MART-NİSAN 2011
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com
MESUT UĞURLU mesutugrlu@gmail.com
Başladığım bir şey vardı bitirmem gerekmeyen, belki de hayatımdaki başlayıp da bitirmek zorunda olmadığım tek gerçekti bu fanzin. Sonu olmayan ama sürekliliği olan... Yapmak zorunda olduğum binlerce saçmalık arasında, yaptığım en mantıklı şeydi, oturup boş vakitlerimde hiçbir konu bütünlüğü olmayan derme çatma yazılardan oluşturduğum bu benlik kitapçığı. Sonunda bitirmek zorunda olmadığım fanzinimin ikinci sayısını da bitirmiş bulunuyorum. Değişik bir hissiyat içerisindeyim; bitirmenin ve yeniden başlayacağını bilmenin yani büyük tuvaletini tutup bütün gün tuvalet bulamadan öylece dolaşmak, ardından evdeki tertemiz tuvalete birikimlerini boşaltmak gibi bir his bu. Tarifi zor, anlatılmaz yaşanır misali.
Bu sayı geçen sayı gibi genel bir konuya sahip değil, birbirinden alakasız, zaman içinde kafama estikçe yazdığım, toparladığım, tasarladığım konular. Çalışma hayatı içinde vakit buldukça, beni özgürleştiren bu tür hareketleri yapmaktan vazgeçmeyeceğim. Çünkü hayatı anlamlı kıldığını sandığımız aile, aşk, iş, para öğelerinin dışında insanlar başka bir alanda var olamıyor. Olanla yaşamaya devam ediyor, benim olayım biraz bunların dışında. Ben de aşk, para, çocuk, iş gibi gereklilikleri yerine
getireceğim, çünkü toplumda ayakta kalabilmem bunlara bağlı, dağ başında yaşamaya cesaretim olmadığına göre de bunlar boynumuzun borcu. Ama içimdeki o şey hiç bir zaman körelmemeli, kendini ifade etmenin yollarını aramalı diye düşünüyorum. Bu da benim kendimi ifade yolum.
Fanzinimi hazırlarken keyifli bir adam oluyorum, önce küçük odamda geceleri masa lambamın ışığında hicaz dinlerken bütün bunları hiç var olmayan sanal bir dünyada hazırlıyorum. Sonra ağaçların bedeninden gelen kağıtlara bütün bunları bastırıyorum tıpkı bizim aşk, aile, iş, para ile var olduğumuz gibi bütün yaptıklarım da kağıtlarla var oluyor. Sonra heyecanlanıyorum, paylaşmak için can atıyorum beni anlayabilecek herkese fanzinleri dağıtıyorum. Anlamayanlara da veriyorum, ama bu sayıda vermeyi düşünmüyorum, varsın herkes anlamasın, bilmesin, okumasın, eleştirmesin. Fanzin kendi yolunu bulsun, elden ele, ilden ile, ülkeden ülkeye dolaşsın. Su yolunu buluyorsa fanzin de onu okuyacak olanı bulur diyorum ve cümlemi bitiriyorum.
DENİZ
mesutugrlu@gmail.com
MESUT UĞURLU 6
UTANDIĞIMIZ, AĞLAYAMADIĞIMIZ, KARIYA KIZA BAKTIĞIMIZ, BAZILARININ, EVİ OLAN AMA KİMSENİN SAHİP OLAMADIĞI YERDİR SOKAK.
Neden yürümek zorundayız herkesin yürüdüğü yerden, yoksa herkesin yürüdüğü yere mi denir sokak?
Eskiden sokaklardan geçip giderdim.
O kadar kapalıydım ki sokağa karşı, hayatımda eksi veya artı hiçbir anlamı yoktu.
İnsanların yaşadığı ya da geçip gittiği yerdi sadece. Bunu bile düşündüğüm söylenemez, sokak sokaktı işte.
Şimdi neden değişti sokak benim için bilmiyorum, neden daha anlamlı ki?
Belki de hayatın aktığı noktaları aramaya, görmeye başladım ve anladım ki insanlığın varoluşundan beri sokak vardı.
Her şeyin geçip gittiği, bir arada bulunduğu, sıra sıra dizildiği, ortasından bir şeylerin geçtiği bir yapı varolmuş hep insanlık tarihi boyunca.
