Sendrom #2

Page 1



1


3 . . . Kipple / Kaan Ayparlar 6 . . . Christopher Columbus'tan Alex Haley'e Kölelik Kavramı ve Afro-Amerikalılar / Cemre Edip Yalçın 9 . . . 10bir / Berke Kavak 10 . . . Sekya / Pelin Sürmeli 12 . . . İhtiyar Bakkal / Mehmet Sağlam 16 . . . Kırmızı Telefon / Çeviri: Zeynep Camuşcu 17 . . . San Francisco Müzesi Önünde Bir Türk: Bedri Baykam ile Söyleşi / Hasan Basri Çifci 24 . . . İnsanlar Unutur, Eşyalar Konuşur / Nesibe Kırış 27 . . . Oksijen / Cemalettin Kaya 29 . . . Göbek Bağı / Hasan Basri Çifci 34 . . . Kadınlarım & Çiziklerim / Cemre Karabiber 37 . . . Günce (II) / Mehmet Yapıcı 44 . . . Post-Sziget / Aslı Aykaya 46 . . . Beyaz / Ayşe Kevser Arslan 48 . . . Politik Olarak Yanlış 52 . . . Barış'ın Tasarım Atölyesi / Barış Kayaaslan & Gizem Karakaya


Kipple gerek kökeniyle, gerek anlamıyla çok ilginç bir kelime. Kökeniyle ilginç olmasının nedeni aslında etimolojik bir kökeninin olmaması. Philip K. Dick adlı yazarın, yazdığı bilim­kurgu kitaplarında kullanmak için uydurduğu birçok sözcükten biri. Tamamen bir yazarın uydurması olmasına rağmen aslında hayatımızda çok yer kaplayan ve açıklanması zor bir anlama sahip. Dolayısıyla Türkçe'ye çevirmesi de zor oldu. Bu yüzden direkt orijinal haliyle kullanayım dedim.

sizden önce oradaydı." 1980'lere kadar yaşamasına rağmen gerçekten zamanının ötesinde olan bir yazardı, bir bilimkurgu yazarına göre bile. Hayatının son yıllarında metafizikle ve komplo teorileriyle kafayı bozup birazcık rasyonalitesini yitirmiş olsa da erken dönem işleri bilim­kurgu sahasının en etkileyici yapıtları arasında kaldı. Blade Runner (1982), Total Recall (1990), Minority Report (2002) gibi filmlere ve birçok kitaba ilham kaynağı oldular. 'Kipple' kavramından ise ilk olarak 1968 tarihli "Do Androids Dream of Electric Sheep?" (Yakın zamanda 6:45 kitabı "Android'ler Elektrikli Koyun Düşler Mi?" adıyla yayınladı.) kitabında bahseder. Kitap dünyanın radyoaktif bir toz tabakasıyla kaplı olduğu post­apokaliptik bir gelecekte geçer. Bu zararlı toz nedeniyle dünya nüfusunun çoğu Mars'taki kolonilere göç etmiştir. Dünya'daki nüfus ise kendini tozdan koruyan normal insanlardan ve tozdan etkilenip

Anlamını açıklamaya geçmeden önce kelimenin yaratıcısı Philip Kindred Dick'e kısaca değinmek gerekirse: Kendisi sadece bilim­ kurgu alanında değil bütün modern edebiyatın en iyi yazarlarından biri kabul edilmekte. Dick'i en iyi anlatan şey Terry Gilliam'ın şu sözüdür: "Modern dünyanın katlanan gerçekliklerinde kaybolmuş olan herkes, unutmayın: Philip K. Dick 3


zihinsel problemlere sahip insanlardan (kitapta geçen adıyla 'tavukkafa'lardan) oluşmaktadır. İnsan dışındaki bütün hayvanların ya soyları tükenmiştir ya da birkaç türden sadece bir iki tane bulunmaktadır. Ama insanların gerçek hayvanlara ihtiyacı yoktur zaten. İnsanlar, artık canlıların bütün fonksiyonları ve özellikleriyle birebir kopyasını yapabilecek kadar teknolojik olarak ilerlemiştir. İnsan kopyalara ise 'Android'ler ya da 'Andy'ler denilmektedir ve bu kopyalar o kadar mükemmel işlemektelerdir ki, birkaç bilimsel test yapmadan onları gerçek insanlardan ayırmak imkansızdır. Başkahramanımız, Rick Deckard, ise para karşılığı kaçak androidleri yakalayıp 'emekli eden' bir kelle avcısıdır. Kitap boyunca 'Biz insanları mükemmel kopyalanmış robotlardan ayıran bir şey var mıdır, varsa nedir?' sorusuyla karşılaşırız. Deckard ise android­insan, yapay­ doğal arasında sayısız kimlik bunalımı yaşar.

çıkartırız. Bir gün, binasındaki apartman dairelerinden birinde çekici bir kadınla karşılaşır. Kadın aslında Deckard'ın aradığı kaçak androidlerden biridir. Sohbet arasında John 'Kipple' diye bir kelimeden bahseder. Kadın kipple'ın anlamını sorduğunda ise şöyle cevap verir: "Kipple, junk mail ya da son kibrit kullanıldıktan sonra kalan kibrit kutusu ya da sakız ambalajı ya da dünün homeopape’i* gibi, gereksiz objelerdir. Etrafta kimse yokken, kipple kendi kendini yeniden üretir. Mesela, dairende bir kipple bırakıp yatarsan, ertesi gün iki kat kipple ile uyanırsın. Her zaman daha fazla çoğalır." Daha sonra kadına, o terk edilmiş ve kipple­laşmış yerde yaşayamayacağını söyler, çünkü kimse kipple'a karşı kazanamaz. Kipple'ın ilk kuralında dile getirdiği gibi, "Kipple, kipple olmayan şeyi eler." Görüldüğü üzere, John Isidore kipple düşüncesine kafayı epey takmış durumda. Yine bir diyalogta dile getirdiği gibi, yaşayan kipple'a dönüşmek onun ödünü koparır. Kipple tanımından çıkarılabilecek en genel yargı, kipple'ın aslında 'herhangi bir objenin cesedi' olduğudur. Daha önce de belirttiğim gibi, kitabın geçtiği dünya android'lerin (ya da makinelerin) kendi hayatlarının olduğu bir dünya. John bunu anlıyor ve çevresindeki

Kipple kelimesini ise kitaptaki başka bir karakterin ağzından duyarız: John Isidore. Isidore, terk edilmiş bir apartman binasında tek başına yaşayan bir tavukkafadır. Kendi bölümlerinde genelde etrafını saran ölü, boş ve terk edilmiş eşyalardan bahseder. Çevresindeki boşluk ve ölüme ne kadar alışmış gibi davransa da, aslında çok korktuğunu, söylediklerinden

*Homeopape: Dick'in bilimkurgu romanlarındaki ses algılı ve dijital ekranlı gazeteler için kullandığı başka bir uydurma sözcük.

4


şey değildir. Onları odamızda, evimizde, topraklarımızda biriktiririz. Biriktirdikçe kipple­ laşmanın ivmesi artar. En sonunda tozu getirirler ve biz kaçınılmaz sona doğru daha hızlı ilerleriz. Sokak peygamberi gibi bitirdiğim için kusura bakmayın. Ama Dick'in 'Kipple' kavramı bayağı karamsar ve her geçen gün daha da gerçeğe yaklaşan bir kavram. 'Do Androids Dream of Electric Sheep?'i okumanızı tavsiye ederim. Bütün bu karanlık yorumlamalara rağmen kitap gerçekten okuması zevkli, heyecanlı ve içinde 'Kipple' gibi pek çok anlam katmanı bulunduran bir kitap.

bütün çalışan ve fonksiyonel aletleri canlı olarak görüyor. Ama aynı zamanda, bu bakış açısı etrafındaki hiç çalışmayan, terk edilmiş ve fonksiyonunu yitirmiş bütün aletleri de bir zamanlar canlı olan cesetlermiş gibi görmesine yol açıyor ve onu asıl korkutan da bu oluyor: 'Kipple' adı altında etrafını saran bir cesetler yığını. Kitapta bir başka ilgi çekici nokta ise Dick'in kıyamet fikrine olan yaklaşımı. Kitapta Dünya'yı yaşanmaz hale getiren şey patlayan volkanlar, akıl almaz seller ya da 3. Dünya Savaşı değil; sessizce yayılan bir toz tabakası. Aynı siz kullanmadığınız zaman bilgisayarınızın, masanızın, kitaplarınızın veya bisikletinizin üzerinde oluşan toz tabakası gibi... Bu kıyamet yaklaşımının da kipple kavramıyla birçok yönden parallelliği var. Bir obje fonksiyonunu kaybettiğinde kipple'a dönüşür. Kipple da, aynı toz gibi, aksiyonun yokluğu sonucu ortaya çıkan bir şeydir. İşe yaramayan bir obje, sırtımızda bir yükten başka bir 5


Christoph_r Colum\us’t[n @l_x H[l_y’y_ Köl_lik K[vr[mi v_ @fro-@m_rik[lil[r C_mr_ E^ip Y[lçin

1976 yılında Alex Haley, “Roots: The Saga of an American Family” adlı romanına dayanan filmin çekimlerine başladı. 1977 yılında 90’ar dakikadan 6 bölümlük bir dizi­film olarak “Roots” vizyona girdi. Alex Haley’in kendi ailesinin hikâyesi olan “Roots” Gambiya’dan kaçırılarak köle yapılan Kunta Kinte’nin Yeni Dünya’da hayatta kalma mücadelesi olarak başlıyor. Ancak serinin en önemli özelliği sosyal bilimlerin pek çok konusuyla bağıntısının olması ve Amerikan tarihini çarpıcı bir biçimde yansıtmasıdır. Bu nedenle “Roots”, Columbus’un Yeni Dünya keşiflerinden günümüze kadarki kölelik ve ayrımcılık sorunun, insan haklarının elde edilmesi sürecinin, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunun ve Afro­Amerikan kültürünün gelişiminin bir simgesi olmuştur.

Avrupalıları mıknatıs gibi kendine çekmişti. Evet, yeni ve zengin bir kıta bulunmuştu; ancak üzerinde pek çok halk yaşıyordu ve karşılaştıkları bu halkların oldukça (tekniksel açıdan olmasa bile) gelişmiş bir uygarlıkları vardı. Peki, bu halkların geleceği ne olacaktı? Daha da önemlisi Avrupalı “conquistador”* ve kralların dizginlerinden boşalmış gibi talan edip sonuna kadar sömürme istekleriyle bu uygarlıkların kendine özgün yaşam biçimleri bir arada yürüyebilecek miydi? Bu sorulara vereceğimiz cevap bilindiği üzere olumsuzdur. Avrupalıların “problem” olarak gördüğü bu yerli uygarlıklarla iki şekilde mücadele edildi. Mücadele yöntemlerinden ilki ve yaygın olanı yerli halkların soykırımı (genocide), ikincisi ise köleleştirme (mancipation) veyahut Columbus’a göre “encomienda”. Yeni Dünya’da beyaz adamın mutlak egemenliği bu şekilde sağlanmış oldu. Takip eden yıllarda geliştirilen sisteme göre yaşadığın yer hangi kolonyaliste bağlıysa otomatik olarak onun kölesi olup onun emrinde çalışmaya zorlanıyordun. Bu dönemde İspanyol “conquistador”lar

Cenovalı Columbus, Amerika’ya ayak basan ilk kişi olarak kabul ediliyor. Her ne kadar Columbus yeni bir kıta “keşfettiğinin” farkında olmasa da bu “keşiften” sonra, bu coğrafyaya peş peşe yeni seferler düzenlendi. Bu yeni kıtadaki yer altı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği

*Conquistador: Fatih eden anlamına gelen İspanyolca kavram. 6


(başta Hernan Cortes ve Francisco Pizarro) tüm kıtayı yağmalamaya devam ediyordu. Ancak bu sömürünün ilk yüzyılında yerlilerin bünyeleri Avrupalıların getirdiği hastalıklara dayanamadı. Üstelik yerlilerin nüfusu ve iş gücü kapasitesi emperyalist hedefleri doyurmaya yetecek kadar yüksek değildi. İşte bu sırada sömürgecilerin akıllarına Afrika’dan köle getirip bu topraklarda çalıştırma fikri geldi. Hem hastalıklara dayanıklı hem de güçlü Afro­Amerikanların “macerası” bu şekilde başlamış oldu. İnsanlık tarihinin kara lekesi olan kölelik Yeni Dünya’da kısa sürede enstitüleşmiş ve sermaye birikimi kaynağı haline gelmiştir. Keşiflerin ilk

fikrini ortaya atan kişi de odur. 18. yüzyıla gelindiğinde İngiltere, Afrikalı kölelerin alım­satımında en önde gelen ülke konumundadır. Taşımacılık 150­ 600 kişi kapasiteli gemilerle yapılıyordu. Gemiler, İngiltere’den demir alıp Afrika’da yükleme yapıyordu, oradan da Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerine gidiyordu. Köle ticaretinin “transatlantik” biçiminde sürdüğü 400 yıl boyunca Afrika’dan 75­90 milyon insanın gemilerle anavatanlarından koparıldığı tahmin ediliyor. Bunlardan kabaca 15­20 milyonunun köle olarak kolonilere getirildiği tahmin ediliyor. Anlaşılacağı üzere, aradaki fark köleleştirilen Afrikalıların sözde “gemi yolculuğu” sırasında çeşitli nedenlerle (açlık, hastalık, işkence vb.)

Kralların sonuna kadar sömürme istekleriyle bu uygarlıkların kendine özgün yaşam biçimleri bir arada yürüyebilecek miydi? zamanında Yeni Dünya’nın tüm yer altı ve yer üstü zenginlikleri Avrupa’ya gemilerle taşınmıştı. Ancak bu yöntemin çok zorlu olmasından ve çok zaman almasından dolayı, bu topraklarda kalıcı yerleşim kurma fikri ortaya çıktı. Avrupa’dan yapılan yoğun göçlerle de bu oluşuma destek çıkıldı. İlk İngiliz köle tüccarı Amiral Sir John Hawkins olarak biliniyor. Kölelerin gemilerle Afrika’dan Amerika’ya taşınması fikrini ortaya

ölmesinden kaynaklanmaktadır. Kölelik kavramı insanlık tarihi kadar eski bir kavramdır. Latince “Servus” kökünden gelir,; yani hizmet eden, buyruk altında olan demektir. Öte yandan kölelik en büyük patlamayı belirttiğimiz bu tarihlerde (17.­18. yüzyıllarda) yapmıştır. Yine bu dönemde Avrupa hızla zenginleşirken, Yeni Dünya’ya göçler de artarak devam ediyordu. Yerleşim birimlerinin kurulmasından sonra tarımsal ihtiyacı karşılamak ama esas olarak üretim

7


fazlasını arttırmak için büyük plantasyonlarda Afro­ Amerikan köleler çalıştırılmaya başlandı. Devasa tarlalarda tek tip tütün, pamuk, şeker kamışı vb. ürünlerin ekimi ve dikimi yapılmaktaydı. Günün tamamında burada çalışan köleler, akşam olunca kendi kulübelerine çekilirlerdi. Tipik kapitalist ticari teşebbüslerde çalışan Afro­Amerikan köleler azınlık kitlesi oluşturmaya başladı. Bu “azınlık” kitlesinin özgürlüğünü kazanması meşakkatli direnişler ve mücadelelerle uzun bir süreçte sağlanacaktı. Birleşik Devletler’deki tüm kölelerin bağımsızlığını kazanması Amerikan İç Savaşı’nın sonunda olmuştur. Yeni kurulan pek çok kuzey ve batı eyaletinde kölelik yasaktı. Ancak köleliğin ortadan kaldırılması ekonomisi tarıma dayalı güney eyaletleri için büyük bir tehditti. Kölelik ortadan kaldırıldığı takdirde güney eyaletlerinde yalnızca tarımsal üretim yapıldığından bu eyaletlerin tüm ekonomileri çökecekti.

ilan etti. Sonradan Virginia, Arkansas, Tennessee ve North Carolina eyaletleri de bu 7 eyalete katıldı. Geri kalan tüm eyaletler kuzeyli “union”u oluşturdu. 1865 ortalarında Güneyliler silah bıraktı. Ancak Abraham Lincoln, bir Güneyli tiyatro oyuncusu olan John Wilkes Booth Roots (1997) tarafından Ford’s Theatre’da vurularak öldürüldü. Savaşın sonunda kölelik büyük ölçüde kalkmıştı, ama Lincoln suikastı genel anlamda Birleşik Devletler’de daha radikal kararlar alınmasına neden oldu ve nihayet köleler tam özgürlüklerine kavuştu. Birkaç yıl sonra da oy kullanma hakkına kavuştular. Roots (Kökler) dizi­filmi boyunca bu olgular ve süreçler ufak detaylara da önem verilerek izleyenlere Afro­ Amerikanların Yeni Dünya’daki hikâyelerini tüm çıplaklığıyla sunuyor. Romandan uyarlama filmin sonunda Kunta Kinte’nin torunları artık mutlu, özgür Amerikan vatandaşlarıydı. Acaba Afro­Amerika kökenli Michael Brown 9 Ağustos 2014 tarihinde Ferguson, Missouri’de öldürüldüğünde de aynı şekilde özgür bir vatandaş mıydı?

