HAZİRAN 2020/06
Hasan Bülent Kahraman Haz mevsimine giriş Tanıl Bora Sayfiye maceramız Tayfun Atay 2020’de yazlık Müge İplikçi-Murat Yalçın-Ethem Baran Yaz öyküleri İlber Ortaylı Yeni dünya Ahmet Ümit İstanbul meyhaneleri Cüneyt Özdemir Türkiye’ye dönüyorum Mirgün Cabas Hanemizin prensesi Zeynep Miraç Kent neye dönüşecek? Ç. Begüm Soydemir A'dan Z'ye şehir sözlüğü Mehmet İren 41 soruluk tatil testi Zeynep Üner Çare Kilyos Talat Parman Vedalaşamama sancısı Yenal Bilgici Geleceğin ofisi Elçin Yahşi 65 ekran önerisi Ayça Şen 10 dergilik yazı Ceren Şehirlioğlu Aynı yatta değiliz Koray Gürtaş Futbolun İstanbul beyefendileri
Yaz düşleri
Şehir, tatil ve hatıralar
Murat Uyurkulak • Sertab Erener • Kaan Sekban • Jilet Sebahat • Murat Güvenç • Burak Kuru Didem Doğan • Reha Tanör • Nebil Özgentürk • Fırat Tanış • Pelin Karahan • Fedon
içindekiler
HAZİRAN 2020
yaz düşleri
10
16
18
26
48
56 64
Güncel şehir sözlüğü
Gündem günlük dili de değiştirdi. Şu dönemde hayatımıza giren veya anlam değiştiren kelimelere A'dan Z'ye göz atıyoruz.
Gitmek mi kalmak mı?
34
Cüneyt Özdemir, Türkiye'ye dönüş yolunda kendi tecrübesinden yola çıktı, yurtdışında yaşamanın artılarını ve eksilerini yazdı.
Bir mevsimin dönüşümü
Başta aristokrasiye has kabul edilirdi, zamanla değişti ve bugünkü anlayışı inşa etti... Hasan Bülent Kahraman 'haz mevsimi' dediği yazı anlattı.
Sayfiyeciliğin 50 yılı
Yakın tarihte yazlık hallerimizin peşine düştük. Sayfiye maceramızın yarım asırlık yolculuğunu Tayfun Atay ve Tanıl Bora’dan dinledik.
Kaçsak nereye kaçarız?
66
72
Kilyos’u nasıl bilirsiniz?
Elle Yayın Direktörü Zeynep Üner, şehirden göç hikâyesini anlattı ve bir mini Kilyos rehberi hazırladı.
Salgın sonrası yeni dünya, yeni sınırlar
İlber Ortaylı, geride kalan dönemi ve pandemi etkisindeki dünyada bizi bekleyen günleri değerlendirdi.
Soruyu Serkan Ocak, Özcan Yüksek, Yücel Sönmez, Yıldırım Güngör ve Özlem Numanoğu'na sorduk. İzole tatil bölgelerini öğrendik.
41 soruluk tatil testi
76
O başladı demeden başlamaz!.
80 Küçük insanlar ne düşünür?
Koronavirüs sonrası tatile hazır mısınız? Gelin deneyelim.
Mevsimin sembol ismi Fedon’un kapısını çaldık, 'Bu yaz başlar mı başlamaz mı' konusunu en yetkili ağızla konuştuk.
Yanımıza şairleri ve benzersiz kareleri aldık, deniz kokulu kentin geçmiş yaz günlerinde bir gezintiye çıktık.
40
sayfa
O YAZI HİÇ UNUTMADIM...
Murat Yalçın, Müge İplikçi ve Ethem Baran, İstanbul Life okurları için unutulmaz yazların öykülerini yazdı.
'Bu Dünya'nın hikâyesi
Sertab Erener'e yeni albümü ‘Ben Yaşarım'ı, çıkış şarkısı 'Bu Dünya’yı ve şu son zor günleri sorduk.
