Mektuplar duygulardan çok sonra alıcısına ulaşırmış. Yaşanan yaşanmış, söylenen söylenmiştir. Cevap verme hakkı vardır elbet, ama cevap da sorunun zamanıyla eşdeğer olmamalı mı şimdiki gibi. Sorudan çok sonra verilen cevap, soruyu soranın değişme ihtimalini göz önüne almış mıdır? Bütün bu birbirimize asırlardır duygu iletme hallerimiz, kendimizi anlatma arzumuz ve cevap bekleme sabrımız hepsi özlemden, sevgiden mi? Duygular yazıya döküldüğünde bunu bir edebiyat türü olarak görebilir miyiz? Hepimizin yazdığı mektuplar, aslında kendi beklentilerimizin karşı tarafa özlem nidalarıyla süslenmiş birer iletisi değil midir? Var olmayana yazabilir miyiz? Mektup, “en çok da sitem, kibir, nefret gibi duygularımızı anlatmak, kusmak için yazılmaz mı? Mektup artık “retro” veya “hipster” bir şey değil mi? Aslında eski her şeyin içinde romantizm ve emek barınıyormuş da şimdiki her şey duygusuzmuş öyle mi? Yani at arabaları motorlu araçlardan daha mı romantik? Bunların hiç birini bilmiyoruz. Sadece anlatmak istiyoruz bir hayali, umudu, acıyı, ironiyi, beklentiyi… Bu sayıda yazarlar mektup yazdı, çizerler de mektubun pulunu çizdi. Devletin soğuk ve onaylayıcı mühürü yerine de her yazarın kendi onayını temsil edecek mektuba özel mühürler tasarlandı. Alıcılar bulanık, ama mektup kendi yolunu bulacak. Birileri, bir gün posta kutularında faturadan ve kredi kartı ekstrelerinden başka bir şeylerin geleceğini biliyor ve bekliyor. Bu öyle Turgut Özal’ın 2000’lere mektup projesi gibi romantik bir şey değil. Burada herkes bilinmezliğe yazdı. Cevap gelmeyeceğini, konunun klişe olduğunu, mektubun yorucu bir iletişim türü olduğunu bile bile yazdı. Seyyar Sesler Fanzin olarak 5’inci yılımızı dolduruyoruz. Zeki Müren’in senede bir gün şarkısı hayat felsefemiz, senede bir kere çıkabiliyoruz. Bizler olgunlaşma değil, çürümeden yanayız. Turşuyu, nar ekşisini seven, hatıraları eşyalarda tutmaya çalışan, sistemin tam ortasında, ofislerde çalışan yaka rengi belirsiz, içinden hep Into the Wild film müziklerini yükselen, düğünlere giden, ucundan da olsa akraba ilişkilerini devam ettiren insanlarız. İç sesini dinlemenin önemini bilen, ama dış sesin son promosyon lafından etkilenen insanlarız. Çemberin ne içine girebiliyoruz ne de dışında kalabiliyoruz. Bir döneme tanıklık ediyoruz. Kendimizi, etrafı tanımlıyoruz . Garip huzursuzluklarımız olsa da dedikodumuza devam ediyoruz. Her şeye rağmen, yeniden 6. Sayımızla sokaklardayız. Fanzinin ruhunda vardır hakikate yakın olmak. Samimiyetsizlik de var elbet, buna da siz karar vereceksiniz. Yazdıklarımızın, çizdiklerimizin kaç beğeni aldığını değil, ne kadar hor görüldüğünü görmek istiyoruz. Bize cevap verin, kızın, bizi yargılayın, küçümseyin ama tek taraflı olmasın. Kendimizi Oğuz Atay gibi hissetmeyelim sayın okuyucu.
Seyyar Sesler 6 Çıktı ! İyi okumalar.
Mesut Uğurlu mesutugrlu@gmail.com
Sen de biliyorsun. Aslında bir şey bilmiyorsun da ben nedense bu mektuba "Sen de biliyorsun." diye başlamak istedim.
Sen de biliyorsun. Önceleri daha dirençli ve güçlüydüm. O nedenleydi bütün o dik başlılığım.
Sonra bir yerlerde düğüm oldum. Oysa, ne kadar da istemiştim bazı şeylerin gerçekten olmasını. Tanıdığım herkes için çok iyi şeyler dilemiştim. Kendimi ciddiye alacak kadar toydum. En mahkeme duvarı ifademle bir mağazaya girip iki takım, birkaç gömlek, bir çift ayakkabı ve bir de palto satın almıştım.
Aradan on yıl geçmiş ve ben hala o gün aldığım takımları, paltoyu, gömlekleri ve ayakkabıyı giyiyorum. Bunca yıl yenilemedim hiç birini, çünkü bir heves ile yaptığım her şey, hevesimin kırılmasıyla birlikte gitti. Küçükken daha büyüktüm, büyüdükçe küçüldüm, küçüldüm, küçüldüm. Tüm o yıllarımdan geriye: Bir tuhaf sessizlik, kolları aşınmış bir palto, topuk kısmı dört defa tamir edilmiş bir çift ayakkabı ve son model bir tepkisizlik kaldı.
Sen de biliyorsun. Bugün benim doğum günüm. Bundandır belki bütün bu muhasebe. Dışarıda hava kararıyor, ofiste bir müvekkilimin gelmesini bekliyorum. (Az önce o da geldi gitti, para yerine pasta getirmiş.) Bilgisayarda Nico'dan You Forget to Answer çalıyor. Sanki birazdan tabancayı ağzıma sokup intihar edecekmiş gibi hissediyorum. Çok sinematik olurdu. Biraz da üçüncü sayfalık...
Zaman aktıkça azalıyorum. Yaptığım her şey, çevremdekiler, üzerimden ağır ağır akıp gidiyor. Tuhaf bir yalnızlık hissine kapılıyorum böyle anlarda. Bir insanın dört kişi tarafından yerde tekmelenirken hissedebileceği türden bir yalnızlık... Teknik anlamda beş kişiyle aynı odada olsan da yerde tekme yiyen isen, odadaki sayının 5 değil, 4 + 1 olduğunu daha iyi anlıyorsun. Çok kötü bir şey lan +1 olmak! Sonrasıysa ucu boş, başı boş, sonu yok, başı son, bir tuhaf korunmasızlık hissinden ibaret.
Sen de biliyorsun. Gündelik hayat her yanımdan didikliyor, küçük parçalar halinde kendimden eksiliyorum. Arkadaş olduğum insanlar, bambaşka adamlara ve kadınlara dönüşüyor. Bebek resimleri, araba resimleri, kebap resimleri paylaşıyor, pirüpak patiska çarşafların, renkli kırlentlerin, minimal mobilyaların arasında şen kahkahalar atıyorlar. "Durun lan değişmeyin! Bekleyin!" diyesim geliyor, gidiyor, geliyor, gidiyor... İç geçirmeli, üç noktalı susuyorum. Gülüyorlar, dişleri uzuyor hepsinin, böğürtüler çıkartarak mutasyona uğruyorlar. En iyisi kaçmak. Oyunlar, filmler, kitaplar, spor, alkol ve çizgi romanlardan oluşan koca bir bireysel alt kültür yaratıp kendimi oraya kilitliyorum. Birden bire yapamadığım için usul usul tedavülden kalkıyorum. Bu arada evet, spor ile alkolü yanyana yazdım. Bir sorun mu vardı? Bir sorunun mu var? Kafayı mı sıyırdın? Bela mı arıyorsun?
Saat beş. Gıcırdayan bir ofis sandalyesinde, bir dolandırıcının getirdiği çikolatalı pasta ile karşı karşıya oturuyorum. Bugün benim doğum günüm.
İşte böyle paslı, kanıma karışan bir sıkıntı var içimde.
Peki ya sen nasılsın?
Abbasağa Mh. Rebap Sk. 6/3 Beşiktaş / İstanbul
Pul: Cihan Önder
Hassasiyet gerekir,
İncelik gerekir,
Ben değil biz demeyi gerektirir, Hatta gerekmesi hali çok saçma değil mi?
Bu tam olarak kalbinden, ruhundan gelir.
Aşk ya bu.
Öğretilmez ki.
İçten gelir.
''Aşırı hassassın. Abartma. Baksana şu haline. İnsani duyguların sanki ruhunda değil de derinin üzerinde. Damarlarında akan kanla bile tanışmamış gibi onlarla. Yüzüne bakıldığında daha anlatıyor her şeyi. İnsansın. Çok sevebilirsin. Konuşmak istediğinde dudaklarını kıpırdatmana bile gerek yok. Sen bak yeter. Ama bana bakma olur mu? Suçlu hissederim kendimi sonra. Derinliğinde boğulacakmış gibi. Halbuki bilirim. O derinlik nasıl da huzur dolu. Ama cesaret edemem ki. Çünkü tam bakarken gözlerine. Nefesimi tutup. Birden bire nefesim kesilecekmiş bana duymak istemediklerimi söyleyecekmiş gibi bakıverirsin. Hani suçluyum ya ben. Teferruat dedim ama hayatıma dahil ettim onca yorucu şeyi. Sen varken.''
Dedi, gözleri. Elleri. Duruşu. Ama sözleri dudaklarından dökülmek için cesaret bulamadı.
''Suçluluk'' gelince aklıma. Hep başkaların üzerinden konuşuyorum. Fark etmişsindir. Suçlu olduğumu kabul etmediğimde daha çabuk geçecek gibi geliyor çünkü sebep olduklarım. Hatta bazen, suçu sana bile yüklediğim olmuştur. Nasıl da biliyorum halbuki , aşk'ın kanının akışına engel olan benim aslında...''
Demeliydin. Ama susmayı tercih ettin. Özrün kabahatinden büyük oldu her seferinde.
Oysa ne bir sonraki olsun istedim, ne de özür olan biten için. Buna gerek kalmasın.
Gülümsediğimde ne için gülümsüyor olduğumu bildiğin gibi, üzüldüğümde de ne için göz yaşı döküyor olabileceğimi bil istedim. Bildin. Ama bile bile daha fazla göz yaşı görmek için deli oluyor gibi davranıyor olmanı insani duygularla bağdaştıramadım.
Bencillik dedim önce. Sonra çocukluk. Sonra da umursamazlık.
Sonra, bunların hiçbiri değil.
Sadece anlık tercihlerdir belki sana bütün bunları yaptıran. An bu kadar önemsiz olabiliyor demek ki. Oysa anlar bir ömür dediğin.
''Kötülük yok.''
Kötülük göreceli. Tıpkı ''normal'' dediğimiz şeyler gibi. Kime göre normal. Normal olan ne ki?
Seni çok seviyorum. Ama.
Acımasız bir şekilde.
Özür bile dilemeden. Çünkü özür hafif değil mi tüm bunlar için.
İcadiye mah. Arzu Ayaktar sok. No:48/6 Üsküdar / İSTANBUL
Pul: İlkay Alptekin
‘Sen benim yerimde olsaydın kedicik
Benim yerimde olmak istemezdin’
Sevgili (!) Yavuz;
“Sen bu satırları okurken, ben çok uzaklarda olacağım” gibi afili cümlelerle başlamayı isterdim inan ki. Hem o zaman daha kolay olurdu yazmak. Oysaki benim uzaklarda olamayacağım gibi sen de bu mektubu okuyamayacaksın. Oysa kaç gece kitap okumuştum ben sana…
Yavuz, ah Yavuz, bilsen nasıl kızıyorum sana. Ne affedebiliyorum ne sahiplenebiliyorum… Sadece yok sayıyorum seni. Böylesi akıl sağlığımı da koruyor sanki. Vicdanımın çenesini kapatıyor elinin tersiyle. Seni terk edişim de bu sebeple… Tepkisizliğini affedemedim ben. Senin de canın yansın istedim. Kimsesiz kal! Nasıl da bakmıştın bana. İzlediğin şey aptal bir filmden ibaretmiş gibi nasıl da mağrurdun hala. Kuyruğunu bile indirmeye tenezzül etmemiştin. Gel dememi bekliyordun aptalca, git dedim. Defol! Gelme bir daha. Öl hatta. Seni öldürmeyi bile düşündüm Yavuz. Yaşıyorsan eğer (ki umarım gebermişsindir) sebebi, o gün beynime hükmedemeyişimdir!
