İşbu fanzin Koç Üniversitesi yazıcılarında, aşağıda ismi geçen öğrencilerin katkısıyla basıldı. Cemre Ağaoğlu Osman Kaan Demiröz Kaan Ayparlar Gizem Karakaya Ege Acar Dila Naz Yazıcı Sedanur Keleş Gözde Berkil Dilara Demirörs Mert Tekbıyık Mehmet Çağatay Barın Serenay Kekeç Berk Doğan Sinan Özyürek Zeynep Camuşcu Cemre Edip Yalçın İlkiz Gürbüz Ece Tanova Özge Armutçu Hilal Büşra Ceylan Oğuzhan Şal Eyşan Demirkaya Enes Ertürk Nehir Aysıla Şahin Rahmi Can Yamanoğlu Duygu Kızılkaya Yasemen Aktaş Onur Canpek Tuba Görmezk İyi ki varsınız.
Sayı: 5 Kapak Tasarımı: Kaan Ayparlar
Yazı İşleri:
Berkeren Büyükeren Cemre Edip Yalçın Ege Acar Elvan Kama Eyşan Demirkaya Gizem Karakaya Hasan Basri Çifci Pınar Türer Sevgi Akkaya Zeynep Camuşcu
Tasarım:
Ayşe Kevser Arslan Fatma Elif Albayrak Eyşan Demirkaya Kaan Ayparlar
Redaksiyon:
Berkeren Büyükeren Elvan Kama Gizem Karakaya Gözde Berkil Pınar Türer Zeynep Camuşcu
Organizasyon:
Cemre Edip Yalçın Gizem Karakaya Gözde Berkil Hasan Basri Çifci Zeynep Camuşcu
İletişim:
sendromdergisi@gmail.com facebook.com/sendromdergi twitter.com/sendromdergi
2015
3 . . . 2015 = 1915 + 100 Kızarıkları / Emre Alpun 6 . . . 10bir (müzik) / Cem Ergin 7 . . . 10bir (kitap) / Sevgi Akkaya 9 . . . Uçuşmak / Ayşe Kevser Arslan 10 . . . Kadınlarım & Çiziklerim / Cemre Karabiber 12 . . . Müzikte İcra ve Yorum / Yasemen Aktaş 16 . . .
/ Gözde Berkil
18 . . . Astronomical Time-Slip / Eyşan Demirkaya & Melis Salihoğlu 20 . . . William S. Burroughs / Elvan Kama 24 . . . Canavar Romancı / Hasan Basri Çifci 27 . . . Bugün Edebiyat / Cemalettin Kaya 29 . . . Öğle Uykusu Üzerine / Zeynep Camuşcu 30 . . . Brokoli Sevmeyen Yuppie / Berkeren Büyükeren 32 . . . Siste Yolculuk / Pınar Türer 34 . . . Defend Kebab / Denizcan Dede 37 . . . Ekin / Berkay Üzüm 42 . . . Gezgin Söyleşileri / Hasan Basri Çifci 44 . . . Politik Olarak Yanlış
2
Kadim ve eski bir topluluk, Millet-i Sadıka, yeri gelince ebedi dost, ders kitaplarımızda yazıldığı kadarıyla ‘dış tehdit’ ya da arkadan bıçak sallayan nankör düşman. İyi de gerçekten bu soyut tanımların ötesinde kim bu Ermeniler? Sahi nerden geldiler ve ne istiyorlar daha önemlisi bir gün Harput’ta bir dedenin bana söylediği gibi “Neden bir gün durduk yere gitmeye karar verdiler?”
2015 = 1915 + 100 Kızarıklıkları Ermeniler ve 1915; her 24 Nisan’da ABD Başkanı’nın kullanacağı kelime seçimi, küfürler savrulan bir düşman, bizi karalamaya çalışan yabancı güçlerin güdümünde bir tehdit ya da arada gündem karışsın diye bir ikisinin öldürülebileceği bir oyun malzemesi olan bir grup olarak sınırlandırılamayacak kadar geniş. Genişliği tam da hepimizin çocukken hafızalarından asla çıkmayacak şekilde öğretildiği üzere onların birer “Ermeni dölü” yani insan evladı olmalarında
Sokakta yaya demenin yer yer dayakla cezalandırıldığı bir kamusal alanda dil yasağı politikasının içine doğmuş, Ermeni okullarında dahi Ermenilerin vatan haini olduklarına dair nefret söylemi içerikli ve pek tabi Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belgesellerle büyümüş ve nihayetinde Hrant Dink’in bir gün sokakta yatan ölü bedeniyle istisnasız tüm ailesinin günlerce -sadece evdehıçkırıklı ağlamalarına şahit olmuş bir arkadaşımızın bir Ermeni dölünün büyük senaryolardan sıyrılıp kalbine dokunabilmek için çok doğru bir zaman 2015.
3
Emre Alpun
yatıyor. Esasen tam da ben gibi bir döl idiler bir zamanlar bu insanlar da. Ta ki tam da içimizden bazıları (ya da birçokları) bu döllerin insan olduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırıp da başka başka sıfatlarla beynimizi bulandırıp kalbimizi sağır edinceye dek. “Bir gün Ağrı’nın bizimkine komşu olan köyündeki çocuklarla düğünün keyfini çıkartıyorduk. Sıkıldıktan sonra bir ihtiyaç bahanesiyle bazı büyüklerimizle birlikte uzunca bir yola çıktık. Sınıra yakın bir yerlerdeydik ve amcam bize uzaklardan
sınırın öbür tarafında ot toplayan Ermenileri gösterdi. Arkadaşlarım ve ben dakikalarca şaşkınlığı üzerimizden atamadık çünkü bu insanların bize sürekli evde, sokakta anlatıldığı gibi kuyrukları yoktu. Basbayağı bizim gibiydiler.”
Ailesine bu gerçeğin gizlenme nedeni sorulduğunda ise Anait tüm akrabalarından aynı cevabı almış :
Günümüz şartlarında inanmanın bir hayli güç olduğu bu anlatı şu anda Galatasaray Üniversite’sinde hocalık yapan bir hukukçu ağabeyimin doğrudan deneyim “Seni korumak ve Türklere paylaşımından sadece küçük bir alıntı. Tam da bu düşman olmaman için noktadan şiddet politikalarını ve asimilasyon söylemedik.” felsefesini tartışmak gerek. Ötekileştirmenin zihin kodlarını her yönüyle içeren bu anekdot da açıkça Şiddetten kaçınma biçimi gösteriyor ki yabancılaştırma ve yok sayma – bir çok olarak sürekli savunmada faşist uygulamada farklı gruplar için mütemadiyen kalmak ve bizzat kendi yapıldığını gördüğümüz üzere- önce farklılaştırma ve kimliğini yok saymak uzaklaştırmayla başlar. İşte tam bu noktada ben tüm Türkiye’de yaşayan yazımda bu büyük kavramlara, içi doldurulamayan Ermeniler’de çok görülen politik söylemlere ya da ideolojik ve tarihsel duruşlara ve bir durum. Halen ‘gerçek’lere değil bizzat öznenin kendisine olayın Samatya’da yaşayan ve müdahiline yani söz konusu döllere odaklanacağım. Kök-kimlik-aidiyet üçgeninde yadsınamaz bir yer tutan yuva kavramı kişinin kendini konumlandırmasında, aidiyet atamasında ve kişilik gelişiminde önemli bir yer tutar. İsveç’te Süryanilerle yapılan sosyal-kültürel antropoloji çalışmaları sırasında Stockholm’deki üçüncü nesil Süryanilerin hala “sizce yuva neresi?” sorusuna cevap olarak Mardin’i ve Midyat’ı vermelerinde saklıdır tam da yuva denen kavramın bütünselleştiriciliği ve bağları korumadaki rolü. Ağrı Dağı’nın eteklerindeki köyde yaşanan bir hikayeyi devam ettirmek için Ararat[i]sayesinde kavuşan aşıkların öyküsüne değinmek istiyorum. Anait[ii] isimli şu anda 50’li yaşlarında sivil toplumda son derece aktif ve etnik kimliğini açıkça yaşayan bir kadının anlatımları şöyle: “70’li yıllarda bir gün Teşvikiye’de bir yerde oturuyorum arkadaşlarla. Bir genç eli ayağına dolanmış bir halde geldi ve sen Ağrılı mısın diye sordu. Çocuk ısrarla halasına çok benzediğimi acaba kendisini ve ailesini tanıyıp tanımadığını sordu. Ben güzel ve alımlıydım. Bu çocuğun da bana kur yapmak vesilesiyle böyle gereksiz bir muhabbet kurmaya çalıştığını düşündüm ve tersledim. Çocuk her şeye rağmen öğrenirsen beni Teknik Lise’de bul diyerek ayrıldı. Bu münasebetsiz olayı akşam sofrada otururken ailemle biraz gülerek biraz temkinli paylaştım ve babamın yüzü kırmızıya döndü, annem ise kendini tutamayarak ağlamaya başladı. İşte ben bir Ermeni kızı olduğumu tamı tamına yirmi yaşında ve sokakta karşılaştığım çok büyük ihtimalle akrabam olan bir genç sayesinde öğrenmiştim. O anda yıllar boyu evdeki yasaklı konuların varlığı, neden dedelerimiz hakkında hiç bir şeyin anlatılmadığı ve daha bir sürü gündelik ayrıntı yerine oturdu. Her şey bir anda aydınlandı. Ararat’ın eteklerinden sürülen ve yıllar sonra Lübnan’da bir Ararat fotoğrafı sayesinde birbirlerine kavuşan babaannem ile dedemin hikayesini o gece öğrendim ve bir daha da asla unutamadım.”
4
askerde adli mahkumlara has olan “sakıncalılar” sınıfına sırf Ermeni olduğu için konulan Sarkis Amca’nın dile getirdiği “Keşke bizi de öldürselerdi de bu acıları yaşamasaydık[iii]” söylemi gibi bir çok temsilde köksüzleşme halini gözlemlemek mümkün. Kemani Serkis Efendi’nin meşhur bestesinde söylediği gibi “kimseye etmem şikayet” hali sokağa çıktığımız zaman 60 bin kadar kalan Ermeni halkının da gerçeklerini yansıtıyor. 1915 olaylarının üzerinden bir asır geçmek üzereyken artık merhamet değil adalet isteyen bir halkın sesine kulak verme zamanının geldiğinin hepimiz farkındayız. Sokakta yaya demenin yer yer dayakla cezalandırıldığı bir kamusal alanda dil yasağı politikasının içine doğmuş, Ermeni okullarında dahi Ermenilerin vatan haini olduklarına dair nefret söylemi içerikli ve pek tabi Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belgesellerle büyümüş ve nihayetinde Hrant Dink’in bir gün sokakta yatan ölü bedeniyle istisnasız tüm ailesinin günlerce -sadece evde- hıçkırıklı ağlamalarına şahit olmuş bir arkadaşımızın bir Ermeni dölünün büyük senaryolardan sıyrılıp kalbine dokunabilmek için çok doğru bir zaman 2015. Yüz kızarıklıklarımızı, yaşanan ve yaşatılan tüm acılarımızı tekrar dile getirmenin tam zamanı belki de. Çünkü biliyoruz ki geçmiş geçip giden bir şey olmanın çok ötesinde şu anı da biçimlendiren ve dönüştüren zaman üstü bir kavram. Psikanalizde travmanın nesilden nesle daha anne karnındayken aktarıldığını biliyoruz. Peki bizler gerçekten sonraki nesillere sustukça güçlenen, halının altına süpürdükçe üzerinde sandalyenin durmasını engelleyecek kadar büyüyen bu acıları bu travmaları mı miras bırakmak istiyoruz? Tüm bunların cevabını yine
5
bizler acının acıdan üstün olmadığını bilerek ve yargılamadan ortaklaşarak ve duygudaşlıkla anlamaya çalışan bizler vereceğiz. “İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Öylesine benzer ki Ve avlularına Ve sözlerine Hasretine, yalanına benzer Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir”[iv] [i] Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra oturduğuna ve Mitolojik olarak Ermeni ırkının ortaya çıkışına mekan olduğuna inanılan Ağrı Dağı’nın eski Türkçe’deki ve halen Ermenice‘deki karşılığı. [ii] Tüm kişi isimleri gibi bu da tamamen kurmacadır fakat olaylar aktarıldığı şekliyle yazıya geçirilmiştir. [iii] Hrant Dink ‘in öldürülmesinin akabinde yapılan konuşmada resmi makamlarca yaşadığı ayrımcılık örneklerine dair sorduğum bir soru üzerine [iv] Cansever, Edip: Mendilimde Kan Sesleri
6
10birKitap Sevgi Akkaya Ağula – Sibel K. TÜRKER (Öykü) 2006 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü alan kitap, kendilerini paramparça edip sonra kırıklarıyla derilerini yüzen insanlara dair kısa öyküleri içeriyor. Öykülerin tamamı okuyucuyu öyle bir düşünüşe sürüklüyor ki yaşadığımız kederlerin biçimlerindense sözlerine odaklanmış buluyoruz kendimizi. Okurken yaşamıma dönüp baktım ve kahroldum. Öyküler tek kelime ile tekinsiz!
Taşraya Bakmak – Tanıl BORA (Derleme) Türkiye’de yaşamanın bir başka yüzüne ilişkin bir derleme. Yaşadığım şehir, üniversitenin getirdiği öğrenci popülasyonu nedeniyle aslında bir modern yaşam alanı gibi gözükse de taşra geleneğini fazlasıyla taşıyor. Kendimi, ailemi, komşumu yeniden gözden geçirdim. Türkiye’nin genç insanı için bambaşka bir içgörü demek bu.
Bazuka – Murat UYURKULAK (Öykü) Güncel edebiyatımızda çok ilginç işler yapılmakta millet! Bu kitapta o ilginç işlerden birkaçı bulunuyor. Öykücülükte yeni bir bağlam keşfettim Bazuka’yı okurken. “Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler” olarak sunulmuş. Yetişkin olmakla aşkı yalnızlığı ve şiddeti tekrar gözden geçirip, salt ilişkilerini görmüş bir yazın.
Kule – Mehmet KAZIM (Şiir) 1998’de Yunus Nadi Şiir Ödülü almış bu şiirler. Kendinin ve ötekinin yolculuğuna ilişkin hepsi. Şiire bakış açımla ilgili değişik bir deneyimdi. Mehmet KAZIM’ın şairliğinin de ötesinde ne kadar üst düzey bir okur olduğunu görüp de şaşırmamak elde değil. Şaşırmıştım.