Mirgün Cabas bizi bu kez hanenin prensesi Leyla'yla tanıştırdı ve çocukların kafasından neler geçer sorusunun cevabını aradı.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
3 İ S T A N B U L
L I F E
İLLÜSTRASYON: BERAT PEKMEZCİ
içindekiler HAZİRAN 2020
yaz düşleri 92 Gelecek, şehre neler getirir?
İstanbul gibi kaosla nefes alan bir kent, salgın sonrasında nasıl değişir? Zeynep Miraç, şehir araştırmacısı Prof. Dr. Murat Güvenç’e sordu.
96 İstanbul meyhanelerinin tarihinde bir yolculuk
İnsan böyle mahrumiyet dönemlerinde en çok neyi özlüyor? Mezeler ve beyaz örtülü bir sofra... Ahmet Ümit, dünden bugüne meyhane kültürümüzü yazdı.
114 Shibari nedir, nerede bulunur?
106 Kaan Sekban ile ‘ev-ofis 101'
108 Bunları boş ver,
116 Tam 65 program, dizi, film ve kanal önerisi
İstanbul'dan Uzak Asya'ya, Japon ‘iple insan bağlama sanatı’nın peşine düştük. Nasıl uygulanır, niye yapılır öğrendik.
ne haber aşktan?
Queer dünyasından Jilet Sebahat yazdı: Geçmiş aşklar, şarkılar ve Asmalımescit...
102 Peki biz şimdi nasıl çalışacağız?
Bir yandan normalleşirken bir yandan da aklımızda kariyerde nasıl ilerlenecek sorusu var. Yenal Bilgici, yeni iş hayatımızın neye benzeyebileceğini yazdı.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
4 İ S T A N B U L
L I F E
Evden çalışma-ofisten çalışma konusundaki açmazlarımız için plaza hallerimizi en iyi anlatan mizahçıya danıştık.
Elçin Yahşi'nin kaleminden artık bağımlısı olduğunuz muhteşem ekran seçkisinin yenisi: Eğlence ve kültür deposu tavsiyeler...
126 Yeşilçam'a saygı günlükleri
Nebil Özgentürk, ‘Filmlerle Geçtim Sokağınızdan’ kitabıyla bizi yine ölümsüz isimlerle buluşturdu. Çarpıcı hikâyeleri ondan dinledik.
26
Tepe Mah. 39 Sok. No:142 Kat:1 Marmaris, Muğla, Türkiye +90 532 391 97 53 www.turkyacht.com . info@turkyacht.com
içindekiler HAZİRAN 2020
yaz düşleri
76
66
108
64 82 130 Hayat, sevda, bugün ve yarın üzerine...
Murat Uyurkulak'la yeni romanı 'Delibo'yu, eşitsizliği, içinden geçtiğimiz ilginç günleri ve bizi bekleyen yarını konuştuk.
134 Madonna da bizi görecek mi?
150 Kokoreçle aramızdaki sosyal mesafe
Sokak yemeklerinin ya da kenarına ilişmeye can attığımız ocakbaşının akıbetini işin ustalarına sorduk.
154 İstanbul'un futbol elçileri
Ceren Şehirlioğlu “Virüs gerçekten bizi eşitledi mi” diye sordu; milyon dolarlık malikânelerden girdi, süper lüks yatlardan çıktı.
138 Vedalarımızın ve psikolojimizin evreleri
168 Bize bu yazın resmini yapabilir misiniz?
Psikolojimiz bu dönemde nereden geldi, nereye gidiyor? Vedalaşamama sancısını Dr. Talat Parman, bugünlere nasıl geldiğimizi Dr. Didem Doğan kaleme aldı.
Adalet, Beykoz 1908, Feriköy, Karagümrük, Yeşildirek, Vefa, Sarıyer... İstanbul'un, 'Üç Büyükler'in gölgesinde kalan futbol çınarlarını Koray Gürtaş yazdı.
