Sendrom #3

Page 1



Sayı: 3

2015

Kapak Tasarımı: Kaan Ayparlar

Yayın Kurulu:

Cemre Edip Yalçın Ege Su Acar Gizem Karakaya Hasan Basri Çifci Zeynep Camuşcu

Tasarım:

Ayşe Kevser Arslan Ege Su Acar Fatma Elif Albayrak Hasan Basri Çifci Kaan Ayparlar

Redaksiyon: Sinan Doğan

Organizasyon:

Gizem Karakaya Gözde Berkil Zeynep Camuşcu

İletişim: sendromdergisi@gmail.com

facebook.com/sendromdergi

Katkılarından ötürü Müge Camuşcu'ya çok teşekkür ederiz.


3 . . . Deli İşi Bu: Elif Çağlar / Hasan Basri Çifci 8 . . . 10bir / İrem Türkmen 10 . . . Housejack / Aslı Aykaya 11 . . . Müzik Falı / Yasemen Aktaş 14 . . . Metrolar Nitelikli İnsan Yetiştiriyor / Berkeren Büyükeren 16 . . . Ben Öldüm / Doğa Çakar 17 . . . İçlik / Violet 20 . . . İbne Lügati / Hasan Basri Çifci 23 . . . Yol Yakınken / Mert Özer 26 . . . İstanbul / Büşra Çavaş 28 . . . Rahmet İnce Memed'in Yolunu Nasıl Kesti? / Cemre Edip Yalçın 32 . . . Türkiye'de Müzecilik: Uzun Bir Yolun Başı / Zeynep Camuşcu 35 . . . Kurda, Kuşa, Aşa: Permakültür Kampüste / Cemre Ağaoğlu 37 . . . Karikatür / Berfin Nur Osso 38 . . . Politik Olarak Yanlış 40 . . . Barış'ın Tasarım Atölyesi / Barış Kayaaslan & Gizem Karakaya


MÜZİK YAPARKEN ÖZGÜR

Hasan Basri: Sizi kim sürükledi mesela?

OLMAK İSTİYORUM

­ Ta başa dönersek mesela, Ella Fitz­

Hasan Basri: Ben sizinle nasıl tanış­ gerald’ın sesini duyduğumda “Dünya üze­ tığımı

söyleyeyim.

Erzurumluyum. rinde, duyduğum en güzel kadın sesi bu

İstiklal Caddesi’ni de en çok da bu yüzden olsa gerek,” demiştim. Zaten onun şarkı­ seviyorum,

sokak

sanatçıları

beni larına bakarken, ne söylediğini dinlerken,

büyülüyor. Sizi de yine İstiklal Cadde­ caz beni epey sürüklemiş oldu. si’nde

olduğum

günlerden

birinde,

Aslında biri bana bu işe nasıl başladığımı,

Mephisto’nun önünden geçerken duydum bu işi nasıl yaptığımı sorunca ben de düşü­ ilk kez. “Blues ile Birlikte Hayata”dan nüyorum “Nasıl gerçekten,” diye. Çünkü “Eğri Eğri” çalıyordu. Dönüp mağazanın bu biraz içgüdüsel bir şey. Onunla doğu­ içine

girdim

ve

gerçekten

dünyam yorsun. Kafandan geçen tek şey müzik

değişti. İlk sorum da bununla ilgili olsun yapmak oluyor. Bunu içinden geldiği gibi aslında: İnsanı bulunduğu ortamdan yapmak,

yaparken

de

özgür

olmak

çekip bir anda başka bir dünyaya istiyorsun. Koşullar beni sınırlamasın di­ sürükleyebilecek bir iş yapıyorsunuz.

yorsun ve o zaman ortaya bir şeyler

Bunu nasıl başarıyorsunuz?

çıkıyor işte. Belli bir yaşa gelince içindeki tutkuyla yeteneğin kay­

­ Aslında bunun bir formülü yok

naştığını, birleştiğini görüyor­

gibi. Benim için de öyle. Müzik

sun. Bu ikisini birden barındı­

bana da aynı hisleri veriyor. Ben

rıyorsan yolun çizilmiş oluyor:

de birilerini dinlerken başka yer­

Artık sen müzisyen olacaksın.

lere gidiyorum aslında. Yapaca

Böyle oluyor aslında. Tabii bir

ğım işin bu olduğunu genç yaş­

de bilgi sahibi olmak gereki­

ta anladıktan sonra ve rotamı

yor. Müzisyen için de dinle­

buna göre çizince, artık bir sü­

yici için de gerekli bu. Böyle

re sonra, işte seni neler etkile­

bir müzisyen ya da dinleyiciy­

diyse, beni de onlar etkiledi.

le tanıştığımda onlara ayrıca saygıyla yaklaşıyorum. 3


Hasan Basri: Caz insanların uzak dur­ bir müziğe karşı açık tutarsan olmaz. Müzisyen olarak başka şeyleri de dinlemek

duğu bir tür oysa.

­ Artık değişiyor aslında. Bu benim çok bir görevdir; bu senin sorumluluğundur. hoşuma gidiyor. Ben on sene önce üniver­ Gerçekten evrensel düşünüyorsam ve bu sitede caz kulübünde şarkı söylerken, o adamlar da bana bunu söylediyse, doğru zaman sadece orta yaşlılardan oluşan ve olan bu bence. beş masayı dolduran seyirciler olurdu ancak. Çok az insan vardı konserlerde. Ara

CAZDA KORKULACAK BİR ŞEY YOK

verildikten sonra, “Artık devam etmemize

Hasan Basri: Caz neden pop müzik

gerek yok, kalkıyor zaten insanlar,” derdik kadar yaygın değil? bazen. Şimdiyse hem tam dolu, hem de

­ Caz, medyada çok yer bulabilen bir

büyük çoğunluk gençler. Çok fazla üni­ müzik değil. Aslında cazda korkulacak bir şey yok; bir bakın, bir dinleyin, bu da

versite öğrencisi geliyor. Yani, yaş

böyle eğlenceli bir şey, belki de

ortalaması epey düştü ve bu beni

beğenmeyeceksin, ama başka bir mü

çok mutlu ediyor.

zik bulacaksın, başka bir tını hoşuna gidecek belki. İşte bu şans dinleyiciye

Hasan Basri: Bunda sizin büyük

sunulmuyor maalesef. Bu sadece caz için

etkiniz oldu.

­ Cazı sadece katı ve geleneksel biçimde de değil bence, klasik müzik için de, sunmayıp da dinlediğim başka müziklerle alternatif diğer müzikler için de geçerli. karıştırıyor

olmam,

oradaki

buzları

Özellikle

açıp

dinlemediğim

halde,

kırmama yardımı olmuş olabilir tabii. fabrikasyon, birbirinin aynı, “eller havaya” Projelerde farklılık ve çeşitlilik olduğu müzikler duyuyorum ve bunlar her yerde o zaman, farklı farklı insanlara ulaşmak kadar çok karşıma çıkıyor ki, hepsinin daha kolay oluyor. Tabii bunun içinizden sözlerini gelmesi lazım.

biliyorum

mesela.

Neden

biliyorum? Dinleyicinin de yapabileceği

Çocukluğumdan beri caz tek başına bir şey yok; çünkü radyoyu açıyor onu gitmedi hiçbir zaman. Poptan tut, R&B, duyuyor, televizyonu açıyor onu görüyor, Folk, Indie… Hâlâ severek dinliyorum tüm gazeteye bakıyor onun hayatıyla ilgili bir bunları. Öğrencilerim olsun, arkadaşlarım şey okuyor. olsun, kimse dinlemem konusunda bana sadece cazcı önerisinde bulunmaz mesela.

Hasan Basri: Ama İstanbul’un belirli

Amerika’da adını caz tarihine yazdırmış noktalarında bu atmosfer biraz değişiyor hocalarımla çalıştım ve onların da bana sanki. söylediği şey şuydu: Eğer sen kulağını tek

­ Ben müzik piyasasına olumlu tarafın­ 4


dan bakmayı tercih eden biriyim; çünkü bümlerini tekrar dinlemeye başladım. Bir diğer taraftan bakınca çok dayanamaya­ tarafta bu var, bir tarafta da Joyjazz’da bir bilirsin.

Son

yıllarda

bir radyo programı hazırladığım için yeni

gerçekten

iyimserlik içerisindeyim. Çünkü artık o çıkan televizyonda

gördüğümüz

pop

müzisyenleri

incelemeye

çalışı­

isimler yorum. Çok hoşuma giden müzisyenler

başka bir dünyaysa, alternatif isimler de oluyor. Müthiş ilham veren adamlar var. başka

bir

dünya,

başka

bir

kültür DİLİ İÇİNDEN GELDİĞİ

oluşturdu. On­on beş yıl önce böyle şeyler

GİBİ KULLANMAK LAZIM

yoktu kesinlikle. Tamam, Türkiye’de yaşıyorum, o zaman

Hasan Basri: Orhan Veli’nin Charles

şartlar biraz daha zor, ama şartlar böyle Cros’tan çevirdiği “Çirozname” şiirini diye ben de daha rahat edebileceğim o blues olarak söylemişsiniz. Şiirin müzikle “eller havaya” müziğe mi geçeyim? Bunu farklı bir ilişkisi var, ne dersiniz? tabii ki düşünmüyorsun. Eğer yaptığın işi seviyor

ve

ona

inanıyorsan,

­ Tabii. Şarkı sözlerinin şiirden ne kadar

kendi beslenmesi gerektiği gibi en belirgin

olanaklarını kendin oluşturmak zorunda konulardan birini geçiyorum, güzel bir şiiri okuduğunuzda onun kendiliğinden

olduğunu fark ediyorsun.

bir müziği vardır zaten. Orhan Veli’yi çok Hasan Basri: Siz böyle söyleyince, öyle severim. Orhan Veli, Charles Cros’un bir dinleyici olamadığımı fark ettim. şiirini almış zamanında ve kendi üslubuna göre çevirmiş, orijinalinden bile güzel

Belki yaşımın da etkisiyle.

­ Daha genceciksin. Ben çoğunluğun olmuş belki. Ben de bundan etkilendim. dinlemediği

bir

müzik

yapıyorum

Chicagolu müzisyenlerle çalıştığımız bir

diyebilirim ve sen gelip benimle röportaj projeydi. yapıyorsun mesela. Bu çok hoş bir şey.

Birçok

şarkı

geçti

elimizin

altından, ama onlar bu şarkıyı çok funky buldular, çok sevdiler ve bunu söylememi

Hasan Basri: Böyle bir ders çıkarayım istediler. o zaman kendime, teşekkür ederim. Pekâ­ lâ, sizi sürükleyen sesin kim olduğunu

Hasan Basri: Yabancı dilde şarkılar

sordum, ilginizi canlı tutmak için şimdi yazıyorsunuz. ne dinliyorsunuz?

­ Dil konusunda açık bir müzisyenim.