Neden ihtiyaç duyarız ki sokağa ya da neden bazı toplumların sokak kültürü var deriz? Ya da yok?
Mesela Dubai büyük yollardan ve çölden ibarettir, orada sokak yoktur, dolayısıyla orada gerçek bir hayat yoktur.
Ya da Beyoğlu’nda neden sokak candır?
Sadece yürümek yetmez, sokağa bir ses, bir nefes, bir bakış gerekir.
Kalabalığın içinde yalnız kalmaktır sokak ya da kalabalığın içinde fark edilmek.
Mahremiyetimizin olmadığı yerdir sokak, giysilerimizin bizi kapatmaya yetmediği yerdir.
Alışverişimizi yaptığımız, kahve içtiğimiz, rakı içtiğimiz, müzik yaptığımız, utandığımız, ağlayamadığımız, karıya kıza baktığımız, bazılarının evi olan ama kimsenin sahip olamadığı yerdir.
Kısaca, zamanın içinde akan hayatımızın çokça fazla bir bölümünü geçirdiğimiz yere verilen addır sokak...
BÖYLESİ AŞKLA
OLUŞAN BİR GECEDE
YEŞİL
BURCU GÜNİSTER
burcugunister1@gmail.com
gökyüzü, başımı hafifçe yukarı kaldırdığımda görebildiğim mavinin her tonunu barındırıyor içinde çok değil, yarım saat sonra hepsi iç içe geçecek lacivertin sonsuzluğunda tek beden olacak.
Ruhuna yerleşen bakışlarla sana eşlik etmeye devam edecek ne kadar gidersen git
Böylesi aşkla oluşan bir gecede yolculuk etmek gibisi yok yeşil bavulum ve ben bit pazarından 1’euro ya alınmış yolculukların vazgeçilmezi birkaç kişinin hayatından çoktan kopmuş bir parça
neye, kime, nerelere tanıklık etti bilinmez, dayanmaya çalışıyor her şeye, içine konulan herşeyi koruyor sıkı sıkıya, olabildiğince.
artık benim bavulum yeşil bavulum ben kendimi onun geçmişinde o kendini benim geleceğimde var ediyor, yolculuklarımızda.
İlerlerken gecede biz yer yer sönen şehir ışıklarının yerini yıldızlar alıyor
durağan evlerin içindeki akışkan ruhlara selam ediyorum, bakışlarımla
benim gibi giden insanlara
ölüm gibi hareketsiz denize... Tüm şehrin soluduğu havayı ciğerlerime dolduruyorum insanların yaşamlarına katıla katıla ilerliyorum
birkaç saniyeliğine birkaç dakikalığına ilerliyorum birkaç saniyeliğine birkaç dakikalığına gideceğim yeri düşündükçe önemini yitiriyor geride bıraktıklarım farklı hikayeler ve yaşanmışlığımla dolu bu kenti
geride bırakıyorum
ilerledikçe arınıyorum her şeyden başka bir şehirde var edebilmek için kendimi ilerlemeye devam ediyorum.
MİKTARA GÖZ KOYMAYACAĞIMA YEMİN EDERİM...
Dünyanın sanatına doğru çıkmıştım yola; Silifke’den İstanbul’a, İstanbul’dan da dünyaya ulaşıyordum ulaşabildiğim kadar ama dünya sanatına değil, Batı sanatına ya da Hiristiyan sanatına. Anglosaksonca düşünerek üretiyordum sanırım işlerimi, Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi olarak böyle düşünmek zorunda mı kalmıştımbırakılmışmıydım yoksa! Egemen beğenileri mi düşünmüştüm yoksa evrensel akla mı uymuştum ya da ne yapmışsam yapmıştım işte dünya ve para; hiç kimseyi, beni, doğayı ve sanatı umursamadan bildiğini okumaya devam ediyor, biz de buna yardımcı oluyoruz...
‘‘Kültür Endüstrisi’’nden bahsediyor Adorno; çağımıza gözlerini büyüterek. Korkuyorum Adorno’yla beraber; endişelenerek, küserek, yazarak ve çizerek. Bitmiyor homurdanmalarım; sanatından, çağdaşına, moderninden post’una, neo’suna...