Korkma İnsancık Korkma – Turgut ÖZAKMAN (Roman) On ya da on bir yaşında falanım, doğum günümde tutuşturuldu bu kitap elime. Cinsellik, edebiyat gibi şeyler denildiğini hatırlıyorum. Garipti o zaman. Geçenlerde elime geçti kütüphanemi düzenlerken, işimi bırakıp oturdum karıştırmaya başladım. Saatler sonra bitti kitap. Anladım. Turgut ÖZAKMAN’ın vakitsiz romancılığının en güzel örneği sanırım. Bir şehir, bir toplum, bir siyaset, bir gelenek küçücük birinin üzerine nasıl bu kadar gelir?
7
Hakkari’de Bir Mevsim – Ferit EDGÜ (Roman) Şimdiye dek okuduğum en ilginç şeydi! Düşü gerçekten, kendimi hikayeden ayıramadım. Bu kadar.
Devir – Ece TEMELKURAN (Roman) Hazır kelebekler de meclise girmişken, okuma listenizin başına koyun derim. Dönem romanı olması sebebiyle çok beğeneniyle de karşılaştım, “Böyle olmamıştı ki!” diye hiddetleneni de gördüm. Ama aslında o kadar da önemli mi tüm bunlar? Ne yaşadığınız, gerçekte ne olduğundan daha önemlidir dostlarım.
Eski Bahçe Eski Sevgi – Tezer ÖZLÜ (Öykü) Açık konuşayım, Tezer ÖZLÜ’nün olayını bir türlü ikna olabileceğim bir yere oturtamıyordum. Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okumuştum ilk ve benzeri birkaç şey daha. Ne söylediğini anlıyor, ruh haline tanıklık ediyorum. Ancak bunalımını ve var olmakla alıp verememesini bir kenara bırakacak olursam, bu intihara meyilli şahsı neden bir edebiyat çerçevesinde okuduğumu bir türlü tanımlayamıyordum. Sonra Eski Bahçe Eski Sevgi’yi okudum. Onun müthiş yeteneğine hiç bu kadar açık seçik şahit olmamıştım.
Gölgesizler – Hasan Ali TOPTAŞ (Roman) İlk Hasan Ali TOPTAŞ okumamdı. O zamanlar huy edinmiştim, ödüllü eserleri listeleyip sıra sıra okuyordum. Bu ödüllerin amacını anlamaya çalışıyordum. 1994 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış bu kitap. Ödüllü kitap okuma takıntım geçtikten sonra kitabı ikinci kez okuduğumda, romanın başarısı benim için fazlasıyla netti.
İpek ve Bakır – Tomris UYAR (Öykü) Annem Tomris UYAR’ın güncelerini çok sever, bense öykülerini. Sanırım gizliden gizliye başka bir hayatı yaşamak istiyor. Turgut’la tanışmak istiyor belki, ya da ne bileyim Turgut’la ayrılmak istiyor. Ama annem iyi bir modern öykücü olmak istemiyor belli ki, annem neden öyküler dururken hayatlara imreniyor? Gerçi annem magazin programlarını da çok sever. Gizlilik ihlal etmeyi seven tuhaf kadın!
Peri Gazozu – Ercan KESAL (Roman) Bir kitap sitesinde roman kategorisinde diye şimdilik Peri Gazozu’ndan böyle bahsedeceğim. Açıkçası kitabı sınıflandırmakta zorlanıyorum. Ercan KESAL’ın okuyucuyu da peşine takıp anı anı gezmesi biraz Eternal Sunshine of the Spotless Mind havasına sahip, biraz film izliyormuşuz gibi. Biz okumazsak hikayeleri nefessiz kalıp solacakmış gibi.
8
Uçuşmak...
Ayşe Kevser Arslan
1. Uyandım. Ne sıcağa, ne soğuğa. Sadece uyandım. Belki biraz duvarların beyazına. Sarı bir duvar kağıdım yok yani anlayacağın. Beyaz, boş duvarlar. Perdelerim de sarı değil. Çirkin bir mavi. Ama sarı kokuyor. Nasıl koktu ğunu anlatmama ge rek yok, benden daha iyi biliyor sundur sarının nasıl koktuğunu. Histerik. Bize biçilen sıfat buymuş Char lotte ve keli menin özüne uygun, gelişine biçmişler öyle. Uyandım ve ben bugün saçlarımı kestirdim. Bir sene den fazla olmuştu saç larıma makas değmeyeli. Uzun ve güzeldiler. Uçları sarı. Sarı. Sarı kokuyordu saçlarım da perdeler gibi. Kestirdim. Kırıklarını aldırmak istedim. Çünkü duvarların beyazına uyandığımda kırıklarım vardı Charlotte. Ve yazmak işe yaramadı. Bir defterim var, “Yazıyorum, çünkü beni iyi yapıyor” yazıyor üstünde. Yapmadı. Hem zaten defterimi saklayacağım kimse de yoktu.
10
Ben kendimi odaya kilitle medim Charlotte. Üzeri me, önceki gün san dalyenin üstüne fır lattığım birkaç par ça giysiyi geçirdim ve aynaya baktım. Uçları sarı saçla rıma. Uçları sarı, kendisi sarı kokan saçlarıma. Sonra ka pıyı çektim, çıktım. Ve kilitledim. Anah tarı yuttum Charlotte. Yuttum. Sonra gittim ve kırıklarımı aldırdım. Histerik. Bize biçilen sıfat buy muş Charlotte. Histerik.
2. 4 Ekim Gidişinin üzerinden tam 44 yıl geçmiş. Ve gittiğin günün üzerinden 44 yıl geçtiğinde ben başka bir şehirde, başka olacağını sandığım bir hayat tayım. Ellerim yapış yapış. Arpa ve şeker. Saçlarım. Tütün. Saçlarım az daha dalgalı olsa, aynı senin saçların Janis. Ellerimi içlerinden geçirip ar kaya atıyorum, gözlerim kısık. Duman. “Don’t you know, you’re nothing more than a one night stand.” Biliyorum Janis. Biliyorlar. Hepimiz biliyoruz. Bu duman, arpa ve şeker, saçlarımın dalgası ve kısık gözlerim. Onlar da one night stand. Birkaç dakikaya sıkışan mutluluğum, bu sokak, bu ay ve yazdan kalma bu hava. Hepsi one night stand. Gel. Kalbimin minik bir parçasını daha al. Biliyorsun, bu seni iyi yapıyor. Peki ben. Hiç.
11
MÜZİKTE İCRA VE YORUM
Yasemen Aktaş,
Bir şarkıyı yeniden yorumlayarak seslendirmek -cover`lamak- zor zanaat. İnsan bir şarkının aslına bayılır da diğer versiyonlarına katlanamaz ya… Ya da tam tersi, kimi şarkıların başka bir elden çıkmış halinden aldığımız keyif ayrıdır. Her ne kadar insanlar klasik müziği (aynı şekilde cazı) müzik denen kavramdan tamamen ayrışmış bir şey olarak algılasa da klasik aslında bugün dinlediğimiz müziğin temelidir, bu başka bir tartışma konusu. Bugün klasik müzikte cover nasıl olur, ben bundan bahis açmak istiyorum. Başta da belirttiğim gibi klasik müziği ilk anda yeniden yorumlanması mümkün bir şey olarak düşünmeyiz. Genellikle kafamızdaki klasik parçaları yorumlayanın kim olduğuna dikkat etmeyiz; bu parçalar aklımızda tek bir formda bulunurlar. Diğer şarkılara yaptığımız muamele de buna benzer çünkü. Lakin meselenin aslını derinden incelersek klasik parçalar
12
en çok yorumlanan parçalar olsa gerek. En basitinden düşünün ki Beethoven’ın Für Elise’ini yorumlamayan piyanist var mıdır şu dünyada? Çok acemi olanlar dahi en azından aranjmanlarla şansını denemiş, öyle ya da böyle bir yorum ortaya koymuştur. İnsanların, bu eserleri kaynağından öğrenmeleri çok güzel; sonuçta kafalarında oluşan ideal tamamen bestecilerin direktifleriyle oluşuyor. Bir dakika, işte burası biraz çetrefilli. Burada duruyorum. Bir müzik yazısı düşünelim, burada neler olmasını bekleriz? Notalardan önce verilen başlık, besteci, gerekirse sınıflandırma bilgileri (Opus, Köchel, BWV gibi) vesaire. Ardından notalar gelir; bir de notaların altında ve üstünde gerek sözcüklerle gerekse nota diline ait işaretlerle düşülmüş notlar. Bu notlar önemlidir, parçayı icra eden (!) müzisyeni parçayı nasıl çalması gerektiğine dair bilgilendirir. Bu işleviyle bestecinin notları, müziği mekaniklikten
kurtarır, organik hale getirir. -Konuyla çok da alakalı olmayan bir beyin egzersiziElektronik müziğin eksik olduğu nokta bu denebilir mi? Aynı egzersizin ikinci adımı olarak; elektronik müzik bu bağlamda ne kadar yorumlanabilir?
direktiflerinin kısıtlaması altına girmişlerdir. Buradaki “kısıtlama” kötü bir anlam ifade etmemektedir. Tam aksine icracı, icracılığının farkındadır; kendi isteğiyle, ideale yakın kalmak adına bestecinin sınırlarında kalmaya çalışır. İcra zordur, büyük bir sorumluluktur, bestecinin yükü ve mirası icracının omuzlarındadır.
Elektronik müzikle ilgili entel dantel eleştiri mahiyetli sorularımdan ayrı olarak, bestecinin notları üzerinde biraz daha durmam gerektiğini hissediyorum. Bestecinin notları icracıyı (!) ne kadar yönlendirir ve icranın oluşmasında ne kadar etkili olabilir? Besteci bu yolla müzisyeni kısıtlamayı ve ele geçirmeyi mi; yoksa müzisyenle o sözünü ettiğim organik bağı kurmayı mı amaçlar? Bu durum besteciden besteciye değişir mi? Şimdi bunları biraz irdeleyelim.
İcra etmek ile ilgili söylediklerimin tam tersini yorumlamak kavramına uydurmak yanlış olur. Bu kavramlar taban tabana zıt kavramlar değillerdir. Bu durumda yorumculara saygısız ve sorumsuz muamelesi yapmış oluruz. Yorumlar değerlidir, müzik evrenindeki nadide pırıltılardır. Yorumun icradan ayrılan temel özelliği, yorumda bestecinin müzisyen üzerindeki etkisinin azalmasıdır. Yorumcu idealini, hem besteci direktiflerini hem de kendi müzikal bakış açısını harmanlayarak oluşturur.
İrdelemeden önce, icra etmek ve icracı sözcüklerinin yanına ünlemler kondurdum ve bunu zihninizi gıdıklamak için yaptım. Kırdıysam özür dilerim ama yazımın kilit noktası tam da bu aslında; icracı ve yorumcu arasındaki fark. Genel anlamda icra etmek ve yorumlamak fiillerini bir parçayı çalmak ile eşdeğer kullanıyoruz. Dikkat çektiğime göre durum olması gerektiği gibi değil, ama hizmette sınır tanımam. Aynı sözcüğü döndüre dolaştıra kullanmayı sevmeyen sevgili yazarlar için yorumlamak sözcüğünü kullanmalarının daha doğru olduğunu burada belirteyim. Nedenine gelince, icra etmenin müzik adına tanımladığı şey daha nesneldir. Modern anlamda kopyala-yapıştır ile benzerdir. Bir icracı, elbette teorik anlamda, çaldığı eserin bestecisine “saygı duyarak” onun direktiflerini elinden geldiğince uygulamaya çalışır. İcra etmek pratikte karşılık buluyor olsa da icranın temelinde belirli bir ideal bulunduğundan teorik bir yönü de vardır. Her icracının kendine biçtiği ideal, düşünme biçimlerinden dolayı farklı olsa da farklı icracıların icraları arasında büyük farklar gözlenmez. Ne kadar fazla da olsalar icracılar besteci
Bu zamana kadar yaptığım dinlemelerde yorumcuların değiştirmeye yeltendiği ilk unsurun ritim olduğunu fark ettim. Özellikle Romantik Dönem Eserleri, müzikal yapı bakımından barok dönem eserlerine göre daha basit olduğu için amiyane tabirle “nereye çeksen oraya gidiyor”. Sonuçta romantik dönem eserlerinin temel amacı, matematiksel ustalık göstermekten ziyade temel denklemlerle insan duygularını ve duyarlılığını zirveye çıkarmaktır. Zaten yorumcu yönüyle öne çıkan müzisyenlerin genelde romantik dönem bestecilerini yorumladıklarını görebilirsiniz.
