Masturbasyon, aşırı yeme, yemeği reddetme ve diğer aşırı ben merkezci davranışlar, insanın kendi uyarımlarına hakim olduğunu telkin eden davranış biçimleridir. Diğer adıyla bencillik olarak da tanımlanabilir. Peki bencillik bir kusur mudur? Kusur aslında bencil olamamaktır. Bencillik bir kendin olma biçimidir ve kendisi olabilen herkes başkasını anlayabilme yetisine sahip olabilir. Çoğu insanın fedakarlık, merhamet ve vicdan duyguları kendinde eksik olanı kapatabilmek için baskındır. İnsan kendini tamamlayamaz ise başkasını tamamlamaya ve onun üzerinden kendi eksiklerini gidermeye çalışır. İnsan zayıftır, değişkendir ve kötüdür. Bunu kendine itiraf edebilmek, farkında olarak yaşamak bir eziyettir. Dolayısıyla bunu daima görmezden geliriz, tıpkı hayatımızdaki bir sürü şeyi görmek istemediğimizde yaptığımız gibi kaçarız. Kendimizle yüzleşmek ölümle yüzleşmekten daha zordur. Acıyı ve mutluluğu duygusal olarak hissetmek kimyasal bazı bileşimlerin vücüdumuzda farklı reaksiyon göstermesidir. İkisi de eş oranlı olarak hayatımızın sonuna kadar bize eşlik eder. Oysa biz acıyı hiç hayatımıza temas ettirmeyecek şekilde, salt mutluluk dolu bir hayatın kurgusunu yapar ve ona göre yaşarız. Kendi içimizde taşıdığımız bir duygudan bu kadar korkmak ne kadar bencil olmadığımızın göstergesi aslında. Kendimizi ne kadar da sevmiyoruz, ne kadar utanç duyuyoruz var oluşumuzdan. Oysa Dostoyevsky acıyı nasıl tatlı tanımlamış;
Acıda hazların en tatlısı saklıdır.
İnsanın yalnızca mutluluğa değil, mutsuzluğa da ihtiyacı vardır.
Mutluluk kadar mutsuzluk da gereklidir.
Ancak acı çekerek kendimizi bulabiliriz.
Dostoyevsky hasta değildi, belkide hiç acı çekmeden hayatının sonuna kadar yaşadı. Ben de hasta değilim. Sadece yemekten, sevişmeden, spordan, hamamdan sonra, soğuk, limon dilimli bir soda içiyorum.
Seyyar Sesler 4 çıktı. İyi okumalar
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com twitter.com/mesutugrlu
Bambu koltuklarında oturmaktır yaz.
Balkon kapısı açık, çamaşırlar kurumuş.
Hep erken kurur çamaşırlar.
İçine don giymemiş kadınlar.
Minibüste ter kokan bedenler.
Akşam haberleri sonrası yazlık diziler ve bir sezon kadar ömrü kelebek misali. Biraz üzüm, biraz kiraz en son karpuz.
Çocuklar sokakta top oynamakta, zaten top’da karanıkta gözükmez.
Yazın, her şey mevsiminde güzel.
Kolumda amele yanığı.
Bazı sokak köpekleri mayışmış. Çöp kamyonları hep gece gelir.
Balkona taşınmış 37 ekran, anteni bozuk.
Camlar açık yaz akşamları ve imam daha, bir evin içinde olur her akşam ezanı.
Yazlıklar ergenlerin mekanı biraz aşk, biraz hüzün, biraz entrika
Ege’de 34 plaka yamyamlar, sivrisinekler
Klimasıyla övünen komşular
Instagram gibi hayatlar yaşamaya özeniyoruz dört mevsim güneşli, dört mevsim yapmacık.
Aşırı bronzlaşan kadınlar ve güneş görmeyen bikini izleri, duş sonrası şampuan kokan saçlar
Kız toplaşmaları bir başka erotik olur. Sadece teoride sevişirler
Düzenli seks yazları daha bir düzene girer.
Facebooka eklenen eğleniyoruz fotoğrafları kadar geçici yaz.
Üniversite sınavını kazanamamış binlerce böcek.
Doğalgaz faturası azalmış.
Koltuk altları hep alınmış.
Yaz bütünüyle sıcak mı? yoksa sıcak bir neden mi?
Neyse...
En son bir soda içilir, bazen limon atılır bazen atılmaz.
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com twitter.com/mesutugrlu
Özel bir isim ’’Kış Güneşi’’... Tarka’nın yorumu. ve sözleri de Yıldız Tilbe’ninmiş sanırım! Yine klipteki güneş ışığının ılık ve hüzünlü tonu. Duvar kağıtları, anı, fotoğraf, çocuk sesleri, oturunca toz kalkan kadife koltuk ve annenin tıkırtısı... Platonik aşkların belirsizliği... Bir Akdeniz beldesinin ağır ağır sıkıcılığı, toz bezi olan tişörtlerin... Öyle ki ruh halini değiştirmekten başka şansın yok. Hele ki yaşamayı değil de, izlemeyi seviyorsan. Aşık olmak kadar o ruh halini de seviyorsan. İnsan her ruh halini özler mi dersiniz? Fotoğraflarıma bakınca durdurulamaz bir düşünce fırtınası içinde buluyorum kendimi! 1 Mayıs’ın en sert dönemlerinde bakışımda ki anlamı, yüzümün gerginlik kıvrımlarını, dudak şeklimi, gülüşümdeki ruh halimi devamlı geri dönüşler halinde en incelikli ayrıntılarına dek hissediyorum. Bir diğer fotoğrafım da Behzat Ç dizisine başladığım; umutsuz, çaresiz, kendimce bir yoksunlukla baş başa kaldığım yorgan altı kış günlerimin kokusunu alıncaya kadar, durduramıyorum kendimi! Apartman merdivenlerinden çıkarken kokladığım kavrulmuş soğan kokusunu, kapalı kapı arkasındaki çocuk cıvıltılarını kendimi yalnız hissedene kadar anımsıyorum. Bir dizi arasında çarşıya inip; yediğim dönerin yanındaki ıslak mendilin kokusunu, masadaki kül tablasını, duvarda asılı duran takvimde Trabzon-Uzun Göl panoramasını, elime sürülen mayonezi, lokmamı çiğnerken dörtlü-beşli geçen Fenerbahçe taraftarlarını Behzatça bir masumluk ve suskunluk içinde hatırlıyorum! Ve bu dönemlerime geri dönerken ilginç bir güzellik keşfediyorum kendimde! Yaşadığımı, nefes alıp verdiğimi, duygularımın coğrafyamda hüküm sürdüğünü, iliklerime dek hissediyorum. Saçlarımı inceliyorum, bıyığımı, sakalımı, kaş ve göz ifadelerimi… Her ruh halime geri dönüşlerde aradan uzun sürelerin geçtiğini, ’’vayy be ne günlermiş’’ derken duyuyorum kendimi! Neredeyse her ay farklı ruh hallerine bürünüyorum. Kafamı karıştıran cümleler, yürürken sendelettiren replikler, ve bende anısı olan bir sürü koku… Roland Barthes: ’’yaşamak istiyorsam, gövdemin tarihsel olduğunu unutmam’’. Cemal Süreya: ’’hayat kısa, kuşlar uçuyor’’… Sürekli bir sürü şey hissettiğim dönemde ’’Kış Güneşi’’ duygusu beni hiç bırakmadı... Çocukluğunu utangaç - uslu olarak geçirenlere...
