartlarının olduğunu ileri sürerek sosyalizm dışında kapitalist olmayan bir şekilde zenginleşmenin nasıl sağlanabileceği üzerinde düşünmüşlerdir. Sanayileşmenin mutlaka devlet eliyle yapılmasını savunarak özel sektörün kontrol altında tutularak gerekli görülen alanlarda yer verilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Kadrocular devletçilik ilkesinin hem siyasi hem ekonomik anlamda sıkı savunucularıdır. Ayrıca, Kadrocular tarıma da önem vermektedirler. CHP içinde o zamanlar pek tartışılmayan “toprak reformunun” üzerinde çokça durmuşlardır. Toprak reformunun, feodal düzen kalıntılarını söküp atmak, cumhuriyet değerlerinin kök salmasını sağlamak ve iktisadi olarak kalkınmayı hızlandırmak için kesinlikle gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Kadrocular yukarıda sayılan sorunlar ve benzerleri üzerinde aydınları harekete geçirmeye çaba harcamışlardır.

Recep Peker’in açık cephe alarak (Ülkü dergisinin rejimin yeni amiral gemisi olması) yaptığı eleştiriler ve İş Bankası grubu olarak adlandırılan çevrenin yapmış olduğu yıpratıcı eleştiriler sonrasında Kadro “kendiliğinden” yayım hayatına veda etmiştir. Toprak reformu, kalkınma stratejileri ve özel sektör noktalarında hükümetle açmaza girmesi, Kemalist rejime ihanetle yaftalanma korkusu ve iktidarla doğrudan karşı karşıya gelmeye cesaret edememesi sonucunda kapanan Kadro dergisi, rejime ideoloji yaratma misyonuyla cumhuriyet tarihimizin dergiciliğinde ve fikir hayatında önemli bir köşe taşıdır. Cumhuriyetin tek partili kuruluş yıllarındaki basın hayatını dönemin önde gelen gazeteleri ve dergicilik alanında önemli bir girişim olan Kadro dergisi ile tasvir etmeye çalıştım. Siyaset ve basın/medya ilişkilerinin günümüzde nasıl işlediğini, ne tip ilişkiler içinde olduğunu anlama noktasında geriye dönüp bakmak bize şaşırtıcı benzerlikler sunacaktır. Basının ne kadar özgür olduğu, özgürlüklerin ne kadar geliştiği, basının ne gibi baskılara ve yaptırımlara maruz kaldığı hususunda değerlendirmede bulunmak okuyucunun kendi takdirine kalmıştır. Daha detaylı incelemeler için: Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Tek Parti Dönemi ve Kemalizm, Liberte Yayınları. Mustafa Türkeş, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 2, Kadro Dergisi, İletişim Yayınları.

Kadronun sonunun gelmesine neden olan gelişmeler ise çeşitli çevrelerden yapılan yoğun eleştirilerdir. Yukarıda belirttiğimiz bu eleştiriler içinden 36


Kandırılmak İstiyoruz Doğa Çakar

“Siz gerçeği bilmek değil kandırılmak istiyorsunuz! “ demişti, Christian Bale efsane filmi “Prestij” de. İşsizlik bu ya, üzerinde baya düşünme fırsatım oldu. Dünyadan umudu çıkarttığımızda gerçekten elimize ne kalıyor ki? Posasında üç vakte kadar ferahı göremediğimiz kahveyi içmenin mantığı ne? O kupa kızı, sinek valesi ile buluşmayacaksa o desteyi niye karıyoruz ki boşuna? Bilinmeyenin korkusuna ışık olsun diye dikmiyor muyuz, bembeyaz mermerden mezar taşlarını? Yamalı ceketlerimiz ve yırtık cızlavetlerimizle bankta köpek öldüren şarabın etkisiyle yarı ayık bir vaziyette iki dakika içimiz ısınsın diye bakmıyor muyuz güzel kadınlara? Hiç numaraya yatma güzel kadın, bin bir çeşit parfümün, filtreli sigara dumanına karıştığı günlerde, “sokakta ne öküzler var, bön bön bakıyorlar” diyebilirsin, ama ben bilirim, inceden gülümsemeni sen tatmin ederken beğenilme ihtiyacını. Biraz umut işte, biraz umut için bütün bu raks.

Katılmıyor musunuz? O halde düşünelim. Her fincanda ölüm gören mi, yoksa aşk gören falcının mı daha çok müşterisi olur? Falanca burca mensup kişiler orospu çocuğunun tekidir diyen astroloğu hangi gazete işe alır? “Asla çocuğunuz olmayacak” derse bir doktor fellik fellik başka doktor aramaz mısınız? “Kısırlığınızın çaresi bende” derse lakin gördüğünüz ilk doktor, ikinci fikri kim ne yapsın değil mi? Kötü hep sizden uzak, yolunuz hep açık, gönlünüz ferah, sıkıntılarınızı atacaksınız, kalbinizi temiz tuttuktan sonra her şey düzelir. Ohh ne ala memleket. Umudu artık öyle kolay vermiyorlar, umut ticareti yapılabilir bir madde, bir borsası bir piyasası var. Umut verilmiyor, satılıyor. Gerçekçi olalım dostlar, arz ettiğimiz ürün ne, umut. Peki ne talep ediyorsunuz? “Kandırılmak istiyoruz.”

37


Kuzey'den Kremlin'e Histerik ilham krizleri çirkin anlarda gelir genellikle. Faydası yok, çıkarıp yazacaksınız o vakit.