Seni terk etmişti annen. Benim annem vardı oysa. Bir akşamüstü aldım seni evime. Söylenmez böyle şeyler ama baktım sana. Koynumda uyuttum, büyüttüm, görmezden geldim kırdığın fincanları. Sucuklu yumurta bile pişirdim. Terk etmişti annen seni. Benim annem vardı oysa. Babam yoktu ama… Seni terk ettiğim gün annen yanındaydı. Sanki hiç gitmemiş gibi çıkıp gelmişti yanına. Benim annem yoktu. Öldürülmüştü gözünün önünde ve sen bu cinayeti Tarantino filmi gibi kayıtsızca izlemiştin. Öğlene doğru uyandırmıştı annem beni. Evimde ikinci sabahıydı ve kahvaltı hazırlamıştı. Koca demlik çay vardı masada. Seni pek sevmemişti ama alışacak gibiydi; öyle söylüyordu elleri. Annemin elleri hiç yalan söylemezdi. Güneş masada, çaydanlığın hemen yanında demleniyordu. Bebeğim demişti hadi uyan. Saçlarım uzundu o zaman. Annemin eli küçüktü ama. Kaybolmuştu saçlarımın arasında. Meleğim demişti bana. İkimizin de keyfi yerindeydi. Ne çok gülmüştük o sabah. Üç bardak çay içmiştim ben. Hazırlandım sonra, hatırlarsın Tevfik Fikret’in kitabı lazımdı. Kitapçıya gidip gelecektim hemen. Annem de gelmek istedi benimle. Allah belamı versin, gelme dedim, hemen alıp gelirim ben. Yemek de yapma bugün dışarıda yiyelim. Gittiğim üçüncü kitapçıda buldum o lanet kitabı. Sonra vitrinin birinde “Maxfaktor ürünlerinde %40 indirim” yazısı ilişti gözüme. Bir sonraki karede bilmem kaçıncı kez kullanılmış tester ürününü sürerken karşılaştım kendimle güzellik vadeden samimiyetten yoksun bir aynada. Kırmızı ruj ve siyah eyeliner aldım sonra çok lazımmış gibi. Terlemiştim biraz. Müdavimi olduğum kafelerin birinde soda içtim, üç tane de sigara yaktım peş peşe. Kızılay’dan eve kadar yürüdüm sonra. Annem kontör istemişti, dönüşte 10 lira yükledim hattına. (fişi durur hala cüzdanımda) Anahtarım vardı çantamda ama zile bastım ben. Annem açsın istedim kapıyı. Zili duymuyor diye sinirlendim hatta. Ev küçücüktü oysa. Açtım kapıyı anahtarla. Sitem edecektim neden kapıda bekletiyorsun diye. Tek kelime edemedim. Nefes alamadım. Öldüm sandım, lanet olsun ölmedim. İki saat önce kahvaltı yaptığımız masanın yanında yatıyordu annem. Düşüp bayıldı sandım önce. Sen hangi cehennemdeydin bilmiyorum. Koştum yanına, sarıldım. Anne dedim iyi misin? Allah belamı versin o kadar kanı ilk defa o gün gördüm ben. Hala sıcacıktı annem ama nefes almıyordu. Yalvardım ölmesin diye. Dünyadaki herkes ölsün gerekirse ama ölmesin annem… Seni gördüm sonra, koltuğun altına saklanmış, annemin boynundan akan kanları yalıyordun. Hareket edebilseydim o an, kalkıp öldürürdüm seni. Kıvrıldığın yerden alıp duvara fırlatabildim sadece. Ulan dedim ulan o benim annem. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum
hala. Bluzunu kaldırdığımda sağ göğsünün altındaki kesiği gördüm. Yok, hayır bluzunu kaldırdığım an öldüm. Adını bilmediğim organlar sarktı etinden. Onları yerine sokunca yeniden nefes alacak gibi aptal bir umuda kapıldım o an. Ama nefes almadı annem. Ben bıçak kesiği acılarımla kalakaldım. Ölme dedim, ölme, ölme, ölünmez böyle! Böyle gidilmez!
Dört gün sonra döndüm eve. Bana hala aynı isimle sesleniyorlardı. Ben hala ismimi duyunca belli belirsiz dönüp bakıyordum. O dört gün, hayatımın şahdamarını adice kesmiş ve teselli armağanı olarak bir tek ismimi bırakmıştı bana. ( Ah bu ne cömertlik!) bir de sen vardın hala. Emniyette kaç defa sormuşlardı; “sen evden çıktığında annen yalnız mıydı, yanında kimse yok muydu?” diye. Senin varlığından bahsetmedim hiç.. Yoktu dedim. Annem yalnızdı. Senin şahitliğin annemi gerçekten öldürecekti sanki. Sanki seni inkar edince annem yaşayacak gibiydi. Kimse görmediyse öyle olmamıştır belki. Belki annem bir yere gitmişti, geri dönecekti…
Aptal kedi! Açlık, gururunu alt etmişti. Eve girdiğimde beğenmediğin mamayı silip süpürmüş ve boşalan kabın çevresini tavaf ediyordun. Ayağıma dolanmanı bekledim sağlam bir tekme savurmak için. Sen dolabın yanına gidip arsızca mama bekledin benden. Ah Schrödinge’in eline vermeliydi seni… Bavullarımı toplayıp çıktığımda peşim sıra indin merdivenlerden. Bagajı yerleştirirken ben, annen gelip durdu yanında, burnunu yaladı. Onca zaman kuytu bir yere saklanıp bu anı beklemişti sanki. Hareket edecek gücüm olsa anneni de seni de gebertecektim. Arabaya atlayıp anıra anıra ağladım. Sen bana bakıyordun hala. Annen patilerini yalıyordu. Dönüp son kez baktım evime. Bekledim uzun uzun, pencereye çıkıp ‘geç kalma kızım’ demesini. Arabaya atlayıp gaza yüklenirken bağırdım avazım çıktığı kadar ‘tamam anne. Yemek yapma, dışarıda yiyelim’
Sokağın bitiminde dikiz aynasında gördüm son kez seni. Annen o kahrolası patilerini yalıyordu. Benim annem… Yoktu oysa… ‘Oysa çocukken bi anne dememle koşup yetişirdi annem!’
O günden beri kimseye bahsetmedim senden. Varlığın acılarımı bileyliyor. Kızıyorum sana. Nefret ediyorum. Öl istiyorum. Geber! Sonra konuşmanı bekliyorum. Yanıma gel ve anlat her şeyi. Çok acı çekti mi annem? Yardım istedi mi? Adımı söyleyip çağırdı mı beni? Direndi mi katile? Son nefesini nasıl verdi? Benim için bir şey söylemedi mi? Gözleri nasıldı annemin? Gözleri… Ölüyor olacağını bilmek değiştirmiş miydi renklerini? Boğazına saplanan bıçağa, kardeşi gibi sarılmış mıydı? Yoksa, yoksa beni mi bekliyordu, kızım gelip kurtarır şimdi… Nasıl tuttu ölüm annemin ufacık ellerini? O bıçak ne kadar sersemdi ki yönünü değiştirip katilin boğazına saplanmadı? Annemin boynu öyle beyazdı ki… Bir şey söyle, anlat, konuş. Bir şeyler söyle bana dayanamıyorum!
‘Ölüyorum / annem bana hiç kızmıyor’
Pul: Mesut Uğurlu
Sinirim de, sarhoşluğum da geçmemişken; henüz dumanım üzerimdeyken yazıyorum. Çünkü muhtemelen sen bu satırları okurken, ben seni çoktan özlemiş olacağım. Yani aslında bu mektup biraz da gelecekteki bana ders olsun diye. Seni unutmaya yazarak çalışıyorum.
194 dakika önce ne kadar mutluydum. Harika bir işe, tam istediğim gibi bir eve, mutlu bir aileye, dünya tatlısı bir kediye ve elbette sana sahiptim. Şimdi sen yoksun; sanki hiçbir şey yok. Sesim var mı? Sana “neden” derken sesim var mıydı? Duymadıysan diye mi bu yazdıklarım? Sahi ben sana neden yazıyorum, senin bana söyleyeceklerin, yalvaracakların olmalıyken? Kadehi tutan elimde kalemim. Kalemi bırakmadan içiyorum, içmeyi bırakmadan yazıyorum. Üstelik sevmeyi bırakmadan nefret ediyorum senden. 7 yıllık aşk 194 dakikalık nefretten öyle temiz bir dayak yedi ki…
Delireceğimden neredeyse eminim. Sen konuşurken, ben dinlerken dünyayı aynı şekilde görmüyorduk değil mi? İki ayrı zamanda yaşandı her şey, yani öyle olmalı. Gideceğini söyledin, başkası var dedin, hatta eşyalarını nasıl alacağını bile anlattın. Uçları sivri bir sürü cümleyi üzerime bıraktın. O kocaman laflar yüzüme çarparken ne bir soru işaretine saklanabildim, ne de ünlemleri savurup def edebildim. Bomboş bir beyinle kalakaldım ben. Sana baktım, hayranı olduğum aynı yüz… Konuşanlar öptüğüm dudaklar, sevildiğimi duyduğum ses… Hepsi bir arada bir yabancı olmuş. Ben ne olmuşum o sırada, kim bilir. Belki ölmüşüm, kim anlar. Yok anlamıyorum, anlayamıyorum. Karşılıklı başlayan bir şey nasıl tek taraflı biter! Bir yerlere itiraz edebilme hakkım olmalı. Benim de seninki gibi can yakan cümlelerim olmalı. Yüzyıllardır böyle miydi demek? Aşk kadar eski aşk acısı mevzuu bu mu? Herkes gibi oldum yani şimdi. Aşkın hep benzersiz sanıyorsun da bir aşk acısı hepimizi eşitliyor. Bizim buralar böyle işte. Siz mutlu insanların aleminde neler yaşanıyor acaba? Gerçi ben de mutlu değilim gibi şeyler söylemiştin. Hatırlıyorum bak, bütün yalanları hatırlarım zaten.
Her ilişkide olmaz mı sorunlar? Tamam, biz de kusursuz değildik, kabul. Ama ne zaman başka bir aşka ihtiyaç duydun? Neden bekledin anlatmak için, küçük düşürdün beni! Ya da neden anlattın ve yok ettin? İnanamıyorum, olmuyor. Giderek kısalan konuşmaların kalanı diğer kadınındı demek, farklı yatakların yarısı senindi. İki kadının tamamı… Şu an bunları biliyor olmak mı, yoksa bilmiyorken kendi kendime düşündüklerim mi daha acınası bilmiyorum. İnsan hissediyor aslında, varmış öyle bir şey. Ama işte konduramıyorsun. Bu adam benimle aynı şehirde olmak için aylarca bekledi, şimdi ayrı kalınca üzülmüştür diyorsun. Kavga ettik ama öyle demek istemedi, üzerine gitmeyim de rahatlasın diyorsun. Herhalde işi var falan filan. Hem aldatılmışım, hem kendimi aldatmışım meğer. Bana nasıl laflar ettirdiğine bir bak be! Baştan almaya halim olsa yapardım, ama kalan tüm enerjimi akıtıyorum. Şişe şahidimdir. Belki de okumayı çoktan bırakmışsındır. Mektupta bile terk etmişsindir beni. Olamaz mı? Olabilir!
Sana sormak istediklerim var. Nasılsa okumuyorsun artık diye düşünerek rahatça soruyorum. O kim? Ben tanıyor muyum? Siz ne zaman tanıştınız? Benden güzel mi? Kaç kez seviştiniz? Bana evden çıkmak istemediğini söylediğin zamanların kaçı yalandı? Düşünmeye ihtiyacın var, bir süre arama dediğinde vicdanın sana küfretti mi? Milkshake sipariş ederken utandığını biliyor mu? Diz kapağından gıdıklandığını? Anlıyorum ki bizi kıyasladın. O ne yaptı da kazandı? Kazanmak denirse buna eğer… Neyse… Aslında keşke o kadına mektup yazabiliyor olsaydım. Belki de o bulur bu mektubu. Resmen mutlu oldum şimdi! Üstelik bir kadının başka bir kadından gelen mektubu sonuna kadar okuyacağından da eminiz. Sen de terk edileceksin diğer kadın, sen de yetmeyeceksin. Ah seninle konuşmayı nasıl istiyorum bilsen! Mesela aynı laflarla mı kandırıldık? Aynı şekilde mi öpüşüyor, çok merak ediyorum. Sana uğurlu donundan bahsetti mi? Hikayesi çok komik, kadınları güldürüyor. Hala anlatmadıysa ben anlatıp sürprizi bozabilirim. İstersen yaz bana. Ya da yazma. Cehenneme kadar yolun var. Daha iyisi, o adama söyle o yazsın, yazsın da sorularımın cevaplarını versin. Telefonum da açık olacak. Bana geri dönerse üzülme olur mu diğer kadın, terk edileceğini söylemiştim. Neyse bak kadın kadına sohbet başlayınca hemen nasıl uzadı. Bana müsade, çünkü ikinizden de tiksiniyorum. Bu mektuba ne amaçla başladığımı şu an hatırlamıyorum bile. Umrumda da değil. Bu yüzden hemen göndermem gerek. Benim de seninle ilgili bir şeyi özensiz yapmam gerek. Sen derken, sana söylüyorum eski sevgilim.
