yazan serkan üstündağ fankit başı efe elmastaş çizen rüveyda betül taşkıran umut naderi nokta, virgül muhammet aldemir
FANKİT HAREKETİ -Şu coşkun deniz ne zaman durulur?
-Durulacağı zaman.
Hikâyeler bitmez. Bir anlatıcının kulağınıza fısıldadığı o öyküleri kastediyorum. Kalabalık, kaldırımlar boyu akarken sizi yazmaya iten, hayat bağlarınızı koparırcasına dış dünyayla ilişiğinizi kesen o kuvvetli zamanlardan… Sayfalar boyu yazarsınız ve paylaşma isteği dayanılmaz bir hal alır. Cümlelerinizde karakterin sözleri, bulunduğunuz mekânlarda soyut siluetiyle karşılaşırsınız. ….ve onu yaşatmak istersiniz. İşte FANKİT hareketi böyle bir nüvenin meyvesidir. Özgür bir yayın kafasının, her şeye rağmen basma inadının eseridir. Bırakın yayınevleri, çok satan yazarlarını ve reklamlar olmadan beş para etmeyen kitaplarını yayımlayadursun. Kitapevleri vitrinlerini best seller kitaplar doldursun. Bizler kendi yolumuzdan yürüyelim. Frankenstein veya Pinokyo fark etmez. Caddelere fırlatalım, elden ele dağılalım. Meraklı gözlerin önlerine sererek metinlerimize can verelim. BU SESİ DUY YAZAN KİŞİ! Elin beyaz kâğıtlara bulaşsın. Cümlelerin sokağa karışsın. Ne olursa olsun BAS! FANZİN APARTMANI
ÖNSÖZ Yazmaktan keyif alan insanların, çoğu zaman, kalem kıpırdatma isteği olmuyor. Bu garip bir ironi. Sanki birilerinin tetiği çekmesi ve öyküleri harekete geçirmesi gerekiyor. Müptezel Tanrılar’ı yazma şeklimde aynen böyle oldu; 07/07/2017 20:44’te son mesajımı yazdığımı görüyorum. Efe ELMASTAŞ ile Fankit üzerinden yapılan bir sohbetin son mesajı. 09/07/2017 19:20’de ise Müptezel Tanrılar nihai hâlini almış bulunmakta. Evet, biraz uykusuz kalmak, biraz akışına bırakmak ve öyküleri havadan kapmak gerekti ancak sonunda, istediğim yapı ortaya çıktı. Varoluşsalcılığı ve uyuşturucu kullanımını harmanlamaya çalıştığım bu eserdeki tanrılar müptela değil müptezeller... Fakat biri, diğerini doğurduğu için öyküler iç içe girdi ve benim için de farklı bir deneyim oldu. Keyifli okumalar :) Serkan ÜSTÜNDAĞ
O
gün, turist kaynamasının normal olduğu bilinen Dubai Mall içerisinde, gerçek anlamda turistler kaynıyordu. Kazanlar dolusu turistler, çığlık çığlığa yardım diliyor fakat kaynamaktan geri kalamıyorlardı. Baştan aşağı yeşil bir elbiseye bürünmüş olan tanrıça, bel kıvrımını belli ettiren elbisesine odun ya da kömür lekesi gelmesin diye büyük çaba harcıyordu. Narin bileklerini incitmeyecek şekilde elini salladıkça, kazanların altındaki kor ateş canlanıyor ve turistlerin suyu iyice kaynıyordu. Kıvırcık saçlarını absürt bir renk cümbüşüne dönüştürmüş olan bu tanrıçanın çilleri, burnunun iki yanına yayılarak, yanakları üzerinde uçmaya çalışan bir kuş görüntüsü oluşturuyordu. Bu tanrıça mutsuzdu ve etrafındakilerin de mutlu olmasını istemiyordu. Nezaket kurallarını hiçe sayarak, şarap şişesini kafasına dikerken bile oldukça alımlı gözüküyordu. Ne haşladığı turistler ne de yerel halk (Dubai’de yerel halk mı varmış diye soranlarınız olursa diye belirtmeliyim ki az sayıda olsa da varlar) bu tanrıçanın adını bilmiyordu. “Hâlâ kendimi görebiliyorum!” diye mırıldanma ile çığlık atma arasında bir ses geldi tanrıçadan; “Lanet şarabın bir boka yaradığı yok! Bana daha sağlam şeyler lazım! Amsterdam’a gidip o keklerden mi yesem acaba?” *** Burç Halife; Dubai Mall’un hemen bitişiğinde bulunan (yürüme yoluyla 2,2km) dünyanın en yüksek yapısıdır. Son yarım saat içerisinde o dayanıklı camları kırıp aşağı atlayanları mı, binanın çeşitli bölgelerinde gerçekleşen kara dumanlı pat1
lamaları mı, savaş uçaklarının defalarca kez yaptıkları saldırıları mı, yıkılan duvarları mı yoksa etrafın kan gölüne dönüşünü seyrederken piyano çalan uzun şapkalı adamı mı anlatayım? Belki detaya girersem öykünün temasını kaçırırız... Bu yüzden size sadece olayların nasıl başladığını söylesem yeter: Bir saat kadar önce yeşil elbiseli bir hanımefendi ile birlikte şişkoca, kel, don atlet dolaşan bir herif limuzinden indi. Yeşil elbiseli hanımefendi Dubai Mall’a doğru gitti. Adam ise Burç Halife’ye doğru yol aldı. Adamın bir elinde kalınca bir zincir ve diğer elinde ise bir çığırtkan ördek oyuncağı (basıp bırakınca çığlık atanlardan) vardı. Atleti, donu, eli, yüzü, kolu ve bacağı; kan lekeleriyle kaplanmış olan şişkoca tanrı Burç Halife’nin tepesine dikildiğinde, son savaş uçağı da yere çakılmış ve infilak etmişti. Etrafı biraz izledikten sonra midesini sıvazladı, gaz çıkardı, elindeki zinciri üç defa salladı ve bıraktı, gökten düşen dolu votka şişesini havada kaptı, içmeye başladı, gaz çıkardı, esnedi, tıksırdı, kahkaha attı, ağladı ve içmeye devam etti. “Hâlâ kendimi görebiliyorum!” diye haykırdı, göbeği sağa sola sallanan tanrı; “Bir bedene sahip olan her canlı, bu dünyayı, sahip olduğu bedenden izlemek ister. Bu nasıl bir iştir ki kendimizi film seyreder gibi izleyebiliyoruz? Var olmak istemiyorum artık!” Bu göbekli tanrı, on beş - yirmi dakika kadar daha votka içtikten sonra kendini Burç Halife’nin zirvesinden aşağı attı. Bir yandan düşerken diğer yandan da içmeye devam ediyordu... *** Lysergic Acid Diethylamide (LSD), bir tanrıyı, insan bedenine kolaylıkla sokabilecek kudrete sahiptir. Zaten bu müptezel tanrılar sıradanlaştıklarını hissettiklerinden beridir, dünya üzerinde bulunup da herhangi bir ruha sahip olmayan bedenlere sığınabilmek için bu ürünü sıkça kullanırlardı. Ne zaman ki kâbustan başka bir şeye sahip olmayan,zihinli bir bedeni kullanmak istemediler, LSD diyetine başladılar. Bunlar müptezel tanrılardı, müptela değil... Peki, neden sürekli müptela gibi bir şeyler tüketiyorlardı? Hemen anlatalım; Tanrılar evreni dolaştıklarının bile farkında değilken hiçbir sorun yoktu. Zaten ortada tek bir ortak bilinç vardı ve düşünme yetisine bile gerek yoktu. Evren genişlemeye devam ederken, hâli hazırda enerji formunda olan tanrılar, yavaş yavaş madde hâline bürünmeye başladılar. Şimdi orta2
