99+1 Hayvan Fanzin Sayı 2

Page 1

N

Z IN

.

F A

99+1 HAYVAN

SAYI:2

. HAZIRAN '19


LA Suha LET n TAY İN

ME Ork STA un NO ĞL U

Işın Güner TUZCULAR

Black RONIN

k an Ser HİN ŞA

Ş e Ef STA A M EL

KIZ Tala ILB t AY RA K Ser ÜS TÜ kan ND AĞ

n ku Or URT ZK BO

van N Syl NSO OW CL

Serkan ŞAHİN

Barış KORKUT

Ceyda Sevgi ÜNAL

Ön & Arka:

ALT Leve INK nt AY NA K Or BO ku ZK n UR T

kan Ğ Ser NDA TÜ

ÜS

graysheck

dri YÜ ye M KS ira EL

u: yuc

ALT Leve INK nt AY NA K Ze yn YIL ep D DIZ en HA iz N

Ka

Oku

kan Ser CI AV et hm e M atih F KI L BA


99%

,

hedef: saola bölge: serkan üstündag realite: serkan , sahin

...araniyor

Hayatı dinlemeyi bırakmışım… Aklıma geldikçe sinirleniyorum. Eğer hayat bir şarkıysa ve onu dinlemeyi bıraktıysam bile geçerli bir sebebim var; hiç de benim tarzım değil! Hayatın anlamını bulabilmek için hayatı dinlemek, tam bir saçmalık! Oh be, hayat versin bana hüznü, depresyona gireyim; versin bana coşkuyu, düz duvarlara tırmanayım! Akışına bırakmak lazımmış… Ağzıma gelmedik küfür mü kaldı acaba? Al, bıraktık akışına! Neredeyim şimdi? Vietnam. VİETNAM! Ulan, Kadıköy’e gitmiyor muydum ben? Türlü türlü zebaniler, yaratıklar, hayvanlar, otlar, çimenler veya onlar her neyseler, karşıma çıkıp B u y o l d a n g i t m e l i s i n . S e n i n k a d e r i n b u y o l d a … diyip durmasalar, evime gidip patates yerdim. Haklı çıkacağımı bile bile, gecenin bu vaktinde, Vietnam’ın lanet ormanlarında ilerliyorum. Hayatı dinlemem lazımmış… Ah! A-H! OHA! A-H! Bu ne lan? A-h… Jilet gibi de keskin bu misinalar. Nasıl girdim ben bu düzeneğin içine? Oha, çıkamıyorum, deneyince de bileklerim kesilecek gibi oluyor… Düzenek demeye de bin şahit ister. İki tarafa çubuk germişler, misinası ya da teli de ortasında halka gibi duruyor. Şu huzursuz yolculuğuma heyecan katayım istedim, olanlara bak… B i z h e y e c a n k a t m a k i s t e m e s e k d e y a k a l a n ı y o r u z b u n l a r a … “Kim var orada? Kimsin sen?” O n d a k i k a d ı r s e n i i z l i y o r u m , r e s m e n z o r l a t u z a ğ a d ü ş ü r d ü n k e n d i n i … “Ne taraftasın?” K a r ş ı n a b a k … “Hani?” A r k a n a d e ğ i l , k a r ş ı n a b a k … “Satanist!” Karşımda duran bu şey, geyik desen geyik değil, inek desen inek değil, keçi desen keçi değil… S a o l a y ı m b e n . Boynuzları kocaman, dümdüz gelen ve eline elektrikli testere verilse korku filmlerinde başrolü kapacak türden bir canlı. “Neyim dedin? Geçmiş olsun.” S a o layım. Bizi avlamaya devam ederseniz, neslime geçmiş olacak zaten… Şu uzun yolculuğumda karşıma hiç bu kadar ukala cevaplar veren bir canlı çıkmamıştı. Madem ben de onun gibi kapana sıkışmışım, hayatın anlamsızlığı üzerine sorularımı yöneltmekte bir sakınca görmüyorum. “Hayatın anlamı nedir, Saola?” B u t u z a k t a n k u r t u l a b i l mektir. Ölümün anlamı da burada oturup seninle çene çalarken avcılara y a k a l a n m a k t ı r . A n l a d ı n m ı , İ n s a n ? “Kaçamak cevaplar veriyorsunuz, Saola Bey.

2


Burada gelmiş medeni bir şekilde sizin fikirlerinizi paylaşmanızı bekliyorum ancak aldığım şu yanıtlara bir bakar mısınız?” N i y e k i b a r l a ş t ı n l a n b i r a n d a ? “Böyle konuşmak size yakışmıyor, Saola Bey. Lütfen hayatın anlamı üzerine düşüncelerinizi bizimle paylaşın..” S e n o tuzaktan nasıl kurtuldun? Bana ne doğrulttun öyle? Kafama mı sıkacaks ı n ? “Saola Bey, tuzağın çubuklarından bir tanesi gevşek kalmış sanırım, ben ayağa kalkınca düzenek bozuldu. Size doğrulttuğum şey, bir silah değil, video kayıt cihazı. Lütfen hayatın anlamı…” N E H A Y A T I N E A N L A M I B E , A D A M ? ! K U R T A R S A N A B E N İ ! Boşa şarjım gitmesin, şu kaydı bir durduralım. Sanırım terörizmin nereden çıktığını buldum. Saolalardan! Yakın plan çekeyim diye yanına gittim, hem benden yardım istemeye devam etti hem de boynuzlarıyla beni delik deşik etmeye çalıştı. Kaba kuvvetle yardım istemek nedir, arkadaş? Gören de ben buraya saolaların dilini, dinini, idari yönetim biçimini ve kültürünü revize etmeye gelmişim de bir sonraki işimin bunların topraklarında bulunan doğal kaynakları ele geçirmek olduğunu sanır. Biraz sakinlik. Bu nedir ya? “Bak, oğlum. Sen inatçıysan ben de inatçıyım! Ya seve seve röportajıma dâhil olursun ya da seni burada bırakıp giderim!” N e b i ç i m b i r r u h h a s t a s ı s ı n s e n ? B ı r a k s a n a b e n i g i d e y i m ! D a h a yeni bebek sahibi olduk, babasız mı kalsın yavrucak? Heh, işler rayına girmeye başladı. Çaresiz durumda kalan bir bireyin, kendisinin kurtulması yolunda attığı ilk adım, genellikle, değer çatışmasına girmesidir. “Ben değerli değilsem bile yeni doğan bir saola değerlidir, değil mi?” kandırmacası bu. Banka hesaplarında milyonları biriktirip hâlâ sokaklarda dolaşan bir dilencinin, kendisinin değil de çocuğunu size peçete satmaya göndermesi gibidir bu durum ya da sizin için dualar ederken para alamayacağını anladığında beddua etmesi gibidir ki burada değer yargısı küçük bir çocuğa değil, direkt olarak size bindirilir. “Peçete mi satmaya çalışıyorsun lan sen bana?” N e p e ç e t e s i , b i r a der? Kurtar beni evime gideyim. Beni öldürecekler, anlamıyor musun? Skandal bir hamleyle daha karşı karşıyayım. Kendi işini yaptırmak için seni aptal hissettirmeye çalışan, genellikle televizyonlarda yayınlanan tartışma programlarında boy gösterip anlamsız kelimeleri sıralayarak önemli bir şey açıklıyormuş gibi yapan zihin yıkama araçlarından bir farkı var mı bu saolanın? Anlamıyormuşum… Anlat da anlayalım! “Anlayabileceğim kelimelerle anlat istersen. Senin niyetini çözemedim ben.” A - h … B u t u z a ğ a y a k a landığım yetmezmiş gibi… Tamam, ulan. Yapacağım röportajını. Sor s o r u n u . A m a s o n r a s ı n d a b e n i s e r b e s t b ı r a k a c a k s ı n . A n l a ş t ı k m ı ? “Tamam.” İyi de bu pil bitmek üzere… Röportaj falan yapılmaz bu pille. Şarjımı boş yere harcadı, şerefsiz. Neyse, çantamda yedek olacaktı… Da… Çantam nerede? Şu tuzağın yanındadır herhalde, ilk orada düşmüştüm. Şşşş… Biri mi var orada? O çalılıklar kıpırdadı, bak. “LAN?!” Cevap veren de yok. Bir dakika… Ben bu tuzağın yanında mı düştüm, şu ötekinin orada mı? Çantam nerede ya? Hayatın anlamını aradığım bu yolculuğumda tek, samimi, güvenilir ve sadık olan dostum da beni bırakıp gitti... Tamam, insanlar yalnız dolaşmaktan hoşlanır çünkü ağzını kıpırdatıp ses tellerini titreştirerek ürettikleri cümlelerden, beyin yetmezliği sonucu açığa çıkan o veremli fikirlerden ya da samimiyet göstergesi sunmak zorunda hisseden bir başka kişinin yılışık esprilerinden muzdarip olan herkes bilir ki yol arkadaşı dediğin şey, insandan değil; hayvan, bitki, çanta, taş, motorlu taşıt, el feneri, çadır, pijama, .38 kalibre magnum, çevre dostu stick deodorant, kullanışlı el aletleri, navigasyon ve benzeri elemanlardan en az bir tanesinden meydana gelir. Yol arkadaşlığı bir felsefedir. Deruni bir kavram, hassas bir mesele-

