ÖNSÖZ Fankit atılımı, bildiğim fanzin tarihi içinde en önemli atılımlardan biri bence. Tabii ki önceki yıllarda bu işleri yapmak kısıtlı imkânlar dolayısı ile daha zordu ama insanı bu kadar tembelliğe iten etkenler de o zaman yoktu. Her dönemin kendine göre zorluğu ve güzelliği var. Biz en azından oturduğumuz yerden laf cambazlığı yapmak yerine üretiyoruz. Ürettiklerimiz ile var oluyoruz. Serkan Üstündağ, yazdığı “Müptezel Tanrılar” ile fankit dünyasına adım attığında beklentisizdi ama saatler içinde yazdığı fankit büyük ağrılara yol açtı. Öyle ki ağrısı hâlâ devam ediyor ve bizler hâlâ kendimizi görebiliyoruz. Peşine Organik Veri Aktarımı gelerek seriyi ikiledi ve şimdi Ortam Realite Bebeğim yarattığı evreni başka bir bakış açısıyla görüyoruz. Daha şimdiden sonraki fankitin ağrıları başlamışken siz en iyisi bunu okuyun. Serkan Üstündağ’ın öyküsü Levent Altınkaynak’ın çizimleri yine buluştu ve ortaya elinizdeki Müptezel Tanrıların 3. fankiti ulaştı. Bu zor zamanlarda üreten dostlara selam olsun. Bu arada Bizler var oldukça Fanzin Yürüyor! Mehmet Fatih BALKI
“Ay, kız. İrem. Bak böyle uzun boylu, beyaz tenli ve çok da yakışıklı bir misafir gelecek size. Bu adamın bir derdi var, böyle karanlık bir sıkıntısı. Bekârsa ara beni, evlenirim ben bununla…”
“Anne, başka misafirler de mi gelecek?” Mert annesine bu soruyu yönlendirene kadar ne Ayşen (İrem Hanım’ın kankitosu) ne de İrem Hanım (Mert’in öz annesi) Mert’in mutfakta olduğundan haberdar değildi. İrem Hanım bu ani soruya ürkse de Mert’in elindeki kitabı gördü ve “Mert, tatlım. Deden okusa o kitabı, olmaz mı?” diye sordu. Ayşen de her zamanki kahkahalarından bir tanesini sunduktan sonra “Ay, yavrum. N’apacaksın öyle kitaplar falan? Fal varken kitaba mı düştük?” dedi ve kendine has kahkahasını atmaya devam etti. Mert üzüldü ama sevimli yüzünü yukarı aşağı salladıktan sonra paytak adımlarıyla salona geçti.
Dedesinin üçlü kanepede uyuduğunu gören Mert, iki eliyle kitabı güzelce kavradı ve “DEDE, DEDE, DEDE, DEDE UYAN, UYANDIN MI, DEDE, DEDE!” şeklinde bağırarak kitapla dedesine vurmaya başladı. Evde Cemal Bey (Mert’in öz babası) olsaydı bu davranışına çok sinirlenirdi ama yoktu işte… Dedesi uyanır uyanmaz yavaşça kitabı Mert’in elinden aldı ve “Mert, neden bana bu kitapla vuruyorsun?” diye sordu. Mert dolmuş gözleri ve ağlamaklı ses tonuyla dedesini yanıtladı: “Çünkü annem bana bugün bu kitabı okuyacağına söz verdi. Kapı çaldı. Ayşen gelmiş. Gittiler mutfağa. Birkaç kez hatırlatmak istedim ama beni dinlemediler. Kahve içtiler ve ikisi de kararmadı. Bana hep yalan söylemişler. Sonra pis bardaklarına bakarak konuştular. Fal bakıyorlarmış. Neden annem benimle ilgilenmiyor da pis bardaklara bakıyor, dede?” Dedesi, Mert’in ağlama nöbetini başlatmamak için hızlıca kitabı çevirdi ve kapağına bakınca duraksadı. “Sodom’un 120 Günü mü? Mert, bu kitap sana göre değil ki…” Mert, çoktan alt dudağını çıkarmıştı ve neredeyse ağlayacaktı; “Sen de bana kitap okumak istemiyorsun! Neden kimse beni düşünmüyor!?” Dedesi kanepeden kalkıp Mert’in yanına oturdu ve “Öyle dememelisin. Herkes seni düşünüyor ama bazen koşullar ve kararlar senin isteğinin dışında gelişebiliyor. Unutma, hepimiz tek bir ortak realiteyi yaşıyoruz.” Mert anlamadığını belli eden surat ifadesini dedesine çevirdi ve ağlamamak için verdiği ani nefesten sonra sordu; “Ortak neyde yaşıyoruz?” ***
1
İnsanların sahip oldukları duyu organlarıyla analiz ederek varlığını kabul ettikleri gerçekler bütününe ortak realite denilmektedir. Eğer bir oda içerisinde 5 kişi varken; son seste müzik çalındığı 4 kişi tarafından duyuluyor ve 1 kişi tarafından duyulmuyorsa, o duymayan 1 kişinin duyma sorunu çektiğini düşünürüz, müziğin olmadığını değil. Eğer bu 5 kişiden 1 tanesi hiçbir şeyi görmüyorsa, bu durum; odanın ve diğer kişilerin o odada olmadığı anlamına gelmez, odanın içerisinde görmeyen 1 kişi var denilir. Her duyu organının işlevini tek tek saymayacağım, olayın özü şu; bireyin algıladığı bir realite vardır ve bu bireyin diğer bireylerle aynı deneyimlere sahip olduğu realiteye ise “ortak realite” denilmektedir. Eğer her duyusu sorunsuz çalışan 5 kişiyi bir odaya koyarsanız, 5’inin de aynı deneyimleri onayladıklarını göreceksiniz… Bunun yanı sıra, realite denilen şeyin sadece “ortak realite” içerisinde bulunma zorunluluğu yoktur. Bazı insanlar, ortak realite ile kendi realitelerini birbirinden ayıramaz. Hayali arkadaşlar edindiği düşünülen insanlar vardır, kendini doktor sanan insanlar, yaratıklarla savaşanlar… Tüm bunlar kendilerine inandırdıkları yalanlardan ibaret midir? Görmek, duymak, tatmak, koklamak ve hissetmek… Ortak realiteyi eksiksiz tarif edebilmek için bu duyularımızın aktif hâlde çalışması gerekir, bilirsiniz… Ancak bu duyuları analiz eden nöroendokrin organın kendisine has başka bir duyusu olabilir mi? Olur tabii… Bu da soru mu? Önsezi denen bir şey var. Yani, yetersiz bir tanım ancak idareten kullanabiliriz. Epifiz bezimiz bize farklı realiteleri analiz etme yeteneği sağlar. Bazen ortak realitede “gelecek” vaatleri sunarken bazen de astral seyahatler sunar. Ama en önemli görevi ise doğanın kendi dengesini yitirmemesi için vücutlarımızı bir son için hazırlaması: Ölüm. İnsan bedeni doğarken ve ilk DMT’yi (C12H16N2) salgılarken, epifiz bezinin analiz raporları oluşmaya başlıyor. Doğadan edinebileceği enerji türleri, depolayabileceği maddesel yapılar ve organik verilerin işlenmesi sonucunda sizden önceki aile bireylerine benzer yapıda bir form alan bedene sahip olmanız... Burada zaman devreye giriyor çünkü doğanın kendi kısır döngüsünü devam ettirebilmesi için açığa çıkan enerjinin Dünya’ya geri verilmesi gerekli. Bir de müptezel tanrıların musallat olduğu bir gezegenden bahsedecek olursak, epifiz bezimiz en kritik görevi üstlenmiş durumda diyebiliriz.