Fırat Tanış, Pelin Karahan, Zerrin Tekindor, Bora Aksu, Bensu Soral, Yasemin Sakallıoğlu ve Fulya Zenginer... Onları bir de ressam olarak tanıyalım mı?
H A Z İ R A N
2 0 2 0
6 İ S T A N B U L
L I F E
174 Evde iyi kahveye alıştık bir kere
Evde gurme kahve yapma konusunda karantina günlerinde epey ilerledik. Şimdi uzmanların da yardımıyla işi mükemmelleştirmenin tadına varıyoruz.
178 Dünyayı iyilik kurtaracak
Yardımlaşmanın önemini bir kez daha anladığımız dönemdeyiz. İhtiyaç duyanlara el uzatmak isteyenler için en iyi organizasyonları derledik.
180 Onların gününde babalara teknoloji
Babalar Günü’nü doğru hediyeyle taçlandırmak isteyenlere 10 teknolojik tavsiyemiz var.
Hayatımın en güzel yazıymış, bilmiyordum Çınar Oskay
Aylardır karabasan gibi içimizi saran korkuları, korkusuzca yüzeceğimiz sulara bırakabiliriz. Hiç unutmayacağımız, değerini bileceğimiz bu yaz, Akdenizli olma ayrıcalığının hakkını verelim. Hayatımızın en güzel yazlarından biri olsun… Bu ülke bütün sene insanın canına okur.
duymadan hayatı bir evrim, bir dönüşüm olarak görüyoruz. Ama virüs bize aslında yaşadığımızın bir macera olduğunu hatırlatıyor. İnsan neslinin benzerini görmediği, bilinmeyene doğru bir macera…” Karantina günlerinde, gecelerinde hatıralarım gözümün önüne geldi. “Ya bunları bir daha yaşayamazsak, ya kızım bunları hiç yaşayamazsa” diye korktum. Öyle güzel tarafları vardı ki hayatın, ölüp cennete gitsem özleyeceğim, oradan bile içimi yakacak şeylerdi. Akdeniz hep vardı bu anılarda. Kızımız Karya’ya bile yaz düşlerimizin adını vermişiz. Çok huzurlu olmasak da şimdi yitik cennette bir hakkımız daha var. İlk gittiğimizde giysileri kumsalda çıkarıp cup diye denize atlamanın önünde engel yok. İlk güneşin tatlı kızılıyla kendimizi yine genç ve güzel hissedebilir; akşamları dostlara, yan masaya, karşı sahile kadeh kaldırabiliriz. Aylardır karabasan gibi içimizi saran korkuları, korkusuzca yüzeceğimiz sulara bırakabiliriz. Hiç unutmayacağımız, değerini bileceğimiz bu yaz, Akdenizli olma ayrıcalığının hakkını verelim. Hayatımızın en güzel yazlarından biri olsun…
Seneyi bırakın; bir adım ileri gitmeden ömür tüketir. Sonra yaz gelir ve sanki tüm bunları yapan kendisi değilmiş gibi bambaşka bir yere dönüşür. Dallarından bal akan yeşil incir ağaçları, beyaz badanalı duvarlarda hışırdayan begonvilleri, lacivert suları okşayan küçük balıkçı tekneleriyle yeryüzündeki cennet oluverir. Yazın kimse öfkelenip İskandinavya fantezileri kurmaz; “Şimdi Londra’da, Berlin’de olmak vardı” demez. Bu kez onlar bize gelir. Onlar buralara mest olur. Coğrafyayla da kaderimizle de barış yaparız. Yüzümüzde gülümseme, hemen ayak uydurduğumuz tatlı hayatla, yazları Ortadoğululuktan Akdenizliliğe terfi ederiz. İnsan medeniyetinin zirvesi, hayatın en güzel yaşandığı yer, dün olduğu gibi bugün de Akdeniz’dir. Aksini iddia eden (aile büyüğüm Batur Pere’nin zihnime kazınan ifadesiyle) halt etmiştir!
