Seyyar Sesler 3 Fanzine

Page 1


SEYYAR OLAN BIZ DEGILIZ

ZAMAN

Her yıl bir sayıyıy, her sayı sonsuz bir sırayı temsil ediyor. Dünler asla dünde kalmıyor durduramıyoruz zamanı, çizgileri durduramıyoruz ellerimizdeki. Tırnaklarımız uzuyor durdurmayı deniyoruz keserek. Her frene basışımızda duruyor arabalarımız ama zaman akıp gidiyor, biz fren sistemlerini geliştirsekte. Zamanın bizden istediği bir şey yok aslında ama biz inadına istiyor sanıyoruz, oysa zaman bizden haberdar bile değil. Nasıl diyor Bir Zamanlar Anadolu’daki doktor: Aynı şairin dediği gibi yine yıllar geçecek ve geride benden bir iz kalmayacak. Yorgun ruhumu karanlık ve soğuk kuşatacak.

Farkındayız, Hiç olmamış kadar değersiz olduğumuzun ama kabullenmiyoruz, komik geliyor insana. Varoluşumuza yüklediğimiz görev o kadar ağır ki ne beden dayanıyor bu acıya ne ruh. Bu yüzden binyıllardır doğuruyoruz, acımızı aktarmak için, öldürüyoruz ölümden korktuğumuz için, savaşıyoruz sıkıldığımız için, seviyoruz kendimizden nefret ettiğimiz için, yalan söylüyoruz doğruların hiç olmadığını bildiğimiz için, çalışıyoruz zamanı kendimize rakip gördüğümüz için, gelişiyoruz durmaktan korktuğumuz için, konuşuyoruz hayata tek başına katlanamadığımız için, içiyoruz bedenimizi hissetmemek için, koşuyoruz aynı kalabilmek için ve yaşlanıyoruz ölebilmek için.

Nasıl demiş Aziz Augustine; ‘‘Dünya zamanın içinde değil, zamanla aynı anda yaratıldı. Dünyadan önce zaman yoktu’’. Madem dünyadan önce zaman yoktu o zaman şimdi yaptıklarımızdan öncede hiç bir şey olmamalı. Ama oluyor işte, geçen yıl çıkarttığım fanzin evinizde, kitaplığınızda bir yerlerde duruyor bu sayıyı geçmişten gelen eski sayı üzerine kuruyorum tıpkı soyların devam etmesi, ekinlerin her yıl bir öncekilerin üzerine çıkması, güneşin yeniden doğması gibi. Zaman sanki şimdi ya da sıfırdan başlamak değil de varolanın üzerine kurulan yaşam gibi, doğan her bebeğin bir insanı öldürmesi misali.

2 yılda 2 sayı çıktı 3’ncü yıl bitmeye yakın Seyyar Sesler 3 çıktı. İyi okumalar.

MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com

TATLI

Gece.

Anne evinde, aldığım iki levrek balığı ve bir parça somonu yer sofrasında, sırtımı gürül gürül yanan sobaya vermiş, biraz da iki büklüm şekilde yedikten, biraz da evin neşesi küçücük yeğeni eğlendirmek için şekilden şekile girdikten sonra, demir kapıyı arkamdan büyük gürültü ile çarparak minibus durağına yaklaştım ve durdum.

Dondum kaldım. Soğuğun etkisi değildi beni donduran. Minibüsün geleceği tarafa yüzümü çevirdiğimde bir karaltı, kağnı yavaşlığında ilerleyen üç tekerlekli tatlıcı arabası ve ardındaki sahibi beni irkiltti. Boşluğun, karanlığın içinde bir hayalet arabası ile ağır aksak, bu dünyaya ait olmayan bir figur ve nesnesi olarak yol almaktaydı. Arabanın arkasındaki karaltı arabayı itmiyor da görünmeyen bir ip önden çekip götürüyordu adeta. O kadar yavaş ki, o ipin, gözümün önünden geçen ipin belirgin olması gerekir o yavaşlıkta. Ben de takip etme isteği uyandıracak kadar yoksulluğu taşıyan görüntünün arkasından gitmek, yoksulluğun kaynağının yeraldığı yeri ve mekanı görmek arzusu yerini katı gerçekle yüzleşmenin getireceği dehşete hazırlıksız yakalanmanın kaygısıyla yer değiştirdi. İlerlemek için öne attığım sağ ayağımı geri çektim. Hızlı yürümelerimde bana eşlik eden esnek ayağımın ağırlaştığını duyumsadım. Oysa duran bedenimin aksine kafamdaki düşünceler hareketlenmiş, arkasından koşup satamadığı tatlıları almak istemiştim. Aklımla bedenim kısa devre yapıp, ne yöne gideceğini bilemeyen bir oyuncağa, sahnede repliğini unutan şaşkın tiyatrocuya dönmüştüm. Toparlandım. Önümden akıp giden, seyircisi olduğum sahneye müdahale etmek haksızlık olacaktı. O görüntüden ne bir parça çıkarılabilir, ne de eklenebilirdi. Bende bıraktığı etkinin ağırlığını azaltmak olurdu bu davranış. Dramatik etkisi çok güçlü bir sahnenin içinde bulmuştum kendimi. Minibüs durağı bir açıkhava tiyatrosu, önümdeki görüntü tüm izlediğim tiyatrodaki karakterlerin sanki gerçek sahibiydi. Televizyona da taşınamazdı, büyü hemen bozuluverirdi. Bu yoksulluk sahipsiz kalmalıydı. Sessizlik bu kadar ses getirebilir, içimdeki sesi bu kadar boğabilirdi. Karanlık bu kadar kara deliğe dönüşebilir, o gölge görüntü karanlığın içine bu kadar ustaca yerleştirilebilir, kendi sonuna törensel bir şekilde yolalabilirdi. Karanlığa yapıştırılan bir gölge değildi. Gölge oyunun bir izleyeni değildim. Gecenin karanlığında yavaş yol alan gölge bu kadar mı kendi ışığını içinde taşır.