­ Aradan zaman geçtikçe başta dinle­ Asla kendimi “Ben Türküm ve o yüzden diğiniz şeylere bir geri dönüş yaşıyor­ Türkçe kelimelerle şarkılar yazmam lazım, sunuz. Ben de bu ara en çok bunu yaşı­ kültürümü şöyle tanıtıp sadece şu ögele­ yorum. Üniversitede dinlediğim caz al­ rini kullanmam lazım,” diye sınırlamadım. 5


Dünya insanıyız hepimiz. Evet, ben bir şikâyetçi. Onlar da bunu istiyor. Yeni bir Türküm ve kendi renklerimi zaten ka­ dinleyiciyle karşılaşmak müzisyen için de tıyorum şarkılarıma. “Jamaica” şarkımda çok iyi bir şey. Müzisyen onlara ulaşmak “I wanna sit under a palm tree, I wanna için elinden geleni yapıyor; ama bu onun think of my own country” diyorum me­ elinde olan bir şey değil. Hatta bana çok sela. İki Amerikan müzisyen bana bu şar­ soruyorlar, “Buraya neden gelmiyorsu­ kıda Türklüğümü çok yoğun duyabil­ nuz,” diye. Oysa o söyledikleri yere gitmeyi diklerini söylemişti. Yani, dili içinden ben de çok istiyorum. geldiği gibi kullanmak lazım. “Circus Love” şarkımda “Je t’aime” demek şarkı­

Hasan Basri: Orhan Veli’den, şiirden

nın yapısına çok uygun gelmişti mesela. bahsettik. Orhan Veli’nin Anadolu’da nam Başka bir şey olamazdı, “I love you” yapması, karikatür dergilerinde onunla diyemezdim. İçimden geldiği gibi olmalı.

dalga

geçilen

karikatürlerle

olmuş

mesela. Belki caz için de böyle kötü bir Hasan Basri: Ama Anadolu’da pek reklam gerekiyordur. yansıması yokmuş gibi tüm bunların.

­ Bizlerde çok materyal yok ama.

­ Aslında Adana’da da, Urfa’da konserler Medyatik olamadığımız için... oluyor artık. Ama bunun için başka organ­ ların yardımcı olması gerekiyor. Bu basın

BAZEN “DELİ İŞİ BU,” DİYORUM

olabilir; bir mekân olabilir. İstanbul’da

Hasan Basri: Kadın yazar olmak, kadın

daha çok mekân olduğu ve şartlar da daha şair olmak, kadın akademisyen olmak belirgin olduğu için müzisyenler burada bile çok zorken, müzikte kadın olmak çalabiliyor. Ankara’da, Bursa’da, İzmir’de nasıl? yine rahat, ama başka yerlerden çok davet

­ Piyasada genelde kadın vokalist görü­

alamıyorsun, çünkü şartları sağlayamı­ yorsun aslında. Pop müzikten bahsediyo­ yorsun yeterince. Oysa gitmeyi çok isterim rum. Kliplerde o kadar çok kadın görü­ ben. Afyon’da, Urfa’da, Kapadokya’da caz yorsun ki, bu piyasada kadınlar var diyor­ festivalleri düzenleniyor artık. Bu müthiş sun. Ama aslında piyasanın o tarafında bir şey. Bambaşka bir dinleyiciyle karşı­ kadın, giyeceği kıyafete kadar prodük­ laşıyorsun ve onlar da bu durumdan törleri, şirketleri tarafından yönetiliyor ki; 6


bu kendi başına üzücü bir durum zaten. şıyasın sahnede. Çok özel bir şey oluyor Burada kadın objeleştiriliyor; bunu da orada. O özel şeyin hatırına sen de ken­ piyasanın bir bozukluğu olarak görüyo­ dinde o gücü bulup, sahnede rahat ola­ rum ben.

biliyorsun. Önemli olan rol yapmamak,

Cazda biraz daha farklı. Sesin güzelse ve seyirci de zaten kendin olmanı bekliyor. sen bununla bir yere gelmişsen sana pek senden. Ben hâlâ çok heyecanlanırım kon­

saygı duymayabiliyor insanlar. Bir baskı

yok, ama yine de şunu duyuyorsun serlerde. Albümlerim çıkmış; şarkılarım mesela: “Falanca, ha evet, o kızcağız güzel çalınıyor falan ve bu artık benim işim. şarkı söylüyor.” Bu cümlede bir şey yok Ama yeni bir şarkı yapıp yakın arka­ aslında, ama sen o rahatsızlığı duyu­ daşlarımdan görüşlerini isterken bile “Ya yorsun. Sadece şarkı söyleyen biri.

ben böyle bir şey yaptım ama,” gibi yüz bin

Kendi adıma, kadın olmakla ilgili hiçbir tane çekinceyle çalmaya başlıyorum. sorun yaşamadım ama, bir zorluğunu görmedim bunun.

Hasan Basri: Bir topluluğun karşısında konuşmak bile beni çok heyecanlandırır. Oysa siz çıkıyorsunuz, şarkı söylüyor­ sunuz, sözleri siz yazmışsınız, besteyi siz yapmışsınız. ­ Bazen “Ben ne yapıyorum ya, deli işi bu,” dediğim oluyor. Kaçmak istiyorum bazen. Ama bir yerden sonra “Tamam, şimdi sahneye çıkacağım ve her şey istediğim gibi olacak,” demeye başlıyor­ sun. İçgüdüsel olarak gerçekleşiyor bu. Düşününce, bir yandan hiç tanımadığın, bir yandan da aslında müzik yoluyla bir bağlantı kurduğun insanlarla karşı kar­ 7


10bir İrem Türkmen

İki şeyi çok seviyorum: pazarları ve kışları. Bu sabah beş kere ertelenmiş alarm yok, balkondan dikizleyen martılar ve bir çekirdek aileye rahatlıkla yuva olabilecek yorganla baş başayım. Ta ki, vücudumun her hücresi ‘Kahve!’ diye zırlamaya başlayana kadar. Kahvaltıyla aram zaten iyi değil. Kah­ vemi demliyorum, iki meyve kesip koltu­ ğa oturuyorum. Umarım çizgi film saatleri bitmiştir diye dualar ederek televizyonu açıyorum. Kahvaltımsı bitiyor, sıkılıyorum. Lahana gibi giyindim, çıkıyorum. Arabayla bir yerlere gitmeyi seviyorum. En iyi yol arkadaşı, sesi güzel olandır: Iggy’yi, The Kooks’u olduğu gibi, bir de Belle ile Sebastian’ı yanıma alıyorum. Bisiklete binebilseydim diye içerliyorum; havaya bakıyorum, sıkıntı yok. Birkaç ay daha güvendeyiz Iggy. Yıldız Parkı’nda birkaç kafe var çok sevdi­ ğim, oturuyorum birine. Cebimden kitabımı çıkarıyorum, ama dışarısı öyle güzel ki her iki cümlede bir kafamı kaldırıyorum. Çocuklar falan oynuyor bahçede; teoride ne kadar sıkıcılarsa pratikte öyle güzeller. Hayatı­ mın kalanında hiçbir şey yapmak iste­ miyorum, burada yaşlanayım diyorum. Sıkılıyorum, kitaba dönüyorum. Sıkılıyorum, dışarı bakıyorum. Bir sahilde olmayı diliyorum; ama hava 2 (yazıyla iki) derece. Vedaları sevmiyorum; Lou Reed, bir amca gibi teselli ediyor dönüşte. “Ceremony” çalıyor, Pazarte­ si geliyor aklıma. Tedirginleşiyorum; hafta sonunun canı sağ olsun. Günün bitmesini kabullenmek hayli zor. Saatlerimi, pencereden dışarıyı izleyerek geçiriyorum. Sabahki martılar kadar dikiz­ ciyim bu mahalle için. Geçmiş yaşamları düşünüyorum; ama nasıl oluyorsa “O” hala burada. 8


1. Australia ­ The Shins 2. The Lion & The Teacup­ Bishop Allen 3. The Passenger ­ Iggy Pop 4. Junk of the Heart (Happy) ­ The Kooks 5. There’s Too Much Love ­ Belle and Sebastian 6. Meet the Frownies ­ Mr Twin Sister 7. No Other Plans ­ Sunny Levine ft. Young Dad 8. Beach Baby ­ Bon Iver 9. Perfect Day ­ Lou Reed 10. Ceremony ­ New Order 11. Past Lives ­ Real Estate

9


House Jack House time is anytime and anytime is house. Let's Jack. Jack's in the house.

Edirnekap覺 - 襤stanbul 7.11.14

Asl覺 Aykaya


MÜZİK FALI Yasemen Aktaş

‘Müzik’ ve ‘fal’ sözcüklerinin anlam­

Hmm... Telveden dolayı değil içini­

sız birlikteliğiyle şimdiden yormuş

zin sıkıntısı; burada bir Beethoven

olabilirim sizi. Öyleyse buyrun ve

görüyorum. Bu aralar oldukça

kahvenizi yudumlayın. Bu kartlar­

karamsar olmalısınız. Merak et

la ve şu, su dolu tasla size ne kadar

meyin; Beethoven'ın içinde gizli­

doğruyu söyleyebilirim? Ben bildiği­

1

niz falcılara benzemem; sizi temin ederim doğrudan şaşmayacağım.

den gizliye bir umut vardır. Mutlu­ luğu yakalamasanız bile, mutlu hislere sürüklenirsiniz.

Hanenizde Liszt var. Af buyurun ama amiyane tabirle, şu sıralar biraz kafayı mı yediniz? Oldukça heyecanlı ve koşturmacalı, inişli çıkışlı bir hayatınız olmalı. Korkuyorsunuz; kimi zaman üstünüze gelen kudretten, kimi zamansa aşırı sakinlikten.

2 Falınızda türlü türlü Chopin gözüküyor. Bazen somurtuk, bazen çılgın, bazen de inanılmaz mutlu olduğunuz anlamına gelir. Deği­ şik duyguların hassasiyetini, aynı anda barındırıyorsunuz demek­ tir. Sıradan işleriniz için dahi değişik yolları denemeyi seviyorsu­

3

nuz; tartışılmaz bir özgünlüğünüz ve üslubunuz var. Ooo, burada bir de Brahms

4

Mozart mı şuradaki, bir ba­

var. Hangi ruh durumun­

kıverin. Çocukluk heyecan­

da olursanız olun, sa­

larınızı mı özlüyorsunuz,

kinliğinizi korumayı iyi

ah hadi ama! Yoksa bu,

biliyorsunuz ve her za­

5

man emin adımlarla yürü­

asil ve sağlam temelli ya­ şamınızı mı simgeliyor?

yorsunuz. Hadi yine iyisiniz; para gelecek herhalde ki, şu köşede bir tane Wagner çıkmış. Göste­ rişin, şaşaanın, ihtişamın, gücün baskın çık­

6

tığı bir dönemden geçiyorsunuz. 11


Bir de Bach gördüm galiba. Hayatınızı basit, sıradan ve monoton gibi değerlendiriyor olabilirsiniz; fakat içinde öyle ince güzellikler barındırıyor ki... Önemli olan, farkına varabilmek...

7

Vivaldi... Bir şeylerde ısrar ediyor olmanıza rağmen, hayatınızdaki sürükleyiciliğe karşı koyamıyorsunuz ga­

liba. Öyle böyle ısrar da değil. Fakat son durum her zaman tatmin edici oluyor; olaylar hiç beklemediğiniz hâllerle sonuçlanabilir.

8

Kartınızda, Gershwin var. Yaşamınızın dinamizmi sizi kıpır kıpır yapacak; maceralı yollara sürükleyecek. Bu yolda, havanızla ve tavırlarınızla insanları etkilemeyi başarıyorsunuz.

9

Schumann şuradaki de, sanırım. Keskin hatları­ nız mı var? Bazen fazla sert mi davrandığınızı düşü­

nüyorsunuz? Dert etmeye lüzum yok; onlar sizin karakterinizden kaynaklı ve her şey tatlıya bağlanacak; huzura kavuşacaksınız.

10

Tatlı bir gerginlik var üstünüzde, şurada gördüğüm Paganini de bunu kanıtlar nitelikte. Vaziyetler olduğu gibi kalsın, hatta daha kötüye gitsin, engeller çıksın karşınıza; problem değil. Çözüm ya­ kındır; ayrıca, kötü şeyler yaşadığınızı düşünüp aradaki hoş de­

11

tayları da atlamayın.