Berkeren BÜYÜKEREN Kırmızı arabalar, sansasyonel

Baba yadigârı evde huzursuz­

dev futbol stadyumları, dini alanlar, cad­ luklarla geçirdiği mücadeleler onu zor­ deler, plazalar ve rezidanslar. Devlet lamaya başlıyor. Bok püsüre batmış be­ bardağının içine atılmış koca parçalar. lediye başkanı evi yıktırıp bölgede yerine Şimdi tüm bunları bir kenara atın. rant sağlayabileceği bir yapı inşa etmek Kuzey Rusya taşrasına gidiyoruz.

istiyor. Yerel yönetimin krallığı hukuka karşı leş gibi bir zafer kazanıyor. Burada

İzlediğim son film beni epey Lilya (Kolya’nın eşi) karakteri soğuk bir derin sorgulamalara taşıdı. Hafta boyun­ duvar gibi ürpertiyor insanı. Zvyagintsev ca kendimi filmi düşünürken buldum. bize sorguları önümüze koyarak sunma­ Bu filmin verdiği mesajlar ise onca nın aksine onları bizim bulmamızı isti­ sorgulamayı sonuna kadar hak ediyor. yor. Filmin gri atmosferi incelikle işlen­ Leviathan, Rusya’nın kuzeyinde geçiyor. miş. Sinematografinin emanet edildiği Kolya’nın eve geri dönüşü bir anda olu­ Mikhail Krichman’ın bunda etkisi tar­ yor, ben burada İsa imajı algılıyorum, tışılmaz. filmin kalanında İsa’nın neye yararı ol­ duğunu, neye yararı olmadığını görü­ yoruz.

Bu gri atmosferde

gözlemle­

diğim şu oldu: Zaman zaman koca salon 38


kasıldı, sert ve realist senaryo insanlara çengelli iğneyle avlayamazsınız. O sizi tokat gibi çarptı. Yeni hukuk sistemi bir gün bulur ve çirkin bir şekilde insanlar

üzerine

değil

de

yönetim öldürür.

sistemleri ve rantları üzerine mi kuru­ luydu?

Ve o çirkin insanlar çirkin arabalarına binip gittiler. Beyinleri

zorluklar

arasında

sıkışıp kalmış insanlar, dinle içki ara­

Filmin

posterini

incelerken

sında boğulan Rus insanı global bir altta gördüğüm bir detay beni çok imajı eleştiriyordu. “Erkek” toplumunun şaşırttı. “Rusya Kültür Bakanlığı” yazı­ şiddet eğiliminin eleştirisi ise aralıklı yordu. Evet, Rusya Kültür Bakanlığı. olarak

kanımızdan

verildi.

(Filmde Filmin bütçesinin %35’ini karşılayan

günümüz Rusya liderine beklemediğiniz onlarmış! Rusya’nın günümüz rejimi, anlarda rastlayabilirsiniz.)

dinin kullanımı, hukukun yararlı halden zararlı hale geçişi (çoğu zaman hiçe

Yıkılabilir miydi bu canavar? sayılışı) üzerine olan filmi destekleyen Yönetmen, Tanrı’nın bizi Leviathan ile Bakanlık... Darısı başımıza diyelim. bırakıp gittiğini söylüyor. Leviathan’ı

Yazarın Konudan Bağımsız Notları #jesuischarlie Dünya üzerinde basın özgürlüğü engellenemez! Hele mizah özgürlüğü asla engellenemez. Yanındayız Charlie Hebdo. #emekbizim Bu inşaat duracak! Değerler üzerine yaşanan bu sorunu ne zaman çözeceğiz? Emek tarihti, Emek anılardı ve Emek festival sinemalarıydı. Herkes bilsin ki, Emek sermayeyle uzlaşmayacak! Biz bitti demeden bu film bitmez. "Şimdi evime girsem bile Biraz sonra çıkabilirim Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim Ve mademki sokaklar kimsenin değil" Orhan Veli 39


Ağlayan Filozofun Gizemi

Herakleitos’un unvanı Ağlayan Filozof ’tur. Onun pesimist dünya görüşü çok sayıda edebiyat eserine konu olmuş ve Rönesans resimlerinde çoğunlukla ağlarken betimlenmiştir.

Alman filozof Karl Jaspers ilkçağ için Achsenzeit diye bir terim kullanır. Türkçeye zaman ekseni diye çevrilmiş ama “kesişme çağı” demek belki daha açıklayıcı olur. Bütün öğretilerin doğduğu ve birbirleriyle tartışarak, kesişerek çoğaldığı çağ anlamında özellikle MÖ 600 ile 200 yılları arasındaki dönemi anlatmak ister. Jaspers’in bakış açısında Doğu felsefelerini dışlamayan, tüm insanlık düşünce tarihini bir çağ içinde barındıran bir yan vardır. Anadolu, Ege kıyıları, Akdeniz, İran, Hindistan ve Çin’i kapsayan bir dönemdir. Bu gerçekten de insanlığın en büyüleyici çağıdır . 2015 yılına girmek olduğumuz şu günlerde hâlâ inandığımız bütün öğretiler, dinler, felsefeler ve düşüncelerin tohumu o dönemde atılmıştır. Bir yüzyıl düşünün, öyle ki tek Tanrılı dinlerden Budizm’e, materyalist felsefeden gizemciliğe, ateizmden Konfüçyüs öğretilerine kadar hepsinin doğuşuna tanıklık etsin. İki yüzyıl boyunca aynı dünyada Taoizm’in kurucusu Lao Tsu, Çin’i yüzyıllar boyunca etkisi altına alan düşünür Konfüçyüs, Budizm’in kurucusu Gotama Buda, Sokrates, Platon, Aristoteles ve daha nice peygamberin, filozofun, yazar ve şairin 40


yaşadığını düşünün. Achsenzeit ile işte bunu kast ediyor Jaspers.