Çağdaşlaştıkça kaçıyor keyfim, keyfim kaçtıkça alışıyorum modern kelimelere, bitiyor post, başlıyor neo. Damien Hirst doğuyor sonra, İngiltere’de bir yerde sıcak dumanlı bir kandan filizlenerek; ölüm temasını dert ediniyor kendine, cebinde milyon dolarlarıyla.
En çağdaş işini 12 milyon dolara satıyordu, ;tabi şaşkınlıklahataya düşmeyip, kesin rakamı doğru yazdıysam. En çağdaş işi miydi, en başarılı işi miydi bukadar para eden ya da üzerindeki 25 milyon dolarlık elmas takılar mıydı kıyametleri
kopartan. Bu kadar büyük paralar yoracağa benziyor çenemi, keyfimin kaçması da cabası. Dünya ekonomisinde söz sahibi Saatchi’yi heceleyerek, aklıma yerleştirerek ,sözde sanata desteğinin ekonomisine ve prestijine ivme kazandırdığını bilerek. İşte böyle çağdaşlaşıyor sanatımız Hirst ve Saatchi elele. Bilinçli ve hesaplanabilir mi bu sonuç, reçete oluştursak netice alır mıyız? elbetteki evet Saatchi’niz varsa tabi. İki sosyolog, iki psikolog da cabası Hollywood da kıyametleri kopartmıyor değil hani. Damien Hirst’in parasına mı taktım, yoksa entellektüel ahlakıma mı hesap veremedim belki Damien Hirst de hesap veremez entelektüel olan ya da olmayan ahlakına. Önceliği sanatsa saygılıyım, bilinçli bir var edilme cabasıysa kinliyim, insanlıksa derdi alkışlarım ve izindeyimdir. Entelektüel ahlak, samimiyet, yararcı, önermeci ve bedel ödemeye hazırsa sanatımız, çağdaşlaşsın post’undan neo’suna. Alıcıların satıcıları şekillendirmemesine, ticarete dayamadan sırtımızı, yol göstermeye ama topluma ayna tutmamaya, samimiyetten ödün vermeden emek harcanan sanata ve buna ödenilen miktara göz koymayacağıma yemin ederim...
Üniversitede geçen beş güzel yıl. Anılarım, arkadaşlarım ve birey olma yolunda attığım ilk adımlar.
Zaman acımasız, artık hiçbir zaman o yıllardaki gibi heyecanlı, meraklı ve yaşam dolu olmayacağım.
Hayatın bu gerçekerini hissetmek çok acı, ama devam etmek zorundayım.
Aslında yapmak istediklerimle yapacaklarım farklı. Mesela kaygısız yaşamak istiyorum, dünyadaki tüm güzel nimetleri tüketip en büyük günahları işlemek istiyorum sonrada vicdanımı rahatlatıp, yaptıklarımın bu gamsız dünyada ne kadar doğru olduğunu söyleyip kendimi kandırmak istiyorum. Çalışmak istemiyorum. Spor bir araba, Moda’da bir ev, götümde buzlu badem istemiyorum.
Yalaaaan! Kendime itiraf edemesem de çok istiyorum bunları yapmayı, çünkü doğduğumdan beri bana anlatılan, gösterilen, empoze edilen hayatı reddedemiyorum.
Benden sonra gelenler de reddedemeyecek. Çünkü yaşamın devam etmesini sağlayan bu rekabet. Aramızdaki yarış. Ben de artık bu acımasız rekabetin içindeyim.
Önce iyi bir kariyer, sonra mutlu bir evlilik,
sonra çoluk çocuk falan filan derken pırt ölüvermişsin. Napıcan ki başka, bu sistem olmasaydı soktuğumun homosapieni yine bir sistem yaratırdı.
Neyse felsefemi yaptım, ama gerçekler yine yakamda. Bir işe girdim ve çalışmaya devam ediyorum, sonrası mı? bilmem başka yerler, başka insanlar ama hep aynı şey ne yapalım böyle devam edecek. kısacası hayatım böyle gir çık al ver gir çık al ver dörtgeninde geçecek.
Bunların sonucunda yaşam standardım da fena olmaz hani. Yeni yapılan
FİYAKA evlerimi olur ACARKENT mi olur bilemiyorum nerede yaşarsam işte.