2
Dünya’ya “Üzerinizdeki canlı formlarda bulunan epifiz bezinin önemi nedir?” sorusunu yöneltseydik “Hepsinin canlı cehenneme! Nereden bulaştılar bana, bilmiyorum ki? Gitsinler Neptün’e salça olsunlar. Neyi yanlış yaptım ben? Ha? Neden ben?” gibi faydasız bir cevap verirdi. Bu yüzden olayın daha derinine inmek için Utnapiştim’in hayatını incelememiz gerekiyor… Mu Kıtası’nda kavurucu bir yaz günüydü ve insanlar serinlemek için kıtanın merkezine yakın bölgelerde bulunan göllere gidiyordu. Utnapiştim ise o gün evde kalmaya karar vermişti ve bu kararından dolayı oldukça pişmandı çünkü bir gram bile esmiyordu. Ailesi bile göllerden birinde serinlemekteyken neden o bu kadar isteksizdi, bir anlam veremiyordu. O esnada ahşap evinin kapısına üç tane sert darbe indi. Utnapiştim kapıyı açtığında karşında hafif transparan ve işlemeli bezlere sarılı üç adet hanımefendi duruyordu. Hepsi de kikirdeyip duruyordu. Sarışın ve mavi gözlü olanı elinde tuttuğu kâğıdı Utnapiştim’e verdi ve üçü de aniden arkasını dönüp gitmeye başladı. Utnapiştim kâğıdın üzerinde bir takım semboller olduğunu gördü ve başını kâğıttan kaldırdığında o üç hanımefendinin hemen karşısında dikildiğini gördü, bu sefer kikirdemiyorlardı. Kadınlardan ikisi Utnapiştim’i kollarından tutmuşken diğeri ise metalik gri renkte bir çubuk uzattı. O esnada Utnapiştim için ortak realite kayboldu. Birçok bulut, sonu gelmeyen yağmurlar, adanın tam merkezine düşürülen ışık topu (Aslında bu ışık topu bir atom bombası ama Utnapiştim atom bombasının ne olduğunu bilmediği için hayalinde onun bir ışık topu olduğunu düşündü. Aslında o zamanlarda elektrikle elde edilen ışık ve top da yoktu. Demek ki o başka bir şey gibi algıladı ama ben ışık topu demekle yetiniyorum.), yerden ve gökten fışkıran sular, dev dalgalar, devasa bir gemi, geminin içindekiler, tufanın sonu, yeni bir hayat… “Program başarılı bir şekilde yüklendi.” dedi kadınlardan biri. “Bıraksana şu adamı, kızım. Ne diye tutuyorsun hâlâ?” diye sordu diğeri. “Ya, çok güzel değil mi kolları, elleri? Hem yumuşak hem de sertler.” diyerek yanıtladı öteki. “Kızım, sen sapık mısın? Bıraksana evli barklı adamı!” diyerek hiddetlendi birisi. “Ne var ya? Kaç gündür yoldayız, olamaz mı?” diyerek kendini savunmaya çalıştı ama Utnapiştim’i bırakmadı diğer hanımefendi. “İyi, biz gidiyoruz. Sana mutluluklar.” diyince öteki, “Tamam be, tamam.” diyerek bıraktı adamı, inatçı olan. Utnapiştim’in ailesi geri döndüğünde, onun büyük bir gemi yapmak için uğraştığını gördüler. Birkaç arkadaşı da bu hâlini görünce “Neden bu gemi yapımı konusunda ısrarcısın? Sonbaharı beklesene. Rahat rahat, hep birlikte yaparız.” dedi. Utnapiştim vakitlerinin kalmadığını söyleyince de arkadaşları; “Bu
3
sıcakta o gemiye ihtiyaç duyacak kadar yağmur yağsın, o gemiyi al bana sok.”, “Ulan bu adam sıcaktan kafayı yedi, keriz mi sanıyor bizi? Kesin alıcısı çıktı, iyi de para alacak. Bir de bizden yardım istiyor, yemezler.”, “He ya, yerin dibinden su fışkıracakmış. Ulan iki tas su içmek için şu dağın yamacına kadar niye gidiyoruz? Ne aptalmışız biz!” ve benzeri küçük düşürücü cümleler kurarak onunla alay ettiler. Bu hızla gidersem asıl konuyu kaçıracağız. Yardım edenler çıktı, gemi tamamlandı, Sirius Takım Yıldızı taraflarından tetiklenmiş olan nükleer bomba Mu Kıtası’nın merkezine isabet etti, aniden yoğuşan hava sebebiyle fırtına oluşurken gerçekleşen darbenin etkisiyle birlikte kıtanın dört bir yanından dev dalgalar geldi, Mu Kıtası’nın %76’sı çöktü, gemi iş gördü, Utnapiştim ve gemideki canlıların çoğu Asya Kıtası’na sağ salim ulaştılar, sular çekildi ve yeni bir hayat başladı. Tıpkı Utnapiştim’e programlandığı gibi… Asya Kıtası’nda kurdukları bu yeni hayatta, herkes eskisi gibi yaşıyordu ve Utnapiştim de insanları yönetiyordu. Ancak ufak bir sorun vardı; herkes doğuyor, yaşlanıyor ve ölüyordu. Utnapiştim ise yüzyıllardır ne yaşlanıyordu ne de ölüyordu. Birçok kez aile kurdu. Kendi idari reformlarını kendi gerçekleştirdi. İnsanlara türlü zanaatlar öğretti ancak hiç yaşlanmadı. Bir gün Utnapiştim’e 3 hanımefendi ziyaretçisi olduğu söylendi. Kadınlar, Utnapiştim ile yalnız kalarak görüşebileceklerini belirtmişler. Kesin kâhyanın abartması. Ölümsüz adamla üç hanımefendi ne yapsın? Neyse, hanımefendilerin sözde talebi üzerine görüşme bu şekilde gerçekleştirildi. “Bana ne yaptınız?” diye sordu Utnapiştim. Kadınlardan biri “Sanırım programını yüklerken epifiz bezine hasar verdik. Özür dileriz.” dedi. “O ne demek?” cümlesini tamamlayamayan Utnapiştim yere yığıldı. Kadınlardan bir tanesi Utnapiştim’in kafatasını kırarken diğeri de normale oranla 192 kat büyümüş olan epifiz bezini söküp yerine normal ölçülerde bir tanesini monte etti. Yine metalik gri renkteki çubuk görüldü bir ara. Utnapiştim gayet başarılı bir ameliyat atlatmış oldu. Sonra kadınlar gitti. 30 yıl sonrasında ise Utnapiştim öldü. *** Diyafondan gelen “Mistır Holisid geldi, efendim!” uyarısıyla toparlandı Müdire Hanım. İki taraflı diyafonu her ne kadar bozmak, parçalarına ayırmak istese de yapamıyordu. Sonuç itibariyle bu okulun bir demirbaşıydı ve en iyi şekilde kullanılması gerekiyordu, vatandaşların verdiği vergiler boşa mı gitsindi?
