Seyyar Sesler 8 Fanzine

Page 1


Günaydın demeyi ne zaman öğrendik? Nasıl başladı ilk ortak kelimeler?

İlk ne zaman değişmeye başladık? Bilmiyoruz...

Belkide bir tarihe ait değildi değişmek, artık bir önemi de yok olan olmuş.

Peki değişmeyen hayvan bir yanımız kaldıysa ne yapalım, hepten mi öldürelim?

Kiminle konuşacağız kimse yokken yanımızda, dinlemez mi bizi içimizdeki hayvan, anlatabilir miyiz bütün insani ihtiyaçlarımızı ona? Sevgili dostlarım biz ne güzel denizin, kumların, ormanların tadını çıkaracakken nasıl oldu da izole olduk bu dünyadan. O zaman bu sayıyı hâlâ hayvan kalan yanlarımızı kaşıyarak bir şeyler çıkarmaya zorlayalım istiyoruz.

Hani diyorlar ya bir konuşabilse hayvanlar ne güzel olur. Çoğu insanın isteğidir sizlerin bütün anlattıklarımıza cevap verebilmeniz. Ne olur evrimleşmeyin, şikayetlerinizi, mutluluklarınızı ne olur söylemeyin bize, susmak bence yaşamanın en güzel yanı. Biz istediklerimizi şarkılar, şiirler ve romanlarla anlatıyoruz olaylar daha da boka sarıyor. Aman diyeyim edebiyat sevdasına düşmeyin. Bütün gün birbirimize bağırsak, kendimizi anlatamıyoruz, konuşmak bize yetmiyor artık. Dostlar biz artık birbirimizin yüzüne tükürsek anca iflah oluruz. Şöyle sabah iş yerine girdiğimizde sıradan tükürmeye başlasak, eski sevgililerimizi sokakta görünce şöyle duvara dayayıp şaaaap diye yapıştırsak balgamı, ülkenin bakanlarını, başbakanlarını, cumhurbaşkanlarını makamlarında otururken biraz ağzımıza çay alıp püüüüüüüssüüsü diye püskürtsek suratlarına içimizdekileri. Atatürk o an çerçeveden bize bakarken, şöyle ağzını doldurup da bizim alınlarımıza şaaaap diye bir tükürse. Zeki Müren gelse, şöyle dolu dolu hepimize bi balgam atsa, anca kendimize geliriz. İşte böyleyiz yüzümüze tükürseler yarappi şükür deyip puştluğa devam ederiz. Sizin şu konuşmayan rahat halleriniz varya çoğu insanın canını sıkıyor, sinirlerini bozuyor. Arabaların üzerinde hunharca yatışlarınız, kafeste bir oraya bir buraya zıplayan halleriniz, vapurların arkasından süzülüşleriniz. Harbiden sizinle meselesi olan çok ruhsuz insan var. Kendini sevmeyen, kimseyi sevemeyen insanlar. Takmayın onları zaten kötü kan her zaman kötü yaşama mahkumdur. Ah dostlar konuşmayın diyorum ama bi konuşabilseniz, acaba ne derdiniz bize?

Mesela insanın canı bazen çok şey çekiyor, çoğunu alabilmesi için onlarca aşamaya ihtiyacı var. Size bakıyorum acıktınız mı avla, seks mi ooo her yer sex çatır çutur istediğiniz yerde sevişiyorsunuz. Bakıyorum bir sokaktan, ormandan sıkıldınız sadece yürüyorsunuz hop başka bir yerdesiniz. Biz yan sokağa giderken bile ışığı kapatmışmıydım, ütünün fişini çıkartmışmıydım, deodorant sıktım mı, cüzdanı aldım mı... sorularını sorarken her şey eziyet oluyor.

Bizde bir de eğitim var aman aman, her nesil bir sonrakine daha da baskı yapıyor. Yeni çocuklar daha da histerik oluyor. Güzel şeylerde oluyor tabi birbirimizi eğittikçe vicdanımız biraz daha açığa çıkıyor, yeni hayat arayışlarına giriyoruz. Sizleri kullandığımız yanlarımızı belki itiraf edebiliyoruz artık. Sizi yiyoruz, sizi seviyoruz, sizi besliyor

ve büyütüyoruz. Biz böyleyiz işte birbirimize karşıda böyleyiz. Hele varya kendimize söylediğimiz küçük yalanları bir bilseniz. İşte tam orada sizden ayrılıyoruz. Zayıflıklarımızı küçük hesaplarla kazançlara dönüştürüp bunlar üzerine bir aile, ilişki, iş, ömür kurabiliyoruz. Bazen bir insana acı vermek için kendimizi en rezil hallere sokabiliyoruz. Bazen birbirimizi hunharca kullanıyoruz (keşke birbirimizi karın doyurmak için yesek) bu daha erdemli, gerekli bir davranış olur. İçimizdeki hayvanı iki ayak üstüne dikildiğimizde değil yalan söylemeye başladığımızda kaybettik. İlk nerede attık o yalanı da tuttu bilmiyorum ama hayatımızı sikti attı, karmakarışık ilişkiler ağına döndü insan yaşamı.

Bazen içimizdeki hayvan bize ne söylüyor dinliyor musunuz? Dinlemeyenler korkaktır bence, arada hayvana izinler vermek lazım yoksa hayvan sizi yer haberiniz yok. İçimizdeki Hayvanı gizlersek onu istediğimizde öldüremeyiz. Hayvanı zamanında öldüremezssek yaş geçtikçe bu hayvan sıkıntı yaratır. Azgın amcaların, dedikoducu muhafazakar teyzelerin dönüştüğü iğrenç yaratıklara dönüşürüz. Hayvanı serbest bırakırsak ne olur hepiniz biliyoruz bence :) işte o anlarda insanın sosyal varlığı çöker ve ileride tahribat yaratacak katliamlar yapar. Ama bu katliamlar o kadar zevklidir ki, bütün hayat bu katliamların yarattığı olaylar çerçevesinde yaşanır. İnsana bi bakın ya ne olur şöyle bir bakın bir tek yalan olmadığında kontrolü kaybettiğinde gerçek şeyler yapar, şöyle bir hayvanın zinciri bıraktın mı ortalık karışır. Arada birbirimizi ısırsak, yalasak, koklasak şöyle enseden yakalasak boğar gibi yapsak birbirimizi ne küslük kalır ne yalan ne intikam. Dostlar size benzemeye çalışan sizin güzelliklerinizle kendini kamufle etmeye çalışan insan evlatları var bu sayıda, onlarıda ifşa ediyoruz. Yavru kedi tavırlarıyla konuşan kadınları, pitbull gibi boş tehdit yaratan erkekleri, yaşlı kurt bilgeliği taslayan içi geçmiş adamları, tavşan saflığına bürünen kadınları, sürünen ama uçtuğunu sanan yılan kızları, yelesiz aslan kral kesilen oğlanları... Şimdi herkes en azgın dişlerini çıkartsın, önce kendi kollarını, ellerini kanatana kadar ısırsın, iyice kendi kanımıza bulanalım. Şimdi pençeler iyice çıksın bütün bu yukarıda anlattığım hayvan kılığındaki palyaçoları boğmaya başlıyoruz, omuriliklerini çatlatana kadar çenemizle sıkıyoruz, en güzel parçayı koparıp kendi kanımızla karıştığı an yutuyoruz. Gerçek hayvanı içimizden kendi isteğimizle çıkartmazsak bu yavşak kamufle olmuş hayvanlar hazır olmadığımzda bunu içimizden çıkartır ve şaşkına döneriz. Önden alıştırmalara başlayın sürünüzde ne kadar yemek istediğiniz insan olduğunu göreceksiniz. Dostlar sizin gibi vahşi olabildiğimiz anlarda sizden bir tık olayı daha zevkli hale getirebilecek bir özelliğimiz var. Avı yakaladıktan sonra insan yemekle çok uğraşmaz eziyet etmeyi sever. Bu sayıda herkes bir hayvanın sesi olmaya çalıştı ama olamadı sadece sizin postlarınızı giyebildik. İçimizdekileri değiştiremedik, yazdıklarımızda göreceksiniz sizin gibi bakmaya çalışırken sadece sizin özelliklerinizden yararlandık. Çünkü biz dünyanın en iyi yalancılarıyız.

Bu sayı bir sürüyü temsil ediyor diyelim. Sürüde av ve avcı ayrımı yok, gücü bağımsızlığından geliyor. Bizi birbirimize bağlayan ipler yok, kırbaç yok, mama verenler yok. Yazdıklarımız yakın geçmişin izleri, çizdiklerimiz ulaşmak istediklerimiz. Yazarlar Hayvanlarını kafesten çıkarttı Can Dağlı bu hayvanat bahçesinin içinde gördüklerinin resmini çekti, bir belgeselci titizliğiyle en vahşi anları en güzel göstermeye çalıştı. Hayatlarımıza iyi kötü bir bellek olsun bu sayı. Çocuklarımız okusun, torunlarımız okusun ne kafalara girmiş bunlar ya desinler, yeter bize.

Mesut Uğurlu 14.08.2019

Siz dünyanın en büyük mercan resifini, yani Büyük Set Resifini bilir misiniz? Doğanın 7 harikasından biridir, uzaydan bile görülebilen büyük bir yaşam kaynağıdır bizim resif. Avustralya’nın tropik sahillerindeki eşsiz mercan kayalıklarının ve benim gibi sayısız canlının evidir. Dört tarafı okyanusla çevrili cennet bir vatandır. Tertemiz, masmavi sularının içinde hayal bile edemeyeceğiniz rengarenk bir dünya karşılar sizi. Bir gün bu taraflara yolunuz düşerse ben de karşılamak isterim ama, biz ahtapotların anca 3-5 senelik bir ömrü olduğu için, elinizi çabuk tutmanız gerekiyor. Şimdi 5 sene diyoruz ya, siz insanlar, kendi yaşam sürenize göre bir hesabını yapmışsınızdır yine. Yok efendim, köpek 1 yaşındaysa aslında insan yılına göre 15 yaşındadır, kedi 13 yaşındadır… E, yıl dediğin şey de sizin hesabınız değil miydi? Şu evrendeki her şeyin sizin için yaratıldığına ve sizin hesaplarınıza göre hareket edeceğine hâlâ inanıyor musunuz? Neyse, hayat zaten her şekilde kısa. Gerçek bu. Şimdi size anlatacağım hikaye kadar gerçek…