Kara deliğe doğru ilerleyen gölge ışığını incelterek, ok gibi sapladı yüreğime. Orada bayılıverdim. Belki de öldüm, bilemiyorum, sahne ayağımın altından çekildi, beynime karanlık doldu. Yatakta buldum kendimi. Her şey beyaz. Beyaz adamlar başımda.“ O oku yüreğinden çıkarırsak ölürsün, onunla yaşamaya alışmalısın.” dediler…

Ok yüreğime batmış yaşıyorum şimdi. Nerede bir yoksul görsem kalbime daha fazla batıyor, acıtıyor…

Bu yaşadıklarımı kime anlatsam inanmıyor. Alışveriş merkezlerinin tıka basa dolu kafeler abur cuburlarla karışık lafladığımız arkadaşlara anlattığımda yüzleri asılıyor, keyifleri kaçıyor. Hemen yanımdan kalkıp giderken, “Şurada ne güzel tatlı tatlı konuşuyorduk, çok güzel geçen gecemizin içine ettin.” sözlerini savuruyorlar ortalığa…

Ben de kalkıyorum. Karanlığın içine dalıyorum. Yapayanlız.

Yüreğimdeki ok derine gittikçe sola doğru yalpalıyorum, ağzımda bir acılık… MUHAMMET ŞENGÖZ muhammetsengoz@gmail.com

EBILMELI

Aynı kadının hayaliyle iki yıl masturbasyon yapabilmeli.

Bir kış gecesi köy evinde ışıkları kapatıp sobanın deliğine bakabilmeli ve korların kızıllığında uykuya dalabilmeli.

Bazen birilerine uyuz olmalı dayak yemeli.

Dayak atmaktan çekinmemeli yediğin kadar.

Kibar olmalı şehirde ve kadınlar kibar erkekleri sevmez.

Uzak gelecekten korkarak yaşamalı ve geçmişten ders almamalı çünkü geçmiş tarih dersi değildir.

Bir ampulü değiştiremeyen erkekler olmalı tıpkı benim gibi.

Aylak adamlar olmalı bu hayatta ve sadece Yusuf Atılgan yaratmamalı onları.

Babadan kalan bir para olmalı ve piç kurusu olmalı biraz insan.

Kar yemeli dondurma gibi üzerine fındık taneleri dökerek.

Yağmurda rakıya su katmamalı

Tepeden olmasanda bazen tepeden bakabilmelisin hayata ve itebilmelisin oradakileri

Sıcak mutluluk soğuk yalnızlık olarak algılanmamlı.

Ağda yerine koli bantı kullanabilmeli.

40 yaşında intihar edebilmelisin yakışıklı ölmek için.

Arabana sadece 1 litre benzin isteyebilmelisin.

Denizde ereksiyon olabilmelisin kumsala bakarak.

Biraz daha az sıçmalısın doğa için çünkü bokundan gübre olmaz inekler gibi.

Çok paran olduğunda atın gövdesini kendine ekletebilirsin yada gen tedavisiyle bir arslan olabilmelisin.

Bacak kıllarını çakmakla yakmayı denemelisin.

Bira ve çorbayı birlikte içmek kadar karmaşık hayat.

Bir fil kadar intikam dolu olmalısın bu hayatta ve İbrahim Tatlıses gibi ölmemelisin kafandan vurulsanda. Ve başarısızlıktan başka yapacak daha iyi birşeyin kalmadığını bilmelisin.

MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com

IS IM SIZ

Bira şişeleri yakınlaşınca bana daha iyi şıngırdıyor. Tombul Efesim yaşayan bir tarihsin. Şahit olduklarını hayal gücüme kadar tahmin edebiliyorum. Kumsal aylaklığında! Tatil dışında sahil insanları içindi bu söylediklerim. Hayatı ağırdan alanları seviyorum. Siestasız Türkiye olmaz olsun. Olmadığım kadar yakın hissediyorum kendimi aylak adamlara!

Baudelaire gibi makyaj yapıp gezmek istiyor canım, Paris pasajlarını ve bunu izleyen Benjamin gibi!

Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni düşledim. Sait Faik gibi gidesim var Balat kahvelerine. Modern hayatın hızına direnen kahveleri kutsamak gerekli sanki! Kapı önüne atılmış bir masada oyunu takip eden ben ve güneşde yüzümü dinlendirirken ağır poşetlerden elleri kesilmek üzere ortaokulluyum. Annemle pazar dönüşleri... Van Gogh un: Aries’te Gece, Kahve Terası işini şimdi şimdi anlamaya başlıyorum, kıskanıyorum.

Hayalet Oğuz, çeviri yapıyordur belki hala Asmalı Mescit barlarında. Şimdi cuma günü dağılan bir ilkokulu çaya püsküüt batırarak izlemek istiyorum. (Murat uyurkulak)- Ne demiş şair? Mutluyum çünkü Beşiktaş yendi... Kafası karışık olanları sevmeye başladım Fethiye sahillerinde...

UMUT SAYAR umutsayar_@hotmail.com

NEFESSIZ KALMAK

Haydi dursun dünya!

ISTEDIM

Birden, hayatımdaki herşey; arabalar, göç eden kuşlar, yan apartmandan gelen müzik sesleri, reklam panolarında arsızca dönen reklamlar, oynak adımlarından yüzlerce hikaye çıkarttığım bulutlar dursun istedim.

Sen dur istedim.

Yüzünde her ne ifade vardıysa öylece dur.

Kendime söylemek istediğim her ne varsa, gözlerine bakarak söyleyeyim herşeyi.