Aşk var, hüzün var; çünkü burada bir Fauré var. Romantizmin do­ ruklarında hisleriniz. Acılar çekiyor, ağlıyorsunuz; efkârlanıyorsu­ nuz belki, haykırmak isteyip haykıramıyorsunuz sözlerinizi. Mutsuz da bitse aşkınız, aşkların en güzelini yaşadığınızı hissediyorsunuz.

12

Schubert de çıktı, Fauré'yle benzer şeyler söylerler ama, bu ka­ rakter, biraz daha iyimser bir bakış açısını simgeler. Ara sıra ge­

5 13

rilseniz de rahat etmeniz gerektiğinin farkında olun ve duygula­ rınızın gözlerinizin önünden armonik bir şekilde akışını seyredin.

12


Aaa, bakın bakın, siz de gördünüz değil mi Stravinsky’yi? Hüzün­ le, neşe; sadelikle görkem arasında mekik dokuyorsunuz. Bu ani ge­ çişlerde de ne yaptığınızın oldukça farkındasınız ve bildiğinizden şaş­ mıyorsunuz.

14

Händel gördüm bir tane. Kendinden emin bir tavırla,

yaptığınız işlerin takdir edilmesini umuyorsunuz ve bu beklentilerin karşılığını da huzur içinde alıyorsunuz. Saygın, sarsılmaz ve güvenilir bir karakter sahibisiniz.

15

Sanki şurada bir Saint­Saëns çıkmış. Adrenalinin, aksiyonun ve eğlencenin zirvesindeyken içten içe bir korku var içinizde. Siz eğlen­ menize bakın; korku gelir, geçer. Heyecanınızın da ne kadar naif ol­ duğunu görün; hissedin bir taraftan.

16 Müzik, başı sonu belli bir “eve dönüş” macerasıdır. Birbirinden farklı evlerimize, birbirinden farklı yollardan, birbirinden farklı araçlarla, birbirinden farklı düşüncelere kapılarak, birbirinden farklı uğraşlarla oyalanarak döneriz. Müzisyenler de insan. Onların da evleri, araçları, düşünceleri ve uğraşları var. Bir de müzikleri var. Hepsinin müziklerinin, ayrı evleri, araçları, düşünceleri ve uğraşları, kısacası tarzları var. Doğruları söyleyen sahte falcınız olarak, sizin hayatınızı anlatırken aslında müzisyenlerin tarzlarını sade ifadelerle anlatmaya çabalıyordum. Siz bana dertlerinizden kurtulmaya gelmişken, ben size klasik bestecilerden bahsediyor; müzik ve edebiyat parçalıyor; üstüne üstlük doğruları söylediğimi iddia ediyordum! Doğrularımın doğruluğu, müziği konuştuğumdan dolayı nesnel nitelikler taşımıyor olsa

da

çoğu

dinleyici

tarafından

kabul

görmüş

vasıflar

bağlamında

değerlendirilmelidir. Yorumlarımı, lütfen, sizi müzik yorumlamaya teşvik etmek adına önünüze sunduğum bir başlama noktası olarak düşününüz. Çünkü müzik dinlemek, işin içine kendinizi kattığınız zaman anlam kazanır ve bir keyfe dönüşür. Bitirmeden, sizin falınıza “kim” çıktı?

13


Metrolar nitelikli insanlar yetiştiriyor! Berkeren Büyükeren Çıkırt çıkırt çıkırt! Turnikelerimiz sonsuz güçte! Size azami imkanlar sunacaklar! Gri, soluk bir ışığın altında sizleri sallaya sallaya geliştiriyoruz. İstasyonlara dağıtıyoruz sizi; sevin bizi çünkü tüm bunlar sizin için! Karanlık tüneller ne güzel, düşerseniz bir daha olmasın diye elektrik döşedik raylara! Büyük, gri binalar koyduk başınıza! Sahip çıksınlar sizlere diye, içlerinde hayatlarınızı tüketin diye! Bakın, sizin için işçiler ölüyor. Onları sevin; onlar sizin için öldüler. Caddeler buram buram telaş kokuyor; herkes bir yerlere koşuyor. Tenine işlemiş bu şehrin telaş. Bu insanlar haz alıyor bundan. Gurur duyuyorlar bununla. Tıkırında bu şehirde her şey; sizinle oyun oynuyor bu şehir. Vaktinizi yemekle kalmıyor; onun değerini de arttırıveriyor! Sizler için geyik muhabbeti yapan taksicilerimiz de var! Opsiyonları değerlendirip karar veriyorlar; evet, mantık kurma kabiliyetleri çok gelişmiş! “Götüremem” deyip geçiyorlar; ne kadar iyi, değil mi? Hepsi sizler için... Yuvalarınız, yaşayacak yerleriniz olsun diye betonumuz var. Beton! Ne yüce nimetsin sen! Betonarme şehrimiz ile Avrupa Yeşil Başkent Ödülleri’ne katılıyoruz. Güzel reklamlar yapıyoruz, saykodelik ve manidar. Uzun, 0 vadeli hem de! Kötü oyunculuk, kötü giyim temalı reklamlar moda; onları anlamanınızı beklemiyoruz. 14


İnternet denen gereksiz yerde fazla vakit geçirmenizi engellemeye çalışıyoruz; bakın bunların hepsi sizin için. Tam özgür internet olur mu hiç? İstersek tamamen kapatırız; değerimizi bilin. Hepinize yazı yazdırmaya kalksak altından kalkamayız ya canım! Sizler, güzel insanlar, güzel şeyleri görmeye layıksınız. Kötü haber yok bu şehirde; her şey tıkırında dediğimiz gibi. Her şey sizler için. Determinizm aşıladık sizlere! Kabullenemeyecektiniz! Artık çoğu şeyi kabulleniyorsunuz; bu, güzel insanlığı daha sağlıklı kılıyor. Kadercilik, Karma, Murphy... Böyle olması gerekiyormuş. Sarsılıyor metro. O vakit kendime geliyorum. Küçüklüğümden beri hep gülüyordum metronun bu garip, gerilim filmine benzer ambiyansına. Herkes kendi dünyasında,;etrafında yüzlerce insan var ama herkes tek başına. Yaşlısı, genci, plaza insanları, çocuklar, liseliler, üniversiteliler, arkadaşlar, dostlar, sevgililer... Gözler kimseninkilerle karşılaşmamalı, tanışmak ise düşünce imkanları dahilinde olmamalıdır. Tabulaştırılmış metro kurallarımız beni her zaman sıkmış, zaman zaman ürkütmüştür. Modern toplum düzeniyle yaşamak, bu kurallar dahilinde midir? Son durağa geldik. Burada ben inerim; meşakkatli yolculuğumun devamı gelir. İndiğim anda her yerde aynı afişi görüyorum, bazı yerlerde metal plaka hâlinde. Metrolar nitelikli insan yetiştiriyor! Tam da istedikleri gibi... Bireysel, kendisinden başkasını düşünmemesi gerektiğini düşünen, bıkkın insanlar... Bir başka metroda göz göze gelmemek üzere... 15


BEN ÖLDÜM Doğa Çakar

Ben sıradan bir şağı renkleri içinde öldüm;

günde, politik bir eylemde, kızıllar veya gökku­ öldürüldüm. Genç, orta yaşlı ve çocuktum. Binler­

ce farklı sloganım ve sıradan bir hayatım vardı. Bir kadını, bir erkeği ve bir transseksüeli aynı anda sevdim. Bir bozkurt, bir gerilla, bir pasifist ve bir muhafazakardım. Bir Cuma çıkışında, politik bir eylemin ortasında, sıradan bir günde bir parkta, öldüm; öldürüldüm. Birçok cenazem oldu benim, birçok kimliğim. Sizden ise ufak bir ricam var: Rahat bırakın beni. Eğer hepiniz, sloganlarınızda bile olsa, ben olursanız, nerede kalır benim annemin gözündeki biricikliğim? Bırakın ismim bir marşta, bir sloganda veya bir flamada olacağına sadece mezar taşımda olsun; öyle olsun ki, sadece sevdiklerimin yüzüne bakayım. Zavallı babamın omuzları, yüreğinden ağır bu tabutu taşırken, istemiyorum annemin hıçkırıklarını bastıran sloganlarınızı. İstemiyorum, kardeşim bir daha göremeyecekken beni, sanki ben geleceğe umutmuşum gibi ona anlatmanızı. Yas tutmak bu değil, sevmek bu değil, idealleştirmek bile değil bu. Ben inanacaklarıma inandım; inandıklarımı savundum; seveceklerimi sevdim ve göçtüm bu dünyadan. Ben bunları, markanız olmak için yapmadım; devriminiz, cihadınız veya yüce gördüğünüz herhangi bir şey için de yapmadım. Kendim içindi her şey; kendi inandıklarım içindi, sizden önce. Değdiği anda kapalı gözlerim toprağa, sadece özüme ait olmak istiyorum. Hiçbir kavgayı kabrime taşıyacak halim yok; taşıyabilsem bile sizce de gülünç olmaz mı? An itibarıyla, sizin için kimliksiz olmak istiyorum; devasa puntolarla yazılmış manşetler bana sadece komik geliyor. Evet, bir davam bir derdim vardı. Evet, inandıklarım, sevdiğim, saydığım değerler vardı. Ben bu uğurda yapabileceğimi yaptım artık. Sloganlarınızı lütfen gözden geçirin; ben ne ölümsüzdüm, ne de hala yaşıyorum. Artık dava sizin davanız, aşk sizin aşkınız.... Ben mi? Benim istediğim mi? İstediğim rahat bir ölüm. 16


İ V

i

Ç

o

L

l

İ

e

K t

Baktı. Gerçekten baktı; görmemiş olabilirdi. Görmek ve bakmak arasındaki farka ithaf edilen uzun konuşmalardan sıkılmıştı. Tekrar baktı; karşısındaki de ona... Başka türlüsü mümkün müydü zaten? Yıllardır orada olana tekrar baktı. Burnunun hafif yamukluğuna, yanağının kenarındaki bene, ifadesindeki sertliğe, daha da yaklaşarak, kaşlarının dümdüz tellerine; baktıkça önünde bir bozkır amaçsızlığıyla uzanan, durmadan genişleyen ve her yeri kaplayan yüze. Yıllardır orada ve sadece orada gördüğü, ondan başını çevirdiğinde veyahut onun olmadığı bir yere meylettiğinde varlığını kaybedene... Orada ‘gördüğü’? Tabirlerin fark edilmeyen küçük oyunları, yine kendilerini gösterdiler. Orada bakılmazdı hakikaten; orada görülürdü. Oraya bakılabilirdi ama onu orada görürdü; onu orada bakamazdı. Kendilerini kandırmaları için dile ve kültüre işlenmiş küçük oyunlardan birisi miydi o da; yoksa artık giderek kafayı mı yiyordu? “Artık iyice delirdin,” dedi oradaki; dudaklarında şefkatli bir gülümseme belirdi. Elinde olmadan kendi dudaklarına kaydı elleri; yokladı onları. Bir şey yoktu. “Seni biliyorum. Ben de buradan sıkıldım,” diyerek devam etti. “Ne kadar hoş; buraya gelebilir misin?” Kendi sesi beklemediği kadar soğuk ve mesafeliydi. Ne zaman bu kadar uzak birisi olmuştu, bilmiyordu. Ona karşı daha sıcak ve karşılayıcı olması gerekirdi, onun kendisine olduğu gibi. Belki de dünyaları arasındaki farktan kaynaklanıyordu bu; onun yaşadığı yeri bilmiyordu. Onun hayatını, ona dair hiçbir şeyi, onu bilmiyordu, onu gördüğü halde senelerdir. O ise, bilinçsizliğe varan bir hareketle, omuzlarından arkaya saçlarını savuran kırmızı paltolu bir kad ı n gibi