Barok Dönem Eseri yorumlamak ise oldukça güçtür. Her ne kadar bestecinin sözlü direktifleri az olsa da barok müziğin örgüsünde bir ağırlık vardır; özellikle ritimde yapılan oynamalar müziğin duyulmasını ve anlaşılmasını zorlaştırır. Eğitim-öğretiminizin herhangi bir senesinde, size Bach öğretmeye çalışan bir müzik öğretmeniniz olduysa, hocanızın Bach konusunda ne kadar sert olduğunu
13
da hatırlarsınız. Yorum sadece tempo esnetip sıkıştırmak, ritimle oynamak gibi algılanmasın. Yorum; notaların seslendirilişinden besteci notlarının değerlendirilişine kadar geniş bir aktivite alanını tanımlar. Bu yüzden icranın aksine, bir parçanın farklı yorumcuların elinde nasıl şekil değiştirdiğine tanık oluruz. Sözünü ettiğim şekil değiştirme, kimi zaman esere yepyeni bir soluk getiriyor olsa da kimi zaman eserin yitip gitmesine neden olabiliyor. “Bir eser nasıl yitebilir?” diye soracak olursanız, bunun tamamen duyulan müzikle ilgili olmadığını belirtmek gerekir. Bir müzik okuyucusu, bestenin asıl kaynağında çizilmiş sınırların dışına fazla çıkıldığını anlayabilir. Durum böyle ise eser, kendisi olmaktan çıkmış, yaratıcısından kopmaya başlamıştır. Yaratıcı ile yorumcu arasındaki organik bağ zayıflamıştır. Peki, bu sınırlar burada konuşulduğu kadar nesnel mi? Kesinlikle hayır. Bestecinin notlarının rehberliğinde oluşturulan ideal yorum tamamen müzisyen tarafından oluşturulur ve yoruma yorum diyebilmek için gereken ilk kriter de budur. Sınır belirleme ve sınırı aşma gibi hususlar da tamamen özneldir. Bu hususları tartışmaksa müzik eleştirmenlerinin işidir. Tıpkı yorumcular gibi onların da eleştirileri arasındaki fark, düşünme biçimlerindeki farklılıktan ve insan olmaktan kaynaklıdır. Kim sınırı aşıyor? Bu soruya vereceğim cevap biraz önce söz ettiğim nedenlerden dolayı herhangi bir nesnellik ölçütünde değerlendirilmemeli. Yine de söylemek istediğim şeyler var. Yaptığım dinlemeler sonucunda kazanımım kimin sınırı aştığından çok, kimin sınırlarının aşıldığı konusunda oldu. Barok dönem eserlerinin yorumlanmasının oldukça zor olduğunu daha önce belirtmiştim, zaten bu yüzden müzisyenler bunları icra etmeyi yeğliyorlar. Barok
14
döneme dair dinlemelerimi çoğunlukla icralar üzerinden yaptım, öyle denk geldi de denebilir. Fakat romantik dönem bestecilerinde farklı yorumlar dinlemeye özel bir özen gösterdim. En “mağdur” besteciler listemin birinci sırasında Chopin var. Chopin’in müziği, hayatına sıkı sıkıya bağlı; kendisi hırçın bir kişilik olmaktan çok hayatı boyunca oldukça mütevazı tavırlar sergilemiş. Bazı istisnalar (özellikle empromptüler) dışında Chopin’in tınılarındaki yumuşaklığın ve naifliğin, yorumcular tarafından pek anlaşılamadığı kanaatindeyim. Amatör bir yorumcu olarak kimi zaman ben de kendimi Chopin’in müziğinin rahatlığına ve esnekliğine kaptırıyor, hatta ve hatta bunu kendime eğlence malzemesi yapıyor olsam da; kendimi en kısa sürede kontrol altına alıp icra çizgisinde kalmaya çalışıyorum. O kadar ki bazen barok bir eser icra edercesine Chopin çalıp romantik müziğin icra sınırını zorluyorum. Bana kalırsa oldukça faydalı bir egzersiz, alt ve üst sınırlarına çalıştığım bir parçayı yorumlarken pekâlâ istikrarı ve müzikaliteyi yakalayabilirim. Öyleyse amatörler yorumculuğa soyunmasın mı? Bir süreliğine evet, bence belli bir müzikal/enstrümantal olgunluğa erişmeyi beklemeden ciddi yorumlar yaratmak bunun zor olmasının yanında pek iyi sonuçlar doğurmayabilir. Müziğin temel bileşenlerini analiz etme yetisine sahip olmadan onları nasıl koruyacağını bilmeyen bir yorumcu, bestenin bütünlüğünü ve anlamını zedeleyebilir. Yine de amatör yorumcuyu bir çocuğa benzetirsek bazen çocukların sorularının sandığımızdan daha akıllıca olduğunu geç fark etmemiz gibi amatör bir yorumda da ince özgünlükler, gelecek yorumlara dair olumlu sinyaller alınabilir. Yine de amatörlere, konserlerde böylesine büyük bir yükle uğraşmak ve risk almak yerine düzgün bir icra oluşturmanın daha iyi bir fikir olduğunu söylemeliyim. Öyle ya, iyi bir yorumcu olmanın güvenilir bir yolu iyi
bir icracı olmaktır. Kaliteli yorumcuların müzikal temelleri köklü ve sağlamdır. Sonuç olarak, yorumlama ihtiyacı müziğin öznelliği ve duygusallığından ileri gelir. Fakat öyle eserler vardır ki, bestecinin istediği yorumlama şekli eser için oldukça yeterlidir. Bu gibi durumlarda icranın güvenli kollarına koşmak genelde iyi sonuçlar verir. İcra sınırına yakın durmanın bana göre besteciye saygı açısından da ayrıca bir önemi vardır. Belli bir bestecinin sunulduğu ve anıldığı konserlerde ekstrem yorumları duymak -henüz böylesine bir tecrübe yaşamamış olsam da- kişisel olarak bana yanlış geliyor. Özel bir yorumcuyu dinlerken de, yorumcunun gücünü ve dimağını sergilemesindense kendini tabir-i caizse korumaya alması da aynı şekilde. Bana göre aslolan, müziğin özgün örgüsünün gerektirdiği ölçüleri ve sınırları tanımak, onları değerlendirmeye alarak icra veya yorum arasında karar vermektir.
1 .Aranjman: Müzikte aranjman, bir parçanın ana hatları korunarak tekrar yazılması demektir. Genelde zorluk seviyesini azaltmak veya parçanın orkestrasyonunu değiştirmek için yapılır. 2 .Opus: “Yapıt” anlamında kullanılır. Bazı besteciler yapıtlarının bestelenmiş yada yayınlanmış sırasını belirtmek için Op. kısaltmasını ve yapıtın sıra numarasını kullanırlar. 3 .Köchel: Mozart’ın bestelerinin başında gördüğümüz “Köchel Verzeichnis”in (köchel dizininin) kısaltmasi. Ludwig Alois Friedrich Von Köchel adlı bir müzisyen 1850 yılında Mozart’ın tüm eserlerini besteleniş sırasına göre dizmeye heves eder. Çünkü birçok bestecinin aksine Mozart bestelerini numaralandırmamıştır.
Müziğin kendisi piyano kadar siyah beyaz değildir. Amatör bir müzisyen olarak bu yazıyı nesnel bir makale olarak oluşturmadım, tamamen kendi düşünce dünyamı paylaşmak niyetiyle yola çıktım. Görüşlerimin ciddiye alınmasından çok, okuyanı belli bir müzikal düşünme sistematiği içerisine sokmayı ve okuyanın ufkunu bir parça da olsa açmayı umut ettim. Umuyorum böyle olmuştur. Müzikle,
15
Gรถrsel: Trash Riot trashriotart.tumblr.com
Gözde Berkil
özgürlüğüdür*, değil mi?
Akşamüstü şehrin üzerine çökeceğinden emin olduğunuz sarı sülfür dioksit tabakası ortaya çıkmadan hemen önce, yeryüzüne alev üfleyen güneşin altında, aklınızın takılı kaldığı yerden 7000 mil kadar uzakta olduğunuzu hayal edin. Arka fonda alternatif popun en klişe eserlerini belli belirsiz duyduğunuzu sanıyorsunuz.
Mutlak emin olmaya duyulan derin ihtiyaç 7000 mil uzaklıktan veyahut iç sesin kulağa gelen kadarından çok daha öncelikli 21.yüzyıl kararlarında. Varós mahallelerine yabancılaştığını sanıp tam da onlardan biri olan siyah eskarpinler adım atmadan hemen önce durup sonunda varmayı tasarladığı yere mutlaka varacağından emin olmak istiyor. Halbuki masaya yatırdığı hevesinin artık yabancılığı ile zerre kadar ilgisi yok. Sözde yabancılığı, mutlak iyi ve mutlak kötünün imkansızlığı ile boy ölçüşüyor. Gerisi bayağılıktan biraz daha fazlası değil.
-Elbette kimsenin sizi anlamadığından emin olduğunuz o anda zihninizin kurduğu illüzyondan da geliyor olabilir bu ses-
Farklı coğrafyaların benzerlikleri yok ettiğini yanlış olduğunu gösterecek pek de kanıtınız olmadığından, içinde bulunduğunuz illüzyona gönülden inanmaya başlıyorsunuz. Üstüne üstlük atlayacak soğuk bir suyunuz da yok. 21. yüzyıl varós mahallelerinde en çok iç sesten rahatsız oluyor erbaplar. Bu yüzden kendinizin bile duyamayacağı kadar kısıyorsunuz sesini, hatta bazen kıstığınızı unutup kapattım zannediyorsunuz. Mutluluğunu kahkahasının desibeli ile ölçen göbeği açık amcaların ise zerre kadar umurunda değil bu durum.
Sonuçta itaat, iradesinden vazgeçen için Dünya’nın bütün hatalarını yapabilme
Sarı renkli sülfür dioksitin gökyüzünden çekilişini yine bir akşamüstü izlediğinizi düşünün. Kaç mil uzakta olduğunuzu dahi unutturan netlik arayışından yavaşça vazgeçmeye başlıyorsunuz. Ayağınıza tam oturmamış eskarpinler kendisi ufak, sızısı büyük yaralar oluşturmaya başlamış bile. Onlardan kurtulmak için ne kadar doğru bir zaman! Saniyenin üçte biri zamanda karar verip hemen harekete geçiyorsunuz. Nihayetinde önemli olan nefesi suda ne kadar tutabildiğiniz değil suya ne zaman atladığınızdır. Soğuk suya! *Hakan Günday’ın Daha’sından alıntılanmıştır.
17
ASTRONOMICAL TIME-SLIP Chapter #1 Eysan Demirkaya Melis Salihoğlu _ “Suspend your sorrow. There is an important thing to do.” _ “As is always the case.” _ “How old are you again?” _ “21” _ “Good. You have one more year left. Then you’re gonna start to feel small. So small that you’re gonna start losing your self” _ (Her face gone sour) _ “Haha! You already lost one part of it, didn’t you!? You couldn’t even hold a couple of pieces together, didn’t aye!?” “Naaah! Do not worry, it would have happened anyway. It does not matter.” It would not matter. No, not at all. She couldn’t put her finger on what it meant, but something in Destinova* resonated immediately within her. When she gave a thought to this, she felt a bit on edge just for few seconds. Flanking stars, Destinova yelled: “Share things from the old days, will you!” That was not the sort of thing to be heard from her. After crossing the Universe, she left. It was then that I ate the Sun.
18
Gรถrsel: Philippe Caza, Hydrogenesis
Sigmund Freud’un Rüyaların Yorumu (Interpretation of Dreams) adlı kitabında yaptığı oneirolojiden (rüyaların bilimsel incelenmesinden) farklı bir inceleme karşımıza çıkıyor bu kitapta. Freud bu kitabıyla psikolojinin bazı temellerini oluşturarak (bazı temellerini ise kökünden sarsarak) Oidipus kompleksi ve rüyaların işleyişi gibi pek çok hastalık ve kavramdan bahsetmiş, bilinçaltımızı bir yolculuğa çıkarmıştır. Burroughs ise gördüğü rüyaları kitap haline getirme kaygısı gütmeden, aceleyle aldığı notlar şeklinde saklamıştır. Yolculuğa çıkarttığı şey, biz ya da bilinçaltımız değil, tamamen kendi kişisel gelişim süreci yani ‘eğitimi’dir. Bu nedenle rüya kitabına ‘Eğitimim’ adını vermiştir. Yıllarca gördüğü rüyaları not etmiş, daha sonra Jim McCrary’nin yardımlarıyla notlarını hiçbir ilavede bulunmadan ya da Freud’un aksine çözümlemeye hatta herhangi bir yorum yapmaya yeltenmeden temize çekerek metne dökmüştür.
Burroughs’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Çıplak Şölen (Naked Lunch), kült filmler arasındaki yerini aldı. Nonoş (Queer) adlı kitabında ise kendi eşcinselliğini inceledi. Çoğu eleştirmen, Burroughs’un eserlerinin uyuşturucu kullanımı ve ahlaksızlığı yücelten, özelliksiz yazılar olduğunu düşünmektedir. Ancak onun sanatsal yeterliliğini takdir eden ve yazılarını ileri görüşlülüğünün kanıtı olarak kabul eden eleştirmenler de bulunmaktadır. James Graham Ballard’a göre “II. Dünya Savaşı sonrasındaki en önemli yazar”, Norman Mailer için “dehanın hükmettiği tek Amerikalı yazar” dır. Gel gelelim My Education’a. Kitap, 1960 Nobel edebiyat ödüllü Fransız şair ve diplomat St. John Perse’in sözüyle başlar: “I haunted the city of your dreams, invisible and inconsistent as a fire of thorns in the wind”, “Dadandım hayallerinin şehrine, görünmez ve ısrarcı rüzgârda dikenlerden bir ateş gibi” diyerek bir kaç arkadaşın yardımıyla bu şekilde bir çeviriyi uygun gördüm ve böylece Nobelli bir edebiyatçının sözünü çevirmenin riskini de almış oluyorum, farkındayım.
William Seward Burroughs, Jack Kerouac ve Allen Gingsberg ile birlikte Beat akımını başlatan yazarlardan biri olarak tanınır. Yazılarının çoğu yarı otobiyografik olarak tanımlanabilir. Burroughs daha çok açıkça ifade ettiği eşcinsel eğilimleriyle tanındı ve sıklıkla uyuşturucularla ilgili deneyimlerini yazdı. Burroughs, 1951’deki bir Meksika gezisinde, Giyom Tell’den bir sahne canlandırmaya çalışırken, kazayla ikinci karısı Joan’u vurdu. Bu olaydan sonra hayatının büyük bölümünü Güney Amerika’yı dolaşıp pek çok uyuşturucu deneyerek ve gelecekteki yazıları için araştırma yaparak geçirdi. Yazılarında, birçok kişinin “kafa karıştırıcı ve ukalaca” olarak nitelendirdiği kolaj tekniğini kullandı. Ele aldığı konular çoğunlukla yer altı dünyası ve uyuşturucu alt-kültürleriydi.
Burroughs My Education’daki bazı rüyalarını bir cümleyle, bazı rüyalarını ise birkaç paragrafla olsa da çoğu rüyasını tek bir paragraf halinde yazıya dökmüştür. İstisnai olan bir kaç rüyası iki üç sayfa uzunluğundadır. Burroughs rüyalarının arasına bazen çocukluk anılarını serpiştirmiştir. Yaşadıklarından üstü kapalı bir şekilde bahsetmiştir: “Ev diyebileceğim bir yerim asla olmadı. Benim için evin anlamı elimdeki anahtardan ibaretti. Bu nedenle evim bazen bir apartman dairesi, bazen herhangi bir otelin herhangi bir odasıydı, elimde neyin anahtarı varsa”.
