ÖNSÖZ
“Hâlâ kendimi görebiliyorum” Diyebiliyorsanız eğer daha yapılması gereken işler var demektir ve sanırım SERKAN ÜSTÜNDAĞ bunun farkında. Geçen sene birincisi çıkan MÜPTEZEL TANRILAR şimdi ikinci sayısı olan ORGANİK VERİ AKTARIMI ile devam ediyor. Tanrılar dünyada buldukları lezzetli tattan vazgeçemiyorlar. Üstüne üstlük farklı tatların peşinden koşmaya başlamak üzereler. Serkan Üstündağ yazdığı fankit ile bizleri masallardan, hikâyelerden oluşan bir dünyaya gönderiyor, fakat masal nereden başlayıp nerede bitiyor veyahut ortada bir masal var mı? Emin olmak güç. Her sayfasında farklı yerlere dokunuyor. Bir tanrıda olması gereken ne gibi özellikler vardır? Tanrılar bizi ne olarak görüyor? Biz insanlar, onlara neden ihtiyaç duyuyoruz? Bu bir zulüm mü? Yoksa kurtuluş mu? Anlaması güç. Müptezel tanrılar fankit serisine kaldığı yerden devam ederken kendisini tatmin edecek bir şeyler arıyor. Buna yardımınız dokunur mu? Bilemem, ama okumanız gerektiğini biliyorum. Müptezel tanrıların birincisini nereden bulacağım diyorsanız eğer aşağıdaki adresten bulabilirsiniz. https://fanzinapartmani.com/fankit-muptezel-tanrilar-pdfli/
Mehmet Fatih BALKI
*** İnsanoğlu, sahip olduğu hayatı sürdürebilmek için belirli bir disipline sahip olmalıdır. Bu disiplini kısaca; hayatta kalmak için gerekli olan faaliyetleri sağlatacak enerjiye sahip olmak ve üremek şeklinde sınıflandırabiliriz. Yani; bir insan doğar, karnını tok tutar, kendini dış tehlikelere karşı savunur, güvenli bir bölge edindiğinde organik veri aktarımını gerçekleştirir (Sizler buna üremek de diyebilirsiniz.) ve seçtiği eşinkilerle kendi organik verilerinden açığa çıkan yeni bireyi koruyarak yetiştirir ki insanoğlu varlığını sürdürebilsin. Ye, iç, uyu, organik veri aktar ve vakti geldiğinde öl. Her şey bu kadar basittir. Dünya, üzerinde taşıdığı zenginliklerin farkında değildir. İnsanoğlunun yanı sıra; Dünya üzerinde sekiz milyon yedi yüz bin çeşit canlı yaşamaktadır, bilirsiniz... Genel anlamda bakıldığında; her canlının yaşama disiplini aynıdır. Yemek, üremek ve ölmek. Peki, madem bu kadar kolay bir disiplinle yaşama şansımız vardı, neden yaşamak bu kadar basit değil? Genelleme yaparak hayatı anlamaya çalışmak bazen hatalı olabiliyor. Bazı canlıların, başka canlıların yardımı ile refah içerisinde yaşadığını biliriz. Mutualizm'in kaynağı, "daha konforlu yaşam" sloganında gizlidir. Örneğin; bir filin üzerinde bulunan parazitleri yemekte olan kuş; hem kendi karnını doyurur hem de filin üzerindeki parazitleri bitirerek file daha konforlu bir yaşam sunar. Filler, kuşları dostu bilir ve daha konforlu bir yaşama sahip olur. Milyonlarca yıl öncesinde, insanlar için konforlu yaşamın anlamı, karnını tok tutabilmek ve güvenli bir alanda sığınabilmekti. Homo Habilis(Yetenekli insan) zamanlarına bakacak olursak, insanoğlu oldukça muhtaç bir canlı türüydü. Etrafına tam anlamıyla hükmedemiyor ve günü kurtaracak gıda miktarını her zaman sağlayamıyordu. Afrika'nın ormanları meyve toplamak için bile oldukça tehlikeliydi ama bu canlılara yetenekli ya da yapabilen insan denilmesinin bir sebebi vardı. Onlar mutualizme güvenen canlılardı. Homo Habilis'in mutualizmden anladığı şey şuydu: Eğer kıtlık içerisindeysen, etrafındaki diğer canlılarla başa çıkamıyorsan, karnını doyuracak kadar avlanamıyorsan ve kendini güvende hissetmiyorsan; müptezel tanrılarla iş birliği yapabilirsin. Homo Habilis, pek de zeki sayılmazdı. Avlanmayı bırakın, kendisini savunacak kadar bile kurnazlığı barındırmıyordu. Zaten bu sebeple müptezel tanrılarla
1
tanışma fırsatına eriştiler. Kendilerine güvenli bölge oluşturduktan sonra, topladıkları bütün meyveleri üst üste istifleyerek, yeri geldiğinde bir hafta kadar dışarı çıkmıyorlardı. Geçen zamanla birlikte toplanan meyveler çürüyor, mayalanıyor ve tüketildiklerinde ise Homo Habilis'lerin üzerinde uyuşturucu etki oluşturuyordu. Onlar bu meyveleri tüketirken, bazen, aralarından bir tanesi duvara iki yumruk atıyor, eşek gibi anırıyor ve bunun anlamı da "Hâlâ kendimi görebiliyorum!" demeye geliyordu. O zamanlarda müptezel tanrıların mutfağında hem et oburlar hem de ot oburlar bulunduğu için, müptezel tanrıların ziyaret ettiği Homo Habilis bedenleri bir anda cesur avcılara dönüşüyor ve onlarca hayvanı avladıktan sonra güvenli bölgesine geri dönebiliyordu. "Mutualizm tam olarak da budur." diye düşünüyordu yaşlıca bir Homo Habilis; "Onlar avladıklarımızın enerjilerini soğuruyorlar ve bizler de avladıklarımızın etlerini tüketiyoruz. Birbirimiz için yaratılmış olmalıyız..." O yaşlıca Homo Habilis, söylediğim kelimeleri kullanarak böyle bir cümle kuramayacak kadar geri zekâlıydı ama hissettiği şey tam olarak da buydu. Her neyse, milyonlarca yıl boyunca süre gelen mutualizmin zararları da görüldü çünkü her şeyin fazlası zarardır. Yaşamın; yemek, güvenli bölge sağlamak ve organik veri aktarımı yapmak olması insanlar için geçerliydi. Müptezel tanrılar ise evrenin bir ucundan diğer ucuna gelip gitmekten, sadece bir kaç hayvanın enerjisini soğurup kendi bölgelerine dönmekten bıkmıştı. Daha fazlasını istiyorlardı. Bir heyecan arıyorlardı ama yoktu işte. Homo Habilis bedenine gir, avlan, enerji topla ve defol! Hayat, müptezel tanrılar için oldukça sıkıcı olmaya başlamıştı. Başka arayışlara yönelen müptezel tanrılar, dünya üzerinde yönetebilecekleri tek insan türünün Homo Habilis olmadığını biliyordu. Homo Habilis; Homo Rudenfolsis, Homo Erectus, Neanderthal ve Homo Sapiens seçeneklerinden sadece bir tanesiydi. Fakat uzun süredir Homo Habilis'leri ziyaret ettikleri için de bir alışkanlıkları vardı. Hemen ayrılamazlardı. Afrika'da avlanmaya ve kendilerini savunmaya da oldukça alışmışlardı. Peki, müptezel tanrılar hayatlarına nasıl renk katacaklardı?