Bir zamanlar benim çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Adı Grouper, namı diğer Orfoz Balığıydı. Öyle ki yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Ava da beraber çıkardık, okyanusun bilinmeyen yerlerini keşfe de… Oyunlar oynardık bazen. Böyle yan yana dururken, ben birden altımızdaki kayaya dönüşerek kamufle olurdum, Orfoz yanındaki beni bulana kadar kayanın her noktasını burnuyla yoklamak zorunda kalırdı. Görenler şaşırırdı bizim dostluğumuza. Birbirine hiç benzemeyen bu iki farklı türün yan yana yüzmesi bile enteresandı. Bu duruma en çok da insanlar hayret ederdi. Hatta bir gün BBC gelip, bizi filme çekti. (Merak edenler için: Blue Planet II Bölüm 3) Eskiden okyanusun bu büyük ve kalabalık şehrinde bir başımızayken artık meşhurduk tüm dünyada! Hayata daha sıkı tutunmak için, önce birbirimize tutunduk Orfoz’la. Namımız aldı yürüdü, bizim buralardaki küçük balıkların korkulu rüyası olmuştuk. Bir av ritüelimiz vardı elbette. Önden Orfoz giderdi hep, kayaların içinde saklanan balıkları eliyle koymuş gibi bulurdu. Sağlam yapılı, zeki bir balıktı Orfoz. Kendi derisinin rengini soluklaştırarak avın hangi delikte gizlendiğini işaret eder, orada öylece beni beklerdi. Süzülerek gelirdim mavi, yeşil, kızıla çalan kayaların üzerine. Kollarımı açtığım gibi sel gibi akardım daracık çatlaklardan, uzanırdım avıma. Orfoz kayanın hemen dışında beklerdi, saklandıkları deliklerden delice fırlayan balıkları anında yakalardı. Hal böyle olunca, içerden çıkamayanlar da vantuzlarıma takılırdı. Her gün aynı saatte, aynı kayanın orda buluşurduk Orfoz’la. Öyle sadece menfaatler üzerine kurulu bir ilişkiden değil, anlayıştan, kabullenişten, vazgeçişten, küçük çaplı bir isyandan bahsediyorum belki de basmakalıp laflara.

Derken bir gün, aynı kayanın orada saatlerce bekledim, o gelmedi. Önce dedim bir işi vardır herhalde, kendine bir eş bulmuştur, acıkınca gelir. Gelmedi. Başına bir şey mi gelmişti acaba? Daha büyük bir balık gelip onu yutmuş

olabilirdi pekala. Ertesi gün, sonraki gün, tam 7 gün hep bekledim ve sonunda dönmeyeceğini kabullendim. Her şey anlamını yitirdi bir anda. Ben neden varım ki bu okyanusta, şu evrende kime ne yararım olur meyhanelerde meze yapılmadıkça. Küçük balıklar da benden korkmuyorlardı artık, kaçıp gidiyorlardı kayaların arasına. Eskisi gibi beslenemediğim için zayıf düşmeye başlamıştım. Balık pazarında kilomu tartmadılar da, bastığım kumlarda eskisi gibi kalmıyordu izim, öyle anladım. Daha bir azdım sanki dünyada. Ne yaptıysam olmadı. Sekiz kolum birbirine dolandı. Üç kalbim vardı, üçü de kırıldı, parçalandı. Vurdum kendimi yollara. Gittim bazen kalabalık bazen ıssız mercan kayalıklarına, can dostumu bulmaya. Ne de olsa ahtapottum, değişim benim göbek adımdı. Rengimle, şeklimle en olmadık yerlerden su gibi sızabilmek uzmanlığımdı. O anda karar verdim. Kendimden vazgeçmeden, geçmişimi inkar etmeden değişecektim ve Orfoz’u aramaktan asla vazgeçmeyecektim. Mavi olmam gerekti mavi oldum, sonra gri. Bir gün bir yosuna benzedim, ertesi gün bir mercana. Günlerce yüzdüm durdum, daha önce hiç bilmediğim canlılarla karşılaştım. En kötüleriyle, en iyileriyle, bazen de benim gibi kaybolmuş kimsesizlerle... Saklanmadım geceleri, kafa tuttum karanlığa, yüzdüm tehlikeli sularda. Lagüne daldım kavga ettim, bıraktım bir kolumu köpekbalığının ağzında. Sonra kendime yeni bir kol çıkardım, eskisinden daha sağlam, eskisinden daha uzundu. Kendimi kaybettikçe, kendimi buluyordum ve daha iyi tanıyordum aslında. Acılarımı hafifletiyordu sürekli hareket etmek ve değişmek, ama dindirmiyordu asla tamamıyla. En şansız, en yalnız ahtapot ben olmalıydım bu koca okyanusta. Açaydım kollarımı gitme diyeydim ya! Yapamadım. Derinlere daldım sarhoş oldum, denizanasının zehrini içtim kendimden geçtim. Günler günleri kovaladı ve sonunda daha önce hiç görmediğim bir manzara beni yakaladı. Aslında resifin daha önce bildiğim bir noktasındaydım ama her şey bildiğimden çok farklıydı. Bir hayalet şehir, beyaz ve gri bir mercan mezarlığı! Sonra anladım, narin mercanlar ısınan sulara daha fazla dayanamamıştı. Ona hayat veren rengini ve neredeyse tüm misafirlerini uğurlamıştı. “Her şey bitti buraya kadarmış. Benim de sonum böyle olacakmış” diye düşünürken onu gördüm üç kulaç ötedeki kayanın yanında. Oradaydı işte, biraz farklı görünüyordu ama Orfoz’du bu duruşuyla, rengiyle, o kocaman ağzıyla. Hemen süzüldüm yanına ve beni tanımadı ilk başta. Ne zaman kollarımla sardım kayalığa ve balıklar başladı kaçışmaya, işte gerçek dostlar bulmuştu birbirini sonunda.

Bizim hikayemiz, şu an tam bu noktadan devam ediyor. Bir mercan mezarlığında yan yana duruyoruz, sevinelim mi üzülelim mi bilemiyoruz. Bildiğimiz tek bir şey var, hayat gerçekten kısa. Balıklar, kuşlar, insanlar ve binlerce yıldır burada dünyaya meydan okuyan resif için bile bu böyle. Belki de bu yüzden sekiz kolla sarılmak lazım yoldaşlara, aşka, sevdiğimiz ne varsa. Biz Orfoz ile öyle aynen öyle yapıyoruz.

Resiften sevgilerle, Ahtapot

Selçuk Akyüz

Çiftlikten kaçalı çok oldu. Orada hepimizi ilaçlıyorlar. Yediğimiz yemek, içtiğimiz su ve soluduğumuz hava her an denetim altında. Doğum yerimiz, saatimiz kayıt altında. Bir adımız olabilir ama bu göstermelik bir şey. Ailemizle aramızda duygusal bir bağ kurmamız için var. Aslında herkes sayısal. Herkesin kendine has, alfa numerik bir damgası var. Çiftlik kayıt defterine işleniyorsunuz. Ölene kadar cam gözlerle sizi izliyorlar. Her hareketiniz takip ediliyor, veriye dönüştürülüyor ve ileride yapacağınız hareketler hesaplanarak size özgür gelecek ve seçme hakkı olarak sunuluyor.

Mutlu değilseniz üretkenliğiniz düşüyor. O zaman beyninizi süngere çeviren ilaçlar veriyorlar. Çünkü mutsuzluk veba kadar bulaşıcı. Mutlu olmasanız bile mutlu, üretken ve işe yarar görünmek zorundasınız. Damızlık olarak kendinizi kurmanız gerek. Çiftlik içinde çiftlik kurmanın sizi mutlu edeceği söyleniyor. (Bunun için yüzlerinize boyalar sürüp toynaklarınızı örten tuhaf ama pahalı ayakkabılar giyseniz iyi olur.)

Çiftlik kantininde mutluluk hariç her şey satılıyor. Mutluluk yerine onunla aynı etkiyi yarattığı söylenen eğlence adlı özel bir ışık geliştirdiler. Akşam işlikten barınağa döndükten sonra küçük kutulardan gözlerinize bu ışıklar sıkılıyor. Mutluluğa benzer hormonlar salgılayıp uyuyorsunuz. Çiftlikte gözlerimiz kapalıyken daha mutluyuzdur. Birbirimizin gözlerine bakmamızı ve orada ne kadar yalnız–dolu olduğumuzu görmemizi istemiyorlar. Çiftlikten çok uzaklarda var olduğu söylenen tropik bir adada, hayatta kalmaya çalışan zavallı sığırların dramlarını izleyerek eğleniyoruz.

Çiftlik yönetimi özel besi sığırlardan seçiliyor. Bu seçkin sığırların “İnek Bayramı” gibi ayrıcalıklı etkinlikleri oluyor. Onlara “Sizler sığır değilsiniz, bu çiftliğin aydınlık geleceğisiniz. Size güveniyoruz. “ diyorlar. Yahudilere dokunmak istemeyen Naziler gibi, sığırları sığırlara yönettiriyorlar. Ortak akla vurgu yapılıyor her yerde. Bu ortak akılla yürütülmeli çiftlik; bir plana, programa göre olmalı her şey... Her şey küçük kutulara ayrılarak hesaplanabilir mekanlara dönüştürülüyor. Sonra bu mekanlar kaç sığır alır diye hesaplanıyor. Bu yüzden 20-30 katlı küçük kutularda üst üste, sıkış tıkış barınıyoruz. Kutular 1+1 olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım yemek için, ikinci kısım dışkılamak için. Bu yüden 1+1 barınaklarda hayat asla 2 etmiyor.

Yönetim bunun farkında olduğu için çeşitli önemler üzerinde çalışılıyor. Örneğin bir rahminiz varsa en az üç sığır doğurmanız isteniyor. Biri bugün için, biri yarın için, biri de ölenlerin yerine geçsin diye. Yoksa çiftlik zamanla yok olur ve hepimiz çayırlarda başı boş bir halde kurda kuşa yem oluruz. Oysa çiftlik güvenli ve bizi salâha çıkaracak. Bu yüzden bin beş yüz yıldır her gün 5 kez bu anons yapılıyor. Ama bir türlü salâha çıkan olmuyor. Oysa çiftlik, görünürde renkli ve bereketli. Her şey var. Üstelik herkese iki-üç kez

yetecek kadar... Ama neye elinizi atsanız, “Kusura bakmayın, bu başkasının” diyorlar. Bu yüzden herkes kendi dışında, başkası olmaya çalışıyor.

Çiftliği denetleyip bokları temizlemekle görevli sığırlara kendilerini özel hissetsin diye arazi araçları veriliyor. Yüksek oldukları için yırtmış, başarılı olmuş örnek sığırlar olarak aramızda dolaştırılıyorlar. “İyi bir sığır olursanız, bir gün siz de başkası olabilirsiniz.” diyorlar. Bu yüzden herkes ve her şey yer değiştiriyor.