Son cümle bu olsun, bu da son olsun. Ben Adressiz
Pul: Ceyda Koç
Bir mektup gerçek sahibine, yazıldıktan yıllar sonra bile ulaşabilir bilir misin? Posta teşkilatının beceriksizliğinden değil de, belki zamanı gelmediğinden. Ben buz gibi 2014'ün Ocağındayken, senin yazdıklarımı çok sonradan okuman gibi. Bu yüzden havalardan bahsetmeyeceğim. Sağlığımı, neler yaptığımı, işi gücü de boşver.
Önce merhaba, sonra gelecek diyelim. Yarına kalacak her boktan şeye, yarına kalmayacak her dostuma, sevgilime, aileme, dolaptaki son şişe birama rağmen...
Her gün yeni bir virüs ve ilaçla tanışırken, ilaç firmalarının para kazanma hırsı hızla büyürken, ilk başta geleceğe taşınan virüslere karşı aşılar hazırlansın. Herkes mecbur değil ya, yine sen ve ben, biz hazırlayalım. Büyük laboratuvarlara, kimyagerlere ihtiyacımız olmadan. İki kadeh sesiyle kurulsun muhabbet, muhabbet muhabbeti açsın. Ağlayana kadar içelim ama kurtaralım dünyayı.
Sokağa çıkıp bağıralım bir ağızdan, hep özgürlük diyelim. Gözlerimiz yine yaşarsın ama uyandıralım dünyayı. Gözümüzün yaşına bakmadan sevelim güzeli, aması maması yok, güzelleştirelim dünyayı. Bıraksınlar, umut ettiğimiz kadarıyla yaşayalım hayatı.
Sen de daha fazla sesini çıkar artık. Ben alayına söverken sevelim insanları, bunu en iyi biz yaparız de. Kimseyi üzmeden herkesi sevemezsin ya, olsun söyle.
En yalın en halleriyle, en zayıf hissettikleri şeye kadar dinleyelim insanları. Sevemesek de deneriz fena mı?
İnsanlık hali ter, yağ, alkol, sigara kokusuna dayanabilirsen gel, görüşelim. Arabeskin dibine vuralım, okuyalım, konuşalım, yazalım... Biri aşkı anlatmıştır belki hesapsız kitapsız, bulup çıkaralım. Umudu, aşkı bulduğumuza göre harekete geçelim.
Dört duvar arasında çok güzel bir şiir yazalım, içinde ağaç olsun. Ağacın altına yatalım, gökyüzü en çok biz yaklaşalım. Bir hayale dalalım, gelip geçenler merak etsin, bizi bilenler hayalimizi kendininki bilsin. Bir kadın sokak hayvanlarına mama versin, bir adam yarıda bıraktığı işi tamamlamaya karar versin, politikacılar bi rahat versin, kanımızı emenlerin gözü doysun. Daha özgür, daha vicdanlı, daha kanlı canlı yaşamamız gerektiğini herkes öğrensin.
Sen yanımdasın ya ben de toparlayayım kendimi. Kokum değişsin, kirden pastan eser kalmasın. Gelecek deyince, aklımıza her zaman, ilk olarak robotlar ve yıkılmış binalar gelmesin. Hepimiz farklı gerçeklere inansak, farklı mevsimleri evsek de, zaman değişse de birileri hepimizin bildiği şeyleri yine tekrar etsin. Özgürlük, aşk, hayal, doğa, umut, mutluluk desin.
Böylece ütopik mektubumun sonuna geleyim.
Her şey bu kadar mükemmel olamaz diyerek, hepimizin bildiği bazı şeyleri de ben tekrar etmeyeyim. En iyisi kendi zamanıma dönüp sağa sola biraz küfür edeyim.
Eyvallah
Yeşilay Sokak No: 9A Rasimpaşa Kadıköy İstanbul
Pul: Mesut Uğurlu
22.X.1932
İzzetciğim, Buraya alışamadım. O kadar küçük bir yer ki, kaybolamıyorsun. Sapmadığın bir sokak, karşılaşmadığın bir yüz arıyorsun, bulamıyorsun. Başına hiçbir şey gelmiyor. Geldiğim günden beri ne zaman saate baksam hep üçe çeyrek var. Oralara kış gelmiştir, belki kar bile yağmıştır. Burası hâlâ ilkbahar.
Mevsimler bile ağırdan alıyor, niye almasınlar, ne aceleleri var? Bu küçük, ıssız ve sinsi kasaba beni kendi sesime mahkum ediyor. Hep aynı şeyi söyleyen, bari bir köpek havlasa da sussa dediğim o donuk sesimden başka bir şey duymuyorum bu aralar. İnsana kendi kalbini kırdıran o zalim sesi biliyorsun değil mi? Bazı sabahlar biri bana “günaydın” desin diye etrafıma bakıyorum ama kimseden ses çıkmıyor. Burası, insanı uyandığına bile pişman ediyor.
Takvimin ve saatin yalan söylediğine kâni olduğumdan beri yan bahçedeki keçiboynuzu ağacı sayesinde anlıyorum günlerin değiştiğini. Dallarından bir keçiboynuzu düştüğünde zamanın biraz daha geçtiğini anlıyorum. Kimi zaman arka arkaya düşüyor keçiboynuzları, o gün çabuk bitiyor gibi geliyor ama saat hep üçe çeyrek kalayı gösteriyor. Bazı günler iyice dalgınlaşıyorum. Daha da derinlere dalmak istiyorum ama burada küçük bir göl bile yok. Yağmur yağsa, bir damlasının peşine takılıp gitmeye razıyım da, burası bulutlara bile sapa kalıyor. Senden haber gelmiyor, Nevra bana yazmıyor. Bulutların bile uğramadığı bir yerde kendi kendimi delirtmek üzereyim.
Arkamızı hayata, yüzümüzü Boğaz’a döndüğümüz günleri hatırlıyor musun? Bir kayanın üzerine oturup saatlerce güldüğümüz günler. Nevra’nın elini tuttuğum, seninle buluşmak için telaşla koştuğumuz günler. Haki kaşkolumu boynuma doladığım günler. Sen bir şarkı mırıldandığında gerisini getirebildiğimiz günler. Yalnız olmadığımızı sandığımız günler. Birbirimize yalan söylediğimiz ve aynı güzellikte o yalanlara inandığımız günler. O günlermiş bizi delirmekten kurtaran. İşte o günler İzzetciğim, buradaki takvimlerde yazmıyor.
Hani yaz günleri hafif rüzgarla havalanan tül perdenin altından eve giren karasinek dışarı çıkabilmek için çaresizce dolanır durur ya odanın içinde… Girdiği pencereyi bulamaz da, ev sahibinin insafına kalır ya kaderi… Nasıl içeri girdiğini hatırlamayan, dönüş yolunu da bir türlü bulamadığından o küçücük odada debelenen çirkin bir karasinek gibiyim. Tam altı ay, on iki gün, dört saat ve yirmi üç mektuptur.
Niyetim kendimi acındırmak değil bu satırları yazarken. Önceki mektuplarımda yüzünüzü güldürmek için türlü olaylar uydurayım derken çok yorulmuşum. Burada hiçbir şey olmuyor, olacağı da yok, tek havadis bizzat benim. Sen de iyi bilirsin, bazen insan kendi kendine üzülmek, efkarıyla güneşi batırmak, acıklı bir şarkı çalınca saatlerce ağlamak istiyor. Gel gör ki, burada radyo çekmiyor. Kendime üzülmekten arta kalan zamanlarımda eskiden nasıl bir insan olduğumu, hangi hikayelerin kahramanı, hangilerinin zavallı gizli öznesi olduğumu düşünüyorum. Adadaki kaygısız günlerimizi, öğle üzeri çaylarını, asla sonunu getiremeyeceğimiz hovardalıklarımızı, altı tutmak üzere olan patlıcan yemeğinin kokusunu, Nevra ile evleneceğimiz o yaz akşamını, adını elbette İzzet koyacağımız ilk çocuğumuzun doğacağı Nisan gününü, bir kadeh şarabın en kötü anlarda bile insana kahkaha attırabileceği anları düşünüyorum. Düşündükçe benden ve aslında hayattan da küçük bir kasabada yaşamaktan tiksiniyorum. Burada hayal bile kuramıyorsun, ümitsizlikten ya da
gerçekleşmeme ihtimalinden değil; nemden.
Sokağın başında büyük bir ağaç vardı. Ne ağacı olduğunu kestiremiyorum, mevsim dönmüyor ki meyve versin. Geçen gün kurbanlık koyun gibi yan yatırıp kestiler garibanı. Karga konuyormuş efendim. Geceleri susmuyormuş efendim. Hayra alamet değilmiş efendim. Hayrınız batsın efendim! Yaşadığıma dair tek kanıtım o karganın berbat sesiydi. Şimdi mecburen şiir yazmak zorundayım.
Bu sabah Nevra’dan bir mektup geldi. Zarfı elime alınca aylar sonra kalbimin attığını duydum. İçinden mutevazi nişan yüzüğümüz çıktı. Cevap yazmayayım diye herhalde, tek bir kelime etmemiş. Ne talihsizlik! Beni hiç tanıyamamış. Benim cevap alabilmem için soru sormam gerekmiyor oysa.
Velhasılıkelam İzzetciğim, zamanın geçmeye tenezzül etmediği bu küçük kasabada, koskoca dünyaya yenildim. Benim gibi sıradan bir adamdan kötü bir şair yarattı kaderim. Kelimelerden özür; size mutluluklar dilerim.
Bu son mektubumda sana yeni çekilmiş bir fotoğrafımı gönderiyorum. Nevra beni unutmasın.
Sen beni unutma.
Çünkü ben sizi unutacağım İzzetciğim.
Her gün, saat tam üçe çeyrek kala.
Bu fotoğraf Nar Sahaf’tan 50 kuruşa alınmıştır. Fotoğrafın üzerindeki el yazısı orijinaldir. Hikayedeki kişi ve olaylar kurmaca olup söz konusu fotoğrafla ilişkisi yoktur. Bu fotoğraftaki kişiyi tanıyan, hikayesini bilen varsa info@futuristika.org adresine e-posta atmaları rica olunur.
Gelecek hikaye: Üzgünüm Leyla
Pul: Atilla Karabay
İhanet ettim sana. Hem de ne ihanet... Nasıl yaptım bunu? Küçüktüm, sana heves ederdim hep... Biliyorsun ya başka şeyleri bilmezdim... Diğer insanlara, kuşa, dağa, taşa, ama en çok denize; senle dokunmayı severdim... Annem de pek beğenirdi seni, babam da... Hikayelerini de biliyorsun, hep onlara özenir, işte güzel bir hikayenin seninle başlayacağını bilirdim. Okul sıralarında matematik ya da fen dersi değildi seninki, hayat bilgisine, edebiyata girişti… Yaşamı nakşetmekti. Samimiydi… Hatırlıyorsun değil mi? Ben kaç defa karanlıktayken, sen kaç defa ışığını yaymış, bembeyaz bir dünyanın kapılarını açmıştın bana. Bünyemden hangi renk fışkırırsa fışkırsın, bilirsin ya; o bembeyaz dünyanı, saflığını kirletmemek için çok özenirdim sana, birbirimizi tamamlar yek olurduk. Sana geldiğim zaman, gitmek için neden bulamazdım. Ya içimdeki ateşli sevgi, en çok da onu biliyorsun değil mi? Alâkamı bildiğin gibi, vicdanımın da en büyük ilgilisi sendin, başkalarına anlatırken detayları yumuşatırdım, sahneleri değiştirdim, başroldekileri saklardım… Ama seninle aramızda giz olmazdı, gerçeği bilirdin, çünkü en çok sana güvenirdim…
Sonra ne oldu da hepsi uçup gitti… Bilmiyorum, nasıl yaptım işte anlamıyorum...