2
Bu sorunu çözen tanrının hangisi olduğunu tahmin etmişsinizdir. Önerisi şu şekildeydi: "Bizler onları yönlendiriyoruz, avlanıyoruz, saklanıyoruz ve onları güvende tutuyoruz. Karşılığında ne alıyoruz? Sadece üç beş hayvanın sönük enerjilerini! Ben daha fazlasını istiyorum! Onlara bir bakın! Organik veri aktarımı yaparken nasıl da mutlu görünüyorlar! Bundan sonra sadece avladığımız hayvanların enerjisini soğurmak yok! Onların mutluluklarını da emeceğiz!" Müptezel tanrılar arasında demokrasi yoktur ama bu fikir oldukça mantıklı geldiği için tüm tanrılar tarafından kabul edildi. Böyle bir fikri oylamaya sunsalardı, muhalefet olacak birkaç tanrı illa ki çıkardı ama o dönemlerde tüm müptezel tanrılar yeniliklere açıktı. Bu açıklık, onların tarihini değiştirecekti... UaUa; kendi kabilesi arasındaki en kararlı, en kuvvetli ve liderlik vasfını da en iyi taşıyan kişiydi. Büyük babasından öğrendiği alet kullanımı sayesinde lakabını "fil avcısı" mertebesine kadar yükseltmişti. Kendine oluşturduğu avcı grubuyla, o dönemlerin en başarılı ismi olmuştu. UaUa'nın kalbini bir kız çaldı. Kızı ne zaman görse kaslı vücudunu kabartıp onu etkilemeye çalışmak yerine; başka yerlere bakıp, onu görmezden gelerek uzaklara kaçışıyor ve bu yaşadığı duygunun korkaklık olduğunu düşünüyordu. Kendisi gibi bir liderin korkak olmaması gerektiğini bildiği için o kızdan uzak duruyor ve mayalanmış meyvelerden yiyerek, müptezel tanrıların gelmesini bekliyordu. O gün, müptezel tanrıların hayatlarına renk katmak adına gerçekleştirdiği reform kararı sonrasındaki ilk ziyaretleriydi. UaUa'nın her zamankinden daha fazla miktarda mayalanmış meyve tükettiği de ortadaydı. "Hâlâ kendimi görebiliyorum!" diye bağırmasına bile gerek kalmadan, dört adet müptezel tanrı kolaylıkla UaUa'nın bedenine girebildi. Ekip arkadaşları da onu yalnız bırakmamışlardı ve toplamda altı kişilik bir avcı grubu olarak yolculuklarına başladılar. Yolculukları her zamanki gibi başlamıştı; kendini yormayan sakin adımlar, ormanı kolaçan etmeler, ses çıkartmadan ve dikkat çekmeden ilerlemeler. Yalnız, UaUa'da bir farklılık vardı. Normalde hiçbir maymun türüyle ilgilenmezlerdi. Onlar yenir mi yoksa yenmez mi belli bile değildi. UaUa, bir maymunun peşinden koşmaya başladı ve ekibi de onu takip etti. Onlarca maymun, kendi güvenlik bölgesini işgal eden altı adet avcı Homo Habilis'i görünce öfkeden deliye döndü. Çığlıklar attılar, göğüs kabarttı-
3
lar, hızlı hamlelerle yanlarından koşup geçerek göz dağı verdiler. Ancak; UaUa hâlâ maymunun peşinden koşuyordu. Avcı ekibi ile maymunlar arasında şiddetli bir kavga başladı. Maymunların da gücü kuvveti yerinde olduğu için oldukça çetin bir kavga gerçekleşiyordu. Fakat sonra bir şey oldu; UaUa yakaladığı maymun üzerinde organik veri aktarımı gerçekleştirmeye çalışıyordu. Öncelikle ekip arkadaşları bu durumu garipsese de kısa sürede onlar da aynı şeyi yapmakta olduklarını fark ettiler. Maymunların güvenli bölgesini terk ettiklerinde, kendi yaptıklarına bir anlam veremediler. Oldukça enerji kaybetmişlerdi ancak henüz bir lokma et elde edememişlerdi. Biraz yorulmuş olsalar da, güneşlik bir bölgede oldukça çürümüş ve mayalanmış meyveler buldular. Afiyetle yediler ve içlerindeki müptezel tanrılar tamamen şahlandı. Ağaçlık alanın bittiği bölgeden geçen filleri fark ettiler ve UaUa'ya gösterdiler. Sanki, "Senin lakabın fil avcısı, değil mi? Haydi, şu fili eve götürelim!" diyorlardı. Gösterdikleri tarafa doğru baktığında, marula ağacına kafa atan fili gördü Uaua. Filler, marula ağacının %17 alkol oranına sahip meyvelerini yerken, sıcak geçen günlerden sıyrılıp biraz da protein kazanmış oluyorlardı. Filler, akıllı varlıklardı.
Marula ağacına vardıklarında, bir fil hariç diğer filler garip bir şekilde Homo Habilis'lerden kaçarak uzaklaştı. Orada sadece bir adet fil ve altı adet avcı kaldı. Altı avcı da aynı anda saldırıya geçti ve bir müddet sonra filin çeşitli bölgelerinde organik veri aktarımı gerçekleştirmeye çalıştıklarını fark ettiler.
4
Avcılar geri çekildiğinde, içlerinde muazzam bir korku uyandı. Bedenlerini kendileri yönetmiyorlardı. Başka bir şeyler vardı ve o şeyler, etrafta ne kadar canlı varsa hepsine organik veri aktarımı yapmaya çalışıyordu. Avcılar aklını yitirecek gibi oldular ama müptezel tanrılar bu oyunun tadına henüz doyamamıştı. O gün toplamda; 6 maymun, 1 fil, 4 ceylan, 2 aslan, 83 Homo Habilis ve 762 karınca, bu altı adet avcının tecavüzlerine maruz kaldı. Avcı grubu artık kontrolünü tamamen kaybetmişti. Saldırıyor, yiyor, tecavüz ediyor, saklanıyor, mayalanıyor ve tekrar saldırıyorlardı. Bu kadar fazla çeşit sayıdaki canlıya organik veri aktarımı yapmaya çalışmak sağlıksızdır, bilirsiniz. Her canlının bedeninde bulunan bakteri türleri farklıdır ve bir başka canlı türü üzerinde yaratacağı etki öngörülemezdir. Örneğin; insan immün yetmezlik virüsü (Human Immunodeficiency Virus, HIV) bu tarz çeşitli yaşam formlarından insanoğluna kolaylıkla geçebilir. Açığa çıkardığı akkiz immün yetmezlik sendromu (Acquired Immune Deficiency Syndrome, AIDS) rahatsızlığı ile, vücut koruma mekanizmalarının hepsi çalışmaz hâle gelir. Bu rahatsızlığa sahip olanlar için grip hastalığı bile ölümcül sayılmaktadır. Tecavüzcü avcı grubunun saldırıları bittiği zaman, her biri Afrika'nın farklı bir bölgesinde ölü olarak bulundu. Gayet normal bir şekilde, Homo Habilis'lerin vücut dirençleri de inanılmaz derecede düşmüştü. En ufak bir soğuk algınlığında bile ölüyorlardı. Hepsi enerjisiz ve hastalıklı görünüyordu fakat bir yandan da organik veri aktarımı yaparak nüfus artışı sağlamaya çalışıyorlardı. Kıtlık dönemleri tekrar başlamıştı ve Homo Habilis'in nüfusu hızla düşmekteydi. Homo Habilis'in yeryüzünden silinmesi için göktaşı düşmesine gerek kalmamıştı. AIDS, bu insan türünün silinmesi için yetti ve arttı bile...
***
Ortak bilincin yok olmasıyla birlikte iki şey açığa çıkmıştı. Bunlardan maddesel hâle bürünenlerinin yıldız ve enerji formu hâlinde kalanlarının müptezel tanrılar olduğunu söylemiştik... Evren, insanoğlunun sandığından biraz daha farklı çalışmaktadır. Sürekli olarak devinim hâlindedir ve madde-enerji reaksiyonları bitmek bilmez.