YAZ YINE YARDIMA KOŞTU
Bizim kuşağın büyük felaketinin, belki dünyayı dönüştürecek bir çağın başındayız. İtiraf edemesek de birkaç haftaya geçecekmiş gibi davransak da ne olacağını kimse bilmiyor. Fransız düşünür Edgar Morin’in tespitiyle, “Hiç kuşku
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Yayın Yönetim Danışmanı
8
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
HAKAN ATALA
Hakan Atala’nın İstanbul Life Haziran seçkisi James Carter
Marcus Miller
CAZSEVERLERE ÖZEL LİSTE
Spotify’daki özel listenize aşağıdaki QR kodu cep telefonunuzla okutarak kolayca erişebilirsiniz.
Soulmates Ulrich Dreschsler Quartet, Tord Gustavsen Where Breathing Starts Tord Gustavsen Trio The Ground Tord Gustavsen Trio Utviklingssang Carla Bley, Steve Swallow, Andy Sheppard As It Stands John Abercrombie Quartet Springdale Claudio Roditi, Klaus Ignatzek, Jean-Louis Ras Light in the Dark Claudio Roditi, Klaus Ignatzek, Jean-Louis Ras I’m All For You Joe Lovano Old Folks David Kikoski, Eric Revis, Jeff Tain Watts Le Jardin D’hiver Jacky Terrasson Song For Sarah Tomasz Stanko Quartet All in Love is Fair Stephane Belmando Pantronic Tomasz Stanko Home Myriam Alter Tango A Mi Padre Dino Saluzzi, Anja Lechner Over the Rainbow Frank Wess Monsieur Hulot Walter Lang, Nicolas Thys, Rick Hollander The Shadow of Your Smile Dexter Gordon, Slide Hampton The Man I Love Enrico Rava, Stefano Bollani, Paul Motian Alfonsina y el Mar Giovanni Mirabassi, Gianluca Renzi, Leon Park Oceano Ferruccio Spinetti, Francesco Petreni, Giovann Nostalghia François Couturier, Anja Lechner, Jean-Marc L Teardrop Avishai Cohen, Big Vicious Stella by Starlight Frank Wess Volare Stefano Bollani Trio Footprints Terence Blanchard Red Baron Marcus Miller Redemption Marcus Miller
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Yellow is the Color Bugge Wesseltoft Existence New Conception of Jazz, Bugge Wesseltoft Lorraine Chucho Valdes Mo Better Blues Jacky Terrasson Les moulins de mon Coeur Jan Lundgren, Mattias Svensson, Zoltan Csors Nardis Jacky Terrasson Modul 29-14 Nik Bartsch Modul 39-8 Nik Bartsch Bossa J.C. James Carter Moten Swing James Carter Don’t ‘Xplain Courtney Pine You will know Stephane Belmondo 746 Trio Elf Autumn Leaves Slide Hampton Lament Slide Hampton, LRC JAZZ CLASSICS Big P Jimmy Heath Dat Dere Jimmy Heath Les Ondes Orientales Dhafer Youssef Wind&Shadows Dhafer Youssef Las Hortensias Stefano Bollani, Jesper Bodilsen, Morten Lund In A Sentimental Mood Ernie Watts Autumn Nocturne John Surman, Nelson Ayres, Rob Waring Dear Old Stockholm Giovanni Mirabassi, Gianluca Renzi. Leon Park Fever Musica Nuda Lentement Mademoiselle Florin Niculescu Will Soon Be a Woman İbrahim Maalouf Tsarka Rabih Abou-Khalil Long Time Ago Manuel Rocheman Aurora En Pekin Marc Ribot, Los Cubanos Doubts 2 İbrahim Maalouf Questions&Answers İbrahim Maalouf Eternal Ulrich Drechsler
9
İ S T A N B U L
Şimdi, yolu Lale Plak’tan geçenleri dinleme zamanı Lale Plak, Türkiye’ye gelen ünlü caz müzisyenlerinin de mutlaka ziyaret ettiği bir adresti. Bu ay, o isimleri ve muhteşem müziklerini hatırlatayım istedim. Bu yazıyı, size özel hazırladığımız Spotify listemizi dinlerken okuyun. Herkese merhaba; umarım yeni ‘normal’ hayatınız iyi geçiyordur. Sizlere bu ay da Erdal Akkaş’la birlikte seveceğiniz bir dinleme listesi hazırladık. Bu seferki seçkilerimizi Lale Plak’ı ziyaret eden caz müzisyenlerinin bazılarından oluşturduk. Bu listede genellikle önceki aylarda korona salgını nedeniyle ertelenen festivallere gelen sanatçıları bulacaksınız.