UMUT SAYAR umutsayar_@hotmail.com
Birisi sana en son ne zaman, “En son ne zaman...” ile başlayan sorular sordu hatırlıyor musun? Eğer hiç olmadıysa, az önce ben sormuş oldum. En son ne zaman halıya kustun, giydiğin pantolonun kırışmasını ya da kirlenmesini umursamadın? En son ne zaman saati unuttun? Peki ya günü, hatta yılı? En son ne zaman bir ismi unuttun, yeni açılmış bir dükkanı fark ettin? En son ne zaman bir ölüyü andın ya da ölülerce anıldın hiç fikrin var mı? En son ne zaman “Dip burası sanırım.” diye içinden geçirdin? Gri gökyüzünün altında hareketsiz kaldın, bir adım diğerinin önüne geçemedi, en son ne zaman gökyüzünün mavi ya da turuncu olmasının önemli olmadığını düşündün? Ensenin tam arkasına BAM diye oturan bir darbe yedin? Peki en son ne zaman bankamatik kabinini tuvalet ya da sığınak olarak kullandın? En son ne zaman son kibritinle sigara yaktın? Değil mi ya kibrit vardı bir zamanlar... Mırıldandın... Sıcak, kalabalık, ıssızlık, gürültü ve sessizlik en son ne zaman sana aynı şeymiş gibi geldi? En son ne zaman elinde bir şişe süt ya da Yeni Rakı’yla, ıslık çalmadan ve mırıldanmadan, mezarlıktan geçtin? Gece ya da yağmur en son ne zaman dışarı çıkmamak için bahanen olmadı? En son ne zaman bir şeyler yazdın, bir şeyler karaladın, bir şeyleri karaladın, bir şeyler de seni... En son ne zaman birini defalarca öldürmek istedin? En son ne zaman tuvaletteyken kapıyı açık bıraktın? Kendi kendine konuştun? En son ne zaman birini son defa görmüş olduğunu anlayıp o anı bile doğru düzgün hatırlayamadığını fark ettin? Aslında önem vermediğin pek çok şeyin içinde kendinin de olduğunu en son ne zaman hissettin? En son ne zaman, bir kitabın kaç sayfa olduğuna hiç dikkat etmedin ve sadece okudun? Gideceğin şehire kaç kilometre kaldığını en son ne zaman merak etmedin? Aklında ve albümlerde kalmış akrabalarını, arkadaşlarını, arkadan geçerken kadraja takılmışları en son ne zaman anımsadın? En son ne zaman, “ne önemi var?” ya da “hatırlamıyorum.” dedin?
Sanırım sadece bu sonuncusunun cevabını biliyorum: Şimdi.
ÖMÜR İKLİM DEMİR omuriklimdemir@gmail.com twitter.com/TimeStain
Kırmızıda durdum.
Sarıda hazırlandım.
Yeşilde geri döndüm.
Hiçbir tadı kalmamıştı artık.
Gidebilecekken gitmek, gitmek değildi ki!
Gitmek hayallerimizde güzeldi belki de…
Gidince o büyü bozulacaktı belki de…
Bir kadını çıplak görmek gibiydi belki de…
Belki de değildi!
Gitmeden bilemezdim.
Yine de gitmedim.
Ve böylece ölümsüz kıldım seni.
Ben ölecektim, sen ölmeyecektin.
En azından ecelinle ölmeyecektin.
Gerçi hiçbir ceylan eceliyle ölmez.
En iyisi ben bir soda alayım kendime.
Çünkü soda iyi gider.
Ama ben gitmem.
İçine de iki parça limon attırayım.
Ve dikkatli içeyim de limon parçacıkları ağzıma gelmesin.
Çocukluktan bazı hikayeler hatırlıyorum, hepsi tuhaf, ve kusursuz planlar.
Onlar kusursuz muydu gerçekten? Yaşandılar mı? Yoksa ben öyle inanmak istiyorum diye mi öyle hatırlıyorum bilmiyorum.
Herhangi bir öğleden sonra herhangi bir mekandayım ve insanların gözlerini pek görmüyorum. Benim elimde bir bardak var, pipetle bastırıyorum bu büyük Norveç tasarımı bardağın tabanına, bu soda dolu bardağın dibindeki limon dilimlerini eziyorum. Liflerini ayırıyorum kabuklarından. Buz istemedim sodam sulanmasın diye bi de korkarım, bademciklerim şişer sonra. Sodam bitti çoktan ama ben bu limon dilimleriyle uğraşıyorum hala.
Kapının önüne bakar benim pencerem. Kapının önünde oturmuş platin saçlı muhasebeci kız, telefon kulağında kahkahalar atıyor, elinde bol buzlu-limonlu soda bardağıyla.
İki ince sigara bitirip ard arda işinin başına geri döndü ve bilgisayarının başına oturdu. Sosyal ağlara tekrar dolandı, arkadaşlarının nişan-düğün fotoğraflarına baktı ve dedi: canımm, çok tatlısınız, yetmedi aradı onları tebrik etti .Bardaktaki sodasını bitirdi, uğraşmadı benim gibi limon dilimleriyle. Parçalamadı onları.
Dişlerinin arasında kırdı buzları ve buz sesleri yan masasında çalışan kıza gitti.
Kız platin saçlı kızın sodasına, buzlarına ve limon dilimlerine özendi çünkü onda yoktu bütün bunlar ve dişleri de o kadar sağlam değildi.
Kapının önünde sigara içen platin saçlı muhasebeci kız devam etti çalışmaya; ona mail attı, buna rapor yazdı, kafasını kaldırdı bana baktı arada. Kapının önünde sigara içen platin saçlı muhasebeci kız, benim onu önemsediğim kadar önemsemedi beni; çünkü bilmiyordu adım neydi, hangi burçtum ya da sever miydim salatama sos veya hangi renkti favorim. Bilmiyordu sallamıyordu da.
Benim olmayan hayatıma dahil olmadan, tanışmadan benle yorum yapmaya çalıştı, aynı sosyal bağlarla bana ve hayatıma acıdı. Beni pek önemsemedi, çok sallamadı açıkçası. Ne çirkindim, ne bakımsız ne de onun kadar platin sarıları yoktu kafamda.
Tabii ki benzemiyorum ben ona, çünkü o ciddi kararlar alıyor, önemli işleri hallediyor ve çok çalışıyor. Seviliyor arkadaşları arasında güzel ve akıllı, egitimlilerin de en eğitimlisi, ağzı şekilden şekile giriyor yabancı dil konuşurken ve ciddi kararlarına ciddiyet katmaya devam ediyor. O bunları yapıyor ben ağlıyorum, bilmiyor ben neden ağlıyorum ve ağlamaz asla benim gibi. Ben elbette platin saçlı muhasebeci kıza benzemiyorum, ağlıyorum çünkü, çok ağlıyorum. Hiç onun gibi ciddi kararlar alamıyorum, ciddi karar alanların arkasından bakıyorum.
Ben bir gün birden bire kalkıp bu masadan yok olmalıyım. İnanılmaz özgürlük
hikayelerinin baş kahramanları gibi yattığım yataktan uyanır uyanmaz koşarak pencereden zıplamalı ve uçmaya başlamalıyım.
Bazı hikayeler biliyorum ben ve onları aklımdan geçirdiğim şu an, bu ofiste biten soda bardağı dibindeki limonları parçalıyorum. Bunlar aynı limonun dilimleri mi bilmiyorum; düşünüyorum.
Pecereden uçuyorum gidiyorum; güneş platin sarısı, aşağıda limon ağaçları, hava sıcak ama kalıp kalıp buz var soda akan derelerde, göllerde. Uçup giderken sendeliyorum. Güneş platin sarısı ama bir yerden tanıdık bu sarı ve keskin, ağır bir parfüm kokusu.
Sendelemem şiddetleniyor, düşüyorum. Düşerken pat diye bir cama çarpıyorum, cam platin saçlı muhasebeci kızın baktığı bilgisayar ekranı ama kız beni görmüyor, hesap yapıyor, çok açık çay içmiş ve bitince bir bardak bol buzlu, bol limonlu soda istiyor şirketin çaycısından. Kız asitten rahatsız olmuyor ve hızla sodasını kafasına dikip, terk edip limon dilimlerini bardak dibinde buzlarını tek tek kırıyor dişlerinin arasında. Ben uçamıyorum ve hala ofisteyim, susadım bu ekranın arkasında. Kız yine beni umursamıyoruz.
Biliyorum, her şey bitecek bir gün, birden bire ve gerçekten uçacağız o platin saçlı muhasebeci kızla birlikte, biliyorum adımı öğrenecek ve bu hikayeler çıkaracak bizi bu bilgisayar ekranından, bu hayattan.
Çünkü benim buna dayanabilmemin tek yolu buna kendimi inandırmak;
ölümsüz olmak...
Ofis mutfağı çöpünde limon dilimleri var, hiç dokunulmamış soda kokulu limon dilimleri. Benim bardağımın dibinde de paramparça olanlar. Nasıl herkesin ki tek parça duruken ben paramparça edebilmişim her şeyi?