da ortak bir bilinç ve bir birinden ayrı yanmakta olan, devasa boyutlardaki alev topları mevcuttu. Eğer astronomi ile ilgiliyseniz, bahsettiğimiz şeylerin “yıldız” olarak isimlendirildiğini fark edeceksiniz. Her neyse, enerji formundan madde formuna dönen ortak bilinç, iki farklı madde arasında oluşan anti maddelere sebebiyet verdi. Anti maddenin olduğu bölümlerde bilinçsizlik değil, anti-bilinç oluştu. Bilinçli hâlde varlığını sürdürmek isteyen yıldızlar, kendilerini korumak için hamlelerde bulundular ve büyük bir enerji ile patladılar. Bu patlamalar sonucunda dağılan maddeler de, aynı yıldızlar gibi, küresel bir forma büründüler ve yıldızların etrafında dönerek; anti-bilinç denen şeyin yıldızlara yaklaşmasına engel oldular. Evrende bulunan yıldızlar patladıkça, daha güvenli bölgeler oluştu ve bu bölgelere “galaksi” adı verildi. Samanyolu galaksisini bilirsiniz, oldukça güvenlidir. Olay burada da bitmiyor. Yıldızların etrafında dönen gezegenler de patladılar. Sadece uydular mı oluştu dersiniz? Hayır! Sadece uydular değil, hareket edebilen, ortak bilinci paylaşabilen ve birbiriyle iletişim kurabilen saçma sapan varlıklar da oluştu. Evren; bu saçma sapan varlıklarla doldu taştı. Gezegenlere zarar verip durdular. Gezegenlerin yok olma tehlikesini gören yıldızlar, ellerinden geldiğince bu saçma varlıkları yok ettiler. Canlı formları yok etmeye çalışırken, kendilerini yok eden yıldızları gören diğer yıldızlar ibret aldı ve durduk yere daha fazla ısınma işini bir kenara bıraktılar. Sonuç olarak; mevcut ısıları ile birlikte, kendilerine 120 milyon kilometreden daha yakın olan gezegenlerde yaşayan canlıları yakıp kül ettiler ve 220 milyon kilometreden daha uzakta olan gezegenlerin üzerinde ise yaşama elverişli koşul bırakmadılar. Tüm bunlar güzeldi fakat 120 milyon kilometreden uzak ve 220 milyon kilometreden yakın bölgede bulunan gezegenlerde canlı formlar yaşamaya devam ediyordu. Örneğin; Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı 150 milyon kilometredir. 120 < 150 < 220 Evet! Dünya’da yaşayan canlı formlar var! Eğer göktaşlarından bir tanesi Dünya’ya çarpıp da dinozorların sonunu getirmeseydi, Güneş de kendisini patlatarak korku dolu günlerine bir son verecekti. Şükürler olsun, dinozorlardan sonra göze batacak büyüklükteki canlılar dünyayı işgal etmedi (işgal ettiyse de derinlere saklandılar. Mavi balinaların 33 metre uzunluğundaki boylarını düşünürsek, Güneş’in 3
onları görmemesi insanlar için büyük şans). Aslında her şeyin bir düzeni vardı ve müptezel tanrıların, dünya gezegenine gelmelerine de bir sebep yoktu. Ama ne oldu biliyor musunuz? Uzun yıllar boyunca savaşlar yaşandı, hastalıklar kol gezdi ve kısa sürede bir çok canlı form ölüverdi. Ölen bedenlerin hapsettiği enerjiler serbest kaldıkça Dünya güçlendi ve neredeyse Güneş’e kafa tutmaya kadar ilerledi. Bundan haberiniz var mıydı? Dünya, insanların Milenyum Çağı diye adlandırdığı döneme girerken, Neptün’e rest çekti! Aralarında her ne kadar; 4 milyar 353 milyon kilometrelik mesafe olsa da, Dünya’nın; Neptün’ün yerine göz koyduğu tüm gezegenler tarafından bilinir. Dünya, gezegenler arasından en şanssızıdır çünkü sürekli olarak üzerinde enerji-madde reaksiyonları gerçekleşmektedir. Müptezel tanrılar da böyle kımıl kımıl gezegenleri hiç sevmezler ve onları yok ederler. Dünya, Neptün’e kafa tutarken biraz fazla gürültü çıkarttığı için müptezel tanrılar tarafından fark edildi ve müptezel tanrı istilaları tekrar başladı. Evrendeki bilinç ve anti-bilinç dengesini bozmayacak şekilde, yıldızları ve gezegenleri idare eden bu tanrılardan on yedi tanesi Dünya’ya geldi. Ha, bu arada... Tanrı kelimesini yanlış kullanmıyoruz. Çünkü onlar, evren dengesini sağlayan insanüstü varlıklar. İnsanlardan bazıları da onlara taptıkları için (dünyayı yok etmesinler diye sunaklara leziz meyveler, taze pişmiş etler, pastalar ve çörekler bırakırlardı) onlara tanrı diye hitap ediyoruz. Müptezel olmalarının sebebiyse, son zamanlarda gereğinden fazla ziyarete geldiler ve artık bazı şeyler sıradanlaştı. Tanrılar kendini alkole, uyuşturucuya ve müziğe verdikçe; ruhsuz insan bedenlerine girebildikleri-
ni keşfettiler ve sonrasında ise insan gibi yaşamaya başlayanları bile oldu. Bilgisayar oyunlarından bilirsiniz, bir karakter seçersiniz ve sanki kamera onu arkadan çekiyormuş gibi, o karakteri görerek ona yön verirsiniz, görev bitirirsiniz, puanlar kazanırsınız vs. Bazı oyunlarda ise, sanki karakterin gözlerinden dünyaya bakıyormuşsunuz gibidir. FPS (First Person Shooter) tipi oyunların tadı bir başkadır. Yoksa insanoğlu Counter-Strike’ı yaratmazdı. Her neyse, müptezel tanrılar da genelde etrafta dolaşan bir kameradan, seçtikleri karakteri yönlendirirler fakat yönettikleri karakterlere yeterince uyuşturucu madde yükleyebilirlerse, o karakterin zihnine sahip olarak, FPS tipi bir kontrol elde edebilirler. LSD kullanan tanrılar, bu işte oldukça hızlıydılar. İri yarı bir balıkçıyı yöneten tanrı, 30 gram LSD ile denizlere açılmıştı. Adrenalini arttırmak için FPS tipinde dalgalarla boğuşacaktı, yaptı da; ve kaybetti. İnsan bedenine bürünmüş bir tanrının su altında ölmesi, tanrı enerjisinin Dünya tarafından soğurulmasına sebep oluyordu. Balıkçı kılıklı tanrı boğularak öldüğü ve bedenin de tamamen sularla kaplı olması sebebiyle Dünya bir kez daha gaza geldi ve bu sefer de Uranüs’e kafa tuttu. Bu sebepten dolayı da LSD; tanrıların en büyük kâbusu oldu. *** C11H15NO2 formülüne baktıkça, atmosferin içinde bulunan elementlerin, ne kadar da güzel bir araya gelerek molekül oluşturduğunu görürüz. C (karbon), doğal yollarla kendi başına toplansa