17


söylemişti kendisini tanıdığını. Daha da ötesi, bildiğini... Başka birisinde iticiliğe varabilecek kadar cüretkârdı. Kendisi bile, kendini bildiğini iddia etmiyordu. Kimsenin kimseyi bilmediğini savunurdu; fakat onun sözlerine itiraz etmemişti, nedenini çözemeyerek.Ve de sorgulamayarak... Başkalarına göstermeyeceği, neredeyse zaafa vardırılabilecek, bir toleransı ona gösteriyordu, hepi topu birkaç cümle konuşmuş olmalarına rağmen. “Sanırım bu mümkün. Bunu bir süredir bekliyordum.” Aynı yumuşak ses, içindeki boşluğu doldururken karnında o bildik gerilmeyi hissetti, insanlarla ucu kendisine değen konuşmalar yapmanın sebep olduğu balık oltası hissi. Hafifçe geriye çekildi; yüzünü bir bütün olarak görebilmeye başladı tekrar. Ellerini saçlarına gütürüp yumuşakça düzeltti, yeni tanışılan insanlar tarafından güzel olarak algılanma isteği. O ise, kollarını göğsünün altında kavuşturmakla yetindi. Böyle şeylere ihtiyacı yok gibi görünüyordu, kuşkusuz. Çok güzel biri değildi; kendine has bir havası, kahverengi bakışlarında insanı yanıltan ve içine çeken yüzeysel bir boşluk ve hafif sivri bir çenesi vardı. Kendisini anlayabileceğine dair ışıklı bir his bütünü içinde dolanıyordu ve daha önce hayatında hissetmediği, fakat hep düşlediği bir duruma ait olan bu hissin nasıl olup da ortaya çıktığını anlayamı-

yordu. Uzanıp ona dokunmayı ve onun da kendisine dokunmasını, bilmenin ve aitliğin verdiği hissin nasıl bir şey olduğunu, böyle bir şeyin somut varlığını algılamak istiyordu. Onun söylediği gibi onu tanımak, karanlıkta daha güzel göründüğünü bildiğini gözlerinin galaksilerine çekilmek. Şefkatiyle sarıp sarmalanmak istiyordu, parmak uçlarıyla göz kapaklarına dokunuşunu hissetmek. Nasıl bir şey olacağını tamı tamına biliyordu. Bir an dahi şüphe etmeyerek, onun ortaya çıkmasıyla eş zamanlı gelişen bir eminlikle biliyordu, bulut şefkatini. Bütün derilerini soyunmak istiyordu karşısında; aradığı şeyi bulduğuna o kadar emindi. Metal zırhlarını, kurt postlarını, yılan derilerini, kuzu yünlerini, şeffaf plastiklerini, en son ruhunun ince zarını soyup atmak; karşısında tek ve en çıplak kalmak istiyordu. Onu, o şeklinde seveceğini, en sonunda sevilebileceğini biliyordu ve bütün bu isteklerini, yıllarına biriktirdiği beklentilerini bildiğini görüyordu gözlerinde. Bunların hepsini gerçekleştirebilecek yegâne kişi olduğunu görebiliyordu. Artık ait olabileceğini ve hissettiği hislerin karşılığını alabileceğini, kendi hissettiklerini ona da hissettirebileceğini, düşlediği karşılıklığı bulabileceğini hissediyordu. Bütün bunları ona söylemek istiyordu; bunun yerine sustu. Susarak iletişim kurmanın daha anlamlı ve etkili

18


olduğunu düşünürdü; d a h a gerçek ve daha yoğundu. Sözcükler duyguların temsilcisi olduğunda, o duygular hep daha az parlak, daha az o kişiydi; bir hayaletti sözlü duygular. Onun konuşmadan da kendisini anlayabildiğini görebiliyordu gözlerinde, ona daha büyük bir hayranlık ve çekim duymasına sebep oldu bu. Hafifçe gülümserken gözleri doldu; onun anlayışlı bakışlarıyla titredi içi. Ona doğru uzattığı eli de titriyordu havada; eli kendi elini kavradığında istemsizce güldü o hisse, kendi acemiliğine. Barış hissiydi; huzurdu. Hissin bütün bedenini kaplaması, ondan önceki bütün hisleri silmek ve sadece onunla kalmak için sarıldı ona. Büyüdü gülüşü; onun da gülmeye başlamasıyla daha da büyüyerek, artık akşam güneşinin cömertliğiyle, yıkanmayan odayı, ardından evi yuttu gülüşleri; kendisini yavruağzı rengine boyadı. Birbirlerinin altından defalarca kaydı ve birbirlerini sardı bedenleri; gülüşler sessizleşmeden ve mutluluk yerini daha koyu duygulara bırakmadan hemen önce onun gözlerini, burnunu, çenesini ve yüzüne yayılmış bütün çizgileri öptü. Göstermek istediği ve içinde biriktiğinden haberi olmadığı bütün sevgisini akıttı. Bedenleri bir oldu ve ruhlarını tamamladı; tamamen bir ve tek oldular. İçlerinde kayboldular ve kendilerini buldular. Sabah kalktığında oraya baktı ve onu görmedi; hiç kimseyi görmedi orada. Artık aynalara ihtiyacı yoktu.

19


Hasan Basri Çifci I Bizim bir arkadaş vardı vakti zama­ nında, Haydararkadaş. Bu Haydararka­ daş’ın kendisiyle ilgili anlatmadığı şey kalmamıştı bize. Adamın ilk birasını ne zaman içtiğinden, üniversite yıllarında Doğu’yla Batı arasındaki çelişkiler üzerine yürüttüğü fikirlere kadar her şeyini bilirdik. Cuma akşamları dört arkadaş rakı içmeye gittiğimiz mey­ hanede, Haydararkadaş on sekiz yaşın­ dan bugüne ne zaman, nerede, ne yaptığını tek bir ayrıntıyı bile atlamadan anlatırken, biz dinlemekten yorulurduk da o vır vır konuşmaktan yorulmazdı. Rakı masasında duyduğun rakı ma­ sasında kalır elbet. Ama ben zamanla, mekânla ve hatta kişilerle oynayarak hayatımda duyduğum en garip filmi size de anlatmak için sabırsızlanıyorum. Yazarlara hep özenmişimdir, anlatacak çok şeyleri olur hep, taharet mus­ luklarından bile sözcük akar onların. Benimse anlatacak başka hikâyem yok, bir tek bu film var. O yüzden anlattığım bu ilk ve son hikâyeyi okurken hayatımın

sırrını veriyormuşum gibi düşünün, düşünün de bunu her yerde anlatmaya kalkışmayın. Hem herkesin kaldıra­ bileceği türden bir film de değil zaten. Öyle bir film ki bu, onu tarif edecek sözcükler ağzımdan kendiliğinden çıkı­ veriyor ve tam da Dadaist heriflerin istediği gibi kendi başlarına bir şeyler anlatmaya başlıyor. Öyle bir film ki bu, ülkenin her zamanki karışık ve sinir bozucu gündeminden benim gibi birini bile soyutlamayı başarmıştı izlediğim ilk gün. Öyle bir film ki bu, içinde, reyting rekorları kıran Amerikan dizilerinde gördüğünüz her şey, yani arkadan iş çevirmeler, erotik sinema filmleri, karanlık salonlarda başlayıp daha karanlık odalarda biten çarpık ilişkiler, alt alta üst üste bakir oğlanlar ve gullüm var. Gullüm işte canım. Eğlenmek, güzelleşmek manasında. İbne lügati, sayfa 179. Haydararkadaş sağ olsun, size bu filmi anlatabilmek için konuyla ilgili kelimeleri de öğrenmeye heves ettim. Hadi bakalım, o zaman anlatmaya başlayalım. 20


II Adabındandır, rakı masasında böyle konular konuşulmaz. Nasıl bir muhab­ betin bizi beklediğini fark edince hem rakı masası anayasasını deleceğime heyecanlandım, hem de yarım bardak rakıyı löp diye kafaya diktim. Hadi konuşsundu şimdi Haydararkadaş, ha­ zırdım. Herkesin her zamanki gibi gözünün içine baktığından emin olduğunda konuşmaya başladı, başladı da ağzımızı açık bıraktı. Vakti zamanında cinsel anlamda çok başka yönlere yönelmiş Haydararkadaş. Cinsel yönelmiş. Cinsel yönelim? İbne lügati, sayfa 122. Yargılamayın, ben de yavaş yavaş ısınıyorum kelimelere. İlkokulda kızların eteklerini rahat bırakmayan, lisede dönemin pop şar­ kıcılarının evlilik temalı şarkılarını etkilendiği her kıza daha yeni çatlamaya başlamış sesiyle söylemekten hiç çe­ kinmeyen, ilk tecrübesini on altı yaşında yaşayan Haydararkadaş, yolu o zamanlar bizim de bilmediğimiz bir yere düşünce “başka lezzetlerin peşine koşmuş”, aynen onun cümlesi bu. Gittiği bu yerde önce rastgele bir sinemaya girmiş Haydararkadaş. Küflü bir salonda kokoş teyzeler ve sivilceli oğlanlarla birlikte işte söylediğim filmi izlemeye başlamış. Film iki erkeğin bir hafta sonu tanışıp, görüşüp, sevişip hemencecik ayrılmalarını anlatıyormuş. Ama o kadar basit değilmiş işte. Duygularını ikinci planda bırakmış bu ibneler. Gerçekte ne istediklerini, neye ihtiyaç duyduklarını bilememişler. Hatta bunları kendilerinden bile gizlemeyi alışkanlık haline getirmişler. Oysa sokak kameraları varmış, mobeseler varmış, aynalar varmış, her yerde bir şeyler varmış, varmış ve artık iki erkeğin özel bir şeyler yapabileceği bütün alanlar kuşatılmışmış. Uluorta olan her ilişki de

leblebi çerez gibi tüketilip anlamını yitiriyormuş. Hayat bu kadar kirli yaşan­ dığında bakışlar da, öpüşler de, sevişler de tıpkı Haydararkadaş’ın filmi izlediği salon gibi küf kokuyormuş. “Hayatımda hiçbir filmden bu kadar etkilenmedim,” deyince Haydararkadaş, filmi ben de merak ettim. Zaten rakı yorgunluğundan ayılır ayılmaz izledim, ama ona en son geleceğiz. III Filmi düşünürken Haydararkadaş, yürümüş cadde boyunca, yürümüş de gülümsemiş etrafında gördüğü yüzlerin buraya gelmeden önce yaşadığı yerdeki insanlara hiç benzemiyor olmasına. Geldiği şehirde ne siyahmış insanların yüzü, ne beyaz. Ne küpe takarlarmış insanlar, ne şapka. Sırtından terler aka aka gülümsemiş Haydararkadaş. Piyango bileti satan yaşlı adama gülümsemiş, akordeon çalan küçük çocuğa gü­ lümsemiş. Film öyle güzelmiş ki, yüzü daha parlak görünüyormuş herkesin. Film öyle güzelmiş ki, küflü salondaki kokoş teyzeler gençleşmiş birden, sivilceli oğlanların alınları temizlenmiş irinden. Film öyle güzelmiş ki, erkeklerle bir tek erkekler sevişebilirmiş, başkası sevişemezmiş gibi gelmiş Haydarar­ kadaş’a. Haydararkadaş caddenin sonuna vardığında Hatay’a gidesi gelmiş fena halde. Hatay’a gitmek. Hatay’ın plaka­ sı? Otuz bir işte. İbne lügati, sayfa 204. Şimdi bizim Haydararkadaş, bildiğin düz, normal bir adam. Erotik bir film izleyip otuz bir çekmek istemesi, eh evet normal. Ama izlediği film… Öyle bir filmmiş ki işte… Erkeklerle bir tek erkekler sevişebilirmiş. Tutmuş da hemen travestileriyle bilinen bir alttaki caddeyi yaran sokağa sapmış. Kalitesiz bir maviye boyalı tahta kapının önünde müşteri bekleyen 21


travestilere doğru hızla yürümüş. Ne­ fesini toparladıktan sonra biraz ko­ nuşmuşlar işte; üniversitede mi oku­ yormuş, ameliyatsız mı istiyormuş, daha önce yapmış mıymış tüysüz çocuk falan derken parayı vermiş Haydararkadaş, girmiş mavi kapıdan içeri, sonra çıkmış mavi kapıdan dışarı. Şişenin sonuna geldiğimizi fark ettik de köşedeki uzun boylu garsona taze­ lemesini işaret ettik. “Vay arkadaş, yaptın mı gerçekten,” diye sordum Haydararkadaş’a. O başını sallarken “Sindirim sistemi tek yönlü çalışır diye bilirdim lan,” diye araya girdi Filipar­ kadaş. Rakının verdiği sarhoşlukla he­ pimizin sesi biraz yüksek çıkmaya başlamıştı artık. Kafamda bir erkekle bir erkeği seviştirmeye çalıştım bir iki sefer, olmadı. Benim hayal bile edemediğim şeyi herifin oğlu zaten yapmış.