Fakat her şey yer değiştirdiği için bu trafiğin denetlenmesi sorun haline geliyor. Neyse ki bu görevi de sığırlar olarak biz seve seve üstleniyoruz. Beynimiz ve uzantısı olan gözlerimiz kablosuz üvendirelerle sürekli dürtülerek güdülüyor. Bu beyaz dokunun içinde olup bitenleri, iletiler vasıtasıyla çiftlik yönetimine raporluyoruz; etimizin altına mutluluk veren bir hormon yayılıyor. Gönderdiğimiz iletiler; toplanıyor, veriye dönüştürülüyor, beynimizin haritası çıkarılıyor. Böylelikle gittiğimiz yerler, hep gitmek istediğimiz yerlermiş gibi görünüyor ve çiftlik, başkaları olmaya çalışan kendisizleri üretmeye devam ediyor.

Bana gelecek olursak; eski bir kendisiz olarak on yıl içinde başıma gelecekleri tahmin edebiliyorum. Bu yüzden çiftlikten uzakta, baharın kırıldığı yerdeyim. Dağlar, tepeler benim. Hiç ses yok ama her şey titreşiyor. Arılar, çiçekler, hindibalar... İstediğim çiçekleri yiyebiliyorum. İstediğim yere dışkılayabiliyorum. Burnum siyah ve ıslak. Omuzlarım geniş. Boynuzlarım parlak ve güçlü. Burada çiftlikten kaçan başka sığırlarla yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Her şeyi tekrar anlamam ve hayvan olmam zaman alacak. Ama bu veriyi, söylendikçe eksildiği için, yalnızca taşaklarımdaki dölün içinde saklayacağım.

Mesut Ugurlu

Taşların üstü sıcak, bir aralık bulup taşın altına serilmiş gölgenin tadını çıkarıyorum. Kafam kumda, gözlerim kapalı ama kulaklarım hep etrafı dinliyor. Kuyruğum biraz güneşte kalıyor, tam sığamıyorum taşın altına. Bu durum hayatta her şeyin tam olamaması hazzını veriyor bana. Etraf öyle sessiz ki kuma uzanmış bedenim dünyanın derinlerinde, çekirdekte kaynayan özünü hissediyor. Gümbürtüsü küçük titreşimlerle göğsüme değiyor. Her şey kabuğun içinde, derinlerde en şiddetli gücünü saklıyor ama en yüzeyde sıcak çakılların üstünde, dünyanın içinde çektiği acıyı bir gıdıklama kadar hafif hissediyorum. Nefesim yavaşlıyor, rüyamda bile şu an bulunduğum noktayı görüyorum. Uyanıkken en güzelini yaşayanlar rüyalarında bu gerçeğin üzerine çıkamazmış. Ancak en berbat hayatlara en güzel rüyaları görünürmüş.

Birden durgun denizin biraz hareketlendiğini hissediyorum, birkaç küçük dalga kıyıya değiyor. Gözlerimi biraz aralıyorum, olan biten olması gerektiği gibi olduğundan yere serilen bedenimin duruşunu hiç bozmadan tekrar gözlerimi kapatıyorum. Biraz zaman geçince tepemde dolanan ve kulağıma gittikçe yaklaşan vızıltılar duyuyorum. Aylak bir sinek her zaman can sıkıcıdır. Sıcak kanatlarını kavurmuş olacak ki can havliyle taşımın üstüne konuyor. Tadını çok severim ama şu an doymuş bir vaziyette günün en güzel anındayım ve geçmiş sindirimin tadını çıkartıyorum. Dünyanın en hafif ayak izleri de olsa hassas duyargalarım onları hissedip gıcık oluyor. Bir an önce gitmesini istiyorum ve güneşte kalan kuyruğumu biraz sallıyorum, hemen fırlayıp kaçmasına yetiyor. Sonra diyorum; Doymuş olma hissi eceli ile ölme hissi kadar güzel ve değerli bir his. Aslında her doyuşumuz, doyduğumuz şeye karşı bir yeniliştir diye düşünüyorum. Doydukça yenilişimizi daha da perçinleriz ve bir süre sonra en önemli olan şeyler bize artık haz vermez olur, anlamsızlaşır diye düşünüyorum. Çok doyunca arzuladığımız şeyin o an ayağımıza gelse bile sıradanlaştığını, hatta gitmesini, yok olmasını bile isteyebiliriz. Çünkü onu her bulduğumuzda o kadar çok istemiş, yaşamış ve savaşmışızdır ki biz fark etmeden o bizi kendini vererek yenmiştir. Sonra arzular sonsuza dek ve bir daha bizden kaçmak zorunda kalmadan rahatça önümüzde durabilir.

Sahilin dinginliği ormanın içinden gelen çocuk sesleri ile değişiyor. Kumun serinliğine dayanmış göğsümü biraz kıpırdatıp kafamı kaldırıyorum. İki yavru insanı ve arkalarından gelen annelerini görüyorum. Yavrular çırılçıplak tıpkı bizim gibi, yalın ayak kızgın taşlardan çakıllara geçiyorlar. Güneşin ısıttığı çakıllar ayaklarına küçük iğneler batırıyor ama yavrular öyle heyecanlı ki mavinin büyüsünden kopup geri adım atamıyorlar. Doyurmaları gereken, yenilmeleri gereken merakları var. İkisinin tatlı gülümsemelerini dinliyorum, hafif rüzgar nehirle denizin buluştuğu yerdeki sazlıkların arasından geçerken hışırdıyor. Bir kaç kurbağa nehrin denize dökülmeden önce durgunlaştığı gölette gurulduyor. Anne elindeki sepetten çamaşırları yere bırakıp evde kül ve yağı

kaynatarak hazırladığı sabunu kesesinden çıkarıyor. Rüzgar o anda burnuma kekik, çam ve sabundan gelen o güzel kokuların karışımını getirirken sürüngen bedenimin aşınan tüm yüzeylerinde güzel bir ürperme, içimdeki soğuk kana bir sıcaklık bahşediyor. Yaşayan tüm varlıkların yaşadıklarını anlama yetisinin çok kısa anları fark etmede gizli olduğunu bilmeden o anın büyüsünü sürdürüyorum zihnimde. Çocukların sesleri ince dalgaların hışırtısıyla buharlaşıp bana gelmeden yok olmaya başlıyor. Sanırım dünyadaki hiç bir şey bize en yakın olduğu ilk ânı kadar etkili ve güçlü çıkmıyor, aynı tatta devam edemiyor. Tabi ilk olan aslında kendi benliklerimiz de başlattığımız sayıdır, sadece bize ait zannettiğimiz bir kaynaktır. Başka bir benlikte belki sondur.

O eşsiz saatlerde tüm ölümlülerin belki de içinde öğrenmesi gerekmeden barındırdığı bir bilginin, sabır ve sonluluk duyguları ile günlerimin şekillendiğini ve geçtiğini bilmiyordum. Sıcak zihnimdeki düşünceleri eriterek vıcık bir bulanıklığa hatta eylemsizliğe sebep oluyordu. Sanki bu taşın altındaki şu andan önce yaşanan hiçbir an önemli değildi ama beni bu taşın altına getirende şu andan önceki bütün önemli anlardı. Belki de yaşlanmak tek bir an için gerekli olan tüm diğer toplu anların sıkışması ve bir daha an yaratmayacak kadar yorulan zamanın taşması, bitmesidir. Güneş kızgınlığını biraz azaltınca taşın altından çıkıp biraz su içmek için nehrin denizle buluştuğu noktaya doğru sürünmeye başlıyorum. Çocuklar çırılçıplak bedenlerinin farkında olmadan, hatta ne olduklarının farkında olmadan umarsızca denize kafasını sokup çıkartıyor, birbirlerine özgürce dokunuyordu. Anne her özgür Likya kadını gibi güneşin altında parlayan zeytinyağ ile yıkanmış altın rengi teninin ışıltısı ile öyle güzel görünüyordu ki; Tüysüz kolları, çamaşır yıkamaktan, tuzlu suyla temas etmekten ve kendiliğinden aşınan olağanüstü güzel törpülenmiş tırnaklarıyla doğanın yarattığı tüm güzel özelliklere sahipti. Arada dilini hafif terlemiş dudak üstlerindeki ince sarı tüylerine sürüyor, çamaşırları çitelerken derin düşüncelere dalıyordu. Yere doksan derece duran göğüslerine arada kolları ve elleri değiyor, müthiş bir titreşim yaratıyordu. Bir canlının en güzel göründüğü an gündelik meselelerle uğraştığı andır diye düşünüyorum o an, kim ki yarını düşünüyor o canlıda bir solukluk, endişe ve korku beliriyor sanki. O yüzden en güzeli öncesini ve sonrasını hiç bilmeyeceğimiz bir canlının en güzel anını hatırlayabilmektir. Çünkü sadece o an görmüşsünüzdür gerçeği.

Su serin, içim yanmış, dağlardan, bitkilere, taşlara sürte sürte gelen suyun tadı beni uyuşukluğumdan kurtarıp akşam için acıktırıyor. Gözüm çocuklara dalıyor, ufukta bazı siyah noktalar görüyorum. Dedimya bazen ilk gördüğünüz şey çok güzelse onun arkasındakini algılamazssınız. Fakat bizi hayatta tutan da sonrasında ne olduğunu tahmin etme becerisidir işte. Tekrar kadına bakıyorum bana yaşamam gerektiğini hatırlatıyor, saf bir iç huzurun asla bozamayacağı bir gülümsemeye sahip. Kıyıdan ormana doğru sürünürken birden çocukların bağırışlarını duyuyorum. Denize doğru gerilen boyun derimi döndürdüğümde onlarca geminin mas mavi denizi kara bayrakları ile kararttığını görüyorum. İşte insanın güzellikle başlayan ve güzellikle devam edemeyen bir günü daha. Yüzlerce Romalı asker demir miğferleri, kalkanları ve kılıçlarıyla gemilerden uzanan yaşam köprüleri sayesinde dimdik doğduğum, öleceğim ve tekrar do -

ğacağım topraklara gitmek ve gelmek ve gitmek ve gelmek üzere ayak basıyorlar. Anne korkuyla çocuklarına doğru koşarken nehirden ıslanan bacakları, terleyen koltuk altları, yağlanmış saçlarıyla hala günü güzelleştiren ve ısrarla yıkıma anlam kazandırmayan tek yaşamdı. Onlar ormanın içine gizlenmiş şehirlerine koşarken ben daha dik bir yamacın üzerine tırmanıp olup biteni izlemek istedim. Gördüklerim; kötülüğe karşı kapılarını kapatan bir şehrin etrafını sarmış bir karanlıktı. Başka diyarlarda başka çocuklar çırılçıplak oynasın, başka anneler güzellikler içinde gününü yaşasın diye beyhude bir insan çabası görüyordum. Bütün acizlikleri, birbirlerine inanmaları insanların hep sonunu getirmiştir. Şehirde ılık bir sessizlik, kale kapıları halen kapalı ve meydanda insanların toplandığı görüyorum. Likyalılar bu diyarlarda güzellikleri kurarken, kötülüklerin başka diyarlardan buraya gelebileceğini hiç düşünmemişmiydi? Yoksa düşündülerde geçen zaman bir süre sonra hep aynı geçerken geçmişi unutturuverdimi onlara. Doğruya insanoğlu sebepsiz hayallerin, mutlulukların, acıların, amaçların ve merak duygusunun yarattığı bir türdür. Bir duygunun peşinden gitmek her zaman ölüm getirir, şimdi bu anda olduğu gibi.