Evet böyle bir ihaneti hak etmedin, benim için yaptıkların aklına gelince, bu muydu karşılığı diyorsun... Biliyorum, sen hep aynı kaldın, ben değiştim... Bütün suç benim... “Modern” zamanın esaret tufanı aldı götürdü beni senden… Doğallığımızı bozdu, sözde “büyük” icattı… Her şeyi seninle paylaşırken, silik bir camekanın -en çok acıtan da bu- arkasında yalnızlaştım, işte anlamamışım sen meğer kalıyormuşsun gide gide, ben kala kala gitmişim… Girdabının içine çekmiş beni… Tabi şimdi keşkeler teselli vermiyor, döndürmüyor, inat etseydim keşke de -bak yineilk sende bulduğum içtenliğimi, samimiyetimi kaybetmeseydim, şimdi sen olsaydın da hiçbir şeyi geçiştirmeseydim... Sen olsaydın da, inci gibi özenip, hep sana konuşsaydım, boşlukta yitip gitmeseydi söylediklerim... İçimin bütün renkleri alınmasaydı... Şimdi bu yazdıklarıma cevap verecek misin? Vermezsin, çünkü sadık kalamadım sana, gözümün içine baktın kıymetini bilemedim… Öyle bir ihanet ki bu, şunları yazarken bile göz göre göre büyük ihanet… Bariz ihanet… Peki beni affeder misin? Evet affetmezsin; artık bana kalan büyük bir boşluk be mektup…
Rasimpaşa Mahallesi İzzettin Sokak No:33 Kadıköy
Pul: Dilem Serbest
Kalk oğlum artık, öğlen oldu;
Olur a, gülmek istersin mesela çapkınca bir fotoğrafta, bir kıza, mahçup; kalk, uykuların eskimiştir, uykuları değişelim...
Olur, İzmir köfte yiyeceğin tutar. Bilemezsin tosunum... Korkacaksın daha. Bir kadını sevmekten korkacaksın.
Ellerin terli, bir kızın elini tutmaya sıkılacaksın. Uyumak kolay. Kalk, yaşayacaksın! Çıplaklık bir memlekettir. Varacaksın; bir kızın üşümüş ayaklarının soğuğu ayaklarına sokulacak daha.
Baba-kız, ana-oğul ve iki sevgili ve bütün dünya olacaksınız bir çekyatta. Paran karanfile yetişecek anca.
Öleceksin daha. Bir kadın -ki bu anan olmayacak evlat- seni gömecek ve öldüğünden emin olmak için sırf, geri dönecek.
Kuşlara bakacaksın gökyüzünde. Erguvanlar diyeceksin, şimdi ne çok sessizce.
Olacak, bu da olacak erenler...
Bir öğle vaktinde; bayrağın alına, göğün gökçesine hayret edeceksin.
Şu dünyanın anasını sataydım diye içleneceksin daha. Oturup içeceksin bir sokağın merdivenlerinde kendi başına.
Soracaksın; yardan bana bir selam var mı?
Sanat musıkisini de, kerevizi de seveceksin.
Baban seni değil; sen babanı özleyeceksin.
Sonra gecenin içinde bir kibrit çakasın gelecek...
Bir köprünün üstünde dünyaya dalıp gideceksin.
Bir parkta, paltona döktüğün susamları silkeleyeceksin.
Kalk paşam hadi artık, öğlen oldu diyecek babaannen sana.
Bir şiir ezberleyeceksin daha, sinemalardan çıkacaksın, Bir kızı, sonra bütün kızları belinden tutacaksın.
Gel, taş atalım camlara, uykulara...
Baharın kuşağını çekip kaçalım, Yolsuz kalalım, yerden yanık sıgaralar toplayalım.
Bir çocuk düştüğünde
Uyan, gömleğimizin kollarını sıvayalım. 30 Ocak 2014
Zeytinoğlu Cad. Kiraz Sokak. 116 Beşiktaş / İSTANBUL
Pul: Burak Tığlı
Gülerken ağlamayı öğreten, dünyayı tersten döndüren kadına; Korkuyorum. Her şeyimi tükettim. Kimseye bunları anlatmadım. Sana anlatamadıktan sonra ne anlamı olacaktı.
Senin için yazdıklarımı geri dönüşüm kutusuna sığdıramadım. Yaşananlar neyse de yaşanmayanlar için debelenip durdum. Yazmamak üzere yeminler ettim. Tüm yeminlerin sana çıkacağını bilemezdim. Zihnimin orta yerine çadır kurmayı nasıl becerdin? İyiyim. Öyle başladığıma bakma. Kibrit gibiyim sevgilim. Yanıp, sönüyorum. Asgari ücretle altı nüfusu geçindiren kahramanları görünce daha iyi hissediyorum.
Gündelik kaygılara boyun eğip yaşamaya katlanıyorum. Anılarım senle dolup taşıyor. Gökkuşağının güzelliklerini hatırlatıyorsun. Unutulmazsın. Bana ‘avare’ demiştin ya öyleyim işte. Özlüyorum, uyuyunca geçer diye yatıyorum. Uyanınca özlemeye devam ediyorum. Bahar geldi. İlkbahar rüzgârı yüzüme vuruyor. Yağmurda ıslanan saçlarını koklamaya çalışıyorum, kokunu unutmadım da anımsayamıyorum. Toprak kokmuyor buralar. Her yer bina. Üst üste yaşıyor insanlar. Gözlerinle ‘hoş geldiniz’ dediğin göçmen kuşlar geçmiyor buralardan. Kaç bahar geçtiği umursamıyorum. Giderken düşlerini götürmediğin için teşekkür ederim. Her şey değişse de senli rüyalarım değişmeyecek biliyorum. Bak yine sabah oldu. Umarsız bir paragraf daha yazdım sana. Bir daha okumayacağım bir yere not ettim.
Gittiğin günün akşamı da böyle çaresiz hissetmiştim. Anıları yüklediğin semerim ilk ayrılık akşamı devrildi. İntihar senaryoları yazdım. Hiçbiri çekilmedi. Biliyorum, gelmeyeceksin. Yaşamak için bir nedene ihtiyacı var. O da seni beklemek. Çaresizliği, kaybetmişliği, gülerken acı çekenleri, otobüs boşken ayakta gidenleri bilmezdim. Birilerinin mutlu olması için birileri mutsuz olacaksa…
Neyse. Bir gün kötü hissedersen kendini ya da anımsarsan bizli günleri bana yazmaktan korkma. Kibrit gibiyim sevgilim. Yanıp, sönüyorum ve seni özlüyorum. Kırgınlıklarım geçti, kırlangıç yuvasını nasıl yapar diye düşünüyorum.
Nakaratını bilip, sonunu getiremediğim şarkım.
Omzumda tekrar ağlamak istersen dünyanın en mesudu olacağım.
Sevgiyle kal…
Şehremini Mah. Çiçek Bostanı Sok. Tuğba Apart. No:5/1 Çapa / İST
Pul: Şeyda Ünal
Sevgili 8 yaşındaki Ben, Şimdi kocaman kurdelerle iki yandan örülmüş saçların ve önden ikisi eksik dişlerinle sırıtıyorsun. Çünkü hecelemeyi bıraktın ve artık gelişine okuyabiliyorsun bu mektubu.
Sahi okumayı ilk sen öğrenmiştin sınıfta di mi? Öğretmen kırmızı kurdeleyi yakana takarken kulağına “aferin, sen çok çalışkansın” dediğinde yüzün kızarmıştı. Keşke kızarmasaydı. Okumayı öğrendiğin gibi başarılarını sahiplenmeyi de öğrenebilseydin. O gün yüzün kızarmadan başarına sahip çıkabilseydin şimdiy…
Neyse. Boşver. Böyle de güzel.
Sana bir sürprizim var. Bu 23 Nisan’da hayatının ilk şiirini yazacaksın. Heyecanla annene göstereceksin. Annenin sevinçten gözleri dolacak. Ama o öğretmen edasını bırakmayarak “Aferin sana, hadi git buna bir kıta daha ekle şimdi” diyecek. Odana koşacaksın. 10 dakika içinde elinde 3 kıtayla geri geleceksin. Sen o şiiri bütün okulun önünde okurken annen gizlice göz yaşlarını silecek.
O gün aldığın gaz sana öyle yetecek ki, ömrünün ortasına kadar yazmaya devam edeceksin. Hatta sana yazdığın için para bile verecekler inanabiliyor musun?
İnan. Hatta şuna da inan. Hani yorganın altında doldurduğun o küçük defterin var ya... İçinde hayallerini yazdığın. İşte onların hepsi gerçek olacak. Hayal kurmaktan asla vazgeçme, çünkü hayallerin sana yetişmekte zorlanacak.
Aslında biliyo musun? O deftere yazdıklarına çok bel bağlama. Hayallere kavuşmak değil mutluluk.
Ruhundaki o derin, sessiz, mutsuzluk var ya… Hiçbir hayalin gücü, yok edemeyecek onu.
Sen ondan hem nefret edeceksin, hem de seni sen yapanın o olduğunu bileceksin. Henüz tanışmadın o mutsuzlukla. Birkaç sene sonra… Hatta söyliyim tanıştığına memnun olacaksın.
Kalbin o kadar temiz ki küçüğüm... Keşke öyle kalsa. Keşke sana yardım edebilsem. Ama üzgünüm, çok kırılacak. Kırıklar sürekli yerlere savrulacak. Çamura batacak. Sen her defasında onları toplayıp yapıştıracaksın. Tam oldu derken bi daha. Hep aynı şeyi yaşayacaksın, ama hiç alışmayacaksın.
Bir gün sana misafirliğe gelmeyi çok isterim. Hatta gelirken o çok istediğin Barbie evini de alırım. İçinde Ken bile olur. Böylece en çirkin Barbie’ni erkek yapmaktan kurtulursun. Plastik fincanlarında kahve içeriz. Yine mahallede erkek çocuklarla futbol oynarız. Bu sefer tek kız olmazsın hem. Ben de eşlik ederim sana. En az senin kadar top sektiriyorum hala
Seni bir an bile aklımdan çıkarmadığımı hep kalbimde taşıdığımı bil. Şimdi o eksik dişlerinle sırıtmaya devam et. Ha bir de tavsiye. Akşam yürüyüşlerinde annenle babanın elini tutuyorsun ya. Daha sıkı tut. O kadar sıkı tut ki hiç ayrılmasınlar.
Hoşçakal kido.
Seni çok seven sen. Adressiz
Pul: Can Dağlı
Sevgili maymun iştahlılığım,
Sana bu satırları yazarken epey zorlandığımı belirtmek isterim…
Önce yaşama amacıma mektup yazmaya başlamıştım ama tahmin edebileceğin gibi yarım bıraktım.
Daha sonra yağmurlu bir günde altında sinsice su biriktirerek üzerine basmamı bekleyen kaldırım taşına yazdım ama onu da yarım bıraktım. Tüm bu yarım bırakmalarımın sebebi sen olduğun için de en sonunda sana yazmaya karar verdim…
Sana biraz kırgınım maymun iştahlılığım. Neden diye sorma çünkü nedenini çok iyi biliyorsun.
Belki sen hayatımda olmasaydın şu an bir yerlerde bir şey uzmanı falan olabilirdim. Ama bana sinsice aşıladığın sürekli yeni şeyler yapma isteği hiçbir şeyi tamamlayamama sebep oldu.
Tabi ki bütün suçu senin üzerine atamam. Seni dinlediğim için bende de hata var.
“Bir şeyi de tam yap be kızım” diyen iç sesimi de dinleyebilirdim. Ama seni dinlemek hep daha cazip geldi. Beni hep ama hep üzdün, hiç mutlu etmedin maymun iştahlılığım.
Aslında kendime değil de şu zavallı maymunlara üzülmeliyim belki… Neden tüm kötü benzetmelerde onların adı var. Yok efendim maymuna benzemekmiş, maymun iştahlılıkmış bilmem neymiş. Türkçenin bu zavallı hayvanlarla alıp veremediği ne anlamıyorum.