Dedim ya, rakının yorgunluğundan ayrıldığımda, filmi ben de izledim he­ men. Haydararkadaş’ın dediği kadar varmış, evet. Mavi kapıdan girilirmiş. Başka lezzetlerin peşine koşulurmuş. Değermiş yani. Dadaist heriflere hak verilirmiş harbiden. Ülkenin gündemine boş verilirmiş. İnsanların yüzleri güzelleşirmiş filmin rengiyle. Hatay’a gidilirmiş. 19.08.2014 Bostancı ­ Zekeriyaköy

22


Sonra da denizlere dalga çizecekti; malum sonbahar gelmişti artık. Yeşili süpürecekti yerlerden; çok işi vardı ama çok, onun soyunuşu ile ilgilenemeyecek kadar çok. Kadın tekrar yalvardı, “N’olur sanki, kısacık bir bakıversen” dedi; adam oralı değildi. Git gide uzaklaştı kendi çizdiği dalgalara binip. Küçücük kaldı; sonra da gözden kayboldu. Bir kelebek yaklaştı ışığına; dönüp durdu tepesinde. Renkleri ışıl ışıldı ve tek derdi uçmaktı; imrendi ona kadın. “Hey!” dedi; “Işıktan başka bir şey görebiliyor musun, bana baktığında?” Şaşırdı kelebek; irkildi. Işık konuşuyordu. Kaçmaya yeltendi; “Dur!” dedi kadın; “Korkma benden, sadece tek bir soru sordum sana.” Dinlemedi kelebek; iki günlük yaşamını riske atamazdı. Titrek titrek havalandı; bir daha ardına dâhi bakmadı.

YOL YAKINKEN

Mert Özer

Soyundu; alelade bir kılıftı üzerindeki. Memelerini, kalçalarını itina ile çıkardı; kenara koydu. Bir ışık kalana kadar soyundu teninden; sarıya çalan beyaz bir ışıktı artık ve ondan ayrı uzanıyordu bedeni, büyük ağacın altında. Dağlara bulut giydiren adama sordu, “Yeterli mi bu kadarı?” cevap vermedi adam. Büyük bir titizlikle işini yapıyordu; pamuk pamuk bulutları atkı yapıyordu aksi dağların boynuna.

Hava karardıkça daha da dikkat çekiyordu. Ama gelen giden olmadı. Yavaş yavaş ilerledi, ırmağın kenarından. Bir kulübe buldu, terkedilmiş. İki eski sandalın bağlandığı kıyıda, derme çatma ahşap bir yıkıntı... Oraya girdi ve beklemeye başladı; nasıl olsa bu sandalların sahipleri vardır ve önünde sonunda gelirler, diye düşündü. Bir insanın bedeninden soyunabileceğini herkese söylemek istiyordu; içi içine sığmıyordu. Beden hamallığının sonu geliyordu işte. Peki, ya ruh? Ölümsüz olarak anlatmamışlar mıydı bu yaşına dek? Belki de ölümsüzdü artık. Ölümsüzlüğü bir kez daha içinden tekrar etti; nedense ürperdi. Söylenenler doğruysa, her şey farklıydı artık onun için. “Ölümsüzlük, iyi mi sanki?” diye bir ses geldi, kapının yanından. Korkuyla irkildi; yüreği olsaydı ağzına gelirdi. Kimse yoktu. “Kimsin?” diye bağırdı; “kim var orada?” Kendine göre oldukça yüksek perdeden, oysa ki, ses telleri yoktu ve haliyle çıkamazdı sesi Sadece kafa sesiydi duyulan. “Kimsin?” diye haykırdı tekrar. 23


“Sen galiba daha yeni soyundun teninden.” “Korkma” dedi karanlıktan gelen ses; “Ben de senin gibi bir bedensizim”, gölgeden ibaret kalmış bir çulsuz. Mum ışığı gibi titriyordu kadın. “Başka kimse var mı peki?” “Hayır” dedi ses, “Sadece ikimiziz.” Ses, kapının yanından geliyordu. Dikkatlice bakınca gerçekten de orada bir karanlık gördü. Ya da öyle sandı. Biraz kendini toparladıktan sonra sordu: “Ne kadar zamandır buradasın?” “Yaklaşık, yedi sene oldu. Başlarda her şey çok güzeldi. Bedenden kurtulmak müthişti. Zaten bu, yıllardır hayalini kurduğum bir şeydi ama bir süre sonra, aslında, zevklerin bedenden beslendiğini fark ettim. İçmiyordum; yemiyordum. Başlarda çok cazipti ama sonraları her şey yavanlaştı. Tekdüze yaşamım, bu ırmak kenarında soluyor. Tek eğlencem, kulübenin sahipleri geldikleri zaman onların sohbetlerini gizlice dinlemek ; onlar da uzunca bir süredir uğramıyorlar zaten. Geldiklerinde de çoğunlukla balık avından ve kadınlardan bahsediyorlar” dedi. Duydukları karşısında şaşırmıştı kadın.”E peki neden şehre gitmedin bunca zamandır; niye burada bekliyorsun?” Güldü adam: “Sen galiba daha yeni soyundun teninden.” Duyacaklarından korkma zamanının geldiğini anlayacak kadar akıllıydı kadın; sustu ve açıklamasını bekledi. “Senin nasıl ışık olduğunu bilmiyorum ama...” dedi adam; “Ben gölge olmak için uzunca bir süre uğraştım. Bedenimden çıktıktan bir gün sonra, sabah ezanıyla bir bulut kapladı her yanı. Ama gece gibi siyah bir bulut... Bedensizliği seçtiğimi, bunu başardığımı, eğer ki pişmansam beni geri döndürebileceğini söyledi. Hiç düşünmedim; direk ‘Hayır’ dedim. Onca yıl uğraşmışım, diye düşündüm. Bu şans sadece ilk

gün verilir; sonra istesen de beni göremezsin dedi. “Hayır, istemiyorum.” dememle karanlık dağıldı. Gün ışıldadı; ne büyük aptallık ettiğimi, sonradan anladım. Şimdiki aklım olsa, bugünkü aklım olsa keşke...” “Bir süre devam eder.” diye bekledi ışık. Ama susuyordu; o da sustu. ”Şehre gitmedim mi sanıyorsun? Daha ikinci gün gittim. En işlek caddelerde dolandım. En kalabalık yerlere girdim; kimse görmüyordu beni” diye devam etti. ”Başta her şey güzeldi; eğlenceli bile olmuştu, insanların birbirini nasıl kandırdığına, görünmediklerinden emin olduklarında ne kadar iğrençleştiklerine, tanık olmak. Hatta bir çok seferinde, sevişmelerine tanık olmak çok ilgimi çekmişti. Öyle ki, gün boyu güzel bir kızın peşine takılıp soyunmasını kovaladığım oluyordu. Ama bir süre sonra canım yemek yemek, içmek, uyumak, sevişmek istemeye başlayınca; şehirde olmak, bana zulüm gibi gelmeye başladı. Büyük şairin dediğine benzer, ben artık sevişme seyretmek değil, sevişmek; içki içenleri izlemek değil, içmek istiyordum doyasıya. Önceleri çok ıstırap çektim. Kalabalık içinde yalnız ve çaresizdim. Tesellim yoktu; kapana kıstırılmıştım ve ne acıdır ki, kendimi öldürebileceğim bir bedenim bile yoktu. Araf’ta kalan ruhlar gibiydim; belki de öyleyiz zaten. Sonra karar verdim; yaşamın güzelliklerine şahit olmaktansa, izbede, kuytuda beklemenin daha iyi olacagını düşünerek. Kimsenin uğramadığı eski yıkık evlerde, mağaralarda, mahzenlerde bekledim. Ama oralarda da zaman hiç geçmiyordu; Sürekli karanlık içinde bir karanlıktım ve kaybedecek bir aklım bile yoktu. Sonrasında, herkesten uzakta kalanaçık havanın, benim için en doğru ortam olduğuna karar verdim ve o gün bugündür buradayım. Burada 24


beni bir bedenimin olmasına özendirecek daha az şey var ve doğayı izlerken zaman bir şekilde geçiyor. Ara sıra da olsa, balıkçılar geldiğinde de neşeleniyorum onları dinlerken. Kısacası, ben önce bedenimi kaybettim, sonra da aklımı. Sadece gölgeyim artık ve sonumu bilmeden bekliyorum. Senin gibi ölümsüz olmayı dilemiyor, keşke ölsem diyorum, anlayacağın.” Tablo çok netti ve su götürmez bir gerçek vardı, anlaşılan. Beden, bir et parçası, bir kılıf değildi. Salt ruh eksik kalıyordu, tıpkı bu zavallı gibi. Bunu tecrübe etmenin bir manası gözükmüyordu. Hemen bir şeyler yapmalı ve bu hatadan dönmeliydi ışık. “Sabah ezanı mı demiştin,” diye sordu heyecanla. “Evet,” dedi gölge; “Yoksa okunmadı mı?”

Ne kadar zaman geçti bilinmez; ayıldıklarında köylüler, neredeyse öğlen oluyordu. Etraflarına bakındılar kadın yoktu; şaşkın şaşkın birbirlerine sorup durdular. Ölü kadın nereye giderdi; neredeydi? O ışık neyin nesiydi? Yakalanmışlar mıydı? Ama yok yok, yakalansalar jandarma götürürdü. N’olmuştu; anlam veremiyorlardı. Aynı öğle saatlerinde aşağıdaki köyün ilerisinde, otobanda bir çift otostop çekiyordu. Geçen ilk araba durdu. Adam, kıza “Sen olmasan, durmazdı. Ben hep beklerdim, ışık” diyerek güldü ve birlikte bindiler arabaya. Uzaklaştılar hayata doğru.