Hiç bir Likyalı savaşmadı, şehrini yeterince savunmadı. Yeni doğmuş bebekten, ölmek üzere olan yaşlılara kadar hepsi kendini şehrin içinde ateşe verdi. Kapkara dumanlar yükseldi, ölümü hiç düşünmemiş bedenlerin et kokuları içime geldi. Romalı askerlerin gözlerinde sönen hevesleri tüm evrenin yeniden devam edecek işleyişinin akışında tekrar yeşerecekti.

Denize baktım, gökyüzüne baktım, toprağı hissetim. Akşam rüzgarını selamladım, gözlerimi kırptım, Akdenize daldım. İşte ben bu kadarım. Doğar, Yaşar, Ölürüm.

Bir Garip Muhabbet Kuşu

Bakmayın bana muhabbet kuşu dediklerine.

Mahalleli sağ olsun, sohbetimi pek sever.

Bu Garip kulunuz kimi görse muhabbetin en kralını eder. E tabii, gönül hep tatlı yiyip tatlı konuşmak ister.

Ama ne yaparsın be abi, dost bazen de acı söyler.

Beyaz tüylerim benzer, Kaptan Ali Dede’nin ak tellerine. Çeviklik desen… He-hey!

Mahallenin küçük Efe’si bile, yanımda hak getire.

Benim derdim bi’ tek, şu acayip sesle.

Ah ulan ah!

Güzel konuşurum amma iş şarkı söylemeye gelince, halim kargadan hallice. O derece!

Yerim yurdum bir çatı katı. Söylemesi ayıp ama boğaz manzaralı. Bizde yok öyle modern zaman alarmları. Sabah ezanında, ayaklanır bu martı.

Allah ne verdiyse benim kahvaltı da o işte. Bir gün birkaç balık doyurur karnımı, bir gün 8:15 vapurundaki tatlı cadı.

Simitleri sizden iyi olmasın, pek şaşalı.

Benim adım Garip. Doğma büyüme Kuzguncukluyum.

Ben her akşam Gülümser Hanım’ın keklerine, Nedret Beylerin meşklerine, Cansu’nun önemli işlerine, Oğulcan’ın bitmeyen ödevlerine konuk olurum.

Mahallenin derdine de eğlencesine de ortak olurum.

Sizinle tanıştığıma da çok memnun oldum.

Erdem Güngör

İşlemeli bakır çay tepsisini elinden sonra uzanan kendine ait bir uzvu gibi kullanarak üzerindeki ince belli boş bardakları bir milim bile oynatmadan çevire çevire çay ocağının tarihi eser niteliğinde olan ama çarşıdakiler için hiçbir önemi olmayan kapısından girdi. Altmış sekiz yaşındaki ustasının gümüş tepsiye dizdiği taze çaylar dağıtıma çıkmak için onu bekliyordu. On bir saatlik mesaisi boyunca en fazla beşer dakika aralıklarla en az yüz yirmi kez yaptığı gibi on saniye içinde çayların üstünü işlemeli gümüş bardak kapaklarıyla kapattı. Burada bardak kapakları bile işlemeli olmalıdır. Altın fazla kaçar belki, pahalı olur ama gümüş ve güzel işlenmiş bakır yeterince şık durur. Ne de olsa Türkiye’nin hala Lale Devri’nde yaşayan bu ikinci mekanında gün içinde yerli-yabancı binlerce zengin müşteri olur ve bu müşteriler toplamda kilolarca altın, gümüş, el dokuması halı, deri, gerçek kürk, Euro, Dolar, kaçak mal, uyuşturucu ne bulursa satın alır, üzerlerine de yakışıklı sunumla gelen taze çayı höpürdeterek keyiflenirler. İşte bu zengin müşteriler en çok da işlemeli gümüş veya bakır tepsilerde sunulan, işlemeli gümüş kapakla taçlanan, demi kararında, taze ve kokulu kaçak çayı içtiklerinde keyiflenirler, kendilerini özel hissederler. En azından ustası böyle olduğunu düşünüyordur.

Usta, çayların nereye gideceğini düşündü. Her seferinde yaptığı gibi tek nefeste sipariş noktalarını saydı: “Kalpakçılar dörde iki, kırk bire beş, Terziler yediye üç, Kavaflar beşe bir, Yağlıkçılar bire üç, Kürkçüler sekize iki.” Bu on altı bardaktan tepside kalan küçük alana da çay tabaklarını sıkıştırdı. Tepsiyi tek eliyle kavrayıp kapıdan çıkacaktı ki diyafondan cızırtılı dört tık duyuldu. Boş bardakları yıkamaya çalışan ustasını bu zahmetten kurtarmak için bir hışımla tepsiyi bırakıp diyafona yöneldi. Kablonun üzeri bantlı kısmını iki parmağıyla sıkıştırdı, kararlı ve cevap bekleyen bir sesle “Evet!” dedi. Karşıdaki cızırtılı ses kesik kesik “Koç-a! Kuy-cu-ar irm se-ze eş ça!” dedi. Tam olarak anlamadığını düşünerek tekrarlamasını istedi: “Yirmi sekiz mi?” “E-et!” Dönüp ustasına baktı. Ustası bakışla sorulan bu soruya sesle cevep verdi: “Bitirmişler nerdeyse. Açılıyormuş yarın. İşçilere istiyordur.” Tekrar diyafonun kırmızı düğmesine bastı, “Tamam.” diye cevapladı. Kuyumcular Sokak yirmi sekizin çayları diğer sefer için sıraya alındı. Çay tepsisini tekrardan aldı, neredeyse koşarak kapıdan çıktı. Çıktığı gibi de rotasını düşündü. İç Bedesten’in Keseciler Caddesi üzerindeki dolap diye tabir edilen en küçük dükkanlarından birinde yer alan çay ocağına en yakın olan sipariş Terziler Sokak yedi numaraydı. İlk önce buraya bırakır, oradan Kalpakçılar’a geçerim diye düşündü. Keseciler Caddesi’nin köşesindeki halıcının önünden geçerken iki metre boyundaki bir Alman turiste şov olsun diye havada dönen -turistten az daha uzun- halının altından geçti. Halıcı turistten daha iyi Almancasıyla henüz geçen hafta dokuması biten halıyı yüz elli yıllık diye anlatırken araya Türkçe “Amman koçum, kafaya inmesin!” diye sıkıştırdı. Bir vücut hareketiyle halının altından geçtikten sonra gülümseyerek karşılık verdi. Sonra hemen yine zihnindeki navigasyonu çalıştırdı. Dört numara ve kırk bir numara Kalpakçılar Caddesi’nin iki ucundaydı. Saniyenin yarısı kadar

sürede önce hangisine gideceğini düşündü. Sonra Kuyumcular yirmi sekizi merak etti, dönüş yolunu ona göre ayarlayıp Kuyumcular yirmi sekizi görüp oradan Kalpakçılar kırk bire geçerim diye düşündü. Ama sonra hemen vaz geçti. Kalpakçılar kırk biri sona bırakacaktı, ama Kuyumcular yirmi sekizin önünden geçmeyecekti. Çünkü tecrübelerine göre Kuyumcular yirmi sekizin önünden geçerse tepsideki kalan çayları kendi siparişleri yerine koyarak isteyecekler ve Kalpakçılar kırk birin çayını Kuyumcular kırk birdeki kurtlar kapmış olacaktı. Ustasının ilk öğrettiği şeydi, birinin kısmetini başkasına vermemek; bu konudaki ilk cümlesi de “Başkasının kısmetini kurtlara kaptırma.” idi. Onun gözünde bir dükkana götürülen çay yolda başkası tarafından alınırsa kurtlar kapmış olurdu ve İstanbul kurtlar sofrasıysa Kapalıçarşı kurtların saray sofrasıydı. Terziler yedi numaranın çaylarını verdi. Kalpakçılar Caddesi’ne girdi. İki sıralı kuyumcuların hepsinin vitrinine gülümseyerek baktı. Hatta bazılarının vitrinine yaklaşıp müşteriymiş gibi altınlara alıcı gözle baktı. Dört numaraya az kalmıştı. Sonrasında, Yağlıkçılar bir numara, Kavaflar beş numara, Kuyumcular Caddesi’nden geçmeden, yirmi sekize görünmeden, Kürkçüler sekiz numara, ardından Kalpakçılar kırk bir yapar geri dönerim diye düşündü. “Buyurun!” diyerek Kalpakçılar dördün iki çayını bıraktı. “Sağ ol koçum!” dedi dükkan sahibi. Yağlıkçılar’ın diğer ucundaki dükkana gitmek için Sipahi Caddesi’ne döndü. Caddenin ucundaki dericilerden biri kapının önündeki taburesinden “Vay koçum n’aber?” diye seslendi. “İyidir abi senden n’aber?” diye karşılık verdi. Sonra içinden “Eşekçi!” dedi. Değerli derilerin yanında bunun gibi eşek derileri satanlar da vardır çarşıda. İçerde birkaç değerli deri bulundurur, geri kalanı at, eşek, katır, köpek... Derinin hangi hayvandan alındığını, hatta deri olup olmadığını zerre anlamayan hayvan düşmanları bunun gibi oportünistlerin elinden kurtulduğu olmamıştır. Eşekçiye söverken iki sıralı kumaşçıların arasındaki kalabalığın kendisini engellemesine izin vermeden ilerlemeye devam etti. Sokağın adı çağrıştırdığı için midir nedendir bilmem “Değmesin, yağlı boya!” diye kalabalığa seslenerek kendisinin her seferinde güldüğü espriyi bir kez daha yapmayı da ihmal etmedi. “Eh be koçum, bıkmadın her gün yağlı boya, yağlı boya!” diyerek gevrek gevrek gülen kumaşçıya dönüp bakmadı. Aynı cümleyi bu adamdan ilk defa duymuyordu ve her seferinde olduğu gibi içinden yine aynı şeyi geçirdi: “Senin boyadan haberin var mı acaba gevşek!” Yağlıkçılar Sokağı ve Sipahi Caddesi iki Yolgeçen Hanı’nı birbirine bağlayan yoldur. Yağlıkçılar bir numara Kapalıçarşı’nın içinde kalan Yolgeçen Hanı’nda yer alır. Kapalıçarşı’nın en uç noktalarından biridir. Ama hiç önemli değildir. Çarşı içinde kimsenin adını bilmediği, herkesin “Koçum” diye seslendiği bu çaycı çırağı, babası istese mutfaktan bir çay getirmeye üşenir, ama gün içinde yüz on bir bin metre karelik çarşının bir ucundan bir ucuna en az on beş kez daire çizmeye üşenmez. Ki uçtan uca olmayanların sayısını ben bile bilmiyorum. Bu işi yapmaktan, çarşının sokaklarında koşturmaktan büyük keyif alır. Hele de siparişler kuyumculardan, pırlantacılardan geliyorsa...