3


92% dir. Bunu kavramak da yeterli olmamaktadır. Bu yolculuğun amacına ulaşmak için o lanet çantaya ihtiyacım var ve yanımda yedek batarya var mıydı; ondan bile emin değilim! Bak, yine o hışırtı. “Bir şey mi dedin, saola?” Y o k , s e n i b e k l i y o r u m … Madem sen konuşmadın, bu ses neye ait? Zaten karanlığın dibinde çantamı bulamıyorum, orman desen korku filmi stüdyosu, çığlık mı atayım? Bunu mu istiyorsunuz? Oha, ağaçlara bak. Resmen sallandı. Ne var orada ya?

,

,

hedef: boga bölge: ceyda sevgi ünal realite: serkan avci

...araniyor

Victor’un ardından ben çıkacaktım arenaya. Biz matadorların işi zor… Her an yaralanma hatta ölme riskimiz var. Seyirciler, tehlikenin farkına ancak boğaların bazen onların oturdukları yere geçtikleri zaman varırlar. Bu durum çok sık olmaz tabii. O yüzden de boğa güreşi, seyirci için çok eğlencelidir. O gün, sabahtan itibaren birlikteydik Victor’la. Onun kahvaltı teklifini geri çevirmedim. Hatta öğle yemeğini de beraber yedik. Victor her zaman “Alberto, seninle sohbet etmeyi çok seviyorum.” derdi. Biz onunla aynı mahalleden arkadaştık zaten. Çocukluk arkadaşı yani... Ama onu ne kadar sevsem de kıskanmamın önüne geçemezdim bir türlü. Bunda da kendimi haklı görürdüm. Vakit geldi. Matador giysileriyle yine yakışıklılığı bir kez daha arttı. Arenanın ortasında adeta bir yıldız gibi parladı. İşte bu da kadın seyircilerin yüreğini hoplatır, boyunlarındaki fularları çıkarıp arenaya atmaya ve eğer arenada boğa olmasa inmeye kalkışırlardı. Kızların ilgisinden bunalan Victor’a kaç kez “Senin yerinde olmak için neler verirdim.” demişimdir. Tokalaşırken uzun uzun bakıştık. Ona bol şans dileyerek sarıldım. Arenaya salınmış boğanın delicesine koşturmasını seyrettik bir süre. Boğa oldukça sıkıntılı, tozu dumana katıp koşturuyordu. Seyirciyi coştursun diye hayvanın testislerine sürdükleri tineri bayağı fazla kaçırmışlardı anlaşılan. Zaten boğalar, güreş olduğu günden önce iki gün karanlıkta yemek verilmeden bekletilir. Seyirci bunların hiçbirini bilmez. Daha neler vardır… Kulaklarına ıslak gazete kâğıdı doldurulur örneğin. Burun deliklerine pamuk doldurulduğu gibi. Bunları yapmaları şart tabii ki… Biz de canımızı sokakta bulmadık. Yoksa tehlikeli hayvanlar, boğalar.

4


En az altı yüz kiloyla karşı karşıyayız. O boynuzları unutmamak gerek… Victor eline muletasını alıp arenanın ortasına doğru yürüdü. Her zamanki gibi alkış kıyamet… Şapkasını çıkarıp eğilerek seyircileri selamladı. Kolay değildi tabii bu ünü elde etmek, seyircinin göz bebeği olmak. Ben bile özenirdim boğalar üstüne gelirken yaptığı salvolara. Çekirdekten yetişmeydi o. Babası da matadordu. Boğayla karşı karşıyaydılar. Victor kendinden emin, dimdik duruyordu. Boğa birkaç gündür kendisine yapılanlardan sonra bir de kalabalığın ortasında kalmaktan huzursuz, kırmızıya olan nefretiyle, muletasını cesur hareketlerle kullanan Victor’a saldırdı. Banderillalardan birini kullanan Victor, onu boğanın sinirlerinin en hassas olduğu yere sapladı. Seyircilerin bazıları ayağa kalkarak “Victor, Victor!” diye tempo tutup arenayı inlettiler. Daha ilk banderillanın saplanmasına bu kadar tezahürat yaparlarsa güreş bitiminde Victor’un ününe biraz daha ün katacağı ortadaydı. Hayvan acıyla uzaklaştı. Bir süre uzakta durdu. Victor, seyircilerin önüne dek giderek kendisine yapılan sevgi gösterilerine ellerini, kollarını sallayıp karşılık verirken boğanın arkasına geldiğini fark edemedi. Boğanın gözüne etrafını tam olarak seçmemesi için arenaya çıkmadan vazelin sürülmesi unutuldu mu diye düşündüm o an. Seyircinin heyecanı doruğa çıkıp uğultuyla karışık haykırışlar sardı arenayı. Ama Victor kaçın kurasıydı. Hemen yere bıraktığı ikinci banderillayı alıp boğanın sırtına sapladı. Hayvan acıyla uzaklaşırken bizimki kendinden emin tavırlarıyla seyircinin gözünde adeta ilahlaştı. “Benim, Victor’dan öğreneceğim çok şey var.” diye geçirdim içimden. Bunu düşünürken Victor ile boğa yine karşı karşıya gelmişlerdi. Boğa, acısını gösteren sırtından akan kanıyla seyircinin istediği tabloyu gözler önüne sermişti ki Victor üçüncü banderillayı saplamakta gecikmedi. Boğanın çaresiz bakışları seyirciler arasında gezindi. Onlara yönelerek içlerinden birine yalvaran gözlerle baktı. Boynunu uzattı. Adam yanındaki kadının omzundan kolunu çekerek ayağa kalktı. Bu arenaya, belki de ilk kez bu kadar sessizlik hâkim oluyordu. Ayağa kalkan adam, boğanın burnunun ucuna bir öpücük kondurup tekrar yerine oturdu. Sonradan söylenenlere göre boğa, onca kalabalık içinde onu yetiştiren ama sonra satan sahibini tanıyıp ondan yardım istemiş. Eski sahibinden ilgi görmeyince çaresiz arenaya dönen boğa, aldığı darbelerin yakıcılığı ile Victor’a saldırdı. Victor yine muletasını ustaca kullanarak gelen saldırıyı savuştururken; ah keşke o an biraz daha dikkatli olsaydı… Ayağı takılıp yere düşmeseydi. Arena, bir saniye sessizlikten sonra çığlıklarla çınlamaya başladı. Victor daha önce gösterdiği çevikliği gösteremediği için yerden hemen kalkmadı. Boğa, Victor’a üst üste saldırmaya başladı. Victor yerde bir o yana bir bu yana dönerek hamlelerden kurtulmaya çalıştı. Ellerimizde muletalarla koştuk. Ne yazık ki boğanın şiddetli darbelerine engel olamadık. Victor’un elleriyle yüzünü korumaya çalışması da fayda etmedi. Kızgın boğanın boynuzu arkadaşımın yanağından girip ağzından çıktı. Boynuzların bu kadar keskin olabileceğine şaşırdım. Arenaya çıkacak her boğanın boynuzlarının kesiciliği özel işlemlerle azaltılırdı oysa. Bazı seyirciler oldukları yerde donmuş gibi dururlarken çoğu çığlık çığlığaydı. Arenaya atlamak isteyenleri görevliler engellemeye çalıştılar. Böyle bir şey hiç beklemiyordum. En yakın arkadaşımın o boğayı öldürmesine yakın başlayacak trampet tınılarını duyacağımdan o kadar emindim ki. Ne yazık ki hızlı bir film şeridi gibiydi yaşananlar… Victor’un yüzü kıpkırmızı olsa da karnından aldığı darbenin derin olduğu kanın sanki acelesi varmış gibi akmasından belliydi. Bilincini kaybeden Victor ambulansa taşınırken durum çok umutsuz görünüyordu.