4
Her zamanki gibi, yine Müdire Hanım’ın cevap vermesi beklenilmedi ve kapı açıldı. Kapıda duran adam 1.87 boyunda, siyah ve düz saçlara sahip (gayet kısa bir kesim kullanıyordu, tek tarafa fönlediği saçları gayet nizami duruyordu), mavi gözlü ve beyaz tenliydi. Giyindiği takım elbise ile taşımakta olduğu çanta da uyum içindeydi. Müdire Hanım kapıya “Beyefendi, okullar kapanalı bir hafta oluyor. Yeni kayıtlara da epey var, ne diye geldiniz?” azarlamasını sunmak için dönmüşken, karşısında Mr. Holyseed’i görünce duraksadı. Oturuşunu düzeltti. “U ile.” dedi. Mr. Holyseed gözlerini kısıp anlamadığını ifade edince Müdire Hanım ayağa kalktı ve elini uzattı; “İsmim Ruveyda. U ile söyleniyor.” Tanışma faslı bittikten sonra buz gibi limonatalar ancak gelebilmişti. Müdire Hanım ciddi anlamda bu okul hademesinden bıkmıştı. Her hareketiyle Müdire Hanım’ı rezil etmeyi beceriyordu. Bir de Mr. Holyseed’in limonatasını masaya vurarak bırakması yok mu… Tam bir kovulma sebebi ama şu an misafirine odaklanmalıydı. Ne diyordu Mr. Holyseed; “Bizlere ilettiğiniz atom teorisi için size müteşekkiriz. Sanırım bu tezi sunan kişinin akrabalarından bir tanesiyle daha önceden tanışıyoruz. Şu videoyu izleyebilir misiniz?” Mr. Holyseed çantasından çıkarttığı dizüstü bilgisayarında bir video oynatmaya başladı. Videoda üzeri kan lekeleri ile kaplı bir hanımefendi tam Mr. Holyseed’i öpecekken, sol kulağından giren ok ile yere yığılıyordu. Mr. Holyseed yanan araçların ardındaki ormana doğru haykırırken arkasındaki binanın çeşitli bölümlerinde şiddetli patlamalar oluyordu. Mr. Holyseed patlamakta olan binadan uzaklaşırken karşısında elinde balyoz olan biri beliriyordu ve tek hamlede Mr. Holyseed’i yere seriyordu. Eli balyozlu adam Mr. Holyseed’e hiç acımadan vurmaya başlamışken video durduruldu, biraz geri sarıldı ve ekran, eli balyozlu adamın yüzüne yakınlaştırıldı. “Bu adamı tanıyor musunuz, Ruveyda Hanım?” Müdire Hanım bir müddet düşündükten sonra Cemal Bey’in şiddetli girişini hatırladı. “Oğluma ne yaptınız?!” diye haykırarak odaya giren adamın suratı ile bu videodaki adamın suratı neredeyse aynıydı. “Anlatsalar inanmazdım. Bu Cemal Bey sanırım. Film yıldızı mıymış? Siz de başroldesiniz sanırım. Filmin adı neydi? Mutlaka izlerim. Normalde sinemayı takip eden biriyim ancak bu filmi daha önce duymadım. Sanırım ülkemizde yayına girmedi…” Mr. Holyseed, doğru yolda olduğunu anlayınca gülümsedi, “Filmin son sahnesini henüz çekemedik. Bu sebeple henüz yayınlanmadı. Sözüm olsun, film tamamlanınca size izleteceğim.” dedikten sonra ayağa kalktı ve ortasından yırtıldıktan sonra pek de özenilmeden yapıştırılmaya çalışılmış dünya haritasının yanına gitti; “İnsanları
5
anlamak güç. Varlığını sağlayacak tek enerji merkezi olan bu masum gezegene biraz daha değer veremezler mi, hiç anlamıyorum.” “Şey, o haritayı Mert’in annesi yırtmıştı. Bunu yaparken kendince haklı sebepleri vardı.” diyerek kendini savunmaya çalıştı Müdire Hanım. “Anlıyorum. Kendilerinin adresini bana verme şansınız var mı? Filmimizin son sahnesini çekebilmek ve Mert’in tezini tartışmak için buna ihtiyacım var.” dedikten sonra adresi alan Mr. Holyseed, gayet asil ve centilmen tavırlarıyla okuldan ayrıldı. *** Mert’in dedesi çalışma odasında bulunan piyanonun başına geçmiş, başına da piyano çalarken geçirmeyi sevdiği uzun siyah şapkasını geçirmiş ve kendini en narin ezgilere bırakmışken burnuna kötü kokular geldi. Bir iki öksürükten sonra şapkasını çıkardı ve piyanonun üzerine bıraktı. Kokular Mert’in odasından geliyordu ve gerçekten de leş gibi kokuyordu. Odanın kapısını açtığında duvarların simsiyah boyandığını, beyaz bir tozla odanın her yerine değişik semboller çizildiğini, duvarlara çivilerle çakılmış birkaç canlı türünün cesedini ve motiflerine son rötuşlarını yapmakta olan Mert’i gördü; “Mert, ne yapıyorsun burada?” Mert, çizmekte olduğu son sembolü de bitirdikten sonra, yere çizilmiş şekilleri bozmadan ve yanan mumları söndürmeden, dikkatli bir şekilde odadan çıktı; “Dede, DEDE, DEDE! Annem fal baktırınca mutlu oluyor ya, ben de onun falına bakacağım!”
“İyi de Mert, ben böyle fal bakıldığını düşünmüyorum.”
“Dede, kızma ama ödevimi yapmadım. Nasıl fal bakılır, onu araştırdım. Annem çok sevinecek.”
“Nasıl bakılıyormuş?”
“Bu pentagramın ortasına geçip bir dilek tutsana, dede! Sonra da iki elinin parmaklarını şıklat, lütfen. İlk senin falına bakmış olayım.” Dedesi, Mert’in hevesini kırmamak için pentagramın merkezine geçti, dilek tuttu ve iki elinin parmaklarını şıklattı. Parmaklarını şıklattığı anda, sanki beyninden vurulmuşa döndü. O kadar sert bir darbeydi ki bu, neredeyse yere düşecekti. Ama belli ettirmek istemedi. Ağır adımlarla Mert’in odasından çıkıp kendi odasına geçti. Yatağına uzandı ve kendisiyle konuşmakta olan Mert’i izlemeye başladı. Mert’in kafası balon gibi şişmeye mi başlamıştı yoksa dedesine
6
mi öyle geliyordu? Oda bir daralıp bir genişliyordu. Ellerinde çiçekler açıyordu. Dört yapraklı yoncalar, hepsi de buz gibi. Ferahlıyordu her yer ve yanıyordu her şey. “DEDE, DEDE…” Mert’in söylediklerini iyice yavaş çekimde duymaya başladı. “NE GÖRDÜN, DEDE?” Ve aniden uykuya daldı. *** Mert’in dedesi uyandığında beyaz bir boşlukta düşmekte olduğunu fark etti. Önce sadece kendi vardı. Sonra düşmekte olan diğer varlıkları fark etti. Ateşten yaratılmış ve ürkütücü görüntüye sahip onlarca varlıkla birlikte düşüyordu. Ateşten yaratılanların hepsi huzursuz ve acı içerisinde çığlıklar atıyordu; “Süleyman! Yine mi bizi dünyaya çağırıyorsun?!”, “Bıktık artık şu insanların savaşından!”, “Hani bir daha bizi çağırmayacaktın! Ortalık malı olduk iyice!”, “Canım acıyor, bu eziyet artık bitsin!”, “Bu adam da kim böyle? Neden bizimle birlikte düşüyor?”, “Süleyman mı o? Mührü neden saklamadın, Süleyman?” “Ben Süleyman değilim! Görmüyor musunuz, sizinle birlikte düşüyorum!” diye çıkıştı Mert’in dedesi. O esnada bir enerji patlaması gerçekleşti ve etrafındaki tüm ateşten yaratılanlar büyük bir hızla Mert’in dedesinden uzaklaştı. Sonra bir patlama daha oldu ve her yer karardı. ***
“Mert. Pişt. Mert. Bıraksana dedeni, rahat rahat uyusun.”
“Dedem uyumuyor ki… Onun falına bakıyorum, annecik.”
“Böyle fal mı olurmuş, hayatım? Nasıl bakıyorsun, gel bana da bak bari…” Mert ve annesi, Mert’in odasına yaklaştıkça kötü kokular katlanılmaz bir hâl almaya başladı. Kadıncağız burnunu tıkadı ve kapıyı açtığında çığlık atmadan duramadı; “Mert, bunlar ne böyle?” Mert, odasını temizleyeceğini söyleyen annesine karşı ağladı, bağırdı, en azından bir kere falına bakması konusunda onu ikna etti. Annesi pentagramın merkezine geçti, bir dilek tuttu, iki elinin parmaklarını aynı anda şıklattı
7
ve beyninden vurulmuşa döndü. Dengesini yitiren kadıncağız güçlükle odasına ulaştı, evet, yolculuğunun yarısını yerde sürünerek gerçekleştirirken Mert de annesinin sırtına atlayıp “Dıgıdık, dıgıdık!” diye bağırdı. Güçlükle yatağına uzandıktan sonra Mert’in konuşmasına kulak kabarttı. Midesi bulanıyor ve başı dönüyordu. Soğuk terler döküyordu ve Mert susmak bilmiyordu; “NE GÖRDÜN, ANNECİK? FALINDA NE ÇIKTI?” *** İrem Hanım gözlerini açtığında kucağında uzanan Mert’i gördü. Karşı koltukta oturan Ayşen aniden ayağa kalktı ve “Ben evlendim, İrem. Artık birbirimize fal bakamayız. Hatta küsmeliyiz. Bir daha bana selam verme!” diyerek uzaklaştı. Mert de elindeki kitabı annesine verdi ve “Söz vermiştin, annecik. Okur musun artık?” dedi. “Mert, sen okumayı da yazmayı da biliyorsun, neden bu kitapları bana okutuyorsun?” diye sordu annesi. Mert üzüldü ve annesinin kucağından aşağı indi. “Sonsuz sayıda paralel evren üretiyorum ve bana kitap okuduğun tek bir evren olmadı! Algılanabilinen tüm evrenleri ve hatta realiteleri yok edeceğim!” diye saygısızca annesine bağırdı. Paytak adımlarla koşarken neredeyse düşecekti ama annesi onu yere düşmeden yakaladı. “Tatlım, bir yerini inciteceksin. Biraz yavaş ve dikkatli hareket edemez misin?”
“Edemem, anne! Hiçbiriniz beni sevmiyorsunuz!”