Türkçe öğretmeni olma hayalini bıraktıktan sonra bu kuyumcuların yanında bir dükkan açıp altın ve pırlanta satarak çok zengin olma hayaline geçiş yapalı üç yıl kadar olmuştu. O yüzden oradaki siparişler üç yıldır diğerlerinden daha değerliydi. Her çay götürdüğü kuyumcu ve pırlantacıda işini ağırdan

alıyor, oyalanıyor, muhabbetleri dinliyor, turistleri inceliyor, hangi dillerde hangi kelimelerin kullanılmasının daha iyi olduğunu tespit etmeye çalışıyor, müşteriler nasıl kafalanır, dükkan önünden geçen turistler nasıl avlanır, kime tezgah üstünden, kime tezgah altından mal çıkarılır, kimlere en iyi mal verilir, kimlere sahtesi kakalanır, kimler krallar gibi karşılanır, kimler gizli kapıdan arkaya alınır, kimler sinek gibi dükkandan kışkışlanır hepsini inceliyordur. Bunlar en çok kazananlarıdır. Bir de esnaf ahlakıyla satış yapanlar vardır, ama onların ekonomik grafiğindeki ok diğerlerininki kadar yukarıyı göstermiyordur. O yüzden diğerlerini takip etmekte fayda vardır.

Ne kadar geçmek istemese de ayakları onu Perdahçılar Sokağı’na getirdi bile. Perdahçılar’dan köşeyi dönünce -ilerde inşallah köşeyi de döneceği- Kuyumcular Caddesi’ne geldi. Yine kuyumcuların ışıl ışıl vitrinlerine baka baka yürüdü. Hem kuyumlara hem kuyumculara aşk dolu gözlerle bakarak yoluna devam etti. Açıldığında neye benzeyeceğini çok merak ettiği yirmi sekiz numaranın vitrininde “Çok yakında açılıyor!” yazan branda hala duruyordu. Brandanın yanında dikilen birkaç kişiden biri olan yirmi yedi numaranın sahibi dönüp bakınca çay taşıyan çocuğu fark etti, “Koçum çaylar buraya!” dedi. Adamı duymazlıktan gelse de dükkan önünden geçen bir turist sineği bile kaçırmayan biri için çaycı çırağını ondan tarafa bakmasını sağlamak çok zor değildi. “Koçum bize değil mi o çaylar?” diye daha yüksek sesle tekrarladı. Çaycı çocuk son bir direnişle “Bunlardan vermeyeyim abi size, tazesinden getireyim” dedi. Kuyumcuyu kendi silahıyla vuran çaycı aferinli bir gülümsemeyi kaptı. “Bir şey olmaz getir.” dedi yirmi yedi kapı numaralı kuyumcuda çalışan adam. Çaylar, Nuruosmaniye Kapısı’nın hemen önündeki dükkandaki kuyumcunundu ama çaycı da hemen karşısında ışıl ışıl altınların önünde ışıltılı bir gülümsemeyle ona bakan bir kuyumcuya karşı koyabilecek kadar sağlam bir bünyeye sahip değildi. Kalan beş çayı özenli bir şekilde kurtların önüne bıraktı. “Koç bu koç!” dedi yirmi yedi numaralı kuyumcuda çalışan adam. “Dükkanın anahtarını ver, üç ay sonra gel aynı şekilde al. Bir gram malına zarar getirmez, kendi malı gibi, gözü gibi bakar bu çocuk. Bir işimiz olsa koşarak halleder. Kimin dükkanına eşya gelse, ustasından izin alır, hemen yardıma koşar. Ya şurada kavga çıksa ilk bunu alırım yanıma ya. Öyle güvenirim bu çocuğa.” diye oradan oraya atlayarak devam etti ve noktayı büyük bir kahkahayla birlikte çocuğun omzunu sıkarak koydu. Övgüleri alınca koç dayanamadı, “Birkaç sene daha boş dursaydı burası, ben açacaktım.” dedi. “Kuyumcu mu?” dedi kuyumcu. “Evet” diye karşılık verdi. Zengin zengin güldü kuyumcular. “Ama önce işi öğrenmen lazım koçum.” dedi kuyumcuda çalışan adam. “Evet biliyorum.” dedi çaycı çocuk. “Bırak çaycılığı, gel öğreteyim sana.” dedi kuyumcu. Eğer Kapalıçarşı’nın voltajları tam o an yükselmediyse, çaycının gözlerinin ışıltısı vitrinlerdeki altınların daha da ışıldamasını sağladı. Heyecanını belli etmemeye çalışarak ve utangaç bir ifadeyle “Ustamla konuşayım önce.” dedi. “Tamam konuş sonra gel yanıma” dedi kuyumcu. Çay ocağına döndü koç. Yeni çayları artık kuyumculuğa biraz daha yaklaşmanın heyecanıyla dağıttı. Ama ustasına bir şey söylemedi. Nasıl söyleyeceğini bilemedi. Saat on yedide kapanarak isminin hakkını bir kez daha verdi Kapalıçarşı. Herkes gittikten sonra boşları toplamaya çıktı Kapalıçarşı’nın koç çaycısı. Herkes çıkmıştı ama

ona iş öğretmeyi vadeden kuyumcu hala dükkanındaydı. “Sen mi geldin?” dedi. “Boşları alacaktım abi.” “Tamam. Al.” Sonra döndü ve “İlk işini yapmak ister misin?” dedi. “Sen istersen yaparım abi.” dedi. Şu tezgahın yanında bir çanta var onu Çorlulu Ali Paşa Camii’ne götürür müsün?” “Götürürüm abi.” “Sen götür, ben söyleyeceğim, orada seni karşılayacaklar. Çantayı onlara bırak ben de geliyorum.” “Tamam abi.” Kuyumcu bu konuşmadan sonra arka tarafa geçti. Arkadan taraftan seslendi “Hadi al, git.” Kapalıçarşı’nın koçu tezgahın yanındaki çantayı aldı. Hızlı adımlarla Kapalıçarşı’nın sokaklarında ilerledi. Her gün yaptığı gibi teslimatı yapmak için Merdivenli Kapı’dan çıktı. Fakat bu kez teslim edeceği şey çay değil, altındı.

Gece babasına çay doldururken evinin zili çaldı. Babası açtı kapıyı. “İyi akşamlar.” “İyi akşamlar.” Mutfaktan başını uzatıp gelene baktı. Polisti. Adının geçtiği ender cümlelerden bir tanesini kurdu polis: “Kurban’ı almaya geldik.”

Sibel Ergeç

Elveda

Çıt diye bir ses geldi uzaklardan. İnsan yine başlamıştı tırnaklarının arasında pireleri öldürmeye. “Beni bulmadan uzaklaşsam iyi olur” dedi pire. Korkudan titriyordu. İnsanın kibir dolu, varlığa bir dirhem saygısı olmayan bakışları, aklına kazınmıştı. Ah o insan! Parmakları yararken tüyleri, Musa sanırdı kendini. 2 bacaklı, 2 kollu bu yaratığın terörüyle yaşamaktansa sokak hayvanlarına mı dönselerdi? Islak ve kansız bir hayvan bile, bu vahşet dolu ev kedisinden yeğdi.

Düşünceler sislerken zihnini, “parmak” onu kendine getirdi. Yeni aralıyordu kanla kaplanmış tırnaklarını. Hangi kardeşinin kanıydı kim bilir… Yakından bakmak için zıpladı. Hayır, annesi olamaz! Yaşama sebebi, babasının biricik emaneti ölemez! Acıdan kıvranan annesini kucağına aldı. Kimin acısı daha fazlaydı bilmiyordu. Islak gözleri, annesinin gözleriyle kucaklaştı. Ah o gözlerin içinde boğulmak vardı… İçindeki sevgi yitip giderken kucağında, artık yerini intikam dolduruyordu.

Acı En kuytu köşede, kedinin koltuk altında inzivaya çekildi. Yaklaşık 1 aydır ortalığa çıkmıyordu. Ağzına bir damla kan sürmemişti. Düşündü, düşündü… Annesinin acısı hançer gibiydi kalbinde. Çıkartmak için yapabileceği tek şey vardı; intikam almak.

Canları iki tırnak arasında, bir damlanın ucundaydı. Bu insanlar ne kadar da acımasızdı. Kendinden küçük varlıklara Tanrıcılık oynuyorlardı. Oysa uzayda da insanlar birer pire ama kimse tırnaklarıyla onları çıtlatmıyor.

Kızgınlık, öfke, intikam... Bu balçık duygular küçücük bedenini öyle sarmıştı ki, yapabileceklerinin büyüklüğünden o bile korkuyordu.

Hazırlık

Bucak bucak, kedi köpek dolaştı. Kardeşlerini bu kan davası için bir araya toplamalıydı. Birlik olmazlarsa asla yenemezlerdi bu insanı. Anlattı başına gelenleri. Aynı şeyler başka yerlerde de olmuştu. Acılar aynı, duygular aynıydı. Bu artık bir varoluş savaşına dönüşmüştü. Dişiler de katılmak istedi. “Tek yürek, tek bilek olacaksak dişi-erkek hepimiz olmalıyız!” demişlerdi. Ama nesillerin devam etmesi için geride kalmalıydı bazıları. İleriye, daha ileriye gitmek için…

Canlarını feda etmeye hazır, koca yürekli 2.000 pire… 2.000 kardeş; varlığı için varını yoğunu ortaya koyan 2.000 kahraman! Gururluydu, duyguluydu. Arkasında dev ruhlar vardı. Annesinin sözleri ilişti kulağına; “Eğer inancın büyükse, bir deveye dönüşebilirsin.” Evet, artık insan istilası başlasın!