5
Anti-bilinç oluşan bölgelerin etrafında, bilinç yoğunluğu daha fazladır. İnsanlar üzerinden örnek vermek gerekirse; bir şeyleri unutmaya çalışan bir kişinin aklının daha fazla sayıdaki konularla kaplı olması gereklidir. Anti-bilincin merkezine unutulacak şey yerleştirilir ve inanılmaz derecede farklı konular da bu unutulacak şeyin etrafını sarmalar. İnsanoğlu her ne kadar sebepsiz yere iç sıkıntısına sahip olduğundan yakınsa da bu iç sıkıntısının neden yaşandığını bulamayacaktır çünkü anti-bilinç; bulunabilecek bir şey değildir. Her neyse, müptezel tanrıların neden insan zihinlerine girmeyi tercih ettiklerinden bahsetmezsek, konunun temasını kaçırabiliriz. Bahsi geçen reaksiyonlar, maddesellikten enerjiye geçiş reaksiyonlarıdır ve unutulmamalıdır ki kayıpsız bir reaksiyon gerçekleşemez. Örneğin, 10 birim enerjiye sahip bir müptezel tanrı kendini standart boyutlarda bir insan formuna döndürürse, elinde kalan toplam enerji 9 birimdir. Aynı müptezel tanrı, enerji formu hâline geri dönmek ister ve yaparsa, elinde kalır 8. Reaksiyonlar bir bedel ister ve müptezel tanrılar bu bedeli ödeyecek kadar salak değildir. Hâli hazırda insanların bulunduğu bir gezegen varsa, neden karınlarını doyurmak için 2 birim enerji harcasınlar ki? Dikkatli bir dinleyiciyseniz, müptezel tanrıların sadece karın doyurmak için evrenin bir ucundan diğer ucuna yolculuk ettiklerini söyleyip durdum. Sizce müptezel tanrılar evrenin diğer ucunda ne yapıyor, çocuklar? Onlar da güneş gibi devasa boyutlardaki bir yıldız mı olmak isterlerdi yoksa bir bedene sahip olamasalar bile işlevselliklerini arttırmayı mı?
***
"Yemek hazı-r!!!"
"Anne! Anne! Senin için boyut mu yoksa işlevsellik mi daha önemli?"
Kadın, kızının yönelttiği bu soru karşısında gözlerini devirdi, aptalca bir tebessüm geldi yüzüne ve oha ya, çocuklara da mı anlatmış, hayvan herif diye düşündü. "Babanız size ne anlattı bilmiyorum ama ikisinin de kendince bir değeri var tabii..." "Babam mı? O eve gelmedi ki daha... Dedem anlattı!"
6
Kadın salonun içine doğru baktığında babasıyla göz göze geldi, soğuk terler döktü ve "Her şey çok önemli!" diye bağırıp hızla mutfağa geçti; "Ho-hoy", "kih kih" ve "meh meh" ünlemleriyle kikirdemeyi de ihmal etmedi.
***
Ateş, hava, toprak ve su... Algılanabilen gerçeklerin sınırlarını çizmek için yeterli görünen elementler bunlardır. Bu dördü arasında ise maddeselliğe tam olarak bürünemeyen, ateştir. Ateş, bir yolculuğu temsilen kullanılır. Yüksek hareketli nesnelerin ısındığını bilirsiniz. Ortada ateşi göremeseniz bile zihninizde hemen canlanıverir... Şimdi, bir de gök yüzüne bakalım. Ne kadar da çok sayıda parlaklıklar var. Ateş topu sandığımız yıldızlardan bahsediyorum. Yıldızlar top değildir ve özellikle de ateş topu hiç değildir. Onlar, Ab-ı Hayat'ın temas etmediği müptezel tanrılardır. Bugün size anlatacağım öykü, müptezel tanrıların, bizim de içerisinde bulunduğumuz evrene nasıl geldikleri hakkında olacak... Ateşten yaratılanlar ve topraktan yaratılanlar arasındaki husumeti bilirsiniz. Ateşten yaratılanlar; topraktan yaratılanlara hasetle bakar, onların varlıklarını kabul etmezler ve ortak bilinçten kovulurlar. Ortak bilinç, etrafı "ab-ı hayat" adı verilen su zarı ile kaplıdır ve bu kovulma esnasında kısa süreli bir açıklık meydana gelmiştir. Ateşten yaratılan, şu an bizim de içerisinde bulunduğumuz, bu yeni evrene girdiğinde; basınç farkından kaynaklanan şiddetli bir patlama gerçekleştirmiştir. Bu patlama gerçekleştikten sonra, hem evrendeki toprak elementine sahip gezegenler paramparça oldu hem de ateşten yaratılanın bedeni. Yeni evrenin basıncı o kadar yüksekti ki patlama sonrasında ayrılan her bir parça küresel forma dönüşüyordu. Üstelik bir yandan da ab-ı hayat zarından kopan su damlacıkları da hem ateş parçalarına hem de toprak parçalarına denk geliyordu. Koskoca evrende sadece 17 adet ateş parçasına ab-ı hayat damlacıkları denk geldi. Su, ateşe temas edince buhar oldu, buhar hayat doluydu ve toplamda 17 adet, herhangi bir bedene sahip olmayan, müptezel tanrı açığa çıktı. Koskoca evrende, 99 adet toprak parçasına da ab-ı hayat damlacıkları temas etti. Bu topraklar çamur oldu, basıncın etkisiyle küresel formunu aldı, etrafındaki ateşler suyu buharlaştırıyordu ancak ab-ı hayat, temas ettiği toprağın etrafında zar oluşturduğu için (Evet, Dünya'yı çevreleyen ozon tabakasından
7
bahsediyorum.) buharlaşan su parçacıkları, toprağa geri döndü. Sonrasında ise buharlaşma ve yoğuşma işlemleri devam ederek; su, bir toprakta bir de etrafındaki zarda dolaşıp durmaya başladı. Yağmurlar sebepsiz yere oluşmuş şeyler değildi... Organik veriyi taşıyan şey, sudur. Su, organik verileri toprağın çeşitli bölgelerine temas ettirdikçe, yeni canlı formları oluşmaya başladı. "Su akar, yolunu bulur." sözünü gerçekten de karşılıyordu. Ateş, hava, toprak ve su elementlerine sahip canlı formların varlıklarını sürdürmesi için ne yapmaları gerekiyordu? Yemek, organik veri aktarımı yapmak ve ölmek. Doğrudur fakat bu disiplin, sadece ateş ve sudan meydana gelen müptezel tanrılar için geçerli değildir. *** Sevgili Güneş, Sana sevgili derken bile mutlu oluyorum. Keşke sevgili olsaydık ama olamayız çünkü sen benden büyüksün. Ben yine de senin samimiyetine güvenerek teklifimi sunayım da, sen hemen cevap vermek zorunda değilsin. Seni seviyorum, benimle çıkar mısın? Heyecanlanıp kızarma lütfen, hepimizi yakarsın. Etrafımda dolaşan başka hiçbir gezegende, üzerimde taşıdığım enfeksiyondan bulunmamakta. Diğer gezegenler bana "Sen sonu olmayan bir hastalığa yakalanmışsın. Üzerinde dolaşan o garip canlıları gördükçe senden iğreniyoruz. Sen katlanılamaz bir görüntüye sahip, hastalıklı bir gezegensin!" diyorlar. Psikolojim bozuldu. Kimse bana espri yapmıyor çünkü gülerken üzerimdeki bazı canlıları onlara fışkırtmamdan korkuyorlar. Ama sen benden korkmazsın, değil mi? Gördüğüm kadarıyla, sen de en az benim kadar yalnızsın ve bu yalnız hayatlarımıza bir son verebiliriz. Tabii ki arkadaş da kalabiliriz ama n'olur yaz bana. Bundan önce yolladığım dört milyar dokuz yüz seksen üç bin beş yüz altı mesajıma cevap vermediğin için seni rahatsız ettiğimi düşünmeye başladım. Benden rahatsız olmazsın, değil mi? Seni çok seven, Dünya.