21
Burroughs’un not ettiği ilk rüyasını sizlerle paylaşmak isterim, havaalanındadır. Görevli anons eder “Uçuş 69, Uçuş 69 lütfen, ... numaralı kapıya gidiniz” diye. Burroughs kapıya gider, kendini tanıtır. Derken masanın arkasında bir kadın belirir ve Burroughs’u “Eğitiminizi henüz tamamlamadınız” diyerek uçağa almaz. Burroughs’un ilhamını bu rüyasından aldığını düşünüyorum. Burroughs bu rüyayı 1960’da Naked Lunch adlı ünlü kitabı yayınlandıktan hemen sonra gördüğünü ifade etmiştir. “Yıllardır merak ederim, neden rüyalar bu kadar sıkıcıdır? Ve bu sabah cevabı buldum ki cevap oldukça basitti. Bütün cevaplar gibi sıkıcıydı çünkü biliyordum ki içeriği yoktu. Tıpkı bir bankın yanında oturan doldurulmuş bir hayvan gibi rüyaların da içeriği yoktu”. Burroughs, sıradan bir rüyanın, rüyacının uyanan hayatını tanımladığını söyler. Sonuçta rüyasında bildiği yerler ve insanlar, tutkuları, amaçları ve takıntıları vardır. Böyle rüyalar özel bir tarafsızlık taşır. Aynı zamanda sıkıcıdırlar ve sıradan bir rüyacı için oldukça yaygın görünen rüyalardır. Oysa Burroughs kendi rüyalarının daha farklı bir tarzı olduğunu ileri sürerek kendini sıradan rüyacılardan ayırır. Onun rüyalarında birbirinden alakasız olarak görünen iki farklı deneyimi aynı rüyasında karşısına çıkar, üstelik rüyalarında tanımadığı insanlar, daha önce hiç bulunmadığı yerler hatta alışık olmadığı kokular vardır. Çoğu rüyasında kendini ‘havadan daha hafif’ olarak tanımlar. Rüyalarında uçurumdan düşmek üzeredir ya da yüksek bir binanın balkonunda yere düşmemek için tutunurken görür kendini fakat asla düşmez. Bazı rüyalarında ise tamamen uçar, yönünün ve hızının bütün kontrolünün kendinde olduğunu hissettiğini söyler. Burroughs’u özel kılan yönü ise ne zaman uyanabileceğine bazen kolaylıkla karar verebilmesidir.
22
Burroughs rüyalarının sonuna yaklaşırken not almaya başladığı ‘havaalanı rüyasının’ farklı bir versiyonunu görür. Bu sefer hissettiklerini kendine güveninin artması, demirden bir ağacın çok kuvvetli bir rüzgârda sallanması olarak tanımlar. Bir koridordadır, bunun havaalanında bir koridor olduğunu varsayar. Bacakları iki küçük çocuktan oluşmaktadır, biri diğerinden yaşça biraz daha büyüktür, yaklaşık 8 yaşlarındalardır bu bacak çocukları. Onlara biraz pirinç uzatır, büyük çocuk Burroughs’un elini kavrar ve sıkıca el sıkışırlar. Bu rüyası ona kendi çocukluğunu hatırlatır. Ve çocukken dediği bir cümleyi hatırlar, “Büyüdüğümde, bu mide bulandırıcı yemeklerden yemeyeceğim. Bir yolunu bulup bütün dünyayı dolaşacağım”. Bu nedenle son rüyalarında sürekli gezmektedir. Bir tren yolculuğu yapmaktadır. Gece, zar zor yatacak bir yer bulabilmiştir trende. Tren çok hızlı gider ve Burroughs makinistin ne yaptığını bilip bilmediğini düşünür. Çarpışma yaşanmasından korkar ve derken tren İngiltere sınırına gelir. Kıyafet denetlemesi için tren durur. Burroughs’un üstünde bir bornoz, bornozunun cebinde sakladığı eroin paketi vardır. Burroughs rüyasında “Cebimdeki eroin paketi bulunursa, eğitimimi tamamlamam için müfettişe kendimi savunmam gerekecek” diye düşünür. Burroughs, son gece gördüğü rüyasını ise şu şekilde anlatır: “Kâğıttan bir ufuk çizgisi... Mevsim nisan ve eroin paketim boş gözükmekte. Bu da dert mi? Hemen kedi takvimine bakmalı... Boş bir öğleden sonra... Michael kendini vurdu, akıllardan ‘Neden?’ sorusunu da silmiş oldu. Tozdan yoğun ve yapış yapış... Gezegen cansız… Tepeden gelen bir ışık sönecek gibi titriyor, eskiyen şakalarda olduğu gibi. Bu da eskiyen bir oyuncu, gördün mü? Ben miydim o? Sen kimsin?
Biri intihar etti. Tanıdığım insanlardan. Detaylarını bilmiyorum. Franklin sokağında çatı katı ve bir de uyku hapları... [...] Bir şeyler değişiyordu, ben değişmeden kalabilecek miydim?”. Michael Emerton’u gördüğü rüyasını ise şöyle anlatmaktadır: “ Günlerden perşembeydi. Benim için uğursuz bir bağ vardı: Ben 5 Şubat 1914’te doğmuştum, günlerden perşembeydi. Eylül’ün 17’si de benim için ayrıca özel bir tarihtir. Özel olmasının herhangi bir nedeni yoktu ama önemliydi. Bu tarih ya bana yarıyordu ya da kötü şans getiriyordu. Lawrence’daki evimden sabah 8 gibi ayrıldım. Michael Emerton BMW’sini kullanıyordu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Gökyüzünde sarı-gri bir sis dalgası... Yol ücretlerinin alındığı gişeden geçtik, taş ocakları ve göl de arkamızda kalmıştı. Saatte 65 mil hızla gidiyorduk. Sonra yağmur yavaşladı fakat görüşümüz BMW’nin kaportasına kadar sınırlanmıştı. Ne söylemem gerektiğini ve artık söylemem gerektiğini biliyordum. Ona “Tanrı aşkına Michael, yavaşla ve arabayı kenara çek” demem gerekiyordu. Derken araba suda kaymaya başladı ve banketlere çarptı ve yolda karşı tarafa kayarak denize doğru gidiyorduk. ‘Duuuurr!’ diye bağırıyordum. Bir anlığına hareket edemedim, bizi kurtaracak bir mekanizmayı hayalimde canlandırırmışçasına ‘Ambulansa ihtiyacım var’ diye kendi kendime mırıldandım. Sonra arabanın kapıları açıldı, kahverengi bir rüzgârlık giymiş olan genç bir adam yürüyüp yürüyemeyeceğimi sordu. Sopamla ve onun desteğiyle yürüyebileceğimi söyledim. ‘Acele etsek iyi olur’ dedi genç adam, ‘ Araba her an ateş alabilir’. Diğer genç adam ise Michael’a yardım ediyordu. Bizi kamyon durağına kadar götürdüler ve ölmediğimiz için şanslı olduğumuzu söylediler”.
“Michael B.Emerton 4 kasım 1992’de kendini vurdu. Kelimelerle anlatmakta en çok zorlandığım bir tecrübeydi bu. İçimi bir boşluğun kapladığını hatırlıyorum; onarılamaz bir kaybın getirdiği farkındalığın ani acısı. Penceremden bakınca Ruski’nin mezarının mermer taşını görebiliyordum. Ruski... Benim ilk ve son özel kedimdi. Batı Kansas ormanlarının Rus Mavisi kedim... Ne zaman Ruski’nin mezarını görsem, bir boşluk hissine kapılıyorum ya da kapılıyordum. Artık hissetmiyorum ve biliyorum bir daha hissetmeyeceğim”.
(Kitap 1995’te basılmış ve Michael Emerton’a ithaf edilmiştir. Michael Emerton 4 Kasım 1992’de kendini vurarak intihar etmiştir).
23
Canavar Romancı
Dalmış seyrederken bir an bana baktığını fark ettim, gülümsedi ve arka daşlarına bir şeyler söyleyip masama doğru yürümeye başladı. Hayatımın en uzun anlarından biriydi dostum. Sandalyeyi çekip oturdu ve artık karşımdaydı işte. Tekrar gülümsedi ve “Merhaba,” dedi, “geçtiğimiz gün kitapçıda karşılaşmıştık.” “Öyle mi,” dedim, “hatırlayamadım.” Ağırdan satıyordum kendimi. “Emir de vardı yanımda.” Konuştukça sol kaşındaki hızması aşağı yukarı hareket ediyordu, ona takılmamak imkânsızdı. “Evet, şimdi hatırladım.” Gülümsemesi yüzüme bulaştı, ben de gülümsedim.
24
Hasan Basri Çifci
“Masada sizi biraz kötü gördüm, yüzünüz kıpkırmızı olmuştu, bir sorun var sandım.” “Teşekkür ederim, işlerim biraz zorluyor da beni,” dedim. Masanın üstündeki gazete kupürlerine, kitaplara ve karalanmış bir sürü not kâğıdına baktı. “Bu kitabı çok severim,” dedi ve Ağır Roman’ı aldı eline. “Aslında onun üzerine çalışıyorum, daha doğrusu yazarının.” “Nasıl yani?” Sana bu mektubu yazarken şunu fark ediyorum dostum, hayatımın hiçbir anını bu kadar detaylıca hatırlamıyorum. O masada biriken her söz gideğenleriyle hafızama aktı o gün.
“Metin Kaçan, kitabın yazarı, geçtiğimiz ay intihar etti. Çok erken bir ölümdü bu bence. Gazete haberlerine, kitaplarına bakıyordum, yazarı tanımaya çalışıyor dum.” Üç numaralı planımdı bu. “Her ölüm erken ölümdür, der Cemal Süreya.” Maria’nın söylediği, bu kaç nu maralı şiirdi? “Evet öyle, ama Metin Kaçan’ın ölümü başka gibi geliyor bana. Canavar Ro mancı’yı duymuş muydunuz?” Duyma dığını söyledi, ben de bütün hikâyeyi en baştan anlatmaya karar verdim. “O halde anlatayım. Metin Kaçan başka bir sebeple intihar etmiş olabilir, ama yaşamı ölümünden daha çok konuşulmuş bir yazardı. Bundan yirmi yıl kadar önce bir arkadaşıyla Güneş K. isimli bir kadına tecavüz ve darp suçlamasıyla yargı landılar. Medya bir karalama kampanyası başlattı. Onlara Canavar Romancı ve arkadaşı diyorlardı. Metin Kaçan da hep isyan etti buna. Mahkeme onu haksız buldu, dört yıl hapis yattı ve çıktı. Kupürlere baksanıza.” Maria önce Güneş K.’nın yüzünün san sürlendiği fotoğrafa baktı uzun uzun. Güneş K.’nın siyah beyaz gözlerine, siyah beyaz kaşına ve siyah saçlarına baktı. Sonra diğer kupürü eline aldı ve sesli okumaya başladı: “Dövülen, kollarında ve bacaklarında sigara söndürülen, ısırılarak kulağı koparılan, sırtı parçalanan, oral sekse zorlanan ve fiili livatayla tecavüz edilen G. olanlara inanamadığını söylü yor. Ben de inanamıyorum. Gerçek olabilir mi bu?” “Bilmiyorum. Metin Kaçan’ın kişiliği üzerine düşünüyorum şu an. Böyle bir duruma düşmüş olabilir mi diye. Hayalci biri olduğunu okumuştum. Kafasında
25
kurduklarını gerçekmiş gibi yaşar, sonra bunları çevresine anlatırmış. Bir yazar için fazla normal geliyor kulağa, ne dersiniz?” “Normal mi bilemem. Ağır Roman’ı okurken dolu bir adam olduğunu düşünmüştüm. Bu kadın da boş biri değildir herhalde. Sonuçta bir yazarla aşk yaşıyor ve donanımlı bir kadın olduğu gözlerinden okunuyor. Şu sağdaki fotoğrafa bir bakın, yüzü mosmor ve şişmiş. Bu gerçek bir fotoğraf mı?” Omuzlarımı silktim. “Ağır Roman’da da uyuşturucu, seks ve şiddet vardı. Sizce Metin Kaçan gerçek hayatta da böyle bir şey yapmış olamaz mı?” “Ben de öyle düşünmüştüm, o zamanın gazetecileri de bunu yazmış,” dedim köşe yazılarını göstererek. “Ama Ağır Roman yaşanmış bir roman mıdır, onu bilemem. Yazmak için tanımak, deneyimlemek elbette bir yol. Ama sezmek de bir yol.” “Size de tanıdık gelmiyor mu bu terane? Barışmak isteyen eski kocanın cinneti, sokak ortasında aşk dayağı… Bunlar gazetelerde her zaman gör düğümüz türden haberler değil mi? Erzurum’da daha bir hafta önce bir kadını öldürdüler.” “Öyle mi, bilmiyordum. Buralı mısınız,” diye sordum, böylece konuyu değiştirip Erzurum sokaklarını kadın çığ lıklarıyla dolduran o cinayeti çok da konuşmadan geçerdik. “Hayır, Vanlıyım. Bir süreliğine Erzurum’dayım. Söylesenize, çocuk teca vüzlerine, kadın cinayetlerine, erken yaş ta evliliklere sessiz kalabilen adaletin suçsuz iki adama böyle bir ceza vermesi sizce tezat oluşturmuyor mu?”
“Bilemiyorum. Metin Kaçan suçlu mu değil mi, onu da bilemiyorum. Zaten buna ben karar veremem. Vajinada tecavüz bulgusu yok, iki tarafın da pişmanlıkları var, dört yıl hapis yatmış sanıklar, nihayetinde olay iki salon tokadı, birkaç tekme.” Maria’nın yüzü gerildi, artık gülümsemiyordu. “İki salon tokadı, birkaç tekme mi? Ne demek şimdi bu?” Onu sinirlendirmiştim. Yutkundum. “Şiddetin ölçüsü kaç gramdan, kaç tokattan başlar, nerede biter söyler misiniz?” Verecek bir cevabım yoktu. Haklıydı. O masada biriken her söz kötü bir anın parçalarıymış gibi, böbrek taşıymış da canımı yakmazsa kurtulamazmışım gibi gideğenleriyle hafızama aktı o gün. Gülümsemeye çalıştım. Maria sinirle kalktı, “İyi günler dilerim,” dedi, arkadaşlarının yanına dönüp çantasını aldı ve çıktı.