Bende aynı şeyi içiyorum, aynı bardaklarda, aynı suyla demleniyor aynı çay ve buzlar aynı kalıplarda. Bende biliyorum makyaj yapmayı, ama tercih etmiyorum iç güzelliği sınırlarımda. İstersem boyayabilirim saçlarımı platin sarısına ve elbette ben de limon dilimleri biliyorum aslında...
PINAR DUMAN
dumanpinar8@gmail.com twitter.com/nar_dman
boş masa bir sebep boş kutu ezberim bozuk geçmiş bir perde bir pencere saat yerinde
ince kemikli kitap üç karış bir adım geçip gitti yanımdan
kafamda ses tek sayfa bakış kuru kuru süpürüldü sokak
Yenilir yutulur şeyler değildi. Son birkaç saati düşündükçe moralim bozuluyor. Bunca aylık çaba, emek, acı, sıkıntı...
Hepsi boşa mı gidecek? Nasıl bu kadar düşüncesiz davrandım.” dedim.
Hayal kırıklığıyla yüzüme baktı. “Al bi’ soda iç hazmedersin. Yarın da yarım saat fazla spor yapıver. Abartma bu kadar.” dedi.
“Eline sağlık dedim.” Sodamın içine bir dilim limon attım.
GÜLÇİN KAĞNICI
gkagnici86@gmail.com twitter.com/Alarga_
Aşk için yazamıyor musunuz?
Sevişemediğiniz insanlarla mı dolu düşünceleriniz?
Domalmak bir çeşit seks pozisyonuysa, namazdaki nedir?
Beş katmanlı ambalajlardan içtiğimiz sütün kalsiyum değeri kadar
kesin midir ölüm?
Bel soğukluğuna inat sevişmiyor muyuz?
Kansere çok üzülürüm. İnsana bulaşılır mı hiç?
İşini iyi yapan insanlar genetik midir?
Flörür ağıza atılan bir atom bombası değilse, nedir?
Kelime oyunları gerçeklerden korktuğumuz için midir?
Aşağılamak istediğiniz kaç insan var?
Alnı terleyenler hep erken mi boşalır?
Yalnızlığa ne kadar yatırım yapabiliriz?
Artık herkes çok başarılı. Çok sıkıcı.
Karanlık bir odada düşmanınla sevişsen onu affeder miydin?
Gerçek orospu çocukları neden bu kadar iyi?
Kendinin adamaksa hayat, kendimize neden adamayız?
Koltuk altı terimizi önlemek için, limon kolonyası boşaltsak olmazmı?
Kulak memesi emmek istiyor musunuz?
Sevgilileri ayırmak geçiyor mu içinizden?
İki kelimede bir kadının cinsel haritasını çıkartabilir misiniz?
Bir erkeğin 100 masturbasyon deneyimi kitabını okudunuz mu?
Mutsuz olduğunu saklayan kaç insan tanıyorsunuz?
Sendekilere sahip olanları kıskanabilir misin?
Sevgilisiyle sadece bir şey paylaşanlar kaç yıl birlikte olabilir?
Cinsellik evresini atlatan kaç 25 yaş altı insan var?
Kadınlar tarafından arkadaştan başka hiçbir şey ifade etmeyen kaç erkek var?
Ezik kadınlar kulubüne üye olmak ister misiniz?
Takıntıları olan kadınların takıntısı olmak ister miydiniz?
Bir erkeğin kalçasına mı bakarsınız yoksa göğüslerine mi?
Aldatmak bilinenin aksine, aşılmış bir durum mudur?
Sevgiyi bitiren haydaridir.
Mideyi rahatlatan ise; soda.
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com twitter.com/mesutugrlu
GÖKHAN ÖZDEMİR
gokhan.ozdemir.161@facebook.com
twitter.com/gokhnzdmr
Gözlerimi ufak ufak açtığımda, kulaklarımda Vega’nın billur sesi yankılanıyordu, “bu sabahların bir anlamı olmalı..” diyordu hatun, ve belki de haklıydı. Bense boş boş, kireçleri yeni yeni dökülmeye başlamış flu tavanı izliyordum. Yatağın masum sıcaklığını terk etmek o kadar zor geliyordu ki çişimi yatağa yapasım geldi aklıma, sonra annem geldi aklıma, sonra onun söylene söylene de olsa yatağı temizleyişi geldi aklıma, sonra ağrıyan beli geldi aklıma, derken kirden yüzüne bakamadığım klozetin önünde buldum kendimi. Tam çişimi yapıp dünyanın en rahat adamı olmak üzereyken klozetin küflü kapağı takıldı gözüme, sonra annem geldi aklıma, sonra onun söylene söylene de olsa klozeti temizleyişi geldi aklıma, sonra ağrıyan beli geldi aklıma derken kendimi klozetin kapağını çoktan kaldırmış ve işerken buldum. Yüzümü zorla yıkamış ve biraz biraz ayılmıştım. Amerikan filmi şımarıklığı çöktü üzerime. Kahve içmeden mümkünatı yok ayılamayacağıma inandırdım kendimi, girdim bulaşıklardan kendime bir kişilik yeri bile zor bulabildiğim mutfağa. Kahve fincanına uzanmamla, elimden kayışı bir oldu. Fincanın havada attığı o mükemmel saltoları izlerken cam kırıkları geldi elime, sonra annem geldi aklıma, sonra onun söylene söylene de olsa tezgahı temizleyişi geldi aklıma, sonra ağrıyan beli geldi aklıma derken tezgahı toparlamış ve buz gibi soğuk sudan içerken buldum kendimi. Yatağa doğru tekrar yürümeye başlamıştım. “bu sabahların bir anlamı olmalıymış, pehh..” diye geçirdim içimden. Masanın önünden geçerken bir parça ekmek aldım elime, açlığımı bastırsın diye ve kim bilir kaç günlüktü. Girdim dağınık yatağımın içine. Hala sıcaktı, fazla uzağa gitmiş olamazdım. Ekmeği ufak ufak kopararak yemeye başladım. Boş boş, kireçleri yeni yeni dökülmeye başlamış flu tavanı izliyordum. Birden yatağa dökülen ekmek kırıntıları çarptı gözüme, sonra annem geldi aklıma, sonra onun söylene söylene de olsa yatağı temizleyişi geldi aklıma, sonra ağrıyan beli geldi aklıma derken dışarıda buldum kendimi. Hava hafif yağmurluydu ve ellerimde boyunları bükük papatyalar vardı. Önümdeyse annemin mezarı. Artık ne benim pisliğimi temizliyordu, ne söyleniyordu, ne de beli ağrıyordu. İşte o an ruhuna bir fatiha okumak geldi aklıma ama sözleri gelmedi aklıma. Birden annem geldi aklıma, güzel gözleri geldi aklıma, fatihanın sözleri geldi aklıma ve veladdallin derken buldum kendimi. Yağmur hafif hafif yağmaya devam ediyordu, ve Vega ne güzel bir kadındı.
Yüksek tepelerin ardında bir kasaba var. O kasabada yaşayan horozlar küskündür, ötmezler. Ötmeyen horozun başı kesilir, tavuklar yas tutar, bekçinin gözleri dolar. Dolar da ne olur? Olan horoza olur.
Kimse sormamıştır neden ötmediğini. Ötmeyen horozun elbet vardır bir derdi… Dert oldukça ateş yanmaz, ses çıkmaz. Islak odun gibi olur kalpler, dertli horozların karşısında. Acımasız olmayı güç sananlar akıttıkları kanla beslerler hırslarını… Islak kalpler, ıslak gözler yaratır. Akıttıkları kan, bir gün gelir damarlarında tıkanır.
Tıkanır da ne olur? Olan horoza olur.
Bir horoz neye dertlenir? Neye isyan eder? Kendine yakıştıramadığı ibiğine mi? Yoksa çıktığı yumurtanın rengine mi? Sorgulamak anlamsız belki. İsyan isyandır. İbiğe de olsa isyandır, ibneye de! Horoza diyebilseydim keşke: “İbikli horoz olmak, acımasız insan olmaktan iyidir.”
Derdim de ne olurdu? Ne olacak, yine olan horoza olurdu!
Masanın en ucunda oturan Kamil Dayı’ya göz ucuyla baktım. Çoktan uyuklamaya başlamıştı. Hatta sanırım biraz da horluyordu. Hemen yanında oturan Ahmet ise koca göbeğini yemek artıklarıyla dolu tabağına daldıra daldıra, içinde birazcık meze kalmış son, nadide, biricik tabağa uzanıp, kalanları da temizlemeye çalışıyordu.