8
*** C21H30O2 (Tetrahidrokannabinol, THC) Dünya'nın üzerinde bitki formunda oluşan hintkenevirinin psikoaktif maddesidir. İnsan vücuduna girdiğinde yağlara bağlanması sebebiyle, uzun süre boyunca vücutta muhafaza ettirilebilinir. Marijuana kullanımı, müptezel tanrılar için daha uzun süreli insan bedeni kullanımı anlamına gelir. Tabii ki müptezel tanrılar THC ile yetinecek değildir. HU-210, CP 47,497, JWH-018, JWH-073, JWH-398 ve JWH-250 bileşenleri ile THC'nin etkisini arttırarak, daha etkileyici sonuçlar elde etmeyi denemişlerdir. Bonzai (JWH-018) adı verilen sentetik marijuananın, uzun ömürlü beden kullanımı için tasarlandığı ortadadır. Ancak, müptezel tanrılar da kusursuz değildir ve bazen hatalar yaparlar... Dört kafadar, K2/Spice (JWH-018) paketlerini çantalarına istifledikleri gibi Bayland Park(Houston, Texas)'a gittiler. Saat 03:45 olduğu için çevre mahaldeki insanları pek de rahatsız etmeyeceklerinin farkındaydılar. Bu dört kafadarın tek amacı, müziği gerçek anlamda hissedebilmekti. Herkes çimenlerin üzerinde bağdaş kurup oturdu, pipe'lar çıkartıldı, kulaklıklar takıldı, son ses müzik açıldı, birer derin nefes çekildi, müziği beğenmeyen değiştirdi ki dubstep olması tercihti, ikinci derin nefes çekildi, biri kahkaha attı, diğeri "Adamım, bu ne zaman etkisini gösterecek?" diye sordu, biri daha kahkahalar attı, üçüncü-dördüncü-beşinci derin nefesler ardı ardına çekildi, biri yere uzandı, diğeri bir tane daha çekti, bir tanesi "Hâlâ kendimi..." diye sayıklanırken film koptu! Şimdi ne kendileri ne de müptezel tanrılar bu bedenleri kontrol edebiliyordu. Dört beden, biraz ayağa kalkmaya çalışsa da emekler pozisyona geçiyor ve dengesini kurabilmek için sağa sola sallanıyordu. Bir tanesi nedense kan kustu, sanırım alerjik bir problemdi. Bir tanesi ayağa kalkmayı becerdi ama adım atmayı beceremedi, devrilmek üzere olan biri heykel gibi duruyordu. Dört kafadar, müziğin bass sesleri arasında benliklerini yitirirken, müptezel tanrılar ise dehşete düşmüştü. "Nasıl olur da bu salakları hareket ettiremem? Boş yere mi girdik bu bedenlere?" diye düşünüyordu bir tanrı. Diğeri ise, "Acele etme! Eminim ki biraz sonra kontrolü alabileceğiz. Ben hiçbir şey göremiyorum, kendimi bile! Sende durum ne?"
9
Hem tanrıların hem de insanların kıvrandığı bu merasim yarım saatten fazla sürdü. Sonra birden vücudun kontrolü insanlara geçti. "Süperdi ya, lanet olsun, süperdi!" diye bağıran arkadaşının üstünü temizlemeye çalışan diğeri: "Nereden geldi bu kanlar? Sen bildiğin kan kusmuşsun!" dedi. O gün; dört adet müptezel tanrı ve dört adet insanoğlu, bir daha JWH018 kullanmamaya ant içtiler.
***
Şiddetli fırtına biteli çok olmuştu. Güneş iyice yükselmiş ve çölün kavurucu sıcakları da yavaştan belli olmaya başlamıştı. Qarun Gölü'nden su stoğunu tamamlayan adam, devesine yüklendi ve evine doğru yola çıktı. Tam da o esnada bir çığlık işitti: "Yeter! Nasıl giderim oraya kadar!" Adam, gördüklerini içgüdüsel olarak kabaca hesapladığında, çığlıkların geldiği yere yarım saatte ulaşacaktı; bunun hayati bir tehlikesi yoktu çünkü kavurucu sıcaklara daha iki saatten fazla vardı ve ulaştı. Karşısına çıkan kadını gördüğünde doğru bir seçim yaptığını anladı. Tam organik veri aktarımı çağında olan bu kadına doğru eğilirken aklından geçenlerle diline düşenler arasında bir uçurum vardı: "Nereden geldin buraya? Ailen yok mu senin?" Alımlı bakışlarını adama diken kadın omzunu silkti ve elinde tuttuğu deve derisinden yapılmış mataranın ağzını hafifçe açtı: "Tüm ailem burada..." Adam, mataranın ağzı açıldığında, suyun içerisinde yüzlerce iribaş dolaştığını gördü. Bu saçma şakaya hafiften gülümsedi ve kadına adını sordu. "Benim adım, Heket." yanıtını aldıktan sonra, kadına adı dışında her türlü sıfatla seslenmeye başladı. Beğenememişti bu ismi. Heket, ne anlama gelirdi ki? ---İşbu öyküdeki bu cümleden sonraki diğer cümlelerde "Organik Veri Aktarımı" ibaresi, "OVA" olarak anılacaktır.-- Adam, kadını devesine oturtmadan evvel OVAladı. Sonra yaşam alanlarına doğru giderken biraz ovaladı ama sonra bildiğiniz OVAladı. Sıcaklara denk gelmeden yaşam alanlarına ulaştıkları için bir kutlama yapmak istediğini belirtti ve OVAladı. Yemek yediler, OVAladı; su içtiler, OVAladı. Sonra adam, kadına barınacağı yapıyı gösterdi ve gözlerden kayboldu. Sonra bir başka centilmen erkek geldi ve kadını OVAladı. İkinci gelen adam da kaçıp gitti, üçüncüsü gelmeden evvel. Üçüncüsü boş mu durdu? Hayır. Bir değil, iki değil, üç değil; tam dört
10
kez OVAladı. Ertesi günün sabahına kadar kadının evine bir deve gelmemişti. İki deve gelmişti. Develerin OVA ile ilgisi yoktu, kadın da develer de bu duruma bir anlam verememişti. "Heket! Heket, uyandın mı?" diye sesleniyordu kurbağalardan bir tanesi. Kadının bu yaşam alanına gelmesinden sonra tam yirmi sekiz gün geçmişti. İribaşlar, kurbağaya dönüştüğünden beridir kimse Heket'in yanına gelmez olmuştu ve bu, Heket için iyi bir şeydi. "Sana diyorum, hey! Uyandın mı? Artık vakti geldi!" Heket, gözlerini açtığında etrafının kurbağalar ile çevrilmiş olduğunu gördü. Önce biraz korktu ama sonra neden bu köye geldiğini ve bunca eziyete katlandığını hatırladı. Heket, müptezel tanrıların fiziksel hâle bürünmesi için yardımcı olacaktı. Müptezel tanrılar, Heket'in DNA'sına kendi özel kodlarını işleyecekler ve Heket hamile kaldığında, bir müptezel tanrı, insan bedeninde dünyaya gelmiş olacaktı. Tabii ya! Artık vakti geldi! Heket, nasıl söz verdiğini hatırlıyordu... Nil Nehri'nde teknesiyle dolaşmakta olan