Kendi hayal dünyamdan çıkıp, acı bir haykırışla tüm gerçekliğimi savurayim yüzünden yüzüme.

Bir yerlerde pause tuşu olsa ve ben de basabilseydim keşke.

Anlatmak istediklerimi anlatabilseydim .

Ama yok! Ne ileri sarabiliyorsun acıları ne de geri alabiliyorsun yaşanmışlıkları.

Şimdi’yi yazarken bile önceki satırlar geçmişte kalıyor çoktan.

Hazımsız zamanların, korkuların ve utançların şimdiye yansıması ne kadar kötü, neden geçmişte değiller, neden sakladım bunca zaman onları bilemiyorum.

Artık istemiyorum bedenimde, ruhumda… Yavaşça kabuk bağlamış bir nasır gibi düşsün kendiliğinden kendimle halledemediğim ne varsa yansımasın bana sevgiyle bakan gözlerden.

Her ne değilsem öyleymişim gibi, Her ne söylediysem tersiymiş gibi, Her ne hissettiysem yanılmışım gibi

yapma, olma , konuşma,

Kal dediğim halde gitme!

BURCU GÜNİSTER burcugunister1@gmail.com

İllustarsyon: BURCU GÜNİSTER

GIZEMLI KÖPEK

Kasabamızda bir köpek vardı ki, diğer köpeklerin arasından hemen sıyrılır, tüm dikkatleri üzerine çekerdi. İnsanın kafasını gömüp, üzerinde uyumak isteyeceği güzel mi güzel uzun kahverengi tüyleri, tatlı tatlı bakan kara gözleri, minicik de bir burnu vardı. Ama ne insanlara ne de diğer köpeklere hiç yanaşmazdı. Hep tek başına dolaşırdı.

Köpeğin garip ve biraz da ürkütücü bir özelliği vardı. Geçtiği yerde hava soğur, etraftaki ot, çimen buz tutardı. Bu yüzden ona “yürüyen ölü” diyenler de vardı.

Ortalıkta pek sık görülmediği gibi, kasabamıza ne zaman ve nasıl geldiğini bilen de yoktu. Diğer köpekler ortalığa sıçıp sıvarken, bu garip mahlukatın sıçtığını gören bir insan evladı dahi olmamıştı. Kimileri onun uzaylı olduğunu, kimileriyse bizi sınamak için aramıza gönderilen ilahi bir varlık olduğunu söylüyordu. Kasabamızın dondurmacısı Ali Usta, “Bu köpekte ölümcül don virüsü var. Ona dokunanlar donarak ölür.” diyordu. Çocukluk yıllarında, onların köyündeki bir köpekte de varmış don virüsü. Çok akrabasını yitirmiş bu hastalık yüzünden...

Dondurmacı Ali Usta ne dese, tüm kasaba inanırdı. Herkes ona karşı büyük bir saygı beslerdi. Dine bağlılığından, dürüstlüğünden söz edip dururlardı.

Yaptığı dondurmaların lezzeti de dillere destandı. Başka şehirlerden insanlar bu dondurmalardan tatmak için gelip, kilo kilo alıp giderlerdi.

Yine o yıllarda bir gece, yatağımda dönüp durdum, bir türlü uyku tutmadı. Allahın işi ya...

Tan ağarmadan birkaç saat önce azıcık hava alır, kendime gelirim diye kasabanın biraz dışındaki koruluğa doğru yürümeye başladım.

Ortalık daha yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Tam cigaramı yakmıştım ki ilerideki çalılığın oradan garip ıkınma sesleri, homurtular, hırıltılar duydum. Önce korktum, eve doğru kaçmaya başladım. Ama sonra merakıma yenik düşüp sesin geldiği yöne doğru hızlıca yürüdüm.

Çalıların arasından bir köpek suratı görülüyordu. Hayvan arkasına bakıp bakıp hırıldıyordu, hatta resmen ağlıyordu. Karşı koyamadığı bir şeyler vardı. Biraz ilerleğimde köpeği azarlayan bir erkek sesi duydum. Yaklaştığımı görünce ses kesildi.

Tereddüt ve korkuyla daha da yaklaşınca, sabahın soğuğunda boncuk boncuk terlemiş olan

Dondurmacı Ali Usta’yı gördüm. Bir eliyle, ayaklarını ağaca bağladığı köpeğin boynunu bastırıyor, diğer eliyle de koca bir kap dondurma tutuyordu.

Bu o köpek değil miydi? “Don Virüsü’ taşıyan! Hani ona dokunan herkes donarak ölüyordu?...

Ali Usta beni görünce “Yaklaşma!” diye bağırmaya başladı. Ama nafile... Çoktan üzerine yürümüştüm. Ali Usta kaçarken, zavallı köpekçik dondurma sıçmaya devam ediyordu. Cevizli dondurmaydı bu! Başını okşadım ve iplerini çözdüm. Korkudan tir tir titriyordu fakir.

Sabah olunca tüm kasaba ahalisine anlattım gördüklerimi. Şaşkınlık ve öfkeden ne yapacaklarını bilemediler. Bunca yıldır yaptığı sahtekarlık ve o zavallı hayvana çektirdiği eziyet duyulunca, Dondurmacı Ali Usta kasabayı terketmek zorunda kaldı. O günden sonra köpek kasabalının sevgilisi oldu. Birçokları ona bir eş bulmaya çalıştı, köpekçik bazı eşlere hayır demedi, yavruları oldu. Ama hiçbir yavru onun gibi dondurma sıçamadı.

Tatlı hayvancık yıllarca köy çocuklarının gönlünü hoş etti. Mucizesini kimse çözemedi ve sırrını kendiyle birlikte mezara götürdü. Nur içinde yatsın...