Sağ yanımdan sağlam bir geğirme sesi geldi. Kafamı sesin geldiği yöne zorlukla çevirdiğimde Demet’in çarpılmış yüzünü gördüm. Kusmamak için kendini zor tutuyordu. Yardım etmek için yanına gideyim dedim...
Ne kadar uğraştıysam da yerimden kımıldayamadım. Demet de tutamadı kendini, yanı başına bırakıverdi içini bulandıranları.
Hafif bir esinti ıhlamur ağaçlarının mis gibi kokusunu getirdi ve masamızın etrafında bir tur dolaştırdı. Sağ kulvardan atağa geçen kusmuk kokusu da kafa farkıyla ıhlamur kokusunun önüne geçti.
Gözüm karardı, içim bulandı, Allah tarafından bir kuvvet geldi ve masadan kalkabildim. Arkası dönük, ayakta duran biri vardı, baktım. Gittim yanına, tuttum kolundan çevirdim. “Hülya nerde?” dedim. Cevap vermedi. Tekrar sordum “Hülya nerde, gördün mü?” dedim. Yine cevap vermedi. Omzundan tutup sertçe ittim. Birden yere düştü. İçinden samanlar çıktı ve düştüğü gibi kaldı. Ayağımla dürttüm kımıldamadı. İttim, kaktım gık demedi. Onu öldürdüm korkusuyla iyice paniğe kapıldım, coştukça çoştum, koştukça koştum... Saklanacak yer aradım. Koşarken, yerde duran boş bir soda şişesine bastım, düşerken de kafamı ağaca çarptım, bayılmışım... Gözlerimi açtığımda Hülya’yı gördüm, allak bullak olmuş bir yüzle bana bakıyordu. Ahmet, “al iç!” diyerek bir şişe uzattı. “Lan daha nereme içiyom it oğlu!” diye bağırdım. “İyi be içmezsen içme! Korkuluğun da amına komuşsun zaten” dedi. Burnuma dayadığı şişeyi elimle itip “ Soda getirin lan bana, midem fena!” dedim. Rüzgar bahçeden topladığı çiçek kokularıyla burnuma tampon yaptı. Çimlerin üzerine kafayı koydum, uyumuşum...
Ayrıca Behzat Ç’deki savcı, Şule, Behzat üçlüsünü çok seviyorum. Harika bir birliktelik! Bütün dudak tembellerini de öyle. Dudak demişken, savcı Esra’nın dudağını büzüştürerek gülüşünü de seviyorum. Mırıldanarak şarkı söyleyenleri, bağcıklarını çözmeden ayakkabısını çıkaranları, oda köşesinde asidi kaçmış 2,5 litrelik kolaları da... Tavuk baton salamlar çok şık duruyorlar bence! Restoran ve barların menü tahtasındaki hem fiyatlara bakmayı hem de yazı karakterlerine dikkat etmeyi de önemsiyorum. Geçenlerde de bir çay ocağında simit-ayran içmeyi düşlüyordum ve bunu gerçekleştirdiğimde sahiden kendimi özel hissettim. Hayatıma anlam arama çabaları sanırım! Ve bu çabalar izlediğim bir diziden sonra daha derin, dokunaklı ve istekli bir hal aldı. Yaşadığım her anın bütün incelikli ayrıntılarını, duyumsamalarını kalıcı belleğimde de dantel örer gibi işliyorum. Bu yaz aylarında güneşin renk tonunu soluk bir sonbahar renk tonu olarak gördüm, görmek istedim ve hala öyle görüyorum. Bütün eşyaların sınırları buharlaşıyor gibi her bakışımda. Hani perdeyi açtığınızda evin içine sızan ışıkta uçuşan toz dumanları gibi. Annemin evindeki halı desenlerini inceliyorum. Verdiği battaniyeye bakıyorum. Kullandığı çamaşır deterjanını bende alıyorum evime. Duvardaki lekeler, babamın montu ve montunun kolundan sarkan ipliklere sanki son kez bakıyormuşum gibi çaresiz bir yalnızlık içinde buluyorum kendimi. Uzun süredir tavırsız bir suskunluk içindeyim. Hölderlin’deki gibi büyük bir suskunluk da değil benimkisi! ’’Aslında anlaşmanın bir başka şekli ve bir başka dili daha vardır: duygular ve görüntüler’’ Tarkovski… Bütün bu kafa bulantılarımı daha iyi özetleyemiyordum. Okuyunca heyecanlandığım, üzerine şu anki düşüncelerimi sıralatan bilgece bir anlam… Bu aralar sadece aynı öncelikli, duygu yoğunluğunda da anlaşılmak istiyorum, aklımda kalan her fotoğraf karesini anlatmak, uzlaşmak ve üzerine; hüzünlü, mutlu, buruk bir sohbet gerçekleştirmek istiyorum. Öğleden sonraları Yaşar’dan ’’Acıtmıyor Sevdan’’ şarkısını sürekli döne döne çalacak hale getirip, başucuma Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i koyup ve yastığımı kucaklayıp, sıkıcı bir Akdeniz kasabasındaki hayatımın en mutlu, özel günlerine resmen, düşleyerek yolculuk yapıyorum uykumda da. Ve bu ritüel bayağı devam edecek gibi! Şikayetçi de değilim açıkçası! Uyandığım da sessiz, asık yüzlü, kağıt kesiği gibi sızlayan bir yerlerimle esrarlı bir mutluluk içinde kahvemi yudumluyorum. Yüreklerinden sevgiyi kovan insanlarla çay içiyorum, sohbet ediyorum, üzülüyorum. Ağzımdan çıkan kelimelerin dışında bir de içimde yolculuk yapan krem rengi bir fotoğraf oluyor bu sohbet sırasında. Şimdilerde bir şeyleri seviyorum işte. En sıradan şeylerde heyecanlanıp, düşüncelere boğuluyorum. Bu bir süreç, bir duygu boşalması sanırım! Geçecek, biliyorum. Alınganca bir hayatı yaşayıp, sürekli pencereden dışarıyı izliyorum…
Sodadan nefret edecek kadar küçüktüm. Annem, babam şişe şişe içiyordu oysa. Nesini sevdiklerini anlamıyordum ama çok özeniyordum. Biliyordum ki, ben de bir gün çocuklarıma dolaptan sodayı getirmelerini isteyecek, ilk yudumu içerken gözlerimi hafif kısacaktım. Sonuçta havalı olmak benim de hakkımdı ama bunun için biraz beklemem gerekti. Zaten ömrüm büyümeyi beklemekle geçiyordu. Büyürsem ilk iş, gerçek anne babamı bulacaktım. Bizimkilerin beni çingenelerden aldıklarını biliyordum. Abim söylemişti bir kez. Bu yüzden yan mahalledeki çingenelerin hepsinin suratını ezberlemiştim. Anne için 2, baba için 3 adayım vardı. Onları kafamda eşleştirmeye çalışıyordum. Ama anne ve baba adaylarının birbirleriyle alakası yoktu. Belki de beni doğurduktan sonra boşanmışlardı. Olamaz mıydı? Ama eminim ben gelince benim hatırıma barışacaklardı. Bir gün yine kaldırımdaki at kakalarını sayıyordum. Bu benim en sevdiğim şeydi. Annem böyle pis şeyleri neden sevdiğimi anlamadığını söylerdi. Oysa ben biliyordum. Çünkü ben bir çingenenin çocuğuydum. Ve çingenelerin kıyafetlerinde hep kocaman lekeler olurdu. Onların zamanı, temizliğe ayırmayacak kadar değerliydi. Neyse, işte o gün… Yani ben tam 25. at kakasına gelmişken, iki çingene yanımdan geçti. Hepsini ezbere bilmeme rağmen birisini o güne kadar hiç görmemiştim. Gözleri bana çok benziyordu. Yürürken de aynı benim gibi yere bakıyor, bir yandan saçının lülesiyle oynuyordu. Elim ayağım titreyerek takip etmeye başladım. İçimden bir ses gerçeklere çok yaklaştığımı söylüyordu. Ayakkabılarım birbiriyle yarışıyordu. Hay Allah yine bir at kakası… Acaba o da yere bakarken benim gibi...? Neyse, bunları düşünmenin sırası değildi. Hedefe konsantre olmalıydım.