Ra, Heket'i teknesine davet etmişti. Biraz balık tutmuşlar, havadan sudan konuşmuşlar fakat lafı pek de uzatmadan ana konuya gelmişlerdi. Bir amaç uğruna insan nüfusunun artması gerekiyordu. Heket, Ra'nın neden insan nüfusunu arttırmaya çalıştığını anlayamamıştı ama Ra'nın daha fazla sayıdaki müptezel tanrıyı doyurma niyeti olduğu ortadaydı. Her neyse; Ra, Heket'e bir büyü yaparak, yeryüzündeki tüm erkeklere cazibeli görünmesini sağladı. Buradaki amacının ise, yeryüzünde bulunan en güçlü erkekleri kendisine çekebilmekti. Sonrasında ise bir matara dolusu konuşan iribaş verdi. "Bunlar kurbağaya dönüştüğünde" diyordu Ra, "sırtlarını yalayacaksın ki gerekli iksir (Bufotenin, C12H16N2O) vücuduna işlesin. Bu sayede; tanrılar kendi enerjilerinden ve bilgi birikimlerinden senin çocuğuna aktarmış olacak. Sen, bir yarı-tanrı doğuracaksın, Heket!" Kurbağalar, Heket'in karşısında tek sıra hâlinde dizilmiş ve sırayla onun eline atlıyorlardı. Heket, birinci kurbağayı yaladı, değişik bir deneyimdi, ikincisini yaladı, ağzı büzüştü, garip hissetti, üçüncüye geçti, bir dil darbesi daha, sonrasını saymayı bıraktı, ayaktaydı ama bir anda yere oturdu, tıksırdı, bir tane
11
daha, "Hâlâ kendimi görebiliyorum!", sonrakini yalamakla yetinmedi bir de ısırdı, sonra kurbağaların kendi eline gelmelerini bekleyemedi ve kurbağalara saldırdı. Heket, yakaladığı kurbağaları ya yalıyor ya da ısırıyordu. Bu işlemleri yaparken çığlıklar ve kahkaha atmayı da ihmal etmiyordu. Kapı açıldığında kurbağalar dışarı kaçıştı. Kapıyı açan Khnum idi ve Heket'in onu bırakmaya niyeti yoktu. O gün, beklenen OVA gerçekleşmeliydi. Ra'nın projesi bu şekilde gerçek oldu. Artık Mısır'da insan bedenine sahip bir müptezel tanrı bulunuyordu. Gerekli haberciler kendisine gönderilerek ona insanoğlunu nasıl yöneteceği anlatıldı. Halkını bolluk ve refah içerisinde tutarsa, OVA işleminin hız kazanacağı ve daha yüksek nüfuslara yetişeceği defalarca kez anlatıldı. Firavun unvanını alan bu kişi söylenenleri yaptı fakat sık sık kendisinin bir tanrı olduğunu dillendirmekten de geri durmadı. Halk, bir tanrı tarafından korunduğunu ve yönetildiğini bildiği için refah içerisinde yaşıyordu. Sonra ise birileri çıktı ve dedi ki: "Yav he, he. Kesin tanrıdır. Senden, benden ne farkı var bu adamın?" Halk arasında dolaşan bu dedikodular firavunun kulağına kadar geldi. "Madem bana inanmıyorsunuz," dedi firavun, "Yarın sabah karşılaşacağınız mucizeye ne diyeceksiniz?" Ertesi sabah, çölün orta yerinde devasa bir yapı olduğunu gördüler. Halk, hemen bu yapının etrafında toplandı ve firavun açıklamasını yaptı: "Bu taşlardan bir tanesini kaçınız birlikte kaldırabilir? Ben sırf canım istedi diye tek gecede bu yapıyı bitirdim!" Firavunun gösterdiği taş yaklaşık olarak 2,5 ton ağırlığındaki bir kireç taşıydı. Kimse yalan söyleyip de bu mucizeyi inkâr edemeyeceği için halk tekrar firavuna inandı ve onun sözünden çıkmadı. Aradan dört beş nesil geçtikten sonra yine dedikodular çıkmaya başladı. "Ya tamam," diyordu yerel halk, "Haydi diyelim ki o zamanlarda firavun bir tanrıymış. Ama ne olmuş? Ölmüş! Şimdiki firavunun tanrıya benzer hiçbir yanı yok..." O zamanın firavunu da bir tane piramit yapmış ve dedikodular bitmiş. Dört beş nesil sonra muhabbet tekrarlanmış. Sonra bir daha. Yeni firavun gaza gelip daha büyüğünü yapmış. Sonra insanlar yine unutmuş. Daha büyük. Sonra bir daha. Keops Piramidi'ni yaptırtmışlar tanrılara, neden? Halk bu, inanmıyor!
12
Son piramit de yapıldıktan sonra, o zamanın yerel halkının sanata ilgisi arttırdığından dolayı, duvarları boyamaya başlamışlar. Kazımışlar. Tarihi anlatmışlar. Kurbağa başlı bir kadın çizmişler çünkü firavunlar, soylarının ondan geldiğini söylemiş. Her şeyi gören gözü çizmişler. Terazideki tüy ve kalp kıyasını göstermişler ve sonra da piramitleri inşa eden insanları çizmeye başlamışlar. Ra, müptezel tanrıların yeryüzündeki bu idareciliğini pek beğenmedi çünkü firavunların daha çok nüfusa sahip olup dünyaya yayılmaları gerekiyordu. Firavunlar, kendilerine verilen bu enerjiyi göç etmek için değil de insanları inandırmak için kullanmaları sebebiyle Ra'nın gözünden düştüler. Mısır'ın üzerine düşen karanlık günler sonrasında ise müptezel tanrılar adına o topraklarda OVA projesi tamamen sonlandı.
***
Diyafondan yükselen "Melek'ler geldi, efendim!" uyarısıyla toparlandı Müdire Hanım. Okul hademesinin iki taraflı diyafon alımını kabul ettiğinden beridir bir huzursuzluk vardı içerisinde. Adam, belirsiz zamanlarda "Çay taze, efendim!" diye bağırarak da Müdire Hanım'ı korkutuyordu. Fakat bu avrupa ağzıyla ziyaretçileri bildirmek de nereden çıkmıştı? Tamam, gelenlerin kim olduklarını biliyordu; onlar, Mert'in anne ve babasıydı. "Mert'in velileri geldi." demek varken, neden "Melek'ler geldi." diyordu ki? "Oğluma ne yaptınız?!" diyerek içeri giren Cemal Bey, Mert'in öz babasıdır. "Ay, oha! Burada mı yapmışlar?" diye kocasını dürten İrem Hanım ise öz annesidir. "Ne yapması, efendim? Henüz konuya bile girmedik!" diyerek ortamı sakinleştirmeye çalışan ise Mert'in okul müdiresi Ruveyda Hanım'dır. Kapıdan içeri bakmaya devam eden adam ise bu okulun hademesidir ama biraz sonra varlığını bile hissetmeyeceğimiz için kendisinin adını bilmemize gerek yoktur.
"O hâlde; neden bizi çağırdınız, Röveyda Hanım?"
"Ruveyda olacak doğrusu... U ile. Geçen sefer de aynı tartışmayı yaptığımızı hatırlı... İrem Hanım, neden dünya haritasını yırttığınızı sorabilir miyim?"
"Evet ama şu an için değil. Bir daha bizi çağırırsanız, anlatırım."