ILK SEVGILI

Ben kendime çok kimsesiz geliyorum..size de bazen öyle oluyor mu? Çünkü ben hep sıkı arkadaş gruplarından erkeklerle sevgili oldum. Nasıl anlatsam, yani böyle Davsin`s Greeks, Kavak Yelleri- gibi diziler var ya hani çook yakın arkadaş gruplarını anlatan. İşte ben o dizilerdeki yan rollerdim hep. Birkaç bölümlüğüne dizilere girer sonra sessizce ayrılırım. Tabir-i caizse,ben hep kankalara gelin gittim, sonra geri bastırdılar.

Bu durum böyle olsun hiç istemedim hep onlar beni buldular. Ayrılmak da istemedim, tekrar başlamakda, her şeyi onlar yaptılar.

Her seferinde o grupla tanışıyorum, içlerine girmeye adapte olmaya uğraşıyorum, tek tek insanları tanımayı, tabi önce esas oğlanı tanımayı, sonra tarihi geçmişlerini dinlemeyi, sonra karşı cins kankalıklarına saygı gösterebilmeyi, sonra eski sevgililerle ilgili ya da tüm eski kirli çamaşırlarla bezeli hikayeleri dinlemeyi, insanların beni sevmesini, benim onları sevebilmemi...Bunlar’ın hepsini yapıyorum.

Kendi çevremi tanıştırmayı, arkadaşlarımın, etrafımın-oha bu kim lan yine- lerine tek tek açıklamada bulunabilmeyi, herkes emin adımlarla hayatını inşa ederken tek tek temelden çökebilmeyi, bunların da hepsini yapabiliyorum.

Bu çabalarım etrafımda birden bire beliren tüm bu insanlar, ku’duğum düzen senkronik olarak çöküyor 3-6-9 ayda bir. Şanslıysam bir seneyi bulduğu oluyor ama yine de devri daim çöküyor ve yenisi geliyor. Her giden kurduğum bu düzeni sikip atıyor ve bu beni uzun zamandır içinde debelendiğim derssel ve kariyersel başarsızlıktan çook dahaaa fazzlaaa etkiliyor çökertiyor.

İşte o yüzden dondurmayı daha külahtayken bitmiş görüyorum. Ya da genç yaşta yükselmiş insanların başarı hikayeleri değilde, 27’sinde ölen rakçıların hikayelerine benzetiyorum kendi hikayemi. Bu yeni yüzler daha çok yenilerken pılı pırtı toplayıp gittiklerinde ben kendi kimsesizliğime dönüyorum işte bu yüzdendir ki bazen kendime çok kimsesiz geliyorum.

Hiç yapayalnız insan tanımadım ben. Böyle bi arkadaş grubu olmasın,onu arayan soran olmasın benim gibi. Ben hep çook kanka tiplerin arasına düştüm ve kendimi onlara ispatlama,bu ortam içinde tanınma çabasında kayboldum, bu düşmeler yüzündendir götü başı dağıtmam.

Cumartesi geçesi içki içtim. Etrafımdaki 163872514247819483 kişilik arkadaş grubuna baktım. Ben de bir ucundan dicem ama baya bi damarından bu gruba bağlıydım. Grubun şımarık kanka kızlarının-bak biz çok samimiyiz sevişiriz de öpüşürüz de, bu çocuğa yamuk yok’larından, gurubun çok kanka erkeklerinin;-sen iyi kızsın sevdik seni-leri de bana çook tanıdıktı. Her türlü tehdit var bünyemde önceki arşivden, tanıdık yani herşey sorun yok. Tabi övgü de var, çünkü kankalar beni sevmek zorundalar, öyle olmasa bile bana kibarlar zaten, tabiki doğal içten gelen de var ama bi o kadar poz da, bunlar da var arşivden, alışkınım ben. Zaten onlar beni severler, benden öncekini de sevdiler, benden sonra gelecek olanı da sevecekler, onlar arkadaşlarını seviyorlar ve onunla gelen her yeni kızı sevecekler. Bu en büyük kanka içgüdüsü. Etrafa harcadığım efordan adamı sevmeye enerjim kalmadı, kendi aşkım kankalara bulandı,benim kankalarım neredeydi, ben galiba bunu bilmiyordum. Sanırım yalnızım ben. Darlanıyorum, kendi kendimi darlıyorum.

Benzer bi gece kendi kendime uyandım: - burası neresi? - bilmiyorum - bu insanlar kim? - bilmiyorum,tanımıyorum...

IM’DAN ÖTE

Ezan sesinde porno izlemeyi bırakan bir ergen gibi günahlardan korkarım. Bir biranın mı arkadaşla yoksa arkadaşın mı birayla daha iyi gittiğini bilemem. Kadınların gözlerine bakmak mı güzel olan yoksa götlerine mi?

Kaçmak için hayal kurmak kadar insani bir eziklik içindeyim.

Yemediğim meyvelerin kabuğuyla soba yakmak isteyenlerdenim.

Bazen akvaryumda balık besleyenler kadar ince ruhluyum.

Fransızca bilmemenin ezikliği içinde ingilizcede bilmem.

Tecavüze karşı olan insanların tecavüze uğradığını görüp üzülenlerdenim.

Balkonda tatil yapabilen bir insana saygıdan başka ne duyulur ki.

Okuyamadığım Nietzche kitapları kadar bir hiçim.

Sen ne yapıyorsun sorusuna hiç birşey diyenlere taparım.

Saat 8.30’da evinden çıkan insanlar kadar anlamsızım.

Yazın sıcakta taşşaklarına buz koyamayanlar vardır. Klimadan medet uman

Hayat boyu spor yapmaktansa 50 yaşında kas nakli yaptıracak olanlardanım ve herkes gibi kabullenmekten başka bir kabulü olmayan bir insanım.

MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com

Ahşap masamın üzeri zeytin ezmesi, bir poğaça ve isteksiz çay... Uyanamamış bir Pazar, Uyananları mutlu. Uyuyanları yarı mutlu ve mutsuz olarak isimlendiriyorum. Sonbahara dönmüş gün ışığı ahşap masamın ucundan ilişirken. Vusat O’bener okuyup, not alırken. Perdelere dalıp düşünmeyi de okumaya dahil ediyorum! İçimde anlamadığım huzur! Dingin, sarsılmaz yüz kilo ve külyutmaz... Yaşadığım bu hisler bana bir çok konuda insanları yargılama hakkı tanımalı. Tıpkı uyuyanları mutsuz olarak isimlendirmem gibi. Markette satılmaz ki bu soktuğumun huzuru. Barkodu da yok okutamazsın. Üzerinden şirketler çıkarım yapamaz bir artı değer de söz konusu değildir. Yani para etmez bu mel’et ama en azından insanları yargılıyım bırakın da. az şey de değil hani: ‘’iç huzur’’. Pessoa nın huzursuzluğunun karşısına koyabilir miyiz bilmem? Selam olsun Fernando abimize de: eminim terden yakası genişlemiş tişörtüyle beni izliyordur. Külüstür deri kayışlı saati ve parmaklarını kemirerek...

Hangisi daha kutsal?

Hangisi daha kutsal?

SübhânekeAllâhümme ve bihamdik ve tebarekesmük ve teâlâ ceddük Ve celle

senâükve la ilâhe ğayrük

HER TANIMDA HEP ÖZLEMEK

Karanlıkta gözlerini korkutucu bir şekilde kocaman açmıştı, yanımda oturan adam. Gözbebeklerini, zaman zaman arabaların farları yakıyordu. “Özlerken”, dedi, “ya iki kişi karşılıklı çok acı çeker ya da bir kişi, bu iki kişinin çekebileceğinden çok daha fazlasını…”. Koltuklar sallanıyordu. Otobüsün farları her dakika daha çok Mezopotamya aydınlatıyordu. “Yani anlayacağın” dedi, “özlerken acı çekmenin yükü, büyük eşittir ikidir”. Döndü, buğulanmış cama “≥2” yazdı. Zavallı odada bir masa ve yatak dışında hiçbir şey yoktu. Perdeyi aralayıp şehre baktı. Başka şehirleri, gece olunca daha çok seviyordu. Çünkü gece, şehirleri birbirine benzetiyordu. Kafasında bir harita hayal etti, iki şehir arasına düz bir çizgi çekti. Çok uzaktı. Masadaki resmi, bir parça kor demir gibi avucuna aldı. Güzel kız sanki resimden değil, pencereden bakıyordu. Çizginin öbür tarafında, bir evin bacasından, huzurlu duman yükseliyordu. Güzel kızın özlendiğini kısacık hatırlamasına daha çok vardı. Yatağa uzandı. Resmi göğsüne bastırdı; dizlerini karnına çekti. Karanlık odada, hıçkırıkları kimsesizdi. İki koltuk arkadan yaşlı amca, “Eğer dönüp geriye bakıyorsan, özlüyorsundur kardeşim” dedi, “Özlemek, geriye dönüp bakma işidir, geçmişe dönüp orda yaşamak… İşte geçmişin hayaliyle, şimdinin gerçeği arasındaki acı farkına özlemek denir.”

Yalnızlığa alışmasının üzerinden uzun yıllar geçmişti. Ara sıra yaptığı gibi bütün siyah beyaz resimleri odanın ortasına dağıtıp, ortalarına çırılçıplak oturdu. Ne zaman çıplak, yaşlı bedeninde, eski resimleri hissetse, hiçbir zamana ait olmadığını düşünüyordu. Şimdi de öyle oldu. Hangi resim ıslandıysa, o zamana yağmur yağdı. Belirsiz bir siyah beyazlıkta; gecenin siyahıyla, yaşlı bedeninin beyazının buluştuğu anda; resimlerin arasında, uyuyuverdi.

“Özlemek, pembe ile gri arasındaki ton farkıdır” dedi genç kız, “Ne zaman pembe bulutlar, yağmur dökecek kadar gri olursa, işte o zaman özlüyorsundur.”.

Ranzasından uzanıp ayı seyretti. Nasılsa ay, herkese görünürdü. Yağmur sanki aydan yağıyordu. Oysa otobüs geri geri çıkarken, aşağıda el sallayan insanlar vardı. Kendine el sallayanlara, gülümseyerek ve O da el sallayarak karşılık veriyordu. Onlar eve gideceklerdi. “Neden ayrı yönlere gittik ki biz” diye düşündü, “Pembe bulutların üstündeydim, şimdi evde olsam, herkes de orda olsa, hep öyle kalsa”. Burnuna sıcak ev yemeği kokusu geliyordu. Islanmış yastığına kafasını koydu. Ay, O’nun uyumasını istiyordu. İlerden orta yaşlı bir adam kafasını kaldırdı. Arkasına döndü. Karanlıkta yüzü tam seçilmiyordu. “Özlemek” dedi, “hayatın, senin bir parçanın, aslında senin olmadığını elindeki en büyük gücü kullanarak yüzüne vurmasıdır, mesafeleri…”.

Meyhane masasında tek başına oturuyordu. En sevdiği içkiyi içiyordu, gözyaşlarıyla sulandırılmış rakı. Şişedeki rakı azaldıkça beraber büyütülmüş bir yaşamın, ayrı yaşlandırılacağı gerçeği kolaylaşıyordu. Masanın diğer ucundan uzanan el, rakısına su kattı, bardağa bir damla gözyaşı daha damladı. Gözleri gülümseyen oturuyordu şimdi karşısında. “Neredesin sen” dedi, “dostum, kardeşim, olsan şimdi, neler yapmazdık, nasıl kolay olurdu her şey”. Bardağını boş sandalyeye kaldırdı. Acı bir arabeskin notaları, meyhane kapısından sıyrılıp, geceye karıştı.