Neyse maymunları bir yana bırakıp sana geri dönüyorum sevgili maymun iştahlılığım. Aslında sana kızdığım, senden nefret ettiğim kadar seni seviyorum da. Bizimkisi bir aşk hikayesi oldu artık. Seni neden sevdiğimi de şöyle izah edeyim. Aslında sayende yarım yamalak da olsa her şey hakkında üç beş bir şey öğrendim. Az ondan az bundan derken idare ettim, her yerde söyleyecek bir kelam buldum. Ortamlarda havam oldu. Sağol be maymun iştahlılığım. Birden içim kaynadı sana. Sitemle başlayan mektubum methiyeye dönmek üzere. Sanırım bunu da yarım bırakıp Murphy’ye yazmaya başlayacağım. Acaba hiç haberim olmasaydı da kanunları bana işler miydi diye sormak istiyorum ona…
Yeşilay Sokak No: 9A Rasimpaşa Kadıköy İstanbul
Pul: Seyhan Argun
Gözü Dalmış Mendil Satıcısı Akdeniz’in bir kıyı kasabasında tam olarak diğer tüm şeylerimden farklı hissettiğim sası bir hava vardı bunca yılımda, benliğimde ve arayışlarımda... Ilıman ve sessiz bir hava, ruhumun güneş görmeyen yerlerinde gizlenip, arada belirerek beni sürükleyip götürüyordu... Halamın cimri iyimserliğini getiriyordu aklıma, sadece misafirler ve kalabalıkların içinde beni sevmelerini… Ömer’in annesi bencilliği ve kötücüllüğüyle sadece kendi çocuğunu düşünen insanın kahredici terörle bir şekilde ilişkili, bütün ve soyut olarak tüm benliğimi kasıp kavuran alınganlıklar, kırgınlıklar ve içe kapanmalar, hayınsı gülüşlerle dolu bayat bir duygu, anı yüklü bir yara gibi sürüklüyordu beni bu sası hava. Tuhaf! Şimdi bir başka kentte, uzun yıllar sonra hem de gündelik hayatımın tam orta yerinde yakalayıp esir alıyordu beni bu duygu. Hem de şu kış günü Ocak ayı ortasında soğuk ve sevgisiz bir ofisin mutfak tezgâhına karnımı dayamış dalgın dalgın kahve karıştırırken, ardından kapalı perde aralıklarından sızmaya çalışan güneş ışığında, banyoda saçlarımı köpürtürken, gözüm dalarken bana o kıyı kasabasının bütün inceliklerini, kokularını, girift ligini, hissedebildiğim tüm yalanlarını, aldatılmışlığını ve tüm bunları neden ezberlediğimi fısıldayarak esir alıyordu hem de. Hâlbuki küllenmiş ve terk ettiğim bir duygu sanıyordum bu karabatak gibi olan şeyi. Unuttuğum, vazgeçtiğim, görmezden geldiğim ve beni alıp bir yerden bir başka yere taşıyan, küstüren ve büyüten bu duyguyu… Yaz aylarına doğru ilerliyordu sanırım mevsim. Mayısın ortalarından sonlarına, yani ayın 18 inden başlayıp 24’lerine kadar süregiden bir zaman aralığında. Evet, tam öyle bir dönemdeydi bu bahsettiğim havalar. Kısaca, şunu demek istiyorum sana Yağmur; şimdi bu satırları sana kelimenin tam anlamıyla bu Mayıs’ın 18’inden başlayıp 24 üne kadar giden bir zaman diliminde ve o iklim koşullarının getirdiği bütün duygulanımlarımla, üstüme başıma ve günüme sinmiş sasılıkla, bütün sızılarımla, bütün karmakarışık olan kafamın içinde biriktirdiğim sözcükleri damıtarak Ocak ayının ortasında bahsettiğim, iklimi ve ruh halini iliklerime dek hissederek sıkıcı, ölü, esrik ve sanki dünyada olmayan bir Pazar gününde yazıyorum. Ama bak şimdi hava kapalı İstanbul’da. O sadece haftalık tatlı bir melankoli, çarpıntı, geçmişin bütün kahredici, büzülerek geçirdiğim günlerini başıma bir bela gibi saran hava gerçek anlamda gitti, bir terkediliş gibi gitti hem de. Bunun sonucunda bir ferahlama, bir genişleme mi gelecek tam emin değilim, yerine nasıl bir duygu tortusu bırakacak onu da bilmiyorum. Bu arada bahsettiğim terkedilişe bir anlam yükledim Yağmur. Ne içerikte ve kapsamda sınırları kesinleşmedi ama iyi ve munislikle dolu duygusu olan bir anlam yükledim sanırım! Ne biliyim terkedilmede yıkımla birlikte geriye kalan can acıtıcı bir rahatlama var galiba! Gizliden gizliye hafiflediğin, iyileştiğin, bakışlarına hayal kırıklığına uğramış kişilerin bakışlarının da eklendiği bir sürü şey, merhamet duygusu, bir şeyi, bir kişiyi ilk defa gerçek anlamda anlamak, yok mu? - kaş ve göz çevrene yüklediğin ifadeyi görür gibiyim. Kötümü ayrıca bu saydığım şeyler? Bilmiyorum bakışlar çok önemlidir bence insanda. Aynı şekilde geriye enkazla birlikte kalan o hafifleme duygusu da. Böyle çiğ, ruhunda hiçbir sınav verilmemiş, hiç kafası karışmamış, didaktik bir öğretmen gibi duran bakışların kabalığına, tehditkarlığına katlanamıyorum ben. Ali Öz diye fotoğrafçı var, foto muhabir biliyorsundur diye umuyorum. Tarlabaşı serisi diye çektiği fotoğraflarının arasında bir bakış görmüştüm bir ara, aslında birazda bahsetmek istediğim şeyi temsil ediyordu fotoğraftaki bakış. Epeydir bulamadım bu fotoyu, ayrıca bulunca da yollarım sana. Ama o fotodaki kederi, o gündelik bir bakışa benzemeyen bakışı ve bir yerlerde gizli vantilatör sesini duymalısın Yağmur. Tıpkı sokak köpeğiyle bir süre bakışan insanın çıplaklığı gibi. Tıpkı sevgilisi olmayan arkadaşınla aranda oluşan o kapı arkalarından gelen sesleri anımsatan, anlık sahiciliğe yaklaşıldığı derin bir samimiyet gibi. İşte ben terkedilişe birazda böyle bir anlam yükledim Yağmur. O tüm benliğimi kasıp kavuran beni zavallı, acınası çaresiz biri haline getiren tüm sefilliğimi ortaya çıkaran duygunun arasında kaybolan, kaybolmaya yüz tutmuş,
unutulacak neredeyse bir küçük çekirdek paketi ağırlığında ki duygunun peşinden sürükleniyorum şimdi ben. Sürüklendikçe Asmalımescit’teki bir apartmanın 3. Katında bulunan 1+1 bekâr evinin geniş, güneş alır odasında ve Beyoğlu’nun hafta içi öğle sessizliğini barındırır, yaz günü şehirde kalmış birisinin duygusu içinde buluyorum kendimi. Sımsıkıcı, huzurlu, daha da bir şey yok, hayat belki de hepi topu hepsi bu der gibi. Evet, o an sadece bir telefon gelse hoşnut olmadığın biri olsa bile sevinebiliyor insan. Sıcak dostluk çemberinin bünyeye olanca nüfus edişi sanırım. Adolp Menzel’in bir resmine bakınca da bu duygu içinde buluyorum ben kendimi Yağmur. Öğle saatlerinde tek başına yapılan geçiştirmelik kahvaltıyı yarıda bırakıp alelacele aşağıya inerken görürüm hep kendimi ardından, bir şeylere geç kalmışlık duygusu sarar tüm bakışlarımı, selamlaşmalarımı, günümü ve ailemle yaptığım telefon konuşmalarımı… Neyse terkediliş üzerine fazla konuştum sanırım! Bu arada kendimi tam anlatabildim mi sana bunu da zaman gösterecek artık. Ama işte Ocak ayı ortasındaki yazdan kalma günlerimde keskin bir terk edilmişlik duygusu içinde buldum kendimi hem de geçmişten kalan bir terk edilmişlik duygusu içinde. Hâlbuki nesnel olarak, gerçek olarak yaşadığım bir duygu değil bu hatta epeydir terkedilmedim sanırım! Zaten anlatmak istediğim de terkedilmenin o baskın ezici duygusu değildi, unutalım istersen şimdi bunu. ‘’Bunun dışında nasılsın Umut’’ diyorsundur belki, ‘’Başka napıyorsun’’ ya da!
İşten kalan zamanlarımda yine olanca tutkumla kendimce kurduğum bir aylaklık dünyası içine yani kendi filmim diyelim istersen buna, yeni figüranlar, yeni başroller eklemeye devam ediyorum. Düşünceler, fikirler, duygular ve sözcükler… E insanlarda tabi… Sokaklarda geziniyorum. Eminim ‘’Nerelerde geziniyorsun Umut’’ diye soracaksın. Anlatıyım, son zamanlarda Levent ama çoğunlukla Kadıköy. En çok vakit geçirdiğim yer Kadıköy… Mesela vapurlara biniyorum ardından vapurdan inen kalabalığın içinde bir sürü kişiye sürtünerek, değerek, iterek, itilerek yürüyorum. Güzel kadınlarla, mutsuz kadınlarla, tüm dünyaya eviymiş gibi davranan amcalarla, her yerinden uzlaşmazlık, aksilik akan kuru zevksiz tiplerle feci halde yalnız insanları, birazda böyle görmek isteyerek tabi izleyerek geçiriyorum vapur yolculuklarını. Evet hiç abartmıyorum arka arkaya oturmuş 10 dan fazla kişi telefonlarını karıştırıyor. Eğer bunu bir film sahnesine koyacak olsak çok abartmışsın Umut diyecekler ama inan böyle Yağmur, vapurda artarda 10 kişi telefonunu karıştırıyor. Bu durum beni öfkelendiriyor ve üzüyor Yağmur, işte belki de tam burada terkedilmişlik duygusuna kapılıyorum ben, yalnızlık duygusuna. ‘’Nasıl diyeceksin?’’ aslında bende tam kestiremedim anlatacaklarımı ama birazdan netleşir sanırım. Yani şöyle Yağmur sen hiç yeni sevgili olmuş bir çiftin yanında yahut sıcak dostluk çemberinin en güçlü olduğu ortamlarda bulundun mu? Orada anlatılan hikâyelerin ne kadar girift ne kadar geçmişe referans verdiği ve ne kadar sana açıklama yapılma gereksinimi duyulmadığı ortamlarda yalnızlık hissine kapılıp, üşümüşlüğün oldu mu? Birazda bana bunları hatırlatıyor bu insanların telefonla olan samimiyeti. Ha ben ölümsüzlük çabası olan, metrobüs de bayılma numaraları yapan, ilgi çekmeye çalışan bir sevgili gibide olmadım. Ama ne biliyim gizli kötü, bencil, bölücü ve ötekiye kapalı bir duygu var gibi geliyor bana orada ve bu durumdan çok rahatsız oluyorum. Tıpkı bak o hep bahsedilen aile kurumu gibi. Aman boş ver bunlar benim mustarip olduğum konular sıkılabilirsin belki. Ama gerçek anlamda böyleyim ben sevgiyle dolu olduğuma eminim aslında kendimi şöyle ifade edersem daha başarılı olacak sanırım Dostoyevski’den bir alıntı yaparak anlatayım bari kendimi; ‘’ben hiçbir şeyi tiksinmeden sevemiyorum’’ diye. Aynen biraz benim başımda ki durumda böyle sanırım. Evet, önce tiksiniyorum sonra seviyorum nedense, tabi nihayetinde bir toptancı gibi değil sevmelerim yani her şeyi elbette peşinen sevmiyorum benimde daimi tiksintilerim var ama buda böyle nafile bir şey, bunu da unutalım bence Yağmur. Bu arada ben çoğu girdiğim yerlerde sanki Raskolnikov’un da orada olabileceğini düşünürüm biliyor musun? Sokak sokak, izbe izbe, yağlı masaların üzerine