Büyük sıçrama

Karanlık çökene kadar beklediler. Kedicik sahibinin yatağına zıpladı. Mırlayarak koynuna yerleşti. Her şey hazırdı. Savaş naraları eşliğinde zıpladılar insan bedenine. Annesinin o bilge ruhu hep yanındaydı. Onu derinden hissedebiliyordu ama yanlış giden bir şeyler vardı. Tam ısıracakken insanı, kalbine bir ağrı saplandı. Bir daha denedi. Bu seferki diğerinden daha şiddetliydi. Durdu, derin bir nefes aldı. Aldığı nefes, ruhunun kapısını araladı. Ters giden şeyin artık ne olduğunu biliyordu. Tüm ordu onun hareketlerini izliyor, direktiflerini bekliyordu. Dizlerinin üstüne çöktü, kalbini tuttu: “Yalnız sevgisiz kalpler acı verebilir. Annem bunu istemezdi, hayır! Annem affetmemi isterdi.” Ayağa kalktı ve ordusuna döndü: “Pireyi deve yapan şey, özüdür, hakikatidir. Sahte duygularımızın özümüzü çamurlamasına izin veremeyiz kardeşlerim! Bugün burada, bu insan denilen mahlukata yapacağımız şey, bizi ondan farksız kılmaz. Bugün buraya özgürlüğümüz için geldik ama ruhumuzdan vazgeçemeyiz. Vicdan bizim pusulamız. Yolumuzu kaybedemeyiz. Büyüklük bedenlerde değil, kalptedir. Büyüklük, tavırdadır. Büyüklük, seçtiğimiz adımdadır. Hadi kardeşlerim, büyüklüğümüzü gösterelim!” Tüm pireler vicdanının sesini duydu. Bu gerçek özgürlüğün sesiydi. Gün uyanana kadar insan için dua ettiler, tüm kalpleriyle…

Ülkünur Arslan

Ben emekli bir narkotik köpeğiyim. 3 yıldır küçük bir sahil kasabasında yaşıyorum. Eskiden insanların emeklilik hayali olan, şimdilerde istifayı basıp gelmenin çok moda olduğu o yerlerden birinde.

Öyle bir yer ki gelen herkesi yavaş yavaş değiştirdiği yetmiyormuş gibi zamanı da değiştirmiş. Sanki akrep ve yelkovan da emekli olmuşlar, hayatı ağırdan alıyorlar. Saniye desen ne gören var ne bilen. Sabah kahvaltısıyla akşam yemeği arasında bir ömür geçiyor. Zaman sündükçe sünüyor. Kediler ve bizimkiler bulabildiği her gölgeye yatıp kestiriyor. Meydanın ortası, caddenin kenarı hiç fark etmiyor. İnsanlar desen, hepsi yavaş çekimde yürüyor. Ne bakkala koşuyor, ne aşkına koşuyor, ne de başarıya koşuyor. Ben ömrümde o kadar uyuşturucu gördüm ama bu kasaba kadar uyuşturanını hiç görmedim.

Narkotikte geçirdiğim 8 sene boyunca ki insan yılında 56 sene eder, hiçbir uyuşturucu burnumdan kaçamadı. Bonzai, amfetamin, kokain... 5 kiloymuş 0,5 grammış hiç ayırmadım. Otomobilin stepnesi, yedek lastiğin içi, ayakkabı kutularının dibi her neredeyse bulup anında getirirdim. Öyle ki 3 kere haberlere bile çıktım. “Narkotik köpeği İz yine başardı.”

Anlayacağınız öyle kucakta gezen, saçına toka takılıp janjanlı kıyafetler giydirilen, havada frizbi kapan köpeklerden olmadım hiç. Daha çok onların arzuladığı veya korktuğu köpektim ben.

Oysa şimdi. Burada bu sokak köpeklerinin yanında pis ve biraz da kilo almış halimle onlardan biri gibiyim. Oysa ki hiç değilim. Bu burun var ya bu burun! Karşıdan geçenin donunun kaç günlük olduğunu biliyor. Onlar tutmuş bana şu yanımda uyuyan serseri itler gibi kenara çekil diyor. Hey yavrum hey! Ben kim olmadığımı gayet iyi biliyorum ulan! Kim olduğumu da asla unutturamayacaklar bana!

Mesela şu karşıdaki kayalıklardan gelen Nejat’ın paf küf dumanını hangi it fark ediyor benden başka? Hiçbiri...

İşte Nejat sallana sallana geliyor. Paf küf Nejat. Nejot diye de bilinir. Günde 3 kere bu kayalıklara gelir, tüttürür de tüttürür. İçine öyle bir çeker ki, sanki bütün anıları dumandan zehirlensin ister. İster ki doktor gelsin “çok üzgünüz Nejat Bey, maalesef anılarınızı kaybettik” desin. Nejat bir an dursun, uzaklara dalsın, gözlerini kıssın ve “hangi anıları?” diye cevap versin. Hayatını temize çeksin. Ama unutmak öyle kolay değil Nejat Bey. Şükür ki kolay değil.

Nejat birazdan başımı okşayacak, akşam yemeğinden ayırdığı kemikleri bana verecek sonra o önde ben arkada dağdaki evimize çıkacağız.

Nejat başını yastığa koyduğu gibi uyuyacağına inanacak. Ama tabii ki 20 dakika sonra üfleye püfleye yataktan kalkıp bir tane daha saracak.

O sarar sarmaz burnum beni uyaracak ama ben koşup havlamayacağım. Aksine yanına gidip ona eşlik edeceğim. Nejat bahçeye çıkıp binlerce yıldıza bakacak. Samanyolunu görecek ve içine çektiği dumanı samanyolunun çizgisine denk getirmeye çalışarak üfleyecek.

Dumanlar Nejat’ın anılarını silemeyecek ama benim bütün kariyerim o dumana karışıp yavaş yavaş yok olacak.

Ey Nejat’ın geçmişini silmeye gücü yetmeyen duman, benim kariyerimden ne istiyorsun? Zamanında sana rahat vermediğim için intikam mı alıyorsun?

Etrafı boş buldun artistlik mi yapıyorsun?! Şerefsizim yaşatmam seni! Ama dua et şimdi şurada biraz kestireceğim.

Eğer yarın seni yine buralarda görürsem belanı sikeceğim.

Biz daha ölmedik be! Hey yavrum hey!

Ömür Iklim Demir

Martıların tarih bilinci yoktur, yani vardır ama, kargalarınki kadar yoktur. Bir keresinde Eyüp Sultan tarafında bir kargaya rastlamıştım mesela, 93 Harbi’nde sadece cesetlerin gözlerini oyarak bir hafta boyunca, günde üç öğün karnını doyurduğunu anlatmıştı. Öyle şatafatlı, bolluk içinde günler yaşanmış eskiden. İşte o hep söylerdi, onun da adı neydi? Kvork muydu, Kvark mıydı, öyle bir şey... İşte o hep söylerdi: Yeşili, mavisi olmuyor gözün, diye, alayının tadı aynı. Ben daha o kadarını bilemiyorum tabii, kırk yılın başı Sarayburnu’nda bir cesede denk geldim, onu da iliklerine kadar balıklar yemişti. E n’apayım, ben de balıkları yedim. Karpuz kabuğu ya da parmak arası terlik didiklemekten daha iyidir.

Tamam, belki kargalar kadar uzun yaşamıyor olabilirim ama, lakırdının fiyakasını bozmamak adına, adlî vakalar konusunda daha tecrübeli olduğumu söyleyebilirim. Detaylara çok dikkat ediyorum bir kere. Nerde kargalarda o detaycılık? Kvork Efendi kalkmış, geçenlerde bana zeplin diye bir şeyden bahsediyor. Uçan balonun insan taşıyanıymış. Airbus A380 nedir diye sorsan bilmez ama, onun için hepsi bir, hepsi tayyare. Olur mu hiç öyle şey Kvork Efendi -ya da ne bileyim- bu devirde uçağa tayyare diyen mi kaldı, diyemezsin, gözünü oyar. Martı gözü de bir boka benzemez bu arada, güvercininkinden hallicedir tadı, onun daha balık aromalısıdır. Her neyse, ne diyordum? Adlî vakalar, evet... Kadıköy-Beşiktaş vapur hattında simit kovalarken, kaç çiftin kavgasına denk geldim bilemezsiniz. Hatta bir keresinde, arka güvertedeki herifin biri yanındaki kadını üç yerinden bıçaklamış, akabinde denize atlamıştı. Buz gibi, karlı bir akşamdı. Adamı da bulamadılar sonra. Balıklara ziyafet, martılara eziyet bab’ında, kesin bir şilebin pervanesine kapılmıştır şerefsiz. Tabii bunlar Kvork Efendi’nin deyişiyle vaka-i adiyeden sayılır. Benim birazdan anlatacaklarım ise, değil Kvork Efendi’ye göre, Gülhane Parkı’nın en yaşlı kaplumbağası Fülfül Paşa için bile, tarihteki olağanüstü olaylardandır. Söyledim mi hatırlamıyorum ama: O Fülfül Paşa ki, Vaka-i Vakvakiye’yi en ön sıradan izlemiş, zat-ı muhteremlerden birisidir.

Şimdi gelelim benim mevzuya;

O gün de, çoğu gün olduğu gibi, midemi istavritle doldurmuş, Kanlıca - Kuruçeşme arasında uçurtma gibi süzülüyordum. Gökyüzü bulutlu, Boğaz dalgalıydı. İnceden bir yağmur yağıyordu binaların üstüne. Şehir, kanatlarımın altında, ıssız, ıslak ve de kimsesiz görünüyordu. Epey de erken bir saatti hatta. Kvork Efendi bile daha uyanmamıştı. Söyledim mi hatırlamıyorum ama: O Kvork Efendi ki, 500T seferleri başlamadan, fırıncılar fırınlarını yakmadan uyanan zat-ı muhteremlerden birisidir.

İşte böyle bir havada gördüm köprüde zigzaglar çizen o mendebur taksiyi. Hemen sert bir manevrayla, tepesinde bittim arabanın. “Şenlik var beyler!” diye ciyakladım, “Atlayacak yine birisi!”