Varlığın özü İlkçağ aynı zamanda, birçoğu ne yazık ki sonraki çağlarda kaybolmuş muhteşem eserin yazıldığı dönemdir. Kaybolanlardan biri Heraklitos’un üç bölümden oluşan Doğa Üzerine adlı kitabıdır. Bugün Herakleitos’tan elimizde kalan parçacıklar, onun çağdaşları ve bir sonraki nesiller tarafından aktarılan düşüncelerinden alıntılardır. Bunlar günümüzde Fragmanlar olarak adlandırılmış 126 parçadan oluşur (Bunlara ek, on kadar da sahte olduğu sanılan fragman). Aslında bunlar bölük pörçük söylenmiş, bazıları anlaşılmaz, fazlasıyla gizemli tümcelerden oluşur; buna rağmen, Herakleitos’un Fragmanlar’ı karşısında heyecan duymayacak bir okur yoktur. Doğa filozofları olarak adlandırdığımız Sokrates öncesi düşünürlerin en çok ilgilendikleri konu, ilk maddenin ne olduğudur. Bu filozoflar duyularıyla algıladıkları doğayı anlamaya çalışmış ve gerçekliğin ne olacağını açıklama çabasına girmişlerdi. O çağda henüz hiçbir düşünür algılardan farklı bir gerçeklik olacağı düşüncesinde değildi. Algıladıkları doğada nesneler vardı ve bu nesnelerin değişimi ve nitelikleri ellerindeki tek veriydi. Buradan yola çıkarak tüm evrenin gizemini çözmeye çalışıyorlardı. Herakleitos’a göre evrenin özünde ateş vardı. “Bütünün kendisi olan bu kosmosu ne bir tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.” (frag. 30) En başından beri var olan ve hep var olmayı sürdürecek olan öğe olarak,

zaman içinde tükenmeyecek bir şeydir ateş. Ayrıca doğa filozofları varlığın özü olarak gördükleri öğeyi her şeyin sonunda dönüşeceği şey olarak düşünürler. Herakleitos da sonunda her şeyin ateşe dönüşeceğini söyler. Bu sözlerini şöyle anlayabiliriz, ateş temasa geçtiği her nesneyi değiştirme gücüne sahiptir ama kendisi değişmez. Örneğin suyu buhara ya da ağacı küle dönüştürür ama bu süreçte kendi özünü yitirmez. Bu nedensel açıklamayla, tüm evrenin ilk maddesinin – ve tabii son maddesi, çünkü her şey yok olduğunda kalacak olanın – ateş olduğunu savunur. Herakleitos’u bir düşünür olarak ilginç kılan ya da onu ölümsüzler arasına katan şey varlığın özüyle ilgili yazdıkları değildir, o asıl felsefesini “karşıtların birliği” kuramıyla derinleştirmiştir. Bu nokta tam da yazının başındaki Karl Jaspers’in “kesişme”sine getiriyor bizi. Aynı çağda ama çok uzak topraklarda yaşayan Lao Tsu’nun “Tao Te Ching” de karşıtların birliğinden söz eder ve bunu aynı Herakleitos gibi gizemli sözlerle açıklar. Çok farklı coğrafyalarda yaşamış bu iki düşünür benzer düşüncelerin etkisinde kalmış olabilir sorusu zihinlerimize takılır . Bu ortak etkinin ne olabileceğini ve bu tür soruların yanıtını bilemeyiz ama Herakleitos’u bu benzerlik ışığında okuyunca Fragmanlar’ın Doğu öğretilerine ne denli benzediği şaşırtıcıdır.

Aynı ırmak mıdır? Şimdi asıl konuya gelelim. Herakleitos’u binlerce yıl sonrasında sık sık anıyorsak, şu sözlerinden dolayı olma olasılığı yüksektir: “Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar.” Bu sözler çok farklı şekillere bürünmüş, basitleştirilmiş ve bir nevi hayatta her şeyin değişeceğinin logosu haline gel41


miştir. Platon Şölen’de, bu düşünceyi bir sonraki noktaya taşır; “Yalnız beden değil, can da değişir” der. Herakleitos’un vurguladığı sadece değişim değildir üstelik, akışı anlatmak ister. Irmak aynı zamanda zamanın simgesidir. Zaman karşısında çaresiz kalan şey değişimin ta kendisidir. Bu evrenin kaderidir Herakleitos’a göre.

Son olarak kitabın değerini katlayan birkaç unsurdan söz etmek gerekir: İlk başta başarılı bir çeviri ama bundan daha önemlisi, çevirmenin metne eklediği açıklamalar. Her felsefe öğrencisinin mutlaka okuması gereken bir klasik.

Herakleitos İlkçağın en ünlü filozofu değildi ama çok ses getiren düşüncelere sahipti. Fikirleri onlarca filozof tarafından kaydedildi, tartışmaya açıldı ve bu sayede günümüze kadar kaldı. Aslında yazılmasının üzerinden dört yüz, hatta beş yüz yıl geçtikten soran bile (yaklaşık MS 200 yılında) Doğa Üzerine’nin ulaşılabilen bir metin olduğunu biliyoruz.

FRAGMANLAR Herakleitos Çeviri: Cengiz Çakmak Alfa Basım 2014, 340 sayfa, 19 TL.