düşmüş saç tellerinde, tehdit ve tekinsizliklerle dolu tüm dünyanın kumar masasındaki anlar gibi yaşandığı yerlerde ve buralarda ararım Raskolnikov’u… Ve buralarda gördüğüm tipleri ki hadi diyelim benim alınganlığım ama ilham verici ve merak uyandırıcı bulurum. Sürüklenir, duygularım çağrışımlar, çağrışımlar, duyumsama duyumsama… Hizaya çekilirim sebepsiz. Düşündükçe sürüklenir, zihnimin tüm dehlizlerinde ürperip, kekremsi bir tat bırakırım düşüncelerimde… Hatta çoğu zaman girip onların odalarına, ceplerine, tüm kendilerine sakladıklarına ve Facebook’larına göz atmak, paylaştığı şeylerin derinlerinde yatan anılarını görmek, bakışlarındaki nostaljiyi neye borçlu olduğunu öğrenmek isterim sanki! Oralarda bir yerde, bu kişilerde, oturdukları evlerin mahallelerinde, boş arsalarından bahçeye dökülmüş çay posalarında, çiçek diplerine sokulmuş küflü demir çubuklarda, vitrin yahut salonda duran büfedeki tabak ve bardakların altlarına serili gazete tarihlerinde… Bilmiyorum ve emin de değilim ama bir masumiyet gizli, bir günahsızlık gizli Yağmur. Anlatabildim mi acaba kendimi! Bu bahsettiğim romantizm, ahhlanıp vahlanma, turistçe bir bakış açısı değil. Ama iliklerime dek hissediyorum tüm bunları ben kömür kokan mahallerde. Oralarda ki ilişkilerin ne kadar karanlık olduğunu, dinleyeceğin hikâyelerin mideni bulandıracağını, o insanların kafasında sana bana yer olmadığını, ilk fırsatta tepemize bineceklerini söyleyeceksen eğer Yağmur, tüm bunlarla hesaplaştım ben, tüm bu mahallerin, tüm bu yaşayışa sahip insanların arasında hem yaşadım, hem dolaştım hem kavga ettim. Ama tüm bunlar fani Yağmur, ne faydası var ki! Ayten teyzeyi benim gözümde görebilirmisin? Görebileceğine çok eminim inan ama anlatmak istediğim tam bu da değil sanırım! Beni anlayacağından şüphem yok, buna hiç olmadığım kadar eminim, ama ben tüm masumiyet aramalarıma, onca küslüklerim, yoksunluklarım, tüm utançlarımın ve başkalarının adına yaşadığım utançlarımın ardından bakarım. Yani Ayten teyzeye bakışım Ayten teyzeyle belki de ilgisi yok, belki de çok ilgisi var. Ama bak şimdi Ayten teyzenin tek ilgi gördüğü yer doktor biliyormusun? Aynen böyle belki de kendi hayatında ilk defa başrolde olduğu yer hastane odaları biliyormusun? Birisinin onun hakkında yalanda olsa geçiştirmelik de olsa endişelendiği, merak edildiği yer o soğuk, karmakarışık ve aşağılanmış depoları olan serum kokulu hastane odaları. Hastalandıkça iyileşiyor, iyileştikçe hastalanıyor Ayten teyze. Kapı üstlerinde vitrin köşelerinde veya duvardaki çiviye asılı ilaç poşetlerini geçelim, doktorun her söylediği sözle, her azarlayışla ve her yediklerimize dikkat ediyoruz demesiyle iyileşiyordu işte Ayten teyze. Bir insan, horlanmadan, ödüllendirilmeden, fotoğrafta ki konuşulacak kişi olmadan yani ‘’Ayten sen burda zayıfmışsın’’ denilmeden iyileşemeyecek sanırım. Söylediklerimle haklılık madalyonu takma ve seni ikna etme gibi bir derdim yok Yağmur ama bu anlattıklarımda ki vantilatör sesini duymalısın. Bir insan ev temizleyerek kocasını ve çocuklarının arkasını toparlayarak ne kadar yetinebilir ki, belki yetinebilir. Çilecilik zaten böyle bir şey değil mi!
Ama Ayten teyze tam böyle değil galiba Yağmur. Uyurken yüzünü hangi anlamda unutuşu kaş kırışıklıklarına yüklediği anlam böyle değil. Fotoğraf makinası görünce, evine yabancı misafir gelince ve azcık kendisinin izlendiğini hissedince böyle değil. Bilmiyorum Yağmur inan bilmiyorum kalabalıklar içinde akrabalar içinde sıcak dost meclislerinde hayatının başlarında neredeyse, aklı ererken veya ermeden önce hayvanlar gibi, dere kenarı bayırlarda koşan atlar gibi çoktan terkedilmiş insanlar görüyorum ben. Her gün sosyal ortamında kahkaha atarak, her gün bir sürü telefon konuşmaları yaparak, o telefonu kapatır kapatmaz terkedilmeler görüyorum ben. Üşüyorum, büzülüyor içe kapanıyorum. Turgut Uyar geliyor aklıma; ‘’Saçlarını taradı uzun uzun güneşe baktı / kendi gündemini yaşayan bir bakla…’’ Sevgi benden Yağmur, seni Sevgi Soysal’ın ‘’Yeni şehirde bir öğle vakti’’ kitabını okuyarak anıyorum hep ve bir de ‘’Mykonos’’ adlı şarkıyla…
Yeşilay Sokak No: 9A Rasimpaşa Kadıköy İstanbul
Pul: A.Erdem Şentürk
Sevgili Şimdi, Nasılsın? Bunu sana soruyorum, çünkü ben senin nasıl olduğunu bilmiyorum. Günlerim, saatlerim geçmişi düşünmekle ya da geleceğe dair hayaller kurmakla geçiyor. Seni çok ihmal ediyorum, biliyorum. Bana kızgınsan da ne olur söyle, nasılsın söyle. Söyle ki bileyim. Beni sorarsan ben iyiyim. Öyle olduğuma inan, sorgulama. Sorgulama ki ben de inanabileyim. Sen yaşamın en önemli kısmısın. Ne uzun ne de kısasın. Olduğun gibisin, olacağın ya da olmuş olduğun gibi değil. Sen zamanın en saf hali, yelkovan ve akrebin seviştiği ansın. Seni anlamayanlar haline yansın. Yansın da peki benim cesaretim var mı buna? Ateşten korkmuyorum, senden korktuğum kadar aslında. Şimdi, galiba seni hissetmekten kaçıyorum. Bu bir itiraf mektubu. Kimilerine göre intihar, kimilerine göre iftihar. Ama sen yüzleşme diyebilirsin. Bir yüzün var mı bilmiyorum. Eğer varsa eminim çok güzeldir. Gözlerini görebilseydim eğer belki o zaman sana karşı daha dürüst olabilirdim. Oysa şimdi istediğim kadar yalan söyleyebilirim. Şimdi, şimdiden bahsetmem sana da biraz ironik gelmedi mi?
Bak kaçırdım yine seni. Ben yerimde oturmuş bunları yazarken sen geçtin gittin. Ama birden yine yakalıyorum. Kaç, yakala, yaşa. Belki sırrı bu hayatın. Bildiklerini benimle paylaşmaya hazır mısın? Geçmişi unutacağıma söz versem, geleceğim olur musun? Gelecek geldiğinde Şimdi olarak beni korur musun? Bana cevap vermek zorunda değilsin ama söylemek istediğin bir şey varsa bunu hemen yapar mısın? Adresimi biliyorsun, pula, damgaya gerek yok. Bir sözün yeter anımı kurtarmaya. Yine akşam olmuş. Sen de bizim gibi uyuyor musun? Tüm zamanlar uyur mu? Yoksa sadece geçmiş zamanlar mı uyur? Sen de benim gibi yorgun olmalısın. Biraz dinlen, nefes al ve beni unutma. Ben seni unuttum ama sen beni lütfen hatırla.
Sevgilerimle, İmza: Zamanı yakalayamayan bir dost.
Sevgili yorgun dost,
Bu zamansız mektubun beni çok mutlu etti. İnan ben de nasıl olduğumu unuttum. Benden ne kadar çok kişi keyif alabiliyorsa eğer, ben bir o kadar mutluyum. Hatırlandıkça var olurum. Diyemem ki sana geçmişi unut ya da geleceği boşver. Çünkü onlar da benim. Ben senim. Sen de ben. Şimdi’yi şimdi yapan biziz.
Sana da biraz ironik gelmedi mi?
Bugünden itibaren değiştirebilirsin her şeyi. Sadece biraz daha az düşünmeli ve zamansız yaşamalısın. Bir saatin varsa eğer at çöpe. Kim bulur diye düşünme. Kaybettiğin hayatını bir bulan olmayacak yoksa ileride. Sen yoluna devam et, sadece keyif al nefes aldığın her saniyeden. Benimle yaşarsan, şayet bunu başarabilirsen akreple yelkovan hep sevişecek inan. Buna inan ki ben de seni gelecekte koruyabileyim. Arkanda benim desteğim olmadan da gidersin yarınlara ama pişmanlıklar bırakmaz peşini. Ah keşke yaşasaydım dersin şimdiyi. Ben yaşandıkça varım dost. Sen de yaşadıkça. Bu yüzden haydi, kalk yerinden şimdi. Evet, tam şimdi! Bak, oldu mu sana ironinin dibi. Birazdan buluşacağız. Beni tanıman için yakama bir gül takacağım. Dikenini hissettiğin an tanışmamız tamamlanır. Gülü sen alırsın. Kurutma sakın, gelecekte işine yaramaz. At gitsin. Anıları yaratan sizlersiniz. Ben sadece bir... Çiçekçi de bana. Çiçek dağıtıyorum herkese. Yorgunum dost, doğru diyorsun. Bir yüzüm de yok bu arada. Güzelsem eğer senin güzelliğindendir. Sen nasıl görürsen, hissedersen öyle. Korkma beni hissetmekten. Bir gün ben de uyuyacağım elbet, kafanı yorma böyle şeylere. Ebedi uyku dedikleri bizim için. Ne geçmiş ne gelecek. O an geldiğinde yine olan şimdi ‘ye olacak. Yani bize.
Sen beni unutsan da ben seni unutamam asla. Hatırımda olduğundan çok umurumdasın. Geç olmadan uyu sen. Benim yazacak daha çok mektubum var zamanı yakalayamayan zamane dostlarına...
Sevgilerimle, İmza: Şimdi.
Pul: Görkem Şanlık
Dün yeryüzündeki son iyi hissetme günüm için ,seyyar botanikçiden bir fesleğen, bir de aynı boyda çeri domatesi aldım. Öyle tatlılar ki valla görsen ağlarsın. Fesleğen yemyeşil, her yaprağı birbirinin aynı renkte ve canlılıkta. Kıvırcık saçlı, güzel kokulu, minyon bir kadına benziyor. İnsan neden fesleğeni sevdiğini okşar gibi okşuyor anladım. Fesleğeni okşamak, ardında sadece dokunma hissi değil, koku da bırakıyor. Sanırım insan tek eylemden hep bir fazlasıyla çıkmayı seviyor. Dişini fırçalarken, diğer elinde kulak temizleme çubuğuyla kulağını temizlemen gibi bir şey sanırım. Domatesleri bi görsen öyle küçük ve verimliler ki, ayaküstü on beş yeşil domates saydım. Hepsi birbirine çok yakın, aynı insanlar gibiler. Tek farkları, birlikte ama yalnız değiller. Domateslerin kızarışını gün ve gün göremeyeceğimi bilmek ne acı biliyor musun? Bir yandan da bu durumu düşünmem bile nasıl kibir dolu olduğumu gösteriyor. Ulan bi sürü mevsim gördün, bir sürü meyve gördün olgunlaşmış, olgunlaşmamış, hatta hepsini yedin hayvan herif… Evde baksırla otururken elmayı nasıl katırdatıyordun, valla dünya olsam şimdiye kadar kusardım bütün insanlığı. Bize hiç ihtiyacı yok, zaten bizsiz başladı bizsiz devam edecek.