5


86% Yaralı boğayı beş altı görevli kontrol altına almakta zorlansa da kaderi belliydi.

hedef: öküz bölge: efe elmastas , realite: talat kizilbayrak

...araniyor

Dünyaya bir öküz olarak gelmenin en sıkıcı yanı, bir öküz olarak geldiğin gerçeğidir. Hayatın akışına dair herhangi bir etkin olmaz; senden okumanı, kültürlü olmanı beklemezler mesela. Okuma yazma biliyor olman gerekmez. Öyle; sabahtan akşama öküz öküz dolaşırsın. İnsanların köleliğini yaparsın, hepsi bu. Yaban hayatta kalmak ise büyük hikâye. Her köşe başında spor yaptığını zanneden ahmak bir insan, elinde ruhsatlı pompalısıyla seni indirmeyi bekler. Hâlbuki gidip marketten alsa daha zahmetsiz, temiz iş ama bu ırkın da kanı bozuk be, arkadaşım. Tür olarak ele alırsanız yapısal arızaları mevcut. Hah! Kanı bozuk demişken, diyeceksiniz ki nereden çıktı şimdi. Bu bir devrim hikâyesidir. Efsanemiz, efsanelere yoldaş olsun. Bir gün ben gene böyle öküz öküz dolaşırken, kendimi düşünmeye zorladım. Evet, bildiğiniz, aynı insanların yaptığı gibi kafa patlattım bu mevzuya. Aslında bana kalsa gene öküz öküz dolaşırdım ama çiftlik sahibesinin okudukları kafamı çeldi. Bu kız akademi denen bir yere girmiş, diksiyonunu düzeltmek, konferanslarda kitleye hitap ederken çuvallamaması için hocası “Sesli okuma yap, Esra. Duvara, hayvanlara falan karşı oku.” deyince potansiyel kurban olarak bizi seçti tabii. Felsefe tarihi diye bir bölüm okuyormuş Esra. Günler, haftalar, aylar boyunca uygarlık tarihi ve düşünce tarihi üzerine şeyler okumaya başladı bize. Tabii diğer öküz arkadaşlar bu cırtlak sesi pek sallamayıp olayı işkence mahiyetinden algıladıkları için kızın ne söylediğiyle fazla ilgilenmediler ama kız, bize bildiğin insanın oluşumunu anlatıyordu. Özellikle tez dedikleri bir ödev sebebiyle insan evrimi ve toplumsal gelişimi üzerine bir araştırması mı ne varmış. Konu hakkında kitaplar okurken önemli şeyler öğrendim. Bu noktaya gelmişken şunu bir açıklığa kavuşturayım, ey insanlık! Bizler, nesiller boyu sizin aranızda kala kala ne dediklerinizi anlıyor, belli noktalarda ufak tefek düşünebiliyor ama konuşamıyoruz. Yani bir dile gelsek size saçtan topuğa sövmesini iyi biliriz de teknik imkânlar buna izin vermiyor. Neyse! Meğer bu mendeburlar maymunların kuzenleri olurmuş. İşin tuhafı, bir şekilde bunların beyinleri diğer maymunlara göre 10 kat büyümüş. Tabii iki ayağı üzerine kalkmalarının da bir etkisi olduğu söyleniyor ama Esra’nın son okuduğuna göre asıl sebebi yüksek oranda proteinmiş. Yani et.

6


İşte tam bu konuyu düşünmek için ciddi ciddi zorluyorum kendimi. O kadar kafa patlatıyorum ki olayı ancak basite indirgediğimde çözüme kavuşuyorum. Bu şerefsizler bu boku yiyerek beyinlerini büyüttülerse, o zaman; bizler de yersek biz de büyütürüz, değil mi? Zaten bu açıdan bakıldığında heriflerin bizi neden burada hapsettikleri de belli oluyor. Daha fazla beyinlerini büyütmek, daha fazla düşünmek, daha fazla icatlar geliştirmek, daha fazla, daha fazla… Gelişen insanlığın temel ışığı bu ayrıntıda saklı. Uzun düşünme nöbetlerinin ardından bizim de ete ihtiyacımız olduğunun kanaatine vardım ve otlama esnasında diğer öküz arkadaşlara konuyu açtım. “Ey, öküz ve inek yoldaşlar. Bildiğiniz üzere insanların esaretinden, zulmünden ancak ve ancak onlar gibi düşünerek, akıl ve mantığın ışığında ve el birliği ile çıkabiliriz. Esra bacımız, bizlere kutsal metinleri okuduğundan beri tarihsel gerçeklik gösteriyor ki hayatta kalma, yükselme, özgürlük ve eşitlik kavgası üzerinden doğa ve kendileriyle savaşan insanlık hem kendi efendilerine hem de doğaya karşı muazzam bir zafer elde etmiştir. Bizlerin önünde duran bu tarih, bir ödev ve izlek olarak kurtuluşumuzun ayak seslerini duyurmaktadır ve bu amaç için izlenmesi gerekli aşamalar var. Benimle bu kurtuluş yoluna var mısınız?” Hepsi susmuş, bön bön yüzüme bakıyorlardı. Yanımdaki arkadaşımı dürterek bir şeyler söylemesini istedim. Ağzından çıkan tek kelime şu oldu. - Mö! - Mö mü? Mö ne amk? Onca laf ettim, nutuk çektim, karşılığında düşüncen, bir tane, kısacık “Mö!” mü? Oğlum siz harbi malsınız. Aptalsınız, oğlum, siz. Bu insanlık sizin iradenizi silip yok etmiş. Bitirmiş sizi. Korkaklar! Mö, dedi ya! Bırakın, oğlum, bunları; adamlara bir bakın. Birbirlerine “Mö.” diyorlar mı hiç? Tabii ben bu kadar yüklenince diğer ahırın lider öküzü, sertleşen sesiyle bana çıkıştı. - Eee! Ne diyorsun birader, sen? Sadede gel! Ne yapmamız gerekiyormuş? Kafanda ne var, anlat hele. - Bak; yapmamız gereken olay şu, arkadaşlar! Aklımızın daha açık olması, daha fazla düşünebilmemiz için proteine ihtiyacımız var, yani et yemeliyiz. - Ne yani; birbirimizi mi yiyeceğiz? - Saçmalama, öküz kardeş! Sadece et bizde mi var? Kediler, köpekler, atlar ve… Herkes durmuş gözlerime bakıyor ve aynı anda dudaklarımı nefeslerini tutmuş şekilde seyrediyordu. Aslında herkes o an ne demek istediğimi anlamıştı ama akıllarına gelen şeyin ağzımdan çıkmaması için dua ediyor gibiydiler. Olaya gizem vermek amacıyla biraz duraksadım ve baklayı çıkarttım. - “İNSANLAR!” Bir anda “MÖÖöö, MÖöö!!” sesleri yükseldi. - Bırakın şu “Mö.” demeyi de adam akıllı düşüncelerinizi ortaya koyun, aptal herifler. Karşıt fikirlerinizi dile getirin, masaya yatıralım, tartışalım. Diğer ahırdaki lider sözü ele aldı: - Manyak mısın, birader, sen? İnsanları yemek de ne demek? Alayımızı bir gecede keserler, delirdin mi sen? - Ulan, aptal öküz! Zaten bir yıla kalmaz yüzde 70’imiz bıçak altına gideceğiz. Neyden bahsediyorsun sen? Dört ay sonra kurban bayramı var. Neyin kafası bu? Topluluğa sessizlik çöktü. Herkes üzüntülü gözlerle birbirine bakarken başka bir ahırdaki lider öküz, kısık bir sesle söze girdi:

7


73% - Ne yaparsın be, kardeş! Öküzün umudu en son ölür. Kopyacı pezevenk! Bunu da Esra’nın okuduklarından çalıp kendine uyarlamıştı ama ortam hayli dramatikti. Ambiyansı bozmak istemedim. Söze tekrar daldım; - O zaman ben kendi yoluma bakıyorum, arkadaşlar. Bir şekilde et bulacağım, yiyeceğim ve beynimi büyütüp bu düzeni bozacağım. Benimle olanlar benimle gelsin. Arkamı döndüm. Göz ucuyla bir umut arkamı kestim ama gelen yoktu. Keşke başka çiftlikte dünyaya gelseydim de bu korkaklara nefes tüketmeseydim.