Herakleitos’un bir diğer unvanı Ağlayan Filozof’tur. William Shakespeare Venedik Taciri’nde büyük olasılıkla ona gönderme yapar. Onun pesimist dünya görüşü çok sayıda edebiyat eserine konu olmuştur ve Rönesans resimlerinde çoğunlukla ağlarken betimlenmiştir. Genelde Demokritos’un (o da Gülen Filozof) olumlu dünya görüşü ile karşılaştırılır. Bu üzüntünün altında ne yattığını bilemeyiz, böyle bir lakabı hak edip etmediğini de ama Fragmanlar’ı okurken üzüntüden çok kadercilik ve yalnızlık hissederiz sözlerinde.

Bu yazıya gencyazi.com’dan da erişilebilir. 42


Fatma Betül Çifci

Sima Şeyda Aydemir

Şimdi karşınızda bir ayna olduğu­

koşuyorsunuz, hem de onur konuğu olarak.

nu hayal edin. Aynadaki sizsiniz ve söyle­

Gençler ileride sizin gibi olmak için sizi her

diklerimi düşünüyorsunuz. Bir ressama yıl­

saniye takip ediyor. Ve şimdi aynada ben

lar önce kendi resminizi yaptırmışsınız. Yir­

beliriyorum. O kadar çirkinim ki… Yüzüm­

mi yaşındaydınız o zaman. O kadar güzeldi­

deki derin kırışıklıklarla, dudaklarımın çev­

niz ki… Masmavi duru gözler, pembe kıv­

resindeki kibirli gülüşle, kibirden kızarmış

rımlı dudaklar, altın rengi saçlar… Sizi gö­

gözlerimle size bakıyorum. Benim bir şeytan

ren kadınların dönüp size bir kez daha

olduğumu düşünüyorsunuz. Korkuyla ayna­

bakmasından utanıp kızaran yanaklarınız

dan çekiliyorsunuz. Korkmayın, o sadece

vardı. Aileniz yok, kaybettiniz. Fakat onlar­

sizsiniz. Siz kim misiniz? Dorian Gray’siniz.

dan kalan mirasla harika bir eğitim aldınız ve birçok yaşıtınızdan her alanda üstünsü­

Evet, Dorian Gray çok şanslı bir

nüz. Ama şimdi o yaşta da değilsiniz. Uzun

gençti. Yakışıklı, eğitimli, zengin… Güzel,

ve zor yıllar geçti üzerinden. Hayatınızda ne

güneşli bir günde çok yakın dostu Basil

değişti yirmi yaşınızdan bugüne? Hiçbir

Hallward’a resmini yaptırırken çıkageldi

şey… Söylemesi ne kadar hoş değil mi? Ka­

Lord Henry Wotton. Lord Henry marjinal

dınları hâlâ yakışıklılığınızla âşık ediyor­

görüşleriyle baştan yarattı kahramanımızı.

sunuz kendinize. Zenginsiniz, muazzam, şık

Lord Henry de farkında değildi besleyip bü­

bir köşkünüz var. Her gece davetten davete

yüttüğü şeytanın. İşte o gün Dorian’ın

43


içindeki kötü ruh şeytanla bir anlaşma yaptı. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın yirmi yaşındaki o kusursuz haliyle kalacaktı, tabii sadece fiziksel olarak. Fakat o kötü düşün­ celerle çamurlanıp kirlenen ruhu, tanı­ yabileceğiniz en kötü duygulara sahip ruh, o gün yapılan portreye yansıyacaktı. An­ laşma kanla imzalandı. Lütfen

yine

“Ruhunu en gizli köşelerine kadar izleyebilecekti. Bu portre onun için ay­ naların en sihirlisi olacaktı. Dış görü­ nüşünü nasıl belirttiyse, ruhunu da öyle gösterecekti ona. Kış resmin üzerine çö­ kecek; ama kendisi, yazın sınırında titreyen baharı yaşayacaktı. Portrenin yüzünde kan çekilecek,

aynanın

karşısına

gelin… Yıllar önce şeytana satılan bu ruh sizsiniz. Portreyi yıllar önce sakladığınız kilitli odadan çıkarıp bakma cesaretine sa­ hipseniz gidip bakın lütfen. Bakalım sonu­ nuz ne olacak. Oscar Wilde’in muhteşem romanı “Dorian Gray’in Portresi”nin yarattığı etki buydu bende. Anlatım tamamen çarpıcı fikirlerle, esprili bir şekilde ele alınmış. Ve

geriye

kurşun

gözlü,

soluk

tebeşir bir maske kalacak, oysa kendisi, çocukluğunun büyüleyiciliğini kaybetme­ yecekti. Güzelliğinin tek bir koncası bile yitmeyecekti. Hayatının bir tek vuruşu bile hafiflemeyecekti. Eski Yunan Tanrıları gibi güçlü, kıvançlı, çevik kalacaktı. Tuvaldeki renkli görüntüye ne olursa olsun onu ilgilendirmezdi. Güven içinde olacaktı ken­ disi. En önemlisi buydu. Resmin önüne paravanı çekti. Bunu yaparken gülüm­ süyordu.”

romandaki Lord Henry, Oscar Wilde’ın ta kendisi. Görüşleriyle sizi yaşamın temel sorunlarıyla yüz yüze getiren bu romanın sonuna gelene kadar resmen diken üstünde oturuyorsunuz. Kitapta neyin daha önemli olduğunu soran hayati karşılaştırmalar var. Güzellikle çirkinlik, iyilikle kötülük gibi kavramları bireysel olarak ayrıntılı değer­ lendirmenizi sağlayan bir kitap bu… De­ ğişik bir bakış açısına sahip olmak ve büyüleyici bir anlatımla karşılaşmak için almanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 44


Huzur . ANIDEN

GELECEK VE GELDİĞİNİ

FARK ETMEYECEĞİZ.