CADDEDEN GEÇEN BİZE UĞRARDI
Tünel’deki Galip Dede Caddesi turistlerin, özellikle de müzisyenlerin epeyce ilgisini çeken bir yer. Ülkemizi ziyarete gelen ünlü caz müzisyenlerinin de yolu mutlaka bu caddeden geçer, bize de uğramadan edemezlerdi. Lale Plak’ı ziyarete gelen müzisyenlerle birlikte fotoğraf çektirme imkânımız da oluyordu, koleksiyonumuzda bulunan CD ve LP’leri kendilerine imzalatıyorduk. Marcus Miller ve Erik Truffaz gibi isimlere Lale Plak tişörtlerinden hediye ediyordum. Şimdi sıra onların çaldıklarında. Keyifli dinlemeler! Lale Plak tişörtlerini hediye ettiğimiz caz müzisyenleri, konserlerine bazen bu tişörtleri giyerek çıkıyordu.
Jacky Terrasson ile...
L I F E
Terence Blanchard ile...
yaz düşleri COVID-19 GÜNLERİ ŞEHİR SÖZLÜĞÜ Ç.BEGÜM SOYDEMİR
KARANTİNA DÖNEMİNDE HAYATIMIZA GIREN YA DA ANLAM DEĞİŞTİREN KELIMELER GEÇİDİ
Bir virüs gibi izledim seni... Eskiden kapıyı açıp sizi gördüğü an “Anneeemm, kurban olurum” tarzı hitapla muhabbete giren valideniz, bu sıralar rutin görüntülü sohbetinize “Semptomum olmasa da bulaşı riskini azaltmak, filyasyonu pik yaptırmamak için izolasyonu ve hijyeni üst seviyelerde tutuyorum” diyerek başlıyorsa gerçekten ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ demektir. Peki nasıl olacak demektir? Harf harf anlatıyoruz.
A
AVM 32 kısım tekmili birden hikâye
“Koca bir binanın içine girip ışıltılı koridorlarda yürümeyi, mağazaların vitrinlerine bakmayı, yürüyen merdivenlerle yukarı aşağı inip çıkmayı, şöyle bir volta atmayı içerilerde” özleyenlerden de olabilirsiniz; kapı önünde uzayan kuyruğu “Sen hiç AVM’sizlikle sınandın mı? Sen hiç AVM can çekmesi bilir misin” diye eleştirenlerden de... Belki de Bilim Kurulu üyeleri gibi ‘Yani sanki ben olsam belki biraz daha mı beklerdim acaba diyorum’ tarzı ılımlı temkinlilik sularında yüzüyorsunuzdur. Fark etmez. Türkiye’nin her dem sıcak başlığı alışveriş merkezleri, bu defa tüm ülkenin gündemini belirler hale geldi. Peki neden ‘32 kısım tekmili birden hikâye’ diyoruz? Zira Ataköy’de boy gösteren ilk AVM’miz Galleria tam 32 yıl önce, 1988’de açıldı (Yaşı yetenler Fame City, Printemps falan diye sayıklıyordur şimdi). “125 mağaza, metrekaresi 400 dolardan kapışıldı” manşetli haberde Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Bayraktar’ın, Ataköy’ün bu sayede bir kültür, sanat ve moda merkezi olacağı yönündeki sözlerine de yer veriliyor. AVM’ler o tarihten sonra aldı yürüdü ama her öngörü tutacak diye de bir şey yok tabii.