Dediğim gibi ilk iş et bulmam lazımdı. Direkt olarak insanlardan olaya başlamam, kötü sona ulaşmamı hayli hızlandırabilirdi. Ufak ufak başlamam gerekiyordu. Ben de otlağın ilerisindeki kümese daldım. Heyecanlıydım çünkü bu benim için ilk olacaktı. Aptal tavuklar kümese girer girmez kaçışmaya başladılar. Bir baktım ayağımın dibinde bir civciv. Ona uzunca baktım. Şirin ve çok minikti. Vazgeçmek üzereyken aklıma ideallerim geldi. Öküz ve ineklerin kurtuluşu hatta diğer kümes hayvanlarının da özgürlüğü için birkaç civciv canının ne önemi vardı ki? Sağıma soluma baktım ve bir hamlede civcivi ağzıma attım. Son ciyaklamaları eşliğinde ilk diş darbesini indirmemle birlikte dilimin üzerinde yayılan kan tadı midemi kaldırdı. Harbi berbat bir tadı vardı ama kurtuluşum, kurtuluşumuz söz konusuydu. Tutup bir iki tane daha yedim. Çevremde bağrışmalar sürerken tavuklar ve horozlar benden kaçarak ulaşamayacağım bir yerlere saklandılar. Onlara bağırarak anlatmaya çabaladım. İdeallerden, kurtuluşumuzdan vs. Paso küfür edip bana nefretlerini dile getiriyorlardı. Çaresiz oradan çıktım. Horoz ve tavuklar kurtuluşu önemsemiyordu. Ağzımdaki o berbat, tüylü tat ile kendi ahırıma ilerlerken gene düşüncelere daldım. Belki de bu et yiyenler, herkes onlardan kaçtığı için daha fazla düşünmek zorunda kalıyor, taktik ve av stratejileri geliştirerek beyinlerini büyütüyorlardı. Anadan doğma bir öküz olarak yeşillik yemek için hiç de fazladan düşündüğümü anımsamam. Nerede bulsam oturur yerim. Bizde sistem budur. Akşama doğru midemde şiddetli ağrı hissettim. Durup durup; kanlı, tüylü tat ağzıma gelip geri gidiyordu. Bu sürekli tekrarlanarak devam ederken kustum ve rahatladım. Belki de civciv biz öküzlere iyi gelmiyordu. Öğlene doğru veteriner geldi ve bana baktı. Pek bir şey anlayamadığı için üşüttüğüm kanaatine vardı ve otlamam için bana fazladan izin verilmesini istedi. Dışarı çıkarıldım ve otlak alanda dolaşmaya başladım. Saatler boyunca, günden güne kafamda geliştirdiğim devrim stratejilerimi düşündüm ve midemde olan bu karmaşaya aldırmayarak devam etmem gerektiğine karar verdim.

8


Ahırın dibinde dolanan çiftliğin kedisi, Esra Bacı’nın sevdiceği, Minnoş’u gözüme kestirdim ve yanına doğru ilerledim. Sağıma soluma bakındım; kimseler yoktu. Soğukkanlı şekilde, kendisine fazla hissettirmeden çevresinde dolanmaya başladım. O ise böceğin biriyle oynamakla meşguldü. Benim bu dolanmalarımdan işkillenmiş olsa da pek aldırış etmedi. Ne de olsa otçul bir hayvandan kim korkar ki? Ani bir hamle ile etçillere has bir boyun kapma hareketiyle başını yakaladım. Deli gibi sağa sola sallarken kanları ahır duvarlarına saçılıyordu. Daha önce hiç duymadığım bir çığlık ağzımın içinde eko yapıyorken ben de dişlerimi daha çok sıkmaya ve işini bitirmeye çalışıyordum. Tam bu sırada çiftliğin çoban köpeği Paşa, yanıma koşarak geldi ve var gücüyle havlamaya başladı. Aşağılık hayvan! Kendisi şu kediyi durmadan kovalıyor, sıkıştırdığı her noktada ısırmaya çalışıyor olsa da söz konusu ben olduğumda bana düşman kesilmişti. Köpekler! Tarihin görüp görebileceği en yalaka, en kişiliksiz tür oldukları bu olayda da tescillenmişti işte. Ben bir yandan dişlerim arasındaki kediyle uğraşıyor, bir yandan da kalça savurma hareketleriyle Paşa’yı uzaklaştırmaya çalışıyordum. Bu sırada aşağılık köpek, arka bacağımı kaptı ve beni çekiştirmeye başladı. Acıyla karışık, var gücümle böğürdüm. Veteriner başta olmak üzere çiftlikteki herkes başımıza üşüştü ve tarihte eşine az rastlanır bu olayı izlemeye koyuldular. Esra Bacı’nın çığlıklarına rağmen, çiftlik sahibi ve veteriner arasındaki konuşmalarsa herkes tarafından duyuluyordu. - Doktor Bey, ne yapacağız! - Tam tahmin ettiğim gibi. Ahırındaki kusmukta yer alan kemik parçalarından olayı teşhis etmiştim ama tam emin olamamıştım. Bu hayvan kudurmuş. Uyutulması lazım. Tabii köpeğin de uyutulması şart. Kedinin zaten işi bitmiş. Çiftlik sahibi yaverine bağırdı: - Ahmeet! Getir benim tüfeği, bu hayvan başımıza iş açacak. Ve Tüfek geldi. İlk mermiyi Paşa yedi. Sonra da ben... Yere düştüm ve uzaklarda otlamakta olan halkıma uzun uzun baktım. Onlarsa hiçbir şey olmamış gibi yemeklerine devam ediyorlardı. Yalnız bir buzağı vardı. İki aylık, taptaze bir gençliğiyle olup bitenleri yaşlı gözlerle izliyordu. Son nefesimle ona seslendim. “Savaşımız daima sürecek. Kazanacağız! Buna inanın!”