Arkadaşlarımın %90’ı üniversite ve dengi okullardan mezun olmuş olur, ben kesin zengin solculardan olurum. Acayip bir spor arabam olur.
Her gün Cumhuriyet, Radikal, Bir gün yada Taraf gazetelerinden birini okurken deniz manzaralı evimde kahvaltı ediyor olurum.
Okuduğum kötü haberlere üzülür gibi yapıp vicdanımı rahatlatırım. Eşim en pahalı giysileri giyer, çocuklarım en pahalı kolejlerde okur. Ben belki de 20’lik sevgilimle iş gezisi bahanesiyle Maldivlere kaçarım (bir ihtimal).
İşin kısası, üniversite yıllarımda küfrettiğim, nefretle baktığım o pis burjuva o gün ben olurum.
O gün üniversite bitirip işsiz, kalan gençleri gördüğümde içimden pis pis ‘‘çok da sikimde derim’’.
MESUT UĞURLU
Doğduğum yeri seçme şansım olsaydı, sadece Küba’yı seçerdim hayatımın geri kalanı yine aynı kalabilirdi. İşte bu nedenle ikinci sayıda Küba’ya yer vermek istedim. Özel ilgim ve 50 yıllık devrim sürecinde ki sağlık ve refah seviyesinde gerçekleştirdikleri gelişmelerin kısa bir özetini İlker Belek’in yazmış olduğu Küba’da sağlık kitabından derleyip okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Kübalı bir ilkokul öğrencisinin
AİDS’e ilişkin bilgisi Türkiye’deki bir üniversite öğrencisinin bilgisinden daha yüksektir.
Dünyada geliri Küba kadar düşük hiçbir ülkenin ‘‘bebek ölüm hızı’’ Küba kadar düşük, yaşam umudu Küba kadar uzun, kısaca toplumsal sağlık düzeyi Küba kadar gelişmiş değildir.
AİDS tedavisi, her tür organ nakli parasız gerçekleşmektedir.
Küba çocuk felci (1962) ve kızamık (1996) hastalıklarını ortadan kaldıran ilk ülkedir.
Anayasada 1992 ve 2002 yılında referandumla gerçekleştirilen değişiklikle, Küba’nın asla kapitalizme geri dönmeyeceği ve diğer ülkelerle saldırganlık, tehdit ve sömürüye dayalı ilişkiler kurmayacağı garanti edilmiştir.
Anneler doğum öncesinde 34 hafta, doğum sonrasında 18 hafta ücretli izinlidirler. Kadınlar tehlikeli işlerde çalıştırılamazlar.
Hekimler mezun olduktan sonra yine iki yıl süreyle ya kırsal kesimde ya da dünyanın gelişmemiş bir ülkesinde çalışmak zorundadırlar.
1990’da Küba Hepatit B’ ye karşı kendi aşısını geliştirdi (Dünyada üçüncü ülke.)
1997 yılında UNICEF Küba’yı bağışıklama çalışmalarında en başarılı ülkeler arasında gösterdi.
Puerto Rico’da 8000 AIDS vakası varken, Küba’da sayı yalnızca 187’ydi. (1993) Nüfusu Küba kadar olan New York’taki AIDS’li sayısı ise 43 bindi.
Küba ilaç gereksiniminin %80 ini kendisi üretmektedir. Bunların içinde HIV / AIDS tedavisinde kullanılanlar da vardır.
Küba’da her 1000 kişi için bir bilim insanı ve mühendis vardır ve bu oran endüstrileşmiş ülkelerin bile üzerindedir. Küba, insani gelişme bakımından bütün Latin Amerika ülkeleri içinde birinci sıradadır ve sağlık sektöründe kaynaklarını en verimli biçimde kullanan ülke olarak nitelendirilmektedir.
Küba tüm bunları başarırken 1960 yılından beri devam eden ABD ambargosuna direnmeyi başarmış ve tek başına ayakta kalarak tüm dünya ülkelerine IMF, EU, NATO, ABD gibi ülke ve kurumların yardımına gereksinim duymadan yaşanabileceğini göstermiştir.
Bu nedenle bu sayıda özel bir ilgiyi hak etmiştir Küba.