B
lan herkese moleküllerimden biraz biraz gönderiyorum” cümlesiyle bizi yine şöyle bir sallamayı başardı. Bu gidişle anlaşılır tek cümlesi olarak “Beni beni, Bihter’ini” kalacak aklımızda.
Bihter ve Behlül Bu su hiç durmaz
Meşhuuuur “Tabii siz anneleri tarafından size emanet edilen çocuklara her bakımdan yetersiz gördüğünüz bir kadının annelik etmesine şiddetle karşısınız ama...” cümlesini ezberden söyleyebilecek kaç kişiyiz bilinmez ama ‘Aşk-ı Memnu’yu ilk bölümünün yayımlandığı 4 Eylül 2008’den beri döndüre döndüre izleyen çok kişi olduğumuz malum. Ziyagil ve Yöreoğlu ailelerinin doyumsuz hikâyesinde Selçuk Yöntem’den Nebahat Çehre’ye, Zerrin Tekindor’dan Hazal Kaya’ya şahane bir kadro var zaten. Ama gene de ‘yasak aşk’ın kahramanları Bihter (Beren Saat) ve Behlül’ü (Kıvanç Tatlıtuğ) ayrı bir yere koyabiliriz. Tatlıtuğ, salgının ilk günlerinde kısa süreliğine hastaneye yatarak hepimizi korkuttu; neyse ki her şey yolunda. Beren Saat ise son Anneler Günü’nde yaptığı paylaşıma yazdığı “Bugünü annesinden ayrı geçirmek durumunda ka-
N İ S A N
2 0 2 0 10 İ S T A N B U L
L I F E
C
Canlı yayın Taverna jargonunun geri dönüşü
Heveskâr sosyal medya çocuklarından samimi olarak toplum faydası gözetenlere, ‘gel kız biz de deneyelim’cilerden milyon takipçili influencer’lara Instagram’da canlı yayın yapmayan kaldı mı? Hareket güzeldir, yapılsın tabii de bir şey var ki insanı sinsice gülümsetmeden bırakmıyor. 80’li yılların tavernalarında piyanist şantörlerin kalantor müşteri ağırlama sözü olan “Ooo, Hüseyin Bey’ler de buradalar” kalıbı şekil değiştirip “Aa, Ezgi Mola da geldi” oldu. Özetleyelim: Ooo, tarih-tekerrür denklemi de gelmişler!
Ç
Çene maskesi Sütten ak o gerdana...
Elimde değil, her görüşümde (yani sürekli) Tarkan’ın ‘Öp’ şarkısındaki o satırları hatırlıyorum: “Sütten ak o gerdana/Bir çıkar ki meydana/Gel de uyma şeytana”... Şöyle de ‘okumlayabilirsiniz’: Gerdana inen şey, aslında ağzımızı ve burnumuzu sıkı sıkı sarması beklenen maskelerimiz. Meydana çıkan şey, hepimiz. Şeytana uymaması beklenen şey, virüsün ta kendisi. COVID-19 geldi, yıktı, gidiyor; biz maskeyi kuralına uygun takmayı öğrenemedik. Şimdi lütfen çenemizin altından alıp ağzımızı ve burnumuzu kapatalım. Teşekkürler Türkiye!
D
Dijital dönüşüm Şerefsizim benim aklıma gelmişti!