Öndeki koltukta oturan kadına, kızı, “Anne, özlemek ne demek?” diye sordu. “Sen uyu kızım” dedi annesi, “bak, çok geç oldu”. Sabır isteyen bir işti bu, uzmanlık gerekirdi. Renkli renkli parçaları vardı. Boyunu aşmasına da az kalmıştı. Son Lego parçasını da dev kulenin en üstüne yerleştirdi. İşte şimdi zamanı gelmişti. Bir anda dev kuleyi tekmeledi. Küçük kızın gülücükleri, dev kulenin parçalarını etrafa dağıtıyordu.

Tam bu rüyayı görürken, bembeyaz bir melek, küçük kızın omzuna dokundu. Özlemeyi öğrenmesine daha zaman vardı. Hemen sonra küçük kız, bambaşka mutlu bir rüyanın, uyuyan güzel yüzüne bıraktığı gülümsemeyi, otobüsün geçtiği karanlık yollara, Lego parçaları gibi dağıtıyordu. En arka koltukta oturan adam, “Özlemek en çok”, dedi, “hayat seni gereğinden fazla hırpalamışsa sahicidir”. Konuşulanlara anlam verememiş gibi duruyordu. “Bazen özlemek, geri gelmemek üzere gitmiştir”. Gündelik acılar içinde hırpalanmıştı özlemek. Özlemeyi ne zaman unuttuğunu düşünecekti, düşüncelerini o gün ne kadar aşağılandığı böldü. Üzüldü. Yanındaki karısı çoktan uyumuştu. Memleketini özleyecekti, geçenlerde oğlunun yanında ne kadar utandığı geldi aklına; geçmişi düşünecekti, ertesi gün erken kalkması gerektiğini hatırladı; çocukluk arkadaşını tam özleyecekti ki, yorgunluğu izin vermedi. Yorulmuş bedeni uyuyakaldı. Özlemek, karanlık gökyüzünde, çok uzaklardaki bir yıldızdı. “Ya sen”, dedi yanımda oturan, “sen neden hiç konuşmuyorsun?”. Sonbahar rüzgarları, otobüsün camlarına vuruyordu. “Bence mi”, dedim, “bence özlemek, yaprağın daldan koptuğu andan itibaren, her rüzgârla savrulmasıdır. İnsanın her tanımda, biraz da kendini bulacak kadar, kendini kaybetmesidir. Yolun iki tarafındaki çıplak ağaçların yapraklarıyla kaplıydı, her yer. Solgun sarı içinde, açık mavi altında bekliyordum, cebime bir sarı yaprak koydum. İşte geliyordu. Attığı her adımla sanki, bir yaprak ağacına kavuşup yemyeşil oluyordu. Sarılıp boynumu öptü; “Seni çok özlemişim”, dedi. Cebimden yaprağı çıkarıp uzattım, “Onu hep sakla”, dedim, “çünkü benim içimdeki ağaçlarda yapraklar hep dökülüyor”. Sararmış yaprakları, sonbahar rüzgarları etrafa dağıtıyordu.

IBRETLIK ÖYKÜ

geçen yıl saatler, şu an hatırlayamıyorum, bir saat geri ya da ileri alındığında duvar saatimi geri ya da ileri almadım. ve bu geri ya da ileri almama hali o kadar uzun süre devam etti ki, beynim gördüğüm saatten bir saat geri ya da ileriyi hesaplayarak hareket etmenin normal bir şey olduğunu sanmaya başlamıştı. dolayısıyla ben de... günler böylece geçip giderken, günlerden bir gün en sonunda kalkıp saati bir saat geri ya da ileri alarak, o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saate göre ayarladım. ancak bu sefer, gördüğüm saatten bir saat geri ya da ileriyi hesaplayarak hareket etmenin normal bir şey olduğunu sanan beynim, o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saatten de bir saat geri ya da ileriyi hesaplayarak hareket etmeye çalışıyordu. beni geçtim, saatimin o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saatten bir saat geri ya da ileri olduğunu kanıksamış olanların da, artık saati o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saate göre ayarladığımıza dair bir açıklamaya ihtiyacı olacaktı. bu yüzden, yeni duruma ayak uydurana dek bize yön göstermesi için, saatin alt tarafındaki aynaya üzerinde “dikkat! yukarıdaki saat doğrudur.” yazan ok şeklinde bir not kağıdı yapıştırdım. okun ucu saati işaret ediyordu ve kaos engellenmişti.

ta ki saatlerin bu yıl tekrar, şu an hatırlayamıyorum, bir saat geri ya da ileri alındığı o güne kadar... tabii ki bu gerçekleştiğinde duvar saatimi geri ya da ileri almadım. bunun yerine beynimin gördüğüm saatten bir saat geri ya da ileriyi hesaplayarak hareket etmenin normal bir şey olduğunu sanmasını bekledim. bu uzun sürmedi. ancak bu sefer, öncesinde saati o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saate göre ayarlamamıza ayak uydurana dek bize yön göstermesi için saatin alt tarafındaki aynaya yapıştırdığım ve duruma ayak uydurduğumuz halde oradan kaldırmadığım not, gerçekleri yansıtmıyordu. ve ben, kalkıp saati bir saat geri ya da ileri alarak, o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saate göre ayarlamak yerine, üzerinde “dikkat! yukarıdaki saat doğrudur.” yazan ok şeklindeki not kağıdını ters çevirdim.

artık duvar saati o an için dünyaca doğru olduğu kabul edilen saate ayarlanmış değildi ve üzerinde “dikkat! yukarıdaki saat doğrudur.” yazan ok şeklindeki not kağıdı aşağıyı gösteriyordu. ortada iki yanlış vardı. ancak kimse ortada bir yanlış var diyemezdi. saatler geçip gidiyor, doğru yanlış, yaşayıp gidiyorduk.