Abraham Lincoln köleliği kaldırma sözünü vererek seçimlere gitti ve seçimleri kazandı. Ancak 7 Güney eyaleti karşı çıktı ve bağımsızlıklarını

8


10bir Berke Kavak

1. Queens of the Stone Age - I Sat By The Ocean 2. Radiohead - Jigsaw Falling Into Place 3. Redd - Bir Yol Bulursun 4. Robbie Williams - Road to Mandalay 5. Muse – Animals 6. Yüzyüzeyken Konuşuruz - Takımdan Ayrı Düz Koşu 7. Nada Surf – Popular 8. My Chemical Romance - I’m Not Okay 9. Placebo - Nancy Boy 10. Coldplay - In My Place 11. The Black Crowes - Hard To Handle

9


SE K Y A

P e l i n Sü r m e l i

Dans ettikçe savrulan saçlarının açıkta bı­

bu kadar tutkulu ama masumken sana kim

raktığı ensende ter damlacıklarını görebili­

karşı koyabilir ki? Gülümsüyor sana. Ben de

yorum. Islak saçların omuzlarına ve boynuna

ona gülümsüyorum yarım ağız, bu gece hiçbir

yapışmış, umursamaz kahkahalarınla daha

erkeğin olamayacaksın ve ben bu adamın

da güzelsin şimdi. Sırtım bara dönük, iki dir­

çırpınışlarını izlemekten keyif alacağım.

seğimle geriye yaslanmış hareketsizce seni

Işığın kapanıp da pistin karanlığa gömül­

izliyorum. Dikkat çektiğimin farkındayım,

düğü, sonra tekrar yanıp aynı döngüyü tek­

bana bakanlar muhtemelen donuk bakışları­

rarladığı her yarım saniyelik zaman diliminin

mı merak edip aralarında fısıldaşıyorlar,

birinde, adamın elini belini kavrarken görüyo­

umursamıyorum. Bedenin karanlıktan güç

rum. Aklını kurcalayan her bir düşünceyi

alıyor, kalabalığın içinde özgürsün. Kollarını

unutmak için içtiklerin, kanına karışıp seni

boşluğa kaldırıp bilinçsizce yalpalanırken;

müziğin kollarına teslim eden bu sarhoşluk ve

gözlerim gülümseyen dudaklarının kenarla­

umursamazlık halini kaybetmiş gibisin. Mut­

rına kilitleniyor, sağımda duran viski barda­

suzluklarının

ğını alıp yavaşça dudaklarıma götürüyorum.

şırken,

Belini kırıp eteğini savuruyorsun dans eder­

laştırdığı hayatına yalnızca bir gece bile olsa

kafesinden

ilaçların

ve

kurtulmaya

yalanların

çalı-

duygusuz­

ken, ışıklar yanıp sönerken fotoğraf kare­

ara vermek isterken, kendini bir kez daha

lerine bakar gibi kesik kesik izliyorum

teslim ediyorsun anlamsız dokunuşlara. Saçla­

hareketlerini. Bardağı yavaşça yerine bırakı­

rını savurarak ettiğin dans bitti, şimdi o ada­

yorum. Dudaklarımda kalan viskinin tadına

mın kollarında hareket edemiyorsun bile. Gü­

düşünerek.

neşi tek başına doğurmaktan mı korkuyorsun

Etrafında dönen dünyayı umursamadan dö­

yoksa gece üşümekten mi? Sabaha kadar

nüyorsun dans pistinde. Dengeni kaybedip

beraber dans etsek üşümezdin oysa.

varıyorum

terlemiş

bedenini

birine çarptığında, panikle adamın kolunu

Adam seni ters dönderip sırtını kendine

tutup iki elinle, utanmış bir ifadeyle özür

yaslıyor. Ellerini geri atıp adamın boynuna

diliyorsun. Sıcaktan kızarmış yanaklarınla,

doluyorsun. Adamın elleri beline dolanmış ve

10


larımdan başlayarak, sert adımlarımı takip ediyorlar bacaklarımla. Kimisi kalçama bakı­ yor şüphesiz, kimisi göğüslerime. Ama hep­ sinin karanlığın içinde yöneldiğim hedefimi merak ettiğine eminim. Gözlerimi senden bir an bile ayırmadan ilerliyorum. Arkandaki adam duraksadığını fark edip baktığın yere bedenini kasıklarına bastırırken, yüzüne ya­ pışmış karma karışık saçlarının arasından sırıtan dudaklarını ve kapalı gözlerini görü­ yorum. Müziğin ritmini çoktan kaçırmış, ya­ vaşça

salınıyorsunuz.

başın

geriye

alıyorum

düşüyor

tekrar,

Boynunu

öpüyor,

zevkten.

Viskimi

gözlerini

aralıyorsun.

Gülümsemen silinip kayboluyor yavaşça, vücudunun ritmi duruyor. Arkandaki yaban­ cının henüz bir sorun olduğunu anlaya­ mayacağı sürede, beni fark ettiğini anlı­

doğru çeviriyor kafasını, bana. Anlamlan­ dıramıyorlar belki, izliyorlar sadece. Yanına vardığımda çenenden tutup dudaklarının tadına bakıyorum. İhtiyacın olan şey zevkten çok daha fazlası, bunu biliyorsun. Karşı koy­ muyorsun. Gözlerine bakıyorum, hala donuk ve ifadesiz. Korkmuyorsun, şaşırmıyorsun, merak etmiyorsun, sadece teslim oluyorsun bana. Parmaklarına geçirip parmaklarımı, peşim sıra çekiyorum seni arkamdan. Bu gece hiçbir erkeğin olamayacaksın…

yorum. Karanlıktasın, emin olamıyorum. Işığın yanması ile sönmesi arasında geçen kısacık sürede, etrafımdaki her şeyden so­ yutlanıp bakışlarını yakalamaya çalışıyorum. Ve gözlerinin mavi olduğunu ilk kez o zaman fark ediyorum. Bardaktaki son yudumu hızlıca içip bardağı bara şiddetle vuruyorum kalkarken. Biraz öncesine kadar göz ucuyla kesen çevremdeki tüm erkekler açık seçik beni izliyor şimdi. Topuk seslerini duyamadıklarımı ayakkabı­

11

“There’s no return to life so get your car and drive.”


İhtiyar Bakkal

Mehmet Sağlam

“Akşama ne yapıyorsun?” diye soruyor.

Üniversitedeyiz. Kimilerinin bir okula kapağı

“Planım yok.” diye cevaplıyor diğeri. “On gibi

atıp yatma, kimilerininse kendini geliştirme

nette toplanıyoruz bak, geç kalma.” diyor.

fırsatı olarak gördüğü üniversite yılları; iki­üç

“Ayarlamaya çalışırım.” diye cevaplıyor ikinci

arkadaş otostopla şehir şehir gezmekten şehir

kez. Gülümsüyorlar birbirlerine. Bir film se-

içi dolmuşların güzergahı hakkında belediyeye

tindeyiz sanki; sanki konuşulanlar yabancı bir

dilekçe vermeye doğru olgunlaşan bir zaman

filmin altyazısı gibi. Bir sonraki repliği merak

dilimidir. Her yaştan insanın dahil olduğu

etmiyorum, konuşma bitti; görüşmek üzere

kıyasıya bir var oluş yarışıdır bu yıllar: top

ayrılma zamanı şimdi. Hollywood filmlerin-

sakallı ve fularlı kantin görevlileri, derslerini

deki artistlerden aşırdıkları tokalaşmayı hiçbir

akşama halı sahaya çağırsan tamam diye-

telif bedeli ödemeden ve bir numara büyük

cekmiş havasında işleyen hocalar, her şeyi tiye

olsun seneye de giyeriz bolluğunda bir tavırla

alma çabalarını saygı çerçevesine oturtmaya

icra ediyorlar. Üzerlerine bol geldiğinden mi-

çalışan ukala öğrenciler… İlan panoları bile

dir bilinmez, icraat sırasında birbirine çarpan

gösteriş

avuç içleri filmlerdeki gibi hafif tok bir ses

basılan bildiriler, şehirdeki konserler, dağ

yerine; mermer zeminde yürüyen çıplak ayak

yürüyüşleri, köylere kasabalara pastoral ziya-

tabanı ayarında ve çok gürültülü bir ses

retler, madem gençsin ne duruyorsun etkin-

çıkarıyor. Kişilere eşofman rahatlığında umur-

likleri, hayatın tadını çıkar ilanları… Sınıfın

samaz bir hava katması gereken bu tokalaşma,

koca bir kültür yumağı haline geldiği dersler,

mermer

zeminde

kayıp

düşüyor.

peşindedir;

rengarenk

kağıtlara

Birer

derslerde sınavda sanki dersin en kuytu köşe-

Hollywood yıldızı olma şanslarını bu hareketle

sinden sormayacakmış gibi davranan hocalar,

kaybediyorlar. Yönetmen sahneyi kesiyor, iki-

sanki dersin en kuytu köşesinden kalınca

sinden de seti terk etmelerini istiyor. Ağır

hocasına sövmeyecekmiş gibi davranan öğren-

adımlarla, ters yöne yürüyerek kadrajdan çıkı-

ciler…Her lise son sınıf öğrencisi için üniver-

yorlar, kısa film tadındaki bu olay böylece son-

site hayatı, bambaşka bir dünyanın sırlarını

lanıyor.

12


Sınıf

eder: sıkıntı ve neşenin kısa aralıklarla çok

arkadaşıma

kızayım

mı,

diye

düşünürken diğer bir köşedeki gruba takı-

sık yer değiştirdiği bohem hayat, dağınıklık, evde

lıyorum: “Abi sen zayıf olduğundan pek iyi

toplanılan akşam eğlenceleri, olmadı partiler,

durmamış bu gömlek üzerinde.” diyor biri.

olmadı barlar, daha olmadı fırsat varsa grup

“Fark edilmeye çalışmıyorum, iyi durmasına

halinde gerçekleştirilen şarkılı türkülü sahil

gerek yok; kötü durmasın yeter.” diyor,

gezmeleri… Güvenilir bir üniversite öğren­

gömleği üzerinde pek kötü duran. Yanla-

cisinin altını oyamayacağı hiçbir klişe yoktur.

rındaki bir kız, “Ooo, yazarım ben bunu günlü-

özgürlük,

her

seferinde

farklı

bir

Bütün lise son öğrencilerine uzak olan

ğüme!” diyerek, benim sadece üç tanesini

okulumun bahçesinde, çekimleri birkaç adım

sayabildiğim milyon o’luk bir cümleyle heye-

önümde tamamlanan bir kısa film sonrası dü-

canlanıyor. Ondan aldığım gazla o harfinin

şünüyorum bunları. Filmi zihnimde oynatı-

hakkını vermek için ben de içimden tekrar

yorum:

ediyorum, “Ooooo!” Günlüğü geliyor gözümün

–Akşama ne yapıyorsun?

önüne: her sayfa, uçları anlatan kelimelerle

–Planım yok.

dolu; çünkü sevinciyle üzüntüsüyle bu kız

–On gibi nette toplanıyoruz bak, unutma.

hayatı uçlarda yaşıyor. Müthiş, kasvet, harika,

–Ayarlamaya çalışırım.

çılgın, bomboş (boş değil), mat, ateş, cam,

(Birbirlerine gülümserler.)

kırık, gözyaşı, kahkaha, hazan, hüzün (bu

“Şak!” (Kaypak bir tokalaşma.)

kelimenin etkisi hece düşmesine sebep olacak

(İzleyenler kahkahaya boğulur.)

bir ekle birlikte üç katına çıkar; hüznüm,

Tekrar gülüyorum. Fakat kızmıyorum bu iki başrol oyuncusuna; çünkü şu karşıdan gelene

hüznüyle, hazanın hüznü gibi), aşk, zifiri, delice,

melankoli

(bu

kelime

ne

kadar

bir bakın! Kordonunu sağ omzundan sol

yumuşak olsa da anlamı bir o kadar serttir),

tarafına doğru bir maşallah gibi uzattığı siyah

nefret, kaskatı, sis, buğu, sağanak ve pembe

çantasındaki kitaba bir bakın! Çantadan biraz

bu kelimelerden bazıları; ama günlükçü kızın

büyük kalan kitabı, isminin okunduğu kısmı

favori kelimesi: şehir. Her duyguya ayak

dışarıda kalacak şekilde nasıl da taşıyor

uydurabilen bir kelime şehir; mutluyken

yanında! Belki ayda bir, belki iki ayda bir

insanlarıyla ve ışıklarıyla bu şehri seviyor,

değişen bu kitapları bir kere bile olsun

karamsar olduğundaysa kalabalık yalnızlarıyla

okuduğuna şahit oldunuz mu peki? Bahçede,

ve mayısta dahi sarı sonbahar yapraklarıyla bu

kantinde, dersliklerde… Aynı sınıftayız, ben

şehir onu artık yoruyor. kent var, şehirden

hiç görmedim.

daha tozlu üstü başıyla kent nedense kızın aklına bir türlü gelmiyor.

13


Hepsi de birer birey olduklarını, toplumu kendilerinin oluşturduğunu; buna rağmen tek başlarına ne kadar da farklı olduklarını haykırma çabasındalar. Hep bir ağızdan popülariteyi yererek sonunda popüler kültüre karşı durmayı da popüler hale getirdiler. Köşeye sıkıştılar, artık kaçacak yerleri yok. Ama bunlardan da öte, bu şehri içinde sen

Gençler, yine güzel olan her şeyi tükettikten

olduğu için genelliyor. “Bu şehri, içinde sen

sonra, geriye hiçbir şey kalmayınca bu sefer

olduğun için seviyorum.” Üç ay sonra: “Bu

popülariteye düşman kesilmişler. İnsanların

şehirden, içinde seni barındırdığı için nefret

sevdiği, beğendiği, takdir ettiği ne varsa

ediyorum.” Benim önerim; Sen’in başka

hepsine karşı durarak ne kadar asi ve

şehirlere taşınması ihtimaline karşı ülkeyi;

marjinal olduklarını kanıtlama peşindeler.

hatta dünyayı genellemesi. Ülkeyi genellemek

Hepsi de birer birey olduklarını, toplumu

fazla siyasi ve dünyayı genellemek fazla

kendilerinin oluşturduğunu; buna rağmen

ideolojik durduğundan, günlükçü kız bu işe

tek başlarına ne kadar da farklı olduklarını

yanaşmıyor. Peki, günlüğünün arasında çeşit

haykırma çabasındalar. Hep bir ağızdan

çeşit kır çiçekleri kuruttuğunu ve her çiçeğin

popülariteyi yererek sonunda popüler kültüre

Latince, Fransızca ve İngilizcesini beş kere alt

karşı durmayı da popüler hale getirdiler.

alta yazdığını söyledim mi size? Söylemişsem

Köşeye sıkıştılar, artık kaçacak yerleri yok.

ayıp etmişim, en sevdiği çiçek sorulduğunda

Sanırım popüler olabilecek herhangi bir

bu yabancı isimlerden birini patlatacağı güne

kültüre sahip olanlar için, bir kültürün bay-

kadar saklıyordu çünkü bu çalışmasını.

raktarlığını yapanlar için en güzeli; gençler

Yan taraftan duyduğum bir cümleyle

dünyasında çok oyalanmadan köklerini ihtiyar

“Eyvah!” diye çığlık atıyorum. Çok korktu­

bir dünyaya salmak, ihtiyarlarca bilinir tutulur

ğum o cümle bilmem kaçıncı kez bugün bir

olmak; ihtiyarca, olgunca.

kişi tarafından daha kuruluyor ve toplamda

Akşam oluyor. Gündüzki kısa filmin iki

işte şu kadar defa kurulmuş oluyor. “Popüler

başrol oyuncusunun da dahil olduğu bir

kültüre karşıyım ben.” diyor yan taraftaki

güruh,

saat

on

gibi

nette

toplanıyoruz.

oğlan, yanındakine. Çok acımasız bir dünya şu

İnternet üzerinden oynanan oyunlardan ve

hızlı yaşayan gençlerin ve genç beyinlilerin

dersler, hocalar ve okulun kızları temalı mu-

dünyası; her şeyi hemen tüketiveriyorlar.