Jack Kerouac-Yolda


46


Suretinde ücralar görünmeyen insanlardır onlar. Komşu suların çocuk­ larıdırlar. Dört mevsimlik bir coğraf­ yanın insan örtüsüdürler. Bin yıllık bir türküyü mırıldanırlar. Müslümandırlar, azıcık Hıristiyan biraz dinsiz, biraz da alkolik. Çoklukla sokakları severler. Konuşmayı ve kapalı alanda sigara içmeyi sevenleri de vardır. Kiminin altın günü, kiminin kulüp sohbetidir derdi; hatta bazılarının kıraathaneden eve geç geldiği vaki ve bakidir. Ocakta çayı dem­ lenirken ömrünü tüketir benim insanım. Öyle her önüne gelene yakınmayı sevmez; sevme­ diğinden de derdi bilinmez. Sandıklar konup, bayraklar asıldığında arzuhali dinlenir. Dinlenir dinlenmesine de duyu­ lur mu bilinmez. Din, bayrak, toprak diye bir sağa bir sola savrulur. Ne gücenir, ne darılır, ne de çeker gider. Kimi hesap sorar, cebelleşir; kimi boyun büker mukadderata. Başından beri her şey onlar içindir: Savaşlar, akit­ ler, saraylar ve servetler… Okumayı değil, anlatmayı severler. Yüz yıl önce okumadıkları için, yüz yıl sonra da ‘okudukları’ için suçlanan onlardır. Başlarına takmadıkları şapka başlarından daha değerlidir bazen. Özgürlük istemek, özgürlüğü kaybetme sebebidir onlar için. Zahmet etmesinler diye yönetenleri vardır. Her sesleri yük­ seldiğinde namlular, dipçikler görünür. Neyi istediklerini değil, kimi istemediklerini seçerler. Niye öldüklerini bilmezler bazen, katillerinin yüzlerini bile göremedikleri olmuştur çoğu kez. Bir sabah ansızın ölüme çevirirler kontağı. Onları ‘koruyanların’ zulmüne alışmışlardır. Türk, Kürt, Ar­ navut, Laz, Ermeni, Rum ve Çer­ kestirler. Hatta sırf bu yüzden ölür ve

öldürürler. Acılarını ve evlatlarını isimlerini bile bilmedikleri dağlara gömerler. Aynı gövdenin iki eli arasındaki perdelik sa­ vaşın tek kaybedeni onlardır. Nasılsa mühür de söz de onlarındır fakat zulme aşina olmayan bir tanesi yoktur. Başında olmayan şapkadan yargı­ landığı gibi, başındaki örtüden yar­ gılandığı olabilir hani. Kimisinin kadehine, kimisinin yatağına kadar uzanır o heybetli gövdenin uzun elleri. Telefon konuşmalarından, sözlüğündeki kelimelere kadar tahakkümünü yayar. Doğru söy­ leyen denize dökülür sabık düş­ manlarımız gibi. Çokluk on­ lardır. Halk kadar çokturlar. Ama ne çokluklarının, ne dert­ lerinin sesi uzanır büyük göv­ deli gölgelere değin. Meydan­ larda gösterdikleri hürmetin karşılığını zaten beklemezler. Benim halkım çoğun­ luğuyla güç verir, ayakta tutar. Benim halkım affeder, kin tut­ maz. Yaşı tutmadığı için büyük devletinin himmetiyle yaşı bü­ yütülüp asılır, uğruna canını koy­ duğu köylüsü eliyle ölüme teslim edilir, suyunu kendi eliyle verdiği darağacına çıkarken son sözü kimseye kırgın olmadığıdır. Benim halkım çoktur. Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar… Fakat benim halkım yalnızdır; çoğunluğu yoktur. Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin padişahın O da bir gün devrilir. 47


DEVRİM SOHBETLERİ MANİFESTO 1 – HARUN CANTÜRK Doğduk. Sonra bu dünyanın bir parçası haline geldik. Bizim, burada, bu her tarafı boşluklarla ve soğuk uzayla çevrili dünyada yaşamak, yaşayabilmek için sürekli bir şeyler elde etmemiz gerekiyor. Bu ihtiyaçlar, bu elde edilme süreci, kontrolümüz dahilinde ya da haricinde bir şekilde hayatımızda varlığını sürdürüyor; hayaller, arzular, istekler ve gereksinimler olarak. Yaşamak en basit haliyle budur. Bir şeyler için var olmak… İhtiyaçlarımızı elde etmeye, yaşamaya “devrim” diyoruz. Belli bir düzenler limitinden ayrılıp yeni düzenler limiti oluşturmaya çalışmak, her ne olursa olsun devrim dediğimiz bu şeyin parçasıdır. Ve her devrim parçası bir bütünden ayrılmıştır. Her parça, alındığı bütüne eklendiğinde, bütün bambaşka bir hal alabilir. Anlamı birden bire değişebilir ya da güçlenebilir. Ama sonuçta değişmiştir. Yani her parça, değiştirdiği, değiştirebildiği bütün için değerli ve gereklidir. Ancak parçalardan herhangi biri olmadan da bütün, varlığını sürdürebilir. Her parça, bütünü bambaşka bir anlama ve yöne eriştirir ve bu bütünlerin birbirine üstünlükleri yoktur. Tıpkı zaman parçaları gibi. Her an, bizi bambaşka bir yöne sürekler. Ama bütün (geçmiş + şu an) eşit olamasa da, daha sonrasına (geçmiş + şu an + şu andan o ana kadarki geçmiş + o an) denktir, birbirleriyle karşılaştırılamazlar.