Bizimkiler pek oralı olmadı, götlerini yaya yaya Beşiktaş’a doğru devam ettiler. Tek başıma kalakaldım havada. Ne diyeyim, kıymetini bilemediler. Halbuki güzel olur intiharlar. Tamam, hepsi değil belki ama, bazıları çok güzel

olur en azından. Bol polisli, ambulanslı, salya sümük kameralı olanları demiyorum, diğerlerinden bahsediyorum: Gecenin karanlığında, gösterişsiz, sessiz ve de aniden olanları... Adamlar, kadınlar, kadın kılığında adamlar, adam kılığında kadınlar, hepsi aynı titrek bacaklarla atlarlar köprüden aşağıya. Hepsinin saçı ya da peruğu aynı uçuşur, aynı gözyaşlarıyla bakarlar geceye ve yine aynı suya, aynı şiddetle çarpıp, -ki bu noktada hepsi gözlerini kapatır- aynı dibe batarlar. Farklı olan tek şey, gözleridir. İşte ben, o yumuşacık ve de sulu gözlerin müptelasıyımdır. Kim atlayacaksa yanlarına konar, gözlerinin içine bakarım. Onlar da bir elleriyle köprünün parmaklıklarına tutunurken, diğer elleriyle de birilerine telefon ederler. Bazen de sadece kendi kendilerine konuşurlar. Kayda değer pek bir söz söylemezler: Yarım kalmış bir şiirin son cümlesiyim ya da ne bileyim, bu dünya kötü bir düş, gibi sik sok şeyler gevelerler. Çoğunlukla ağlarlar. Çok azı beni fark eder, ve fark edenlerin hepsi ama hepsi, bana sevgiyle gülümser; işte bu son hareketi yapanları hiç sevmem. Sağlarından sollarından didiklerken, içimde adını bilmediğim bir yerlere dokunur onlar, kursağıma dizilir lokmalar. Bakmayın ulan öyle, atlıyorsanız paşa paşa atlayın, derim.

Sonra atlarlar.

Ben de onlarla birlikte atlarım o an.

Sonra o şarkı çalmaya başlar kafamda.

Günler bir bir geçti gitti, Bir tek şey kaldı aklımda.

Ne modası geçmiş sevdalar, Ne uykusuz geceler, Bir tek şey kaldı aklımda.

Gözlerin ah o güzel gözlerin, Gözlerin o gözlerin, Gözlerin kaldı aklımda.

Kanatlarımı toplar, mermi gibi dalarım suya.

BOFFF!!!

Etraf köpüğe çalar.

Sesler uzaklaşır.

Işık bile tanelerine ayrılır.

BOFFF!!!

Ve ben,

Dağılan iç organların, Mürekkep gibi suya yayılan salyanın, sümüğün, kanın arasından, O iki lezzetli gözü, balıklardan önce bulup, yerlerinden çıkartmaya çalışırım.

Şanslıysam birini kapar, -ciyak ciyak ciyak ciyak- Yıldız Korusu’na doğru yol alırım.

Şimdi düşündüm de... Gagamın ucunda pinpon topu gibi lingirdeyen gözleri mi, yoksa o hengamenin ortasında kazandığım zaferi mi daha çok sevi-

yorum, bilemiyorum. Yok, yok... Biliyorum. Gözleri daha çok seviyorum. Gözler iyidir, gözler... Kvork Efendi ne söylerse söylesin, hepsinin hikâyesi de, tadı da bambaşkadır. Zafermiş. Kim n’etsin ya zaferi? Zafer dediğin karın doyurmuyor ki!

Ben böyle gastronomik hayaller kurarken, araba en sağ şeride geçti. Tamam, dedim, işte oluyor, birazdan yavaşlayacak.

Ani bir kanat hareketiyle, dış kulvardan pike yaptım. Taksiyle aynı hızda ve de neredeyse aynı hizada gidiyorduk artık. Arabanın içine yan yan baktım. Kendi yansımamdan başka bir şey göremedim. Film çekmişti tüm camlara tıynetsiz. Bu arada, laf aramızda, yine çok yakışıklıydım, yağmur çamur demiyor, yakıyordum ortalığı.

O sırada emniyet şeridine girdi araba.

Su birikintilerini yara yara, yavaşlamaya başladı.

Yavaşladı, yavaşladı, yavaşladı, ve durdu.

Geriye sadece sileceklerin sesi kaldı.

İyice yaklaştım arabaya ama yine de içerde kim var, kim yok göremedim.

Başlayacağım şimdi senin camına da, filmine de deyip, tam tepesine kondum.

Birileri konuşuyordu içerde, çok net olmasa da duyuyordum.

“Ne direniyon lan! Daha ne direniyon?” diye bağırıyordu bir adam. Günde üç paket sigara içen ihtiyar heriflerinki, ya da sadece Kvork Efendi’ninki gibi, çatal çatal, ama bir yandan da bangır bangırdı adamın sesi. Konuştukça, arabanın tavanı titreşiyordu.

“Yani...” diye miyavladı diğeri. Diğeri ürkek, diğeri toy belli ki. Umutsuz...

“Yanisi manisi yok. Eninde sonunda zaten gebericen oğlum!”

“Ağbi n’olur...”

“Başlatma lan ağbine! Git atla lan!”

“Ağbi, ağbi gözünü seveyim, bak şeytan doldurur.”

“Doldurmuş ulan dolduracağı kadar zaten, daha ne yapsın. Bak sıkarım burda iki tane karnına... Sen geberene kadar da sürerim arabayı. İt gibi çırpınırsın orda, kafama sık diye ağlarsın şerefsizim.”

“Tamam, tamam ağbi bir sakin...”

“Atlayacaksın lan! Sabah olmadan bitecek bu iş. Bak söz diyorum, peşine falan düşmeyeceğim kurtulursan. Git atla lan!”

“Ağbi n’olur, gözünün yağını yiyeyim. Bir konuşalım.”

Şu lafı duyunca nasıl da ağzım sulandı anlatamam. O göz, o yağ, geldi aklıma.

“Yeterince konuştuk artık aslanım. On yıl konuştuk lan senle. Sonunda ne oldu? Hiç... Dön dolaş, aynı bok!”

Metalik bir ses duydum ardından. Çelik çeliğe sürtündü, çıkırt, etti bir horoz. Gez, göz, arpacık, örs, çekiç, üzengi, artık daha ne varsa, hepsi birden bekledi.

“Dur ağbi, dur! Ağbi gözünü seveyim... Tamam, atlayacağım, tamam, tamam. Ama, ama... Ama bak, ama söz mü?”

“Ne söz mü lan?”

“Olur da ölmezsem, yani olur ya, ölmezsem, bırakacaksın peşimi.”

“Söz lan! Dedik ya söz diye amınakoduğumun evladı! Bizim orda söz dediğin ağzıdan bir kere çıkar. Senin gibi puşt değiliz biz.”

Ardından derin bir sessizlik oldu.

Bir adamın ağlaması duyuldu. Hıçkırıklı mıçkırıklı, rezil, berbat...

“Korkunun ecele faydası yok aslanım, ağlama.” dedi çatallı ses, “Bak şurdan, tam hizamdan atlayacaksın. Başın götün oynamasın, yakarım şerefsizim.”

“Yok ağbi...”

“Ha şöyle! Adam ol lan biraz.”

Ön kapı hafifçe aralandı.

“Çıkarken kapıyı kapa, cereyan yapmasın.” deyip kahkaha attı ihtiyar olan.

“Tamam ağbi...”

Ön kapı ağzına kadar açıldı.

Dışarı, elleri havada, ufak tefek, genç bir oğlan çıktı. Yeni terlemiş bıyıkları...

Bir eliyle kapıyı kapattı, diğeri hâlâ havadaydı.

Köprünün korkuluğuna kadar geri geri yürüdü.

Bir yandan da sessiz sessiz ağlıyordu.

Korkuluğun diğer tarafına geçti.

“Bak ağbi,” dedi iki hıçkırık arasında, “bana söz verdin. Olur da kurtulursam, beni rahat bırakacaksın.”

Ve arabadaki herifin cevabını bile beklemeden, kendini aşağı bıraktı oğlan.

Ardından ben de öyle yaptım.

Kırdım kanatlarımı, daldım geceye, of of of, dedim, geliyor eğlence!

Ciyak! Ciyak! Ciyak! Ciyak! Ciyak!

Ve ardından, BOFFF!!!

Gümbür gümbür daldık dibe.

Gözlerimi araladım.

Büyükçe bir odada, gıcırdayan bir yatağın üzerindeydim. Kanatlarım sargı içindeydi.

Epey ilerimde, camın arkasında, sarışın bir hemşire ayakta durmuş, genç bir adamla fısır fısır konuşuyordu. Neyse ki dudak okuyabiliyordum. Hemşirenin dudakları pembeydi bu arada ve de tavşan dişlerinde nikotin izi vardı. Elini havada, ‘yok’ der gibi salladı. Tatlı tatlı kıvrıldı dudakları;

“Doktor beyin kesin emri var. Kendine gelmeden katiyen konuşamazsınız.” dedi.

“Tabii ki, tabii ki, anlıyorum.” dedi karşısındaki adam, “Biz yine de

biraz bekleyelim.”

“Siz bilirsiniz.” dedi hemşire de, camın yanındaki kapıyı açtı, beyaz terliklerini şıplata şıplata bana doğru yürüdü, tepemde sallanan serum şişesine bir iğne yaptı ve sağ tarafımdaki diğer kapıdan dışarı çıktı.

Adam, gerçekten de söylediği gibi, camlı odada biraz daha bekledi. Bunu yaparken, boğazlı kazağının yakasıyla oynadı birkaç kere, biraz da pencereden dışarıyı seyretti.

Sonra yanına, kel kafalı, bıyıklı bir adam geldi. Elli yaşlarında falan olmalıydı.

Birlikte bana bakmaya başladılar.

Yaşlıca olan adamın gözleri, ince damarlarla doluydu. Bir gözü diğerinden daha büyük gibiydi ve ikisinin de içleri irin sarısıydı. Diğerinin gözleriyse, Kvork Efendi’nin kanatları gibi kapkaraydı.

“Taksicinin gırtlağını kesmiş.” dedi genç olan adam, gözlerini camdan ayırmadan.

“Başka?”

“Bir de gözlerini oymuş amirim. Cesedi bagajda bulduk.”

Vay, amirdi demek bunlardan biri.

“Sonra?” diye sordu amir.

“Sonra da köprüden aşağı atlamış.”

“Durumu nasıl?”

“İyi gibi... Yani kaburgasında birkaç kırık var ama, o kadar.”

“Hay sikeyim onun kaburgasını.” dedi amir, “Yine mi gebermiyor?”

Diğeri ellerini önünde toplayıp “Sanmıyorum.” dedi, “Tanıyor musunuz?”

“Maalesef... Bir de şarkısı vardır, onu bile biliyorum.”

“Şarkısı derken?”

“Şarkı işte Cemal. Gözlerin diye bir şeyler... Çelik var ya, hani şu şarkıcı olan?”

“Evet...”

“İşte o söyler.”

“Doğrudur amirim.”