“Sevmez olur muyuz, canımın içi? Sadece, bana istemediğim şeyleri dikte etmene artık katlanamıyorum. Bu arada ben sana kitap okuyacağım hakkında da bir söz vermedim. Kaç gündür başımın etini yedin. Saçma sapan kitaplar getirip duruyorsun, yeter!” “Tüm varoluşu mahvedeceğim. Hayır, tüm gerçeklikler kalacak ama herkes varlıkları boyunca acı çekecek. Kimse kimseyi sevemeyecek ve herkes kitap okumak zorunda kalacak. Okumaktan kör olacaklar ama ben onları tedavi edince tekrar okumaktan kör olacaklar!” “Mert! Bağırttırma şimdi beni bilmediğim şu evrende! ‘Yeter’ dedim. Kimseye kötülük yapmak yok, o kadar! Anlaşıldı mı?”
“Ya, ama anne!”
“Anne falan yok. Annen olmam senin, öyle evrenleri falan yok edersen. Anlaşıldı mı?”
8
Mert omzunu silkti ve birkaç sert adım attıktan sonra ıslık çalmaya çalıştı. Tam olarak beceremedi. İyice sinirlendi ve kısa bir alkış tuttu. O esnada Ayşen geri geldi; “İrem, kız. Fal bakayım mı sana? Dedikodu da yaparız biraz… Olmaz mı?” ***
“Haydi ama! Herkes mi uyuyor bu evde?!”
“Ben uyumuyorum, baba.”
“Karnım aç, Mert. Ne yiyeceğiz? Anneni uyandıralım, ha, ne dersin? Bize güzel bir şeyler hazırlar belki?”
“Olmaz. Uyandırmayalım.”
“Nedenmiş o? Bak çocuk, senin ciddi sorunların var. İhtiyaçlarını belirleyip insanları yönlendirmede inanılmaz derecede başarısız birisin. İşin gücün kimyalı, fizikli şeylerle uğraşmak... Sana gerçek bir erkek nasıl karnını doyurur öğreteceğim!”
“Baba! Onlar uyumuyor. Ben onlara fal bakıyorum.”
Cemal Bey, ifade sunmayan bakışlarını 37 saniye boyunca Mert’e yönlendirdikten sonra kendine geldi. “Fal mı dedin sen?” diye sordu. Mert, babasının elinden tutarak leş gibi kokan odasına götürdü. Nasıl fal baktığını açıkladı. “Bu muhteşem bir şey, oğlum! Hemen bir dilek tutuyorum!” diyerek pentagramın merkezine atlayan Cemal Bey, parmaklarını şıklattıktan sonra beyninden vurulmuşa döndü. Çılgın bakışlarının yerini aklı başında bir adamın bakışları aldı. Dikkatlice odadan çıktı ve mutfağa geçti. Buzdolabını açtı; “Bendeki de laf yani, burada bir sürü yemek var. Hangisini ısıtalım, Mert?” diye sordu. Mert ve babası güzel bir sohbet eşliğinde yemeklerini yediler. “İrem, İrem… Senin hakkını nasıl veririz bilemiyorum. Gerçekten de yemekler enfesti. Değil mi, Mert?” Mert, kahkahalara boğulmuştu. Çok güzel vakit geçiriyorlardı. Babası, yemeği biraz hızlı yediklerini ve bu metabolizmasal sebeplerden dolayı birazcık uyuması gerektiğini belirtti. Mert itiraz etmedi. Babası yatmak için kendi odasına gitti, Mert ise dedesinin çalışma odasına…
9
*** Cemal Bey uyandığında etrafında onlarca bilim insanı vardı. “Uyandı.” dedi aralarından bir tanesi. Bir başkası Cemal Bey’in karşısına oturdu ve sol çaprazında bulunan ekran açıldı. Ekranda Mert ve dedesinin kurak bir araziye taş gömdükleri görülüyordu. Sonra ekran karardı ve tekrar aydınlandığında arabayla evlerine dönmekte olan Mert ile dedesi belirdi. Ekran, üç boyutlu ortamda rahatça dolaşabiliyor ve ne Mert ne de dedesi bu kayıttan haberdarmış gibi durmuyordu. “Cemal Bey, şu anda Dünya üzerinde gözlem yapamadığımız 48 nokta var. Bunlardan bir tanesi de oğlunuz ve babanızın o taşı gömdüğü bölge. Bizden sakladığınız şey nedir?” Cemal Bey etrafındaki kişilere baktı. Ortam gayet ciddiydi. Bir korku belirdi içinde. Korkuyu bertaraf etmeye çalışan mantığı şahlandı bir anda ve “Madem gözlemleyemiyorsunuz, bu kayıtları nasıl bana izletiyorsunuz?” diye sordu. Karşısındaki adam boynunu kütlettikten sonra sırıttı ve “Çünkü o taşı beslemesini biliyoruz ancak gözetim boyunca onu besleyecek enerjiye sahip değiliz. O taşı neden oraya koyduğunuzu sorabilir miyim?” Cemal Bey’in hemen yanına bir ameliyat düzeneği kuruldu. “Siz anlatmak istemezseniz, biz bu bilgiyi çekip alırız. Hiç sorun değil…” dedi biri, pis pis gülüyordu diğeri. Cemal Bey, “Bakın, ben hiçbir şey yapmadım. Bu yargılama şekliniz hiç hoş değil!” derken, nedendir bilinmez, biraz sesini yükseltti… *** Mert, dedesinin çalışma odasında bulunan sünger üretim cihazının sıvılarını tamamladıktan sonra dikkatlice merdivenlerden indi ve salona geçti. Üçlü kanepenin altından çıkarttığı “Kabala” kitabını sehpanın üzerine koydu ve kaldığı yerden okumaya devam etti. O esnada zil çaldı ve Mert kitabını kapatıp yine kanepenin altına sakladıktan sonra giriş kapısına koştu. “Kim o?” diye bağırdı, kapıyı açmadan. “Mert, sen misin?” diye cevapladı kapının ardındaki kişi. Bazen kapının önündeki güvenlik kameraları işe yarar. Elindeki silaha susturucu takan birisini görürseniz kapıyı açmaz ve derhal polisi ararsınız. Hoş, kendinden susturuculu MAXIM 9 türü silahlar da üretildiği için, susturucu takmakta olan bir suikastçı göremeyebilirsiniz. Belki de susturucusunu çoktan
10
takmıştır ve bel tarafındaki bölmeye silahını çoktan gizlemiştir. Bunu da bilemezsiniz. Demek ki, kapı önü kameraları pek de bir işe yaramıyor. Mertlerin evinde de bu yüzden kamera yok. Her neyse, kapıyı çalan kişi Mr. Holyseed ve “Açsana kapıyı, Mert. Neden beni burada bekletiyorsun?” diyor. “Çünkü herkes uyuyor.” cevabını alıyor. Güçlü bir manyetik kullanarak kapı kilidinin dişlerini etkisiz hâle getiriyor ve anahtar çevirmesine ya da kapı kolunu kullanmasına bile gerek kalmadan kapıyı açıyor. “İlgin için teşekkür ederim, Mert.” diyor ve canını acıtmayacak şekilde Mert’i kenara iterken “Deden nerede?” diye sormayı ihmal etmiyor. Mert, sinirli bir şekilde üst katta olduğunu söylüyor. Bu esnada Mr. Holyseed’in aklına, bunun bir tuzak olabileceği geliyor ve Mert’i önden gönderiyor. Üst kata çıktıklarında leş gibi kokan odanın önünden geçerken, “Vay be! Kaldı mı böyle şeyler? Şu işaretlere bak! Anlamsız sembollere tapıp arkadaşlarınızı mı çağırıyorsunuz?” diye soruyor. “Hayır” diyor Mert, “Ben o odada insanların falına bakıyorum.” “Bakalım suikastçımı nasıl öldürüyorum?” diye düşünüyor Mr. Holyseed ve “Bana da bakar mısın?” diye küçümser tebessümünü sunuyor. Mert, o pentagramın ortasına geçmesi gerektiğini ve iki elinin