habbetlerden müteşekkil eğlencemiz, vakit gece

14


gece yarısını geçerken bitiyor. Bir zaman sonra ince ne kadar kaba olduğumuz meydandaydı, gecenin ağırlığı üzerimize çöküyor ve hepimiz dahası; yaptığımız şakalarla ve kullandığımız birer günlükçü kız; hepimiz maşallah gibi kelimelerle ne kadar marjinaldik biz öyle! taşınan çantadan sadece başları görünen kitap Satır aralarında popüler kültürü ve modern kurtları oluyoruz. Hayat ağacını silkeliyoruz; hayatı çizmelerle postallarla dövüyorduk; düşenleri ayağımızla çiğneyip, dalda kalanları gelgelelim, bu muhabbet toplantısı fazlaca ise

daha

geliyoruz.

olmamışlar Birkaç

saat

diyerek

görmezden popüler bir tarzdı.

içinde

Ertesi gün. Ertesi günün akşamında,

geldiğimiz

noktayı ise hangimizin söylediğini hatır­ sohbete oturduğum ihtiyar bakkala böyle layamadığım şu cümle özetleyebilir:

anlattım. Beyaz sakallarını okşayarak güldü anlattıklarıma, “Gençlik işte…” dedi. Ben de güldüm. Karşılıklı güldük. Ben gülerken, onun beyaz sakallarının aksine henüz siyah

Yakacaksın bu dünyayı, yangından sağ kalanlarla ye n i b i r m e d e n i ye t

olan sakallarımı kaşıyarak, “Dur sen,” dedim, “şimdi gizliyorsun kendini; ama senin yaşına da geleceğiz elbet.”

kuracaksın. Ve insanlığı da açıklaması olmayan bu yön­ temle kurtardıktan sonra birer ikişer sızı­ yoruz. Ertesi gün. Bir önceki akşam birbirimize acı ve tatlı yerlerimizden birer ısırık verdiğimiz, kuytuluklarımızı

gösterdiğimiz,

birbirimize

birbirimizi açtığımız bu sanal toplantıyla artık hepimiz hepimizin zayıf taraflarını biliyorduk. Ne kadar kültürlü ne kadar cahil; ne kadar

15


Fransızca Aslından Çeviren: Zeynep CAMUŞCU Soğuk Savaş’ın tam ortasında, 1963 yılında oluşturulan “Kırmızı Telefon”, geçtiğimiz yıl 50. yaşını kutladı. Ama 7. sanat sayesinde; özellikle de Stanley Kubrick tarafından popülerleştirilen “Kırmızı Telefon” aslında ne kırmızıydı, ne de bir telefondu! Nükleer bir dünya savaşı yaratmakta başarısız olan Küba Füze Krizi’nden (1962) sonra, Washington ve Moskova arasında direkt bir bağlantı kurulması fikri, Amerikalıların teşebbüsü ile 1963 yılı Haziran ayında uygulamaya konuldu. Bu “Kırmızı Telefon”du. Yine de Kruşçev ve Kennedy’i saygıdeğer bürolarında parlak kırmızı ahizeler yoluyla birbirlerine küçük sırlarını aktarırken hayal etmeyin! Bir, telefon kırmızı değildi; iki, bu aslında bir telefon bile değildi! SSCB ile Amerika arasındaki bu iletişim aracı ilk zamanlarda sadece bir telgraf hattından ibaretti. Üstelik bu hat o kadar da direkt değildi. Zira Atlantik’in zemininden geçen bir kablo ile oluşturulan hat, dolayısıyla gizli bülten, Kremlin’e ya da Pentagon’a (Beyaz Saray’a değil) varmadan önce Londra, Kopenhag, Stockholm ve Helsinki’den geçiyordu. Bu telgraf tarzında olan “sıcak hat”, 1967 yılında 6 Gün Savaşları sırasında Lyndon Johnson tarafından ilk kez kullanılmasını takiben birçok kez iki taraf arasında iletişimi sağladı. 1971 yılında bu direkt iletişim hattı uydular yoluyla iyileştirildi ama hâlâ ortada bir kırmızı telefon yoktu. Sinema yine de bu sembolik imajı çok çabuk popülerleştirdi. 1964 tarihli Stanley Kubrick filmi Dr. Folamour’da (Dr. Garipaşk), Amerikan Başkanı rolünü üstlenen Peter Sellers bu ünlü telefon yoluyla Sovyet dengiyle konuşur, sarhoştur… “Kırmızı Telefon” söylemi, güçlüler arasındaki acil iletişimi anlatacak şekilde gündelik dile girer ve en sonunda politikacılar tarafından da kullanılır. Öyle ki 2008 yılındaki başkanlık kampanyasında Hillary Clinton seçmenlere şu soruyu yönelten bir ilan yayımlar: “Kriz anında kimi ahizeyi kaldırırken görmek istersiniz?”

16


San Francisco Müzesi Önünde Bir Türk:

BEDRİ BAYKAM

Söyleşi: Hasan Basri ÇİFCİ

Söyleşiyi Bedri Bey’in galerisinde yaptık.

işlerim arasında. Bir de tabii bununla bağlantılı

Muhabbetimiz sürerken mırlayan kedisiyle,

olarak demokrasiye, özgürlüğe, insan haklarına

önümüzdeki masada dünyanın her yerinden

aykırı yaşanan her şeye tepki vermek; gerek

gelmiş farklı renk ve boyutlardaki kadın

başkanı olduğum Uluslararası Plastik Sanatlar

figürleriyle göz göze geldim. Bedri Bey’i hep

Derneği

takım elbisesiyle ve o odada hatırlayacağım.

sözcülerinden biri olduğum Sanatçılar Girişimi

Türkiye

Milli

Komitesi,

gerek

bünyesinde… Bütün bunlar diğer unuttuklarımla Hasan Basri: Özgeçmişinizde “ressam, yazar ve

beraber,

üç nokta” yazıyor. Bu üç nokta nasıl açılabilir?

dışında, kedi ve köpeklerle iyi geçinmek…

Başka neler yapar Bedri Baykam?

ana

aktivitelerim

arasında.

Onun

Ben sanat yapmaya çok erken yaşta başladım,

Ressam ve yazarlık dışında ­kitap yazarlığı ve

ilk sergilerimi altı yaşımdan itibaren açtım.

Cumhuriyet gazetesi yazarlığı dışında­ yaptığım

Sanat hep hayatımın bir parçasıydı. Sonra, şöyle

şey özetle; Fenerbahçe taraftarlığı ve Fenerbahçe

söyleyeyim: Sanat dışında bir şey okumak

televizyonunda programcılık, her Salı akşamı

istedim; dünyaya bakış açımı genişletmek,

“2F1B” programını sunuyoruz Ferruh Tanay ve

zenginleştirmek, kendimi belki daha komple bir

Ömer Çavuşoğlu’yla, Ömer Çavuşoğlu’ndan önce

insan haline getirmek için. Belki daha sonra

bir yedi sekiz yıl bunu Faik Genç’le yapmıştık,

yaptıklarıma

baktığımızda,

siyaset,

sanat

onun dışında –tabii kendi sanatım içerisinde­

yöneticiliği… Yaptığım işler arasında Piramid

film ve videolar yapıyorum, ayrıca aktörlük

Sanat’ı

yaptım –aktörlük de sevdiğim şeylerden biri, her

Yayıncılık’ı kurmak, işletmek de var; ya da

ne kadar ana programımda artık yer almasa da­,

Türkiye ve dünya hakkında jeopolitik yazılar

ve

Piramid

Film

Prodüksiyon

ve

CHP üyesiyim, eski CHP parti meclisi üyesiyim,

yazmak var. Bütün bunlar tabii bir geniş

CHP eski genel başkan adayıyım, Cumhuriyet

uluslararası genel kültür ve birikim gerektiren

Halk Partisi ve dolayısıyla buna bağlı olarak

noktalar. Dolayısıyla, sanat eğitimime ve sanat

demokrasi, laiklik, Atatürkçülük etrafındaki

yaşamıma belki başka boyutlar da katmak için

siyasi yapılanmaların içinde olmak, bu değerleri

yaptım bunu. Sonra yirmi iki yaşımdan itibaren,

korumak,

sanatın

gençliğe

sağlıklı

bir

cumhuriyet

bırakabilmek… Bu da sürekli vaktimi alan ana 17

hayatımda

yaşantıma geçtim.

merkez

olduğu

ana


görmek aynı şey değil. Onun için, belki beş boyutlu bir sergiye de bakabilirsiniz. Sizi bir paket olarak içine alıyor. Almıyor mu, haksız mıyım? Hasan Basri: Alıyor, evet. Geldiğimde de gördüm. Ben biraz ilk kısma dönmek istiyorum, “Halkın anladığı biçimdeki resimden farklı bir şey yapıyorum.” dediniz. Şu anda resme veya daha yaptığım ve benim için

genel

ifadeyle

sanata

bakışı

nasıl

değerlendiriyorsunuz ülkede?

çok sürpriz olmayan

Sanata bakışı nasıl değerlendiriyorum? Sanata

bir gelişme. Çünkü yıl­

bakış vahşi bir konumda. Devletin sanatla

lardır saydam katman­

ilişkisi şöyle: Gözaltına aldığı bir şüpheli gibi

larla uğraştım: boyasal

davranıyor sanata. Çünkü sanatçı düşünen,

saydam katmanlar, fo­

sorgulayan, bir şey yaratmak isteyen, geçmişi

toğraf saydam katman­

kurcalayan, geleceği kurcalayan, insanların

ları, kolajlar, malzeme

beyninde rüyalarına sızan, her şeyi yıkıp

saydamlıkları… Bütün

yeniden inşa eden, başka, farklı, bağımsız bir

bunları o değişik yü­

beyin. Şimdi, bugünün iktidarının Türkiye’de

zeyde bir araya getirdim. Değişik zaman

talebi “her yerde aynı lideri gören koyunlar”.

birimlerini bir araya getirdiğim için de “zaman”

Yani işte:“Yaşasın çoban, biz de onun sadık

dördüncü boyut oluyor. Yani üç boyutun

koyunlarıyız. Ne derse yaparız, ne yapma derse

dördüncü boyutu “zaman”. Fakat esasında,

yapmayız, nasıl yaşamamızı buyurursa öyle

burada bu dört boyut “live­art” dediğim

yaşarız. Televizyonlarda artık sigara görmemiz

–yaşayan sanat­ sunumumla, yani bir sergi

günah ve caiz değilse ClarkGable’ın bile

salonuna genel müdahaleyle girer girmez

sigaralarının üstünü karalarız ve mozaikleyip

“audiovisual” videoyla, mekân düzenlemesiyle,

izleriz, bunu da kendimize layık görürüz,

her şeyle bütün duyulara hitap eden bir

hazmederiz. Ya da çok arzu edilirse, kız erkek

ortamda ­ki ben beş duyuya hitap eden sergiler

ayrı

de yaptım, yiyecek ve koku da eklenen sergiler

dershanelerde

de yaptım­ çok farklı bir beşinci boyut da

olmayız.”Böyle bir ortamda bağımsız ve her

oluyor diyebilirsiniz. Yani, o dört boyutlu bir

şeyi sorgulayan ve siyaseti ve erotizmi ve

resmi herhangi bir evin salonunda veya bir

geçmişi istediği gibi kullanan bir sanatçıya

müzede görmek ve aşağıdaki yaşayan ortamda

hükümetin nasıl baktığını tahmin edebilirsiniz.

18

merdivenlerden

çıkarız,

çalışacak

kızlı

kadar

erkekli edepsiz


AYRIMCILIK BİZİ YOK EDER

“Canım işte, hiç tepki vermesem de bana

Hasan Basri: Peki geleceğini nasıl görüyorsunuz

bırakılan bugünkü alanda yaşamaya devam

bu durumun?

ederim.”.

Yok,

etmezsin

kardeşim.

Sana

O gelecek bize bağlı. Biz ne yaparsak, biz buna

bırakılan bu alan sonunda darala darala,

ne kadar tepki verirsek, biz buna ne kadar

üzerinde tek ayaküstünde durup sonda da o tek

dayanışma

kullanarak

ayağın seni koyuverip yerle bir edeceği noktaya

özgürlük

kadar gidecek. Bunu ya görecek gençlik –ister

alanımızı yok etmek isteyenlere karşı kendi

Gezi gençliği, ister Anadolu gençliği, ister

farklarımızı değil kendi benzerliklerimizi ve

üniversite gençliği, ister her yaştan Atatürkçü

dayanışmayı

gençlik­ ya göremeyecek.

tepki

içerisinde

vermeyi

beynimizi

öğrenirsek,

ortaya

bizim

koymayı

başarırsak,

başaramayacağımız şey olmaz. Buna siyasi iktidarı seçimlerde değiştirmek de dâhil, tüm

Hasan Basri: Peki Dünya Sanat Günü 15 Nisan,

özgürlüklerimizi korumak da dâhil. Hepsini

sizin başkanı olduğunuz bir komite tarafından

layıkıyla istediğimiz noktaya taşıyabiliriz. Ama

UNESCO’ya kabul ettirilmiş. Bunun, sizin bu

biz kalkıp “Yok efendim, sen benden farklısın,

bahsettiğiniz Türkiye’den, bu ülkeden çıkmasını

aslında hepimiz böyle bir yönetim istemiyoruz,

nasıl değerlendiriyor­

ama ben senin kaşını beğenmedim, sen benim

sunuz? Bize bu süreci

gözümü beğenmedin, sen benim ayakkabımı

anlatabilir misiniz?

beğenmedin, sen benim annemi beğenmedin,

UNESCO’ya

bağlı

sen benim futbol takımımı beğenmedin.” gibi

Dünya Sanat Birlik­

ayrımlar yaparsak, bu ortam bizi aynen bu

leri’ne,

şekilde üzmeye devam eder demiyorum, bu

benim kurucularından

ortam bizi yok eder diyorum. Bu bilinçsizliğin

biri ve başkanı oldu­

bedeli bugünkü gençliğin sandığından çok daha

ğum Uluslararası Plas­

ağır olur.

tik Sanatlar Derneği

Çünkü siyasi yaşam bir illüzyon verir. Nedir o

Türkiye’den

olarak teklif ettik ve kabul edildi. Şu anda

illüzyon? Her şeyin statik olduğu illüzyonunu

15

verir. Yani işte bu işler böyle; düz bir çöl gibi,

kutlanıyor Dünya Sanat Günü olarak. Bu da

bir deniz yüzeyi gibi. Hayır, hiçbir şey düz

tabii, çok yoğun ve güzel bir hafta oluyor.

değildir. Her şey her an bir şey olmaktadır. Her

15 Nisan’dan ortalama üç dört gün önce ve üç

şey her an değişmektedir, iyiye doğru veya

dört gün sonraya yayılan paneller, söyleşiler,

kötüye doğru. Oylar değişmektedir, tepkiler

sergiler, konserler, sokak aktiviteleri, “Sokakta

değişmektedir, yasalar değişmektedir, tehlike

Sanat” kitabıyla halkı buluşturmalar, vitrin

oranları değişmektedir, yok olan demokrasi ve

sergileri, ilkokullarla veya üniversitelerle sanat

özgürlük oranları değişmektedir.

şöleni işbirlikleri çok güzel oluyor.

19

Nisan

dünyanın

değişik

ülkelerinde


noktaya kadar kullanıyoruz; özgürlüğünüzün

SANAT OLMASA DÜNYA KURU OLURDU O günü de işte Leonardo Da Vinci’nin doğum

kalmadığı noktada özgürlüğün değerini anlayıp

günü olarak –sembolik olarak­ seçtik. Bir başka

onu korumaya çalışırsanız çok geç olur. Mesela

alternatif, herhangi bir tarihe bağlayabilseydik,

İran’da olduğu gibi. Sanatın da olmadığı ve

ilk mağara resmini çizen insan bunu hangi

özgür sanatın artık üretilmediği bir noktaya

tarihte yaptıysa –öyle bir tarih tabii ki evrende

kadar gerilemeyi beklemeden bütün bu tepkileri

var, kayıtlı, ama bilen yok­ o tarihte yapmaktı.

vermemiz lazım, sanatsız bir dünyanın neye benzeyeceğini hayal ederek. Maazallah, hayal bile etmek korkunç.

Hasan Basri: Sanatın başlangıcı gibi bir şey. İlk şu gördüğüm atı kalıcı bir çizeyim; bizonu,

BURASI BENİM HAMAMIM

boğayı bir çizeyim.” diyen bir beyin oldu, o beyin kimdi bilmiyoruz. Ama büyük bir

Hasan Basri: Pekâlâ, ben şimdi de sanatın bu

beyindi. Tekerin icadı kadar büyük bir beyindi.