elmas hâline geçebiliyor. H (hidrojen), tek başına bırakılırsa Dünya’yı havaya uçurma tehlikesi var ama yine de insanların her gün ihtiyacını duyduğu suyun da elementlerinden bir tanesi. N (azot), soluduğumuz havanın büyük bir bölümünü içeriyor ve o olmasaydı; nefes alırken canımız yanardı. O (oksijen), yakıcı bir gaz ve elementlerin hepsini kaplamaya çalışarak, onları doğal hâlinde tutmayı başarır (demir elementinin oksitlenmesi ya da paslanması, bu yüzden gerçekleşir. Fakat, müptezel tanrıların bu konular hakkında kafa yormalarına gerek yoktur. Onlar, bu elementlerin C11H15NO2 şeklinde bir araya gelmesinden hoşlanırlar. Extacy; müptezel tanrıların, insan bedenine geçişini sağlayan en favori uyuşturucu tipi olmayı hak kazanmıştır. Bir hap şeklinde olan bu uyuşturucuyu kullanan kişinin, bedeninde ruh varsa bile, bir tanrının sığabileceği kadar boşluk oluşturur. Tanrı hemen bu bedenin zihnine girer ve inanılmaz derecede enerji dolu olan bu 5
bedenle bir sürü yaşam formunu öldürebilir. Şimdi, neden tanrılar sürekli birilerini öldürüyor diye sorabilirsiniz, hemen anlatayım; Dünya üzerinde enerji hâlinden madde hâline geçiş yapıldığı kadar, madde hâlinden enerji hâline de geçiş yapılmalıdır. İnsanların karnını doyurmaları için et ve ot tükettikleri gibi; tanrılar da et ve ot bedeni içerisinde bulunan enerjilerle beslenir. Yani, canlı formlar öldükçe, içlerinde bulunan enerji açığa salınır ve tanrılar da bu enerjileri soğurarak kendilerine güç katarlar. Tanrıların diyetindeki en önemli enerji, insan bedeninden açığa çıkan enerjidir çünkü içerisinde hem hareket hem de düşünce gücü bulundurur. Çikolatalı çilek gibi bir tadı vardır ve tatlı niyetine değil de ana öğün olarak tüketilmektedir. Birinci Dünya Savaşı zamanında karınlarını adam akıllı ilk kez doyuran tanrılar, bu şölenin tekrar edilmesini sağlamışlardı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise açlıktan bahsedecek bir tek tanrı kalmamıştı. Hatırlarsınız, 6 yıl içerisinde 72 milyon kişinin öldüğü başka bir savaş tarihi aralığı olmamıştır. O yıllardan sonra yiyecek kıtlığı riski oluştuğu için tanrılar insanları böylesine kanlı savaşlara sokmadılar. Dünya’nın tek şanslı olduğu konu, üzerinde barındırdığı canlıların sahip olduğu enerjilerin güzel bir tada sahip olmasıydı. Yoksa müptezel tanrılar Dünya’yı çoktan yok etmişlerdi. Dezavantajı ise; evrendeki tanrıların Dünya’yı mesire alanı gibi kullanmaya başlamalarıydı. Turistik bir bölgeydi ama tanrılar için tarihsel bölgelerin bir anlamı yoktu. Çekirdek çitlemek için (insanları öldürüp enerjilerini soğurabilmek için), evrenin öteki ucundan gelip, karınlarını doyurup geri gidiyorlardı. İnsan soyunun tam olarak tükenmemesi için büyük savaşları engellediler ve terörizmi serbest bıraktılar. Tanrılar, geleceği öngörerek kaynaklarını tasarruflu kullanıyor ve ellerindeki güzellikleri kaybetmiyorlardı. İnsanlar olsa HES (Hidroelektrik Santral) projelerine onay verip ağaçların enerjilerini söküp alırlardı ve bir daha da temiz havayı nah bulurlardı. Her neyse, afyon kullanımı sonrasında terör saldırılarının ve canlı bombaların tanrılara lezzetli enerjiler sağladığı dönemler pek tutmadı. Çünkü tanrılar, yönettikleri bedenlerin patlatılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Eğlencesiz bir oyundu bu. Şükürler olsun ki extacy ile tanıştılar ve çıplak elleriyle bile insanları öldürecek enerjiye sahip olduklarını keşfettiler. San Francisco’ya Golden Gate Bridge üzerinden yol alan son derece 6
lüks bir Jeep’in içerisinde 4 adet tanrı vardı. Extacy, bu tanrıları yönettikleri bedenlere sıkıca bağlamıştı ve açlıklarını gidermek için tek yapmaları gereken şeyin; kalabalık caddelere dalmak olduğunun farkındaydılar. “Ben bu araçla birkaç tanesini kolaylıkla ezerim” diyordu şoför tanrı, “Sizleri de şurada bırakırım, takılırsınız...” Saat 14:35 sularında, bir Jeep yoluna çıkan herkese çarparak ilerlemeye başladı. Polis sirenleri duyuldu ve takip başladı. Derken iki sokak aşağıda, bir mahallede taramalı tüfek sesleri duyuldu. Belirli bir yaş aralığına sahip olmayan çığlıklar yükseliyordu. Kadınlar, çocuklar, amcalar, gençler... Taramalı tüfeklerin gazabından kurtulmak mümkün değildi. Ensesinde Hitler’in işaretini dövme olarak işletmiş, zayıf ve uzunca olan, beyaz tenli tanrı haykırıyordu: “Ah! A-h, sizi ahmaklar! Bunca zamandır neden Dünya’yı ziyarete gelmemişiz ki?” *** Müptezel tanrıların kendilerini tanıtmaya ihtiyaç duymadıkları ortadadır. Fakat Yunanistan taraflarına musallat olan 12 tanrı, kendilerine lakaplar takıp, insanlarla içli dışlı vakit geçirmişlerdi: Zeus (öykünün başında Burç Halife’ye tırmanan; göbekli ve kel olan tanrı), Poseidon (LSD alıp denizin dibinde yok olan tanrı), Hades (San Francisco’da şoförlük yapan tanrı), Hephaistos (San Francisco’da taramalı tüfekle saldırı yapan tanrılardan biri), Ares (San Francisco’da taramalı tüfekle saldırı yapan tanrılardan bir diğeri), Hermes (henüz anlatmadım), Dionysos (San Francisco’da taramalı tüfekle saldırı yapan tanrılardan sonuncusu), Artemis (henüz anlatmadım), Afrodit (öykünün başında Dubai Mall’a giden tanrıça), Athena (henüz anlatmadım), Hera (henüz anlatmadım) ve Apollon (henüz anlatmadım). Tamam, 12 tanrı bu bölgede uzunca bir süre varlığını sürdürmüş olabilir... Fakat, onlar Dünya’yı terk ettikten yüz yıllar sonra bile, bu tanrılara adak sunanlar oldu. İsimlerini yaşatmaya çalıştılar ve hatta onların isminde yaşamaya başladılar. Yunanistan, Atina (Athena). Güzel bir örnek oldu... Evet, tam olarak bu şehir sebebiyle tanrılardan bir tanesi Dünya’ya geri geldi. Seçtiği bedeni ise günümüzde hâlâ anmaya devam ediyoruz. Sokrates’in “içimdeki ses” diye bahsettiği şey, bu müptezel tanrıydı. Sokrates şarap içtikçe; tanrı onun bedenine giriyordu. Sonunda ise, Sokrates’i; kendisini tanrı olarak ilan etmekle suçladılar. Sorguya çektiler ve o ise ken7