Gidelim şafağın coşkun habercisi
Kimselerin bilmediği gizli yollardan
Kurtarmak için sevdiğin o yeşil timsahı
Ve eğer vurulursak yürüdüğümüz yolda
Biz gerillaların kemikleri üstüne
Kübalıların gözyaşından örtü istiyoruz
Amerika tarihine geçerken
İşte o kadar.
SOHBETLERDE GENELLİKLE
ODAK NOKTASI KİŞİLER BELLİDİR. ONLAR MASAYA
OTURDU MU HERKES ONU GÜLDÜRMEYE ÇALIŞIR ANLATTIKLARIYLA. “OLUM G.... GEÇEN GÜN NOLDU... SONRA DA GÖRMELİYDİK YERLERE ATTIK KENDİMİZİ”.
PEKİ BU G.... NASIL BİRİYSE ONA KONUŞUYOR HERKES. BOK GİBİ
ADAM. ŞAKA ŞAKA, SEVERİZ KENDİSINİ.
Her üniversiteli gibi kantinde zaman öldürüyorduk. Ama sakın beni kantinde yatıp kalkan, diplomasını kantinden alan gençlerden saymayın. Kış aylarında güzel bi hava bulmuşken oturalım dedik hepsi bu. Off o insanlar nedir öyle. Sabah 9 akşam 6 kantinde yer kaplıyorlar. Yoksa o insanlar maaşlı çalışan filan mı? Sürekli kantinin masalarını işgal ediyorlar. Ve hep aynı tipler. Evet evet bu insanlar para alıyor. İyi iş valla oturduğun yerden para kazanmak. Neyse.
Masada oturuyoruz. Konuşulmasa da olur dediğimiz konulardan bahsediyoruz. Söylesek de söylemesek de hayata karşı görüşümüzü ya da herhangi bir düşüncemizi değiştirmeyecek şeyler. Kantinin havasından kaynaklanıyor olsa gerek hiç aldırış etmiyoruz. Konudan konuya atlıyoruz. Beş kişi boş boş konuşuyor işte. Havadan sudan muhabbetler. Normalde öyle toplu sohbetlerde pek konuşmam. Sadece ilgi alanıma giren konularda, cesaret edebilirsem konuşurum.
Niçin cesaret edemiyorum? Birincisi “r” özürlünün tekiyim. “Adın ne?
Uğuv. Ne? Uğuv. Nuh mu? Uğuv ulan ovospu çocuğu uğuv.” İkincisi çok hızlı konuşurum ve bazı kelimeleri yutarım.” ‘‘Yabnyledüşünmüyorumaslında.
Gieceksnadamgiioynayacaksn. Ne? ...” İki türlü de aldığım cevap aynı.
UĞUR İSLİM ugurislim@gmail.com
Bu cevaptan sonra tekrar izah etmesi insana en çok koyanı. Hele ki tekrar aynı cevabı alıyorsan hiç konuşasın gelmiyor “neyse boşver” deyip atıyorsun kenara. Toplu sohbetler işte bu yüzden ıstırap gibi geliyor bana. O yüzden genelde susar, çok ender konuşurum.
Bu sefer durum biraz farklıydı. Cesaretimi toplayıp ilgi alanıma giren konuya atladım. Fikrimi söyledim ve anlaşıldı dediğim. Sonra dediğim de, sonraki de. Sonra da zaten dilim açıldı vır vır konuşuverdim. Artık arkama yaslanarak konuşuyordum.
Kendime o derece güveniyordum. Gerisini siz düşünün artık.
Sohbetlerde genellikle odak noktası kişiler bellidir. Onlar masaya oturdu mu herkes onu güldürmeye çalışır anlattıklarıyla. “Olum G.... geçen gün noldu... Sonra da görmeliydik yerlere attık kendimizi”. Peki bu G.... nasıl gibi de ona konuşuyor herkes. Bok gibi adam. Şaka şaka, severiz kendisini (şimdi bu yazıyı okur mokur belli mi olur). Bizden ne fazlası var ne eksiği. Peki neden herkes ona konuşur orası bilinmez. Bunları yazan ben de bazen bu gaflete düşerim.