26
Bugün Edebiyat Cemalettin Kaya Muhabbetle başlayalım ilk buluşmamıza. Bugün edebiyatın, yazmanın, okumanın ve sanatın her türlüsünün bize düşürdüğü izleri paylaşalım istedim sizlerle. Bir konu telaşına düşmektense, hem bir sohbet havası sıcaklığı, hem de paylaşmanın tadının mutluluk vereceği şöyle bir yazı kaleme alalım istedim.
bitirme açlığını ve tüketim toplumunu göz önüne aldığımızda yazarların bu konuda çok da suçlu olmadıklarını görürüz. Okurdaki bu tüketim talebini karşılayacak arz kitap olunca, yazarlar-şairler de kazanç kaygısı içerisinde bir aylık süreçte ömrünü tamamlayacak ve ardından hatırlanmayacak, caiz tabirle okurun damağına bir parmak bal çalıp “Bak kalanı bende he!” türünden kitapları havalı kapaklarla piyasaya sürüveriyorlar. Üzerine bir de filmi çekilirse tadından yenmez zaten! Oysa edebiyat okura yeni dünyalar açarken, bazen o dünyalara misafir eder ve bizzat okuru kavrayarak “Bak senin hikâyen bu aslında!” mesajı verir. Heyecan vermeyen, üzmeyen, endişelendirmeyen eserler, önce okuru anlatılan dünyaya özendirir, sonra da yok olur giderler.
Bugünlerde elimde bulunan bir kitapta sıklıkla altını çizdiğim ve tekrar okuduğum kısımlardan yola çıkarak günümüz modern edebiyatı hakkında bazı gözlemlerde bulunmaya çalıştım. Mesela “Neden belirgin bir akım yahut bir yazardan söz etmek, bir Albert Camus, bir Yaşar Kemal ya da Ahmet Hamdi Tanpınar dönemi kadar mümkün değil?” Bunun nedenini konuların kendini tekrar ediyor olmasında mı aramalı yoksa yeni dönem yazarlarının yetersizliğine mi bağlamalı?
Türk hikâyeciliğinde bayrağı zirveye dikip kimselerin oraya yaklaşmasına dahi izin vermeyen Refik Halit Karay’ ı ele alalım. Kısacık hikâyelerin içine Anadolu insanını bu denli sığdırmak nasıl mümkün olabilmişse bugün de böyle dolu dolu, okunası eserler veren yazarların varlığı aşikârdır. Bizdeki temel problem ise kısa yoldan parayı kırmak anlayışından kaynaklanıyor bana göre. Oysa bir yazar aydın olmalıdır. Kendi
Peki, günümüz yazarları yetersiz yahut yeteneksiz mi gerçekten? Elbette hayır. Aslında edebiyat yazdıkça hem kendisini ele veren hem de verdiğinin belki yarısı kadarını kendinde saklayan bir sanat türü olduğundan mıdır nedir, söylenecek sözün, anlatılacak hikâyenin sonu yoktur. Yukarıdaki soruların tek bir yanıtı olmamakla birlikte, günümüzdeki
27
aydın olsun ki ışık da saçabilsin etrafa. Şehirler gezip, insanlar tanıyıp tarih öğrenerek karaktere can vermek bir insanı yazar yapmaz. Milyonlarca kelimeyi doğru kombinasyonla bir araya getirmek çok okumak gerektirir. Belki de bu yüzdendir ki biz fark etmesek bile usta kabul ettiğimiz her yazarın eserlerinin ucunda kıyısında mutlaka birbirine benzeyiş vardır. Önemli olan farklılığı dilde, anlatışta ve karşıdakine hissettirişte okura “Bunu A değil B yazmış!” dedirtebilmek, o özgünlüğü yakalayabilmektir. Yeniden güncel edebiyata dönecek olursak, antika kalmak pahasına da olsa kaliteli çevirileri bulunduğunda Umberto Eco’yu okumak, hem akademik anlamda hem de edebi anlamda bu işe eğildiğini her kitabında bir kez daha gösteren İskender Pala’yı takip etmek, Orhan Pamuk’tan kopmamak, Amin Maalouf’un lezzetinden tatmak, Türk hikâyeciliği ve romanında yeni bir ses yeni bir soluk müjdesi veren Ayfer Tunç’u izlemek bizlerin o kadar da şanssız olmadığına delalet değil mi? Listeyi uzatmak mümkün. Orası size kalmış. Okuyucu profilini yükseltmek, insanlarda bilinç oluşturmak, manipülasyonlara ve vatandaşların aldatılmasının önüne geçmek de yazarlara. Unutmadan da söyleyeyim: Gezi Parkı Olayları’nı, 25 Aralık Soruşturmaları’nı, Suriye Meselesi’ni, Soma Faciası’nı ve son olarak da Suruç Katliamı’nı onlar yazmaz, biz okumazsak gün gelir unutur; George Orwell’ın da dediği gibi “Savaş barıştır!” deriz.
28
Öğle Uykusu Üzerine Zeynep Camuşcu İnsan bazen hangi konuda yazabileceği hususunda sıkıntıya düşüyor. Ağır ve yorucu bir tempodan uzakta olduğumuz dönemlerde, üzerine çok da düşünülmesi gerekmeyen, günlük ve basit dertlerle uğraşmamızın da bu “ilhamsızlıkta” payı olabileceğine inanıyorum. İşte bu basit dertler arasında gidip gelirken, özellikle yaz aylarında bir rutin haline gelen öğle uykusu kavramından yola çıkmaya karar verdim. Öğle uykusunun yaratıcılık ve hayal gücüyle yakın dost olduğuna inanırım. Aslında uyku başlı başına başka dünyaların kapısını aralamak için takip edilmesi gereken bir yoldaştır. Ancak öğle uykusu, gündüz düşleriniz için eleştirilmeyeceğiniz bir zaman yaratmasıyla ayrı bir yerde durur. Yoksa sizin de malumunuz olacağı üzere, “hayalperestlik” kimileri için sizi gerçekleri göz ardı etmekle suçlayabilecekleri bir zemindir. Öğle uykusu beden ve zihin yorgunluğunuzu bahane edip, eleştirilme korkusu olmaksızın kendinize ve düşüncelerinize ayırabileceğiniz kişisel bir zaman dilimi sunar. Öğle uykusunun en güzel kısmı, ışığa karşı savaştığınız ve arka plandaki sesleri giderek daha az işittiğiniz ilk on dakikasıdır. Kimileri ise, size aynı anda hem Dünya’da, hem de ondan çok uzakta olduğunuz izlenimini yaşatacak, aynı belirsizlik hissini tattırma konusunda başarılı, uykudan uyanma kısmını işaret edecektir. Bu hususta, kişisel olarak uyanmalarda hep bir zorluk çektiğimden olsa gerek, bu
savın karşısında durmayı tercih ediyorum. Öğle uykusunun en faydalı yanına gelince… Çeşitli aksiliklerle karşılaştığınız ve deyim yerindeyse “uğursuz” olduğunu düşündüğünüz günleri öğle uykusu yardımıyla başka bir güne dönüştürmek; hiç olmazsa uykunun ve dinlenmiş bir vücudun sağlayacağı geçici mutlulukla avunmak mümkün olabiliyor. Uyumak tabii ki hiçbir zaman sorunları çözmüyor, ama onları çözmeyi tamamen ertelemiyor da. Beynimiz uykudayken hafif bir tempoda çalışmaya, bazen gördüğümüz bir rüyada bizi sorunla yüz yüze getirmeye devam ediyor. En kötümser açıdan bakıldığında bile, uykuda dinlenmiş bir beyin, uyku sonrasında çözümü bulmaya daha yatkın oluyor. Öğle uykusuna bu kadar kafa yormuş iken, ortaya konuyla ilgili farklı bakış açıları yakalayabileceğiniz ve konuyla ilgili daha felsefi bir değerlendirme sunan bir kaynak koymak gerekir. İşte tam da bu yüzden, öğle uykusuna olan inancımın da teşvikiyle keşfettiğim, Can Yayınları Kırkmerak Serisi’nden çıkan, Thierry Paquot’nun “Bir Sanattır Öğle Uykusu” kitabını öneriyorum. Öğle uykusunu sanatçıya ilham veren bir zaman dilimi olarak gören, onu hayatının ve günlük rutininin ortasına yerleştirenleri daha iyi anlamak ve anlatmak için…
29
Her şey özel tasarımları ile başladı Yuppie’nin, daha doğrusu Brokoli Sevmeyen Yuppie’nin. Özel algoritmaların içinde yaşardı Yuppie, yatağının içinde Yuppie’nin, binary kodları yazardı. Oysa ki sigara içerdi Yuppie, evde sarılırdı sigarasına. Ama sigara vücuda zararlıydı! Bizim Yuppie de taşşaklı adamdı yani. Yuppie öyle severdi ki rahat rahat uyumayı. Ama uyku aptallar içindir?
Spora giderdi Yuppie, güzel bir yaşam sürmek için. Ruhunu sattığı gömleklerde daha iyi görünmek için. Zor gelirdi, zor geldiğinde Brokoli Seven Yuppie, Sevmeyen`e iyi bir fırça atardı. Uyumludur Yuppie, ofisteki kimseye başka türlü bakmaz. Onlar iş arkadaşıdır. Bir nevi profesyonel dostlar. Aksesuara önem verir bizim Yuppie. Daha geçen hafta siyah deri çantasını götürdüğü toplantıda tam 16 övgü aldı. Toplantıda 16 kişi vardı.
30
Saçları her zaman güçlü ve parlaktır, onun güzel yüzünü taçlandırır. Sekreteri güzeldir, onu bazen yemeğe çıkarır, nerelere hem de! Asla aşk yaşamazlar. Güzel kadınlarla birlikte olur. Bizim Yuppie her zaman en iyisine layıktır. Bembeyaz dişleri, beyin kıvrımları kadar sivri ve durudur Yuppie’nin. Sağlıklı beslenir, brokoliye bayılır. Günün sonunda, o günün, Yuppie avukatını arar. Yardım ister, ses vardır, ama uğultudan ibarettir. Saçlarını boyar Yuppie. Önce çok kısa keser. İşin yeni küçük maskotu olur. “Ne oldu?” der sekreteri. Kibarlıktan ödün vermeden gülümser. Ertesi gün orta pişmiş bir biftek yer. Brokoliden nefret ettiğini o gün anlar. Ertesi gün vegan olmaya karar verir, ama hala brokoli sevmez. Spora gittiği o gün kalbinin başka türlü olduğunu fark eder. Yapmayacaktır. Evine gelen hayat kadınlarına kaliteli şarap verir, onlar işini yapmak ister. Robot olmuşlar, paralarını verip uğurlar onları. Kravatları sevmediğini fark eder, boynu şimdi daha rahattır. Janti çantasına bir türlü veda edemez… Defterini verecek kişiyi günlerce düşünür. Kimse yok. Kimse. Masasının orada, çekmecede bırakır. O gece çok sigara içer. Minik bir başkaldırıydı bu. O gece kadınları vurmak için aldığı silahı ile vurdu kendini. Sadece sivri bir bıçaktı. Belki bir gün almak istediği uçağın kanadına giren kuş olmuştu. Ben de seni seviyorum, Bateman. Ben de seni seviyorum.
31
Pınar Türer
Siste Yolculuk
Perdeleri açmalıyım. Kenan hep daha çok ışık almam gerektiğini söyler eve. Gün aşığı neden bu kadar rahatsız ediyor beni bilmiyorum. Belki mutlu olmam gerektiğini hatırlattığı için. Ve ben mutlu olmadığım için. Yorganı üzerimden sıyırıp oturuyorum yatakta. Komodinin aynasından dağınık saçlı biri bakıyor bana. Ellerim hızla saçlarıma gidiyor, nefret ediyorum böyle olmalarından. Kenan nasıl sabahları da sevebiliyor beni? Hani öpücüklerle uyandırıyor ya, hatta birkaç kez güzel olduğumu da söyledi. Gerçek sevgi bu olsa gerek. Çaresiz kaçırıyorum bakışlarımı aynadan. Duvardaki saat on biri gösteriyor. Uykumu almış olmalıyım. Kahve istiyor canım, bir an önce mutfağa gitmek gerek. Kalkıp pencereye gidiyorum, perdeleri açacağım bu sefer. Gözlerimi kısıp fazla parlak güneş ışığına hazırlıyorum kendimi. Ama öyle olmuyor. Sağ gözümü aralayıp bakıyorum, koyu bir sis inmiş sokağa. Gün ışığının sızamayacağı kadar kalın. Kenan burada olmalıydı, ama yüzüne gülmemden hiç memnun olmazdı biliyorum. “Şuradan bir kişi uzatır mısınız?” Öğle trafiğine yakalanacağımı biliyorum. Ne iyi. Kulağımda Piazzola, etrafımda olmuş ahbapları, yabancılaşmanın keyfini süreceğim yine. Yanıma kucağında bebeğiyle bir kadın oturuyor. İçimde bir yer lanet okuyor, duyabiliyorum. Pencereden
32
dışarıyı izlesem de bebeğin utanmasız, dimdik bakışlarını hissedebiliyorum suratımda. Hafifçe, belli etmeden kafamı döndürüp bakıyorum. Kocaman gözleri var bebeğin. Bu rahatsız edici derecede dürüst bakışlar karşısında çıplak hissediyorum kendimi. Belki de bebeklerden bu yüzden haz etmiyorum. Kenan’ın bakışlarını hatırlatıyor bu kocaman gözler bana. Şu açık kalmış küçük ağza kibar bir gülümseme yerleştiriyorum zihnimde, anlattıklarımı dinleyen otuz beş yaşında bir adamın çehresine dönüşüyor işte bebeğin suratı. Ne korkunç bir görüntü! Şu anda ofisinde de aynı ifadeyle mi dinliyor insanları? Kim bilir onlar ne kadar memnundurlar, böyle ince bir adamın karşısında olmaktan. Bense yarı bebek-yarı Kenan bir öcü yaratmaya kararlıyım. Oysa nasıl da heyecanlanmıştım ağzımdan çıkanları böylesine dikkatle dinleyen birini bulduğum için. Şimdi bakışları gözümün içine her dikildiğinde ürperiyorum. Bebek yorulmadı gözleriyle taciz etmekten. Yüzümde ilginç ne var bu kadar merak ediyorum. Omzumun üzerinden tuvalde gezinen parmaklarımı izleyen Kenan’ın bakışları da böyle sinirli bir merak yaratıyor bende. Sahte olduklarını düşünmekten bir türlü alıkoyamıyorum kendimi. O konuşurken dudaklarında
gezinen kendi bakışlarımın sahteliğini bildiğimden mi bu? O da görüyor mu acaba bakışlarımın ardındaki boşluğu? Farkında mı acaba, birlikte olmaya başladığımız günden beri ondan koca bir sandık dolusu kendimi saklı tuttuğumun? Farkında olsa rahatsız etmez miydi bu onu? Hayır, şimdi bunları düşünmenin sırası değil. Hiçbir zaman bunları düşünmenin sırası değil. İşte her zamanki eski püskü nargileci, görüntüsü hep mutsuz ediyor beni. O yüzden hiç sevmiyorum burada inmeyi, ama ne yaparsın. Bazı şeyler pek değişmiyor. “Müsait bir yerde, lütfen.” Şoför fazlasıyla kıvrak el kol hareketleriyle vitesi değiştiriyor, düğmeye bastığında tıslayan kapıyı bugün belki de üç yüz yetmiş beşinci kez açıyor. Genç bir adam, dikiz aynasından üzerinde “Bir tanem” yazan kırmızı pelüş bir kalp sarkıyor. Nişanlısı var belki de. İlişkilerini merak ediyorum. Keşke bir günlüğüne nişanlısı olabilsem, ya da dolmuşçunun kendisi.