parmaklarını şıklatması gerektiğini anlatıyor. Mr. Holyseed kısa bir kahkaha attıktan sonra “Derhal!” diyor ve pentagramın merkezine adeta atlıyor/zıplıyor/zıpkınlanıyor/hopluyor/ denk getiriyor/ayakları bile acımıyor. Fakat sonra, iki elinin parmaklarını da şıklatınca, Mr. Holywood beyninden vurulmuşa dönüyor. “Ne oldu öyle?” diyerek, tamamen refleks, bir kez daha şıklatıyor ve bu sefer daha da şiddetli hissediyor. “Müptelası olur insan bunun!” diyerek yine şıklatıyor, yine beyninde bir zonklama, bir patlama, bir infilak oluş hissediyor. Epey başı dönüyor. Odadan dışarı çıktığında “NE GÖRDÜN, NE GÖRDÜN?” diye defalarca bağıran Mert’in tiz sesi, Mr. Holyseed’in iyice başını döndürüyor. “Bağırma, lütfen…” diyebiliyor ve tökezliyor. Belindeki silaha davranıyor, çıkarıyor, kendi başına dayayıp ağlamaya başlıyor, sonra öfkeyle silahı fırlatıp yere yatıyor, ağlamaya devam ediyor. Mert bu duruma üzülüyor ve mutfaktan su getirmek için paytak adımlarıyla merdivenlerden inmeye başlıyor. “Nereye kaçıyorsun? Dur hemen!” diye bağırmak istiyor Mr. Holyseed ancak sesi çıkmıyor. Hüngür hüngür ağlarken Mert’in peşi sıra ilerliyor. Mert, Mr. Holyseed’in ayağa kalktığını görünce seviniyor ve “NE GÖRDÜN?!” diye bağırıyor. Mert’in tiz sesi sebebiyle adamın tüm dengesi kayboluyor ve merdivenlerden aşağı yuvarlanıyor. *** Mr. Holyseed, büyük bir patlamanın etkisiyle uyandı. Etrafında büyük bir savaş var gibiydi. Bunu, uyandığında duyduğu seslerden tahmin etti. Taramalı tüfek sesleri, büyük patlamalar, acı çeken adamların çığlıkları… İnanılmaz derecede rahatsız oldu ve yanındaki varili kendisine siper ederek bekledi. Çatışmada herhangi bir sakinleşme olmayacağını anladığında hafifçe ayağa kalktı ve
11
bulunduğu tepeden aşağı doğru baktı. Düz bir arazide birbirini öldüren binlerce Mr. Holyseed olduğunu görünce aklını yitirecek gibi oldu. Ve onları gördükten sonra, savaşanların tüm acılarını hissetmeye başladı. Gördüğü ne kadar Mr. Holyseed varsa hepsinin acısını tek tek hissedebiliyordu. Biri kolundan bıçaklandığında “YAPMA, O SENSİN!” diye bağırdı, kurşun birinin başına isabet ettiğinde gözleri kararıp yere yığıldı, sonra hemen ayağa kalktı ve büyük bir patlama olduğunda ise tüm bedeninin yandığını hissetti… Tüm bu acıları hissederken, gökyüzünde Helyum doldurulmuş balonların iplerine kendi vücudunu dolaştırmış ve patlamaların etkisiyle bir sağa bir de sola savrulan Mert’i gördü. Acı çığlıklarının arasında “NE YAPTIN BANA!” diye haykırdı. Mert onu duydu ve var gücüyle bağırdı: “BEN BİR ŞEY YAPMADIM! SAVAŞANLARA BAKSANA! ONLAR SENSİN!” Bir patlama daha oldu ve Mert uzaklara uçuştu. Sonra rüzgârın etkisiyle aksi yönde ilerledi ve acı içerisinde çığlıklar atan Mr. Holyseed’e seslendi: “NEDEN HÂLÂ KENDİNLE SAVAŞIYORSUN? CANIN YANMIYOR MU?” Helyum dolu balonlara bağlanıp bir sağa bir de sola doğru uçuşurken bu soruyu sormak kolaydır, bilirsiniz. Ancak; Mr. Holyseed’in çektiği acılar sebebiyle bırakın bu soruyu sormayı, cevaplayamıyordu bile… Sonra ciddi anlamda büyük bir patlama oldu ve Mr. Holyseed tüm acıları iliklerine kadar hissetti. Bir müddet herkesin yere yığıldığını gördü. Artık acılar baskın ve akıl alıcı değildi ancak her yeri sızlamaya devam ediyordu. Kesik ve derin nefesler almaya çalışırken Mert’e döndü ve ses tellerini yırtmaya çalışır gibi haykırdı: “ÇÜNKÜ;
12
O esnada Mr. Holyseed’in arkasından birisi “Yanlış cevap.” dedi ve kafasına balyozu indirdi. Mr. Holyseed, yalan olmasın, yerde iki kez sekti ve ayaklanmasına fırsat kalmadan elleri ve ayakları kelepçelendi. Kendisini kelepçeleyen kişi, tek hamlede Mr. Holyseed’i sırtüstü çevirdi ve Mr. Holyseed adamı tanımadığını göstermeye çalışırcasına alt dudağını çıkarıp başını sağa sola salladı.
“Doğru cevap şu olacaktı; çünkü sevmeyi öğrenemedin.”
Büyük patlama sonrasında yere yığılmış olan Mr. Holyseed’lerden çoğu ayaklandı ve yeniden savaşmaya başladı. Yere kelepçelenmiş olan ise savaşın tüm acısını çekmeye devam etti. *** Kapıyı açık gören Ayşen tedirgin adımlarla içeri girdi. Merdivenlerin ucunda yerde yatmakta olan adamı görünce çığlık attı ve polisi aramak için hızlıca telefonunu çantasından çıkarttı. O esnada mutfaktan çıkan Mert’i görünce kısa bir şok geçirdi. Mert de elinde tuttuğu spreyi Ayşen’e sıktı ve kızcağız yere yığıldı. Ayşen uyandığında kendisini Mert’in odasındaki pentagramın merkezinde buldu. İğrenç kokuyordu ve istifra etti. Mert odanın dışında kendisine bakıyordu ve sağ tarafında bulaşık makinesi, sol tarafında ise televizyon duruyordu. İlk defa bu cihazların kolları ve bacakları olduğunu görmüştü. Mert, “Bağırıp kaçmaya çalışacak mısın?” diye sorunca, hızlı hareketlerle başını sağa sola sallayıp “Hayır.” cevabını verdi. Mert de elindeki kumandadan birkaç tuşa basarak, kolu bacağı olan cihazları evdeki gündelik pozisyonlarına gönderdi. “Ayşen, hayatımdan çıkman için elimden geleni yaptım ama hiçbir işe yaramadı! Neden sürekli bu eve gelip gidiyorsun?” Mert bu noktada gözdağı vermek için sinirlenip elindeki kumandayı yere fırlattı.
“Neden çıkacakmışım? Ben de bu ailenin bir üyesi değil miyim?”
“Ne? Nasıl? Hatırlıyor musun?” Mert bunları söylerken utanıp iki elini yüzüne kapadı ancak Ayşen’in hareket ettiğini hisseti sanırım ve aniden “SAKIN ÇIKMA ORADAN! BÜTÜN EVİ HAVAYA UÇURURSUN!” diye bağırdı. Gerçekten de Ayşen’in merkezinde bulunduğu pentagram lazerlerle çevriliydi ve çıkarsa bina komple havaya uçacaktı.
13
mü?”
“Hatırlamak mı? Yaşıyorum, Mert. Kaç yaşındaydım? 3 mü yoksa 4
“Bilmiyorum ama hiç de iyi bir kardeş değildin.”
“İyi bir kardeş değil miydim? Fırsat mı verdin ki kardeş olalım? Sırf annem benimle daha fazla ilgileniyor diye beni kıskandın ve şu hâlime bak! 30’larına yaklaşmış bir muhasebeciyim! Bunların hepsi, senin kıskançlığının ürünü; başka bir şey değil!” bile!”
“Saygısız! İftiracı! Büyüklerinle nasıl konuşacağını öğrenememişsin
“Öğrenemedim tabii… Öğretecek bir ağabeyim olmadı ki.”
“Ayşen, haddini aşıyorsun!”