Onlar hala yürüyordu. Çingenelerden diğerinin elinde soda vardı. Bir yudum içti, -yüzünü görmesem de gözlerini kıstığını biliyordum.- Sonra şişeyi yanındakine uzattı. “Al iç kız bi yudum, ağzın kurumuştur sabahtan beri.” dedi. Çingenem kafasını yerden kaldırdı ve “İstemem.” dedi. “Allah aşkına nesini seviyorsun bunun?”.
O an sanki abim mideme yumruk atmış gibi hissettim. Bu his birçok şeyi anlamamda yardımcı oldu. Mesela artık yıllar geçse de sodayı sevmeyeceğimi biliyordum.
ÜLKÜNUR ARSLAN
arslanulkunur@gmail.com twitter.com/arslanulkunur
güneş tepeye en tepeye çıkıyor güneşe bakıyorum gözlerim kısılıyor bakıyorum güneş iki boyutlu yüzüm ısınmış güneş sapsarı başım dönüyor güneşe bakıyorum kurumuş gözlerim sonra ıslanmış gözlerim kıpırdamamış yerinden güneş kulağım çınlıyor güneşe bakıyorum ellerimi unutmuşum kaldırımda gölgemleyim dudağım kuruyor omuzlarım acıyor guneşe bakıyorum
TÜRKAY ÇOTUK
turkaycotuk@gmail.com twitter.com/turkaycotuk
ETİ TERBİYE ETMEK
“Sabahtan beri uğraşıyorum; evi temizle, bulaşık yıka, çocukları giydir... Bunlar da yetmezmiş gibi bir de eti terbiye et! Kendi haline bıraksam, çocuklara kötü örnek olacak valla! “ diye söyleniyordu herhangi bir evin herhangi bir annesi. Onun için zordu tabii eti terbiye etmek. Etin ettiği küfürler, yaptığı terbiyesizlikler... Bunlar da yetmezmiş gibi bütün gün evde bağırıp çağırıyor, etrafı kırıp döküyordu. Neden aldık bunu diye hayıflanıyordu anne. Bunu hissettikçe et, inadına daha da çekilmez oluyordu.
Bir gün anneyle et tartışmaya başladılar. Tartışma o kadar büyüdü ki; ağızdan çıkan hiçbir sözün tasması yoktu. Ve anne can acıtan lafı söyledi ete: “İŞE
YARAMAZIN TEKİSİN!”
Et çok incindi; hiçbir şey söylemeden odasına, gri tezgahlı yatağına gitti. Anne onu kırdığı için üzülmüştü. O kadar üzüldü ki, beyninde savaş çıktı. Dengesini kaybeden anne, halıya takıldı ve hızlıca yere düştü. Gözü mosmor olmuştu. Annesinin çığlığını duyan et, koşarak yanına geldi. Yaptıklarından pişman, hemen annesinin gözüne oturdu. Morluk düzeliyordu. Anne, etin artık terbiye olduğunu anladı. Bundan sonra her şey çok daha güzel olacaktı…
Öyle düzenli bir üzüntü ve kaos yaşıyor ki bazıları; her daim sarsılmaz ve istikrarlı hayat kalitelerine imrenirken buluyorum kendimi. Ferah kış bahçelerinde çaylarını yudumlarken cinsel problemlerini konuşup kocaman SUV’larına binip başka başka yerlere sıkıntı içinde gidiyorlar. Alman malı beyaz pvc pencerelerinin ardında güneş parıldarken, her genç kızın hayali, o geniş ve bir o kadar minimalist mutfaklarında akşamdankalmayım-çok-berbat-haldeyim diye hayıflanıp katalog sayfalarından fırlamış salonlarında tuhaf bir umutsuzluk içinde oturuyorlar. Sabah, margarin reklamlarındaki gibi güzel, margarin haricinde üzerinde her şey bulunan, kahvaltı masalarına oturup o mutlu tabloyu çiziyorlar. Garajlarının önünde teke tek basket maçı yapmak için potalar ve evlerini çevreleyen yemyeşil çimenler var. Hani tam öyle bir düzen ki... Sanki birazdan filmin kötü adamı gelip bu kusursuzluk abidesini, sırf onların “aile bilincini güçlendirmek” adına bozmaya çalışacak. Birkaç sinirli davranış ve biraz gözyaşı sonrasında ellerinde birer bardak sıcak çay, sırtlarında battaniye, felaketten az önce kurtulmuş Hollywood yıldızlarını oynayacaklar. Ancak İsviçre Alpleri’ne uçakları düşerse, yatları fırtınaya yakalanırsa, spor arabaları Güney Fransa Sahilleri’nde bir yerlerde kontrolünü yitirip denize uçarsa ölür bu insanlar. Sarayburnu’ndan aşağı beyaz bir Şahin’le uçmazlar, ya da durakta beklerken freni patlamış belediye otobüsü tarafından ezilmezler. Ölümleri bile farklı olur. Ölümlerinin ardından mumları yakıp ya da ışıkları loşlaştırıp içki içerek, büyük ekranlı televizyonlarının karşısında eski tatillerini, çocuklarının ilk adımını, ileride hatıra olsun diye çekilmiş bütün komiklikleri izleyerek hüzünlenirler. Öyle organize bir hüzün ki bu... Bütün resim ve videoları atınca, hatıraları ve acıları da zihinlerinden çıkıp gidecekmiş gibi durur. Biraz-zamanaihtiyacım-var ile kendimi-toparlamalıyım konseptine uygun; yerleri bilinir şekilde herkesten gizlenirler. Öyle düzenli bir kaos, öyle steril bir keder ve öyle soylu bir çaresizlik hali ki bu... Hayatları biri tarafından özenle kaleme alınmış gibi... Bozmak istesem de bozamıyorum, hep o yan karakter, kötü adam olarak kalıyorum.
Bir ıhlamuru kurutmak, Seni hatırlamak demek.
Nemli toprağın koynunda taze solucanlar vardır bilirmisin?
Sen yağmuru bekler, ağlamazsın.
Çünkü sen ruhsuzsun.
Bir misinanın gidebileceği en dip noktada, yer yer soğuk
akıntıların içinde.
Hatırlanmayan ismim gibi.
Oysa sen koltuk altı terimi bile severdin.
Parmaklarınla göğüs kıllarımdan kazak yapardın.
Kaç kez uyardım seni parmaklarını kıtlatma diye
Çoğu sevgili birbirine gaz çıkartır, sen kalbimden fosfat çıkarttın.
Atilla İlhan gibi ne kadınlar sevdim zaten yoktular diyemem; Çünkü sen ve sizler, Ufolar kadar gerçektiniz.
En çok pişman olduğun ne diye sorarsan; aşağılayamadığım kadınlarım ve sen derim.
Yapmacık kibarlıklarım ve sonsuz kibirim.
Soru sormayan bir kadın iyi bir seks yapmış demekse
Soru soran sevişmek istiyor anlamına gelir mi?
Kendime itiraf edemediğim ne var biliyormusun?
Seninleyken bile kibirliyim. MESUT UĞURLU
mesutugrlu@gmail.com twitter.com/mesutugrlu
Karşılaştığına bu kadar mutlu olduğun başka bir sabah yok aklında kalan. Gelen gideni unutturmuş olmalı ki; bu kadar zor anımsamak. Sıcak iliklerindeyken gelince serin bulutlar, içeriye alıp nereye buyur edeceğini şaşırıyorsun. Bakmaya doyamıyor, gözlerinin nasıl da ışıldadığına hayret ediyorsun. Yağmur!
Her bir damlanın enerjisini hissediyor olmak delice huzur veriyor. Kendi huzuruna kapılıp, huzursuzluk neymiş; kelime anlamını dahi hatırlamıyorsun. Yaz çocukları sevmez yağmuru; karı, doluyu sulu sepken isyanları. Ama yazın öyle bir yerinde geliyorsun ki bazen... Sonbaharın tadını hatırlatır gibi... Bulut kokusunu sevmeyen güneş çocukları bile, içinde bulundukları anı sevinç çığlıkları, alkışlar ve gökyüzüne doğru zıplayarak kutluyorlar. İyi güzel de yaz; tam da yolcularken artık, güneşe bir müsade! Yağmur bulutları da içlerini döksünler sulu sepken. Göz pınarlarına dokunmadan, yalnızca saçlara, avuçlara dokunarak...Sıklaşan adımlarımızın etrafa saçtığı su damlacıklarıyla, çoşkumuzu su birikintisinin yansımasında görüp gülümseyelim ıslak ıslak, hafif serin yüzümüzle... Yağmur!