Daha fazla dağılamıyor kafamın içi neyse ki, karşıdan bana el salladığını görüyorum. Kızıllaştırdığı dudakları arsız bir tebessüme kıvrılıyor. Bu neşesi sinirime dokunur her zaman. Ama beni kendinden uzaklaştırmak için daha fazlasına ihtiyacı var. O da biliyor bunu. Bu yüzden hiç ödün vermiyor kendinden. Ben de bu yüzden bırakamıyorum onu. Şu aptal kafede ne yapacağız şimdi, hiçbir fikrim yok. Evine gitmek istiyorum bir an önce. Gözlerimde görecek bu arzumu. İstemiyorum görmesini; havada güneşten bir zerre bile olmamasına rağmen çıkarmıyorum güneş gözlüğümü. Onu da bu kapalılık arzum çekiyor biliyorum. Birbirini tamamlayan ruhlar. Lanetli ruhlar. Oysa bu sabah perdeleri açmıştım, belki gün ışığı üstüme yağıp laneti kaldırır diye. Ama sis çok ağırdı. Aralık ‘14 - Haziran ‘15
Yine tuhaf tuhaf istekler. Bir gün gerçekleşse de keşke ne bok yiyeceğimi bilemeden öylece kalakalsam başka hayatların içinde. Dolmuşçu olsam mesela. O zaman kıskançlığı da hisseder miydim nişanlım birazcık fazla açmış göğsünü diye? Ya da nişanlı kadın olsam, istemeye geldikleri gün elimde kahve tepsisiyle kapıda belirdiğimde müstakbel kocamın bakışlarını görmek titretir miydi içimi? Nasıl da indirgiyorum yine. Ben ne algılıyorsam o var sanki insanların hayatlarında, hayal edemeyeceğim hiçbir şey yaşıyor olamazlar! Kenan bu hallerime “sanatçı” olduğumu düşündüğü için mi katlanıyor? Bu kurmacaya dayanamadığım için mi buraya, çirkinliklerimle var olduğum yere geliyorum?
33
“Defend Kebab!” Denizcan Dede Bildiğiniz gibi, Dünya hızla küreselleşmekte ve bunun başını sosyal medya ağları çekiyor şu an. Sosyal medya ağları da yeni kavramlar oluşturup bu süreci hızlandırıyor. Buna bir örnek, “Polandball” adlı sayfa ile başlayan “Countryball” ekolü. 4chan adlı sitede, bir Alman’ın Polonyalılarla dalga geçmek için ters Polonya bayrağını paint’ten çizilmiş acemice bir yuvarlağın içine çizip, buna iki göz eklemesi ile başlayan akım hızla yayıldı. Turkeyball, USAball, Azerbaijanball, Greeceball, Serbiaball gibi “countryball”lar ortaya çıkmaya başladı. Nogaiball, USSRball, Qarapapaqball(kurucusu benim), Crimeaball ve saire etnik grup ve tarihi ülke sayfaları da doğdu. Bu sayfaların en önemli özelliği, tarihsel dostluk ve düşmanlıkları da açığa çıkartmalarıdır. Mesela Turkeyball ile Azerbaijanball, genelde Serbiaball, Armeniaball gibi sayfalarla sürekli atışır. Crimeaball Russiaball’a, Qarapapaqball ise Georgiaball’a karşı karikatürler paylaşır. Çünkü bu sayfaları kuran gençler, sayfalara toplumsal bilinçaltını da taşır. Türkiye ve Azerbaycan kardeşliği, buna en güzel örnek. Biri benim tarafımdan, diğeri ise Charlottee adlı bir Türk karikatürist tarafından yapılan çizimler bu konu hakkındadır. Benim çizimim, Kadıköy’de Azerbaycan Türk’ü bir arkadaşla içtikten hemen sonra Charlottee’nin çiziminden esinlenerek yapılmıştır.
34
Charlottee’nin meşhur “down the hatch” (Dibini görelim) ile biten çizimi ise, aslında Countryball’lardaki bu ülke rekabetlerinin hem sebebi hem de sonucudur. Bir Türkiye Türk’ü ile Azerbaycan Türk’ü, sanalda gördüklerinin gerçekte de işlediğini fark ederek zaten var olan kardeşlik bağlarını perçinleyebilir. Bunu eğer tüm Türk ülkelerine uyarlarsak, aslında küreselleşme dediğimiz olgunun sosyal medya dalının, milliyetçiliği pek de bitirmediğini görebiliriz. Ha, şöyle bir gerçek vardır ki, milliyetçilik kavramının evrimleşmesini sağlamaktadır bu olgu. Türkiye Türk’ü, kendisini mevcut sınırlara hapseden bir “vatandaşlık milliyetçiliği”ndense, diğer Türklerle olan benzerliklerini gördükçe daha geniş tabanlı bir pan-Türkizmi benimsemeye başlar hızla. Tabii ki bir Türkiye Türk’ünün bir Anadolu Rum’u ile, bir Azerbaycan Türk’ünün ise bir Lezgi ile komşuluk bağı belli kültürel ortaklıkları da getirir. Bunu da countryball âleminde görebilirsiniz, Azerbaycan’ın bazen daha Kafkas, Türkiye’nin ise daha Akdenizli kalması konusunda. Turkeyball’ın çoğu zaman fes ile, Azerbaijanball’ın ise kalpakla resmedilmesi gibi. Amma velâkin, bir Lezgi kendini nasıl daha çok bir Çeçen’e ya da diğer Dağıstanlılara yakın hissediyorsa bir Anadolu Rum’u da kendini bir Türkiye Türk’ünden çok, etnik bağ taşıdığı
bir Teselya Yunan’ına hatta Sicilyalıya yakın hisseder. Lezgi, Azerbaycan’dan ayrılma isteğini açıkça ortaya koyarken (ki reelde belki aklında böyle bir şey yok iken), Anadolu Rum’u ise internet saflaşmasından gaza gelip mübadele öncesinde dedelerinin yaşadığı topraklarda Bizans’ı hortlatmayı düşünmeye başlar. Bu bakımdan, yine iş benim dediğim “vatandaşlık bağına dayalı milliyetçilik” kavramının çöküşü ve daha geniş çaplı “pan-milliyetçilik”lerin yükselişi olgusuna geliyor. Sonuçta insanlar kendileri ile kader birliğine inananlar ve kendilerini öz kardeş görenlerle el ele olmayı tercih eder. Ben bu konuda Türklerin özel bir ayrıcalığı olduğu kanaatindeyim. Mesela Ukraynalılar ile Ruslar, Sırplar ve Hırvatlar, bu tarz “jeopolitik mizah” deneyimleri ile birbirlerine yaklaşmamaktadır. Aksine, birbirlerini internette de yemeye devam ederler. Hani hiçbir Polonyalı, “Aaa ne güzel, Ruslarla bizim Borç Çorbası’ndan tut Vodkaya kadar tonla ortak noktamız var!” deyip de Katin Katliamını aklından çıkartmaz. Aksine, zerre alakasının olmadığı Gür-
cüyle oturup beraber Slav kardeşi(?) olan Ruslara dalaşır. İsveçlileri de genelde diğer Cermenler ve İskandinavlar bu tarz mizah sayfalarında “aşırı hoşgörülü” olmakla suçlar, özellikle İsveç’e olan yoğun Müslüman (özellikle Somali) göç dalgasıyla dalga geçen karikatürler çizerler. Bunun gibi olaylar, aynı etno-dilsel grupta bulunan insanlar arasındaki mesafeyi daha da açar. Hâlbuki Yakutlar gibi bizden dilsel olarak neredeyse iki bin yıl önce kopan ve 1700’lerde de Rus etkisi ile Hıristiyanlaşarak farklı bir kültür tabanı kazanan Türk boylarını saymazsak, bu tarz sayfalar Türkleri birbirine yaklaştırmaktadır. Bunda, kültürel faktörün (Türk dilinin ve kültürünün yapısı gereği, büyük bir coğrafyada bile benzerlikler korunmuştur diğer etno-dilsel grupların aksine) yanı sıra, zaten dışarıdan da insanların bizi bir görmesi önemli bir rol oynamaktadır. Bir Yunan milliyetçisi, Türkiye’ye söveceği zaman araya mutlaka Azerbaycan’ı katar. Veya bir Fars milliyetçisi aynını Azerbaycan’a sövecekken araya Türkiye’yi kaynatarak yapar. Kırım örneğinde de Rus milliyetçileri, Tatarlarla atışırken
35
aynını yapmakta. Bunu gören Türkiye Türkleri, Azerbaycan Türkleri, Tatarlar ve Nogaylar git gide bir araya geliyor tabii ki. Ve bu konuda savunmacı bir tutum alırken, Türklerin sloganı “Defend Kebab!” (Kebabı savun!) oluyor. Çünkü Sırplar ve Ermeniler, Türklerle atışırken “remove kebab”(kebabı yok et) derler Türkleri kast ederek. Kebap da, her ne kadar Arapça etimolojiye sahip olsa da, Bursa’dan Bakü’ye, Taşkent’ten Kaşgar’a kadar Türk mutfağının ortak bir yemeği olduğu için sembol olarak seçiliyor Türkler tarafından.
Azerbaycan Türk’ü, bizi olduğumuz gibi kabul eder. Çünkü zaten aynı kültüre ve aynı kadere sahibiz. Buradan, bir Türk, kendisinin ne Latin, Cermen ve Slav Batılı; ne de Semitik ve İranî Doğulu olmadığını, buz gibi “Turanî” olduğunu ve 300 milyonluk Türk ailesine mensup olduğunu çıkartabilir. O yüzden, biz Türklere “kebabı savunmak” düşer.