ALISMAK EZBERLEMEKTEN ZOR

Alışmak gerek aynı yerlere gitmeye, aynı insanları sevmeye, aynı yemekleri tekrar tekrar yemeye. Dost edinmeye alışmalıyız belki, belkide hayat boyu aynı kadına anne demeye. Her ay maaş almaya alışmalıyız ve adet olmalıyız her ay. Traş olmalıyız, demire sürtmeliyiz suratlarımızı ki alışsın sertliğe, Yaşımızı saymaya alışmalıyız ve unutmamalıyız ilkokulda ezberlediğimiz şiirleri çünkü ezberlerin içinde en unutulmaması gerekendir o şiir.

Sonra alışmalıyız hayatın ezber olduğuna, ne çarpım tablosu kadar kalıcı, nede bir isim kadar ezber. Sevmediğimiz insanlara alışmalıyız ve onlar kadar sevilmemeliyiz gelecekte.

Beklenen cevapları vermeliyiz daima sorular değişsede.

Meslek olarak oyunculuğu seçmemeliyiz çünkü onu hepimiz yapabiliriz.

Özet geçebilmek için hayatı 20 yaşında mı doğmak, yoksa 60 yaşında emekli olarak mı doğmak gerekir. Belki daha kolay olurdu istediğimiz yerden başlamak? kafam karıştı. Belki sadece ıskalayan bir sperm olmalıydık bir avcının vuramadığı bıldırcın gibi. 0.001 salise yaşayan.

MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com

ONUN OLMADIGI YER

Yağmurda başlar hep hikayeler ve güneşli bir günde son bulur. Bu hikayede bir Eylül akşamı son yaz yağmuru altında başlamıştı. Hikaye bir aşk hikayesi değildi, kendi içinde basit bir kurgudan ibaretti. Uzun ve gövdesi bir varil kadar kalın ağaçların arasında karışık cins ahşaptan yapılmış evin penceresi acıktı. Yaz yağmuru yalnızlığa örtü örter gibi yağıyordu. Evin güneye bakan penceresi açıktı ve içerden çok zayıf bir mum ışığı geliyordu, belli ki ışık olmakla olmamak arasında kalmıştı. Saat sesi gelmiyordu, demekki bu evde zaman biraz kendine zaman ayırmak istemişti. Açık pencerenin sinekliğine yağmur damlaları düşüyor ve birbirleri üzerinden geçerek kocaman bir damla haline gelerek sinekliğin 0.02mm’lik aralıklarından aşağa doğru süzülüyordu. Yağmur bu yerde aceleci değildi. Doksan derece dik açıyla yeryüzüne farklı hızlarda inen yağmur damlaları çarptığı her noktanın yükseltisi farklı olduğundan ortaya çıkan melodi anca kabullenmişliğin melodisi olarak adlandırılabilirdi. Ne düşen damla parçalanmaktan şikayetçi ne de düştüğü yüzey ona engel olmaktan. Ağaçların uzunluğu ve sıklığı sessizliği ve doğal olarak onun arkadaşı yalnızlığı daha da arttırıyordu. Bunca sessizliğin ve yalnızlığın içinde kim ve niçin burada olabilirdi?

Bu yerde sadece yalnızlık kendisiyle yüzleşebilir ve kendisiyle başbaşa kalabilirdi. Böyle bir yeri haketmek onu yaşayabilmek sadece onun hakkıydı. Ne mutsuzluk olabilirdi, ne aşk, ne kızgınlık, burada insan da olamazdı çünkü yalnızlık sadece insan olmadığında yalnızlıktı. Hiç kullanılmamış bir evin hiç anısı olmayan eşyaları.

MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com

Dalda yağmurdan sonra biriken, şeffaf ve sulu tıpkı bir inci edasıyla parıldayan yağmur damlalarını severim...

Onlar ki hayatı anlatır bana. yok olma pahasına tutundukları dala, can katarlar ve bunu karşılık beklemeksizin yaparlar.

Diğer damlacıklarla zaman zaman birleşip daha da büyürler daha faza parlarlar...

Bazen dalın eğimine göre, bulundukları yerden ayrılıp başkalarına katılırlar kendini dalın eğimine teslim edip.

Sonunda mutlaka düşerler hiç düşmeyen görülmemiştir dalın üstünden. BURCU GÜNİSTER

Yeraltından Notlar
Yeraltından Notlar

DÜNYANIN SONU, ASKIN BASLANGICI...

Ay, o gün Güneş’e tutulmuştu. Onu görür görmez içi aydınlandı. Gözlerini kamaştıran bu güzelliği nasıl farketmemişti bunca zaman? Bu kapkaranlık gezegende bir başına geçirdiği onca yıl aklına gelince bir sigara yaktı, önünden bir yıldız kaydı, Dünya’yı seyredaldı... Dünya’da hava aniden karardı. Bir araba farlarını yaktı. Bir köpek havlayarak koşmaya başladı. Bir kadın sevgilisinin elini tuttu. Gölgeler sahibini kaybetti...

Ay düşünmeye devam etti. “Gidip Dünya’ya Güneş’e aşık olduğumu söylesem belki bir yardımı olur” diye geçirdi içinden. Ama sonra vazgeçti. Çünkü muhtemelen yine Dünya’nın işi başından aşkındı. Sahi, Dünya kendi varlığının farkında mıydı ki?