Ruveyda Hanım, konuyu uzatmaması gerektiğini biliyordu. Hemen çekmecesindeki birkaç tane sınav kağıdını çıkardı ve Mert'in ailesine göstererek anlatmaya başladı: "Bakın; biz burada, çocuklara müfredat doğrultusunda eği-
13
tim veriyoruz. Çok basit bir sorunun karşılığında aldığımız cevapları göstermek istiyorum. Soru şu; 'Atom nedir?' Verilen cevaplardan bazıları; en küçük parçadır, bölünemez yuvarlaktır, tahtaya çizdiğiniz şeydir, fındıklı meyve suyudur... Bu yaş grubundaki çocuklardan, böyle cevaplar almak normaldir." Ruveyda Hanım eğilerek bir alt çekmeceden bir klasör çıkardı. Güzelce dosyalanmış olan yirmi bir adet A4 kağıdının bulunduğu klasörün üzerinde "Mert MELEK" yazıyordu. Klasörü Cemal Bey'e verdi ve "Oğlunuzun cevabına bakmak ister misiniz?" dedi. Bunun üzerine Cemal Bey, oğlunun yazdığı cevabı İrem Hanım'ın da duyabilmesi için yüksek sesle okumaya başladı; Atom adı verilen şey, gerçeği tam olarak anlaşılana kadar "bölünemez olan" anlamında adlandırılan enerji bütünüdür. Tabii ki; insanoğlunun elde ettiği teknoloji sürekli olarak gelişmekte ve atomun da kuarklardan meydana geldiğini buldu. Şimdi de "kuarklar bölünemez" mi diyeceksiniz? Hem bölünmek nedir ki? Mantık sisteminizi tam olarak değiştirmeden, algılanabilir dünyanın var oluş sürecini anlamanıza imkân yoktur. İzin verin bir kısmını açıklamaya çalışayım... Öncelikle maddeyi değil enerjiyi gözlemlemeyi öğrenmelisiniz. Kuark adı verdiğiniz şeylerin, enerji hareket bölgelerindeki duraksamalar olduğunu, bu üç boyutta algılanamayan duraksamalar sonucunda, farklı parçacıkların algılanabilir forma geçtiğini anlamalısınız. Yani, üç adet kuark bir araya geldiğinde bir adet proton oluşturduğunu ve bu protona karşılık bir elektronun serbest bulut modelinde bu parçacığın etrafında dolaştığını düşünmek, ancak sizin gibi varlıklar tarafından gerçekleştirilebilirdi... Cemal Bey, hem okumayı pek sevmediğinden hem de konunun ilgisini çekmemesi sebebiyle; "Evde de böyle bu çocuk. 'Kumanda nerede?' diye soruyorum, bir bakıyorum ki akşam olmuş, uyumak için yatağa gidiyorum..." diyerek konuyu kapatmak istedi ve Ruveyda Hanım'a dönerek; "Bak, kadın. Benim bütçem belli. Yok efendim, oğlunuz çok zeki, özel programlara alalım, fizik alanında ilah olur bu... gibi görüşlerinizi kendinize saklayın. Kimseye verecek beş kuruşum yok benim!" Cemal Bey'in yükselişi, Ruveyda Hanım'ı konuşma yapmamasına teşvik ediyordu. Ancak, Müdire Hanım oldukça deneyimli biriydi: "Cemal Bey, ben oğlunuzu yönlendirmek için çağırmadım sizi. Sadece bir sorunu mu var, bizim dikkat etmemiz gereken bir şey mi var, size bunu danışmak istedim. Bırakın bu yaştaki bir çocuğu, üniversite öğrencilerini de geçelim, doktora tezini verecek çoğu kişi bile yirmi bir sayfalık bir tezi, tek oturuşta, araştırma yapmadan yazıp
14
da veremez. Sanki oğlunuz kendi gerçekliğinden kaçmak için kendisini bilime/ fiziğe adamış. Travmatik bir olay sanırım. Hani, çok sevdiğiniz bir şeyi ya da birini kaybedersiniz, hayalleriniz tükenir, kendinizi değersiz hissedersiniz ve kendinize yükleyeceğiniz değeri başka şeylere adarsınız ya; sanırım Mert, bir şeyleri unutmak için fizik çalışıyor..." Cemal Bey elinde tuttuğu klasörü Ruveyda Hanım'a doğru fırlattıktan sonra "Hepiniz paramın peşindesiniz!" diye haykırdı ve öfkeli adımlarla odayı terk etti. İrem Hanım, belki de odaya girdiğinden beridir ilk kez ciddi bir ifade takındı ve "Kusurumuza bakmayın. Kendisi tedavi oluyor. Haritanız için üzgünüm çünkü beni bu ciddi hâlimle görse benden de kaçıp uzaklaşıyor. Her insanın anlamsız şeyler yapabileceğini göstermek için onun yanındayken birazcık garip davranıyoruz. Oğlum hakkında ne olup bittiğini de araştıracağım. İlgilendiğiniz için çok teşekkür ederim." dedi. Odadan dışarı çıkarken yine o umursamaz mimiklerine bürünmüştü, İrem Hanım'ın şaşkın suratı. Ruveyda Hanım, gidenleri izledikten sonra elindeki klasöre baktı: "Bunu NASA'ya falan mı göndersek?"
***
15
Sevgili Dünya,
Hastalığının farkındayız ve seni tedavi etmeye çalışıyoruz. Üzerindeki mikropları bitirmeye çalışıyoruz fakat zamanla sayıları artıyor. Lütfen bu hastalıklı hâlinle kendini yorma. Biliyorsun ki uzay içerisinde mesaj göndermek büyük bir enerji sarf etmeni gerektiriyor. Enerjini boşa harcama ve Güneş'e de mesaj atmayı bırak. Doktorların, Müptezel Tanrılar
*** Mr. Holyseed'in hikâyesini bilirsiniz, öyle değil mi? Şimdi bu hikâyenin gerçek taraflarıyla yüzleşilmesi gerek... Reinheimen'ın (Norveç) dağlık bölgelerine doğru çeşitli kazı araçlarının ziyaretleri başladıktan sonra; tonlarca çimento, inşaat demiri, pomza, mühendis, işçi ve gerekli diğer nesneler gönderilmeye başlandı. İnşaat iki yılda bitti. Dağlık alanın ortasında kurulan genişçe yapı ne bir apartmandı ne bir şato ne de bir hapishane. İngiltere'den gelen Mr. Holyseed, Reinheimen'da bir gece kulübü yaratmıştı.
16
Dünyanın çeşitli ülkelerinden helikopterler Reinheimen'ın ormanlık bölümlerine stresten kaçmak isteyen iş adamlarını bırakıyor, limuzinler o insanları alıp "Holyseed Night Club"a getiriyor, ertesi gün herkes evine geri dönüyordu. Büyük paralar dönüyordu ve hem ziyaretçileri hem de Mr. Holyseed mutlu bir hayat sürüyordu. Para akışının olduğu her yerde olduğu gibi, burada da güçlüler gücüne güç katmak adına haraç sistemini kurmaya geldiler. Otuz altı kişilik mafya grubunu Mr. Holyseed tek başına ağırladı. Onları, girişinde devasa ölçülerde "Holyseed Night Club" yazılı kapıdan girdiklerinde, yüksek sesli müzik ve dans eden insanlar yerine; ağlayan bebekler, emziren anneler, etrafta koşuşturan çocuklar, arka bahçeyi eken adamlar ve takım elbiseli adamlar karşıladı. "İnanın bana" diyordu Mr. Holyseed, "Bu devirde sahipsizlere destek olmak çok zor. Evet, içkilerimiz oldukça pahalı ama gördüğünüz gibi burada onlarca aileyi barındırıyoruz. Bu bina aslında iki katlı değil, gelin aşağı katları dolaşalım." Sırayla dörder kişi hâlinde asansörlere binerek en alt kata gittiler. En alt katta okul bulunuyordu. Çoğu özel ve devlet kurumlarına bağlı okuldan daha farklı bir eğitim anlayışları vardı. Bir sınıfın içerisinde aynı yaş grubu bulunmuyor, kimin ilgisini hangi konu çekerse o derse katılıyordu. Sanat, bilim ve sosyoloji bir aradaydı. Bir kat yukarı çıktıklarında, bir spor salonu gördüler. "Burada hem fazla enerjimizden kurtuluyoruz hem de sağlıklı bir yaşam hedefliyoruz." diyordu Mr. Holyseed. O esnada, güreş sporunu öğrenmeye çalışan iki genç hırslanmış ve tekme tokat birbirlerini dövüyordu. Bir tanesi öyle bir ısırık aldı ki, diğerinin kolundan kanlar fışkırırken rakibine ölümcül tekmeler savurmaya başladı. Bir kat yukarı çıktıklarında, kapı kilitliydi. Kapının etrafı çeşitli renklerdeki şerit ledler ile aydınlatılıyordu ve kapının üzerinde "ORGANİK VERİ AKTARIM MERKEZİ" yazıyordu. Kapının ardından bazı iniltiler yükselmiyor değildi. Biri mi ağlıyordu, neydi, hiçbir mafya üyesi anlam veremedi. "Burada da organik verilerimizi aktarıyoruz. Bildiğiniz gibi; organik bir yaşam ellerimizde..."