dini savunmak yerine dans etti. Şimdi, yaşananlar biraz daha berrak, değil mi? *** “Geri zekâlı! Aptal! Sıçtığımının sapığı! Nasıl bir zihniyete sahipsin lan sen?” dedikten sonra muştasıyla, daha demin 184 kişiyi öldürmüş olan kadına, bir darbe daha indirdi. Adamın soğuk terler döktüğü belliydi fakat kadın acılar içerisinde kıvranırken hâlâ kahkaha atabiliyordu. “Bana şuradan bir sigara uzatabilir misin?” diye sordu kadın, ağzındaki kanları omzuna silerken. Adam, aklını yitirecek gibiydi. 5 otobüs dolusu turistle birlikte gerçekleştirdikleri Rusya gezisi esnasında, şu anda otobüse bağlı olan kadının tavsiyesi üzerine, buzulların ortasında dolaşmaya karar vermişlerdi. Saskylakh’a gitmek ancak böyle esrarengiz bir kadın tarafından teklif edilebilirdi ve ancak bu kadar saf bir turizm acentası yetkilisi tarafından kabul edilebilirdi. Buzulların ortasında fotoğraf çekinmek üzere araçlardan indikleri esnada olanlar oldu. Kadın, yakın dövüş ustası gibiydi. Kimi eline geçirdiyse, ilk önce yüzük parmaklarını kırıyor, sonrasında ise yanında taşıdığı bıçaklardan bir tanesini çıkarıp doğramaya başlıyordu. Kaçmaya çalışan bir otobüs oldu ve ona bazuka ile ateş etti. Otobüs ve içerisindekiler pert oldu ve kimsenin aklına o bazukanın nereden geldiği sorusu takılmadı. “Seni şuracıkta öldürmem gerekirdi... Ah! Lanet olsun! Nasıl bir sapıksın sen? Hangi yüzle benden sigara isteyebiliyorsun?” diye tüküre tüküre haykırıyordu adam. Kadının ense köküne muştasıyla vurduğunda öncelikle onu öldürdüğünü sanmıştı, fakat kalbinin attığını fark edince hemen otobüse bağlamıştı kadını. “Ama sen bana sigara vermezsen” diyordu kadın, “Ben bu bedende duramam ki. Bu bedende duramazsam da tatil planımı rezil etmiş olurum ve bu dünyayı yok etmek zorunda kalırım.” Adam, burada yaşananlara hâlâ bir anlam veremediği için, buzlarla kaplı yola oturdu ve ağlamaya başladı. “Kimsin sen be kadın? Aşağılık varlık!” diye bağırıyor ve ağlamalarına devam ediyordu. “Bana Helen derlerdi” dedi kadın ve bağlı olduğu halatlar bir anda çözüldü. “Beni anlamıyor musun, adam? Kendimi görmeye başladım bile! Bana şu sigarayı versen ölür müydün?” 8
Kadın tam yerden sigarayı alırken, adam kadına muşta darbelerini indirmeye başladı. Bu sefer durmak yoktu. Ölürse de ölsündü. Adam bir saniye bile tereddüt etmeden, kadına muştalı sağanak yağmurunu sundu. Kadının çenesinin kopup sarkması, boynundan kanların fışkırması ya da sağ gözünün yerinden çıkmış olması bile bu sağanağı durduramadı. Adam işini bitirdiğinde gökyüzüne doğru haykırmaya başladı: “Tanrım! Bu nasıl adalet böyle! Birileri bizi bu vaziyette bulursa, beni bir saniye dinlemez öldürürler! Neden ben, ha, neden ben lan, neden!? Soktuğumunun gişe görevlisini dolandırdığım için mi yapıyorsun bunları? Sana şunu da söyleyeyim, kiliseye dizdiğin o paralı askerlerine (rahiplerine) günah çıkarmalarımda söylediklerimin hiçbiri gerçek değil! Evime döner dönmez, ne kadar kutsalın varsa hepsini yakacağım!” Rusların votkaları meşhurdur, bilirsiniz... Adam, otobüslere kasa kasa zulalanan votkalardan bir şişeyi kafasına diktiği gibi yere yığıldı. Hâlâ başına açılacak felaket düşüncelerinden kurtulmak için daha çok işti. İçinden bir ses daha çok içmesini söylüyordu ve adam da içiyordu. Yarım saati bulmadan, adam gözyaşlarını sildi ve etrafına bakındı; “Geri zekâlı herif yüzünden, şimdi de erkek bedeni içerisindeyim! Hangi beyinsize uyup da geldim ki Dünya’ya? 39 galaksi ötede, iletişim sağlayamayan canlıların olduğu gezegene gitsem, daha çok eğlenirdim!” *** “Dedeniz yine sizi mi korkutuyor, çocuklar?” “Hayır, anne! Heyecanlı masallar anlatıyor bizlere!” “Tamam... Ama yatma vaktiniz geldi, değil mi?” “Ben daha çok müptesil tanrı dinlemek istiyorum!” “Ben de, ben de! Anne, müshil tanrılar da uyumamızı istemezler-
di!” “Dedeniz size ne anlatıyor bilmiyorum ama uyumanız lazım, değil mi, baba?” “Bildiğim kadarıyla yarın cumartesi, kızım. Çocuklar öykümüzün devam etmesini istiyor. Benim de yapacak başka işim olmadığına göre... Biraz daha anlatabilirim.” “Bu arada çocuklara tanrılı hikâyeler anlatmazsan sevinirim, baba. Mert, sınıf arkadaşını, babası içki içtiği için dövmüş. Çocuğun ailesiyle aramız bozuldu...” 9
*** Uyuşturucu kullanırsanız, tanrılar bedeninize girer, insanlara eziyet eder (ki bu eziyetlerden neden zevk aldıklarını daha sonradan anlatabilirim), uyuşturucunun etkisi geçtikten sonra da tüm günahların cezasını siz çekersiniz. Kural basit, NO DRUG NO GOD. Uyuşturucu yok, tanrı yok. Bu kadar günahı omuzlamak istemezsiniz, değil mi? İstemezsiniz tabii... İngiltere, Manchester’da, tedavi görürken hissettikleri acılara katlanamayacaklarını haykıran hastalar, doktorlardan bir tanesini çileden çıkarmıştı. Elde ettikleri morfini daha uzun süre kaynattıklarında, etkisinin de arttığını bulmuşlardı. Biraz ondan, biraz da bundan derken eroini buldular. Müptezel tanrıların karın doyurmak için değil de biraz zevk almak için tercih ettikleri bir uyuşturucu türü olarak raflara kaldırıldı. Hani, şu, “ihtiyaç hâlinde camı kırınız” tipinde bir rafa kaldırıldı. Neden gurmeler yapılan yemekleri, o yemek tarifinin bulunduğu topraklarda tatmak isterler; hiç anlamam. Fakat, tanrılar da gurmedir. Kısa bir eroin kaçamağı yapmak isteyen müptezel tanrılar Manchester’ı ziyaret ederler. Bilirsiniz, Heaton Park var oralarda. Bir de golf sahası var orada. Eroin’in etkilerini tadabilmek için enfes bir mekândır... Sağanak yağmur, hafiflese de biteceğe benzemiyordu. George, ilk defa, sevdiği kızla bir aktivite gerçekleştirmenin heyecanını taşıyordu. Üstelik, yağmurlu havada golf yapmak gibi çılgınca bir