Odak nokta kendisini bana dönmüştü. Artık sohbetin yeni odak noktası belliydi. Bendim. Derken o geldi. Çalıların arasında pusuda bekliyormuş meğer. Hop oturdu sandalyeye. Onu da severiz tabii de yaptığı çok ayıptı.
Sohbetin odak noktası ben oluyorken birden sohbete girip havayı dağıttı. Buradan adalet bakanlığına sesleniyorum. Bunu suç yapın, cezası çok ağır olsun. Müebbet hapse kadar gitsin cezası. Havayı dağıttı ve odak nokta adam sandalyesini ona çevirdi. O sandalyenin yerde çıkardığı ses hayatımdan bir 5 seneyi silip süpürdü. Yavaş yavaş küçüldüğümü hissediyordum. Ayıp denen bişey var lan. Ovospu çocuğuuu! İnsanın hayatıyla oynuyorsunuz resmen. Öyle pat diye konuya girilip odak nokta ayartılır mı. Piç! Arkama yaslanmıştım lan! Senin yüzünden kambur oturmak zorunda kaldım masanın diğer ucundaki sohbeti duyabilmek için. Buradan sana sesleniyorum karşıma çıkayım deme. Bu boyumla böcek gibi ezerim seni.
Kambur oturup pürdikkat masanın diğer ucundaki sohbeti dinlemeye çalışıyorum. Her fırsatta konuya girmeye çalışıyorum. Konuya gireyim ki bana dönsünler tekrar. Ama inanır mısınız hiç duymuyorlar beni. Yine heyecandan hızlı konuşmaya başlıyorum herhalde. Onlar da sohbeti kaçırmayayım diye dönüp de “ne?” diye sormuyorlar. İşin en acı tarafı da çaresizlikten söyleyeceğim şeyi yanımdaki başka kişiyi dürtüp ona söylemek. Düşünsenize ortada bi sohbet var ve kendini duyuramıyor sohbete bir türlü giremiyorsun, çaresizlikten tek kişiye söylüyorsun söylemek istediğini. O sohbete asla giremeyeceksin demektir bu.
S.... uzaktan can çekiştiğimi görmüş ve yanıma sandalye çekip oturdu. Ama ben kafaya koymuştum bi kere. O sohbet kapanmadan girecektim. O kız konuyu birden “happy tree friends”e getirdi. Bu benim için büyük bir fırsattı.
Çünkü yıllardır telefonumda bu manyak çizgifilmin müziği durur. Arada açar gülerim boş boş. İlgiliyim yani. Hakkında hiç düşünmeden 5 cümle kurabilirim. Bu da sohbette iyi bir artıdır. Peki ben ne yaptım ağzımdan müziğini çıkardım. kafama taş düşeydi de hastanelik olsaydım o an. Ancak o zaman dikkatleri üzerime toplayabilirdim. Bırakın duymayı hiç tepki bile vermediler. Konuşmalarında saniyelik duraksama bile olmadı. Saydan da anladı durumumu. Gülmeye başladı yanımda. O da az piç değil, her hareketime güler. Ama severim keratayı. “Hani şey var ya” diye başlarım, ve ne demek istediğimi anlar gülmeye başlar. O derecedir aramızdaki bağ. Ben de bir Saydan’a baktım bir de odak noktaya. Sonra da yaslandım arkama. Çevirdim sandalyemi Saydan’a.
TOPLUMSAL ALANLARIN ARABA BİÇİMİNDE ÖZELLEŞTİRİLMESİ, BÜYÜK ŞEHRİ TANIMLAYAN MAHALLE VE TOPLUMUN BOZULMASINI SÜRDÜRMEKTEDİR. YOL PLANLARI, TİCARİ ‘’ PARK YERLERİ’’, ALIŞVERİŞ ALANLARININ OLUŞUMU; HEPSİ TOPLUMUN BÜTÜNLÜĞÜNÜN BOZULMASINA VE YERELLİĞİN TEKDÜZELEŞMESİNE KATKIDA BULUNMAKTADIR. HER YER BAŞKA YERLERE BENZEMEKTEDİR. TOPLUM META HALİNE GELMEKTEDİR; SUSTURULMUŞ VE SÜREKLİ GÖZETLENEN BIR ALIŞVERİŞ KÖYÜ. BU NEDENLE TOPLUM ARZUSU BAŞKA BİR YERDE, BİZE SİMÜLASYON FORMUNDA SATILAN BİR GÖZLÜK ARACILIĞI İLE TATMİN EDİLMEKTEDİR. TELEVİZYON DİZİSİ TARZINDA BİR ‘’SOKAK’’ YA DA ‘’MEYDAN’’ BETONUN VE KAPİTALİZMİN YOK ETTİĞİ ALANLARI TAKLİT ETMEKTEDİR. GERÇEK SOKAK BU SENARYODA STERİLDİR. İÇİNDE OLUNACAK BİR YER DEĞİL, İÇİNDEN GEÇİLECEK BİR YER. SADECE BİR BAŞKA YERE DESTEK İÇİN VARDIR; BİR MAĞAZA VİTRİNİ, REKLAM PANOSU YADA BENZİN TANKI YOLUYLA.