9


64%

hedef: puhu kusu , bölge: isin güner tuzcular , realite: orkun mestanoglu

...araniyor

,

Kocaman, simsiyah bir örümcek “Günaydın!” diye sesleniyor ve kafasındaki siyah şapkayı ön kolu ile çıkarıp selam da veriyor. Aniden uyanıyorum, anneannem perdeleri açmış, güneş gözüme giriyor. Çekinerek tavana bakıyorum, örümcek orada, ağının ortasında oturuyor, rüyamdaki kadar büyük olmasa da kara, tüylü bacakları olan bir örümcek işte. “Kutsal hayvanlardır.” diyor dedem. Ağını süpürge ile temizlememiz söz konusu bile olamıyor. Benim niçin örümceklerden korktuğumu da anlamıyor. Aslında bahçe kapısının yanında dolaşan kocaman çekirgelerden de korkuyorum ben. Bir de kırkayaklar var. “Onlara da zarar vermeyin.” diyor dedem. Canlı, onlar da. Evde görürsek bir kağıt ya da tahta parçası ile alıp dışarı bırakıyor dedem kırkayakları. Denizin kenarında kocaman bahçede, bakımsız güllerin yaban otları arasında kaybolduğu, çekirdekten büyüme şeftali ve kiraz ağaçlarının gölgesinde ahşaptan derme çatma bir kulübe; dedemle anneannemin yazlığı. Alt kattaki 2 oda, mutfak ve banyodan bağımsız, evin arka tarafındaki kuyunun oradan merdivenle çıkılan bir odası var. Dedemin odası, yani onun tabiri ile; kaptan köşkü. Deri ciltleri yıpranmış Fransızca kitaplar, uzak diyarları anlatan dergileri, şiir kitapları, defterleri ve bir de antika dürbünü var odasında. Bazen en yakın arkadaşım Hande ile onun odasına çıkıyoruz, büyük bir geminin kaptanı olduğumuzu hayal edip dürbünle bir gemi görme hayaliyle denize bakıyor; saatlerce oynuyoruz. Yine bir akşam üstü kaptan köşkünde oynarken “Puf… Puf...” ve “Pat… Pat..." diye sesler duyduk. Hande çok korktu. “Perili sizin ev!” deyip merdivenlere doğru koşmaya başladı... “Akıllım; periler, hayaletler gündüz ortaya çıkmaz ki!” diye bağırdım arkasından ama o çoktan kaçmıştı. Dedem de bu seslere anlam veremedi; bir kaç gün sürekli “pufl”ar ve “pat”lar içinde geçti. Tüm site, rüyamdaki örümcek bile merak ediyordu bizim evdeki sesleri. Bir akşam yatmaya giderken kardeşimle, kiraz ağacının tepesinde büyük korkutucu gözler gördük. Çığlık atınca biz, çok büyük kanatları olan bir kuş havalandı. Gizem çözülmüştü. Kaptan köşkünün çatı arasında bir puhu kuşu yuvası vardı. “Uğursuz kuşlar!” dedi komşular. Çifteyle vurmaya kalkışan bile oldu. Dedem hepsinin karşısında durdu: “Hayır, bilgeliğin simgesi o kuşlar.” “Selçuklular’ın simgesi puhu kuşuydu.” Puhu kuşlarına dokundurtmadı. Zamanla alıştık onların “puf”larına, “pat”larına... Dün gece de rüyamda gördüm büyük puhu kuşunu; Bay Örümcek ile beraber bana “Günaydın.” dediler. O sert turuncu gözlerinden ve kocaman kanatlarından biraz çekinsem de çok asil ve azametli bir kuş olduğunu düşünüyorum Bay Puhu’nun.

10


hedef: mavi balina bölge: sylvan clownson realite: baris , korkut

...araniyor

Dünya, uzay denen sonsuz okyanusta yüzen mavi bir balinadır. Ben ise onunla birlikte sonsuzluğa seyreden bir misafir. Ben dünyada yaşarım. Onunla birlikte döner; bir gölge misal, o nereye gider, ben oraya giderim. O benim dostluğumu sever. Beni besler. Ben onu severim çünkü cömerttir; bana yaşam alanları sunar. Ona saygı duyarım çünkü kusursuzdur. O güzeldir. Beni güzel yapan sebeplerle aynı sebepten… Ona yakın olmam beni ona dönüştürür. Ben onunla birlikte yüzüyorum. Çünkü yalnız yüzmekten sıkılmış olmalı. Bu mavi dünya benim evim. Çünkü ben bir mavi balinayım. O, içinde güzellikler yaşatır. Renkler, kokular, sesler… Bu seslerle konuşmayı bana o öğretti. Ben onun sesiyle konuşurum. O, içinde güzellikler barındırır. Güzellik her zaman tutarlı davranmayabilir. Bazen kararır. Bir an muhteşem bir çiçekken ertesi gün çürür. Bir an sonsuzlukta yüzerken sonrasında iki ayağı üzerine kalkmaya karar verebilir. O artık güzellik değildir. Güzel görünmediği için değil, öyle davranmadığı için. Mavi balinalar ise güzeldir. Sadece öyle oldukları için değil, bir dünya yaşattıkları için. Ben bir dünyayım. Çünkü her varlık kendi içinde bir dünya taşır. Varoluşuma karar kılındığı andan beri varım. O kadar uzun süredir buradayım ki bütün yollardan geçtim. Evrimin bütün çıkmazlarını öğrendim. Kusursuza ulaşmaya çalışırken her yolu denedim. Dünya olmaya karar vermeden önce bir balinaydım. Eğer bir dünya iseniz dönmek, balinaysanız yüzmek zorundasınız. O kadar uzun süredir hareket ediyorum ki vardığım son nokta; bir dünyaya dönüşmek oldu. O, değişmeyi sever. Değişmeyi ondan öğrendim. Her şeye basit bir hareketle başladım. O da aynısını yapmış. Hatta koca kâinat minik bir hareketle var olmuş. Minik bir hareket sonsuzluğa dönüşmüş. O, gücünü uzaydaki çekim gücünden alır, döner ve hayatı var eder. Ben gücümü denizden alırım ve onunla bütün okyanusları yüzerim. Benim bir görevim var. Onunkiyle aynı; H e r ş e y i n d u r d u ğ u a n a u l a ş m a k . Oraya ulaşabilmek için yöntem basit; minik bir hareket.

11


51% Demiştim ya, minik bir hareket, bir kâinat. Minik bir hareket, bir gezegen dolusu canlı. Minik bir hareket, bir tetiğin düşüşü. Minik bir hareket, zıpkının rüzgârı yırtan sesi. Sonrası kırmızı. Sonrası bir geminin yanına bağlanmış, okyanusta süzülürken derimi kesen bıçak darbeleri. Sonrası ispermeçet, sonrası kozmetik, sonrası ateş, endüstri, zenginlik ve lüks… Minik bir hareket ve bir dünyanın sonu. Üzgün değilim. Siz beni öldürdüğünüzü sanıyorsunuz ama ben amacıma ulaştım.

hedef: meksika siyah kral yilani bölge: suhan lalettayin realite: orkun bozkurt

...araniyor

Neden o olduğunu, düşündüm. Böyle şeyleri sorgulamaktan pek hoşlanmam, yalnızca akış olağanın dışına çıktığında nadiren yataktaki cesede dönüp bakar ve - onca olasılık arasından - gecenin piyangosunun neden ona vurduğunu düşünürüm. Birinin kokusunun diğerlerinden daha çekici olmasının, bir diğerinin adımlarını hayali bir çizgi üzerindeymişçesine muntazam atmasının ya da hiç konuşmamasının; tüm olan biteni açıklamak üzere birkaç mantıklı gerekçe sunabileceğini sanmak, belki de beni rahatlıyor. İnkâr etse de A.C.; bu hikâyenin odak noktasında olamayışının tatminsizliğini mimiklerine yansıtmadan edemiyordu. Bense şimdilik zararsız gibi görünen bu oyununu son tüketim tarihine değin görmezden gelmeye karar vermiştim. Baskılanmış algı kalıplarından nasibini almış bir insaniyet bilinciyle başvurduğu hamlelerinin bencilliğine şaşmak gereksizdi. Kendi kendime ona ihtiyacım olmadığını tekrarlarken yalan söylediğimi biliyordum ama erkenden - sabırsızlığıma yenik düşerek - nedensiz bir sonuca ulaşma rahatsızlığının içimi kavurmasına da izin verecek değildim. Her kıyametten sonra odadan yalnız bir canlının çıktığı oturmuş düzeni, altımda altıncı kez çırılçıplak yatabilen bir adamın bozuyor oluşunu izlemek, beni yeterince rahatsız ediyordu. Hırıltıları hızlı nefeslere, hızlı nefesleri normale dönene değin açık sarıya çalan tüylerle bezeli göğsünde dinlendikten sonra kasıklarından aşağı kaydım ve salonla mutfak arasında cereyan yapmakta olan camlardan dolayı kapanmasına saniyeler kalan kapı aralığından