17
18
Bir üst kata çıktıklarında, Mr. Holyseed, çalışma masalarına geçmeden evvel, mafya liderinin yanına gitti ve "Size güvenebilir miyiz? Burada açıklaması zor olan bazı şeyler var da..." dedi. "Güvenebilirsin, Mr. Holyshit. Bizi bilen, bilir. Göster her şeyi!" Mr. Holyseed, elindeki rengarenk hapları masalara rastgele dökmeye başladı. Her bir masanın başında en az dört mafya üyesi vardı. "Bu hapları, organik veri aktarımında kullanıyoruz. Sizin ırkınızın genlerini birazcık düzenlememiz gerekiyor. Üstüninsandan bahsediyorum! Mükemmel ırk geliyor! Gördüğünüz bu haplar birazcık sizi mutlu edecek ve bu hanımefendiler mutluluğunuza ortak olmak için daha fazla bekleyemeyecek!" Odanın her tarafından edepsiz kıyafetlere sahip kadınlar belirmeye başladı. Kadınlar, cilve dediğimiz kur olayına oldukça vakıf ve insanı dinden imandan çıkaracak işlere bulaşmışlardı. Mafya elemanları hapları yutarken, Mr. Holyseed odadan ayrıldı. Kadınlar dans etti, adamlar kahkaha attılar, kızlar çığlıklar attılar, kim kadının beline girse aşağı kattaki Organik Veri Aktarım Merkezi'ne götürüldü. Saatlerce bu döngü devam etti. Mr. Holyseed, binanın dışarısındaki duvara yaslanmış, alevler içerisinde yanmakta olan ve ara sıra da patlayan mafya araçlarını seyrediyordu. Alevler inanılmaz derecede güzel danslarını göstererek gökyüzüne yükseliyordu. Mr. Holyseed'in dikkatini, omzunu tutan kadın bozdu. "Neden senin üzerin böyle kan revan içerisinde?" diye sordu Mr. Holyseed. Kadın kaşlarını bir çocuk gibi kaldırıp boynunu büktü. "Yine mi kocalarınızı yediniz bakayım?" diye azarladı kadını. "Onlarca çeşit tanrı sentezledim, sizin gibisini görmedim! Size bundan sonra 'Karadullar Çetesi' diyeceğim!" Kadın bu serzeniş yollu şakaya, tebessüm ederek yanıt verdi. Dudaklarını uzatıp gözlerini kapadı ve öpülmeyi bekledi. Bir ok, tam da o esnada, kadının sol kulağından içeri girerek beynini paramparça etti. Kadının cansız bedeni yere kapaklandıktan sonra Mr. Holyseed öfkeyle okun geldiği yöne dönerek haykırdı;
19
"O KADIN HAMİLEYDİ!"
***
"Dede... Dede... Dede. Dede! Dede, kalksana ya! En heyecanlı yerinde uyuyorsun!"
"Mert! Biraz sessiz ol. Görmüyor musun, iyice yorulmuş deden."
"Ama anne, benim uykum daha gelmedi ki..."
"Babana git istersen. Belki güzel bir öyküsü vardır senin için?"
"Olur! Baba! Baba! Baba! Baba!"
"Evet, Mert. Buradayım. Lütfen istek ve arzularını bana yazılı olarak ilet çünkü senin yaşındaki çocuklar geçici hafıza kayıplarına uğrayarak ebeveynlerinin yalancı olduğunu düşünüyorlar. Sonra ne oluyor, biliyor musun? Anne ve babasına güvenmek yerine, gidip sokaktaki torbacıların peşinden koşuyorlar. Sorumsuz olan anne ve babalar oluyor, kaldı ki bunun sebebi; senin o ufacık bunak beyninin gerçekleştirdiği hatıra yanılsamaları! Bana güveniyor musun, Mert? Babana güveniyor musun, oğlum?"
"Bana öykü anlatır mısın, baba?"
"Öykü mü? Deden gibi mi? Olur, denerim..." ***
20
Sevimliler Köyü'nde, herkes işinde gücünde günler geçirmekte ve mutlu bir hayat sürmekteydiler. Yirmi santimetrelik mavi yaratıklar için dünya çok büyük bir gezegendi fakat kendi köyleri yeterli olduğu için hiçbir zaman başka toprakları merak etmezlerdi. Bu mavi yaratıkların iyice haşlatılıp suyunu içmenin ölümsüzlüğe ulaştıracağını düşünen Kamuran Bey olmasa, köyün dışına çıkmalarına bile gerek kalmazdı. Kamuran Bey ve kedisi Takur, bu köyü sık sık ziyaret edip birkaç sevimliyi kaçırma girişiminde bulunurlardı ama bu planlar hep suya düşerdi. Bir gün, sevimlilerden biri doktora gitti. "Ya, benim çocuğum olmuyor. Soyumuz kuruyacak, ne yapmalıyız?" dedi. Sevimli Doktor, "Sorma gitsin. Benim de olmuyor. Koskoca köyde zaten bir tane dişil sevimli var, o da doğuramıyor." diye cevap verdi. "Nasıl yani? Sevimlican'dan başka kadın yok mu bu memlekette?" diye şaşırdı diğeri. "Yok işte, ne yalan söyleyeyim... Bütün köy denedik, organik veri aktarımı hiç başarılı olmadı..." Sevimli Hasta, karısı sandığı Sevimlican'ın damızlık olarak kullanıldığına mı yoksa neslini devam ettiremeyeceği gerçeğine mi sinirlendiğini tam olarak bilmiyordu. Bildiği tek bir şey vardı; bu dünya onlar için yaratılmamıştı. "Madem neslimiz tükenecek, neden yaratıldık ki?" diye sordu. "Aslında eskiden biz de üreyebiliyorduk. Ancak, yüksek dozajda radyoaktivite bulunan bir alanda yaşadığımız için bu özelliğimizi yitirdik. Kikirdeyerek doğan güneşin göründüğü tepeler var ya, heh, orada dört tane uzaylı var. Kafalarında anten falan... El ele tutuşup göbeklerindeki monitörlerden canlı yayın yapıyorlar. Irkımızı kısırlaştırdılar!" Sevimli Hasta, Sevimli Büyücü'ye giderek kendisinin boyutunu büyütmesini istedi. Irkını kısırlaştıran uzaylılardan öcünü alacaktı. Sevimli Büyücü bu talebi kabul etti ve büyüsünü yaptı. Bir anda büyümeye başlayan Sevimli Hasta artık iki metre boyundaydı ve korkuyla sağa sola adım atarken köyün yarı nüfusunu ezerek öldürdü. Çıplak ayağını kaldırıp altına baktığında kendi ırkının cesetlerini görünce çılgına döndü. Yerde kendisine yalvarmakta olan diğer sevimlileri de birer birer ezdi. Oyunun sonuna geldiklerini anlamalıydılar, boş yere yaşamanın anlamı yoktu.
21
O esnada Kamuran Bey, Sevimli Hasta'nın sırtına atladı. Takur ise bacağını cırmaladı. Kendini sırtüstü yere atan Sevimli Hasta, Kamuran Bey'in üzerine düştü ve kaburgaları ile omurgası kırılan Kamuran Bey, kısık sesli çığlıklar atmaya başladı. Sevimli Hasta, Kamuran Bey ölene kadar suratına tekmeler atarken Takur'u da ense derisinden tutmaktaydı... Sevimli Hasta koşarak ormanlık alana gitti ve ağaçların ardından uzaylıları gözlemlemeye başladı. Hepsi de kahkahalar atıp el ele tutuşarak dönüyordu. Sonra hepsi bir anda durdu ve ip gibi dizildiler. Göbeklerindeki ekranlarda bazı eğitici videolar belirmeye başlamıştı ki Sevimli Hasta saklandığı yerden fırladı ve Kamuran Bey'in evinden çaldığı satırla uzaylılara saldırdı. Yayın yapmakta olan uzaylılar sanki aldıkları darbeleri hissetmiyorlardı. Mesela; satır boynuna gelince kafası kopuyor, kanlar fışkırıyor ancak göbeklerindeki monitörlerde eğitici videolar oynamaya devam ediyordu... Ne demek, televizyon programlarını birbirine karıştırıp anlatınca heyecanlı olmuyor? Amaçları mı yok? Savaşıyorlar, dinlemiyor musun beni? Hayır, Mert. Müptezel tanrı falan bilmem ben. Git deden anlatsın. Adam uyumuş, görmüyor musun? Ben, şimdi mi anlatsın dedim? Git uyu, oğlum. Herkesin işi gücü var...