fikirle yola çıkmışlardı. George bu fikri çok hoş bulmuştu çünkü yirmili yaşlarının sonuna kadar hiç kız arkadaşı olmamıştı ve “Yağmurlu havada köpek sevmeye gidelim mi?” diye önerselerdi de hoş bulurdu. Güya, o gün arkadaşlarıyla buluşup bira içeceklerdi. Affedersiniz ama bu George cidden götün teki. Yok midem kaldırmıyor, yağmurlu havada ne birası, evde takılırım, siz dolaşıp gidersiniz yine oraya, he, a evet, sanırım ama emin değilim, o kızın çıktığı varmış, aynen, bana acıdığı için dondurma getirmiş, kadınları bilirsin, aynen öyle kardeşim... Sevdiği kızın gerçekten de sevgilisi olduğunu bilen George, neden golfe giderken bu kadar heyecanlandığını bilmiyordu. Bu kız sanki kendisine pas veriyordu ve tutmamak olmazdı. Ama neden George’u seçmiş olabilirdi ki? Eğer sevdiğiniz kızın göz altları mosmor ise, sevdiğiniz kızla golfe gitmemelisiniz... Fakat George gitti. 10
Golf sopalarının çantalardan çıkartılıp da başka amaçlarla kullanıldığı günler olur. O gün de bahsi geçen günlerden bir tanesiydi. “Topumu sokamamaktan korkuyorum, George” derken, hiç de golf oynama niyetinde görünmüyordu bu kız. Edep kurallarına karşı çıkacak şekilde sutyen giyinmeden, beyaz fanila gibi bir şeyi üstüne geçirmiş, kaldı ki hava yağışlı, edep yerleri görünür hâle gelmiş, zaten minicik olan eteğini biraz daha yukarı kaldırıp bırakıyor, yanlışlıkla topu yere düşürüp her seferinde sırtını George’a çevirip topu yerden alırken canı yanıyormuş gibi inliyor, suratını ne zaman George’a çevirse dudaklarını ısırıyor, golf sopasını dik vaziyette yere yaslayıp sanki üstünde oturmaya çalışıyor ve dengesini sağlayamıyormuş gibi narin hareketlerle sağa sola sallanırken hafif iniltiler çıkararak yardım dilenen gözlerle George’a bakıyor. Bu kız yeni bir müşteri potansiyeli gördüğü herkese bunları yapıyor fakat George’un andaval yapısı gereği, kızın kendisine pas verdiğine inanıyor. Kız yakınlaşıyor tabii; “Hayatta tadılması gereken o kadar çok şey var ki” diyor, “ben bile hepsine yetişemiyorum.” Kız hafiften terlemeye başlıyor. Belli belirsiz titremeler çoktan başlamış. Golf arabasına doğru süzülüyor. Sağlık çantası gibi bir şeyle geri geliyor. Çantayı açtığında içindeki şırıngalar, kaşık ve rüzgâr çakmakları görülüyor. Şırıngalar çıkıyor. Kız, bir de lastik çıkartıp kolunu iyice sıkıştırıyor. Yeterli dozu enjekte ediyor. George’a yaklaşıyor. Onu ikna ediyor ve George’un koluna aynı lastiği sıkıyor. Şırınga giriyor ve enjeksiyon başlıyor. George, beyninin içerisinden bir yerlerden hiç tanımadığı bir ses işitiyor: “Kendini bana bırak, ufaklık. Hâlâ kendimi görebiliyorum.” George, çok iyi zaman geçirdiğini anımsar gibi oluyor ama hiçbir şey hatırlamıyor. Bir gün geçiyor ve bitkin hissediyor. Dünya başına devriliyor. Sonrasında ise mükemmel değil, iyi değil, sadece normal hissedebilmek için eroinin peşinden koşuyor. O enjekte ediyor, müptezel tanrılar küçük bir kaçamak yapıyor ve sonraki gün bu kaçamağın cefasını George çekiyor. Sevdiği kız, bir süre sonra ortalıktan kayboluyor. George altın vuruş yapıyor ve gol oluyor! Artık müptezel tanrılara inanmasa da onlara kulluk edecek bir beden kalmıyor. George, pek enerjisiz ölüyor, bu yüzden de hiçbir tanrı onun enerjisini soğurmuyor. George, Dünya’yı anlayamadan göçüp gittiğiyle kalıyor.
11
*** Kafanızı karıştırmanıza gerek yok. Hemen özet geçelim. Her yer enerjiydi ve tek bir bilinç söz konusuydu. Enerji, büyük patlamalar eşliğinde evreni, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri oluşturdu. Yetmedi, yıldızlara belirli mesafe uzaklıkta bulunan gezegenlerde başka yaşam formları oluştu. Evrende serbest dolaşan müptezel tanrılar, kendileri gibi olmayan ve tek bir beden içerisinde barınan canlıları ortadan kaldırmak istediler. Güneş sisteminde bulunan Dünya; Neptün ve Uranüs’e kafa tuttu. Dünya üzerinde bulunan canlıların enerjileri; müptezel tanrıların damak zevkine uygun düştü ve Dünya’yı turistik bir mekân olarak kullanmaya başladılar. Bu ziyaretler içerisindeyken, canlı formların; ne kadar da acı, hüzün, keder ve sıkıntılı bir yaşama sahip olduklarını fark eden müptezel tanrılar da oldu. Gariptir ki bu müptezel tanrılar Dünya’ya, insanlara eziyet etmek için değil, onlara yardım etmek için gelir oldular. İnsanlarla iletişim kurmanın yolu, neredeyse bir insanın bedenine girmek ile aynı yoldan geçiyordu. Herhangi bir insanın beyni dimetiltriptamin (DMT) bulunduruyorsa, müptezel tanrıların ziyaretlerine kapı açabiliyordu. Bilirsiniz, DMT denen molekülü insanlar sadece doğarken, rüya görürken ve ölürken salgılarlar. İşte tam da bu noktada dışarıdan takviye gereklidir çünkü insanlar hayatları boyunca sadece bir kez doğup ölürken, belirsiz gün ve zamanlarda rüya görürler. Ayahuasca sayesinde, insana DMT sunulabilinir. İpeka gibi kusturmaya meyilli bu çay türü, şaman ayinlerinde boş yere kullanılmamaktadır. Dünya üzerinde madde formuna bürünemese de algılanabilinen tek şey olan alev oluşturulur, davullar çalınırken kalbin ritmi ayarlanır ve trans hâline geçiş kolaylaştırılır, ayahuasca yardımıyla DMT vücuda nüfuz eder ve müptezel tanrılarla bir görüşme sağlanır (bu görüşmelerde genellikle zaman ve mekân kavramı insan için yitip gider, bir anlığına insan da kendini müptezel tanrılardan biri gibi hisseder). Şamanlar, DMT etkisi ile müptezel tanrılarla sürekli iletişim hâlindedir ve hasta hisseden, sorunları olan ya da sorunlarından kurtulamayan insanları tedavi amacıyla, müptezel tanrılar ile insanlar arasında görüşme sağlarlar. Kadın, Ibirapuera Parkı’nı arkadaşlarıyla birlikte dolaşmayı bitirdiğinde neredeyse 3 saat geçmişti (normalde bu kadar sürmez). Brezilya’da bu kadar enerji kaybettikten sonra bir pizza yemek, kimsenin diyetini bozmaz diye düşündüler ve yediler