Yıldızlara baktı, onlar da tavsiye veremeyecek kadar küçüklerdi. Hem hepsi ona karşı büyük bir saygı besliyordu, etrafından bir an olsun ayrılmıyordu. Onlara aşık olduğunu nasıl anlatabilirdi ki? Aşık olmanın zayıflık kabul edildiği bu karanlık gezegende, aşkını itiraf etmek imkansızdı.

Gözlerini kapattı. Güneş’in sıcaklığı içini ısıttı. Onu kim bilir bir daha ne zaman görecekti? “Ayda yılda bir olur” dedikleri şey başına gelmişti. Ay bir kere aşık olmuştu işte. Hem de ilk görüşte. Şimdi bir dahaki tutulmayı nasıl bekleyecekti?

Işığıyla onca aşka ilham veren Ay, kendi önünü göremiyordu. “Keşke bu kadar içe kapanık olmasaydım” diye düşündü. “Perdelerimi açsaydım da içeri biraz gün ışığı girseydi. Hayatımı aydınlatsaydı.”

Her gece mesai yapmaktan, aydınlığın nasıl bir şey olduğunu unutmuştu.

Keşke hiç Güneş’i görmeseydi de sıradan hayatına devam etseydi... Ama her şey için çok geçti. Işığı keşfeden biri için karanlık, çok daha karanlıktır artık.

Ay, gece mesaisini bu üzüntüler, pişmanlıklar içinde geçirirken bir bulutun üstünde uyuyakaldı. Neyse ki Dünya, yoğunluktan kafasını kaldırıp farketmedi bile.

Belki de hayatında ilk defa gece yattığı için çok derin uyumuş olsa gerek, anca yüzüne vuran Güneş’le uyandı. Onun ışığıyla uyanmak... Sevinçten göklere uçacaktı ama gökte olduğunu hatırlayınca vazgeçti. İçi aydınlandı, gözleri kamaştı...

Ay ve Güneş, bu karşılaşmadan 2 ay sonra yıldızlarla dolu bir düğünle evlendiler. Güneş, Ay’a taşındı. Birlikte yeniden doğdular ve bir daha hiç batmadılar.

Bu olay Dünya’da büyük bir patlamaya yol açtı. Ay ve Güneş bu patlamanın manzarası eşliğinde dans ettiler. Dünya yok oldu. Hem de onca işinin arasında...

ÜLKÜNUR ARSLAN arslanulkunur@gmail.com

ISIMSIZ

Değişik su markaları. Yurt genelinde bilinmeyen türden. Düşündürücü! hissedilen şey kelime kelime anlatamasam da. Yüz ekşimesi. Çok uzak Türkiyeler. Ve mahalle bakkalı. Ve semte sadece yazları gelen yazlıkçı, memur, yaylacı imgesi! İlk akşamdan yatan teyzeler. Turşu kurulmuş, yeşil zeytin dolu şişeler( değişik su markası olan pet şişeler)... Satanları, alanları ve alanların evlerini düşündürtür bana. Yutkun şimdi umut. İşte bu yüzden kapısı kapalı evleri merak ederim. Işığı yanan odaları. Tarihi, babadan oğula geçen küçük ilçe- belde evlerini... Hani katlı. Altı ambar. Üstü sonradan yaptırılan. Uyduruk. Çirkin. Sıcak. Kokulu. Kendi içinde matematiği olan. Saksı altı anahtarı. Yahut: kapıyı açarken yukarı kaldırıp itmek gibisinden! Sonra emektar otomobili olur bu evin. Sadece işlevselliği. Geniş camı. Geniş kıçı. Ve o geniş kıçında kocaman ‘’o şimdi asker yazar’’. Böyle işte . Herhangi bir nesne için. Herhangi bir hissediş için Roma’yı olmasa da mumları yakabilirim. Tek bir koku için sahneyi kurar oyuncuları yerlerine yerleştiririm. Ve bu süreç de ruhuma, elime,gözüme ne çarparsa çarpsın figüran olacak duygularım da- sahnem de ! Konuyla ilgisi olsun olmasın. Ice’tea nin renkleri. Bozuk olan duş. Batmış bir tırnak. Yahut vernik kokusu...

KIRMIZI BASLIKLI KIZ

Kırmızı Başlıklı Kız

Büyükanne senin kolların neden bu kadar sıcak?

-Seni daha iyi ısıtabilmek için yavrum, dedikten sonra kurt bu genç kadının bedenine sımsıkı sarıldı.

Sanıdığının aksine onu midesine indirmedi, o hep çok arzuladığı kokusunu içine çekip daha bir kavradı, narin omuzlarını kadının.

Kırmızı başlıklı kızın bedeni kurdun yükselen ısısı ile daha da ısınıyordu.

Avcı bağırışları duymadı evin önünden geçerken çünkü kırmızı başlıklı kız çoktan uyuya kalmıştı, sıcak yürekli kurdun kollarında.

HRANT DINK ICIN BIR SAYFA

Ölürüz bazen Yer açmak için çiçeklere

Yagmurda keselenmekgerek

Kaçmayı bile beceremeyiz arınmak için

SEYYAR SESLER

İmtiyaz sahibi ve içeriğin sorumlusu: Mesut Uğurlu

Dergi Tasarımı: Mesut Uğurlu mesutugrlu@gmail.com

Yazarlar-Düşünürler-İnsanlar

Burcu Günister

Gülçin Kağnıcı

Umut Sayar

Mesut Uğurlu

Muhammet Şengöz

Pınar Cingöz

Pınar Duman

Ülkünur Arslan

Yavuzhan Gel

İletişim

seyyarsesler@gmail.com seyyarseslertoplulugu.blogspot.com twitter.com/seyyarsesler facebook/seyyarsesler

Redaksiyon: Ömür İklim Demir

Basım türü: Fotokopi

Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.