Hayır okunmamıştı, hayır! Bir telaşla çıktılar kulübeden, gölge önde ışık arkada, koştura koştura. Sabahki yeri daha tarif etmeye başlarken anlamıştı gölge. Santim santim biliyordu buraları. Bir solukta vardılar oraya ama beden, bıraktığı yerde yoktu. Yoktu yoktu! Ağacın yanında değildi! Telaştan ne yaptıklarını bilemeden sağa sola bakınıyorlardı. Hemen ileride büyükçe bir çalının yanından sesler geldiğini fark ettiler. Gölge, “sen dur, ben bakayım” dedi. Hızla çalının yanında bitti. On yedi yaşlarında genç bir köylü, pantolonu dizlerinde sıyrık, çıplak bir kadının üzerinde tepiniyordu. Montu ile kıçını kapamıştı; hemen yanında ise, yine aynı yaşlarda bir arkadaşı, olanları izliyor ya da sırasını bekliyordu. “Hadisene oğlum, hadi be! Gelen olacak hadi boşal artık,” diye fısıldadı, bekleyen. “Senin daha uzun sürdü; bekle biraz bir şey olmaz. acele ettirme,” dedi üstteki. Tam bu sırada bir ışık belirdi; tepelerinde sapsarı bir ışık, gözleri kör edercesine bir ışık, yıldız gibi, nur gibi parladı; patladı enselerinde. 25


İSTANBUL

Büşra Çavaş

Üşümüyor musun Robert? Sana Robert dememde bir sakınca yoktur umarım. Taştan yapılsan da bir adı hak ediyorsun. Hava çok soğuk, ben çok üşüyorum Robert. Üşümesem yanına gelirdim. Bana kızmıyorsun değil mi? Üzgünüm, burada Piaf çalıyor Robert; keşke sen de duyabilseydin. Allez, venez, Milord! Kahve de çok güzel, ben sana tadını anlatırım Robert; sen de gördüklerini anlat. İstanbul çok güzel değil mi? Bana boğazı anlat, 9.15 vapuruna yetişmek için koşan insanları, simit alsın diye annesinin eteklerinden çekiştiren o çocuğu. Kendini de anlat Robert. Kaç yıldır ordasın? Sıkılmadın mı? Böyle renkli bir yerde sıkılamazsın değil mi? İstanbul, bir tablo gibi. Herkesin fırçasıyla bir kez dokunduğu devasa bir tablo! Yakından bakarsan her fırça darbesi öyle farklı ki birbirinden, sanatsal bir faciaya tanıklık ettiğini sanırsın. Uzaklaşman lazım Robert. Bu devasa başyapıta hayran kalmak için uzaklaşmalısın. Yan yana durmaz dediğin her şey, ahenkli bir melodinin dans eden notaları gibi… Ben bile görüyorum. Ne kadar yakınlaşırsan, o kadar az görürsün. Kilise çanını duyuyor musun Robert? Ya ezan sesini? Kapa sen de gözlerini. İstiklal’in ortasında kollarını iki yana aç. Dinle. Ben bile yabancı değilim bu şehirde. Herkes yabancı… Şu kadını duyuyor musun? Çok sinirli, bir Alman olmalı. Belki de “Seni seviyorum” diyor, ama Almanlar kavga eder gibi konuşuyor, Robert. Peki şu dağınık saçlı adam? O bir İspanyol… Nasıl da rahat! Şu kırmızı paltolu arkadaş da Türk olmalı. Hızlı hızlı yürüyüşünden tanıdım. Türklerin hep acelesi var. Beşiktaş’ta mendil satan teyze yavaş yürüyor bir tek. O da yaşlılıktan… Gel Paris’e gidelim Robert. Özledim. Neyi özledim bilmiyorum. Paris çok uzak, Pera

Müzesi’ne gidelim mi? Sonra da fal baktıralım. Türkler çok neşeli! Güzel şeyler söylüyor falcılar; insanın inanası geliyor. Unutuyorsun söyledikleri şeyi ama yüzün gülüyor. Ben yalanlar duymak istiyorum. Ali bana hep yalan söylüyor; onu çok seviyorum. Alt kat komşum, beş yaşında… Balkondan gördüklerini anlatıyor bana. Kız Kulesi, Ayasofya’ya aşıkmış Robert! Ali öyle diyor. Martılarla konuşuyor, Paris’ten haberler getirmelerini istiyor onlarda. Eyfel çok iyiymiş Robert, onu ziyaret etmeme gerek yokmuş. Ali öyle dedi; içim rahatladı. Ama şu kapıcıyı hiç sevmiyorum. Geçen gün benim kim olduğumu soran bir adama Paris’ten kaçan bir deli dedi. Körüm ama sağır değilim! Bana inanmıyorlar. Beni Yahya Kemal çağırdı; Pierre Loti beni çok özlemiş. Neden inanmıyorlar? Ali, İstanbul’un bir prenses olduğunu söyledi. Demek ondan bu kadar asil! Ama taliplerini beğenmiyormuş. Ben olsam ben de beğenmezdim. Ortaköy’de kumpir yedin mi Robert? Kilona dikkat etmene gerek yok; sen bir heykelsin. Boğaza dilek feneri uçurdun mu? Ben senden daha çok İstanbullu’yum. Kaç yıldır buradasın sen? Bir gün de Sultanahmet’e gidelim. Yerebatan Sarnıcı’na seni almazlarsa ben yalnız giderim. Medusa’ya selam vermezsem çok alınır. İstanbul, paha biçilmez bir tablo gibi! Bunu daha önce söylemiş miydim? Genç yaşta bunadım mı yoksa… Kahvem bitiyor. Burnum üşüdü. Keşke eldivenler burnumuzu da ısıtsaydı. Ben çok yoruldum. Artık gitmeliyim. Fransızca konuşalım bir dahakine… Şapkamı ödünç vermemi ister misin? Biz Fransızlar şapka takmayı çok severiz. Ali beni özlemiştir. Kendine iyi bak Robert, Kız Kulesine de… 26



.

Rahmet Ince Memed'in Yolunu Nasıl Kesti? ‘‘Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan toplum, ruhunda arta kalmış vahşet hissinin de baskısıyla, haydutlarına karşı hayranlık duyar.'' Andre Maurois, (Rahmet Yolları Kesti romanının giriş bölümünden)

Cemre Edip YALÇIN Üzerlerine düşünmeyi ve birbirleriyle kar­

eden ciltlerde de İnce Me­

şılaştırmayı sevdiğim iki roman: Yaşar Kemal’den

med’in daima köylüyü koru­

“İnce Memed” ve Kemal Tahir’den “Rahmet Yolları

yup adaleti sağlaması, Türk

Kesti”. Yaşar Kemal, İnce Memed’i 1955 yılında

solunu derinden etkilemiştir.

yayımladığında, adeta yer yerinden oynar. Köy

Bir de o dönemlerin popüler

Enstitülü romancıların (Mahmut Makal, Fakir Bay­

konusu olan “Toprak Refor­

kurt, Talip Apaydın gibi) seslerini iyiden iyiye du­

mu”nu, Yaşar Kemal, İnce

yurmaya başladığı yıllarda, İnce Memed’in yayım­

Memed’e Çukurova’da yap­

lanmasıyla köy romancılığı ve toplumcu romancılık

tırmıştır. İnce Memed’in bu

büyük bir sükse yapar. İnce Memed yalnızca roman

yanı, zamanla köylülerin de

dünyasını yerinden oynatmakla kalmamış, özellikle

destek verdiği bir başkal­

27 Mayıs Darbesi sonrasındaki dönemin solcuları

dırıyla feodal yapıların tasfi­

için baş ucu kitaplarından biri olmuştur. Yaşar

ye edilmesi ve köylü sos­

Kemal’in, Türkiye İşçi Partisi’nin genel yönetim ku­

yalizminin bu topraklarda,

rulu üyeliğine seçilmesiyle beraber, İnce Memed’in de yorumlanışı başka türlü olacaktır. Oldukça destansı bir üslupla kaleme alınan

romanın,

özellikle

Türk

solu

içinde,

böylesine ulvi bir yer edinmesini sağlayan neydi peki? Bunun yanıtı, 60’ların ve 70’lerin “devrimci kahraman mitosuna” dayanmaktadır. İlk ciltte, köyde

sürekli

ezilen

Memed’in

Abdi

Ağa’ya

başkaldırıp köyü terk etmesi ve eşkıyalığa başla­ ması, nihayetinde Abdi Ağa’yı vurması ve takip İlk baskısını 1957 yılında yapan kitabın, 2000'de Adam Yayınevi'nden çıkan baskısı. 28


bir romanda kurgusal ni­

Tahir’in Türk solu ile arasının açılmasında, “Devlet Ana”

telikte de olsa, pratiğe dö­

ve “Bozkırdaki Çekirdek” romanlarından sonra, herhalde

külmesi, özellikle Maocu

en büyük etkiyi bu romanı yapmıştır. Yaşar Kemal’in

kesimin

başını

döndür­

Çukurova’sına karşılık, Kemal Tahir’in Orta Anadolu’da

müştür.

Yaygın

benzet­

geçen bu roman, İnce Memed’in özgür tabiatlı ve devlet

meyle “Çukurova Robin

statükosuna başkaldıran karakterinin karşısında, eş­

Hood’u” alelade bir kanun

kıyalık mitini Uzun İskender ve Maraz Ali ile yıkar. İnce

kaçkını, eşkıya değildir;

Memed’in aksine, Uzun İskender ve Maraz Ali birer anti­

İnce Memed aynı zaman­

kahramandır.

da dönemin sol kültürü­

eşkıyasından köylüsüne, çerçisinden Alevi dedesine ka­

nün özlemle beklediği bir

dar hepsi çıkar peşindedir; herkes birbirinin arkasından

devrimci kahramandır.

dolap çevirir. Kemal Tahir, dönen bütün oyunları çok

İnce Memed’in yayım­ lanmasından

birkaç

Hatta

romandaki

diğer

karakterler,

ince bir mizahla ve kırsalın acımasız doğal yaşam

yıl

koşullarında anlatırken insandan gelebilecek kötü­

sonra yayımlanan Kemal

lüklerin sınırının olmadığını okuyucusuna hissettirir.

Tahir’in “Rahmet Yolları

İnce Memed’teki muhteşem Akdeniz, Çukurova, Toros

Kesti” romanı ise kelime­

ve sarı sıcak yaz tasvirlerinin karşısında Kemal Tahir’de

nin tam anlamıyla İnce

bozkırda eşi benzeri görülmemiş bir şekilde yağan

Memed

rahmetin büyülü ıslaklığı hakim olacaktır.

mitosuna

karşı

anti­tezdir. İnce Memed

Kemal Tahir’in üzerinde durduğu, eşkıyanın

kadar bilinmeyen bu ro­

zorbalığı, Anadolu’daki bozuk düzenin ayrılmaz par­

manın hakkının yendiğini

çasıdır. Oldukça ayakları yere basan bir tespitle “halk

savunanlardanım.

arasında eşkıyalığa duyulan hayranlığın aslında çaresiz­

Kemal

likten kaynaklanması”, (Mehmet Ergün, 1972) eşkıyayı kahraman yapmakta ve onlara güzellemeler söylen­ mesine, destanlar yazılmasına neden olmaktadır. Fik­ rimce, Kemal Tahir’i en çok şaşırtan ve onu böyle bir roman yazmaya sevk eden gelişme ise eşkıyalık güzellemelerinin artık yalnız köylü arasında değil Türk solu ve Türk aydınları arasında da hızla yayılması ve benimsenmesidir. Sol cenahta böyle bir destansı kahra­ manın doğacağına bel bağlanması ve İnce Memed’in İlk baskısını 1955 yılında yapan kitabın, Ant Yayınları'ndan çıkan baskısı. 29


büyük bir ivmeyle çoğalması dikkate değer gelişmelerdir. Ayrıca Kemal Tahir, eşkıyalık ve zorbalığın sıkı bir ahlaki incelemesini yaparak dönemin siyasal mobilitesine karşı eleştirel bir yorum getirmiştir. Bu bahiste sözü Kemal Tahir’e bırakıyorum: “…hayır, ona (İnce Memed’e) karşılık olarak yazmadım. Bütün dünyada yarı aydınlar arasında meydana gelen yanlış anlaşılmaya parmak basmak istedim. Yaşar, İnce Memed’i yarı aydınların tesiriyle yazdı. İnce Memed, fukara tek başına toprak reformu yapıyor. Hiç böyle şey olur mu? Şimdi cum­ hurbaşkanı bile toprak reformunun ne demek olduğunu bilmiyor, kaldı ki o zaman İnce Memed toprak refor­ munu ne bilecek...” (Şenkal, 1979:10) Her iki roman da edebi bir tür olarak salt roman olmanın ötesindedir. İki romancımız da sos­ yolojik ve antropolojik anlamda Türk toplumunu ve tarihini farklı yaklaşımlarla ele almıştır. İki romanın da üzerinde durduğu eşkıyalık kavramı günümüzde form değiştirmiş olarak, ama zorbalığından, hukuk tanı­ mazlığından veya hukuku kendi çıkarları için eğip bükmesinden hiçbir şey kaybetmeden hala karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple Rahmet Yolları Kesti’nin İnce Memed’e getirdiği zamanının ötesi kritik, günümüzde ne olup bittiğini kavramamız için önemli bir kaynaktır.