Neyse, aldım elime iki poşet eve gidiyorum. Poşetlerden birinde iki yumurta bir de açbitir salam var, yalnız insanın yeni sembolü. Her şey tek atımlık artık. Yalnız bu tek atımlık olayını, kendisi gibi basit algılama üzerine düşünülmesi gerekiyor. Evrimin bir safhası bu. Etrafına baksan bir sürü tek atımlık insan var. Belki nüfus arttığı için böyledir bilmiyorum. Her şey den tek atım denemeliyiz. Denesek de sürekli bir şeyler eksik gibi. Sanki bir şeyi unutmuşuz, sanki onu da yapsak tam olacak gibi her şey. Valla yoruldum. Kendime yüklediğim misyonlar, dünyanın kütlesel ağırlığını geçti kaldıramıyorum artık. Hiç bir şekilde kaldıramıyorum. Son günlerde kafamda oluşan bu fikirden olsa gerek, artık cinsel fonksiyonumu da kaybettim. Neyse, iyi oldu benden önce intihar etti. Zaten hiç kimseye ait olamadık ikimiz de. Kimseye de gerekli değeri gösteremedik. Herkes zaten özel olmak istiyordu, nasıl bir kibirse birinizde çıkıp ben düzüm özel falan değilim demedi. Hepiniz birilerinin en özeli olmak istiyorsunuz, kuruyup gittiniz be! Seçimleriniz sizi var eder triplerinize sokayım, ne zaman öğrendiniz seçmeyi? Neyse eve girdim, hemen mutfak camımın önüne yerleştirdim fesleğenimle domatesimi. Biraz topraklarını eşeledim, suladım, kurumuş yapraklarını ayıkladım. Mutfak binanın arka bahçesine bakıyor. Öğle vakti üç gibi güneş oraya öyle güzel vuruyor ki, güneşin batışını Cape Town’da falan izlemek istemezsin benim evi görsen. Yıkık kömürlüğün içine ışık hüzmeleri doluyor, iki yavru kedi tam güneşin vurduğu noktaya yatıyor. Her gün aynı saate, anneleri betonun üzerine uzanıyor onları izliyor uyuklayan gözleriyle. Arada camdan, buzdolabında bozulan peynir ve salamları atıyorum kedilere. Yine aynı saatlerde ordayım. Ceviz ağacının yaprakları ağır ağır sallanıyor, hareket eden gölgeler de kedilere oyun yapıyor. Sonra çay yapıp camdan arka kömürlüğü ve güneşi izliyorum. Bütün olan biteni geçiriyorum aklımdan, hiç de daha fazla şey görmeliyim diye geçirmiyorum içimden. Yetiyor, doyuyorum ilk defa, yetiniyorum. Çayım bitiyor, terlikleri yere sürte sürte salona geçiyorum. Bugünün geleceğini düşünerek aldığım 18 yıllık Johnny Walker’ımdan bir kadeh koyuyorum. Sikerler dünyayı, kalitemizi mi bozucaz lan deyip bir yudum alıyorum. Meşede bekletilmiş üstü islenmiş arpaların tadını alıyorum. Kumpiri kabuğuyla yiyen bir gırtlaktan, viskinin bekletildiği ağacın cinsini, kargoda ne kadar sallandığını tahmin eden bir gırtlağa nasıl evrililir acaba?
Neyse, kütüphanenin önüne uzanıyorum, bir elimde elektrik düğmesi, diğer elimde silah, ayaklarım yere paralel. Akü pensesiyle elektrik kablolarını direk ayak parmak uçlarına bağlıyorum, kafamın üstüne küçük sehpayı yerleştiriyorum. Daha doğrusu altına giriyorum, üstüne de bir kavanoz asprin, nurofen, minoset, talcid ne varsa koyuyorum. Ağzıma dişçiden aldığım ağız açma telini takıyorum ki ağzım sürekli açık kalsın, istesem de kapatamayayım. Bir yandan da boğazıma geçirdiğim ipin mekanizmasını ayaklarım elektrik çarpınca depreşeceğinden ip harekete geçirecek mi diye kontrol ediyorum. Yere yatmadan önce 5 litre benzini odanın her yerine döktüm. Kütüphanenin en üst rafına da yanan mumu koymuştum. Vay be diyorum şimdi ne olacak bakalım. Sağ elimdeki silahı kafama ateşliyorum, beynimi dağıtan mermi, sağ tarafımdaki kütüphaneyi tutturduğum çıtayı parçalıyor. Ve buum! Her şey bir anda oluyor. Ağzıma haplar doluyor, kütüphane üstüme devriliyor, düşen mum benzinle buluşup evi ateşe veriyor, vücuduma bütün binanın elektriği veriliyor… Her şey bir anda oluyor tıpkı yaşam gibi. her şey birden bire oluyor Orhan Veli’nin dediği gibi, o kadar güzel ki renkler, sesler… Vücuttan bağımsız bir enerjiyi hissediyorsun, bedensel bitiş tüm sorumluluk, ağırlık bitiyor.
Evet öldüm. Sanırım vücudumun fonksiyonu bitti hissediyorum, zar kadar bir parça olarak bedenin içinde dolaşmaya ve çıkış yolu aramaya başlıyorum. Henüz ölmemiş bir kaç kan hücresi (artık dilsiz tüm canlı formlarla iletişim kurabiliyorsun) bana gönderdikleri sinyalle kalın bağırsağa doğru yönleniyorum. Ulan ne garip burdan bilin diye söylüyorum, ölünce ruhunuz (enerjiniz) sadece göt deliğinden dışarı çıkabiliyor. İmam o yüzden mi pamuk tıkıyor acaba? Çıkıyorum tabii, çıktığımda artık dünyada değilim ya da görsel olarak hiç algılamadığım bir yerdeyim. Etrafı tek renk olarak görüyorsun ama formlar belli belirsiz anlaşılıyor. Bilinç olarak öldüğünü hissetmiyorsun, mevcut zekandan referans neredeyse yok. Anıların var ama bedensel bir enerji harcamıyorsun hareket etmek için. Soyut bir varlık gibisin. Daha önce bildiğin bir şeyi yapıyorsun gibi. Bir görevin ya da gitmen gereken yer yok. Başka varlıkların sinyallerini alıyorsun ama iletişim kurman gerekmiyor, zaten buna ihtiyaç da hissetmiyorsun. Bu gücü hissedince, acaba hayattaki anlamı bulabilir miyim diye bir kaç hamle yapıyorum. Kendimi başka yaşamsal formlara doğru itiyorum ve birden su oluyorum denizde. Bir daha asılıyorum annemin küpeleri oluyorum. Zıplıyorsun, sanki bir yerde olabilmen için başka bir maddenin yapısına girmen gerekiyor. Her yeri, hepinizi dolaşıyorum tek tek hiç ilginç bir şey yok. Herkes uzun uzun gözlerini kapayıp uyuyamıyor, rüyalar hep yanıltıcı inanmayın. Hepsi sadece zihinsel bir hata, görüntülerde en çok üzüldükleriniz. Sıkılıyorum sizden sonra başka yaşamlara doğru zıplıyorum. Milyonlarca tür var, hepsinin gündemi farklı. Bizim metodlarımıza benzeyenler de var ama, filmlereki gibi değil hiçbiri. Somut görüntü gibi değil dalgalar, toz bulutu gibi yaşamlar da var. Bazı yerlerde legoyu andıran türler gördüm, üremek için başka bir uygun lego parçasıyla birleşip tek bir yapı oluşturuyorlar. İkiden bir, yani azalarak çoğalıyorlar. İki tür bir olunca sorun da olmuyor, en çok onları sevdim. Çok mutlular. Mesela, iki tür birbirine eklemlendiğinde başka parçaları da beğenebiliyorlar ve bir daha birleşiyorlar. Kütlesel ve hacimsel olarak büyüyorlar ama tek parçalar. Çok büyüdüklerinde hareket etmeyen bir gezegene dönüşüyorlar, belki dünya da böyle oldu. Hiç bir türün kafa karışıklığı, duygusal problemleri, yönelimleri, ihtiyaçları yok. Cinsler çok az yerçekimine benzeyen bir sürü başka jeolojik durum var. Bazı yerlerde sıvı maddeler boşlukta, sadece katı maddeler çekimde. Böyle sınırsız ve kendi dengesinde. Neyse, tanrı vs de yok, aşk da yok, acı da yok, sıkıcı da değil. Çünkü amaç yok. Evrenin hiç bir yerinde misyon edinmiş, kendine alan açmaya çalışan varlıklar yok. Beğenilme, istenme, nefret etme gibi insani fonksiyonlar yok. Sanırım bu yüzden karşı cinsler çok oluşmamış. Genelde tek tür bütün yaşamsal formlar. Dünyevi varlığımızdan daha iyi diyebilirim, çünkü ölünce sende bir yaşamsal başka bir evreye geçiyorsun ve bunun bir sonu yok. Sonlar dünyada kalıyor ve ona benzeyen başka bir kaç gezegende var. Bu arada intihar ederken tavana astığım gopro kayıtlarını tahmin ettiğim gibi internette yaymışlar. 1 milyar insan izlemiş, götü boklular sizi. Gelecekte başınıza neler gelecek hiç bahsetmeyeceğim, burdan izlemek çok keyifli.
Şu aralar zamanımı Yunanistan’ın sahil kentinde yaşayan 27 yaşındaki Aeidein ile geçiriyorum, ölünce ruh eşini hemen bulabiliyorsun öyle bir güzellik var, hepiniz ölünce yaptıklarınızı nasıl sizinle alakalı olmadığını göreceksiniz. Doğal seleksiyondaki yaşam yolunu hiç kimse yaşayamıyor. Aeidein’nin ismi şarkı anlamına geliyor. 1.70 boyunda yeşil ve mavi karışımı bir göz rengi var, saçları kısacık tam sevdiğim gibi, teni yazları buğday kışları afyon mermer beyazı renginde 55 kiloluk büyük bir yaşam kaynağı. Bir ilkokulda Müzik öğretmeni adı gibi güzel bir mesleği var, bekar. Evlenmeyi de düşünmüyor, yani aç gözlü değil. Bazen şans verdiği adamlar oluyor, kimin ona iyi hissetireceğini nasıl bir dengeyle yaşaması gerektiğini çok iyi biliyor. Çok uzun bakıyor, sanki her anı yavaşlatarak sindiriyor tam benim tersim. Şarabı seviyor, zeytinyağlıları mükemmel yapıyor. Dinlediği müzikleri hep kaydediyorum yaşarken nasıl dinlememişim bu müzikleri diye. Bu ruh olmuş halimle bile pişmanlık duyuyorum. Zaman diye bir kavramım olmadığı için, hep onun yanındayım. Bazen donu oluyorum, bazen diş fırçası, bazen kalemi, kulaklığı veya çatalı… Her alanındayım. Bazen içtiği ağrı kesici oluyorum, bütün hücreleriyle konuşup onu iyileştiriyorum. Ona yaklaşan erkekleri yaşamasını biliyor. Kibirle, burun kıvırmayla, ukalıkla işi yok. Hayatın kullanılması gereken bir araç olduğunu biliyor. Korkmuyor ama nerde kalacağını da iyi biliyor. Aşık olduğu adamı bir görseniz, valla iyi ki Aeidein’le yaşarken karşılaşmamışım dedim. Kendimi tapir gibi hissederdim yoksa. Adam kendini kabullenmiş, sınamış, kendince bir ilkede oturtmuş. Denize baktığında aklına hep Aeidein geliyor, iç huzuru var,
sanırım Aeidein’de bunu seviyor. En çok da ben onu seviyorum. Sanırım durmak böyle bir şey. Hayattayken yapamadım, belki de durdurulmadım hiç. Şimdi durdum işte. Sanırım ölümün sonrasında da bir durma anı var ve ben onu yaşıyorum. Onu ölene kadar bekleyeceğim, çünkü öldüğünde enerji olarak direk birleşiyorsunuz. Şimdi muhtemelen hepinizin içinde o kişi var ve sizi bekliyor. Ben ona yazdım mektubumu. Belki bir sinyal verir bana, belki bir işaret çakar da ölmeden görürüm onu, hissederim.
Biri bizi durdursun dostlar bu bir trafik lambası olur, bomba olur, düdük olur, monttan çekme olur, tokat olur, fesleğen olur… Belki ayağımız falan takılır, belki deprem falan olurda 2-3 ay hayatımız değişir bir şeyler düşünürüz belki. Belki bu mektup seni durdurabilir, onu da bilmiyorum.
Rasimpaşa mah. İzzetin Sk. No:53 Kadıköy / İstanbul
Pul: Can Dağlı
Sevgili ...,
Adını bilmediğin birine mektup yazmak ne kadar zormuş. Neyse ki sorular var. “Adın ne?” gibi mesela. Neler yapıyorsun? İlk defa mı tanımadığın birinden mektup alıyorsun? Bana biraz kendinden bahsetsene, ilk defa mı böylesine şaşırıyorsun? İlk defa mı “Kim lan bu dingil?” diyorsun? Olsun, eğer diyorsan yani soruyorsan iyi yoldayız demektir.