Öyle güzel yağ ki; tüm görenler hayran kalsın gökyüzünden yere düşüşüne. Üzerimizde ne varsa; düğmelerini kavuşturalım o telaşla. Şemsiyeye gerek duymadan, sık adımlarla, şölenle; şimşekler çaktığında hayretle, biraz da telaşa kapılarak, huzuru hissederek içimizde. Su damalalarının hızı yetişemesin içimizinden geçenlere!
EDA DERECİ edereci@gmail.com
ALTINI
ÜSTÜNE GETİRDİM
Şeker kamışı koltuğun altında
Tutarsız laflar ilaç gibi
Kelebek uçuyor kurbağanın yanında
Kaykaycı çocuk pastanın içinde
Sepeti kolunda bilgisayar kafalı
Tutunmak için atlıyor camdan
Sonra bir peygamber devesi kollarıyla yakalayıp veriyor bir dinazora
Durduran yok mu şu kağıtları?
Rüzgar son sürat götürüyor toprağın altına
Kelimeler tuzla buz olmuş
Akşam yemeğimin üstüne döküyorum
Konuşan lamba ışıldıyor
Telefon aralıksız çalarken
Ne var dedim yine, Ve gidip sonsuzlukta çalmaya devam etti
SİBEL ERGEÇ
sibel.ergec@gmail.com BİLİNÇ
Ciğerlerimi yırtarcasına haykırmak istiyorum nehrin kıyısındaki rüzgar bana arka çıkar. Düşen yapraklar, saçlarımı okşar, kuraklığıyla...
Yağmurlar ağlar da üzerime arınırım belki, tırnaklarımın içindeki topraklardan. Sonu belli olmayan düşüncelerimi akıtır ruhumdan. haykırarak çıkarabilir miyim içimdeki seni? nehrin kıyısındayım su soğuk. bedenim ağır omzuma düşen gözyaşlarından.
Herkes gibiydi en başlarda, bilmediği şehir ona çok gizemli çok çekici gelmişti. Herkes gibiydi işte.. bi yandan koşturur, bi yandan da ertesi güne iş yetiştirmeye çalışırdı. Bazen kendini öylesine kaptırırdı ki, kafasını kaldırıp baktığında anlardı sabah olduğunu.
Masada uyuyakaldığı, ezan sesiyle uyandığı da çok olurdu. Hayatı bu tekdüzeliğin bu kargaşanın içinde geçer oldu. Zaman geçtikçe
kendini küçük yalnız bir çocuk gibi hissetmeye başladı. Yine sabaha karşı işleri yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da uykusuzluğa direniyordu.Bir kahve içerse, biraz daha çalışabileceğini düşündü. Çalışma odasından çıkarken gözüne dedesinden kalan eski radyo takıldı. Daha önce hiç düşünmemişti müzik eşliğinde çalışmayı. Belki daha keyifli olurdu, belki uykusu gelmezdi dinlerse. Radyoyu eline aldı 1958 yapımı FM bantlı Hİ-Fİ lambalı blaupunkt markaydı. Biraz kurcaladı Sağına soluna baktıktan sonra açtı radyoyu. Düğmesini çevirerek kanalları gezdi hızlıca, rastgele bir kanalda durdu ve radyoyu masanın üzerine bırakarak mutfağa gitti. Tezgahın üzerinde duran kupasını duruladı, ısıtıcının düğmesine bastı. Radyodan gelen müziğe eşlik eder gibi kaynamaya başladı su. Evde ses olması ne de tatlı olmuştu. İnsan sesinin eksik olmadığı bir evde geçmişti çocukluğu ve giderek eksilmişti hayatındaki sesler, önce babasının sesi ardından büyükannesi, büyükbabası... Zaman geçtikçe sessizliğe de alışır olmuştu kulakları. Bazen özlediği sesler olurdu sadece.
Birden tık yaparak kapandı ısıtıcının düğmesi. Duruladığı kupasına iki çay kaşığı kahve koydu ve suyu ekledi. Çalışma masasına geri döndüğünde saatin 04.18 olduğunu gördü. İçinden çalışmak gelmiyordu. Kahve sanki biraz bahane olmuştu, oyalanmıştı işte.
Kahvesinden bir yudum bile almadan öylece bıraktı masanın üstüne. Radyoyu eline aldı tekrar, arkasını çevirdi. Pillerin takılı olduğu yerde kapak yoktu. Bir süre sonra anımsadı kapağa ne olduğunu. Gülümsedi.
FATMA İZMİRLİ f.izmirli@hotmail.com
Kulağımın dibinde bir tecavüz: Sivrisinek Bir kara sinek kadar gıcık. Bazen suratıma yapışan örümcek ağı, Avize içinde ölmüş kör sinekler, Üzerine cam sil sıktığım karıncalar, Çakmakla yaktığım sinekler, Kavanoza hapsettiğim ateş böcekleri, Kanatlarından zımbaladığım kelebekler, Kırdığım olgunlaşmamış yumurtalar: Kürtaja meğilli, Kurban bayramlarında kuzuların sessizliği, Ve hayvan kadar sabırlı olmak sırf insan diye.
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com twitter.com/mesutugrlu
BEKÇİ VS AĞAÇ
Bir heves devam hayata da nerede yeterli nefes?
Toplanacak meyve çok ama nasıl yetişir bu kol?
Sesler var ve sesler çoğalıyor.
Çam ağacının gölgesinde dinlenirken biter mi hiç yol?
Gürültü demek mümkün, belki bir şarkı
Kimin söylediğini düşünmeden devam ediyor oyun.
Başlamak için çok geç, bitirmek için çok erken.
Gün ağarmadan varabilirsek, görebiliriz aşkı.
Üzerimizde dolaşan kargalar kadar masumuz. Nereye gidersek gölgemizi unuturuz.
Bizden kalan izlerde yaşayan balıklar var.
O izlerde ancak sağ kalır küçük olanlar.
Bir eylül daha geldi, bir ağustos daha bitti.
Hala gözümüz var yeni başlangıçlarda.
Oysa bitirmişiz neredeyse koca bir yılı.
Ekim gelmeden gelir mumları üfleme zamanı.
Eskiden ineklerin kaçtığı bir dağ vardı.
Kaybedenler hep o dağda ineğini arardı.
Baltanın kestiği ormanlarda bekçi olmak mı?
Ağaç olmak mı?
Hangisi daha zor hiç bilemedim.
GAYE BASMACI
gaye.bsmc@gmail.com twitter.com/gayebasmaci
Bazen öyle boş boş... Boş boş ne yaptığım konusunda bir fikrim de yok “bakıyor” olsam gerek. Bazen öyle boş boş bakıyorum. Öylesine öylesine simit yiyorum, hani maksat doymak, işin ne tadında ne de keyfindeyim... Bazı günler Google’da adımı arıyorum, sanki çok da önemli biriymişim gibi... İşin komiği bulduklarımın bir kısmı aslında ben bile değilim. Sonra mastürbasyon yapıyor hemen arkasından vaktiyle hoş sözler söylediğim pek çok kız için pişmanlık duyuyorum. Ama bu pişmanlığımın en fazla iki saat içinde geçeceğini bildiğim için çok da umursamıyorum. Öyle boş boş yine... Yine bir şeyler yapmak istiyorum, uyumak gibi mesela, ama olmuyor uyuyamıyorum. O kadar kahve, o kadar kahve işte, şimdi böylesine boş boş... En iyisi bir kahve daha içmek o zaman ya da çay... Değişiklik iyidir diye duymuştum, çay yapmaya karar veriyorum. Çay da değil aslında bildiğin sıcak su hazırladığım, içine poşet sallayacağım birazdan. Çay olacak. Öylesine, yine boş boş bekleyeceğim. Ne yapacağım hakkında fikrimin olması beni umutlandırıyor, bekliyorum. Beklerken karşımda duran monitördeki 1123 sonuca bakıyorum. Adı ben gibi olup da aslında ben olmayanları elemeye çalışıyorum, onlar da beni böyle elediler mi acaba? Bu da kim yahu dediler mi, öylesine boş boş beklerlerken; ya da sadece boş boş iken... Boş... Beyaz eşya markası mıydı bu? Hatırlıyorum şöyle böyle, Adana’da İncirlik Üssü vardı, oradaki Amerikan askerleri ülkelerine geri dönerlerken beyzbol eldiveni, bot, çorap, pantolon gibi bir sürü eşyasını esnafa satarlardı. Biz de ayağımıza uyan bot var mı diye gider temizlerinden satın alırdık. Onlara da boşboşçular denilirdi, neden denildiğini bilmiyorum ama... İşte... Boşboşçulara giderdik bazen öylesine boş boş, hiçbir şey satın almazdık. Aynen girdiğimiz gibi elimiz boş çıkardık. Hadi çayım da olmuştur artık, paragrafın sonu yazalım bitsin. Paragrafın sonu...