LONDRA SGA NO LOGO NAOMI KLEIN
SOKAĞA NE OLDU: BAKKALA, MANAVA, KASABA,TERZİYE, KALDIRIM
MESUT UĞURLU
mesutugrlu@gmail.com
AVM’ler yeni dünya düzeni içinde küçük dünyalar olarak hayatımıza giren alışveriş merkezleri. Ülkemizde yaygınlaşması o kadar hızlı oldu ki, bir anda şehirlerin, ilçelerin orta yerlerinde kocaman çirkin yapılar olarak yerlerini aldılar. Amaçları en iyi markaları bir araya toplamak ve tüketimi arttırmak. Aynı zamanda, bir meydan (merkez) görevini üstlenmek ve halkı ortak noktada toplamak. İstediğimiz her şeyi bulabileceğimiz AVM’lerde (alışveriş merkezlerinde) yaşam çok farklıdır. En alt katta market alışverişimizi yaparken bir üst katta da envai çeşit markanın bulunduğu mağazalardan istediğiniz giyecek ürününü satın alabilirsiniz. Onun üstündeki kata çıktığımızda sosyal hayata dair her şey burada toplanmıştır kitapçılar, müzik marketler, sinema, bowling yani eğlence ve sosyalleşmek için ne varsa bu katta mevcuttur. AVM’lerin en üst katına çıktığımızda artık deli gibi yorulmuşuzdur, bir anda karşımıza çıkan onlarca restorandan bir tanesini seçerek yemeğimizi de afiyetle yeriz. Tabii bunları yaparken rahat edebilmek için çocuklarımızı da, çocuk bakım bölümüne bırakabilir, orada güzel vakit geçirmelerini sağlayabiliriz. Eve dönüş vakti geldiğinde AVM’nin otoparkına iner ve dışarısı ile temas etmeden aracımızla evimize döneriz.
Ne kadar güzel bir hayat: Mutlu, umutlu, güvenli, eğlenceli. Sonuçta her şeyi tek bir noktada hallettik ve uyumak üzere
mutlu yuvamıza döndük.
Ama şöyle bir noktaya dikkat çekmek istiyorum; sokağa ne oldu: Bakkala, manava, kasaba, terziye, kaldırım taşlarına... Nereye gittiler bunlar ya da gitmek üzereler. Semt pazarlarımız birer birer yok oluyor, belediyeler yavaş yavaş bu pazarları kapatıyor. Toplum bu noktada ne yapıyor tabii ki dört duvar arasındaki yaşam koşullarına hapsoluyor. Dış dünyayla çok fazla teması kalmayan halk AVM’lerde tüm ihtiyaçlarını karşılıyor. Yaratılan bu küçük dünyada güvende olduğunu ve mutlu yaşadığını sanıyor. Bu koşullarda oluşan toplum yapısı ise karşı çıkmayan, bireyselleşen, tüketim odaklı yaşayan bir hal alıyor. Nesne artık araç değil amaç oluyor. Sistem kusursuz işliyor. Ben bu yazıyı yazıyorum diye AVM’lere girmediğimi, sokaklarda avare avare dolaştığımı sanmayın. Ben de bu sistemin bir parçasıyım ve birey olarak bundan çok fazla kaçamıyorum, çünkü elimdeki seçenekler gittikçe azalıyor, sokak kültürü yok ediliyor ve sosyalleşmek için gerekli olan alanlar ister istemez AVM’ler oluyor. Büyük şehirlerdeki AVM anlayışı artık boyut atlayarak yaşam alanımızn dibine kadar girdi, yeni kurulan sitelerde AVM artık evimizin arka bahçesine kadar geldi. Bu neyi beraberinde getiriyor ve getirecek? İnsanlar artık ihtiyacının dışında yaşam alanının dışına çıkmayacak, dışarıdaki sefil hayatla temas etmeyecek, korunaklı bir dünyada mutlu, mesut yaşayacaklar.