12


kıvrılarak salona gittim. Kapının çarpmasıyla açılması bir oldu. “Nihayet; sevişmeden önce çoraplarını çıkarmayı öğrendiğin gibi hızlıca giyinmeyi de öğrenmişsin.” dedim. Hakkını yiyemezdim, genç zihinler gerçekten çabuk öğreniyordu. Arkamdan gelirken attığı adımların tüm bedenimde yankılanıyor oluşunu hissetmek, muhtemelen az sonra duyacağım yakınmaların rahatsız edici bir hazırlık safhası gibiydi. Az önce sonlanan ve yeterli tatminin sağlanamadığı bir seks eyleminin üzerine bir de temiz drama çekecek hâlim hiç yoktu. Alınganlıkla dolu gözlerini gözlerime sabitleyebilmek için bir süre çaba sarf ettikten sonra pes etti ve yere oturdu, eğilerek konuşmaya başladı: “Hep böyle misin sen? Yani… Bebeğim, anlamıyorum. Sorun bende mi, yoksa…” Cesur görünen bir başlangıç ama gerisi falso. Ne bekliyordum ki? Ne de olsa yirmili yaşlarının başında, olağan zevklere ve olağan dertlere sahip yeni mezun bir plaza çalışanıydı A.C.. Hayatı boyunca bir bok olamayışının hayal kırıklıklarını, yatakta da erken boşalma sorunuyla devam ettiriyordu. İnceden inceye aptal ama nihayetinde sorun çıkartma potansiyeli olmayan biriydi. Birçoklarının aksine; merakını gidermek adına soru sorabilmeye yeltenmesinden dolayı içten içe takdir ettim onu. Sorular her zaman oluştukları kelime kombinasyonlarının anlamsal bütünlüğüne hizmet etmez. Bazı soruların yanıtı yoktur. Bir yanıtın olmayışı, soruyu soranın algı kapasitesine ve sorunun derinliğine göre değişkenlik gösterebilir. Örneğin bu, cevabı soranın ses tonunun mahcubiyetinden oldukça aşikâr olan ve yanıtlanarak zaman kaybedilmeye değmeyecek cinsten; sonradan soranına pişmanlık duyduracak bir sorumsuydu. Muhabbetin dallanıp budaklanmasına müsaade edebilecek kadar sabrım olmadığını fark ettim… Bahçeye doğru yöneldim ve duyabileceği asgari seviyede: “A., boş ver bunları şimdi… Seni gerektiği zaman ararım.” Umursanmamış olmak kırılan gururuyla birleşince, damarlarında kendi hâlinde süzülmekte olan sıcak kanın akışı hızlandı. Sıktığı dişlerinin arasından çıkan beklenmedik cümle taze döşenmiş beyaz parkelere metrelerce yükseklikten atılan bir tuğla gibi düştü: “Amına koyduğumun hasta ruhlu yaratığı.” Tavanların ve desibelinin yüksekliğinden olsa gerek, evin içine kadar giren kahkaham ve sokak kapısının çarpma sesi birbirine karıştı. Kapalı ve yağmurlu bir pazar öğle sonrasında keyfimi daha da yerine getirecek bir şey olamazdı. Daha önceki gereksiz uzatmalarına rağmen bu defa saniyeler içinde çıkıp gidebilmiş olması ise başlı başına bir huzur sebebiydi. Islak toprağa değen bedenimdeki hoş ürperti ve kaydığına bir türlü inanamadığım gökyüzü… Güzeldi. Aradan birkaç gün geçti. Bu süre zarfında beklediğim gibi bir cuma gecesi anlaşmamızı bozdu ve telefonumdaki onlarca cevapsız aramanın sahibi oldu. Yağmurun dinmesi yeniden keyfimi kaçırınca cumartesi sabahı hoş bir kahvaltının ardından kendime az sütlü bir kahve hazırladım ve ince bir sigara sardım. Salondaki masanın üzerinde duran ve ısrarla kaydetmeye tenezzül edilmeyen telefon numarasını bu defa muzip bir şevkle çevirdim ve iki defa çaldırdıktan sonra kapattım. Prensipleri olan her kadının kendine özgü birtakım şifreleri vardır. Günün enerjisine uyacağına inandığım birkaç şarkının ardından sevdiğim bir John Coltrane parçası için play tuşuna bastım ama şarkı başlamak üzereyken kapı çaldı. Ardında iki kere tıklamakla isteyince zeki olabildiğinin işaretlerini vermekten çekinmeyen misafirimi barındırdığını bildiğim kapıyı açmak üzere içeri geçtim. Kapıyı açmaya giderken aklım çekin-

13


41% gen ilk görüş replikleri ya da safsata dolu giriş cümleleriyle bezenmiş minvaldeydi fakat o, cevabını kapıyı açtığım anda yere çökerek vücudumu hızlıca saran elleri ve boynumdan havaya karışan güçlü nefesleriyle göstermeyi tercih etti. Derimdeki karıncalanma hissi, hızlı ve yumuşak öpüşlerle yetinemeyecek kadar güçlüydü; zihnimdeki arzu, geçen hafta olanların ve bu hafta olma ihtimal dahilinde olan her şeyin kararsızlığını adeta derin bir buğuyla perdeledi. Ayağa kalktı ve beni kucağına aldı, sanki yok olmaya hazır bir dünyanın son dakikalarının içinde olduğumuzu, sadece ikimizin bildiği türden bir aceleyle yatağa geçtik. Kaybedecek bir dakikamız dahi yok gibiydi. Yatağa uzandığında onu öyle bir sarıp sarmalamış durumdaydım ki bedenim, bedenine değmediği her uzvun habis bir tümörle yok olacağına inanmaktaydı. Elleri başımın üzerinde geziniyor, inlemeleri duvarlara çarparak çarşaflarla birleşiyordu. Birkaç güçlü dil darbesi sayesinde yeterince sertleşmişti, içimdeydi ve bu defa kolay kolay bırakacağa da benzemiyordu. İnlemelerimden iyice kuruyan ağzımda susuzluğu uzun zaman sonra ilk defa bu kadar güçlü hissediyordum. Aklımı kaçırmak üzereydim, hiçbir şey düşünemiyordum. Avrupa sinemasının sevilen erotik filmlerini aratmayan tatta bir orgazmın ardından konuşabilecek insani seviyeye geri döndüğümüzde yatak odasındaki perdenin arasından süzülen ışık, düşük göz kapaklarını çevreleyen gözlerini aydınlatıyordu. Çoğu zaman göz teması kurmaktan kasten kaçmama rağmen yeşilin bu tonunu daha önce hiçbir yerde görmediğimi fark ettim. Şimdiye değin çeşitli kategorizasyon sistemleriyle boğduğum karakterinden bambaşka bir yerden, elbet bir gün yok olacak olan dünyaya bir armağan güzelliğinde var olmayı seçmiş bir nesnellik gibiydiler. Altı hafta boyunca katılım sağladığımız, başarıya ulaşan ve ulaşamayan cinsellik içeren bütün eylemlerden sonra yer yer inandığım yüce düzeni bozguna uğratacağından endişe ettiğim kararsızlık silsilesi; aradığım hazinenin ayırdına vardığım anda gerilebileceği son raddeyi çoktan aşmış, çatlak bir deri gibi üzerimde yavaş yavaş sıyrılıyordu ve anbean içimden çıkarken hiçbir beis görmeyen öz, hayretle karışık bir sevinçle bu gözleri izliyordu. “A….” “Efendim?” “Ne güzel gözlerin varmış senin…” Gülümsedi. Gülümsedim. Nihayet karar vermiştim, yemeye gözlerinden başlayacaktım.