Eylül’ün on dokuzuydu. Dışarıdan gelen hışırtı sesleri havanın rüzgarlı olduğunu belli ediyor, fakat tek farkla. Bu ses sadece bir hışırtı değildi. Daha doğrusu rüzgarın yaprakları okşaması sonucu çıkan bir hışırtı değildi. Yağmurun sesiydi bu. Yağmur damlalarının gaddarca yapraklara saldırışının sesiydi. Yağmuru çaresizce dinlerken karnımdan her sabahki rutin kahvaltı sonrası guruldaması ve yanma hissi gerçekleşti. Her zamanki gibi rahat koltuğumdan kalkıp mutfağa doğru karnımı sıkıştırarak yürüdüm. Karnımı sıkıştırmak mide yanmasını az da olsa hafifletiyordu. Dolabı açtığımda iki gün önce marketteki indirimden aldığım ucuz ve plastik altılı soda şişelerini gördüm. Gerilmiş ambalajını işaret parmağımla yırtıp içinden sodalardan birini aldım ve kapağını kolaylıkla açıp sodadan ilk yudumumu aldım. Aldığım bu ilk yudumda bile etkisini midemde hissettim. Sodayı yedi yudumda bitirdim. Ardından işe giderken giymem için akşamdan hazırladığım kıyafetlerimi gördüm. İşe gitmem gerektiği aklıma gelince apar topar giyindim ve koşarak otobüs durağına doğru yöneldim. Apartman kapısından çıktığım an koşmaya başladım. Ancak yerlerin kaygan olması az daha düşmeme neden oluyordu. İkinci defa bu kadar şanslı olamayacağımı düşünerek hızımı yavaşlattım. O sırada uzaklardan amortisör sesleri gelmeye başladı. Beylikdüzü’ndeki otobüslerin birçoğunun amortisör sesleri beş yüz metre uzaktan bile duyulacak şiddettedir. Bu ayrıntı da otobüsün gelip gelmediğini erkenden uyarır ve akbilini çantandan çıkarıp ön hazırlığını yaparsın. Ölümle ettiğim dansın etkisini üstümden atıp durağa doğru yöneldim. Otobüse bindiğimde her zaman oturduğum koltuk boştu. Hemen oturdum. Bir an yüzümde tebessüm belirdi. Çünkü bu koltuk diğer koltuklardan farklıydı. Ayak mesafesi yaklaşık beş santim daha genişti. Bu sayede daha geniş oturabiliyordum. Müzik çalardan Pink Floyd’un Wish You Were Here albümünü açtım. Bu albüm, her açtığımda zihnimin boşalımına yardımcı olur. Sabah sersemliğinin verdiği anlamsızlık hissi ortadan kalkar. Hiçlik hissederim. Zihnimde sadece notalar, gözlerimde ise ağaçlar, direkler, arabalar… bu da bir buçuk saat süren otobüs yolculuğunu solucan deliği etkisi yaratarak kısalmasını sağlar. Lisede her tenefüs sohbet ettiğim fizik profesörü Sinan Erçetin, sıkıcı fizik derslerinin çabuk geçmesi için bizlere verdiği öğüdü hiç unutmam: “Eğer zamanı atlayamıyorsan atlamak istediğin zaman dilimini kendine yaklaştırmalısın. “bu laf fizik derslerini sevdirmekle kalmayıp hayatımın da dönüm noktası olmuştu.
Albüm bitmeye yakın varacağım durağa gelmiştim. Otobüsten inip iş yerinin yakınlarındaki büfeden rutin yağsız tostumu aldım. Tekrar iş yerine yöneldiğimde Merkez Bankasının önündeki polisler ve güvenlik görevlileri taşıdığı onlarca çuval dolusu parayla beni karşıladı. Kaldırımın neredeyse yarısı bu torbalardan oluşuyordu ve yürümek oldukça zor oluyordu. Özellikle karşıdan gelenle aynı anda sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa hamle yapıp burun buruna geliyorsanız. Biraz daha yürüdüğümde yoldaki tadilatı gördüm. Turuncu parlak renkteki kedi yolun ortasındaki iki metrelik çukurda anlamsızca duruyordu. Sanki bir şey arıyormuş gibi kafasını o kara deliğe uzatıyordu. Hemen arkasındaki kamyon, kasasındaki kapağı açıp tüm kumu çukurun içine boşalttı. Fakat meraklı kedi içeride kalmıştı. Çukurun yanındaki inşaat işçisine yönelmek istesem de araçlar ulaşmamı engellemek istercesine yoldan hızlıca geçiyordu.
Orada kaybettiğim on saniye kedinin ölümü demekti. Bu gerçeği kabullenip iş yerinin sokağına geldim. Kahvaltımı yapmam için kapının önündeki el yapımı ahşap sandalyeye oturdum. Açık havada kahvaltı yapmak güne iyi başlamak için sadece küçük bir ayrıntıdır. Bu sayede işe zinde ve keyifli başlarım. Fakat çukurdaki kedi gözümün önünden gitmiyordu. Adeta göz kapaklarımın içine kazınmıştı. Tostumdan ısırık aldığımda bacağımda bir şey hissettim. Aniden sandalyenin altına baktığımda turuncu renkte parlak bir kuyruk gördüm. Sevinçten neredeyse kedinin kafasını koparacaktım. Ne kadar hırpalasam da gitmiyordu ve sebebini anlamıştım. Tostun içindeki sucuğun görüntüsü kediyi olduğu yerde kilitledi. İstediğini de aldı. O, sucuğu yavaş yavaş afiyetle midesine indirirken ben tostumu bitirip kapıdan içeri girdim. Asansör yine beşinci kattaydı. Bu demek oluyor ki yine dakikalarca asansörü beklemek zorunda kalacaktım. Çünkü mahallenin en yavaş asansörü bizimkisiydi. Tam asansör gelmişken bir şey unuttuğumu hatırladım. O da bankadaki işimdi. Apar topar geri adım atıp bankaya yöneldim. Karşı kaldırıma geçmek için yaya geçidine yöneldim. Yaya geçidine gelmişken İki yüz metre ötedeki yaya geçidinde mahallenin bakkalı Ahmet amcayı gördüm. O da benim gibi karşı kaldırıma geçiyordu. Uzakta olmasına rağmen eliyle selam vermeyi eksik etmedi. Ben de aynı kol hareketiyle selamımı vermek istedim ancak sağ tarafımdan gelen kırmızı renkli otomobilin ani fren sesiyle uyarıldım. Yerimden kıpırdayamadım. Şanslıydım ki frenleri gayet sağlamdı. Eylül’ün yirmi beşiydi. Dışarıdan gelen hışırtı sesleri yapraklara düşen damlaların ne kadar hızla yağdığını belli edercesine kulaklarıma kazınıyordu. Çayımı yağmura karşı yudumlarken midem tekrar yanmaya başladı. Artık bu duruma alıştığım için normal hızda ve yüzümü ekşitmeden dolabı açıp gözlerimle soda aradım. Bir ay kadar önce aldığım soda şişesinin yoğurdun arkasında gizlenmiş olduğunu fark ettim. Elime aldığımda buz gibi cam şişe daha içmeden içimi serinletmişti. Çekmeceyi açıp şişe açacağını almak için elimi uzattığımda açacağın aslında orada olmadığını fark ettim. Çekmeceyi kapatıp ikinci çekmeceyi açtığımda da orada değildi. Bir yandan açacağı en son nerede bıraktığımı düşünürken bir yandan da otobüsün kaçmak üzere olduğunun farkına vardım. O sırada gözüme boş şarap şişeleri ilişti. Bir hafta önceki sıcak şarap partisinde tırbişon kısmını sıkça kullanmıştım. Salondaki orta sehpanın üstünde kiç biblolarım arasında olduğunu hatırladım. Gerçekten de oradaydı. Hemen alıp sodayı hızla içtim. Beş yudumda içtip koşar adımla kıyafetlerimi giyip dışarı çıktım. Uzaktan gelen amortisör sesi daha da hızlanmama neden olmuştu. Köşeyi dönerken birden kendimi yerde buldum. Şansım bugün benimle birlikte değildi. Bunu hissediyordum. Yerdeki kayma izimi incelerken otobüs duraktaki yolcuları alıp yoluna devam ediyordu. Yerden yavaşça kalkıp iki dakika sonra gelecek otobüsü beklemeye koyuldum. Otobüs geldiğinde her zaman ki oturduğum yerde başkasının oturduğunu gördüm. Bir öndeki koltuğa oturup kulaklığı kulağıma taktım. Otobüsten inerken yağmur da eş zamanlı olarak yavaşladı. Koşarak büfeden yağsız tostumu alıp boş kaldırımdan yürürken uzaktan kamyonun tüm kumu yolun ortasındaki çukurun içine aceleyle boşalttığını ve etrafın toz dumana büründüğünü fark ettim. Tişörtümle burnumu kapayarak yoluma devam ettim. İş yerime vardığımda kapının önündeki el yapımı sandalyeye oturup tostumu yemeye başladım. Fakat şaşkın büfeci tostun içine sucuk koymayı unutmuştu. Burun kıvırarak tostumu bitirip 6 gün önce bankada yarım kalan işimi bitirmek için tekrar bankaya yöneldim. Yaya geçidine geldiğimde iki yüz metre ötedeki yaya geçidinde mahallenin bakkalı Ahmet amcayı gördüm. O da benim gibi karşı kaldırıma geçiyordu. Uzakta olmasına rağmen eliyle selam vermeyi eksik etmedi. Ben de aynı kol hareketiyle selamımı vermek istedim ancak sağ tarafımdan gelen siyah renkli otomobilin ani fren sesiyle uyarıldım. Yerimden kıpırdayamadım. Şanslıydım ki aracın manevra kabiliyeti gayet iyiydi. Fakat Ahmet amca için aynısını söylemek zordu.