“Doğu ­ Batı”­sizin de Maymunların Resim

Mesela o beyin, göreceli olarak Leonardo’dan

Yapma

daha büyük bir beyindi. Yani, anakronizme

gelmek istiyorum. Sizce Doğu’nun bu kadar

düşmeden “devrim” olayının boyutunu o günün

“kopyacılık” gibi görü­

şartlarına göre ele almak lazım. “Canım sonuçta

nen bir sanatın içinde

ne yaptı, duvara bir şey çizdi.” değil. O ana

olmasi doğru mu, nor­

devrimi o yapıyor, tekeri ilk bulan insan gibi

mal mi ve bunun gele­

özetle.

ceği ne olacak?

Hakkı’nda

değindiğiniz­

noktasına

Doğu bir kopyacılık Hasan Basri: Peki o ilk beynin olmadığı bir

içinde değil. Doğu ve

E

güney ülkelerinin ken­

Sanatın olmadığı bir dünya şöyle olurdu:

di sanatsal gelişmişlik­

dünya nasıl olurdu sizce?

İnanılmaz kuru olurdu. Yani, sıvası dökülmüş

leri,

bürokrasi sokaklarındaki sıkıcı gri sokaklara

Kendi

dönerdi dünya. Arabanıza bineceksiniz, müzik

Doğu’yu kopyacı zannettirmeye çalışan bir Batı

yok; eve geleceksiniz, dizi veya sinema yok;

vardı uzun yıllar. Uzun on yıllar, belki bazı

odanıza gideceksiniz, duvarlarda bir fotoğraf

yüzyıllar…

veya bir resim yok, bir tasarım yok, bir afiş yok.

çıkışlarımızla bu hatayı gittikçe anladı ve

Böyle bir yaşamın ne kadar kuru olacağını

şuanda belki ekonomik olarak ve prestij olarak

anlamak için oksijeni düşünelim. Şu anda biz

yine dört beş büyük Batı ülkesi çerçevesinde

oksijen kullanıyoruz. Ancak oksijen kalmadığı

sanat dönüyorsa da, yine alışverişlerin %95’i beş

yerde

büyük Batı ülkesi arasında oluyorsa da, yine

oksijenin

değerini

anlarsınız.

kültürleri

var.

yaptığı

bazı

Ama

Batı

haksız

şimdi

uygulamalarla

nihayet,

bu

sürekli olarak sanatın en büyük mekanlarında

Özgürlük kullanıyoruz, eh artık belirli bir

20


ve müzelerinde bütün retrospektif sergiler

Bu tabii ki çok uzun ve detaylı bir konu. Ben

Fransa,

ve

mesela oryantalistlerin en sevdiği konu olan

Amerika’nın sanatçıları etrafında dönüyorsa da;

Türk hamam ve haremini irdelerken, orada da

sonuçta, geriye baktığımızda –modern sanatın

Fransız meşhur oryantalist ressamlar Ingres ve

ortaya çıktığı yıllara baktığımızda, 19. yüzyılın

Gérôme’a gönderme yapan, bugün İstanbul

ortasından itibaren ikinci yarısı­ sanatta yapılan

Modern Sanat Müzesi’nde olan dokuz metrelik

bütün yeni hamlelerin arkasında Uzakdoğu

o dev resmi yaparken onun adını “Ingres,

sanatı,

Gérôme,

sanatı,

İngiltere,

Güney

Almanya,

Amerika

Ortadoğu

İtalya

sanatı,

sanatı,

Yakındoğu

Burası

Benim

Hamamım”

sanatı,

koymuştum. Çünkü adamların o kadar bu

Okyanusya sanatları, Afrika heykelleri… İşte

konuda beyni tersten yıkanmış ki, biz kendi

bütün

Pasifik bunlar

var.

hamam ve haremimiz hakkında iş yaptığımızda

Yani, modern sanatın

sanki onun da görsel hakları Batı’ya geçmiş

bütün Batı görsel sis­

durumda

teminin kendi tutucu,

vurgulamak için.

oryantalizmden.

Bu

komediyi

realist heykellerinin ve resminin o sıkıcı kabu­

Hasan Basri: Ama sanat tarihi yapay ve

ğunu kırması ancak

öğrendiğimiz bunun çok küçük bir kısmı.

Doğu’dan ve Güney’­

Şöyle söyleyeyim, her bölüm her hoca neyi

den gelen bu özgür­

nasıl yapıyor diye belki toptan bir genelleme

lükçü rüzgârlarla ola­

yapmak zor olsa da şunu diyebiliriz ki; Batılı

olabildi. Batı da orada öyle bir şey yaptı ki;

dergilerin, sanat tarihi kitaplarının, müze

uyanıklık mı dersiniz, siyasi emperyalizmi

yaklaşımının çok tekelci, çok farkında olmadan

kültür

mi

ırkçı, farkında olarak ya da olmayarak kültür

dersiniz? En hızlı örneği gösterecek olursam

emperyalizminin sesi olduğu kesin. Bunu

emperyalizmine

dönüştürmek

size, mesela… (Kitabından iki resim gösteriyor,

anlamak için, yapılan referanslarda ne kadar

tarz aynı fakat ressamlar farklı) Şu Zaire sanatı,

Türk yazar ve araştırmacılara veya Tunuslulara

geçmiş yüzyılların; bu da Penck. Bunun gibi

veya

birçok başka benzerlik örneği de verebiliriz.

verildiği

Mısırlılara

veya

ortaya

Kolombiyalılara

konabilir.

Batılı

yer

büyük

Ben veya başka bir Türk veya başka bir

müzelerin yıllık bütçelerinin yüzde kaçının bu

–diyelim­ Iraklı, bugün böyle bir resim yapsak

büyük ülkelere harcandığı, yüzde kaçının diğer

“Alman Penck gibi resim yapıyor.” derler; “Şu

ülkelere harcandığı ortaya konabilir. Batılı

Zaireli sanatçılar gibi yapıyor.” demezler.

büyük müzelerde yapılan retrospektif sergilerin

Çünkü Batılı hep zanneder ki, kendisi Doğu

yüzde kaçının bu beş ülke dışındaki ülkelere ait

kültüründen bir şey aldığı zaman, onun bütün

olduğu

“copyright” hakları kendisine geçmiş olur artık.

sanatlara veya otantik sanatlara veya eski

21

sorulabilir.

Arkeolojiye

veya

yerel


sanatlar, modern veya çağdaş sanatlar dışında ortaya koydum. Yani çok “pioneer”, çok öncü eski sanatsal bulgu ve ifade tarzlarına da çıkışlardı bunlar. indiğimizde bunlarla ilgili yayınlarda da nasıl bir yöntem izlendiği tartışılabilir. Ama zaten

MUASIR MEDENİYETLERDEN UZAĞIZ

Batı’nın söylemek istediği “Tamam, biz sizin Hasan Basri: 2013’te “Boş Çerçeve”, "Dadaist". kaligrafinizi

kabul

ediyoruz,

erotik Her serginiz olay oluyor. Ben şöyle bir soru

minyatürlerinizi kabul ediyoruz veya işte Afrika sormak istiyorum: Bedri Baykam neden bu sanatı var; ama şimdi biz varız”. Geldiği nokta kadar alışılmışın dışında, bunları neden yapıyor bu.

ve bunlar neden yıllardır konuşuluyor?

1984’te dağıtmıştım San Francisco Manifestosu

Ve sonsuza dek konuşulacak. Birincisi, şöyle

’nu. San Francisco Müzesi önünde “Modern bir küçük düzeltme yapayım: Bu “Boş Çerçeve” sanat tarihi Batı’nın bir oldubittisidir.” diye olayı Türkiye’de siyasileşme veya magazinleşme manifesto dağıtmıştım, eylem yapmıştım ve tandanslarına,

eğilimlerine

sokulduysa

bu

daha sonra bunu o serginin açılışında ve Türkiye’deki algı ve Türkiye’deki medyanın bir sempozyumda yapmıştım, bu bildiri sayesinde göstergesi veya izdüşümü. Yoksa “Boş Çerçeve” benden belki elli yaş daha yaşlı dünyaca ünlü tamamen sanat tarihsel, benim arkasında çok sayıda sanat tarihçisi bana hak verdi ve olduğum, çok önemli ve söylemi ve sunumu çok hepsinin bu konuda yazdıkları makaleler oldu, kritik bir çıkış. Son derece ciddi bir sanat benimle söyleşileri oldu ve bana önsözler tarihsel çıkış, her noktasıyla arkasındayım. Bir yazdılar. Ama bunların hepsi bir gerillanın, buçuk ay önce İstanbul Sanat Fuarı’nda ben yine boş çerçeveleri ser­ faaliyetleri çerçevesinde ol­ du. Yani, Batı’nın kendini

giledim. New York’tan sonra

uluslararasılaştırma ve ken­

İstanbul da bunu gördü.

di

yenme

Sanatı yalnızca yazlık evi­

programı çerçevesinde ol­

min penceresinden Bodrum

madı.

deniz manzarası veya kırda

Hasan Basri: Yani, yine

otlayan bir koyun sürüsü ve

sizinle. Gerilla olarak tanım­

gün batımı veya geometrik

ladınız kendinizi.

güzel şekil ve renkler veya

tutuculuklarını

çok güzel bir fırça darbeli

Evet, ben bunu seksenlerin ki,

alışılmış “soyut resim” ola­

“multiculturalism” denilen,

rak gören insanlar, tabii ki

doksanlar

dönemecinden

modern sanat tarihini, çağ­

sonra yayılmaya başlayan

daş sanat tarihini, günümüz

hareketten çok daha önce­

sanatını yakın bilmeyen ve

ortasında

–düşünün

22


takip etmeyen insanlar için

Ama işi bu olan insanlar var,

bütün bu yaptıklarım fazla­

bunu onlar yapar.

E

sıyla deli, uçuk, eksantrik,

Bu ülkenin genelinde eğitim

şu, bu olabilir. Demin say­

ortalaması ortaokul seviye­

dıklarıma başka birçok şey

sindeyse ve üniversite bitir­

ekleyebilirim. Mesela; 2003

miş insan sayısı hâlâ bu

yılında “Küratöryel Şizofre­

kadar düşükken, hâlâ oku­

ni” sergimde Atatürk Kültür

ma yazma bilmeyen insanlar

Merkezi’ne kırk bir tane

varken siz, sanat tarihini ve

canlı koyun getirdim ve ot­

çağdaş sanatı ve dünyada

lattım, çobanıyla beraber.

neler olup bittiğini halkın

Oradaki

bilmesini

genç

sanatçılara

bekleyemezsiniz.

sorduğum bir soru vardı:

Daha da acısı, gazetecilerin

“Siz başında bir çoban olan

genelinin bilmesini bekleye­

koyunlar mı olmak istiyor­

mezsiniz. Çünkü sizin daha

yoksa bağımsız sanatçı mı olmak istiyorsunuz?

devletinizin kurduğu bir adet modern veya

Küratörünüz sizi otlatan çobanınız mı?” diye

çağdaş sanat müzesi henüz bu ülkede yok.

E

Türkiye Cumhuriyeti devleti de bir adet –Roma

Yani, ben –tabii ki­ sanatta yaptığım dört

rakamıyla bir, Latin harfleriyle b i r, ne derseniz

sordum, Türkiye iki ay bunu tartıştı.

boyutlar, tuvaller, desenlerle tanınan ve meşhur

artık­

olan

da

açabilirdi. Şakayı bir yana bırakırsak, herhalde

yapıyorum, mekân düzenlemesi de yapıyorum,

Türkiye gibi zor şartlarda kendini geliştirmiş

“happening” de yapıyorum, performans da

fazla zengin olmayan bir ülkede en azından

yapıyorum, kavramsal sanat da yapıyorum, işte

ülkenin beş değişik bölgesinde beş tane müze

“Demokrasinin Kutusu ”nu da yapıyorum,

olmalıydı. Ama bunlar yoksa; bu ülkede yalnız

“Küratöryel Şizofreni” de yapıyorum. Bütün

camii yapılıyorsa, stadyum yapılıyorsa ve yalnız

bunların her birinin bir içeriği var, bir geçmişi

hapishane ve yargı salonu inşa ediliyorsa hâlâ,

var ve her biri benim açımdan çok önemli birer

demek ki biz muasır medeniyetler seviyesinden

çıkış. Bunların her biri ortaya çıktığı saniye

çok uzağız ve atabileceğimiz fazla bir hava yok,

halkın tamamının bunları layıkıyla anlaması

olamaz. Yani, bir adet müzesi olmadığını bil­

mümkün değil, benim böyle bir beklentim de

meyen ve bunun açığını hissetmeyen bir devlet

yok ve kimsenin beklenti taşıma hakkı da yok.

ne kadar devlet olabilir? Bu sorgulanmaya de­

(Televizyonu

ğer. Kendine ne kadar kalıcı gözle bakmakta­

bir

sanatçıyım;

işaret

ama

ediyor)

ben

Şu

video

televizyon

bozulsa bunu ben tamir edemem, herhalde siz

dır?

de tamir edemezsiniz; çünkü işiniz bu değil.

23

modern

ve

çağdaş

sanat

müzesi


Nesibe KIRIŞ

İNSANLAR UNUTUR, EŞYALAR KONUŞUR ''Hayatımın en mutlu anıymış, bil­

Belki de Kemal, Füsunla geçirdiği her anı

miyordum.'' diye başlıyor Kemal Basmacı

muhafaza etmek ve onunla kuramadığı

hikâyesini anlatmaya. Sonra devam ediyor

hayatı,

‘’Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her

nesneleri doldurmuştu ‘en mutlu zaman­

şey de bambaşka gelişebilir miydi?’’

larını’ paylaştıkları eve.

onun

eşyalarıyla

yaşamak

için

‘’Kemal, Sibel ile nişanlı iken uzak

Müzeden içeriye girdiğimde, benliğimi Ke­

akrabası Füsun’a tutulur, onunla yasak bir

mal’in derin hüznü sardı. İlk katta Füsun’a

aşk yaşar. Fakat Füsun ve Sibel arasında

ait 4213 adet sigara izmaritini gördüğümde

seçim

ondan

büyük bir şok yaşadım. Aynı zamanda her

uzaklaşır ve bir başkası ile evlenir. Kemal

izmaritin altına eklediği anı alıntılarıyla si­

Füsun’a olan aşkını saplantı haline getirir,

garaları estetik bir tablo haline getirmesi,

Füsun’un

yapamadığı

eşine

için

rağmen

Füsun

yıllar

başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan Ke­

boyunca ziyaret eder. Misafir olduğu

onları

mal’in tutkulu aşkına inandırmıştı beni. Di­

zamanlarda Füsun’u iyice izler ve onun

ğer katlarda nelerle karşılaşacağım hakkın­

dokunduğu her nesneyi alır. Bu durumun

da hayal bile kuramamıştım o andan sonra.

fark edilmemesi için yerine yeni eşyalar

4213 izmarit ve bir o kadar cümle. Kimin

koyar. Aldığı nesneleri biriktirir ve bir

aklına gelirdi böyle bir delilik?! Hiç sıkıl­

zamanlar Füsun ile beraber oldukları

madan, baştan aşağı tüm satırları okurken

daireye (Masumiyet Müzesi) yerleştirir.‘’

buldum kendimi. Kemal ve Füsun’un yaşa­ dıkları, her ana şahitlik etmişçesine gözü­ mün önünde canlandı. Hatıralar vapurunda bir gezintiydi sanki. Pamuk, cümleleri öyle özenle seçmişti ki, yıllar evvel okuduğum ki­ tabı ayrıntılarıyla hatırlamaya başlamıştım.