“Dinledin mi hiç?”

“Şarkıyı mı? Ha yok...”

“Güzeeel... İyi yapmışsın.”

“Nasıl amirim?”

“Uzatma.”

“Tamam. Ha... Ha, bir de şey... Bu herif kendini martı sanıyormuş galiba amirim. Ambulansta kanatlarım ağrıyor, diye sayıklamış. Bir ara da çiğ balık isteyip ciyaklamış.”

“Martı zaten. Git bak, bir otur konuş kendisiyle, seni de inandırsın martı olduğuna.”

“Nasıl amirim, anlamadım?”

“Bir boku da anla lan!”

“Anladım amirim.”

“Neyi anladın?”

“Adam, martıymış.” deyip başını öne eğdi Cemal, bıyığının ucunu dü-

zeltti, dudağının kenarını kemirdi, pantolonun paçasındaki çamuru sildi, parmaklarını kıtlattı, ensesini kaşıdı...

“Sor Cemal.”

“Neyi amirim?”

“Neyi soracaksan onu sor, kurtlandın yine orda.”

Utana sıkıla gülümsedi Cemal, “Amirim,” dedi, “kafama takıldı. Hep mi martıymış bu herif peki? Yani doğuştan...”

“Ha, doğuştan. Yumurtadan çıkmış bu herif Cemal. Lan oğlum, sen benle dalga mı geçiyorsun? Tarih öğretmeniymiş eskiden bu pezevenk, bir akşam yemiş kafayı, martı olmuş. Üç beş yılda bir, yapıyor böyle. Gidiyor, kesiyor taksicinin birini, koyuyor bagaja, sonra da kendini köprüden aşağı atıyor. Ama kesinlikle gebermez... Sakat bile kalmaz itoğlu it. Mahkemeye götürürsün, tımarhaneye yollarlar. Tımarhaneye götürürsün, dışarı salarlar, sonra aynı terâne yeniden başlar. Oldu mu Cemal, anladın mı şimdi? Bu da böyle bir martı işte.”

Yalanlara bak, yalanlara! Yaşından başından utan be adam. Ben de böyle bir martıymışmışım da mışmışım işte. Şu lafa, değil ben, Kvork Efendi ve hatta Fülfül Paşa ve hatta onun avanesi ve avanesinin avanesi ve onun avanesi bile, mâbadıyla güler.

Ciyak! Ciyak! Ciyak! Ciyak!

Söyledim mi hatırlamıyorum ama: O Fülfül Paşa ki, Vaka-i Vakvakiye’yi en ön sıradan izlemiş, Patrona Halil İsyanı’nda lale bahçelerini Sâdâbât’tan Çırağan’a kadar ateşe vermiş zat-ı muhteremlerden birisidir.

Ülkünur Arslan 2

“Besle kargayı oysun gözünü” dediniz. Ama hiçbiriniz biz kargaların bağlanma problemi olabileceğini aklınıza getirmediniz. Bu karga upuzun ömründe neler yaşadı, kim bilir ne kazıklar yedi diye düşünmediniz.

Düşünmeyin zaten. Şu üç kuruşluk aklınızla düşünseniz kaç yazar? İstesek, örgütlensek hepinizi zekamızla yerle bir ederiz de… Örgütlenmek zor iş. Dedim ya bizde bağlanma problemi var.

Kuvvetli hafızaların, üstün zekaların lanetidir bağlanamamak. Bütün kazıkları tek tek aklına kazımak ve bir daha tongaya düşmemek için hiçbir şeye kendini bırakamamak. Hep tetikte olmak.

Gerçi bunları nereden bileceksiniz ki? Siz böyle şeyler düşünmezsiniz. Tüm masumiyetinizle bizi beslersiniz. Üstelik karşılığında göz oymazsınız. Ama en fenasını, özgürlüğümüzü istersiniz. Sadakat beklersiniz. Iyiliklerinizden yaptığınız küçük gizli kancalarla herkesi köle yapmak istersiniz. Bu yüzden kıçınızı yalayan köpeklere dost, bildiğini okuyan kedilere nankör dersiniz. Kusura bakmayın da gökyüzünde olan biziz ama tepeden bakan sizsiniz.

Tabii hakkınızı da yememek gerek. Elbette asıl sorun bizde. Bizim aidiyet duygumuz yok bi’ kere. Biraz da bu yüzden bağlanamıyoruz. Eğer bir yere veya birine ait hissedebilseydik biz de bir papağan veya muhabbet kuşu gibi adınızı defalarca haykırabilirdik. Veya bülbül gibi “ille de vatanım” diyebilirdik. Oysa bizim için vatan bazen gözümüze kestirdiğimiz balkondaki kahvaltı masası, bazen kaldırımdaki kedi maması, bazen de bir leş yuvası. Yani bizi hayatta tutan her yer vatan. Kim demiş her şey vatan için diye? Her şey hayatta kalmak için.

Oysa sizin her köşesi cennet vatanınız var. Tek yön bilet alıp kaçmak için fırsat kolladığınız. Sıcacık yuvalarınız, aileniz var. Işinize gelmediği yerde “benim öyle bir evladım yok” diye silip attığınız. Uğruna her şeyi feda edebileceğiniz aşklarınız var. İyi günde, kötü günde, hastalıkta, daha iyi birini bulduğunda, çaaat! E keşke kapıyı çarpıp çıkmadan önce gözünü oysaydınız da görmeseydi o manzarayı.

Belki de bütün bunları bildiğimiz için bizi lanetli ve uğursuz ilan ettiniz. Fazla bilenden, itaat etmeyenden korktuğunuz için.

Zaten siz korkularınızı da hiçbir zaman kabul etmediniz ki. Onları da küçümsediniz. Tarlanızdaki korkuluklara bakın bir kere. Çarmıha gerilmiş eciş bücüş palyaçolar. Böööh! Aman çok korktuk. İnanın size acıdığımızdan girmiyoruz tarlanıza. Tarlanız size kalsın bize sizi gerek sizi. Verin oradan bir göz. Duble olsun, mümkünse de ela olsun. Oohh!

Bu karga sesimle amma konuştum. Daha fazla kafanızı şişirmeyeceğim. Son lafımı da edeyim, öyle gideyim. Bizim oraların meşhur lafıdır: “Kılavuzu insan olanın burnu boka batmaz. Ama burnu boka batmayan hakkıyla yaşayamaz.” Hadi şimdi gidin bakın bakalım balkon sofranıza biz orda mıyız? Uyumak yok!

Mert Sönmez

Kraliçe karınca bana dedi ki “oğlum sen çok çalışkansın 9-17 memurluk sana göre değil, hem işi 17’de biten karınca mı olurmuş, sıkılırsın”

Evet bizim familyaya göre değil ama, sevdiğim için değil, sevmek için memurluğu seçtim…

Yuvamdan çıktıktan sonra 9 vapurunda yumu yumu elllerini çenesinde birleştirmiş şekilde beni bekleyen Latife’yi görmemle başlıyor mesai… Şarkıdaki gibi, Latife şık, Latife gece erken uyumuş… Karşısına oturuyorum, iki çift kolum olmasına rağmen ona bir çift laf edemiyorum… Vapur yanaşıyor, o rahat rahat iniyor, ben nerdeee, 4 kol 4 bacak...

Oraya buraya çarparak iniyorum…

Latife yanımda yürüyor, insanlar bana bu eklemlinin işi ne bu kızın yanında diye bakıyor... Hatta emekli maaşını az önce alıp dev siyah çantasına koyan 60 yaşlarındaki laik teyzeden “tüüüüüü” diye bir tepki bekliyorum… Utanç yürüyüşümü tamamladıktan sonra, işyerine varıyoruz, o masasına geçiyor, ben de onu izlemek için kendi masama oturuyorum, o çalışıyor, ben izliyorum, o daha çok çalışıyor, ben daha çok izliyorum; dünyanın en güzel masabaşı işini yapıyorum… Sonra öğlen yemeği… Alışkanlıktır yaprakları çok severim ki salata istiyorum, olaya bak o da salata istiyor…-Bir aşık için, karşısındakiyle en ufak bir kesişimi en büyük hayalleri doğurur.- Beraber bir ömür planlamak için bundan daha iyi bir uyum olamaz, denize uzak kupkuru bir sitede bile seninle yaşlanırım diyecekken, normalde “naber” kelimesinin “naaaaaaber” şeklindeki uzatmasıyla bilenen arkadaşı lafı ağzıma tıkıyor, bana da bir “merbaa” diyerek, hayatımın ışığına gün içinde yaşadıklarını saniye atlamadan anlatarak masadaki tüm sihirli, tılsımlı, yıldızları aynı hizaya getiren muhteşem ötesi aynı salatayı sevme anını bozuyor. Bir karınca alışkanlığından daha vazgeçerek, salatamı hemen yiyiyorum, sözlerimi kışa saklıyorum.

İşyerine döndüğümüzde yine çok işim var, hele bu öğleden sonra daha çok, çünkü saçlarını kalemle topladı, amirlerimden zam istemem için daha iyi bir sebebim olamaz! İşte yine yapıyor… Yanında yüzlerce toka olsa da lütfen bunu yap, binlerce yıl seni böyle izleyip tapınabilirim. Bu kaybolma anından, elini sallayarak beni çıkaran şahane, “ben toplantıya gidiyorum” dediğinde trake solunumum kesiliyor… Yan odada toplantı ne demek, bu kadar uzağa nasıl gidilir derken çoklu uzuvlarımın sıra sıra dökülmeye başlıyor… Geriye bir tek kolum kalmışken toplantıdan çıkıyor ve mesai bitiyor. Taksiyle onu evine bırakırken kalan tek kolumu omzuna atıyorum, o da başını omzuma yaslıyor… Evinin önüne geldiğimizde hadi bakalım yine “karınca kararınca” benimle berabersin dedikten sonra tek kolumla ona sarılıyorum... Yukarı çıktığında bir çift kol ona sarılıyor…

Taksici “İstifa et, bu memurluktan karınca abi” Karınca “Daha emekliliğe çok var, Kadıköy’e sür”

Marilyn Monroe
John Lyly

Yazarlar

Alican Kılıçoğlu

Erdem Güngör

Hakan Şılak

Mert Sönmez

Mesut Uğurlu

Ömür İklim Demir

Selçuk Akyüz

Sibel Ergeç

Ülkünur Arslan / 2

Türü: Basılı Fanzin

İletişim seyyarsesler@gmail.com seyyarsesler.com

Can Dağlı

can.dagli@gmail.com

dribbble.com/candagli behance.net/CANDAGLI instagram.com/cndagli

İmtiyaz sahibi ve içeriğin sorumlusu: Mesut Uğurlu

Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.