Bana gelince, ben işte o soruyum. Daha doğrusu o sorunun işareti. Kıvrımlarım var, sonumda da bir nokta. Esaslı bir nokta. Benim adım soru, soyadım cevap. Aklın olduğu her yerde yaşıyorum. Bol bol seyahat ediyorum, o beyinden bu beyine gidiyorum. Bavulumu hemen hazırlıyor, ilk nörona 9.15 bileti alıyorum. Sorguladıkça insan, ben can buluyorum.
Evet, ben bir soru işaretiyim ve yine evet, sen ilk defa bir soru işaretinden mektup alıyorsun. “Peki, neden ben? Neden bana yazıyorsun?” diyorsundur, söyleyeyim. Çünkü sen, daha doğrusu siz, artık çok düşünmüyorsunuz, sorgulamıyorsunuz. Her şeyi olduğu gibi kabul ediyor, sorular sormuyorsunuz. İşte bu yüzden kendime tıpkı senin gibi “kurbanlar” seçiyorum, mektuplar yazıyorum. Hayatınızı yaşamaya değer kılmak istiyorum. Çünkü “sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez”. Değmemeli. Şimdi izninle sana birkaç sorum olacak. Lütfen yazdıklarımı uzun uzun düşün ve cevapla. Ama öyle kısa kısa değil, uzun uzun yaz bana. Çünkü ben tek kelimeden daha fazlasını gerektiren şeyler yazdım sana.
Ne zaman bu kadar değersiz olduk biz, bu kadar kinci, bu kadar zalim olduk. Biz değil miydik ninemiz su istediğinde “Su kadar ömrün olsun yavrum” için yarışa giren, kapıya gelen dilenci hiçbir zaman geri çevirmeyen, sevabını bile paylaşan? Açken biri sokakta, canı da ekmeği de yanan? Nerede o eski saflığımız, o eski gayretimiz, duygularımız?
Hayatlarımız bu kadar iç içeyken, biz neden bu kadar uzağız? Her gün gördüğümüz birine bile selam vermeyecek kadar gaddar mıyız? Halbuki gülümsemek iyi değil mi? “Günaydın” demek? Biz iç içeyiz, bilsek de bilmesek de. Bilmeliyiz... Büyük harflerle konuşmayı niye bu kadar çok sevdik? Neden herkes sokakta, okulda, evde, arabada bağıra çağıra konuşuyor? Büyük harfler korkutucu, ayrıştırıcı, yorucu. değil konuşmak, küçük harflerle yaza da biliriz sanki.
Hiç birisiyle aynı dünyada yaşamaktan mutluluk duyduğun anlar oldu mu? İşte o anlar çok değerli, kaybetme. Kalplerimizde birazcık sevgi, birazcık insanlık kalsın. Herkes aynı dili konuşsun, anlaşsın. Milyonlarca insan arasında milyonlarca kelimenin gezdiğini düşünebiliyor musun? Hadi, konuş, sor!
Harfler yan yana gelirse, biz de yan yana gelebilir miyiz? Hadi deneyelim. Kelime denilen şey harflerin toplamından mı ibaret yoksa daha büyük bir anlamı var mı? Hadi bunu kanıtlayalım. Mektupsa sadece zarf içindeki bir kağıt mı? Bence değil, mektuplar özel. Milena’ya, Nahit Nahım’a, Piraye’ye, Aliye ve Filiz Hanım’a, Leyla Erbil’e, kalpten kalbe, duygulara, sana özel.
Susmak mı iyi, konuşmak mı? Kabullenmek mi iyi, soru sormak mı? Nefret etmek mi iyi, sevmek mi? Mektuplar başladığı gibi bitmez, sonlarında hep üç nokta vardır. Anlatacakları, soracakları bitmeyen kimselerdenim ben de. Sen de öyle ol. Hep bir şeyler anlat, sorular sor. En yakın zamanda da bana yaz. Yaz ki üç noktalarımız hep devam etsin...
Ressam Şeref Akdik Sk. No: 34, Moda, Kadıköy-İstanbul
Pul: Yasin Yaylı
Sevgili Mercan, Dün akşam ilk fotoğrafını gördüm. Henüz dünyaya gelmeden çekilmiş ilk fotoğrafını. Her şeyin yerli yerinde görünüyordu. Gözlerin, kulakların, bacakların, burnun, iç organların, parmakların, damarların, diş etlerin, hatta saçların. Sonra düşündüm, bunların ne işe yaradığı konusunda en ufak bir fikrin yok.
Seninle şimdi konuşma fırsatım olsaydı sana çok şaşırtıcı şeyler söyleyebilirdim.
Mesela sana, dünyada milyonlarca renk olduğunu ve gözlerinle her birini tek tek seçebileceğini söylesem?
Kulaklarının, dünyaya geldiğin günden ömrünün sonuna kadar büyüyeceğini ve dışarıda işiteceğin ilk sesin, kendi çığlığın olacağını duysan?
Ağzının içinde 32 tane diş çıkacak ve onlarla istediğin her şeyi parçalayacaksın desem?
Saçların her gün uzayacak, hiç kestirmezsen 6 metreyi bulacak ve aslında pek de bir işe yaramayacak desem?
Kendi başına ayaklarının üzerinde dikilebilmek için yaklaşık 9 ay her gün çalışman gerekeceğini bilsen ne düşünürdün acaba?
Parmaklarınla neleri keşfedeceksin, bir bilsen. Hepsini zihninin bir kenarına yaza yaza hayatta kalmayı öğreneceksin.
Mutluluk, hüzün, açlık, tokluk, korku, keyif, özlem, huzur, şaşkınlık, sevgi, nefret, aşk, acı gibi yüzlerce, binlerce yeni duyguyu tanıyacaksın ve her keşifte şaşıracaksın.
Şu anda konuşabilsek daha neler neler anlatırdım sana, şaşkınlıktan küçük dilini yutardın (evet bir küçük bir de büyük dilin olacak, işlevleri farklı) eminim.
Ama iyi ki konuşamıyoruz bir yandan da...
Çünkü bunları kendin keşfedeceksin ve çok keyifli olacak.
Ben bu keşiflerinde senin yanında olucam, benim için daha büyük keyif olacak.
Seni dört gözle bekliyorum.
Pul: Cihan Önder
Baron de Ciel
Bu mektubu benden uzun zamandır beklediğini biliyorum, gel gör ki bu ricayı duyar duymaz ilk sen geldin aklıma. Benim seninle hesaplaşmam psikolog koltuklarından kurtulmuş ve gel gör ki kısmet yıllar sonra bu güneymiş. Bu konuşmayı çok önce yapmamız gerekiyordu, bunu ikimizde biliyoruz. Seninle hep konuşurduk, fiziksel yok oluşunun 20'nci yılında iletişimimiz ilk ve belki de son kez kağıda-kaleme bürünmüş durumda. Bu beni mutlu ediyor mu bilmiyorum ama ağır bir depresyon geçirdiğim son bir kaç aylık dönemde seninle konuşmak, hayatımda daha önce yapmadığım bir şey ve bunun beni hafifleteceğinden eminim. Parçalarından biri geçen ay başka bir ülkeye taşındı, o gitmeden önce 10 yılın ardından ilk kez seni ziyarete geldik. Oraya gelmek istemediğim için bana kızmıyorsun, benim bu rahatsızlığımı anlayışla karşılıyorsun, biliyorum. O gün için bambaşka planlar hazırlamıştım, gelecekte ve hiç gerçekleşemeyecek bir günün sabahı için, olmadı...
İşler pek iyi gitmiyor ve bu gidişten yorulup yardım istediğimde bir çok problemin altından seninle ilgili yaşanmışlıklar çıkıyor ya da pardon, yaşanamamışlıklar. Bu durum bendeki bazı fiziksel problemi de yanında getirdi. Senden bulaşan alkolizm, irade zayıflığı, kronik uykusuzluk, mide hastalıkları, ciddi ruhsal bozukluklar... Sana kızmıyorum, çünkü biliyorum sende böyle olsun istemezdin. Bazı filmler var çok objektif bakamıyorum onlara bazı replikleri sürekli kulaklarımda çınlıyor, seninle beni anlatıyor.
-Onun hayatında yutkunamadığı bir yumru olacağım için..-diyor, işte sen benim için hep o yutkunamadığım yumrusun. Seni ne çözebildim, ne de tek başıma var edebildim...
O yalnız kadına yaklaşımın, verdiğin yalnış kararlar yüzünden sana kızgındım ama seni affettim. İnan bu yazıyı senden başka kimse okusun istemiyorum ama taşıdığım yaranın çaresi bu belkide. Onu onarmak ve sonsuzluğa bırakmak istiyorum.
Gönül durumlarım hiç iyi olmadı ,işler hiç ama hiç iyi gitmedi, gitmeyecek de. Bu mektubu aslında birazda seninle birlikte; hayatımda önemli yeri olan diğerlerine ithaf ediyorum. Belkide biraz günah çıkarma, bilmiyorum... Durum o kadar içinden çıkılamaz hale geldi ki korkuyorum. Yalnızlığı kendi bünyemde bastırmayı öğrendim ve devam ediyorum ama korkuyorum.
Tedavi olmaya başladım;- kaybetmek bir çocuğun yaşayabileceği en büyük travmalardandır-dedi doktor. Bu kayıtsız tavrım, tuhaf soğukkanlılığım....Bunların hepsi seninle başlamış.-Ona kızgınsın ama nefret etmiyorsun- dedi. Sensizliği problemlere bahane etmedim, seni suçlamıyorum da.
Bizim nesilde akıldan çok geçer ama dile gelmez, ben olamayacağını bildiğimden rahatça söyleyebiliyorum. İleride bir evim bir ailem olsun çok isterdim. Akşam yemeklerinde kalabalık bir masa da içinde gürültü olan bir evde belki de. Olamayacak biliyorum.
Gözüm saçma sapan televizyon programlarına takılacak, diziler, başka hayatlar, başka ödünç alınmış gürültüler. Benim gibi yetişen çocuklar kalabalık sofralarda yemek yemez, uzun süreli mutlulukları etraflarında barındıramazlarmış.
Maalesef bu durumda seninle ilgili olanlardan, toparlanamayacak tarzda ,kalıcı olanlardan.
Bize çok haksızlık ettin, özellikle o yalnız kadına. Senin arkanda darmadağın bıraktığın her şeyi toparlamak zorunda kalan o kadını dinlemeliydin. Onu dinleyip o yolculuğa çıkmamalıydın, o otobüse binmemeli ve şu an burada olmalıydın.. Bir gün biri bana seni sordu;- onu özluyorsun değil mi?-Hayır-dedim.-Insan tanımadığı birini nasıl özleyebilir?İşte benim seninle hikayem burada başlayıp burada bitiyor. Maalesef biz seninle hiç tanışma fırsatı bulamadık. Bu rahatsız edici duygusuzluğum biraz da bundan.
Birkaç yıl önce Köln Katedralin’de -hayatta olmayan yakınlarınızın ruhu için bir dilek mumu yakabilirsiniz-dediler. Senin için dünyanın başka bir yerinde bir mumu sonsuzluğa yaktım. İşte o mumda bizim özetimiz; birkaç dakika için fiziksel olarak burada ve o mumun evrende hiç kaybolmayacak ışığı kadar sonsuz..
Doğup büyüdüğüm bu civardan yakında ayrılıyorum, seninle ilgili herşeyi burada bırakıp gitmek ve aynı zamanda yanımda bir tek seni götürmek istiyorum.
Seni affettim ve kesinlikle sana kızgın değilim artık, büyüdüm, gerçekleri daha net görmeye başladım.
Orada her şey yolundadır biliyorum, evrenin en güzel yeri. Sende bende hep mutlu olalım, her şey hep çok güzel olsun. Kendine iyi bak. Oradaki herkese selam.
Seni seviyorum...
not: bana şans dile çünkü bazen çok zorlanıyorum
Pınar, senin ``pınoş``un...
(okurken :-Yann Tiersen’den: I saw daddy today - şarkısı eşliğinde...)
Burhaniye Mah.Köroğlu Sok.NO:24/5 Duman Apt. Altunizade-Üsküdar İstanbul