"İnce Memed’in yayımlanmasından birkaç yıl sonra yayımlanan Kemal Tahir’in 'Rahmet Yolları Kesti' romanı ise kelimenin tam anlamıyla İnce Memed mitosuna karşı anti-tezdir. İnce Memed kadar bilinmeyen bu romanın hakkının yendiğini savunanlardanım. Kemal Tahir’in Türk solu ile arasının açılmasında, 'Devlet Ana' ve 'Bozkırdaki Çekirdek' romanlarından sonra, herhalde en büyük etkiyi bu romanı yapmıştır." 30



Türkiye’de Müzecilik: Uzun Bir Yolun Başı Zeynep Camuşcu Tarihe ilgimin başladığı ortaokul yıllarından beri, müze ziyaretleri benim için tarih, sanat ve insan yaşayışı ile ilgili düşüncelere daldığım önemli zaman dilimleri oldu. Müzelerde harcanan zamana, eserlerin incelenmesine ve tartışılmasına hep büyük önem atfettim. Bu yüzden gittiğim her yeni şehirde, işe ilk önce müzelerinin yerlerini belirleyerek başladım. Bunun sonucunda da Türkiye’deki ve Avrupa’daki müzecilik anlayışları ile ilgili pek çok veri elde ettim. Bu yazımın konusu, iki anlayış arasındaki farklılıklar ve Türkiye’de müzeciliğin eksik yanları olacak. İlk olarak şunu belirtmeyi çok önemli görüyorum: Türkiye’de müzecilik çok geniş bir kavram. Arkalarına büyük holdingleri ve onların mali desteğini almış özel müzeler, ( Rahmi M. Koç ve Sakıp Sabancı Müzeleri gibi,) bu yazıda ele alınmayacak. Müzelerle alakalı beni ilgilendiren, T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı “devlet” müzeleridir; dolayısıyla devlet geleneğinden gelen, “köhneleşmiş” bulduğum müzecilik anlayışıdır. İstanbul Arkeoloji Müzesi örneğiyle başlayalım. Osman Hamdi Bey tarafından kurulan ve Sayda [Sidon] Antik Kenti’nden çıkarılan buluntularıyla ünlü olan müze, bana göre, üstünde yaşadığımız toprakların arkeolojik miras zenginliğini gösteren en önemli müzemiz. Müzenin ana binası kadar, onunla aynı bahçe içerisinde bulunan ve müzeyle aynı girişi paylaşan Şark Eserleri Müzesi 32

ve Çinili Köşk de önemli eserler barındırıyor. Şu an bir kanadında restorasyon çalışmaları devam eden müzede, yıllardır karşılaştığım bir sorun var: Broşür sorunu. Müzenin planını gösteren ve hakkında genel bilgileri veren bir broşüre ya hiç ulaşamıyorum ya da en çok bulunması gereken dilde, Türkçede, broşür kalmamış oluyor. Son seferki ziyaretimde kendimi Rusça ve Arapça broşürlere bakarken bulunca kendi ülkemde müzelerde bile insan yerine konmadığımı acı şekilde anlamıştım. Bahsi geçen bu bilgilendirme broşürü sorununa en çok ziyaret edilen müzelerin tümünde rastlamak mümkün. Topkapı Sarayı Müzesi de bu durumun en öne çıkan örneklerinden bir tanesi.


Her sene binlerce turist, Osmanlı Hanedanı’na ev sahipliği yapmış Yeni Saray’a geliyor, yüksek meblağlar ödüyor ama bir plan dahi alamıyor. Plan olsa, Türkçede olmuyor. Deneme yanılmaya mahkûm bırakılıyorsunuz. Oysa Avrupa’da gittiğiniz her müzede, özellikle de büyüklükleriyle tanınan Amsterdam Rijksmuseum ya da Paris Musée d’Orsay gibi örneklerde, kat planlarına dair bir broşürü biletinizle teslim alıyorsunuz. Bu da size büyük kolaylık sağlıyor.

Günümüz insanı, uzun açıklamalardan ziyade, özlüğe ve netliğe önem veriyor. Şu ana kadar Türkiye’de ziyaret ettiğim her devlet müzesinde uzun açıklama panolarıyla karşılaştım. Kişiyi yoran bilgi yükünün yanında yıllardır güncellenmemiş panolar yeni bilgilerden de yoksundu. Belki daha önce de değindiğim gibi bütçe eksikliği ya da uzman kişi yokluğu yüzünden değiştirilmeyen bu bilgilendirme panoları da müze ziyaretlerinde keyif kaçırabiliyor.

Müzelerle ilgili olarak saptadığım bir diğer sorun ise bütçe yetersizliği. Bir şekilde hayatın her alanında teknolojiyi kullanırken ister istemez müzelerde de bu ilerlemeyi görmek istiyorsunuz. Ama verilen bütçeler bu imkânların oluşması için yetersiz kalıyor. Eski, yetersiz ışıklandırmalar, güvenlik yetersizliği, eserlerin sergilendiği bölmelerin köhneliği, cansız mankenlerle yapılan canlandırmaların yapay görüntüsü, (örneğin Edirne Sağlık Müzesi) müzelerin albenisini tümüyle yok ediyor. Zaten konusu itibariyle yerli turist çekmekte zorlanan İstanbul Arkeoloji Müzesi, biraz da bu imkânsızlıklar yüzünden her gidişinizde Türkçe duymaya hasret kaldığınız bir mekâna dönüşüyor.

Bu kadar olumsuzluğun yanında elbette olumlu gelişmeler de var. Avrupa’ da son on yıldır sıklıkla karşımıza çıkan kulaklıklı bilgilendirme cihazları, artık çoğu müzede uygun fiyatlarla ziyaretçilere sunuluyor. Eskiden birkaç kartpostal dışında bir şey bulmakta zorlanacağınız müze mağazaları da deyim yerindeyse “evrim” geçirdi. Hediyelik eşya çeşidi ve müze kitapları sayısında da büyük bir artış gözledim. Özellikle Topkapı Sarayı Müze Mağazası’nın bu konuda önemli bir örnek olduğunu belirtmek gerek. Ancak İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi önemli bir müzenin mağazası ise hâlen geliştirilmeyi bekliyor. Küçük şehir müzeleri içinse bu yenilikler şimdilik birer hayal olarak gözüküyor.

“Türkiye’deki müzelerden ve bu müzelerin eksikliklerinden bahsederken atlanmaması gereken çok önemli bir nokta var: Ülkemizde kemikleşmiş, oturmuş bir müze anlayışının olmayışı.” 33


Türkiye’deki müzelerden ve bu müzelerin eksikliklerinden bahsederken atlanmaması gereken çok önemli bir nokta var: Ülkemizde kemikleşmiş, oturmuş bir müze anlayışının olmayışı. Avrupa’da, özellikle Louvre Müzesi, Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi gibi müzelerde; öğretmenleriyle sanat dersi işlemeye gelmiş ilkokul öğrencilerine rastlamak şaşırtıcı olmuyor. Yine rehber eşliğinde gezen, her tablonun önünde portatif taburesine oturup not alan emekliler de kimseye garip gelmiyor. Türkiye’deki sanat eğitiminin yetersizliği ve kültür birikimi tamamıyla ayrı bir yazının konusu, ancak arkeolojik sitelerin hayvan otlatmak için uygun görüldüğü, heykel sanatının “çıplaklık” tan öte yorumlanamadığı ülkemizde, müze kültürünün oluşmaması, çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

müzelerin istenilen noktaya gelmesi için de uzun bir zaman geçmesi gerekiyor. Devlet müzelerine de zaman zaman katkıda bulunan özel kuruluşlar modern müzeciliğin ülkemizdeki temsilini ellerinden geldiğince sağlasalar da, turizmin öneminden her fırsatta bahseden devlet yetkilileri müzeciliğin kültür turizmi için önemini görmedikçe, bir ilerleme sağlanması zor görünüyor.

Sonuç olarak, gelişmenin her türlüsünün ağır aksak yaşandığı ülkemizde

Bu yazıya gencalgi.com’da da erişebilirsiniz.

34


Kurda, Kuşa, Aşa: Permakültür Kampüste! Cemre Ağaoğlu

Gün geçtikçe insanların doğaya ve birbirine verdiği zarar artıyor. Kalabalık ve kirli kentlerde yaşayan insanlar doğayı özlüyor ve bulduğu ilk fırsatta doğal ortamlara kaçıyor. Uzaklara gidemeyenler, kentin müsait yerlerinde kent bahçeleri yapmak için birleşiyor, hatta balkonlarında, pencere önlerinde domates, biber gibi günlük sebzeler yetiştirmeye çalışıyor. Beslenme temel bir ihtiyaç olmasına rağmen, doğal ürünlerle beslenmek giderek zorlaşıyor. Kaynaklar azaldıkça doğanın önemini anlayanların sayısı artıyor. Böylece, doğa ve insanı uyum içinde buluşturan bazı kavramlar ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de “permakültür”.“Permakültür” kelimesi 1970’lerde Avustralya’lı Bill Mollison ve David Holmgren tarafından ortaya atılmıştır. Kavram, endüstriyel ve tarımsal sistemlerin yarattığı kirliliğe, kaybolan bitki ve hayvan türlerine, doğal olarak yenilenmesi uzun yıllara mal olacak kaynakların yok edilmesine tepki olarak geliştirilmiştir. İnsan evriminin başlangıcından bu yana, yılların birikimiyle meydana gelen bitkisel, hayvansal ve sosyal sistemlerin kullanılmasıyla bir tür “kalıcı tarım” veya “kalıcı kültür” oluşturulması anlamına gelmektedir. Permakültür, doğal ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine sahip olan üretken ekosistemlerin bilinçli kullanımı ve gerekli bakımlarının sağlanmasıdır;

doğanın sürdürülebilirliğini sağlama, koruma ve evrimlerinin gerçekleşmesine izin verme felsefesidir. Bugün permakültürün geliştirilmesine ve yayılmasına yönelik çalışmalar üniversite öğrencilerine kadar inmiş durumda. Öyle ki, öğrenciler onları permakültüre iten bir güç olmaksızın bir araya geliyor. Türkiye’deki permakültür çalışmaları için Koç Üniversitesi örneğini inceleyelim: Koç Üniversitesi’nde Permakültür Girişimi’nin tohumları, ABD İstanbul Başkonsolosluğu sponsorluğunda ve Yeşilist ile Koç Üniversitesi işbirliğiyle gerçekleşen “Students Go Green” projesi kapsamında atıldı. Öğrenciler grup oluşturarak permakültürün temel ilkeleri (dünyayı ve insanları gözetme, büyümenin sınırlandırılması ve artı değerin paylaşımı) çerçevesinde uygulamalara başladı. Çalışmaların uzun vadeli hedefi, Koç Üniversitesi’nin kendi kendine yetebilen bir kampüse sahip olmasını sağlamak. Ancak bunun için zamana ihtiyaç var. Kısa vadeli hedefse, öğrencilerin kendi kendine yetecekleri bir yaşam tasarlamayı öğrenmeleri. Bu amaçla, kampüsün özel bir bölümü, “Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Bahçesi” olarak yeniden düzenlendi. Öğrenciler “gözlem ve etkileşim” teması etrafında ilk kez toplandı, “kurda, kuşa, aşa” diyerek atalık tohumları attı 35