önce devrimiz başladı, sonra da devrimimiz. Ve devrimimizi hiç yapamadık, hep bir şeyleri bekledik. Bu yüzden, dünyada bir sürü devrim parçası, başı boş bir şekilde, ortaya çıkacağı anı bekliyor. Oysa bir devrim parçasının tek görevi, başka bir devrim parçasıyla birleşmek değil midir? Yani, devrim aslında birleşmektir, “biz” olmaktır. Her an yeniden, sürekli birleşmektir. Birlikte, “biz” için bir şeyler yapmaktan daha fazla ne yapabiliriz ki? Devrim kendini değiştirerek güçlenir, adeta canlıdır. Her yeni kişi devrime katıldığında devrim değişir. Çünkü artık o yeni kişiyi de içerir hale gelir. Yeni kişinin de devrimi olur. Bu, yaşamımızı değiştirecek öngörülemez bir gerçeklik. Bu muhteşem gerçeklik hızla etrafımızı saracak. Böylece, devrim için söylenebilecek her söz artık hepimizin sözü olacak. Devrim biziz. Yaşamak bize kontrol edemeyeceğimiz bir güç sunuyor: Zaman. Zamanı ancak yaşamın bize izin verdiği kadar kullanabiliyoruz. Bu nedenle, zaman bizim için bir fırsat, bir güç, bir yoldaş olduğu kadar; bir tuzak, bir zehir, bir düşmandır da. Dünya henüz biletimizi kesememişken bir şeyler yapmalı. — “Biz”de sen de var mısın? — — Senin devrimin ne? —

İşte, uğruna var olduğumuz devrim böyle ortaya çıktı. Biz doğduk, 48


MANİFESTO 2 – HASAN BASRİ ÇİFCİ

Zaman devrimin kendisi değil, yalnızca bir enstrümanıdır. Gezegen, sistem ve galaksinin değişmesiyle farklılaşan, sabit kalmayan bir enstrümanı çalmaya uğraşmak, devrimcinin yapacağı bir iş değildir. Buraya iki tanım gerekiyor. Devrim: Bina. Devrimci: Hafriyat işçisi. Buraya değişkenle değişimin farkı gerekiyor. Değişken: Zaman. Değişim: Devrimin ta kendisi, yani bina. Değişkenlerin varlığı her zaman bir değişime, dolayısıyla bir devrime yol açmayabilir. Değişkenlerin, ne kadar değişken olsalar da, sabit kalmaları da ihtimal dahilindedir. Çünkü değişmemek de değişken olmanın doğası gereğidir. Oysa değişim değişmemeyi kapsamaz. Bir değişkenin yarattığı değişimle, değişimin kendisinin yarattığı yeni değişim farklıdır. Devrim, bir değişim gerektirir. Değişimin temelinde bir değişken olmasa da devrim tamdır, eksik değildir. Yani devrimin, bir değişken olan zamana ihtiyacı yoktur. Hafriyat işi bir aksiyon ister: tırnakla, parmakla, elle, kürekle veya makineyle toprağı kazmak ve derine inmek, böylece yerküreye nüfuz etmek ve kalıcı olmak. Bu, insanın, değişimi, dolayısıyla devrimi yadırgamasıyla ilgili bir durumdur.

İnsan, önce ev olmayı sayıklayan mütevazı bir kondu, sonra sıradan bir ev, daha sonra yüksek bir apartman ve daha da sonra fallik biçimde bir gökdelen inşa eder. Böylece daha sağlam, daha erkek, daha kalıcı olduğunu sanır; değişimi ötelediğine kendini ikna eder. Oysa kalıcı olmaya çalışan insan, ilkin doğayı, sonra sırasıyla konduyu, evi, apartmanı ve gökdeleni değiştiren değişimin içinde bir devrimcidir. Yani yaptığı iş bir değişim ve devrimdir. Kondu doğaya karşı bir devrimdir, ev konduya karşı ve bu halka sürüp gider. Sonuçta, devrim kendisini yadırgamakla gerçekleşmiş olur. Yani devrimci, devrim yapmayı amaçlamaz, hatta bu amacı yok sayar, kendini sabitlemek ister. Buraya bir not gerekiyor: Değişimin karşısındaki devrimci insan aslında bir çelişki içindedir. Bu çelişki hayatı oluşturur. Bu çelişkinin, yani hayatın çözümü değişkenlerle ilgilidir. Zamanı ve diğer benzer enstrümanları anlamaya uğraşmak, yani değişkenleri sindirmeyi öğrenmek, kalıcı olma arzusunu doğurur. Sonuçta, devrimi tartışırken şöyle bir sıralama kurmak daha doğru olacaktır: 1. Değişken = Zaman / 1. Kalıcı olma arzusu = Devrimi yadırgamak, 2. Hafriyat aksiyonu = Değişime sebep olmak, 3. Değişimin, devrimin ve binanın kurgusuyla kendiliğinden devrimci olmak. 49