“Her şey o mavi bisikletle ilgili, değil mi? Babam ben hastalanınca hastaneye bir tomar para bayıldı ve sana alamadı o bisikleti. Tüm mesele bu mu?” “Sen bu evdeyken, sadece o bisiklet değil, onu kendimde yapardım; herkes ve her şey seninle ilgiliydi. Bunu göremeyecek kadar körsün!” “Mert, asıl olanları göremeyen sensin. Senin yaratıcılığın, aklın, zekân nasıl işliyorsa ben de duyguları okuyabiliyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi; evdekiler benden çok seni seviyordu. Ve şu an neden hayattayım, bunu da söyleyeyim mi? Bu evde gerçekten bana ilgisi olan, diğerleri tepeyse dağ olan bir tek sen vardın.” Mert bu son konuşmayı dinlemek istemedi. “Of, Of!” diyerek yerleri tekmeledi. Ayşen yine söze girdi; “Belki senin kadar zeki biri değilim ama görüyorum ki düşmanların gelmeye başlamış. Neden kendini de benim gibi bir yetişkin bedenine dönüştürmüyorsun? Ay, dur… Tahmin edeyim. ‘Anneciğinin biriciği’ olamazsın, değil mi?” Mert sinirden deliye döndü. Kardeşler ne kadar da tehlikeli varlıklardı böyle. Tüm zayıf noktaları bilir, bilir de tam oradan vururdu. Ayşen de az şirret kız değildi. Ağzı güzel laf yapar, karşısındakinin duygularını tartarak ilerler ve istediğini yaptırırdı. Ancak Mert’in bir anda yetişkin bedenine bürünmesi demek, bu evden ayrılması demekti. Mert buna hazır değildi. Mert, bu konu
14
hakkında düşüncelere dalmışken Ayşen başka bir soruyu yöneltti;
“Peki, merdivenlerdeki adamı ne yapacaksın?” ***
Tam da bu noktada, birileri bazı sorunlar yaşandığını fark etti. Evrenin diğer ucunda biriktirilmekte olan enerjinin büyük bir kısmı yok oldu. Müptezel tanrıların milyonlarca yıldır uğraştığı, üzerine büyük emekler harcadıkları toplam enerjinin yarısından çoğu tükendi. Tam bir hayal kırıklığı/hüsran/azap/ bitmişlik… Peki, bu toplanan enerji nasıl tükenebiliyordu? Hiçbir şeyin vardan yok, yoktan da var olamayacağı gayet açıktı. Enerjiyi yok yere tüketmek mümkün değildi. Saçmalığın daniskası! Bu durumu açıklayacak birileri yok mu? Var. Zaten cevapsız soru mu olurmuş? Evrenler Arası Yıldız Takımları, Galaksiler, Canlı Yapı ve Formu; Koruma, Yaşatma ve Sürdürme Genel Komitesi Başkanlığı’nda bir hareketlilik vardı. Müptezel tanrıların gerçekleştirdikleri terör hareketlerini uzun zamandır gözlemliyorlardı fakat iş üstü basmak için son ana kadar bekleme kararı almışlardı. Şimdi ise; toplanmış olan onca enerjinin bir anda yok olması sebebiyle acil bir toplantı düzenlediler. Masa, kocamandı. Üzerinde içecek bir şeyler vardı. General susamış olsa gerek, bardağına bakıp duruyordu. Birkaç bilim adamı sağda, birkaç mühendis solda dizilmiş duruyordu. “Nerede kaldı bu arkadaş?” diyerek hiddetlenen General, sunumu yapacak olan mühendisi sıkıştırmaktan başka bir işe yaramadığını anlayınca, bardağındaki sıvıyı içti. Gerçekten de susamış olduğunu fark etti. “Lukurt” gibi sesler geliyordu yudumlarken. Bir bardak daha istedi. O esnada sunumu yapacak mühendis geldi. “Efendim! Üstün konuşturma becerilerimizi kullanamadığımız için Dünya üzerine yeni bir kara madde yerleştiren örgütün aile bireylerinden biri olan Cemal Bey’in gen örneklerinden aldık ve dizilimini ayarlayarak alıcı (receiver) hâline getirdik. Böylelikle, son zamanlarda Dünya’da gerçekleşen olaylara bir ışık tutabildik. Cemal Bey, sanki bize bilerek gönderilmiş gibiydi. Adeta bir yardım çağrısı niteliğinde kullanılmış. Cemal Bey’in babası, bizim tetikçilerimizden. Dünya üzerinde kaç tane kaldıklarını bilmiyoruz. Ancak; kayıtları incelediğimde Mr. Holyseed isimli terör örgütü üyesi bireyin hayatta olduğunu öğrendik. Bu adam, Dünya üzerinde usulsüz organik veri aktarımları yaptırarak tanrı sentez-
15
lemektedir. Dünya üzerinde bulunan insan türü canlıların %14’ünün müptezel tanrı mensubu olduğunu gördük. Evren; bilinç ve bilinçdışı alanlardan oluşmaktadır. Ortak realitenin, aslında ortak bilinç olduğunu keşfeden çocuğun babasıdır, Cemal Bey. Kendi evinde kurmuş olduğu düzenekte, aile bireylerinin beyinlerindeki Paracingulate Sulcus (PCS) kıvrımlarını manyetik alan baskılamasıyla 3cm kadar kısaltarak, o bireyleri istediği ya da kurguladığı dünyalara gönderebiliyor. Bilirsiniz, PCS kıvrımları anten gibidir; uygun açıya getirildiklerinde insan ruhunu bir yerden diğerine göndermek kolaydır. Her neyse; ana nokta şu ki bu çocuk maddesel ve anti-maddesel olmak üzere toplam dört adet evren yaratmış. Bu evrenleri yaratırken de müptezel tanrıların enerji stoklarını kullanmış.” General aniden masaya yumruğunu vurdu ve masadaki herkes korkudan titredi. “Ne anlatıyor bu arkadaş? Anlamıyorum ya! Bizim elimizde böyle teknolojiler de mi varmış!?” Bilim adamları ve mühendisler birbirleriyle fısıldaştıktan sonra “Yok, efendim.” “Çüş.” “Ama güzel salladı, kimsenin aklına gelmez böyle şeyler.” “Manyetik alanlardan görüntü elde edebiliyoruz diye biliyorum ben, değil mi?” “Bu çocuk saf, saf. Sen mi aldın bunu işe?” diye sunumu yapan mühendise yüklendiler. O esnada sunumu yapan mühendis utana sıkıla söz istedi ve “Efendim! Bu teknoloji bize ait değil. Cemal Bey’in gömleğinin cebinde kocaman bir zarf vardı. Üzerinde de kocaman harflerle ‘kullanma talimatı’ yazıyordu. Babasından aldığımız doku örneğini basit bir PROFIBUS-DP haberleşme ağı üretmede kullandık. Ancak bu ağ biraz organik yapıdaydı ve üreyerek bir File Transfer Protocol (FTP) doğurdu. Tüm evrenin bilgi ağına ulaştık ancak izin verilen tek bir dosya vardı; o da Mert’in bizim için hazırladığı videoydu. Bana sadece ‘Ortam Realite Bebeğim’ isimli videoyu indirip izlemek kaldı.” Bazı insanlar böyledir. Lafı eveler ve geveler. Bu tip insanlar genellikle hiçbir işten anlamayan ama hep de büyük bir ilgi üzerimde olsun isteyen tiplerdendir. Sunum için bütün düzenek hazırken sadece OYNAT tuşuna basıp çekilmek varken bu kadar laf dolambaçlığı yapmak hepten kibir işidir. Böylelerini toplayıp pikniğe gideceksin. Dağ başına falan… Bir de mangal… Yiyip yiyip anlatacaksın, “Cidden bak, hoş olmuyor; sen bize sıkıntı olasın diye mi doğdun, sus bi’ sus. Zaman kaybından başka bir şey değilsin, bunu anlamıyor musun?” Bak ya, sinirden Mert’in videosunu anlatamadım. Şimdi kapattılar ekranı. General ayağa kalktı ve “Gördüğünüz üzere 6 yaşında bir çocuk bizimle ittifak kurmak istiyor… Başka çaremiz de yok gibi. Herkes ilgili mertebelere haber versin. Sen! Hayır, sen! Çekilsene lan önümden! Sana diyorum, sana! Evet, sen! Sen de git şu süngerlerden üret. Çabuk ol! Savaş geliyor! Acele! Sen de dur orada. Lan kime diyorum?! Sen, sen! Sunumu yapan çocuk! Sen dur… Arkadaşlar çıksın, bir şey anlatacağım.”