ve kampüsün de içinde olduğu Mavramoloz Ormanı’nı keşfetmek üzere yola düştü. Keşif gezisi öncesinde, orman meyveleri toplamayı planlayan öğrenciler, Mavramoloz Ormanı’nında karşılaştıkları sürprizler sonucunda, mutfağa sepetlerinde kocayemiş, böğürtlen, frambuaz vb. orman meyvelerinin yanı sıra, kestaneler, palamutlar, kuşburnu ve çeşit çeşit otla döndü. Keşif gezisinin ardından bir “kendine yeterlik atölyesi” düzenlendi ve ekşi mayalı ekmek yapıldı. Ardından Mavramoloz Ormanı’ndan toplanan meyvelerle yapılan reçellerle birlikte bir güzel yendi. Reçellerin bir kısmını arkadaşlarına satan öğrenciler, bu parayla bahçe için gerekli olan malzemeleri aldı. Her hafta sonu buluşup permakültür uygulamaları yapan öğrenciler soğuk, yağmur, çamur dinlemiyor, arada sıcak çayla içini ısıtıyor. Öğrencilerin bu konudaki hassasiyetine önemli bir örnek daha var: Deneysel permakültür bahçesine tek kullanımlık ürünler sokulmuyor, çay içmek için bile herkes kendi bardağını yanında getiriyor, akşama doğru demlikte kalan çay ise doğruca kompost çukuruna… Bahçe müdavimleri bir hafta boyunca biriktirdikleri organik atıklarını komposta dönüştürmek için yanında getiriyor. Ayrıca, bahçeye basit bir “yağmur suyu

hasadı” sistemi de kuruldu. Böylelikle, özellikle yaz aylarında bahçe sulamasında sıkıntı çekilmeyecek. İlk buluşmada “kurda, kuşa, aşa” diyerek atılan atalık tohumlar artık fide oldu. Buluşmaları ve tüm deneyimleri öğrencilerin ortak aklı şekillendiriyor. Hasat zamanı geldiğinde sebzelerden ne yapılacağına da öğrenciler hep birlikte karar verecek. Koç Üniversitesi’nde permakültür üzerine öğrenci çalışmaları kısaca böyle. Dediğim gibi, permakültürün geliştirilmesine ve yayılmasına yönelik çalışmalar üniversite öğrencilerine kadar inmiş durumda. Artık herkes sürdürülebilir bir yaşam tasarlamak için uğraşıyor. Siz de uzaklara gidemeyenlerdenseniz Koç Üniversitesi öğrencileri gibi kendi yaşam alanınızı yaratabilir, kentin müsait yerlerinde kent bahçeleri yapmak için birleşebilirsiniz.

Blog: www.studentsgogreenproject.com/team9/ Facebook: www.facebook.com/KocUniversityPermacultureInitiative Twitter: @permaKUlture Hashtagler: #StudentsGoGreen #PermiesOnCampus

36


“Adil yargılanma bir haktır!”

Çizen: Berfin Nur Osso

37


POY olarak bu sayıda baş­kalarını dış görünüşleri ile yargı­lamanın neden daha doğru olduğunu inceleyeceğiz. Hayatımız boyunca bize tekrar tekrar ve neredeyse her kanaldan, insanları dış görünüşleri ile yargılamanın yanlış olduğu ve önemli olanın insanın “iç güzelliği” olduğu söylendi. Aksini duyduğumuz çok olmadı. Hâlâ çizgi filmlerden tutun yetkin kitaplara kadar her yerde bu konu aynı şekilde işlenmeye devam ediyor. İşlenmeye devam etmesi, bunun çözüme ulaş­ maktan ne kadar uzak bir yaklaşım olduğunu göstermeye yetiyor aslında. Her şeyden önce, “İnsanları dış görü­ nüşleri ile yargılamamalıyız.” cümlesin­ de odaklanılması gereken kısım, ‘dış görünüşler’ değil, ‘yargılamamalıyız’ kısmı. Ama ilgi çeken kısım ‘dış görünüşler’ oluyor. Sonradan yerleşti­ rildiği belli bir içgüdüyle bu cümleye şöyle devam ediliyor: “Önemli olan iç güzelliktir.” Bu durumda (biraz abar­ tıyoruz gibi gözükse de) “İnsanları iç güzellikleri ile yargılamalıyız.” gibi bir cümleyle karşılaşıyoruz. Tam karşı­ laşmasak bile bu yargı sezdiriliyor. Ama siz de kabul edersiniz ki, asıl ulaşılması gereken cümle “İnsanları yargıla­ mamalıyız.” cümlesi. Peki, insanları yargılamamak ulaşı­ labilir bir hedef mi? Tam olarak değil. İnsanları olduğu gibi kabul etmek ulaşılabilir bir durum olabilir. Fakat herhangi bir durumla karşılaştığında o durumu değerlendirmek ve ona göre

hareket etmek, bizi biz yapan en temel içgüdülerimizden biri. Gelecekte bu içgüdümüzü geride bırakabilecek bir duruma gelsek bile, bunun başka problemler doğuracağı kesin. Birinin yüzünde bir et beni (bir dış özelliğini) gördüğümüzde veya birinin ne kadar kaba olduğunu (bir iç özelliğini) gör­ düğümüzde onunla arkadaş olmama, sevişmeme, konuşmama kararı almak hakkımız. Hatta (iç ya da dış özellikleriyle) değerlendirdiğimiz bu kişiyi dışlamak, biraz da bizim elimizde olmayan bir şey. İnsanları değerlendirmek ve yargı­ lamak hakkımız. Durumları nasıl değerlendiriyorsak insanları da bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Peki, dış özelliklerle mi değerlendirmek daha doğru, yoksa iç özelliklerle mi? Genel kanı iç özelliklerle değerlendirme yönünde. Bunun nedenleri arasında en öne çıkan, insanın dış görünümünü seçememesi, bu görünümün doğuştan gelmesi. İç özelliklerimizin temellerinin de 6 yaşına kadar geçen bir sürede atıldığı göz önüne alındığında, bu neden çok da geçerli gözükmüyor. İç özelliklerimiz de en az dış özellik­ lerimiz kadar bize yapışık şeylerdir. Hatta bir kişi benliğini oluşturduğunda, iç özel­likleriyle arasındaki bağ daha da sıkılaşır. Başka bir neden olarak, bir insa­ nın dış görünümünü değiştirmesinin iç özelliklerini değiştirmesine göre daha zor olması öne sürülebilir. Bu, 38


tartışmaya açık bir konu. İnsanlar her zaman vücutlarını modifiye edebil­­ mişlerdir. Fakat olay obezite, ten rengi, bedensel özür gibi konulara geldiğinde yol genelde tıkalıdır. Öte yandan, iç özellikleri değiştirmek daha kolay, hatta gerekli bir hareket olarak kabul edilir. İyi ile kötü arasındaki ayrım genelde “Topluma faydalı olan bireye de faydalıdır.” eşitliği baz alınarak be­ lirlenmiştir. Birine kaba ve saygısız olduğu için iyi biri olması söylenir, fakat birine çirkin ve şişman olduğu için za­ yıflaması gerektiği söylenemez. Çünkü kaba biri başkalarına zararlı olabilir, şişman birinin ise topluma bir zararı olduğu söylenemez, değil mi? Evet. O zaman bu durumda kaba birine iyi biri olması söylenmeli, şişman olana ise hiçbir şey söylenmemeli, değil mi? Hayır. İnsanları dış özelliklerine ya da iç özelliklerine değerlendirmek çok fark eder. Ama hangisini baz alırsanız alın, insanlar bir yolunu bulup o özelliği kendi avantajları yönünde değiştirmeye çalışacaklardır. Basit bir örnek verelim: İki arkadaş var. Biri gayet iyi görünümlü fakat içine kapanık, sıkıcı ve benliği gereği insanları genelde bunaltan biri. Diğeri ise tam tersi, çirkin görünüyor fakat arkadaş canlısı, konuşkan ve insanlarla iyi anlaşan biri. Bu iki arkadaşın “Önemli olan iç güzelliktir.” önermesini kanıksamış bir toplumda yaşadıklarını varsayalım (İçinde yaşa­ dığımız dünyada bu önermenin uygu­ landığını savunamayız, fakat incelemeye çalıştığımız şey önermenin doğru­ luğu/yanlışlığı olduğu için böyle bir dünyada yaşadıklarını varsayıyoruz). Bu toplumda karşı cins ile şansı daha açık olan, tahmin edebileceğiniz üzere, çirkin görünen şahıs olacaktır. İyi görünen fakat bunaltıcı kişi ise yalnız kalacaktır. Fakat her ne kadar farklı olsalar da, o da insandır ve o da karşı cinsle sevişmek istemektedir. Bu durumda yapacağı şey, kendi iç özelliklerini değiştirmeye çalış­ mak olacaktır. Belki başarısız olacak,

belki de başarılı olup kendini konuşkan ve eğlenceli biri yapacak, böylece ama­ cına ulaşacak. Ama hangisi olursa olsun ortak olan bir şey var: Bireyin benliğine baskı. Tam tersi bir toplum (yani “Önemli olan dış görünüştür.” önermesine sahip bir toplum) hayal ettiğimizdeyse, aynı durumun çirkin kişi için gerçekleştiğini gözlemliyoruz. Bu sefer de yalnız hisseden o olacak ve dış görünümünü değiştirmek isteyecek. Ya başarılı olacak, ya başarısız. Ama burada sormamız gereken soru şu: İnsanların nelerini değiştirmelerini istiyoruz? Mümkünse hiçbir şeylerini. Fakat bunun mümkün olamayacağından zaten yazının üçüncü paragrafında bahsettik. İki seçeneğimiz var bu durumda: İnsanların ‘çok da önemsemediğimizi söylediğimiz’ dış görünümlerini mi değiştirmelerini iste­ riz, yoksa o çok önem verdiğimiz iç özelliklerini mi? İç özelliklerini değiş­ tireceklerine dış özelliklerini değiş­ tirsinler daha iyi. Çünkü bireyi birey yapan iç özellikleridir, ve bu iç özellikleri değiştirmesini istemek bireyin özgür­ lüğüne saldırıdır. Biri kötüyse bile, onu iyi biri olmaya itmek bu saldırıya da­ hildir. Öte yandan, dış özellikler (iç özelliklere kıyasla) bireyin daha önemsiz bir parçasıdır. Bunları değiştirmek bi­ reyde daha küçük bir zarara neden olacaktır. Bütün bunların bizi ulaştırdığı sonuç, insanları dış görünümleriyle yargıla­ mamızın daha doğru olduğudur. Bir yargılama yapmamak imkânsızdır ve çıkmaz bir yoldur. İç özelliklere göre yargılamak ise insanın benliğine mü­ dahale içermektedir. Bu durumda aslında vardığımız sonuç, bu ikisi arasındaki dengeyi sağlar. İnsanları dış özelliklerine göre yargılamalıyız ki, hem insanlara bir değerlendirme kıstası su­ nabilelim hem de onların iç özelliklerini muhafaza edebilelim. 39


40


41



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.