de. Karınları doyduktan sonra, arkadaşlarından 12
bir tanesi ayahuasca çayından bahsetmeye başladı. Anlattıklarına bakılırsa, bu çayı bir seremoni eşliğinde tüketmek değişik bir deneyim olacaktı. Kadın, o günün sonunda ayine katılmaya karar vermişti. Biraz ürkünç bir işlem gibi duruyordu. Kendisini kusturtacak bir çayı içip “kötü ama yönlendirilebilen ruhlar” ile tanışmak... Hem ürkünç hem de garipti. Fakat o kadar insan bu işlemi yapıyorsa, neden kendisi de yapamasındı ki? Ayin esnasında, kadının beynine ulaşan DMT molekülü ile birlikte, kadın gözlerini kapadığında kendini genç bir kız olarak gördü. Etrafında dumanlar dolanıyordu. Yoğun dumanlar eşliğinde tebessüm eden arkadaşlarını da fark etti. Kendisine, sigaraya pek de benzemeyen, bol dumanlı bir şey uzatılıyordu. Herkes mutlu duruyordu. Sigaraya benzeyen şey, elden ele dolaşıp mutluluk dağıtıyordu. Genç kız hâline baktığında, saatini kontrol ettiğini gördü. Eve gitme vakti çoktan gelmişti ancak arkadaşları biraz daha kalmasını söylüyorlardı. O esnada yaşça diğerlerinden biraz daha büyük olan adam içeri girdi. Elinde bir pipo ile birlikte! Şimdi o devasa sigaranın dönmeyi bıraktığı ve yerini pipoya verdiği dönem başladı. Arkadaşlarının gözleri kayıyor, yere devriliyor, bazıları kusuyor, kahkahalar atıyor, bilmediği ama güzel ritimli bir müzik çalıyor, en yakın kız arkadaşının kolu kendisine temas ediyor ve bu temas heyecan ve korku uyandırmaya başlıyor, adam pipoyu bir kez daha genç kıza veriyor, son bir çekiş, son bir bırakış, adam gözden kayboluyor, tanıdığı tüm arkadaşları uçup gidiyor, sadece en yakın arkadaşı ile birlikte ateşler arasında kalıyor, alevler yükseliyor, ikisi de terliyor ve kadın tüm bu olanların içerisinde kendini izlerken utanmaya başlıyor, yüzü kızarıyor... “Demek aklından çıkaramadığın ve pişmanlık içerisinde boğulduğun yaşantın bu!” diye haykırıyor içinden bir ses, “En yakın arkadaşını sıkan, ısıran ve tırnaklarıyla deşmeye çalışan kişinin sen olduğunu düşünüyorsun, değil mi?” Kadın, bu konuşanın kim olduğunu göremiyor. Fakat biraz daha açıklama bekliyor. Bu sakin ve hırıltılı sesi kim çıkarıyor diye merak ediyor fakat en yakın arkadaşının kulağını koparmaya çalışırcasına ısıran kendini izlemekten de geri kalmıyor... “Hayır” diyor, o hırıltılı ses, “Onu seven sen değildin. 13
O kadar müsaitti ki bedenleriniz, ikinize de dörder tane müptezel tanrı eşlik etti. Hatırlarsın, sabah olmak bilmemişti, bitkinlik gelmişti fakat ikinizden biri durmak bilmemişti. Tanrılar böyledir, kızım. Yemekleriyle oynayan afacan çocuklar gibidirler. Daha doğrusu; çocuklar, müptezel tanrılara benzerler. Doğum esnasında üretilen DMT henüz tam olarak tükenmediği için, belirli bir yaşa kadar çocuklar, müptezel tanrılarla birlikte yaşarlar. Yemekleriyle oyunlar oynamayı onlardan öğrendiler. Şimdi, söyle bakalım. Ateşi söndürelim mi?” Kadın, bir yandan yaşananları izlemeye devam etmek istiyor bir yandan da bu iğrenç pişmanlık hissinden kurtulmak istiyor. Hırıltılı ses nereden geliyor belli değil. Alevler iyiden iyiye yükselmekte. Başka aydınlık yer yok. Ateş sönerse karalığa gömülmekten korkuyor. Sonra fark ediyor ki içerisinde bulunduğu karanlık, kendi pişmanlığının yansıması. “Evet” diyor kadın, “Ateşi söndürelim.” “Demek, vicdanın sızısı olan ateşi söndürmek istiyorsun” diye söyleniyor hırıltılı ses, “Dünya’ya hizmet etmekten vazgeçersen, bu ateş, durdurulamaz şekilde, tekrardan hayat bulacak!” Ateş sönüyor, kadının genç kız hâli ile göz göze geliniyor, kız teşekkür ediyor, bir hatayı derinlere gömmek yerine uzaya fırlatıyor, hatadan uzaklaşmak ferahlık veriyor ve kadın trans hâlinden çıkıveriyor. Kadın, arkadaşları arasındayken, genellikle tedirgin bakışlara sahipti. Biraz başı ağrıyordu ve arkadaşı elinden tutup ayağa kalkmasına yardımcı olduğunda, o aptal hisleri uyanmadı. Rahatsızlık verici duygulardan kurtulmak bu kadar kolay mıydı yoksa kadın zor olan bir şey mi yapmıştı? Kadın kendini farklı hissediyordu. Daha mı iyiydi yoksa daha mı kötüydü, bilmiyordu fakat yeni bir hayata sahip olduğunun farkındaydı... *** “Alkollü içeceklerle bu bölgeye girilmiyor, efendim...” derken, kızgın değil hatta sevecen bir tavrı vardı güvenlik görevlisinin. “Neyse ne” dedi adam ve elindeki konyak şişesini çöpe attı. O günün hava durumu, Kapadokya’da balon turu yapmak için inanılmaz derecede elverişli olduğu için sorun çıkarmak istemiyordu. Hem zaten sırt çantasında havlunun arasına sakladığı litrelik rakı şişesi, bu adamı idare eder gibi duruyordu. Tur rehberi, kalabalığı olması gerektiği gibi yönlendirirken, adam bir anlığına duraksadı ve köşede gördüğü gölgelik alanda oturmak istedi14
ğini belirtti. Yükseklik korkusu vardı ve maalesef, bu korkuyu yenebilecek kadar içmeden uçuş vakti gelmişti. Adam kuytu köşe bir yere saklanıp rakısını yudumlarken, balonlar çoktan havalanmaya başlamıştı. Fotoğraf çekenler, eğlendiğini belli ettiren çığlıklar atanlar, fotoğraf çekenler ve kuytu köşe yerlerde kafayı çekenler. İnsanların uçmak için bir balona ihtiyaçları olması ne acı... Adam kendine bir tokat attı ve “Hâlâ kendimi görebiliyorum!” diye haykırdı. Ayağa kalktı ve rakı şişesini kafaya dikti. Adamın haykırışını duyan güvenlik görevlileri, adamı sakinleştirmek için yanına doğru koşarak geldi. Adam şişeyi yanındaki kayaya vurarak kırdı ve kendisine yaklaşan üç görevliyi o şişeyle delik deşik etti. Sonrası biraz daha kolaydı. Güvenlik görevlilerinin silahlarını aldı ve balon görevlilerine ateş açtı. Etrafta artık sadece korku dolu çığlıklar yükseliyor, insanlar telaşla kaçışıyor ve balondakiler ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Adam, balonlardan iki tanesini düşürmeyi başarabilmişti fakat yeterli değildi. Sırt çantasından çıkardığı