Yazdan önceki bu son sayımızda POY olarak biraz daha tehlikeli sulara dalıp çocuk ölümlerinin önemli olup olmadığını tartışacağız. Daha doğrusu çocuk ölümlerinin diğer ölümlerden farklarıyla ve bu farkların olası nedenleriyle ilgileneceğiz. Genelde in­ sanlar düşüncelerini temellendirip güçlendirmek yerine ucuz numaralar kullanarak körü körüne savunmayı seçerler. Bu ucuz numaralara sesini yükselterek karşındakine baskın gelmek veya çevredeki çoğunluğun onayıyla kendi tezini sağlama almak örnek olarak gösterilebilir. Her yıl fazlasıyla aşina olduğumuz "orada çocuklar öldürülüyor" söyleminin de bu ikinci kategoriye yakın olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bir kişi bir savaşın ne kadar kötü olduğunu dile getirmek istediği zaman savaş yüzünden ölen çocuklardan bahsediyorsa bu söylemde bir içtenlik payı da vardır. O kişi büyük ihtimal o bölgede yaşanan çocuk ölümlerinden rahatsızlık duyuyor ve savaşın bitmesini istiyordur. Çocuk ölümlerinin kötü olduğunu (bu ölümlere neden olanlar dahil) herkes kabul eder. Bu yazı da çocuk ölümlerini savunan bir yazı değildir. Fakat, bizce sorun zaten burada başlıyor. Madem hemen herkes çocuk ölümlerinin kötü bir şey olduğunu kabul ediyorsa bunu dile getirmenin savunulan düşünceye ne tür bir katkısı olabilir? Bu tür söylemlerin altında, biraz da herkesin kabul edeceği bir düşünceden yararlanıp haklı çıkma isteğinin de

yattığını düşünüyoruz. Çünkü bir tartışmada iki taraftan biri çocuk ölümlerinden bahsettiğinde karşında­ kinin ona karşı söyleyebileceği pek bir şey kalmıyor genel anlamda. Soru sormamız gereken kısım da bu. Bu konuyu bu şekilde ortaya çıkarmanın herhangi bir yararlı yanı var mı? Neden "çocuklar öldürülüyor" deyince akan sular duruyor? Çocuklar ölümsüz müdür? Çocuklar her şeyden önce masum kabul edilirler. Kötü bir olaya neden olsalar bile, bilgisizliklerinden ve tecrübesizliklerinden dolayı tamamen suçlu veya sorumlu sayılmazlar. Bu nedenle aslında başlarına gelen hiçbir şeyi tam olarak hak etmiş değillerdir. Özellikle ölümü... Gündelik yaşantı­ mızda, fark etmeden de olsa, birçok ölümü rasyonalize ederiz, bir mantığa oturtma girişiminde bulunuruz. Yetişkin birinin ölümünde kendi hatasını ararız, kısmen de olsa kendisini sorumlu tutarız. Öbür türlü, bu kadar sayıda ölüm haberini kaldırmak mümkün olmazdı. Masum birinin ölebileceği gerçeği korkutucudur, çünkü bize ölümden kaçış olmadığını hatırlatır. Tamamen masum biri bile suçsuz yere ölebiliyorsa, birinin ölümden uzaklaşabilmesi için pek bir yol yoktur. Bir çocuğun ölümü bize içten içe bu düşünceleri sezdirdiği için rahatsız edicidir. Aynı zamanda sembolik anlamda çocuklar bir ırkın geleceği, dolayısıyla umudu kabul edilebilirler. 50


"Who Can Kill a Child?" (1976) yetişkinleri öldüren katil çocuklarla dolu bir adada geçen ve çocuk ölümlerine farklı boyutlardan yaklaşan gerilim yüklü bir filmdir. Savaşta çocukların ölümü, en ağır suçlardan olan soykırımı hemen gün­ deme getirmese de onun izlenimini verebilir. Bütün bunlara rağmen, sembolik anlamlarını bir kenara bırakıp biraz daha gerçekçi olursak, çocuklar gelecekte yetişkin olacak olan insanlardır. Bu açıdan bakılırsa, her çocuk aynı değerdedir ama ileride olacakları yetişkinler aynı değerde değildir. Özel­likle Orta Doğu gibi dinden ve geleneklerden güç alan bir kısır döngüye girmiş bölgelerde çocukların şu an oradaki yetişkinlerden ne kadar farklı olması beklenebilir ki? Bu düşük olasılığa bakarsak onların ölümlerini de yetişkin ölümlerini karşıladığımız gibi karşılamamız gayet normal bir durumdur. Aynı zamanda, eğer bir çocuk gelecekte ölmesini isteyeceğimiz biri olacak ise çocukken ölmesi de sevine­bileceğimiz bir durum olabilir. Tabii ki, bir çocuğun gelecekte nasıl biri olacağı tamamen belirsizdir. Belirsiz durum­larda ise olasılıklara sığınırız. Diyelim ki, bir şekilde bir çocuğun geleceğine dair bir test yapıyorsunuz ve test sonucunda %70 olasılıkla çocuğun büyüdüğünde seri katil olacağı çıkıyor. Eğer bu bahsi geçen çocuk testi yaptığınızdan birkaç gün sonra ölürse, ölümüne sevinmeniz gayet normal bir durumdur. Vereceğiniz tepki, olasılıklara olan inancınıza bağlıdır.