14


,

hedef: lagim faresi bölge: black ronin realite: serkan , sahin

...araniyor

-KÜNYEAD: MOJO TÜR: LAĞIM FARESİ YAŞADIĞI YER: LAĞIMLAR (Tarlabaşı lağımları) CİNSİYET: ERKEK MEDENİ DURUM: KARIŞIK KROMOZOM SAYISI: 2n=40 ÖRNEK ALAN KİŞİLER: OSMANLI LAĞIMCILARI (Duvarların kuyusunu kazanlar)

Bu sabah çöpten bir şeyler bulup klanı doyurma görevi Mojo’daydı. Mojo için tehlikeli ve de eğlenceli bir gün demekti. Ölmeden dönebilirse – ölerek dönemezdi (anlatım bozukluğu-heyecana dayalı; yazı yeni başladı da) – anlatacak çok şeyi olacaktı. Hem de klanın ömrü bir gün daha uzayacaktı. Mojo bu konularda çok usta bir lağım faresiydi. Çevik, tehlikeyi hızlı algılayan, büyüklüğüyle kedileri korkutan bir lağım faresiydi. Ama “Nice delikanlılar gitti de dönmedi.” demeden edemeyeceğim. Mojo, açma/germe hazırlıklarıyla ısınırken bir yandan da evlerdeki peynirleri araklamanın ne kadar zor olduğunu düşündü. Çünkü tuzaklar vardı. Tıkırtı vardı. Ama sokak öyle değildi; düşman da açıkta, yemek de. Tarlabaşı’nın raconu, onlara da yansımıştı. Lağımdan çıkan Mojo, çok gizlenir hareketler takınmayarak biraz korku yayardı. Dengesiz davranmanın bu âlemde bazı faydaları vardı. Mojo birden siper alır, birden bir canlıya doğru koşar, korkutur. İyice anlatı biriktirmeden dönmez ve klanı da onu sırf bu sebepten; hep bekleye durur. İnsanların çığlıklarına ve donup kalmalarına gülmekten ölürlerdi, Mojo anlatınca. Donan birine keskin adımlarla bir bir nasıl yaklaştığını canlandırarak anlatır ve klanı gülmekten kırar geçirirdi. İnsanlar korktukları hâlde, tiksindiğini beyan ederdi. Ama her yerin korkulusu değildi tabii Mojo. Mesela sex işçisi kadınlar veya trans bireyler, hemen bir şeyler fırlatır ve küfrederlerdi. Torbacılar, mallarına zarar geleceği düşüncesiyle gördüğü yerde vur emri çıkarmıştı. İşini bilen bir lağım faresi için durum çok zor değildi. Babası pavyonda garson olan, Meltemlerin sokağa pek sık takılırdı. Meltem, bir şeylerden korkmayı kadınlıktan saymaya başladığı bir yaş aralığındaydı. Ve tepkileri bu minvalde aşırı, çok aşırı ya da mega aşırı şeklinde derecelendirilebilirdi. Eğer kimse yokken apartmanın basamaklarında denk gelirse aşırı, yakışıklı sevişken bir erkek geçerse çok aşırı, yakışıklı ve paralı olduğu izlenimi varsa mega aşırı bir tepkiyle kur yapardı. Korku kuru. Çünkü zayıfların da hayatta kalmanın bir yolunu bulduğu yerde, Tarlabaşı’nda; büyümüştü. Mojo, Meltem’e bayılırdı. Klanı bile artık Mojo’ya Meltem’i sorar olmuştu. Çünkü Meltem, alttan alta bu histerik çığlıklar için Mojoların klanı besler olmuştu. Açma/germe hareketleri bitince istemsiz (aslında istemli) ve garantici bir tavırla Meltemlere doğru gitti Mojo. Merdivenlerde oturmasını beklediği Meltem yoktu. Güçlü bir titreşim duydu önce. Bu titreşim yokuş yukarı çıkan

15


30% arabanın titreşimiydi kesinlikle. Hemen yoldan çekilmeye çalışırcasına bir manevra yaptı Mojo. Birden bire elinde bakkal poşeti olan Meltem çıktı. Ve Meltem bu ani karşılaşmaya hazırlıksız yakalanmış olacak ki gerçek bir mega aşırı tepki verdi. Tarlabaşı’nın dar sokağından gelen araba kısa bir fren sesiyle Meltem’i tepkisizleştirdi. Mojo tam bir travma geçirdi. Yapabileceği bir şey yoktu sonuçta. Trafik kuralları vardı. Yine de Mojo klanına sessizce yemeğini götürdü, verdi. O gün hiçbir şey anlatmadı. Sorumluluk onundu, biliyordu. Esasen; fareli köyün hesabı sorulmuş sayılabilirdi bu. Anlatsa belki klanına kahraman olacaktı. Bir fili kovalamaktan daha destansıydı bu. Mojo ne zaman bir insan türü görse canı pahasına da olsa - ani hareketlerden kaçınır olmuştu. Fark edilerek yaşamak, onun vicdanı için iyi olmuştu. Sonuçta kavalcı başka biri, Meltem başka biriydi.

hedef: tarantula bölge: zeynep deniz yildizhan realite: graysheck

...araniyor

Ay-, öyle güzel bir bahar sabahıydı ki sorma! Minik oğluşumun doğum günü bir de o gün; süslenmişim, püslenmişim, gidiyorum iş görüşmesine... Geleceğim daha böcek öğütüp pasta yapacağım. Bir telaş, bir telaş... Sekiz ayak olunca bir de nasıl terledim anlatamam. “Tüyleri de boyadım.” demiştim ya, kırmızıya işte, parlıyorum resmen! Nihayet, geldim görüşeceğim okula. Neyse “Toparlanayım da öyle gireyim.” dedim. İçeriden çatılışmış kaşlar, kaskatı bir duruşla öyle bir müdür geldi ki karşıma; korkudan ahanda kalakaldım. Zaten doğru dürüst göremiyorum, hepten muşmulaya benzedi gözümün dibine girdikçe. “Derhal uzaklaşın!” dedi bana birden. “N’oluyor? Niçin?” dedim ama nasıl şoktayım! “Okul bahçesine girmeniz yasak!” dedi bana, dedim “Telefonda konuşmuştuk hani; ne oldu birden?” Bir süzdü beni “Konuşmuştuk, konuşmuştuk ama bana örümcek olduğunuzu söylememiştiniz!” dedi, “Söylemem mi gerekti, efendim?!” dedim şok içinde, “Burası cinslerin kaynaşması için açılmış yeni bir okul değil mi?” dedim agresif görünmemeye çalışarak. “Evet, öyle; burası bir okul! Ya siz ne için sandınız? Kocanız gibi buradaki çocukları da yem yaparsınız siz sonra!” dedi bana.

16


Ayol, sana ne benim kocamdan? O ayrı, bu ayrı yahu! “Öğretmenim ben, efendim! Cani değilim!” dedim hiddetle; engel olamayıp kendime. Bir kahkaha at, bir kahkaha at “Siz bir tarantulagilsiniz, hanımefendi. Sizin gibileri iyi tanırım ben, acıkmadıkça ortalıkta görünmezsiniz.” dedi, ukala ukala sırıtışıyla... “Yahu, herkes aynı diye bir şey yok! Ben diğer türler gibi değilim!” dedim. Sesimi tam kontrol altına alacakken “Birilerini öldürmeden duramazsınız siz! O zehir boşuna değil.” diye eklemez mi söylediklerinin üzerine, az önceki kahkahasıyla! Resmen zorla kışkırtmaya çalışıyor beni! Engel olamadım tabii kendime “Sizi de öldüreyim o zaman; kurtulmuş oluruz!” diye bir bağırmışım, ağzını bile açamadı! Neymiş, efendim; cinsçilik yokmuş! Tüylerime anlatın siz onu! Türcülük, cinsçilik yok madem niçin sırf zehirli bir familyadan olduğum için anaokullarında öğretmenlik yapamıyorum ben?! Ne yapayım genetiğim böyleyse? Cani değilim ya ben; öldüreyim çocukları! Ben de anneyim be! Yok, efendim; sekiz ayaklıymışım etrafı çok kirletiyormuşum, diyor bir de her girdiğim yerin temizlikçisi! Ay, temizle! Senin işin ne be?! Temizle! Sonra; “Neden bu kadar bencilsiniz?!! Neden bu kadar kendi içinize dönüksünüz?!! Neden soğuksunuz?!” diye sorar durursunuz, anca korkarsınız işte; korkun zaten! Bakın; ben sosyalleşmeye çalışıyorum, bir dişi olarak sakin kalmaya, hem şu tembelliği atmaya çalışıyorum üzerimden, diyorum beraber yaşayabiliriz, çok da güzel olur... Gel gör kime ne fayda?!