24


Üst kata çıktığımda, gezintime hafif bir müzik tığımda saatlerden oluşturulmuş konsept ilgi­ eşlik ediyordu. Fonda Zeki Müren. Hatırımda mi çekmişti. Katın her köşesinde bulunan türlü Kemal ve Füsun’un acı hikâyesi. Romanda türlü saatler bize zamanın, yaşadığımız anların tasvir edilen her eşya gözümün önünde bana değerini kavramamız için Kemal tarafından varlığını kanıtlamaya çalışıyordu. Müzede her sunulan bir ders gibiydi. Hayatının büyük piş­ şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. manlıklarından biri dakikalarının kıymetini bi­ Hani olur, okur kitabın o bölümünü hatır­ lememesiydi öyle ki müzeyi ziyaret eden her lamaz da duyguyu bir an olsun kaybeder diye insana vaktin önemini vurgulamak istiyordu. dipnotlar geçilmişti her çerçeveye. Müzenin Odaya girdiğimde çalışmayan o saatlerin akrep ikinci katında etkilendiğim şeylerden biri de, ve yelkovan seslerini duymaya başladım. Za­ evin banyosuna yaklaştığımda ‘tıp tıp.’ damla­ man akıyor Nesibe. Zaman hiç durmadan her yan su sesiydi. Sanki Kemal her zamanki dal­ şeye ve herkese rağmen akıyor! gınlığıyla musluğu açık unutmuş ve çekip git­ mişti. Diyorum ya işte resmen yaşamıştım ro­

Çatı katına vardığımda ise ağır basan bir hü­

manı! Her ayrıntı, “O kadar mı olur?” dedirten zün atmosferinde bulmuştum kendimi. Füsun cinsten bir ustalıkla düşünülmüştü.

ve Kemal’in “ilk seviştikleri yatak”. Belki en güzel hayallerin paylaşıldığı sıcak bir yuva,

Okuduğum romanları genel itibariyle hayal belki de Füsun gittikten sonra Kemal’in sığın­ eder, hikâyeyi hissetmeye çalışırdım ve oraya dığı soğuk dört duvar. Evet, müze dört katlıydı gidince “Masumiyet Müzesi’’ gerçeğiyle baş ba­ ve her basamağında ayrı yaşanmışlıkları gizli­ şa kalmıştım. Yine aynı katta bulunan kahve yordu. O anılar, pişmanlıklar sayesinde ken­ fincanları fazlasıyla dikkat çekici bir ayrıntıydı. dimi sorgulama fırsatı bulmuştum. “Acaba be­ Özellikle ‘saat ve kahve’ kompozisyonu bana nim en güzel anım neydi?” “Bir gün böyle piş­ Kemal’in içten acısını yaşattı. Siteme yakın manlıklar yaşamamak için hayatımı nasıl yaşa­ duygular hissettim o çerçeveyi gördüğümde. mam gerekirdi?” ve en önemlisi zaman; “Za­ “Bir kahve içecektik fakat başucumuzdaki ak­ man neden bu denli önemliydi?” rep ve yelkovan durmadan hareket etti!”, za­ “Ne kadar anlatsam nafile!” dedirten bir yer

mana isyan seziyordum. “Hani 40 yıllık hatır?”

dermişçesine. Bizim cansız gözüyle baktığımız Masumiyet Müzesi. Bu yüzden dikkate almanız nesneler aslında içinde anıları yaşatır. İnsanlar gereken bir tavsiyemdir: buraya bir de kendi unutur, eşyalar konuşur. Yeni bir kat, bambaşka anılar. Yukarıya çık­

gözlerinizle şahitlik edin. Küçük bir dipnot da geçecek olursam “Kitabı okumadan asla!”

Bizim cansız gözüyle baktığımız nesneler aslında içinde anıları yaşatır. 25


Fransız doktor Ludovic O’Followell’in 1908 basımlı Le Corset kitabının ikinci cildinde yer alan röntgen filmleri (yukarıda) korse giyen kadınların üst vücutlarını gösteriyor. Doktor O’Followell korsenin kadın vücuduna olan negatif etkilerini somut olarak ortaya koymak istemiş olsa da asıl amacı korse kullanımının sona erdirilmesi değil daha konforlu korselerin tasarlanmasına öncü olmaktı. Bu çalışmasını tamamladıktan sonra lüks bir korse dergisi olan Les Dessous Elégance’daki yazı köşesinde düzenli bir şekilde yazmayı sürdürdü. Korsenin sebep olduğu olumsuz etkileri gösteren diyagram (solda). Kalın çizgiler korse bağlanmadan önceki pozisyonları, kesikli çizgiler korse bağlandıktan sonraki pozisyonları gösteriyor.


öldüren bir gazsa?" Bu şeyi ilk nerede okudum ben? Düşünmeli miyim bu­ nu? Ne kadar zamanım var ki? Yirmi oradan elli de sonrası desek, sadece elli yılım kalmış! Belki de daha az!

OKSİJEN

OKSİJEN

"Ya oksijen insanı 60­70 yılda

Cemalettin KAYA

Yok, olmaz öyle şey! Düşünmemeli­ dan bıkan halamın sesi aklıma hücum eden. Hiç yim bunu. Düşünürsem daha çok soru ölmemek! Ya bu gezegende yüzyıllardır yaşayan sorarım biliyorum kendimi. Kulağım­ insanlar varsa? Bu gazı hiç solumayan, bu meyveleri da garip sesler var.

hiç yemeyen, bu içecekleri hiç içmeyen, bambaşka

"Bibi ölmek hoş midir?"

tatların, zevklerin evladı olan nesiller varsa? Belki de

"Onu da bilmeyiver cırbağa? Ne çoh bu yüzdendir dağ tepelerinde avucumu dolduran kan. soriştirirsin!"

Muhakkak ki öyle! Tabi ya, beynimde hasara yol açtı

"Ya yaşamak boş midir?"

öyleyse. Eyvah, çok daha erken öleceğim ben! Şehre

"Ula gucur! Gumbuzu alnının çatina haykırmam lazım! İnsanların hayatları tehlikede! Onca yersin haa! Haşa o nasıl laftır!"

yüzyıl onca bin yıl... Çare bulunamayan hastalıklar,

Çocukluğum ve bitmeyen sorularım­ sebebi bilinemeyen ölümler... Nasıl akıl edemedik bunu? Neden müsaade ettik ölmezlerin bizi binlerce, belki milyonlarca, hatta ve hatta milyarlarca yıl kullanmasına. İçim yanıyor, ölüme yaklaşıyorum sanırım. Tanrım ne kadar sıcak! "Şu zıhımın sesini gıs aba!" Deliriyor muyum ne? Sesler büyüyor kafamda. Televizyondaki spikerin sesi belki ilk kez kulak tırma­ layıcı. Kapatsa ya ablam artık şunu. Gözlerinde ne var öyle kadının? Tabi ya, ölümü yanaştı garibimin. Kade­ rini bilse bu kadar rahat olur mu acaba? "Ortadoğu'da sular durulmuyor. Dün İsrail'in Mı­ sır'ın aracılığında yürütülen barış görüşmelerine olum­ lu yaklaşması ile sağlanan geçici ateşkes sabah 6 itibari ile yürürlüğe girdi. Ancak Dünya gündemine giren bir başka sıcak gelişme ise yine Ortadoğu'da IŞİD mili­ tanlarının

her geçen gün artan bir vahşetle Irak'ın

Kuzeyine doğru ilerleyişlerine devam etmesi."

27


Aman tanrım! Mustafa! Bunlar ölmeyenlerden mi yoksa? Oksijen değil bir başka gazın, meyve değil başka tatların, su değil bilmediğimiz şerbetlerin sahibi ölmeyenler mi bunlar? Yoksa kanla, insanla mı... Hayır, hayır bu doğru olamaz. Hayır, olmamalı. Peki onca savaşlar, onca kıyımlar, bir dünya terör... Hayvan bitkiye, insan hayvana, nihayetinde insan insana mı susamış? Peki ya sıtma? Veba? Kanser? Nefes almamalı, nefes almamalı. Hepimize farklı zamanlarda etki ediyor olmalı bu hava. İçimizi kemiren o öldürme hırsı, in­ tikam duygusu, rekabet güdüsü, başarıya açlık, çeke­ memezlik... Tanrım! Ne kadar yazık! Bebekleri de mi yediler ölmeyenler? Irak'ta çocukları, Hindistan'da genç kızları, Rusya'da Türkleri, Japonya'da çekik gözleri, Afrika'da inci gözlü insanları, Amerika'da kabileleri yiyerek mi yaşadılar senelerce? Büyük savaşlar... 1. Dünya, 2. Dünya, öncesinde Avrupa, daha evveli Cengiz Han, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar, Almanlar, Türkler, Yahudiler... Çok yaşlanmış olmalılar, çok yaşamışlar. Yiyerek, içerek, sömürerek... "İnsan eti çok lezzetlidir!" "Proteini çok!" "Böyle bir lezzet hiç tatmadınız!" Başım kopacak yerinden. Ah, dünya ne çok acılara gebesin sen! Bir heyecan hali üzerimde. Eyvah, heyecan yapmamalı, heyecan yapmamalı, heyecan yapmamalı. Daha az oksijen, daha geç ölüm. Beyne gitmemeli. Hayır, biraz daha yaşasam. İnsanlar, ah insanlar. Ölüyoruz, uyanın! Uyanın! Uyanın! "Uyanın artık, geç oldu çocuklar!" Işık dolan odada saat sekiz elli yedi. Karşıda, yatakta kar­ deşim. Rüya mı? Eyvah, "Ya oksijen insanı 60­70 yılda öldü­ ren bir gazsa?"

28


I Karanlıktan aydınlığa önce kanlı kafası çıktı. Gri bir suyla yıkanmış gibiydi. Kafasını küçük vücudu izledi. Göbeğinden çıkan bir kanalla, geldiği yere bağlıydı. Ağlamaya başladı.

II Kadın ilkin bacaklarının arasında uyuyan bebeğe baktı. Gözlerini âşık olduğu adamın gözlerine çevirdi. Örtünmek artık imkânsızdı. Yanakları ıslandı. Adam kadını birine ilk kez sarılıyormuş gibi kavradı. Güzel günler göreceklerine önce kendini, sonra kadını inandırdı. Göğsü hızla kalkıp iniyor ve nefes alışı, duvarlarının beyaz olması dışında hiçbir betimlemeye izin vermeyen odadaki ölümcül sessizliği deliyordu. Sessizlik delindikçe sedye, sedyenin üstündeki çıplak kadın ve üstüne kadını örtmüş adam dışında sonsuz bir boşluğun olduğu hastane odası anlam kazanıyordu. Adam kollarını gevşetti ve dudaklarını kadınınkilerle birleştirdi. Şimdi kalbinin vuruşu da en az kadının gözyaşları kadar azalmış, göğsü sakinlemişti. “ ” “ ” Vücutları birbirinden ayrıldığında bebek uyanmıştı. Bebeğin bir horozun sabah gürültüsüne benzeyen çığlığı anneyi korkuttu. Uyandığına göre acıkmıştı. Süt vermek için elini memesine uzattı. Sağ memesini ovaladı, sütün gelmeye başladığını hissedince adamdan bir bardak getirmesini istedi. Bardağa sütünü sağdı ve içti. Midesi bulandı, bulandıkça daha çok içti. Sütün, bebeğine uzanan göbek bağından geçtiğini hissetti. Kadının bacak arası uyuştu, bağın sıcaklığı hararetini artırdı. Süt bebeğe ulaştığında bebeğin ağlamaları sıklığını yitirdi, doyduğundaysa tamamen kesildi. {Neden ölmemeli öyleyse, yaşamak mutlu bir devinimse}


III Kız sağ tarafındaki çantaya uzandı. Vücudu geniş hareketler yapmasına izin vermiyordu. Kendini zorlayarak çantayı aldı, açtı ve çantanın içinden cep telefonunu çıkardı. Sesini sona alıp en sevdiği şarkıyı dinlemeye başladı. Annenin baktığı pencerede, güneş bulutlara yaklaşıp uzaklaşıyordu. Ağır vücudu yattığı yerden göğe yükselip uçuverdi. Önce yatak odasındaki tozlu kahverengi dolabın üstünü gördü. Bir an önce temizlemesi gerektiğini düşündü. Toz bezini bulmak lazımdı. Mutfağa bırakmış olabilir miydi? İleride taarruza hazırlanan bir ordu gibi birikmiş irili ufaklı çam ağaçlarını fark etti. Yeşillikler yaklaşıp uzaklaştı. Dalgalanan ağaçların arasında büzüşmüş çüküyle, sakalları ağarmış babasını gördü. Piç herif. Ölmeden önceki son haliyle annesini ve kurumuş göbek bağını hatırladı. Dalgalar çoğaldıkça babası kayboldu. Yeşil dalgaların arkasından mavi ıssız bir deniz belirdi. İzlemesi anneye zevk verdi, ama bu doyumsuz manzaranın üstünde uçarken göğsünde büyük bir baskı hissetti. Üzerine bir ağırlık çökmüş gibiydi. Göğüsleri uyuşmaya başladı, ama çabucak geçti. Kurumuş meme uçları gittikçe büyüdü ve canlandı. Memeleri büyüdükçe denizin üstünde iki yana savruldu. Dengesini kaybetti. Yere yaklaştıkça pürüzsüz bir ses duymaya başladı.

Ses giderek yükseldi. Gökyüzünden düşüyordu ki, uyandı. Rüya gördüğünü fark ettiğinde kızı müziğin sesini kısıyordu. Kız annesini uyandırdığını fark edince önce telefonunun sesini kıstı, sonra telefonu toptan kapatmaya karar verdi. Edith Piaf'ı bir keresinde annesinin okuduğu kalın kapaklı bir kitapta görmüştü. Edith Piaf herkesten farklı olarak üstüne kahverengi bir şal atmış, vücudunu örtmüştü. O hiç âşık olmamış, annesiyse erkenden ölmüştü. Belki bu yüzden çıplaklığını örtme şansı olmuştu. Kitap bunu anlatıyordu. Oysa âşık olan herkes çıplaktı. Kız annesinin vücudunu seyretti. Neden ona bağlı kalmak zorunda olduğunu düşündü. Tanrı onu böyle yaratmasaydı, ya da hiç yaratmasaydı ne olurdu? Başını karnına çevirdi. Karnından uzanıp annesinin bacak arasına giden göbek bağını gördü. Bu pis kokulu sararmış kanalın olmadığını hayal etmeye çalıştı. Bu ölüm demekti. Annesinin yediği içtiği, bu kanalla kızın midesine taşınıyordu. Başka türlü yeterince beslenemezdi. Annesi ölünce âşık olacak, o da bir anne olacaktı. Çünkü bağ kuruyup düşecekti. Annesi ölen diğer kızlardan yemek yemeyi de öğrenecekti. Gerçi annesini birkaç kez seyretmişti, çenesini aşağı yukarı hareket ettirmesi gerekiyordu, ama bir türlü becerememişti ağzı boşken. Denerken kolunu ısırdı bir keresinde, ısırmayı ilk o zaman öğrendi.


Annesi kızının elinden tuttu, mutfağa gidip sağ alttaki raftan eskimiş bir kap çıkardı. Geçen geceden kalma bir şeyler yedi. Kızı da doydu. Başını aşağı çevirdi. Uzanıp kızının karnına giden göbek bağını gördü. Bu pis kokulu sararmış kanalın olmadığını hayal etmeye çalıştı, tıpkı çocukken kendi annesinden karnına gelen bağa baktığındaki gibi. Bu özgürlük demekti. Özgür olduğunda hayallerini gerçekleştirmeye fırsat bulabilirdi. Başka türlü dilediğince örtünemezdi. Kızı olmasa özgür olacak, o da bir Edith Piaf olacaktı. Edith Piaf üstüne çağın modasına uygun olarak, tam da annenin hayalindeki gibi kahverengi bir şal almış ve bu şalla, annesi ölmüş tüm özgür erkeklerden kendini muhafaza etmişti. Anneninse bu hayaline kavuşabilmesi için iki şey gerekliydi: Bir, göbek bağıyla kendisine bağlı olan kızından kurtulmak; iki, kızından kurtulduktan sonra siki kalkmış bütün azgın erkeklerden uzak durmak. Tekrar kızının elinden tutup odaya geri döndü. Kızıyla yatağa uzandı, sonra gözlerini kapattı anne. Kız üç gün önce, yemek yemesi gerektiğini söylediğinden beri annesiyle konuşmamıştı. Artık eskisi kadar sık konuşmuyorlardı. Zaten içgüdüsel ihtiyaçlarından başka konuşacakları bir şey de yoktu. Koridordan el ele odaya geçtiği annesiyle yatağa uzandı, sonra gözlerini kapattı kız.

Evin diğer odası babasıyla annesi içindi. Burayı yalnızca dokuz ay kullanmışlardı. Doğumdan sonraysa orada sadece babası kaldı. Annesi kızına bağlandığından babasıyla vakit geçiremiyordu. Babası da artık, annesi ölen âşık olmamış başka kadınların yanına gidiyordu. Annesinin ölümünü bekleyen başka çocukların doğmasına adamıştı kendini. Piç herif. Anne yatakta dönüp dururken, âşık olduğu adamı, kızının babasını düşündü. Diğer kadınlara gittiğini bilmiyormuş gibi hayaller kurdu. Biliyordu. Her gece karanlık kaldırımlardan aşağı yürürken nefesinin içki koktuğunu, sabah uyandığında yanındaki kadına bir kez daha sevişmeleri için yalvardığını biliyordu. Yanında olsaydı sorardı: Erkek sevişmek istediğinde bunu uzaktan anlayabilirdiniz, çünkü tüm varlığıyla göz önündeydi. Oysa çocuğu olan bir kadının vücuduna bakarak, göbek bağına duyduğu nefret hariç, hiçbir duyguyu sezinleyemezdiniz. Örtünmek bu özel durumu pekiştiriyor; kadını bir bakıma, akılsız milyonlarca spermin ana rahmine girmesiyle başlayan, onu anne yapan ve anneyi ömrünün sonuna kadar kendisine bağlanmış bir çocuğa mahkûm eden sevişmelerden koruyordu. Kurmazdı.