16
Bazı öyküler de böyledir işte. “Ya he, he… O kadar karakterin hangi birine isim verecekmişim, bırak, anlayan anlar…” rahatlığı olunca, kimin kiminle konuştuğu pek de belli olmaz. *** Mert’in dedesi uyanır uyanmaz hızlıca üstünü başını yokladı. Hiçbir yerinde hasar yoktu. Artık düşüyormuş gibi hissetmediği için memnundu. Derin bir nefes aldıktan sonra “Vay be!” diyebildi. Ağır hareketlerle yatağından kalktı ve kapısının önündeki silahı görünce, hızlı bir hamleyle onu alıp parmağını tetiğe yerleştirdi. Kalbi gümbür gümbür atmaya başlamıştı. Gözleri yaşardı. Buğulu bir görüşe sahip oldu. Her nefes verişinde hıçkırmaktan korktu çünkü hıçkıran insanlar sağlıklı nişan alamazdı. Sıcak bir gözyaşı süzüldü sağ yanağından. İrem Hanım ile Cemal Bey’in yatak odalarının kapısı hafif aralıktı. Ayağının ucuyla kapıyı aniden açtı ve kendini duvara siper etti. İçeriden hiçbir ses gelmemişti. Odadan içeri doğru baktığında İrem Hanım’ın uyduğunu gördü; “Şükürler olsun.” Aşağı kata inmek için ağır adımlarla merdivenlere ilerliyordu. Kendi çalışma odasını kontrol etti ve temiz olduğuna ikna olunca dışarı çıktı. Mert’in odasının önünden geçerken duraksadı çünkü Mert’in odası da tertemizdi. Fal bakmak için dekore edilmiş oda eski hâlini almıştı ve hiçbir kötü koku gelmiyordu. Mert’in odasına girmemeye karar verdi çünkü en son girdiğinde neredeyse kellesi gidiyordu. Merdivenlerden temkinli bir şekilde inmeye başladı. Pür dikkat etrafını dinliyor ve tehlikenin nereden gelebileceğini hesaplıyordu. Ancak tehlike çanları yerine, tanıdık bir sesin ninni söylediğini işitti. Ses salondan geliyordu. Bir kadın sesiydi bu. Kendisini duvara siper ederek salonun kapısına kadar yaklaştı. Ninni devam ediyordu. Kimindi bu ses, tam olarak emin değildi. Kendini hazır hissedene kadar bekledi. Nefesini düzenledi. Tetik boşluğunu aldı ve bir anda kapıdan salona girdi. Üçlü kanepede Ayşen oturuyordu. Mert de onun dizlerine uzanmış vaziyetteydi. Ayşen bir yandan ninni söylüyor, diğer yandan da Mert’in saçlarıyla oynuyordu. Kendisine nişan alan dedesini görünce boştaki elinin işaret parmağını dudaklarına götürdü. Fısıltıyla bile konuşmadı, sadece dudaklarını okunacak şekilde geniş ve yavaş bir şekilde hareket ettirdi; “DAHA YENİ UYUDU.” ***
“Cemal Bey, buradan evinize gidebileceğinizi düşünmüyoruz…”
17
“Ne?! Bir de beni esir mi tutuyorsunuz?”
“Hayır, hayır… Yanlış anladınız. Elimizdeki imkânlar dâhilinde sizi evinize göndersek bile, yaklaşık olarak otuz yıl sürecektir. İnsanoğlu için bu sürenin fazla olduğunun farkındayız…” “Ne otuz yılı be? Hah! Sizin gibi uzaylıları iyi bilirim ben. ‘Ay, efendim; aslında elimizde şöyle de bir yakıt var, bunu kullanırsak beş yıla gidersiniz, dur hele, Ekrem’de daha başka bir cihaz icat etmiş ama biraz tehlikeli, e- yani, bu yolculuğun bir bedeli olacak tabii, bunlar pahalı ama hızlı gidersiniz…’ şeklinde konuşup benden bağış ya da vergiye bağlı ödeme yapmamı isteyeceksiniz, değil mi? Dünya da sizin gibi para avcılarıyla dolu, heyhat! Yer miyim ben bunları? Hepiniz paramın peşindesiniz!”
“Sizden ceplerinizi boşaltmanızı rica ediyorum.”
“Vay be! Vay be! Dediğime geldik, değil mi? Ne kadar istiyorsun, söyle! Ederin neymiş; biz de öğrenelim!” “Amacımız sizden ücret almak değil, efendim. Oğlunuz cebinize bu konu hakkında da bir not bırakmış olabilir düşüncesindeyiz.” “Yine mi oğlum?! Hey gidi, hey! Eskiden oğullar babalarıyla anılırdı. Şu hâle bak! Ben oğlumla anılıyorum!”
“Bununla gurur duymalısınız, efendim. Lütfen ceplerinizi boşaltın…” ***
Evrenler Arası Yıldız Takımları, Galaksiler, Canlı Yapı ve Formu; Koruma, Yaşatma ve Sürdürme Genel Komitesi Başkanlığı’na, Neden başka bir şey istemediniz de bizimle uğraştınız; anlamak mümkün değil. Sizin varlığınızdan haberdar değiliz mi sanıyorsunuz? Haberdarız. Haberdar olmasak bu iletiyi size nasıl gönderirdik? Ama size tane tane anlatmak gerek. Bizim enerji stoğumuzun yarısından fazlasını çaldığınıza göre; ciddi anlamda zihinsel sorunlarınız var demektir. Oraya geliyoruz. Biz gelmeden önce bizden aldığınızı geri teslim etmek için hazır etseniz iyi olur. Anlamanız için tekrarlıyoruz; iyi olur. En samimi satırlarıyla, ***
18
Müptezel Tanrılar
Ortak realitede kendi varlığını ve kontrolünü sağlayan, hülyalara ya da hüsranlara dalmayan bir zihne sahipseniz; yaşıyorsunuz demektir. Burada bahsi geçen yaşam, diğer bireylerle iletişim hâlinde olmanız ve hayat koşullarınızın getirdiği duyguları uygun bir biçimde deneyimlemenizdir. İşte bu deneyimleri yaşamaya alıştıkça özgüven gelir ve başarılı bir hayat sürebilirsiniz. Henüz deneyimsiz olduğunuz şeyler ise genellikle başarısızlıklar getirir. Ortak realitede, tamamen kontrolünüzü kaybetmenizi sağlatacak iki temel duygu vardır; aşk ve nefret. Aşk; sizi bulduğunda, çelimsizleşen zihninizi kontrol dışına alır ve gündelik hayattan sizi alı koyar. Saatlerce, durmadan, tüm ilginizi bir nesne/olgu/birey sömürür ve başarısızlıklara yelken açarsınız. Diğer taraftan nefret ise; aynı sistematikle çalışmaktadır. Birini diğerinden ayırmanız için gereken nokta, sonuç olarak ortaya koyduğunuz işçiliktir. Uç örnekler sunmak faydalıdır. Aşk sebebiyle kendinden geçene vecit, nefret sebebiyle kendinden geçene ise cinnet geçirmiştir, bilirsiniz. Buraya kadar her şey hoş ancak insanlar vecit ya da cinnet hâline nasıl geçmektedir? Bir gerekçelerinin olması mı gerekir yoksa belirli beyin fonksiyonları istenilen düzeye geldiği anda salınıma uğrayan hormonlar mı gerçekleştirir bu durumu? Tabii ki de hormonlar ama uygun düzeyde bir beyinle birlikte… Şarap; mayasının beyin fonksiyonlarını aşk için ideal konuma getirdikten sonra alkolün de etkisiyle müptezel tanrılara kapı açması sebebiyle oldukça elverişli bir içkidir. Mr. Holyseed’in neden müptezel tanrılar için yüzyıllardır çalıştığının sırrı da burada gizlidir. Mr. Holyseed o zamanlar tüccardı. Güzel bir geliri vardı. Senede bir defaya mahsus, bir haftalığına tatile çıkardı. Bu tatillerde de dünyanın farklı ülkelerini dolaşır ve bir yandan da piyasa araştırması yapardı. O yıl tatilini Burgonya’da (Fransa) yapmaya karar verdi. Gitti de. Sakin bir yerleşkede, insanlardan uzak geçireceği bu haftada zihnen ve bedenen yenilenmeyi bekliyordu. Hava henüz kararmadan, Étrochey taraflarında bulunan kırsalda oturmuş ve yanında iki galonluk boğma şarabıyla dinlenmekteydi. Yavaş yavaş içiyordu. İngiltere’de yaptığı koşuşturmalara inat, yavaşlığın tadını çıkarıyordu. “Ah!” diye bir inleme sesi duyunca yerinden kalktı ve sesin geldiği tarafa doğru hızla ilerledi. Dengesi biraz bozulur gibi olmuştu, dört litre şarap Mr. Holyseed’i devirmez, anca gıdıklardı.