fişekleri; yakalayabildiği kadın, çocuk ve adamların ağızlarına sokup patlatıyordu. Gökyüzündeki balonları yakmak istiyordu fakat ne yapabileceğini bilmiyordu. O esnada bir helikopterin geldiğini duydu ve hemen kayalık bölümde bir yerlere saklandı. İnsanlar çığlıklar atarak koşuştururken, adamın dikkati dağılıyordu ve sürekli olarak “Hâlâ kendimi görebiliyorum” diyerek mırıldanıyordu... “Kolonya!” diye kısık bir çığlık attı adam. Hemen çantasından kolonyasını çıkarıp içmeye başladı. O esnada helikopter iniş yapmıştı ve altı kişilik bir ekip, adamı aramaya başlamışlardı bile. Adam, ekipten dört kişiyi yakarak öldürmeyi başardı. Yanarak koşarken rastgele açılan ateş sonucunda sivil halktan çoğu kişi ağır yaralandı. Ekipteki yanmayan iki kişi de bu rastgele açılan ateş sonucunda ölmüştü. Adam helikoptere ulaştığında, pilotun çoktan kaçmış olduğunu gördü. Şimdi, balonları ve içerisindeki leziz ruhlu insanları yok etme vakti gelmişti. Bu kadar aptalca helikopter kullanan başka bir müptezel tanrı yoktur. Yukarı, yukarı, sağa-aşağı, yukarı, sol, sol, etrafında dön, yukarı, hafif yat, ileri, yukarı, aşağı, sol-yukarı, ileri... Kısa sürede hakimiyeti tamamen sağladıktan sonra, Kapadokya’nın rengarenk balonlarına hızla yaklaşan helikopteri herkes korkulu gözlerle izledi. Balonda bulunanlardan bazıları, henüz helikopter onlara yaklaş15
madan evvel, balondan aşağı atladılar. Balonların yük dengeleri değişken hareketlere sebebiyet verdi. Bu saldırı gerçekleşirken, Nevşehir Askeri Birliği’nde bulunan tanklardan bir tanesi olay yerine ulaştı. Tank iki kez ateş etti. Ortalık her ne kadar kan gölüne dönse de helikopter patlayarak yere çakıldı... *** Xiamen (Çin), Baijiu (beyaz likör, %60 alkol oranıyla tek atımlık içim tavsiye edilir) içmek için güzel bir yerdir. On altı kişilik bir iş yemeği sonrasında gerginliğinizi alır ve stresten arınmış bir şekilde, bir sonraki gününüzü planlayabilirsiniz. Ya da yeteri miktarda içerseniz, müptezel tanrılar sizin için bir plan-program yapabilir. YaoFa, işadamlarının gönlünü hoş tutmanın önemini bilirdi. Piyasanın önemini iyice kavradığı için iş yemeklerinde çok itinalı davranırdı. On beş farklı ülkeden gelen on beş farklı insanın, ortak yapılması gereken bir işi bozmaması için ne yapılacağını iyi bilir ve yemek sonrasında Baijiu içilmesini önemle tavsiye ederdi. Fakat, o günün toplantısına başka bir destek daha getirmişti. Ortamda Koreli biri varsa, alkol miktarı yükseğin biraz daha üzerinde olmalı diye düşünürdü. Çek Cumhuriyeti’nden gelen Absinthe (Yeşil peri adı da verilir. Yeşil peri denen şey de öykünün başında anlattığımız Afrodit’tir. Bu müptezel tanrı her zaman çekici olmayabilir.) günü kurtarabilirdi. Müptezel tanrılar, uzun zamandır sofradan tam doymadan kalktıklarından şikayetçi oluyorlardı. Nüfusu yoğun bir yere giderek, gerçek anlamda enerjiye doyma niyetindeydiler. Dünya’yı dolaşırken Çin’e gitmeye karar verdiler. Daha önceden Baijiu’yu fazla kaçıran bir bedene girdiğini söyleyen tanrı, “Eh işte... İdare eder. O kafayla yeterince insan öldürülür bence...” gibisinden şeyler vızıldanıyordu. Şans müptezel tanrılara bir kez daha gülmüştü. Xiamen’de bir iş yemeği sonrasında Baijiu içmeye başlayan insanların bir tanesinde Absinthe de olduğunu anladılar ve hemen masaya yaklaştılar. “Biliyor musunuz” dedi Afrodit lakaplı tanrı, “Ben bu içkiyi çok severim. Bunu içenler, biz onları yönetirken, bizleri seyredebiliyormuş. Garip garip öyküler anlatıyorlar, çok eğlenceli!” Müptezel tanrılardan bir tanesi, o gün orada eğlence için değil, adam akıllı karın doyurmaya geldiklerini hatırlattı. Sokaklar kalabalıktı 16
ve gerçek anlamda tokluk hissine ulaşacaklarını biliyorlardı. İkinci Dünya Savaşı gibi olmazdı ama, zaten etrafta o zamanlarda olduğu kadar tanrı da yoktu. Bu bölgede birkaç yerleşkeyi linç etmek yeterli olacaktı. YaoFa, ağırlamakta olduğu insanların dördüncü Baijiu siparişlerinden sonra, suratında hafif bir sıcaklık hissederek, ayağa kalktı ve “Hep yerli içkilerden bahsediyoruz, biraz global düşünmenin vakti gelmedi mi?” diye sorarak, Absinthe şişesini çıkardı. Masada gülüşmeler başladı, herkes devam etmek istiyordu, şekerler çıkartıldı, bardak üstüne konuldu, Absinthler şekerlere döküldü ve bardaklara süzüldü, çakmaklar çakıldı, şekerler eridi ve her şey hazır hâle geldi. YaoFa, yeşil elbiseli bir kadın gördü. Kendisine doğru yaklaşıyordu. Yorgun hissediyordu ve bir anlığına gözlerini kapattı. Ambulans ve itfaiyelerin çıkardıkları siren sesleriyle uyandı YaoFa. Ağzına soktuğu kadın kolunu çıkarır çıkarmaz kusmaya başladı. Kadının geri kalanının nerede olduğunu merak etmedi bile. Başını hafifçe kaldırdığında, cadde boyunca yere dökülmüş olan iç organları ya da insandan geriye ne kaldıysa artık, o parçaları ezip geçerek hızla ilerleyen itfaiye araçlarını gördü. Houpucun taraflarında büyük bir yangından bahsediliyordu. Canlı olan insanlar ya kusuyor ya da hıçkırarak ağlıyorlardı. Caddeyi biraz daha incelediyse de, işadamlarından hiçbirini etrafında göremedi. YaoFa, hayatında ilk kez, yalnız olduğunu hissetti. *** Güneş, tehlikenin farkına vardığında, henüz hiçbir şey için geç değildi. Ne kadar da şanssız bir yıldızdı kendisi. Bir yandan insanlar bir yandan da müptezel tanrılar Dünya’yı yok etme tehditleri savuruyor ve Güneş iyice tedirgin oluyordu. Bir yıldızın başına gelebilecek en kötü şey, gezegenlerinden bir tanesini yitirmektir. Denge bozulursa anti-bilinç diğer gezegenlerin yörüngelerini saptırır, Güneş geri dönüşü olmayan son patlamasını gerçekleştirir ve yok olurdu. Belki, başka galaksideki canlı formlar bu yok oluşu gözlemler ve “Uzay’da kara delik tespit ettik” derlerdi fakat, kara delik adı verilen şey; var olmayı değil var olmamayı temsil ettiği için Güneş’in hoşuna gitmiyordu. Güneş, şikayetçi olmaktan çekinen, mazlum bir yıldızdı. Bu yüzden, isteksiz bir şekilde iletisini oluşturmaya başladı. Mecbur olmasaydı şikayetçi olmazdı ama, ortada başka bir seçenek kalmamıştı ki... Bilinç yo17