Anne, ölmeden önceki son haliyle kendi annesini ve kurumuş göbek bağını anımsadı. Annesi öldüğünde o otuz yedi yaşındaydı. Beklediğinden erken öldüğü için kendini şanslı hissetmişti. Hemen yemek yemeyi öğrenmiş, ilk kez su içmişti. Edith Piaf'ı henüz bilmiyordu. O zamanlar hayali örtünmek değil, âşık olmaktı. Âşık oldu. {İlk kezmiş gibi buluştular, son kezmiş gibi seviştiler} Şimdi o adam yanında olsaydı sorardı: Yalvarmazdı. Piç herif. Anneyle kızı birbirine bağlıydı ve ikisinden biri ölmedikçe değişecek hiçbir şey yoktu. Aynı anda duvardaki oval saate baktılar, yarım olmak üzereydi. Uyudular.

IV Saat yarım olmak üzere. Kötü bir gece geçirdim. Sevişmem gerek. Testislerimin büyümesine uzun zaman anlam veremedim. Testis ne biçim kelime, “ ” işte. Okumayı öğrenirken bu kelimelerden haberim yoktu. Siki mesela, babamın çocuksuz kadınlara gittiğini öğrendiğinde annemden duydum: “ ” Güçlü bir kadındır annem, âşık olduğu adamı tepeleyecek kadar da cesurdur. Sikin bir de faaliyet olanı var sanırım, ama “ ” kelimesi daha entelektüel. Konuşurken onu kullanmayı tercih

ediyorum. ”

Örneğin:

Acıktığımda annemi dürtüyorum, o yemeden ben doyamam; susadığımda anneme çimdik atıyorum, o içmezse ben duramam. Ne lazımsa bana o veriyor. Ona bağlı olduğumdan, benden kaçması mümkün değil. Babama bağlı olsaydım o da kaçamazdı, ama kaçtı gitti. Annem her şeye yeter. Şu bağ olmasa bir şey daha isteyecektim annemden. Taşaklarımın büyümesine uzun zaman anlam veremedim. Şimdi veriyorum, bayağı sevişmem gerek. Annem öldüğünde bağ kuruyup düşecek, ben de o zaman kendime başka birini bulacağım ve bir çocuğu ona bağlayana kadar her gece onunla yatacağım. Böylece başka bir vücut da görmüş olacağım. Bunca yıldır gördüğüm tek kadın vücudu anneminki. Bir keresinde bana örtünmek istediğini söylemişti. Ben olmasam, göbek bağı olmasa örtünecekmiş; ama varlığım onu erkeklerden korunmaktan alıkoymuş, ben de erkekmişim, çıplak kadın gördük mü dayanamıyormuşuz, hepimizin köküne kibrit suyuymuş. Eskiden annemle sabahlara kadar dertleşirdik. Babamın gitmesiyle boş kalan evin her gece başka bir odasında yatardık ve bana eski günleri, kendi annesini, annesinin ölümünü, göbek bağının kuruyuşunu, babasını bir masalmış gibi anlatır dururdu. O zamanlar düşünmezdim ki bu kadar, sevişmem gerek.


Saat yarım oldu. Bu gece rüyamda anneme sımsıkı sarıldım, sarılınca göbek bağım kaşındı, kaşımaya çalışırken ayrıldık. İki farklı yöne uzaklaştık. Annemden uzaklaştıkça bağ bir ip gibi gerildi ve birdenbire koptu. Annem bunu görür görmez öteki tarafa koştu, kaçmaya başladı. Bu bana babamın gidişini hatırlattı. Ben de peşinden koştum. Yakaladım. Tekrar kaçmaması için belini sıkıca kavradım. {Örtük yatak odalarında beyaz çamaşırları al bastı} Sevişmem gerekti. İleri geri gittikçe iniltiler yükseldi. Göbek bağım ne kadar soğuduysa, ben o kadar ısındım. Çığlıklar gökyüzünü kapladı. Kara bulutlar çığlıklarla yankılandı. Şimşekler beni çığlıklı bulutların üstünde fotoğrafımızı çeken melekler olduğuna inandırdı. {Ne çığlıktır ah o duyulan çığlıklar evlerden yukarı!} O gece annemle seviştim. “ ” daha entelektüel. Boşaldıktan sonra kollarımı gevşettim, ama annem bu kez kaçmadı. Yaş dolu gözlerle beni süzdü. Ağladıkça eridi ve yok oldu. Vücudu bir ağaç gibi kurudu, hızla toprağa karıştı. {Gözü dönmüş ırza geçici Amnon ata atlayıp kaçtı} 21.02.2014 Zekeriyaköy


Çünkü bahsi geçen kadınlar bende hem ince çizikler açıyor, hem de o çizikleri tamir ediyor.

34


“Artık özgürüm, öyle yalnızım ki...” Ne zaman duydum Umay’ın sesini, tam hatırlamıyorum. Sadece “Düşmedim Daha” klibini inanılmaz korkutucu bulur, izleyemezdim küçükken. Tanışmamız bayağı erken aslında ama bilincim yerindeyken –ne kadar yerinde orası da meçhul ama­ sesini, sözünü duymam lise yıllarıma tekabül ediyor belki de. Kitaplarının sayfalarını çevirmem, bazen de birkaç kelimeye takılı kalıp çevirememem ise birkaç senelik mevzu. Umay ile çok vakit geçirmedim aslında yani. Ama yoğun, özel ve tılsımlıydı benim için onun sesiyle, kalemiyle geçirdiğim zaman. ­Umay Umay’ı anlatsana mesela... Ne zaman, nerede doğmuş, ilkokulu nerede okumuş gibi şeyleri anlatamam size. Anlatmam. Merak ediyor muyum, hayır. Basit biyografi unsurlarından daha fazlası çünkü o. Daha derinde. Sokaklar ve kalbi için eşit bir ölüm isteyen kadın, bahsettiğimiz. Umay’ı dinleyenler, okuyanlar muhtemelen ortaktır bana, Umay’ın satırlarının, sözlerinin ruhumuzu bir yerinden yakaladığı konusunda. Belki de bu yüzden böylesine seviyorum bu kadını, yaldızı

sökülmüş, tılsımı sönmüş günlerime ve gecelerime eşlik edip, bazen kendime dahi söyleyemediklerimi ortalığa döküverdiği için. Hepimizin sevemedikleri oldu; öfke naylon, gürültü kuru. Ve hepimiz diledik üstümüzün örtülmesini kirlenmeden. “Git aşkını bul...” Kolyelere, yüzüklere bayılanlar bilir, o kolyeler ve yüzükler bunu söyler bize. Dizlerimizde kabuklar ve belki de akmış rimelle ararken dur durak bilmeden, bazen buluruz bir şehirde aşkı. Misafir olduğumuz bir şehirde... O zaman dökülür dudaklardan, “Bir el sallarsın yeter, hareket vakti gelince...” Yüzümüzün sağ ya da sol tarafı ıslanır, damlalar yuvarlanır tenimizde. Sağ ya da sol, çünkü pirinç işlemeli bir aynada kırılmıştır yüzümüzün yarısı. Çürük. Karanlık. Kekremsi.

Tozlu.

Küflü.

Ama yine de birisi sorarsa, “Merak etme, ölmüyorum.” Umay. Güzel diyeceğim sana.

kadın.

Bir

şey

“Sakın üşütme. Sakın yaşlanma. Sakın yıkılma. Sakın, sakın, o güzel ruhunu ayaza tutma.”

35


İstersen hiç okuma, söylüyorum bunu.

içtenlikle

Şu an ben kelimelerimi döküp saçarken benim için önemli olan yazdıklarımın okunma ihtimali. İhtimal. Çok garip bir şey. İnsanı özgür kılmıyor ihtimaller. Onlar yüzünden hep bir şeylere bel bağlayıp, bir şeyler umut ediyorsun. Kimbilir, belki de hayatla olan bağlantımızı sağlıyor. Belki de ruhumuzu ihtimallerden arındırıp özgür kıldığımızda yaşamın ucuna yolculuk tamamlanmış olacak. Yaşamın ucu. Ölüm. Belki de başka bir şey. Hava çok sıcak bugün. Yaşamın ucunda da sıcak mı acaba? Uzanıyorum, kitap okumak gelmiyor içimden. Ağrı kesici kuru gürültüden ibaret, iyi gelmiyor. Ah Shakespeare! Bugün karar verdim, ruhumu en kısa zamanda kalaylatmalıyım. Yoksa pas tutacak. Biri öptüğünde pas tadını alır mı acaba.

Kimse kimsenin ruhuna karışmıyor, dolanmıyor şu günlerde. Yersiz bir dert ve merak bu. Bugün Tezer Özlü okudum yine. Sevgili Tezer Özlü... Bence seni özleyen çok insan var Tezer. Sana Tezer diyebilirim değil mi? Lape’nin önünden her geçişimde aklıma düşüyordun. Kalakalıyordum. Minik beyaz bir örümcek, kuyruk sokumumdan saçlarımın diplerine doğru tırmanıyordu sanki. Sonra minik bir ısırık. Hissizlik. Soğuk.Kalakalıyordum. Neyse ki yolum artık Lape’nin oralara pek düşmüyor Tezer. Bugün çok Schoenberg dinledim. Bana iyi gelmiyor. Keşke Bach seversin sen.

36

dinleseydim

Tezer,


günce (iki)

mehmet yapıcı

Morvoren’in malikânesinde kendisine tahsis yemesine engel olmak istediğini kendi kendisine edilmiş odada, ceviz ağacından yapılma masada hatırlattı. Alt kata indiğinde o katın neredeyse hiç oturuyordu. Kaldığı oda vişneçürüğünün açık ton­ aydınlanmadığını gördü; bütün perdeler sıkı larıyla döşenmişti, sanki evin bütün köşelerinde sıkıya kapatılmıştı ve eve hiç gün ışığı girmi­ elinde o renk boya kovaarı bulunan yeşil saçlı deli yordu. Morvoren’in başka bir garip huyu daha... bir palyaço koşturarak dolaşmış, vişneçürüğüne Kim güneş ışığını sevmezdi ki, daha iyi bir pozi­ boyanmamış iğne ucu kadar yer bile bırakma­ tif enerji kaynağı var mıydı? Adamın soluk beyaz mıştı. Pencereler sonuna kadar açıktı, perdeler tenini düşündüğünde yanmamak için güneşten yanlara ittirilmişti ve güneş ışığı güçsüz bir şekilde kaçınan, neredeyse güneşe hiç çıkmayan, çıktı­ içeri giriyordu. Önünde dizüstü bilgisayarı açıktı, ğındaysa kocaman bir şapka ve seksen faktör elindeki kalemi dişlerinin arasına sıkıştırmıştı ve güneş kremi kullanan insanlardan olduğunu dü­ kemiriyordu. Kaşları çatılmıştı, huzursuz ve mem­ şündü. Adamın yardımcısı olan güzel kadının nuniyetsiz olduğu her hâlinden belliydi. Günceyi kaldığı odayı öğrenmişti, ilk kaldığı gece kadın bir ilk açtığından beri o lanet ilk sayfa üzerinde ihtiyacı olursa diye kendisine yerini göstermişti. çalışıyordu. Güncenin diğer sayfalarından çok da­ Şimdiyse orada oluşunun altıncı günü dolmak ha farklıydı, çok daha fazla sayı içeriyordu, nere­ üzereydi ve Alba tahmin ettiğinin iki katı deyse tamamen sayılardan oluşuyordu ve kadın uzunluğunda bir süre zarfında kalmıştı orada. En günceyi anlayabilmek için ilk önce bu sayfayı azından planladığı gibi tamamen şehri gezdi­ği çözmesi gerektiğinden adı gibi emindi. Zaten gün günler olmuştu, güya absürt derecede kibar(!) yüzü gibi ortadaydı da. Ne var ki sayfa hakkında ortağı ona eşlik etmiyordu. Kapıyı hafifçe çaldı, apaçık ortada olan tek şey buydu. Bilgisayarının kapıyı açan kadına gülümsedi. “Merhaba. Mor­ ekranına baktı tekrar göz ucuyla, boşuna çalışıp voren evde mi? Salona gelmesini söyleyebilir duran programı gördükten sonra sinirle kalemi misin? Çok teşekkür ederim.” Tekrar gülümse­ masaya bıraktı ve sandalyesinden kalktı. Bilgisa­ yerek ilk gece adamın kendisini ağırladığı odaya yarının kapağını kapatıp koltuğunun altına sıkış­ ilerledi. Kendi odası dışında bildiği tek yer o tırdı; günceyi, boş ve karalamalarla dolu defterini, odaydı. Yemek odasının da olması muhtemeldi kalemini alıp odadan çıktı. Evin koridorlarında evde ama kadın hiç gitmemişti çünkü güya ab­ yürüyüp aşağı kata inerken kendisini hayalet bir sürt derecede kibar adamla beraber hiç yemek evdeymiş gibi hissetti. Hiçbir canlılık yoktu lakin yememişlerdi ve kadın Fransa’dayken olabildi­ duvarlardan yarı canlı yarı ölü bir varlığın verdiği ğince dışarda yemek yemeye gayret ediyordu. huzursuzluk yansıyormuş gibiydi. İç geçirdi ve Çirkin gargoylelerin arasından geçerek odaya güncenin sebep olduğu tatsızlığın bu güzel günü

girdi, bir an pencereleri açmayı düşündü çünkü

37


güneş ışığı hiç girmiyordu ve oda çok havasızdı.

Anlık heyecanın ve gerginliğin etkisiyle adama

Her ne kadar birbirleri için yaratılmamış olsalar sen diye hitap etmişti. O kadar eğreti durmuştu ki da adamın yaşam stiline saygısızlık etmek kadın hemen değiştirdi, senli benli olacak sevi­ istemiyordu. Yine eşyalarını odanın bir köşesine yede değildi henüz samimilikleri. Doğrusu şu ya, konulmuş piyanoyla aynı renkli fildişi masaya samimilikleri diye bir şey yoktu aslında aralarında. koyduktan sonra bir pencereye yöneldi ve per­ Birbirlerini ilk geceden sonra pek az görmüşler, deyi, ardından camı açtı, perdeyi tekrar camın onlar da çoğunlukla kibar selamlaşmalardan üzerine kapattı. Masaya geri dönüp bilgisayarının ibaret olmuştu. Kendisi bir pansiyondaymış ve kapağını açarak onu bir köşeye doğru itti, sahibi de Morvoren’miş gibiydi daha çok. Ne var ki güncenin ilk sayfasını yeniden açtı. Güzel harfler­ o an nedense adamın kibarlığına uymayarak onun le ve yazılarla kaplanmış sayfa önüne döküldü.

belirlediği çizgilerde durmak istemediğini ve durmayacağını adama göstermek istedi.

Bir satır doğruyu söyler,

a

“Ne yaptığını pek bilmesem de dinlendiğini var­

Bir mısra yalanı, Arada az fark vardır,

sayarak dinlenmenden buraya teşrif etmeni ve

Ancak aklını kullanan bulur cevabı.

çözümleme konusunda bana yardım etmeni iste­

14

miştim.”