Yere düşen bayanı görünce kalbi hızlandı. Kızcağız ağlıyor ve Fransız-
19
ca bir şeyler sayıklıyordu. Mr. Holyseed Fransızca bilen biri değildi. Göz göze geldiklerinde kalbi patlayacak gibi oldu. Yine de kıza doğru gitmeye devam etti. Onu yerden kaldıracak, biraz şarap ikram edecekti. Eğer mümkün olursa onu evine de bırakabilirdi. Kızı yerden kaldırmak için elini tuttuğunda nefesi kesildi. Tanımadığı, dilini bile bilmediği bu bayan nasıl bu kadar etkileyici olabilirdi ki? Kızcağız, Mr. Holyseed’ten destek alarak şarabın olduğu yere kadar geldi. Bir şeyler söylüyordu, Mr. Holyseed onu anlamıyor ve kızcağıza şarap veriyordu. İkinci galon bitmek üzereyken kızcağız adını söyledi: “Diandra.” Mr. Holyseed, normalde kimsenin adını aklında tutamaz ve on – on beş kez görüşmezse de bir gram değer bile vermezdi. Diandra isminin içerdiği her harf, o saniyede binlerce anlama bürünmüştü ve hafızasına da yıldırım hızıyla kazınmıştı. Bu da yetmezmiş gibi henüz ağlaması biten Diandra, Mr. Holyseed’e gülümsemişti. İşte o an, Mr. Holyseed ortak realitedeki tüm kontrolünü yitirmişti. Mr. Holyseed ve Diandra evlendikten sonra yıllar devrilirken beş tane çocukları olmuştu bile. Çocuklar gayet sağlıklı ve girdikleri ortamlara neşe saçan türlerdendi. Çocuklar büyüdü, iş sahibi oldular ve bir gün Diandra gelip “Buradan taşınalım mı, hayatım?” diye sordu. Étrochey fazla büyük bir yerleşke değildi ve devrilen yıllara rağmen hiçbir şekilde yaşlılık belirtisi göstermeyen Diandra ile Mr. Holyseed hakkında “Cadı lan bunlar! Kazığa geçirip yakalım bunları!” şeklinde görüşler ortaya çıkmıştı. Taşındılar. Almanya’da uzunca bir süre yaşadılar. Birçok çocukları oldu, çocuklar büyüdü ve iş sahibi oldu, ne Diandra ne de Mr. Holyseed yaşlanmadı. İtalya’da olanlar da böyleydi. İngiltere, Cezayir, Sibirya, Afganistan, Suriye, Çin, Endonezya, Türkiye, İngiltere, Hindistan, İspanya, Tanzanya… Yıllar geçtikçe ülkeler değişiyor fakat yaşananlar hep birbirine benziyordu. Mr. Holyseed öyle bir vecit içindeydi ki, tüm bu olup bitenlere bir anlam veremese de sorgulamıyordu bile. “Ah! Hayatım! İnsanoğlu mutluluğumuzu çekemiyor! Burada da bize rahat vermeyecekler. Şunların bakışlarından usandım. Lütfen taşınalım.” diyordu Diandra, gözlerinden süzülen yaşları kollarıyla silerken. Mr. Holyseed, “Hayatım, buradaki evi düzenlemedik bile. Nedir bu acelen?” diye sorunca Diandra ayağa kalktı ve “Hep en uzak ülkelere gitmek istedim ama insanoğlunun dili uzun. Biz buraya varır varmaz bizim cadı olduğumuzu konuşur olmuşlar!” dedi. Gerçekten de öyleydi. Hatta insanlar çoktan kazıklarını ve yakacak odunlarını hazırlamışlardı bile. Bu sefer kaçamayacaklardı. İşte o gün; Diandra bir yarı tanrı olduğunu itiraf etti. Yarı tanrıların organik veri aktarımı yaparak nasıl çoğalmaları gerektiğinden ve kendilerini öldürmek isteyen insanların soyunu kurutmak gerektiğinden uzun uzun bahsetti.
20
Mr. Holyseed’e yarı tanrılar ile insanları nasıl birbirinden ayırt edeceğini öğretti. Hangi insan türleriyle hangi yarı tanrıların organik veri aktarımı yaparsa, hangi tür yarı tanrıların oluşacağını… Her şey, kelime kelime, Mr. Holyseed’in beynine kazındı. Fakat bu konuşma bir veda konuşması havasında geçtiği için, belki de yıllardır ilk kez o gün hüzünlü hissetti Mr. Holyseed. Evet, bu bir veda konuşmasıydı… Pencereden içeri büyükçe bir taş girdikten sonra dışarıdaki kalabalığın haykırışları daha net bir şekilde duyulur hâle gelmişti; “Cadılar! Bunlar cadı!” “Bizim başımız kel mi? Sonsuz mutluluğunuzu kıskanıyoruz!” “Öleceksiniz! Çünkü normalde böyle olur!” “Evli olmanız bir şeyi değiştirmez, siz günahkârsınız! Ayıp bu yaptığınız!” Diandra sağ kolunu hızlıca kaldırdı ve “Beni affet. Seni çok seviyorum ancak sana ya da çocuklarımıza bir şey olduğunu görürsem, bu bana ölümden kat kat daha fazla acı verir. Lütfen dediklerimi unutma ve intikamımızı al!” dedi. Parmağını şıklatınca hemen karşısında bir başka Mr. Holyseed belirdi. Birebir aynısıydı. Yarattığı Mr. Holyseed’i gırtlakladığı gibi pencereden aşağı atladı. Kalabalık Diandra ve sahte Mr. Holyseed’e taşlar atıyor, alev almış odunlarla vuruyorlardı. O esnada evin içinden bir tıkırtı geldi. Mr. Holyseed şoka girmişti ve beyni hiçbir şeyi kaldırmıyordu. Evin içinde bulunan kişileri ilk başta tanıyamadı ancak sonrasında İngiltere’deki çocukları olduğunu anımsadı. “Baba, gel artık!” diye fısıldıyorlardı, “Annem de böyle olmasını isterdi! Kaçalım!” *** “Cemal Bey’i evine göndermemiz için gerekli işlemleri yaparsak, tarafınıza ulaşan mektupta belirtilen stok enerjiden kullanmış olacağız. İşlemi başlatalım mı, efendim?” Sunumu yapan mühendis terliyordu. Çekiniyordu. Bir delik bulsa içine kapanacak ve bir daha General’in karşısına çıkmayacaktı. Eli ve ayağı titriyordu… “Başlatın!” diye bağıran General, kendi galaksilerine yapılacak saldırı hakkında kafa patlatıyordu. General’in bilmediği iyi haber şuydu ki onların gezegeninde hiçbir canlının zihnine girmek mümkün değildi. Müptezel tanrılar onlara kafa tutacak olsa milyonlarca yıl öncesinden o galaksiye salça olurlardı. General’in bilmediği kötü haber de şuydu ki müptezel tanrılar kendi başlarına da maddesel hâle bürünebiliyor ve etraftaki enerji yoğunluklarını kontrol edebi-
21
liyorlardı. Belki de çetin bir çatışma sonrasında bu galaksiyi yok edebilirlerdi… Kapı yumruklanınca düşüncelere dalan General irkildi ve “Gel!” diye haykırdı. Gelen, sunumu yapan mühendisti. “Daha demin burada değil miydin lan sen?” diye haykırdı. İyice korktu mühendis ama “Dört saat kadar oldu, efendim.” cevabını verebildi. “Ne diye geldin?” dedi General, hiddetle. “Cemal Bey’i başarılı bir şekilde gönderdik, efendim. Bilin istedim.” *** İrem Hanım gayet rahat bir uykudan uyanmış gibiydi. Odasından çıktığında salondan gelen gülüşmeleri işitince tebessüm etti. Elini yüzünü yıkadıktan sonra merdivenlerden inip salona geçti. Ayşen’i görünce “Ya, Ayşen! Çok özür dilerim. Uyuyakalmışım.” dedi mahcup bir şekilde. “Ne olacak, kız? Biz de burada Mert’le eğleniyorduk. Değil mi, Mert?” Mert, elindeki oyuncakları fırlatıp annesine koştu ve sarıldı. “Çok ayıp, oğlum. Evde misafir var.” diye fısıldadı annesi, sarılırken. Mert de Ayşen’e nispet yapar gibi iyice sarıldı ve bir de öptü annesini. Sonra koşarak oyuncaklarına döndü. O esnada İrem Hanım’ın gözü duvar saatine takıldı ve istemsizce çığlık attı; “Ay! Saat kaç olmuş? Daha yemek hazırlamadım!” Ayşen hızla yerinden kalkıp İrem Hanım’ın koluna girdi ve teselli edercesine “Ne panik yaptın be? Ben de yardım ettim mi, yarım saate bir orduyu doyururuz!” dedi. Birlikte mutfağa geçtiler. Mert oyuncaklarını yere bıraktı ve mutfağa döndü. Büyük bir hırsla yumruklarını sıkıyordu ve sol gözü seğiriyordu. Dudakları kıpırdıyordu ama kulağınızı Mert’in ağzına dayasanız bile güçlükle duyacağınız bir desibelde konuşuyordu:
22
OKUR NOTU
23