Yani, bir çocuğu yetişkin olarak düşünüp ölümünü o gözle değerlen­ dirmek de olası bir seçenektir. Bu tabii ki, değerlendirmeyi yapan kişinin olasılık, kader ve insanın kendi hayatını kontrol edebilme kabiliyetine dair görüşlerine bağlı bir seçenektir. Eğer bu kişi, insanların kendi hayatları üzerinde çok kontrol sahibi olmadıklarını dü­ şünen, 'armut dibine düşermiş' sözünü benimseyen bir kişiyse; ölen çocuğun ailesinden, yaşadığı yerden veya mil­ liyetinden yola çıkıp yetişkin haline dair bir tahminde bulunup bu tahmine göre sevinebilir, üzülebilir ya da tepki vermeyebilir. Diğer taraftan, insan ira­ desine ve insanın her yaşta (iyi ya da kötü yönde) değişebileceğine inanan bir kişiden böyle bir hareket beklenemez. Ona göre bir kişinin geleceği hakkında hiçbir tahmin yürütülemez. Sonuç olarak, çocuk ölümlerinin diğer insan ölümlerinden farkı olsa da bu fark görecelidir. Dolayısıyla, duymaya alışık olduğumuz "orada çocuklar öldürü­ lüyor" söylemi yerine "orada insanlar öldürülüyor" söylemi daha geçerlidir. Çocukların ölmesi de yetişkinlerin ölmesi kadar doğal bir olaydır. Siz de politik olarak yanlış olduğunu düşündüğünüz fikirlerinizi politikolarakyanlis@gmail.com'a mail olarak atabilirsiniz. 51


BARIŞ'IN

TASARIM ATÖLYESİ Barış Kayaaslan Merhaba! Yazla kışın arasında sıkışıp kalmış bu dönemde her gün gardırobunuzdan kıyafet seçmeniz sizin için ne kadar zorlaşıyorsa tasarımcıların omzundaki yük de bir o kadar ağırlaşıyor. Bir yandan yaz sezonu için aldıkları siparişleri yetiştirmeye çalışırken diğer yandan yeni sonbahar­kış dönemi için sunacakları koleksiyonlarına hazırlanıyorlar. Bir yanda bir telaş diğer yanda ilham arayışı hakim oluyor anlayacağınız. Barış’ın köşesindeyse her sezon defilelerin vazgeçilmezi ve asla modası geçmeyecek olan “Siyaha Övgü” konsepti var. Siyah renk moda olmaz derler; çünkü siyah zaten modanın can damarıdır, ona hayat veren en önemli unsurdur. Onu günümüzde klasikleşen yerini

Gizem Karakaya elde edene kadar kıyafet seçemediğimiz o zorlu partiler için bir kurtarıcı, bir kaçış yolu veya renkli giyinmek istemediğimiz zamanların sığınacak limanı olarak görüyorduk. Siyah artık zor zamanlarımızın kurtarıcısı olmaktan çıkıp, modern ve şık kadının kodlarını baştan yaratıyor. Her daim asi ruhlara aynı zamanda zerafete öncülük etmiş bu renk, dünyadaki tüm kadınları birleştiren nadir unsurların başında geliyor. Bu sayıda da yer verdiğimiz 3 görünüm ve 3 farklı kadın; asaletin, coolluğun, başkaldırışın, rock’n roll’un ve daha birçok şeyin simgesi olan baştan aşağı siyah üniformaları ile yeni moda trendlerinin avcıları haline geliyor.

Siyah her zaman havalı ve güçlüdür, her giyen de hakkını vererek taşımalı! Siyah renk kıyafetlerin üzerinde o kadar güçlüdür ki casual bir görünümü bile yoğun etkisi ile baştan yaratır. Bu tasarımında Barış, günümüzün “it girl”lerinin vazgeçemediği cool trendleri tek görünümde bir araya getiriyor: 90’lardan kopup gelen crop top nam­ı diğer göbeği açık t­shirt trendi, son yıllarda Chanel ve Alexander Wang defilelerinde görmeye alıştığımız pantolon üstü etek trendi ile birleşiyor. Günümüz trendleri ile zenginleştirilmiş bu casual görünüm, Barış’ın imzası haline gelen iddialı şapkalardan biriyle, ondan görmeye alıştığımız zerafet dokunuşunu yaşıyor.

52


Siyah asidir ve eğer dikkatle bakacak gözlere sahipseniz, içinde kırmızıdan çok daha fazla tutku barındırır! Figürü ortaya çıkaran küçük siyah elbisesi ve yoğun yaka detayı sayesinde görünümün tümüne bilinmeyenin çekiciliğini katan ceketiyle Barış’ın kadını, “az çoktur” diyerek kendini siyahın minimalizmin kollarına bırakıyor. Geçtiğimiz haftalarda Dior Couture defilesinden aşina olduğumuz upuzun çizmeleri ve ikonik Barış şapkası ile de doğasında yer alan gösterişten asla vazgeçmiyor.

Siyah renk, kıyafetlerimizdeki zerafetin geçmişten beri yaratıcısı. Aynı zamanda her daim kendimizi içinde en rahat hissettiğimiz tek renk. Ünlü modacı Jean Paul Gaultier’in ikonik Parizyen kadınlarından ve Vogue Fransa’nın eski baş editörü Carine Roitfeld’den esinlendiğini söyleyen Barış bu tasarımında, siyahın en güçlü iki kozunu bir araya getiriyor: Asalet ve dozunda seksapalite! Feminen şıklığın kilit noktalarından kalem etek ve altına hiçbir şey giymediği siyah ceketi ile Barış’ın tasarımı, Paris sokaklarında tüm bakışları üzerinde topluyor. Şapkası ve eldivenleri ile her daim şık Parizyen kadını, Barış’ın farklı yorumuyla yeniden hayat buluyor.

53



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.