17

21

29

"Emin olun dinlenmek şu sıralar en son yapa­

52354451451444142421354451521422552421143 31455242314244555215133142454512424343532

cağım şey."

a

3521353422512423242214541432233524535524

Sesinde hafif bir sitem vardı. Günceyi çözmek

142433143234513214245141512114112434235121

adamın görevi değildi, kendisi ise çözme işini ken-

5424243534552355445553552152143244243454

di arzusuyla yapıyordu lakin çıkmaza girmişti ve

55235521341432513251445124211433142314453

bir türlü ilerleyemiyordu. O kadar çok bakıp

41444512532512134513214523534235134142424

üstünde çalışmıştı ki baktığında hiçbir şey göre­

5355.

miyordu. Sayfa eski bir tanıdığın yüzü gibiydi;

Kapının açılma sesini duymuş olsa da başını ada- bakınca yabancı ve yeni olan hiçbir his uyan­ ma çevirmedi. “Gelip bakabilir misin? Bir de senin fikrini almak istiyorum. Bana kafayı yedirtmek üzere.” "Sizi kontrolünüzü kaybederken izlemekten hoş­

mıyor, alışıldık ve olağan duygular yaşattırıyordu. Yeni hiçbir şey göremiyor, çözüme tek bir adım dahi yaklaşamıyordu. Gerçekten... Tek bir adım bile... Gerginlikten patlamak üzereydi ve sakin­

lanacağımı tahmin etmiş olmalısınız ki beni ça­ leşmesi gerektiğini biliyordu. Adama da son kur­ ğırdınız." “Bir gün etkin şekilde iletişim kurabilecek miyiz

duğu cümleleri söylemek istememişti fakat ondan özür dileyecek hali de yoktu. Elindeki kalemi ma­

çok merak ediyorum. Sizi bu yüzden çağırma­ saya bıraktı, gözlerini kapattı. Yogada öğrendiği dım.”

gibi derin ve yavaşça nefes aldı, verdi. Bir, iki, üç. Bir, iki, üç, dört, beş, altı. Yogaya en başta ne ka-

38


da soğuk bakmış olursa olsun sonrasında çok sev- öteki otuz sekiz çıkıyordu. mişti ve her alanda yararını görüyordu. Nefes

“Belki de aynı anda verilen bütün rakamlara

egzersizleri dinginlik sağlamada ciddi anlamda bölünmesi gereken bir sayıdır. Bir, iki, üç, dört ve işe yarıyordu. Gözlerini açıp tekrar önündeki beş. Bir sayılmaz, iki de diskalifiye çünkü zaten kâğıda, ardından omzunun üstünden hafifçe dörde bölünmesi gerekecek.” dönüp çenesini kaldırarak dibindeki adama baktı.

Sol elini başına götürüp parmaklarını alnında ha­

Yüzü çok solgun ve hasta gözüküyordu, hafif bir fifçe gezdirdi, sağ dirseğini masaya yaslamıştı ve şaşkınlık kadının yüzüne yayıldı.

çenesi avucuna yaslıydı.

“Tek bir şey bulamıyorum. Anladığım kadarıyla

“Ama hiçbir manası yok. Altmış veya katı olması

bulmaca üç veya dört parçalı. Sözcüklerle ve lazım ki bu imkânsız.” manipülasyonla aran iyi olduğuna göre en azın­

Derin bir nefes çekip kalemini masaya bıraktı ve

dan sözlü bilmecede yardım edebileceğini düşün­ sandalyesine yaslandı o da yanındaki adam gibi. düm. Ama iyi görünmüyorsun.”

“Aralarında az fark diyor. Neye göre az? Çok bü-

“Bugün göz manzaranızı şenlendiremeyeceğim yük sayılara göre o sayıların hepsinin arasında az için kusura bakmayın Alba, umarım mazur görür- fark var. Hiçbirinin arasındaki fark büyük değil. sünüz. İlk dizede yirmi bir, diğerlerinde ise sırayla Üçü yedinin katı, birisi de değil ve asal sayı. Yirmi on dört, on yedi ve yirmi dokuz harf var. Sanıyo-

sekiz olsaydı yedinin katı olurdu ama bir farkla

rum ki bunu çoktan fark etmişsinizdir. Yardımımı asal olmuş. Bu mu kast edilen? Bir en küçük sayistediğiniz bu sözlü bilmecenin doğru sayı sırala- ma sayısı. İyi de yirmi dokuz ne işe yarayabilir ki?” masını verdiğini düşünüyorum sadece, en azından

"Uyağa göre grupladığımız sayılar için ortak bö-

şimdilik. Eğer kafiye uyumuna bakarsak mısraları len bulabiliriz ­ iki grup olduğu için iki ortak bölen ikili guruplar olarak eşleştirebiliriz, bunun da

olması gerekecek elbette. Ayrıca bu rakam dizisi-

alakalı olduğundan şüphe ederim doğrusu."

nin tek bir satırdan oluşmasının amaçlandığını

“Evet. Aslında doğru diyor olabilirsin. Bu dört düşünüyorum, sayfa üzerinde yer kalmayınca aşasayıyı arasında en az fark olacak şekilde gruplar- ğı geçilmiş olmalı. Bu yüzden dört satır olarak desak­ çünkü aralarında az fark var diyor.” Kafası ğerlendirip değerlendirmememiz gerektiğinden tekrar hızla çalışmaya başlamıştı, bir şey yakalıyor emin değilim." gibi hissediyordu kendini. Baştaki ve sondaki sayıyı bir grup, ortadakileri bir grup yaptı.

Hakikaten, ne işe yarayabilirdi? Kadının zihninde çok büyük bir çabalayış vardı lakin dört bir yana

“O zaman belki de en son çıkacak iki sayının aşa- yüzen bir balık sürüsü gibiydiler. Her biri başka ğıdaki rakamlarla bir alakası vardır. Bakın rakam- bir yemin peşinden gidiyordu ucunda bir şey oldular sadece beşe kadar.”

ğunu sanarak fakat ucunda hiçbir şey çıkmıyordu

İki grubu da kendi içinde topladı biri kırk üç, ve sonsuz karanlığa gömülüyorlardı. Kalemini tek-

39


rar eline alıp kağıda aklına bir şeyler gelmesi için rastgele şeyler karalamaya başladı, hep yaptığı bir şeydi bir şey bulmaya çalıştığında. Bir yuvarlak çizdi, etrafına yapraklar ve ortaya bir çiçek çıktı. "Polybius karesi. Aşina olduğunuzu biliyorum.

Göz ucuyla yanında oturan adama baktı.

Önümüzdeki anlamsız rakamlar silsilesi bu yön­

“Rica etsem şifre kırıcı program bir şey bulmuş

mu diye bakabilir misin? Adı Orobrium. Aşağıda­ tem temel alınarak şifrelenmiş kelimelerden iba­ ret. Yani ikişer ikişer gruplandığında her iki ra­

ki sekmelerden birinde olacak.”

Hiçbir hareket ve kıpırtı gelmeyince adama baktı kam bir harfin yerine geçecek. Yukarıda yazdığım başını çevirip ve onun teknolojiyle ilgisi olma­ Polybius karesine göre isminizi şöyle kodlaya­ dığını hatırladı. Ama gerçekten mi? Yirmi birinci bilirim: 11 31 12 11. Elbette alfabenin şifreli bir yüzyılda yaşarken bilgisayar kullanmayı nasıl bil­ şekilde düzenlendiğini sanıyorum. Şifresi de dört­ meyebilirsin bütün imkânlara sahipken? Bilgisa­ lükte gizli. Bir satır doğruyu söyler, yirmi bir harf, yarına doğru uzanıp gerekli sekmeyi buldu ve aç­ bir mısra yalanı, on dört, arada az fark vardır, on tı, ekranı incelerken programın hala bir şeyler yedi ve son satırımız, ancak aklını kullanan bulur arayıp boşuna çalıştığını ve hiçbir şey bulama­ cevabı, yirmi dokuz. Polybius karesi Yunan icadı­ dır ve eski Yunan alfabesi yirmi beş harfli olduğu

dığını görmesi uzun zaman almadı.

için 5x5'lik bir kareye tam uyar. İngiliz alfabesine

“Biliyorsun ki bunları kullanmanın zorunlu hale

geldiği bir gün gelecek. Eğer şanslıysan ve uzun düzenlendiği zaman J çoğu zaman I olarak kabul yaşarsan büyük ihtimalle bilim kurgu filmlerin­ edilir. Şimdi tekrar satırlara bakarsak bu ikili kombinasyonların Polybius üzerinde harflere

deki senaryoların başlangıcını göreceksin.”

denk geldiğini görürüz. Unutmayın elimizde doğ­

"İhtiyaç duyacağım gün gelene kadar bir köşede

beklemeyi tercih ederim. Eğer Orobrium bu şif­ ru ve yanlış var. Benim fikrime göre on yedi ile reyi çözebilirse, bir tane laptop edineceğime emin yirmi dokuz Polybius üzerinde yer alamaya­ olabilirsiniz Alba, şimdilik oldukça işlevsiz görü­ cağından ­ Polybius üzerinde kolonlar ve sıralar en fazla altıya kadar çıkmakta zira ­ bu iki sayıyı

nüyor." Göz ucuyla adama baktı ve güldü.

elemeliyiz. Bu da geriye on dört ile yirmi biri bıra­

“Bana bilim kurgunun da ne olduğunu bilmedi­

kır."

ğini söyleme de. Hatta sinemaya gitmediğini ve film izlemediğini.”

Adam önüne çok bildiği kareyi çizerken yüzünde hiçbir ifade değişikliği olmadı neredeyse, dudak­

"Tiyatro zevkime daha çok hitap etse de karanlık ları hafifçe büzüldü. Kendisi aynı kareyi yukarıda bir sinema salonunda güneşin doğuşunu veya odasında kâğıtlara kim bilir kaç kez karalamıştı batışını izlemek oldukça hoş bir değişiklik olu­ lakin sonuçta ortaya karmaşık harfler dizisinden yor." Bunları söylerken kâğıda bir şeyler çiziktirdi.

bir şey çıkmamıştı. Kahverengi buklelerinden ha­ fif parfümlü bir koku yayılan adamın Polybius ka-

40


resini bilmesine şaşırmıştı, nasıl kullanıldığını Her satırın harf sayısı. Bir dize doğruyu söyler, bilmesine daha da fazla. Adam anlatırken kaşları bir mısra yalanı. Beynindeki bütün sis birden şaşkınlıkla hafifçe havaya kalktı. dağıldı. “Buldum.” "Rakip firmadan olmadığına emin misin?”

Aydınlanmanın verdiği huşu ile kısık sayılabile-

Hafifçe güldü ama çok içten gelen bir gülüş cek dingin ve şok içinde bir sesle söylemişti bunu. olamamıştı ne yazık ki, kışın ortasındaki bir ağaç “Buldum. Buldum! 21!” Sandalyesini hızla ittirerek yerinden kalktı.

dalı kadar kuru ve işlevsizdi.

“Geliyorum.”

“Kareyi elbette ki denedim. Defalarca. Senin de

Salondan koşturarak çıktı. Nasıl aklına gelme­

fark ettiğin gibi ortaya anlamsız bir harfler dizisi

mişti! Nasıl! Merdivenleri ikişer üçer tırmanarak

çıkıyor. Ve söylediğin şey çok mantıksız.”

Eğer 21 ve 14 birer harfi temsil etseydi geriye ka­ odasına girdi, masasının üstünde dağılmış kâğıt­ lan harfler ne olacaktı ki? Bir satır doğruyu söy­ ları hızla karıştırdı, üzerinde rakamların anlamsız ler. Bir mısra yalanı. 21 ve 14. Eğer 21 doğruyu harf dizesine dönüştüğü kâğıdı buldu. 21. Elbette. yani baş harfi d’yi kodlasaydı 14 de y harfini Geldiği hızla merdivenleri inerken ayağı kaydı, kodlayacaktı ama ne işe yarayacaktı ki? Evet bu neredeyse düşüyordu ki dengesini sağlayıp mer­ bir kareydi ve kare matrisle anahtar oluşturu­ divenin kenarına alelacele bir şekilde tutundu. labilirdi fakat çözmek için ikinci bir matris gerek­ Hızlı adımları birbirini izlerken savaştan dönen liydi ve aşağıda da belki o sayıları gruplarsa­ galip bir general kadar gururlu ve mutluydu. Sa­ kafayı mı yemişti, ne düşünüyordu öyle? Yüzyıllar lona tekrar girdiğinde kendisine soran gözler ve önce yaşamış bir adamın oturup kare matrisli havaya kalkmış kaşlarla bakan adama doğru iler­ şifre yazacak hali ve dahası olasılığı kesinkes leyip masaya oturdu, kâğıdı masaya koydu. yoktu. Bir şey bulamadıkça beyni daha zorlama 12354451451444142421354451521422552421143 ve daha karışık alanlara yöneliyordu ama o kadar 31455242314244555215133142454512424343532 karışık olmadığına emindi kadın. Bilmeceyi anla­ 3521353422512423242214541432233524535524 yamadıklarını düşünüyordu. Matematiksel alan­ 142433143234513214245141512114112434235121 da çok iyiydi ve eğer iş sadece matematikle alakalı 5424243534552355445553552152143244243454 olsaydı, bu kare matris bile olsa, şimdiye 55235521341432513251445124211433142314453 çözmüştü. Ne var ki bilmece henüz anlam kaza­ 41444512532512134513214523534235134142424 namamıştı ve Morvoren’in önerdiği mana da ka­ 5355. dının kafasına yatmıyordu. Onu asıl o konuda WPTVUDTDJFPTVWDGZIFDNDZIHDIUZFVN yardımı dokunacağını düşünerek çağırmıştı ama DIYVIJOPMPFPOGVIHIGDYDMHPIXZIDIND öyle bir şey olmuyordu. Adamın kendisine fark MOVMDIVQVFDAJOHVFYJIPOZHZTZXZFWD ettirdiği şeyi tekrar düşündü, her satırın harf sa­ MTJOYZHZFODMVMVTVIFDNDHDUODTVKM yısı 14,17,21,29. Her satırın harf sayısı. Bir satır VFOVMDWPOHVODJIXZ. doğruyu söyler. Bir mısra yalanı. Eğer d ve y­

41

“Bak bu Polybius karesinin yardımıyla harflere


Kâğıda hızlı bir şekilde alfabeyi ve altlarına numaralarını yazmaya başladı. Harf dizisindeki dökülmüş hali. Bu alfabe şifrelenmiş. Eğer harflerin her birinin numarasından 21 geri gidip boşluklu olsaydı kelimelerin bitişlerinden ve en çıkan harfi yazmaya başladı, bir yerden sonra çoğu çok kullanılan harflerden Jasper’in ailesinin ana harf çıktığı için tekrar tekrar yapmasına gerek dili başta olmak üzere dünyada o vakitler en çok kalmadı. Şifre çözülmüş, önlerine dökülmüştü. konuşulan kodlarını

dillerden bulabilirdik.

yola

çıkarak

Uzun

harflerin BUYAZIYIOKUYABİLENKİŞİENGİNZEKASIND

sürerdi

ama ANÖTÜRÜKUTLANMALIDIRGÜNCENİNSIRLA

bulurduk. Ne var ki bitişik yazılmışlar ve imkân- RINAVAKIFOLMAKDÖNÜLEMEYECEKBİRYO sız. Ama çözüm gözümüzün önündeydi.” Yanında LDEMEKTİRARAYANKİŞİGİZLİYAPRAKLARIB duran adamın gözlerini buldu.

e ULMALIÖNCE

“Sen söyledin, dörtlüğün altındaki dörder sayı

“Bu yazıyı okuyabilen kişi engin zekâsından

her satırın harf sayısını sembolize ediyor. Di- ötürü kutlanmalıdır. Güncenin sırlarına vakıf yor ki: Bir satır doğruyu söyler/Bir mısra yalanı/ olmak dönülemeyecek bir yol demektir. Arayan Arada az fark vardır/Ancak aklını kullanan bulur kişi gizli yaprakları bulmalı önce.” cevabı. Bize söylüyor. Bir satır doğruyu söylüyor.

e

Seslendirdiği sözlerin oluşturduğu soru işaretleri

yani 21. Yalan olansa 14. Geri kalanlar ise aldat- karşısında öylece kalakaldı. Ne demekti bu şimdi? maca. Önemli olan doğru, doğru olanı bulmamız İlk sayfa çözülmüştü ve başka hiçbir şifre yoktu, gerekiyordu. Tarihte en eski şifreleme yöntem- sadece belli bir şifreyle yazılmış sayfalar. Ve bu lerinden birisi şudur: Alfabenin her bir harfine şifreyle yazılmamış sayfalar, çünkü karışık ve baştan başlayarak sayı verirsin. Sonra bir sayı farklı dillerden harflerden oluşuyordu. Çok daha belirlersin, alfabedeki harf sayısından küçük komplikeydi. Zaten gizli yaprakları bulmaları olmasına özen göstererek ve o sayı kadar harfleri isteniyordu. İyi de ne gizli yaprağı? Güncenin ötelersin. Örneğin A’nın sayısı 1’dir. Ben şifre sayı yapraklarını sağ eliyle yokladı ama aralarında olarak 3’ü belirlersem A=1+3=4 yani dördüncü hiçbir şey yoktu onlara yardım edebilecek. Başını harf olan D’ye denk gelir. Şifreli alfabemde D harfi çevirip yanındaki adamın koyu ela gözlerine baktı A’yı temsil eder hale gelmiş olur. Bütün harflere ne düşündüğünü anlamak

isteyerek.

Adama

aynısı uygulanır. Bu güncenin sahibi bunu yap- çözümü anlatırken üzerinde olan heyecandan eser mış. Bu harflerin her birini 21 geri kaydırmalıyız.” kalmamıştı.