Uzun lafın kısası, bu countryball meselesi bile “küreselleşme zaten milliyetçilik gibi kavramları yok edecek, insanlar git gide birbirine yaklaşıyor” tarzı safsataları bizzat çöpe atmaktadır. Aksine, küreselleşme insanların birbirine etnik temelde yaklaşmasını ve uzaklaşmasını sağlamaktadır. Yukarıda verdiğim tüm örneklere bir örnek daha ekleyeyim. Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü ve Menderes ile başlayan düzende, Atatürk’ün Türk dünyasına yaklaşmakla ilgili tüm çabaları rafa kaldırılmıştır. İnönü döneminde Nurullah Ataç gibi aydınlar Latin-Yunan kültürünü yüceltip Batılılaşmayı önerirken, Menderes’in sırtını sıvazladığı Necip Fazıl ise Pan-İslamist “Büyük Doğu” akımını öne sürmüştür. O gün bugündür, “(Avrupalı anlamında) Batılı mıyız yoksa (Ortadoğulu anlamında) Doğulu muyuz?” sorusu ile cebelleşiyoruz, tabii bunun tarihsel kökeni Tanzimat’a kadar gider. Ama bu tarz sosyal ağlar sayesinde bir Türkiye Türk’ü, Avrupalının kendisini “Müslüman ve barbar” gördüğünü, ama Ortadoğulunun ise “seküler ve ahlaksız” gördüğünü anlayacaktır. (Sadece Ortadoğulular değil, Malezyalılar ve Kuzey Afrikalılar bile konu Atatürk olunca, “O kâfir(!) hilafeti kaldırdı, nasıl seviyorsunuz onu!” kafasına girmekte). Ama bir
36
EKİN
Berkay Üzüm
Toptancı Nuri’nin, “Sahte değil ağabey, suni deri bu.” diyerek kurnazca bir sırıtışla satmaya çalıştığı; ilk göz ağrısı olan ve üç gün üç gece ağlamasına dayanamayıp en sonunda gark ederek el verdiği Ali’siyle toptancının yolunu tutan Yılmaz’ın, sanki pazarcı eline bir karpuz tutuşturmuş da onu inceliyormuş gibi sağına soluna koca elleriyle yüklenerek sağlamlığını test ettiği ve mahallelinin kalın bir urganla bağlı oldukları milli duyguları temsil eden kırmızı-beyaz renkteki futbol topu Ali’nin ayağından sekerek kaleye doğru yöneldi. Ancak yolunun üzerinde rast geldiği usta inşaatçı çivisine bir baş selamı vereyim derken gürültüyle patladı ve o anda yolun kenarında yavru kedi adımlarıyla ilerleyen Hatice’nin önüne düştü. Daha patlar patlamaz ağıtlar yakmaya başlayan Yılmaz’ın Ali’sini teselli etmenin bir hal çaresini arayan arkadaşları onun yanına bir hışımla koşarken, Hatice yine yapacağını yaptı ve kıs kıs gülüp dertli dertli söylenerek yoluna devam etti. Halbuki Hatice, akla gelebilecek her şeyi toptan satan Kazıkçı Nuri’nin Yılmaz ve Ali’sini yolcu ettikten sonra dükkanında ağırladığı sosyetik Naciye’ye “Aman ha bunlar hakiki deri hanım abla, suni deri değil.” diyerek satmaya çalıştığı tokalı ayakkabıları gördüğünde de kıs kıs gülüp dertli dertli söylenerek yoluna devam etmişti. Hakkında, şehir efsaneleri ıssızlığına sahip dedikodular peyda olan Hatice, mahallenin delisiydi. İnanması gerektiğini düşündüğü dedikodunun peşinden bir o yana bir bu yana koşuşturan mahalleli, acaba Esma Teyze’nin bunu küçükken aç bırakıp zincire vurmuşlar, gözünü korkutmuşlar da o yüzden bu hale gelmiş garibim, şeklinde dile getirdiği hikâyesine mi inansındı, yoksa, köpoğlu köpeğin biri daha eline erkek eli değmeden bu kızcağızın namusunu kirletmiş de o yüzden böyle bahtsızlaşmış şeklinde çığırdığı hikâyesiyle Elif Nine’ye mi müptela olsundu? Mahalleli bu konuda çok kararsızdı. Mahalleli hiçbir şeye inanmayıp dedikodusuz kalmaktansa, midesini cennet şarabıyla yıkayan zındıklar gibi bir aşağı bir yukarı yalpalayarak iki hikâyeye de inanmayı yeğlemişti. Birbirine bir elmanın iki yarısı gibi bağlı olan bu iki hikâye zamanla yeni bir filiz verdi. Sırasıyla önce güneşle sonra da yağmurla beslenen bu filiz ağaç oldu ve tam bir elmayı yere düşürdü. Yerde sahibini bekleyen bu sulu elma, kendisini bulan çocukların ağzında gevelene gevelene yeni bir hikâyeye can verdi. Bu hikâyeye göre Hatice, daha kundaktayken üç harflileri beşiğine buyur edince aklını da onlara teslim etmişti. Yani, daha az önce yokuşun başında görünen Hatice, Hatice değildi de bir başkasıydı. Olsundu. Kendi halinde olması ve başkasının ocağında yanmakta olan ateşi söndürmedikten sonra varsın Hatice, Hatice gibi görünüp de Hatice olmasındı. Esasen Hatice, bu mahallenin delisi olmaya gönül koymak zorunda kalmış şansız gurebadan başka bir kimse değildi. Hatice, her zaman yaptığı gibi, bir önceki gece göğün delinmesiyle dökülen suların yıkamış olduğu yokuşun başında bir taşın üzerine tünemiş, gün boyunca elinden düşürmeyeceği tek dal Samsun sigarasını tellendire tellendire içmeye başlamıştı. Hatice, günde sadece bir sigara içerdi. Mahalleli, Hatice’den taşan hiçbir özelliğe anlam veremediği gibi, günde bir sigara içmesine de uygun bir dedikodu yaratamayınca çareyi Esma
37
Teyze’ye başvurmakta bulmuş, ancak gelini Gülser’den hasta olduğunu öğrenince, bu kez paldır küldür Elif Nine’ye dert yanmaya başlamıştır. O esnada Sütçü Hayri’den aldığı iki tencere sütü kaynatmakta olan Elif Nine, mahallelinin nefes nefese kalmış çoban köpeği gibi hızlı hızlı soluklandığını görünce hepsini etrafına buyur ederek dertlerine deva olacak hikâyeyi çığırmaya başlamıştır: “Bre nefessiz mahluklar, ben derim ki bu bahtsızı hep tek bırakmışlar. Tek kala kala bir gün içinde tek bir yere gitmiş, yiyeceği aştan tek bir lokma boğazından geçirmiş, sudan tek bir tas içmiş, tütünden de tek bir tane tellendirmiştir.” Daha duymaya başlamadan inandıkları bu hikâyeyi de dedikodu kazanına zerk eden mahalleli, Elif Nine’nin eteğini öpe öpe orayı terk etmiştir. Kendisi hakkında mahallelinin ağzında sakız olan dedikodular Hatice’nin bir kulağından girmiş ama diğer kulağından çıkıp havaya karışmadığı için kafasını kendisine dar ettiğinden, Hatice hem kıs kıs gülüp hem de dertli dertli söylenerek yokuş aşağı yampiri yampiri inmeye başlamıştır. Kıs kıs gülüşünde bir yeniyetmenin masumluğunu, dertli dertli söylenişinde bir kader mahkumunun hüznünü taşıdığını kendisi de bilmemektedir. O gece mahallelinin uykusu, gözlerini dedikodu hamuruyla yoğrulmuş sac ekmeği yumuşaklığına kapatırken, kızıl göğe açmaktan kurtaramaz. Göğün kızıllığına anlam vermeye çalışırken evlerini saran kara dumana ayaklanan koca koca adamlar, sonra onların utangaç karıları, sonra da onların haylaz çocukları, kendilerini dışarı attıklarında Rıza’nın çığlıklarına kulak kesilirler: “Abovvv! Yanıyommm!” Yokuşu tek nefeste çıkan koca koca adamlar, arkasından onların utangaç karıları, onların arkasından da haylaz çocukları, Rıza’yı yerde bir topaç gibi yuvarlanır bir halde, koca ekmek fırınını da alevler içerisinde öksürürken buldular. Yüzünü baştan aşağı kül eden alevin kollarını sarıp gövdesine doğru ilerlemesiyle şekil değiştiren fırın, tıpkı yüzünü ıslatıp yapış yapış bir hale soktuktan sonra elleri ve ayaklarına doğru titremeye dönüşen salya sümüğe karşı koyamayan Rıza gibi, küçüldükçe küçüldü. Rıza o gece yakalandığı titremeden bir daha kurtulamadı. O gece Rıza’nın fırını baştan aşağı kül oldu. Rıza’nın baştan aşağı kül olan fırını bir rüzgârın peşine takılıp da göç edince, Rıza sanki daha önce hiç fırın sahibi olmamış gibi oldu. O gün orada küllerin bıraktığı gri leke Rıza’nın böğrüne saplanan bir hançer misali bedeninde onulmaz bir ize meydan verdi. O geceden sonra mahalleli, Rıza’ya fırıncı demeden önce bir kez daha düşündü. Henüz, Rıza’nın fırınından arta kalan leke temizlenmemişken cereyan eden bozuk süt kıvamındaki bir olay daha, mahallenin huzuruna acı biber tohumları ekti. Koltuğunun altına sıkıştırdığı çift dikişli futbol topunu, arkasından al ışıklar yayan tozlu spor ayakkabısıyla sektire sektire evden ayrılan Yılmaz’ın Ali’si, saat akşam yemeğini vurduğu halde hâlâ eve dönmemiş, bunun üzerine ev ahalisini bir telaştır almış, bu telaşın homurtusuna kapılan mahalleli de Yılmaz’ın evine doluşmaya başlamıştır. Mahallenin koca koca adamlarının utangaç karıları, bir ellerinde ferah limon kolonyası diğer ellerinde de soğuk kuyu suyuyla, Yılmaz’ın Ali’sinin, korku ve heyecandan bitap düşmüş annesini sakinleştirmeye çalışırken; beri yandan mahallenin koca koca
38
adamları, önce “Nerede kaldın lan sen!” diye söylenerek Ali’sine kızan, ama daha sonra “Acaba yine topu patladı da, kızacağım için mi eve gelmiyor?” diye söylenerek Toptancı Nuri’nin tüm ecdadını bir güzel kalaylamaya başlayan Yılmaz’ı sakinleştirmek için kendisine sigara üstüne sigara uzattılar. Sigaralar sönüp paketler boş çuval gibi bir kenara fırlatılınca, bu işin beklemekle olmayacağı konusunda mutabakata varıp dört bir yandan Yılmaz’ın Ali’sini aramak üzere mahalleye dağıldılar. Bitli itlerin uyukladığı duvar diplerini, cılız kedilerin karnını doyurmak için içlerine girdikleri çöp bidonlarını ve farelerin bir görünüp bir kayboldukları tozlu deliklerin talan edildiği aramalar sonunda, birbirlerini elleri boş bir şekilde süzerken ümitlerini yitirmek üzere bulan koca koca adamlar ve somurtkan çocukları, “Abovvv” diye inleyen ve kucağında başı kanlı sabi sübyanla kendilerine doğru gelen Rıza’yı görünce, üç harfli görmüş gibi oldukları yerde donakaldılar. Kurbanlık koyun gibi kan damlatan Yılmaz’ın Ali’sini gören mahallelinin ağzını bıçak açmazken, günler önce yokuşu yıkayan yağmurun büyüttüğü bir ağacın yere düşürdüğü olgun elma, çocukların ağzında gevelenmeye başladı. Bu arada, günlerdir kimsenin yokuşun başında görmediği Hatice, ağızlarında bıçak bileyen koca koca adamların akıllarındaki yerinde o günkü sigarasını söndürdü. Yılmaz’ın Ali’si, başındaki kan kuruyup da mahallelinin tez bir kararla bir araya gelerek aralarında topladıkları parayla aldıkları çift dikişle tutturulmuş hakiki deriden futbol topunun peşinden koşadursun; önce çocukların süt dişleri arasında gevelene gevelene kaysı tanesine dönüşen, sonrasında mahallenin işsiz delikanlılarının azı dişleri arasında un ufak olan olgun elma, can verdiği hikâyenin tatlı suyunu akıtmaya başlamıştır. O sıralarda tek ter akıttıkları iş kuşçuluk ve düzenbazlık olan parlak delikanlıların aralarında konuştukları mevzuya göre, tatlı su, yolunu şöyle bir derede çizmiştir: Bu parlak delikanlıların azı dişleri arasında öğütülen hikâyeye göre, önce Rıza’nın fırınını küle dönüştüren, hemen ertesinde de Yılmaz’ın Ali’sini kurbanlık koyuna çeviren mahlûkat, daha kundaktayken üç harflileri beşiğine buyur edip buğday tanesi büyüklüğündeki başının üzerinde ağırlayan Hatice’den başkası değildir. Bu sütü bozuk tüysüz delikanlıların saçtığı kelimelere bakılırsa, Hatice Hatice değil de bir başkasıdır. Söz gelimi insan kılığına bürünmüş bir İblis, yahut kul kıyafetlerini kendine zırh kılan bir gulyabani, en olmadı gözlerinin içinde iki misket ateş topunu harlayan bir ahir zaman canlısıdır. Aktıkça canından can giden tatlı suyun, yolunu çizdiği derede acı suyla karşılaştığı günün arifesinde, mahallenin tüysüz delikanlılarını bir araya topladıktan sonra düzenbazlıkla cebine kattığı parayla iki şişe köpek öldüren alan Kuşçu Şahin, söze iki gün önce tepelediği hakiki Şekeri kuşundan girdi. Ağzından bal döke döke methederek tarif ettiği kuşundan sonra, söze üç gün önce yabancı semtten aşırdığı Paçalı’dan devam edecekti ki, o anda kendisine bir el dokunmuş gibi bundan vazgeçip Hatice’ye uzandı. Uzandığı yere bir padişah gibi kurulan Şahin, ağzından acı biber tohumları saça saça Hatice’nin Hatice değil de bir başkası olduğunu işleyen hikâyesini anlatmaya koyuldu. Hikâyeyi dinlerken, sanki karşılarında Muhammed varmış da onlara İslam’ın öğretilerini tatlı dille anlatıyormuş gibi Şahin’e tutulan tüysüz delikanlılar, ağızlarına attıkları beyaz
39
leblebileri kıtırdata kıtırdata gevşediler, kollarını bir o yana bir bu yana açıp oldukları yere yayıldılar. Sanki cennetten huriler inmiş de başlarını okşuyormuş gibi sırıta sırıta hülyalara daldılar. Şahin, hikâyesine son noktayı koyup da ayaklanınca, kalplerine iman zerk edilmiş gibi hafifleyen tüysüz delikanlılar da onunla birlikte ayaklandı ve acı biber tohumlarını Hatice’ye doğru uçurdular. O sıralar da Hatice, sadece kıs kıs gülüyordu. En önde, kalp gözü körleşince ne yapacağını bilmez bir halde sağa sola çarparak yürüyen Şahin, arkasında da derviş sarhoşluğuyla dergâhtan çıkıp efendisini takip eder gibi sürüklenen tüysüz delikanlılar, Hatice’nin uyuklamak için geceleri sığındığı izbehaneye varınca durakladı. Dibinde yarım yudumluk köpek öldüren kalan şişeyi tek dikişle midesine boca eden Şahin, müritlerine zikri salık veren bir dervişin vakur bakışıyla arkasındakilere döndü. Bir eliyle acı biberden midesi yanan biri gibi midesini ovarken, diğer eliyle de dibi görünen köpek öldüren şişesinin başını gövdesinden ayırdı. Sağ eliyle bir baş köpek öldüren şişesini kavrayan Şahin’in, sol elini midesinden çekmesiyle izbehanenin kapısını tek bir tekmeyle menteşelerinden sökmesi bir olurken, kıs kıs gülmekte olan Hatice de dertli dertli söylenmeye başladı. Toprağa serpilen ilk acı biber tohumu, Şahin’in elinden çıktı. Kapıyı tek atımlık tekmeyle menteşelerinden sökmenin verdiği haklı gururu yaşayan Şahin, izbehaneye ilk adımı atar atmaz Hatice’nin suratına silme bir tokat indirdi. Sanki yanağına bir gül dikeni batmış gibi irkilen Hatice, tüysüzler onu ayaklarından tutup da boyası aşınmış duvarın oraya sürüklediklerinde daha da dertlenerek söylenmeye başladı. Baştan aşağı bir günü bulan bu acı biber12 ekininin hasat seslerini, ulumakta olan bitli itler ve korkudan çöp bidonlarına tüneyen cılız kedilerden başka kimse duymadı. Hasat, tüysüzlerden birinin belinden çözüp çıkardığı zinciri, Hatice’nin gövdesine art arda indirmesiyle başladı. Hatice, sanki ruhunu teslim etmiş de öbür diyara göç etmiş gibi hareketsizleşince, Şahin elinde kazmasıyla toprağa ayak bastı. Şahin, yolunu derede çizip de acı suyla birleşen tatlı suda önce ellerini ıslattı, sonra midesini ovdu, sonra Toptancı Nuri’nin “Böylesi başka yerde yok yeğen” diyerek sattığı deri kemeri çözdü, sonra pantolonunu indirdi, sonra Hatice’nin bacaklarını iki yana ayırdı, sonra Hatice’nin üzerine bedenini yığdı, sonra da Hatice’yle birlikte bir acıdan başka bir acıya gitti, geldi…gitti, geldi…gitti, ve geldi… Ekin, Hatice’nin vücuduna indirilen zincir darbeleriyle gerçekleşirken; hasat da, kasıklarında biriken acılarla bir o yana bir bu yana gidip gelerek bitti. Bedenini, Hatice’nin dövülmüş demire benzeyen bedeninden ayıran her tüysüz, önlerinde biriktikten sonra çatlamış yer betonuna damlamaya başlayan al suları görünce biraz şaşırmış olsa da, son bir ekini daha toprağa yedirerek oradan uzaklaştı. İki yana ayrılmış bacaklarından fışkırıp dışarıya süzülmekte olan al sulara gözlerini dikmiş olan Hatice, mahallelinin bir aşağı bir yukarı yalpalayarak inandığı hikâyelerin şimdi gerçek olmasına bir anlam vermeye çalışırken kıs kıs gülmeye başladı. Dertli dertli söylenmeyi sonraya bırakmıştı.