UĞUR İSLİM ugurislim@gmail.com
Pay biçerim , kelimesini, kulak da bıraktığı sesi ve bu bana her ne çağrıştırıyorsa ki bilmiyor ve anımsar gibi oluyorum ama sevmiyorum. Belki de ben bunları yazarken yolda yürüyen birisi sokağa tükürüyordur. Trafik ışıklarında bekleyen pizza paket motorları… Pencere önlerinde kurumuş, yazdan kalma saksılar. Kaldırımlarda inip yaşlı teyzelerin geçmesini bekliyorum. bir köpek dışkısını yaparken noterin önünden geçiyordum. Pide salonlarının kış buğusunu, soğuk fayanslarını, ve hafta sonları çarşı izninde olan askerleri akreple yelkovan hızında anlık görürken... Balık pazarında gezerken; Joan Miro’nun işlerini, Ali Öz’ün bir fotoğraf karesini, ’’Soul Kitchen’’daki Birol Ünel’in bakışını sürekli takıntılı halde düşünüyorum. Bir tane kederli bir bakış görsem; öfkesiz, acısını bal eylemiş, kibirini terk etmiş, teslim olmuş kendince yasını tutup, ağıtını yakan, gözlerin de tıpkı sokak köpeklerinin bakışındaki masumiyeti barındıran kişiye, yaslayıp omzuna başımı hıçkıra hıçkıra ağlayacağım. Kavgaları ayıran kişileri özlüyor, onları derin bir saygıyla büyütüyorum içimde. Annesine ‘’bizde iyi bir adam olmak isterdik ama olamadık. Gerçi kötü adam da olmadık ama. Napalım yani’’ diyen Ahmet Kaya’yı ... İlişkisi bitmiş, aklından hiç kötülük geçmeyen sevgilileri... Yüreğinden sevgiyi kovmayanları… İşini iyi yapan değil de, iyi insan olanları… Her hangi bir Hasret Gültekin şarkısında, onun yaşamını düşünenleri… Bağıra bağıra, inleye inleye seviyorum. Yine yaşamında bir kez olsun tiksintiye yer vermeyen, hayat çok boktan demeyen, şirketlere küfretmeyen, sinsi bir apolitik olan nesle şairin dediği gibi: ’’aşina değiliz’’. Ayrıca bir liralık çayı beş liraya satan kafeler. Beş liralık yemeği on liraya satan lokantalar. Hiçbir bok vermeyip sürekli vergi alan devlet, sizlerden alacaklıyım!
Kadıköy’de yağmurlu bir sabah, Vapura 9 dakika kalmış. Belimde hafif bir ağrı zorluyorum bu ara. Elimde naylon poşet içine alınmış simit ve Pınar Beyaz. Vapurda sıra beklemek zor ya, aklımca hemen oturup çay servisini bekleyeceğim.
Nası küçük hesaplar yapıyorum, gülümsüyorum hafiften kendime. Benim yaşlarımda bir kadın fark ediyor gülümseyişimi, belli ki, mutsuz beni kıskandığını hissediyorum. Aldırmıyorum. Gözüme su birikintisinde yıkanan kuş takılıyor. Nası mutlu, nası sevecen. Kanatlarını öpüyor, çırpıyor, silkeliyor. Kıskanıyorum, sonuçta benden mutlu.
Düşünüyorum kollarımı öpebilir miydim? herkesin arasında. Ya da su birikintilerine girip yuvarlanabilir miydim?
Sonra düşündüm mutluluk başkasının yaptıklarını yapamamakmış. Aldırmadım vapura 4 dakika kalmış.
Hava soğuk değil, çünkü aylardan temmuz. İskeleye girmedim hava bunaltıcı, yağmur yağmış olsa da. Topuklu ayakkabılarıyla hafif hızlı yürüyen bir iş kadınına takılıyor gözlerim. Kalçalar çıkmış, makyaj yapılmış, bacaklar sütun çok iddialı buluyorum onu. Sevişirken böyle kadınların kasıntı olduğu duymuştum fazla kendilerini bırakamıyorlarmış ama damarını bulursan iş kendini dövdürmeye kadar gidermiş. Bilemdim belki ben çok sapığım. Belki de kadıncağız hala mutsuz bir ilk seks deneyiminin acısını üzerinde taşıyordur. Belkide erken boşalan bir erkeğin günahını örtmek zor geliyordur. O an sarılmak istedim ona, cinsel hiç bir beklentim olmadan sadece sarılmak, saçlarını okşamak, kadının sabah kokusunu içime çekmek. Sonra da teşekkür edip vapura binmek istedim. Bazen içinden gelir insanın, ‘‘keşke yapabilsek’’ dedim. Durup sarılabilsek birbirimize hiç konuşmadan, birbirimizden hiç bir şey beklemeden... Yavaşça girdim iskeleye, anons geldi: Karaköy vapuru hareket etmiştir lütfen acele etmeyin!
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com twitter.com/mesutugrlu
Bütün gün yalancı bir güneşte kaldıktan sonra akşam üstüne doğru vücudu saran ince titremeli sonbahar havası gibi hislerim.
Yalayıp, burnuma doğru kokusunu almak için ittirdiğimde dudaklarımı içime doldurduğum; önceki öpüşlerinin kokusu.
Kadehe bastırılmış dudak izinden tanınabilen büyük bir iç acısı.
Bakışlarım bulutlara dayalıyken düşündüm durdum hep bunları.
Sonra onlar gittiler giyinerek karanlık renklerini flaşların ardı ardına patladığı o gürültülü cümbüşe yetişebilmek uğruna sonbaharın bulutları. Düşüncelerimin üzerine basa basa...
BURCU GÜNİSTER
burcugunister1@gmail.com twitter.com/sinyalyok
SEYYAR SESLER 4. SAYI
İmtiyaz sahibi ve içeriğin sorumlusu: Mesut Uğurlu