42


43




Rüyada olduğunun gayet tabii farkındaydı. Her yerin

bembeyaz

olmasının

olağan

bir

şey

olmadığının da… Yine de anlaşılamaz bir gerçeklik benliğini sarmıştı. Her yer kalabalıktı, o ise hiç kimseyi göremiyor ve duyamıyordu. Diğerlerinin aksine, beyazların içerisinde kendi başınaydı. Onlar her ne rengin içerisinde olurlarsa

Acaba kendisi de mi bir terapiste danışsaydı?

olsunlar, kendisi gibi beyazlar içerisinde asla

Arkadaşlarından birine mesela? Başını sal-

olamazlardı ve bu yüzden onlar kendi renklerini

lamasına neden oldu bu düşünce, yatakta doğrul-

paylaşabiliyorlardı. Yalnız değildiler kendisi gibi.

du ve yatağa oturdu. Komodinin üzerindeki

Kendisi neden paylaşamıyordu ve yalnızlık neden

başucu defterine uzandı ve üzerindeki mavi

kötü olsundu? Kötü değildi belki, ama onu

tükenmez kalem ile birlikte aldı. Sağ eli ile

rahatsız ettiği kesindi. Gözlerini karanlık bir odaya

kahverengi saçlarını kulaklarının arkasına atar-

açtı.

ken sol eli kalemi tutarak boş sayfanın üzerinde

Rüyasını yorumlamak çok zor değildi onun için. Kaç

terapistti,

Rüyaya odaklanmıştı artık. Beyaz. Yalnızlık.

hastalarının psikolojisinden daha iyi biliyordu.

İnsanların farklı renklerde buluşabiliyor olması.

terzilerin

kendi

kendi

yazış pozisyonunu aldı.

psikolojisini

Yoksa

yıllık

söküklerini

dikeme-

Kalem

sayfanın

üzerinde

görünmesi

güç

yecekleri inanışı kendisi için de mi geçerliydi?

çiziklerle okunması zor harfler oluştururken bir-

Otuz beş yaşındaydı, yıllarca bunun hem eğitimini

den fark etti. Kendisi olması sanki bir suç, bir

almıştı hem de gerçek hastalarla hatırı sayılır bir

kötü özellikti onun için rüyasında. Kendisi gibi

deneyim kazanmıştı. Niçin kendisi sürekli ye-

olamıyordu kimse, bu yüzden dışlanıyordu. Bu

nemediği bir sıkıntının içindeydi yıllardır? Sıkın-

muydu sorun? Ya da, o başkaları gibi olamadığı

tıyı yaratan neydi?

Neden kurtulamıyordu?

için başkalarıyla aynı renkleri paylaşamıyordu. Beyazı atarak renkler katamıyordu hayatına. Kendini suçlu hissettiğini düşündü rüyasında, başkalarının varlıklarını hissettiği halde onları göremediği, duyamadığı, onlarla birlikte olamadığı için. Bir iç çekti. Hayatı da böyle miydi? Yalnız mıydı? Aslına bakılırsa yalnızdı. Otuz beşinde tek başına yaşıyordu. Utanmasa anne babasının yanına dönerdi­ ki anne babasının çekilmezliği düşünüldüğünde bu acınası bir durumdu.

46


Evliliği dört gözle bekleyen biri olmamıştı hiç,

da hissediyordu. Şimdi gerçekten hissediyordu,

ama otuzlarında evlenmeyi düşünmüştü. Uygun

anlıyordu

bir fırsatı ve zamanı olmamıştı bunun için. Belki

Kendisine ve kendisine değer vermeye niyet-

de tamamen bahaneler üretmişti kendisine

lenmiş insanlara neler yaptığını anlıyordu. Niçin

başarısızlığını örterek kendine acı çektirmemek

yaptığını da bir yerlerde biliyordu ama bir türlü

için. Zamanının olmadığını söylemesi; gerçekten

hatırlayamıyordu. Bir şeyler olmuş olmalıydı,

evlenmek isteyeceği birinin olmamış olması ve

kendisini herkese karşı kapatmasını gerektirecek

kimsenin onu gerçekten evlenmek isteyeceği

bir şeyler.

insan olarak görmemiş olması gerçeğine karşı

kendi

kendisine

ne

yaptığını.

Dudaklarında tuzlu bir şeyler hissetti. Elleriyle gözyaşlarını sildi o zaman. Ağlamak, gerçekten

oluşturmuş olduğu savunma mekanizmasıydı. Uykusu kaçmıştı artık. Hala kör karanlıkta

gülmekten daha gerçekti. İnsanların söyleye

oturuyor olmasına rağmen uykusu yoktu ve bu

söyleye eskittiği, anlamını yitirmiş bu gerçeği,

durum normal değildi. Suçlu hissediyordu hâlâ.

şimdi anlıyordu. Kendisini yatağa kaydırdı ve

Yapmış olabileceği çoğu şeyi zamanında yapmayı

gözlerini kapattı. Herkesten uzaklaşmış olduğu

atlamış olduğu için. İnsanlarla arasında bu

gerçeğini bir an önce ardında bırakabilmek için.

korkunç yükseklikte bariyerleri yaratmış olduğu

İlk anda çok kolay geldi bu, bir an neredeyse

için. Onların varlıklarını yeteri kadar hisse-

uykuya dalıyordu. Sonra hatırladı ki, uyanmak

demediği, onlara onların kendisi için var olduk-

zorunda kalacaktı. Gerçeğe er ya da geç döne-

larını hissettiremediği için. Hiç gerçek yakın

cekti. İnsanlara geri dönecekti. Ve her seferinde

arkadaşı olmadığı için. İnsanlara hiç gerçekten

nereden geldiğini anlayamadığı bir suçluluk

güvenmediği, gerçekten içini açmadığı için. Ve

duygusu bütün benliğini kaplayacak, insanların

sırf bu yüzden hiç devamlı bir ilişkisi olmadığı

kendisine sadece katlandığını ya da belli bir

için.

mesafeden baktıklarını acı acı fark edecekti.

Son birkaç yıldır sıkıntıları olduğunu fark

Sabaha karşı rüyasında doğmakta olan koca-

etmişti. Son birkaç yıldır insanları kıskandığını

man bir güneş gördü, kendisine acı şeyler

fark etmişti. Eğitimli ve yeterli kişisel gelişim

anımsatan.

basamaklarını atlamış biri olduğunu düşündüğünden, bu hissiyat kendisini rahatsız etmişti. Rüyası bir sonuç olmalıydı. Bilinçaltının en sonunda vardığı çıkmaz sokak. Şimdi daha da rahatsız hissediyordu. Her şeyden öte, üzgün hissediyordu. Uzun zamandır duygularına gem vurduğunu biliyordu, en azından bilinçli olmasa

47


Bu sayımızda POY olarak saygın bir adamın pek de saygın olmayan bir teorisine değineceğiz. İlk sayıdaki yazımızda (Nedir, Ne Değildir?) 'politik olarak yanlış' teriminin kullanımının 20. yüzyılın ortalarından daha geriye gitmediğini belirtmiştik. Fakat bu tabii ki daha önceki zamanlarda politik olarak yanlış olayların yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Söz konusu teori bundan yaklaşık 200 yıl öncesinde Thomas Malthus adlı bir ekonomist tarafından ortaya atılmış bir düşünce. Malthus epey iyi bir kariyere sahip birisiydi. Hatta bazıları onun ilk akademik ekonomist olduğunu yazar. 1766'da doğan Malthus İngiltere'nin önemli üniversitelerinde eğitim gördü, 1788 yılında ise İngiltere Kilisesi'nden papazlık rütbesi aldı. Daha sonra ekonomi bilimine (özellikle demografi konusuna) ilgi duydu ve 1798 yılında tartışmalara yol açan ve ona ün kazandıran "Nüfusun Davranışsal İlkesi Üzerine Araştırma" adlı makalesini yayınladı.

Makalesinde yazıya döktüğü fikirler çevresindeki yaygın düşüncelere epey zıttı. 17. yüzyıldan beri ekonomi sahnesine hâkim olan merkantilist düşünce 'daha fazla nüfus eşittir daha güçlü ekonomi' mantığını savunuyordu. Toplumda tabii ki sınıfsal bir ekonomik fark mevcuttu. Fakat insanlar bu farkın sosyal düzenlemeler ve yardımlarla kapanabileceği inancındaydı. 16. yüzyıldan itibaren İngiliz hükümeti Yoksul Yasaları kapsamında yaşlılara, sakatlara ve çalışmak isteyen ama iş bulamayanlara yerel halkın bağışladığı yemek ve parayı veriyordu. Böyle bir ortamda Malthus'un ortaya çıkarak yardımların kesilip yoksulluk yasalarının kaldırılmasını talep etmesi doğal olarak şaşkınlıkla karşılandı. Ama Malthus bu düşüncesini "Bence fakirler ölsün. Zaten gereksizler." gibi sığ söylemlerle dile getirmek yerine 'Malthus Kapanı' gibi bir teori ortaya atıp düşüncesini akılcı yollarla desteklemeye çalıştı.

48


artmaya başlayacak ve bu döngü baştan başlayarak kendini tekrar edecektir. İşte bu kısır döngüye 'Malthus Kapanı' denir.

Malthus insanın yaşamak için çeşitli kaynaklara ihtiyaç duyduğunu ve yaşadığımız dünyada sınırlı miktarda kaynak olduğu gerçeğini göz önünde bulunduruyordu. Nüfus, insanın doğası gereği artacaktır ve azalan verim kanununa göre yiyecek üretimi nüfus artışına yetişemeyecektir. Ama kaynak ve nüfus arasındaki bu ilişkiyi dengeleyen bir kuvvet de mevcuttur. Bu kuvvet de yiyecek yetersizliği sonucu ortaya çıkacak olan açlık ve hastalıklardır. Nüfus fazla arttıktan bir süre sonra yiyecek miktarı mevcut nüfusa yetmediği için insanlar hastalıklar ve açlıktan dolayı nüfus bir nevi doğal olarak budanacaktır. Bu şekilde nüfus azaldıktan sonra kıtlık tehlikesi bir süreliğine ortadan kalkacak, nüfus tekrar hızla 49

Kendini tekrar eden bu döngü sırasında yapılacak bağış ve sosyal yardımlar ise etkisizdir. Malthus etkisiz olmalarını iki temel nedene bağlıyordu. İlk olarak, yaptığı gözlemler sonucu bazı yoksul insanların bu bağışları, kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayabilecek hâle gelene kadar geçici olarak kullanmak yerine hayatlarını düzeltmek için hiçbir çaba sarf etmeyip sırf bu bağışlarla geçinmeye çalıştıklarını gördü. Yapılan yardımlar insanları iş bulmaya teşvik etmiyor, aksine tembelliğe itiyordu. İkinci ve daha önemli temel neden ise, yiyecek miktarı sınırlı olduğu için, bu sosyal yardımlar kişi başına düşen yiyecek miktarını arttırmıyor, sadece eşitliyordu. Bu durum ise 'Malthus Kapanı'nın işlemesini engellemiyor, yalnızca bir süreliğine geciktiriyordu. 'Malthus Kapanı'na göre kaynak yetersizliği insanın elinde olan bir şey değildi ve bu yüzden nüfus eninde sonunda doğal olarak budanacaktı. Malthus'a göre yoksullara yardımda bulunmak bu doğal işleyişe karışmak anlamına geliyordu. Yardımlar uzun süreli bir çözüm üretemediği gibi, zaten sınırlı sayıdaki yiyecek stoğunu daha da dara sokuyordu. Yoksullara bağış yapmak belki yanlış veya kötü bir şey değildi, ama mantıksızdı.


Malthus'un bu fikirleri epey eleştiriye hedef oldu. En başta Karl Marx, Malthus'un statükonun gerici bir savunucusu olduğunu söyledi. Öte yandan bu fikirler pek çok kişiyi de etkiledi. Malthus Kapanı, Darwin'in doğal seleksiyon kavramını ortaya çıkarmasına ön ayak oldu. Bütün bu etkilerine rağmen, Malthus Kapanı'nın açıkları ve hataları olan eski bir teori olduğu unutulmamalı. Öncelikle, ilerleyen teknoloji ve bilimler sayesinde kaynaklardan daha fazla verim elde edilebiliyor ve insan ölümleri eskisi kadar kolay ve hızlı gerçekleşmiyor. Ayrıca nüfus artış hızı belirli bölgelerde dalgalanma gösterse bile, toplam nüfusun azalması gibi bir şey günümüzde söz konusu değil. Malthus'un karamsar görüşlerine göre şu an bu kadar fazla nüfusla dünyada hala hayatta kalabiliyor olmamız imkânsız bir olay. Teorinin başka bir açığı ise Malthus'un nüfus

yönelimleriyle ilgili varsayımları. Malthus nüfusun artmasını sağlayan ana etkenin yiyecek bolluğu olduğunu varsayıyordu. Ne var ki, yıllar sonra ekonomistler yiyecek bolluğu olan yerlerde de insanların ekonomik durumları yüzünden açlık çekebileceğini gözlemledi. Ayrıca ekonomik durumunun iyi olmasına rağmen Avrupa'nın nüfus artış hızının düşük olması Malthus'un varsayımlarının tamamen doğru olmadığını ortaya çıkardı. Yine de teorisindeki bu yanlışlar, Malthus'un öngörülü biri olduğu gerçeğini çürütmüyor. Bildiğiniz üzere, bazı bilim adamları dünya kaynaklarını şu an olduğu gibi tüketmeye devam edersek 50 yıl sonra iki tane daha gezegene ihtiyacımız olacağını söylüyorlar. O zaman geldiğinde Malthus'un karanlık fikirlerinin gerçeğe dönüşmesi epey mümkün.

50


51


BARIŞ'IN

TASARIM ATÖLYESİ Barış Kayaaslan

Gizem Karakaya

Barış’ın Tasarım Atölyesi’nde bu sayıdada da sizin için beş tasarım seçtik. İlk sayının devamı niteliğinde olan tasarımlar, bu sefer kırmızıya boyandı! Tasarlaması en zor kıyafet nedir deseler hiç tereddütsüz abiye bir elbise derim. Büyük modaevlerini bir kenarda tutarsak, bu alanda tasarımcılar kalıpların dışına çıkmakta zorlanıyorlar ve sonuç olarak hepsi birbirini tekrar ediyormuş gibi görünüyor. Barış’ın tasarladığı bu kırmızı elbise ise sade, zarif ve şık. Tek omuz detaylı bu elbiseyi dirseğe kadar uzanan siyah eldivenlerle tamamlamak da yerinde olmuş. Stilistlerin her zaman söylediği gibi; üst kısmı detaylı bir elbise giydiyseniz aksesuarlarınızı bileklerinizde veya saçınızda kullanmanız akıllıca olacaktır.

Kendi adıma; Barış’ın bu zarif kadınına gözlerim giderek daha da çok alışıyor. İki küçük kırmızı elbise de artık aşina olduğumuz siyah eldivenlerle kombine edilmiş. Burada dikkatinizi çekmek istediğim en önemli konu tasarımların bütünlüğü. Dünyanın en popüler tasarım yarışmasında bile, eğitim almış tasarımcılar koleksiyonlarının bütünlüğü konusunda sıkıntılar yaşarken, Barış’ın tasarımlarındaki bu uyum takdir edilesi.

İşte bu koleksiyonda beni en çok heyecanlandıran tasarım! Bütün detaylarını görebilmek için gerçekten uzun bir süre gözlerimi alamadım. Aklıma ilk gelen, gotik İngiliz Vivienne Westwood oldu. Tasarımlarıyla beni büyülese de kendisi her zaman biraz ürkütücü olmuştur,tıpkı bu tasarım gibi. Bu tarz arzu kıyafetleri kendilerine hayatın içinde yer bulamasalar da, cesur bir tarza sahip olan kadınlar, belirli detayları günlük kıyafetlerine iliştirebiliyorlar. Siyah olmasını dilediğim bu çizmeler ve ağ örgülü esrarengiz şapka da buna dahil.

Kırmızı siyah bir bluz­etek kombini… Bu tarz tasarımları giydiğinizde ‘hoş bir görüntü sergilemek’ için vücut şeklinizin uygun olmasına dikkat etmelisiniz: omuzlarınız geniş, beliniz ince ve bacaklarınız yeterince uzun olmalıdır. Moda dünyasının bize sunduğu 34 beden dayatmasını doğru bulmuyorum. Ancak, sırf trend olduğu için boya ve kiloya uygun olmayan bir kıyafet giyilmesini de en az bunun kadar yanlış buluyorum. Yani bu omuzları açıkta bırakan, siyah bir kemerle yumuşatılmış kırmızı bluzu ve diz altı kalem eteği giyecekseniz iyi bir spor yapmanız şart.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.