Hayat iş ve evimizin olduğu alan içinde her ihtiyacımız giderebileceğimiz bir yaşam köyü haline gelecek. Toplum artık daha kolay yönetilecek, tüketim çağımızın en önemli amacı haline gelecek. Korku, bölünmeyi beraberinde getirecek, bireyselleşen insanlar nesneye tapar hale gelecek. Sistem çökme noktasına gelene kadar bu böyle devam edecek. Sistem henüz çökmüş değil ama az önce yazdıklarımın çoğu zaten olmuş durumda.
FANZİNLER
BULDUM YAŞAYAN HERŞEYE RAĞMEN
DEDİM Kİ BUNLAR BİRLİKTE OLMALI. 20 TANESİNİ BULDUM BİR ARAYA GETİRDİM.
Fanzin: Herkesin anlamadığı, herkese hitap etmeyen, aslında kendi kendine bile bir hitabı olmayan varlıktır. Amatör ruhtur, gerçektir. Öylesine yapılır bazen ya da bir şeyler böyle değildir demek için yapılır. Bir nedeni yoktur işte, yapılır. Yapana mutluluk verir, okuyanı derin bir düşünceye sokar. Okuyucu bazen anlam veremez, ama o da bilir hata yapılmadığını, bilir ki içinden geleni söylemiştir. İşte ben de böyle çıkmıştım fanzin yolculuğuma. Hayatımda hiç fanzin alıp okumamışken aklımda hep bir fanzin yapmak vardı, hiçbir örnek görmeden, bakmadan, hep bir fanzin yapmayı hayal ederdim. Tabii fanzini yapmaya başlayacağım gün gittim ne kadar fanzin varsa buldum, okudum, sonra dedim ki; İyi ki hayal etmişim fanzin yapmayı iyi ki. Ve Seyyar Sesler isimli sokak müziği, edebiyat ve tasarım fanzinini yaptım, çok da mutlu oldum. Sonra daha da sevdim fanzini ve onun kültürünü. Dedim ki; elimde bir sürü fanzin var, bunu yapanlar da benim gibidir, benim tarafımdadır, hepsinin bir bir adreslerini, bloglarını, e-posta adreslerini buldum. Dedim ki; ben bir kitap yapacağım, içinde 20 fanzin olacak ama bunlar güncel ve hala hayatına devam eden fanzinler olacak, benim sorduğum soruları yanıtlar mısınız? Hepsi de eyvallah dedi. 20 fanzinle görüştüm, sorular hazırladım, gönderdim ve 3 aylık bir süreçte geri bildirimlerimi almaya başladım. Fanzin kapağı konusunda da onlara şunu dedim; sizce en estetik olan ve iyi yaptığınızı
düşündüğünüz kapağı bana gönderin. Elimdeki bilgileri toparladım ve Sokağa Düşen 20 Fanzin kitabını yaptım. Herkes anlamasın, bilmesin, okumasın.
Bir okul projesi olarak başladı fakat öyle kalsın istemiyorum amacım fanzin yapan tüm arkadaşlara bunu göndermek.
İmtiyaz sahibi ve içeriğin arkasında duran kişi: Mesut Uğurlu
Tasarım, fotoğraf ve bazı illüstrasyonlar: Mesut Uğurlu mesutugrlu@gmail.com
Yazarlar
Burcu Günister
Umut Sayar
Uğur İslim
Türkay Çotuk
Mesut Uğurlu
İllüstarsyonlar
Burcu Günister
M.Sinan Gürsel
Mesut Uğurlu
İletişim seyyarsesler@gmail.com seyyarseslertoplulugu.blogspot.com twitter.com/seyyarsesler facebook/seyyarsesler