ğunluğunu ileti üretme ve biten iletiyi gönderme şeklinde yoğunlaştıran Güneş’in mesajı, tam olarak aşağıdaki şekilde gönderildi; Evrenler Arası Yıldız Takımları, Galaksiler, Canlı Yapı ve Formu; Koruma, Yaşatma ve Sürdürme Genel Komitesi Başkanlığına, Ben Güneş. Ortak bilincin ayrışma sürecinden sonra yörüngemde ilerlemekten ve bana buyrulduğu gibi enerjiyi eşit şekilde pay etmek adına, kendi eksenim etrafımda dönmekten başka hiçbir şey yapmadım. Anti-bilinç’in tarafıma zarar vermemesi için bana sunduğunuz gezegenleri korudum, kolladım, çevirdim ve ilerlettim. Fakat, son günlerde tehdit üstüne tehdit almaktan bıktım. Öncelikle, gezegenlerimin üzerinde, düşünebilen, plan yapabilen ve kendi yaşantılarını kurgulayan canlılar meydana geldi. Herhangi bir sorun yok gibi duruyordu ancak Hidrojen Bombası adını verdikleri icatla, Dünya’yı yok edebileceklerini bildirdiler. Benden milyarlarca kat küçük olan bu varlıkların beni bile yok edebileceği fikri, aklımın ucundan geçmezdi. İnsanlar ve müptezel tanrılar; sanırım ayrışmış bilincin yok edilmesi hususunda ısrarcı ve tehlikeli varlıklar. İçerisinde bulunduğum durum beni tedirgin etmekte olduğu için önerilerinizi veyahut birinci elden desteğinizi rica etmekteyim. Bu konulardaki tecrübesizliğim nedeniyle, olayların aksi yönde ilerlemesine, ben vesile olmuş olabilirim, ancak, kendi gezegen sistemimi yönetirken dikkat etmem gereken hususları bana bildirirseniz, dediklerinizi harfiyen yerine getireceğim. Böyle şeylere bir daha müsaade etmeyeceğim. Bilginize, Saygılarımla. Güneş Güneş, iletisini gönderdikten sonra birkaç şiir yazdı. Sıkıntıdan patlamamak için elinden geleni yapıyordu. Bazen sürrealist çizimler de yapıyordu fakat bu eserlerini kendi bedeni içerisinde gerçekleştirdiği için, etrafındaki diğer yıldızlarla paylaşamıyordu. Diğer yıldızlardan da sanatsal aktiviteler gelmediği için, bizim Güneş tam bir şizoid olmuştu. Kimseyle konuşmaz, selama selam, başka da tek bir cümle yok, sorun çıkarmaz, sessiz sakin bir yıldızdı işte. Güneş’in bilinç enerji yoğunluğunda istemsiz bir değişim gerçek18
leşti. Bu güzel bir şeydi. Evrenler Arası Yıldız Takımları, Galaksiler, Canlı Yapı ve Formu; Koruma, Yaşatma ve Sürdürme Genel Komitesi Başkanlığı’na gönderdiği iletinin yanıtı olmalıydı. Hemen bilincini serbest bıraktı ve kendisine gelen iletiyi okumaya başladı; Sevgili Güneş, Stopaj verginizi de yatırmamışsınız, kuzum. Ne çok söylendiniz öyle? Eğer bizi sinirlendirirseniz, Dünya’nın yok oluşuna çok yakın bir tarihte tanıklık edeceksiniz. Öpücüklerimizle, Müptezel Tanrılar Güneş aldığı bu yanıt üzerine neredeyse patlayacaktı. Patlamadı. *** “Peki, Güneş patlasaydı, biz olur muyduk, dede?” “Güneş patlasaydı, Dünya bile olmazdı, Mert. Bu öyküleri dinleme şansınız da olmazdı muhtemelen...” “O zaman, patlamadığı iyi olmuş. Ben yaşamayı seviyorum çünkü...” Dede, oturduğu yerden kalkıp çocukların alınlarından öptü. Mert ve kardeşi, dedelerinin öykülerine bayılıyorlardı. Dedeleri de torunlarına bayılıyordu. Bu evde herkes mi bayılıyordu? Ah! Şimdi bayılacağım!
19
*** Burç Halife’nin dibine çakılmış ve paramparça olmuş bedenine rağmen, kel ve göbekli tanrıyı tanımak hâlâ mümkündü. Yeşil elbiseli tanrıça, bu kel adamın kafasını yerden aldı ve ağır adımlarla ilerlemeye devam etti. Etrafta canlı bir insan bulmak için nelerini vermezdi ki... Bir şey vermesine gerek bile kalmadan, küçük bir kız çocuğunu fark etti. Kız oldukça korkmuştu ve yine de yeşil elbiseli tanrıçadan kaçmıyordu. Tanrıça, kızın yüzüne bir miktar LSD sürdü ve bekledi. Kızın göz bebekleri büyüdü ve tanrıça ile göz göze geldiler; “Şu yaptığına bir bak! Küçücük bir çocuğa çevirdin beni!” Müptezel tanrılar genellikle Dünya’ya enerji harcamaya değil, enerji kazanmaya gelirlerdi. Fakat bizim bildiğimiz adıyla Zeus, o an küçük bir kız çocuğu olduğu için oldukça sinirlenmişti. Gökyüzüne doğru baktı ve işaret parmağı ile yeşil elbiseli tanrıçayı hedef alarak “Bum!” dedi. Gökyüzünden düşen yıldırım hem tanrıçayı hem de küçük kız bedenindeki tanrıyı öldürdü. *** “Senin hikâyelerinin bir sonu yok, değil mi, baba?” “Hikâyelerimin mi?” diye sordu Dede. Adam hiç bu açıdan düşünmemişti. Bu hikâyeleri kendisi mi kurguluyordu, yoksa bir şeyler bir yerlerde yaşanırken, izlediklerini mi anlatıyordu? Hikâye yaratmak, onları benimsemek, benim öykülerim diyerek sahiplenmek... Tam olarak bu durumu kavrayamamıştı... “Hani, günlerdir çocuklara anlatıyorsun ya!” diyerek kahkaha attı Anne, “Valla, yalan yok, bazen ben de kulak misafiri olmuyor değilim... Öykülerin çok güzel gidiyor ama neden böyle garip şeyler anlattığını anlayamıyorum” Eğer karşınızda öykünün temasını ve verdiği mesajı anlamayan bir kızınız varsa, öykülerin ne anlattıklarını ona açıklamaya çalışmayın. Zaten çıkarılacak bir ders varsa çıkartılmıştır. Çıkartılmıştan çıkarmak, zorladığını zorlamak; yıkmak, dökmek ve açıkça istila etmektir. Dede’nin, kimsenin zihnini istila etme niyeti yoktu ki. Torunları ondan masallar isterdi ve adam da aklında yürümeye başlayan olayları anlatırdı. Hayatın kendisini sınav olarak gören bir insana, soruların değil de cevapların içerisinde bulunduğunuzu anlatamazsınız. 21
***
Sevgili Müptezel Tanrılar, İsteklerinizi açık bir şekilde belirtirseniz, herhangi bir sorun yaşamadan varlığımızı hep birlikte sürdürebileceğimiz düşüncesi içerisindeyim. Uygun görürseniz; bana taleplerinizi iletmenizi ve olayları çirkinleştirmeden kapatmayı tavsiye ve rica ederim. Bilginize, Saygılarımla. Güneş
22