***
Güneş’in bilinç enerji yoğunluğunda istemsiz bir değişim daha gerçekleşti. Güneş, bu enerji yoğunluk değişimlerinden artık bıkmıştı. Bir yandan Dünya'nın aşk mektupları, diğer yandan ise müptezel tanrıların taciz mesajları artık iyice yormuştu onu. Fakat, büyük bir sabırla, yeni gelen mesajı da okumaya karar verdi. Bilinç yoğunluğunu her ne kadar bu enerji farklılığına yöneltse de kendine gelen yeni mesajı okuyamadı. Milyonlarca yıldır böyle bir şey başına gelmemişti ancak sonra hatırladı. Her mesaj, evrende başı boş dolaşmazdı. Eğer "Evrenler Arası Yıldız Takımları, Galaksiler, Canlı Yapı ve Formu; Koruma, Yaşatma ve Sürdürme Genel Komitesi Başkanlığı" bir ileti gönderiyorsa, bu iletiyi yalnızca gönderilen şey okuyabilirdi. Şifre çözümleme bilincine ulaşmak için biraz uğraştıktan sonra gelen mesajı anlamaya başladı;
22
Güneş merhaba,
Öncelikle; bizlere ilettiğin şikâyetlerinden dolayı teşekkür ederiz. Bu sayede bazı tereddütlü konuları tekrar inceleme fırsatı yakaladık. Bu konular hakkında sana da kısaca bilgi vermek istedik. Dünya üzerinde saklanan bazı maddelerin yüksek miktarda enerji depoladığı açıktır. Bu enerji depolarını, insan dediğimiz canlı türünün hayatını kolaylaştırmak adına bırakmıştık. Nükleer enerji kullanımıyla daha kalabalık nüfuslu insanların gündelik enerji ihtiyaçlarını karşılayacaklarını düşünmüştük. Tabii ki bu teknolojiyi Dünya'yı ya da seni yok etmek için kullanmamaları gerekmektedir. Sonrasında ise, "müptezel tanrılar" isimli bir terör örgütünün, senin de içerisinde bulunduğun galakside oldukça sık görülmeye başladığını tespit ettik. Bildiğin gibi, bizler kimsenin iradesine müdahalede bulunmuyoruz ancak bu terör örgütü, yüksek dozajda "ağrı kesici" alan insanlara hükmediyor. Burada; insanların da hataları var çünkü onlara tedavi amacıyla sunduğumuz ağrı kesicileri hasta değilken kullanıyor ve resmen bu terör örgütüne yardımcı oluyorlar. Her neyse, şu an gözlemlediğimiz durum; müptezel tanrılar, insan genomlarında değişiklik meydana getirerek, Dünya üzerinde kendilerinin hüküm sürdüğü bir hayat kurmak istiyorlar. Aslına bakarsan, büyük bir savaş çıkararak insan enerjisi toplamak ve evrenin öteki ucunda gerçekleştirmeye çalıştıkları telafisi olmayan eylemi tamamlama gayretindeler. Bu bilgileri sana sunduktan sonra bir de güzel haber vermek isterim. Tespit edilen bu aksaklıklara en kısa sürede müdahale edeceğiz ve senin istediğin huzur içerisinde varlığını sürdüren hayata geri döneceğiz. Senden tek isteğimiz sabırla beklemen. Not: Dünya'yı uygun bir dille uyarabilir misin? Kendi yörüngesinden çıkıp sana gelmek gibi bir gayreti var. Gücü yetse, şimdi yanındaydı. Ama buradaki mühendis arkadaşlar "Dünya'yı yörüngesinde tutmak için harcadığımız enerjiyle yeni bir galaksi kurabilirdik!" diyorlar. Bu konuda bizi yalnız bırakma lütfen. Sevgilerimle, C.M. E. A.Y.T.G.C.Y.F.K.Y.S.G.K.B. Güneş bu iletiyi aldıktan sonra iki şey gerçekleşti. Bunlardan birincisi; Güneş artık huzur dolu günleri sabırsızlıkla beklemeye başladı. İkincisi ise Dünya tatlı bir dille Güneş tarafından uyarıldı. Artık kendi ekseni etrafında dönüyor ve Güneş'e yaklaşmaya çalışmıyordu fakat uyarı esnasında ufacık bir hata olmuş ve kuzey kutbunda bulunan buzullar erimeye başlamıştı. Ben de yaramazlık ya
23
da hatalı bir işlem yapsam, bir başkası beni uyarsa, bana kızmasa bile; kuzey kutbumdaki buzullar erir. "Haklısın, Dünya. Fakat hayattaki her şey istediğin gibi olmuyor. Aslında, hiçbir şey olmuyor..." ***
"Mr. Holyseed'in öyküsünü bitirmedin, dede!"
"Mr. Holyseed... O öyküye biraz daha var. Sana neden şimdiden anlattım, bilmiyorum. O senin öykün. Merak etme, her şeyiyle öğreneceksin öyküyü... Şimdi, senden rica etsem; sünger makinesinin sıvıları ne durumda, bakabilir misin?" Mert, ufacık adımlarıyla koşarak salondan dışarı çıktı. Önüne bakmadan koştuğu için koridorda babasına çarptı;
"Baba! Baba! Takur'a ne oldu? O mavi, sevimli dev ona ne yaptı?"
"Kedi edebiyatı yapamayacak kadar yorgunum, Mert. Hem neden evin içinde koşuşturuyorsun?"
"Dedem, sünger makinesine bakmamı istedi!"
Mert, babasının dediklerini dinlemeden koşmaya devam etti. Merdivenlerden üst kata çıktı ve dedesinin çalışma odasının kapısını açmaya çalıştı. O esnada, Mert'in anlamsız çabalarını seyreden annesi elindeki çamaşır sepetini yere bıraktı ve Mert için kapıyı açtı. "Thanks, annecik!" diye bağıran Mert, her zamanki gibi annesini gülümsetmeyi başardığını gördükten sonra dedesinin çalışma odasına daldı. Koskoca makine ışıklar çıkararak çalışmaya devam ediyordu. Mert'in olduğu tarafta üç adet camdan tank bulunuyordu ve içlerinde değişik renklerde sıvılar bulunuyordu. Mert'in anladığı kadarıyla mavi sıvı en hızlı bitendi. Sonra yeşil sıvı ve sonrasında ise sarı sıvı bitiyordu. Mavi sıvının oldukça azaldığını gören Mert, hemen bir kap mavi sıvı ekledi. Yetmedi, bir tane daha! Artık idare eder bir miktara
24
ulaşmıştı. Sonra yeşil sıvıdan bir kap ekledi. Sarı sıvı için ise yarım kap sıvı eklemek fazlasıyla yeterli olmuştu. Mert, işini bitirince odadan çıktı ve kapıyı hızlıca kendisine doğru çekerek kapamayı başardı. En tehlikeli iş kapıları kapatmaktı çünkü Mert'in parmakları sıkışabilirdi. Mert merdivenlerden dikkatlice inerek salona doğru koştu. Tam kapıdan içeri girecekken durdu. Dedesi oturduğu koltukta ağlıyordu ve babası ile annesi kol kola girmiş vaziyette karşılarında duruyordu. "Seni suçlayan kimse yok, baba... Bunca yıldır kendini suçlu hissetmemen için elimizden geleni yapıyoruz ama seni hâlâ böyle görüyoruz. Neden? Hepsi bir kazaydı, herkesin başına gelebilirdi. Sizin başınıza geldi. Kaybettiklerimiz için biz de üzgünüz ama şunu iyice anlamanı istiyoruz; bizimle birlikte burada olduğun için mutluyuz, tamam mı?" Mert'in babası konuşurken inanılmaz derecede ikna edici bir tonda ve elinden geldiğince sakin bir seyirde kullanmıştı ses tonunu. Mert, böyle konuşmalara ne zaman denk gelse odasına kaçardı. Dedesini üzgün görmeye katlanamıyordu. Yine kaçtı. Odasına girer girmez, dedesinin kendisine ödev olarak verdiği "Sinyal Analizatörü ve Organik Veri Kodlama Cihazı" projesinin başına geçti. Mert, son iki haftadır iyi yol almıştı. Hatta bir keresinde, enerjinin duraksatılmasını başarmış ve bu duraksamaların belirli bir düzende dizilimini gerçekleştirerek yeni bir element türü oluşturmuştu. Elde ettiği taşı dedesi evden götürene kadar ne televizyonları ne telefonları ne de internet ağları çalışmıştı. Ürettiği taş, elektronik veri akışının hepsini kendi üzerinde topluyor ve sinyalsiz kalan mahalle sinirden deliye dönüyordu. Fakat bu elementi Mert ve dedesinden başka kimse bilmiyordu...
25
OKUR NOTU