40
Söyleşi “Babam öldü, işi bıraktım, Amerika’ya kaçtım” Munise Nilay Kahyaoğlu (28) bir gezgin. Bir yandan dünyayı gezerken, diğer yandan fotoğrafçılıkla ve yazarlıkla uğraşıyor. Babasının ölümünün ardından işinden istifa etmiş ve ip orada kopmuş. Önce, hep hayalini kurduğu Amerika’ya gitmiş. Seyahat etme tutkusu daha da büyüyünce dünyaya sığmaz olmuş. Deneyimlerini bloğundan paylaşıyor.
Hasan Basri Çifci Seyahat etmek sizin için ne ifade ediyor? Seyahat etmek, benim için nefes almak demek, özgürlük demek, farkındalık demek. Biz Türklerin seyahat anlayışı biraz farklı. Tam pansiyon konaklama, turdan bağımsız hareket etmeme, yalnız seyahat etmekten korkma söz konusu genelde. Ben dilediğiniz yere, tek başınıza, sadece gidiş bileti alarak seyahat etmekten bahsediyorum. Bunun ne parayla, ne yaşadıklarınızla ilgisi var. Tamamen cesaret işi. Sizi seyahat etmeye babanızın ölümü mü itti? Üniversiteden mezun olduktan sonra, uzun bir süre iş sınavlarına hazırlanmıştım. Mülakatta elenmediğim kurum kalmamıştı. En sonunda bir yerden başlayayım diye Türkiye’nin bilinen bankalarından birine memur olarak girdim. Babam vefat etmeden önce, kendime yediremediğim stresli bir işim, yürümeyen uzun süreli bir ilişkim vardı. Üstüne üstlük, yaşamak istemediğim bir şehirde yaşıyordum. Maaşım inanılmaz düşüktü. Bir de babamın kanser hastalı-
42
ğı biraz çileliydi. Yani benimki tamamen bir kaçış oldu. Nasıl bir kaçıştı bu? Verdiğim en iyi karar köklerimi terk edip, seyahat etmeye başlamaktı. Mesela paraşütle uçaktan atladım, köpekbalıklarıyla yüzdüm, Nicaragua’da etkin ve çok dik bir yanardağdan el yapımı bir kızakla kaydım, New York’ta karpuz keserken elimi de kestim hastaneye kaldırıldım, Nepal’de Himalayalar’a tırmandım. Düşük gelir seyahat etmeye engel mi? Değil. Ancak çalışanlar tatil izinlerinin hepsini aynı anda kullanarak, geniş bir bölgeyi aynı anda gezerlerse, ancak o zaman çalışma fikrinden kurtulup, tam anlamıyla dinlenebilirler. Seyahatinizi nasıl finanse ediyorsunuz? Seyahat etmek için milyarder olmak gerekmiyor. Hatta dünyanın genelini günde 50 TL harcayarak gezebiliyorum. Seyahat için para bulamayan arkadaş-
larıma, her ay kıyafet alışverişine ne kadar para harcadıklarını soruyorum.
herkese öneriyorum. Blog açmak nereden geldi aklınıza? İnsan okudukça, dünyayı gezdikçe bambaşka birine dönüşüyor. Kendi hayatını sade bulmaya başlıyor. Çevrenizdeki herkesten farklı bir şey yakaladığınızda, kendinizi onlara karşı borçlu hissediyorsunuz. Bu yüzden bir blog açtım ve çevremdeki insanlara yardımcı olmak, daha da önemlisi ilham vermek istedim (farawayfromthehome.com).
Nereleri gezdiniz? İtalya, Fransa, Lüksemburg, Belçika, Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Kıbrıs, Yunanistan, Portekiz, İspanya, Miami, Bahamalar, Amerika, Arjantin, Brezilya, Meksika, Beliz, Kosta Rika, Guatemala, Panama, Kolombiya, Honduras, Nikaragua, Singapur, Malezya, Çin, Hindistan, Avustralya, Endonezya, Tayland, Nepal.
Sonraki planlarınız nedir? Plan yapmayı pek sevmiyorum. Ama Kuzey Işıklarını görmek, Afrika’da safari yapmak, Mısır’da tüple dalmak, Everest’e tırmanmak… Bunlar büyük hayallerim.
“Şehrin en büyük restoranında yemezsem, oraya gitmiş olmam” Nasıl seyahat ediyorsunuz? Sabah erken saatlerde uyanıp da bu bir zorunlulukmuş gibi gezenlerden değilim. Öncelikle çeşitli sosyal medya kanallarından gitmek istediğim yerlerin listesini belirliyorum. Şehri yaşamayı seven, gittiğim ülkelerde yemek kursları alan, o ülke hakkında çekilmiş filmleri izleyen, sokaklarda kaybolmayı seven biriyim. Asla tek bir sırt çantası ile gezenlerden olamadım. Biraz keyfime düşkünüm. Tabii ki hostellerde ya da ucuz otellerde kalıyorum, ama şehrin olmazsa olmazlarını denemeden edemiyorum. Şehrin en popüler restoranında yemek yemeden, kendimi gezmiş saymam. En çok nereyi beğendiniz? Miami’de yedi ay yaşadım ve hayatımda hiç bu kadar huzurlu olmadım. Aynı zamanda bu kadar eğlenmedim de. Miami, tatil için gidildiğinde bir o kadar yorucu ve beklenileni vermeyen bir yer. Ama orada yaşamak çok daha farklı. En çok vurulduğum yere gelince: Asya diyebilirim. Tamamen bir kültür şoku yaşamıştım. O kadar pis ve sefil bir hayat yaşıyorlar ve mutlular ki... Özellikle Nepal ve Hindistan… Gezerken çok sıkıntı çektim, ama şu an etrafımdaki
En sevdiği beş şehir: Miami, Bali, Sydney, Barcelona, Nikaragua Seyahatten ne alır? Magnet, yerel hediyelikler Seyahatte ne yer, ne içer? Yerel yiyecek ve içecekler Seyahatte ne okur? Seyahat notları, kişisel gelişim kitapları Seyahatte nerede kalır? Genelde hostelde Kiminle seyahat eder? Tek başına veya arkadaşlarıyla Seyahat çantasının vazgeçilmezleri neler? Fotoğraf makinesi, not defteri, atıştırmalıklar
43
2003 yılında Running With Scissors adlı bağımsız oyun şirketi bir "sosyal deney" olarak tasarladıklarını söyledikleri 'Postal 2' adlı oyunu piyasaya sürdüler. Zaten 1997'de çıkardıkları 'Postal' oyunundaki nedensiz şiddet yüzünden politikacılar tarafından eleştirilen ve pek çok ülkede satış yapması yasaklanan şirket, yeni devam oyununda şiddetin seviyesini düşürmek yerine potansiyel olarak katlarca arttırmıştı. İnsanların üzerine işemek, kedileri silahınızın ucuna takıp susturucu olarak kullanmak, insanları palayla parçalara ayırmak oyunda yapabileceğiniz birçok şiddet eyleminden yalnızca birkaçıydı. Ama oyunu normal oyun lardan ayıran element konusunda ve objektiflerinde saklıydı. Oyuncular ka rısıyla karavanda yaşayan ve günlük işlerinin peşinde koşan normal bir adamı kontrol ediyorlardı. Oyundaki görevler ise marketten süt almak, posta merkezine gitmek, kasaptan et almak gibi günlük işlerden oluşuyordu. Oyun hiçbir zaman oyuncudan birisini öldürmesini veya birisine zarar vermesini istemiyordu. Görevler sırasında bazı karakterler oyun cuya saldırabiliyordu fakat vahşice tepki vermek gibi kaçmak da tamamen serbestti. Yani, oyunu hiç kimseye zarar vermeden bitirmek gayet mümkündü. Bu özelliği sayesinde oyun aslında hem aşırı derecede şiddet içeriyordu hem de hiç şiddet içermiyordu. Yapımcıların oyunun kapağına yazdıkları yazı ise şuydu: "Sadece sizin kadar şiddet içeriyor!" Oyun 20'ye yakın ülkede türlü türlü yasağa uğradı, şu an Yeni Zelanda'da satılması ya da oynanması kanunlara göre
44
hapisle cezalandırılıyor. Ana akım bir oyun dergisi oyuna 100 üzerinden 0 puan verip "piyasaya çıkmış en kötü ürün" olarak nitelendirdi. 'Postal 2' halen en şiddetli oyunların seçildiği listelerde en üst sıralarda yer alıyor. Tabi ki bu durum oyunun yapımcıları için, kendi oyunlarının aşırı şiddet içerikli olduğu anlamına değil, insanların aşırı şiddet barındırdığı an lamına geliyor. Çünkü eğer insanlar içlerinde şiddet barındırıyor olmasaydı, oyunu toplu katliam yapmak yerine mümkün olduğunca az kişiyi öldürerek bitirebilirlerdi. 'Postal 2'nun hiçbir şekilde sosyal deney niteliği taşımadığı da öne sürülebilir. Farenizde sol tıkladığınızda ateş etmeye ayarlanmış bir oyunu, insanların şiddete ne kadar yatkın ol duklarını ölçmek için bir parametre olarak kullanmak yanlış olur sonuçta. Ama eğer bilgisayar oyunları ve şiddet arasındaki ilişkinin yıllardır tartışma konusu olduğu ABD'de silah almanın insanlara bir telefon uzağında olduğu düşünülürse, 'Postal 2'daki bu kusur çok da abes kaçmıyor. 2006 yılında Kimveer Gill adlı genç Kanada'da bir üniversiteyi silahlarla basıp ardında 1 ölü, 19 yaralı bıraktıktan sonra intihar etti. Gill'in internet profilinde 'Postal 2'yu en sevdiği oyunlar arasında sayması ve birkaç gönderide oyundan bahsetmesi, 'Postal 2'yu ve dolayısıyla bilgisayar oyunları ve şiddet tartışmalarını tekrar gündeme taşımıştı. Bu tür tartışmalarda haber medyası, şiddet eyleminin muğlaklığını en kısa sürede giderip haber yapabilmek için en az komplike ve başına bela açma olasılığı en düşük olan unsuru eylemin tetikleyicisi
olarak lanse eder. Bu unsurlar genelde metal müzik, aksiyon filmleri, şiddet içerikli bilgisayar oyunları gibi aslında hayatlarımızda geniş bir alan işgal etmeyen şeylerdir. Bu yargıların herhangi bir desteğe dayanmaksızın birer günah keçisi arama çabası olduğu ve şiddetin aslında çok daha derin nedenlere bağlı olduğu açıktır. Muhafazakar kesim, kaygılı annebabalar, sırf değerli bir şey yapıyormuş gibi gözükmek adına hakkında hiçbir şey bilmediği oyunların yasaklanması için uğraşan politikacılar; oyun yapımcılarını, müzisyenleri, sanat çıları yerin dibine sokup sinirlerini boşaltırlarken savaştıkları şeylerin top lumdaki şiddetin en fazla ambalajı olabileceğini unuturlar. "Neden gençler birbirlerini öldürüp intihar ediyor? Nedeni şiddetli bilgisayar oyunları. Çün kü gelecek kaygısı, toplum baskısı, bozuk psikoloji, silah düzenlemeleri vs. baş edemeyeceğimiz, çözümü imkansız olan konular. Ama oyunlar kolayca yasak lanabilir." Şiddet içerikli oyunlar yaklaşık 25 yıldır varlar. 25 yıldır sürekli gelişmekte olan bir endüstrinin toplumdaki uzun süreli etkilerini saptamak için görece kısa bir süre. Geçtiğimiz her on yılda artan okul katliamları ile teknolojik olarak ilerleyen ve daha gerçekçi hale gelen oyunlar arasındaki ilişki tesadüf müdür, yoksa bir korelasyon mevcut mudur? Arada bir korelasyon varsa bile oyun ların bu katliamlardaki payı, toplumsal eşitsizlik gibi başka unsurlara kıyasla yeterince değerli midir? Bu sorulara cevap bulmak daha fazla zaman gerektirmektedir. Bu yüzden bu alanda yapılmış pek çok psikolojik araştırmanın geçerliliği tartışılır durumda. Yine de uzmanlar oyunların etkilerini açık layabilmek için zaten kabul görmüş modellerden faydalanabiliyor. Zaten çeşitli nedenlerle nefret dolu olan gençlerin oyunlardan aldıkları fikirleri (ani ya da uzun süreli) bir kırılma halin de eyleme geçirebileceklerini iddia edi yorlar. Öte yandan, gençlere bu fikirleri
verebilecek medya kanallarının yıllardır var olduğuna dikkat çekiliyor. Belki ABD'nin vahşi batı zamanlarında popüler olmuş ve Kızılderililere uygulanan işkenceleri detaylı şekilde anlatan bir çocuk kitabı, bir karakterin tam kontrolüne sahip olduğunuz ve eylem lerinizi retinanıza kazıyan bir bilgisayar oyunu kadar yoğun bir deneyim yaşatamayacağını öne sürebilirsiniz. Fakat hareketli görüntünün bile yaygın olmadığı bir zamanın şartlarına göre değerlendirirsek, bu iki kanalın aslında düşündüğümüzden daha yakın bir etkiye sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bulunduğumuz zamanda bilgisayar oyunlarının, şiddet gibi köklü bir fenomenin sebebi değil, en fazla sonucu olabileceği düşünülebilir. Peki bilgisayar oyunları gerçek hayattaki şiddet rad yasyonunun bir sonucu, daha doğrusu yansıması mıdır? Bilgisayar oyunları saf birer simülasyondurlar. Simülasyonun tanımına göre, aslında temsil edilen şeyin (bu durumda şiddetin) gerçekle arasında algılanabilen bir ayrım vardır. Simü lasyona maruz kalan kişi, zaten gerçekle temsil arasına doğal bir bariyer koymuştur. Buna göre, bilgisayar oyunlarındaki şiddetin kendisi dışında hiçbir şeyle bağlantısı olamaz. Bu durumda oyun şiddeti, sadece kendi endüstrisindeki teknolojik gelişmenin bir sonucu olabilir. Bu da oyunların toplumsal sorun olarak algılanmasını ve etkilerinin tartışılmasını bir zaman kaybı ve saçmalık olarak bulanları haklı çıkartır.
Siz de politik olarak yanlış olduğunu düşündüğünüz fikirlerinizi politikolarakyanlis@gmail.com'a mail olarak atabilirsiniz.
45