hedef: cerberus bölge: mehmet fatih balki realite: levent altinkaynak

...araniyor

-Lan, Asaf; kalksana! İt oğlu it! Nasıl da uyuyor hâlâ. - İT?!!! Sabret, uyanır birazdan. Adam aylar sonra ilk defa izne çıktı. -Kalksın şerefsiz. Yemleri versin geri yatsın. Ne yaptığı sikimde değil, karnım doyduktan sonra. Anne veya babanız, çok uyuduğunuz için başınızın etini yemiş olabilir. Daha kötüsü karınız, kocanız, sevgiliniz, fuckbody vs. herhangi biri olabilirdi. Hepiniz için bu durum hâlâ

17


24% geçerli ama benim için değil. Uyanmam için bana küfreden biri değildi. Ejderhaydı. EJDERHA. Beş ay sonra izne çıkabileceğim söylendi ve heyecandan ne yapacağımı bilemedim. Daha önce aldığım ödeneklerin kesintisine rağmen banka hesabımda on yedi bin lira vardı. Artık ne çalıştığım bankaya ne de başka birilerine borcum kalmıştı. Rahattım, mutluydum. Bunların da dışında geçtiğimiz beş ay boyunca “FINGER” programından konuştuğum binlerce kadından biri ile görüşecektim. Her şey hazırdı. “Beş ay nasıl geçti, bilmiyorum.” demek isterdim ama gayet bilinçliydim ve bok gibiydi. “Bok gibiydi.” derken ciddiyim. Bakıcılık yapmak bok taşımayı da içeriyor. Hem de birkaç tonluk bir köpeğin bokunu. İzne çıktığımda, kapıda üzerinde anahtarı ile birlikte Renault Symbol beni bekliyordu. Yaptığın iş ne olursa olsun, şirket arabası hep aynı oluyor sanırım. Hayatımın en büyük eğlencesi fantastik öyküler dinlerken bira içip Finger’dan hatunlarla fink atmak. Bunu uzun süre yapınca (tüm gün) binlerce kadın ile tanışabiliyorsunuz. Para kazanma derdi olmayınca kadın bulmak daha kolay oluyor sanırım. İçeriden gelen bağrışma ve kavga seslerinden uyanmamak mümkün değildi artık. Üç başlı bir köpeğin sıçtığı bokun da üçlü olması dışında pek bir problemim yoktu. En büyük sorun ise kendi aralarında yaptığı kavgalara bir de ejderhayı katmalarıydı. Benim verdiğim isimle Mayki, kendi söylemiyle Buz Efendisi, sürekli eğleniyordu. İt dalaşına bir ejderha eklenmesi komik mi yoksa korkutucu mu kestiremiyorum. Yatağımdan kalkıp elimi yüzümü yıkamaya, lavaboya doğru gittim. Yüzümde dün seks yapmanın keyfi ve içilen litrelerce alkolün tipsizliği vardı. Suyla, olabildiğince sırıtış dışında her şeyi temizledim. Yemler için hazırlıklarımı yapmaya başladım. İçeriden hâlâ belli başlı sesler, bağrışmalar geliyordu. Cerberus dışında çoğunun yemi hazır geliyordu. Onlara biftek hazırlamak gerektiğini öğrendiğimde keyiflenmiştim. Et yemek, önceleri çok elde edebildiğim bir şans değildi. Bu mutluluğum çok uzun sürmedi tabii ki çünkü günde iki yüz elli kilo et pişirme detayı biraz keyfimi kaçırdı. Yemler verildikten sonra ortam sessizleşti. Telefonuma bakma fırsatım olamamıştı. Elime aldığımda dün görüştüğüm kız mesaj yağmuruna tutmuştu beni; “Bir daha ne zaman görüşürüz?”, “Şimdiden özledim.”, “Hayatımın en güzel gecelerinden birini geçirdim.”… Okuduğum her mesaj, dün geceyi hatırlatıp beni tahrik etmek dışında başka bir işe yaramıyordu. Koltuğuma geçerken Mayki’nin soğuttuğu biralardan birkaç tane aldım. Kıza dün geceden hatırladıklarım üzerine biraz abartılı sayılabilecek, asla cinsel taciz olmayacak, mesajlar silsilesi gönderdim. Biramı açtım. Uzun zamandır Cerberus ile sohbet ediyorduk. Nasıl yaratıldığını ve nereden geldiğini bilmiyordu. Ejderhanın aksine varlığını hatırladığı ilk an, insanların arasında yaşadığını söyledi. Böylesine büyük ve ilginç bir hayvan, bizim için sadece bir masaldan ibaretti. Korkutuculuğu, (Aslında inanılmaz eğlenceli ve salak bir hayvan.) onun genellikle koruyucu olarak kullanılmasına sebep olmuş. Biramdan yudum aldım ve kaldığımız yerden sohbete devam ettirmeye çalıştım; - Neyi koruyordun? - Her şeyi. -Nasıl yani? Senin hakkında bir öykü okumuştum. Dünyanın en güzel kadınını koruduğunla ilgili, falan… He? Harbi, iyi miydi?

18


- Aptalca uydurulmuş spekülatif hikâyelerden biri… - Basitçe bir şeyi korumak için doğmadım ben. Bir zamanlar bir kitabı koruyordum. Sonra kitap kayboldu. Beni çöpmüşüm gibi ışık bile almayan bir hücreye tıktılar. Yüzyıllar sürdü. Sonra bir gün kapı açıldı. İçeri bir adam girdi. Yemek verdi, benimle ilgilendi. Yanında uyudum ve gözümü açtığımda buradaydım. Biri anlatırken diğer iki baş öylece duruyordu. Zaten bir tanesinin konuştuğunu hiç duymadım. Soru sordum cevap alamadım. Yemekten birkaç ısırık alır, sonra sessizce dururdu. - O neden hiç konuşmuyor? Diğer ikisi bir süre bana baktılar. Sonra diğeri de bana baktı. Altı göz ile göz göze gelmeye çalışıyordum. Masumca bakışmalardı bunlar. - Onun dili yok. - Neden? - Sırları bir tek o bilir çünkü. Koruyuculuğun bedeli. Bizi sahip edinen ilk insan, onun dilini kesti. - Nasıl yaptı bunu? Metreler boyunda bir köpeğin dilini, bir insan nasıl kesebilir? Bu yeri anlamıyorum. Hepiniz sadece masallarda, fantastik öykülerde ya da filmlerde duyduğumuz/gördüğümüz yaratıklarsınız. Güçleriniz, boylarınız inanılmaz seviyelerde ama demir parmaklıkların arkasında öylece hapsolmuş duruyorsunuz. Bunu kim yapabilir? - Patronun. Cerberus’un ikinci kafasından tek kelimelik cevap, beni korkutan bir cevaptı. Bildiğim ve kendime söylemediğim bir cevap. Telefonun titreyişi, gelen mesajların habercisiydi. “Seni özledim.”, “Yine dünkü gibi beni cama yapıştırıp arkama geçsene.”, “Sabretmek çok zor.”, “Seni istiyorum.”, “Biliyorum, yurtdışındasın, iş seyahati ama en azından mesaj yoluyla bana neler yapmak istediğini anlat.”… - III… Gençler siz takılın. Mayki, şu nefesini içeriye bu kadar üfleme, amına koyayım. Buz gibi olmuş içerisi. Cerberus, senle bunları konuşmaya devam edeceğiz. O koruduğun karıyı bana anlatacaksın mutlaka, unuttum sanma.

19


11%

20


21


3%

,

##durum raporu## ...tek bir ortak realite, ...organik bedenlerin paylastigi , ...veri deposundan ibaret. ...analiz hata payi hesaplaniyor.

,

...hata payi: %4,762 ...organik verilerin atomsal dizilimleri, ...örnek modelleme teknigi ile inceleniyor 2% ...kuark hareketlerinde düzensizlik var. ...inceleme iptal edildi. ...organik bedenlerin analizatörlerinde

...ve canli formlarin karar mekanizmalarinda ...hormon salgilama aksakliklari ...tespit edildi. ...bütün canlilar, birbirlerine ...hasar vermek için yaris , içerisinde. ...tedavi bulunamadi. 1% ...yetersiz bakiye ...pardon ...yetersiz enerji ...sistem kendisini ...korumaya aliyor

.

SARJ ET BENI, BEBEK ,

99arti1hayvan@gmail.com 99arti1hayvan

MUTLU SON



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.