Bu beyaz yakalılar arasında ne ‘convergence’ toplantıları yapıldı; kaç ofisin hangarlara taşınarak operasyonu hızlıca başlatacağı konuşuldu; yönetişimden erişime, etkileşimden bilişime ‘işim’le biten kaç kelime türetildi; hangi eğitim projelerine bu yolda milyonlar akıtıldı? Beceren zaten çoktan becerdi, hâlâ ‘çok yaklaştık’ sularında gezinenlerse ofislerin çoğunun bir gecede kapatılmasıyla saatler içinde öğreniverdi. Artık ‘işe gitmek, eve dönmek’ değil ama dijital dönüşüm işini çözmek mecburiyetten! Zaten fark etmişsinizdir, pek de zor değilmiş. Geçmiş senelerdeki beyhude kıvranmalar, size de Yılmaz Erdoğan’ın ‘Vizontele’ filmindeki repliğini hatırlatmıyor mu: “Şerefsizim benim aklıma gelmişti!”
E
Eldiven Pudralı mı pudrasız mı, nitril mi lateks mi?
15 yıl öncesine kadar sadece muayeneye gittiğimizde gördüğümüz, sonra yemek programlarında kullanıldığı için manasızca her mutfağa girmeye başlayan cerrahi eldiven artık baş tacımız. Ama tabii bunun da tipleri var, farkları var, hatta maalesef boyları var. Bazen bir evde S, M, L olmak üzere üç farklı el ölçüsü söz konusu olabiliyor. Ya da pudralılar giyerken rahat ama çıkarırken her yeri beyaz lekeye bürüyebiliyor. Hayat insana daima en büyük meseleyi unutturup düşünecek mini mini şeyler hediye ediyor...
F
Filyasyon Fahrettin Koca’dan armağan
Tıp okuyanlar ya da bu tip bir hastalıkla karşılaşmış olanlar dışında ilk kez duyduk, daha da unutmayız! Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın bilgilendirme toplantılarında hep lafı geçen filyasyon, herhangi bir bulaşıcı hastalığın hangi nedenlerden kaynaklandığının tespit edilmesi işlemine verilen isim. BBC, ‘kaynak arama çalışması’ diyerek güzel özetliyor. Kökenine inince Latince ‘çocuk sahibi olmak’ anlamına gelen ‘filiare’ye ulaşıyorsunuz. Daha sonraki yaygın kullanımı, ‘belli bir anne-babanın evladı olma’ halini ifade eder şekilde. İşin özeti, olayın nereden geldiğini anlamak yani. Türkçesini yazıp bağlayalım: Otu çek, köküne bak!
G
Göbek Zeki Müren bizi kesin görüyor! Ülker’in sütlü-karamelli, ortası çukur, yassı-yuvarlak bonbonu hâlâ var mı bilmiyorum. 70’li-80’li yıllarda sehpaları süsleyen karışık şeker-çikolata kâselerinin demirbaşıydı kendisi. Nedenleri hakkında rivayet muhtelif ama bu şekere ‘Zeki Müren göbeği’ denirdi. Şu sıralar aynaya baktıkça bu şekeri hatırlayan bir ben değilim, biliyorum. Eve kapandık, ekmeği bandık, göbeği saldık işte! Oysa adını oraya buraya yapıştırmak yerine ‘Paşa’nın sözlerinden hayat dersi çıkarmayı vakitlice başarsaydık bu noktaya gelmezdik. Günlük rutinini anlatırken “Sabah cimnastiği yapıyorum. Ev idmanlarına önem veriyorum. Pedal çeviriyorum. Kürek çekiyorum ve bel kemeriyle masaj yapıyorum efendim” diyen Müren’in ‘TRT Arşiv’ YouTube kanalındaki kısacık videosunu loop’a alın; aklımız ancak başımıza gelir.
Hocalar Ah Barış Manço, neredesin?
H
Bu maddeyi okurken fon müziğiniz Barış Manço’dan gelsin: ‘S.O.S aman hocam, S.O.S canım hocam/Yardım et hocam, kurban olam!’ Biz en çok Ateş Kara, Alpay Azap, Tevfik Özlü’yü duyduk ama tabii ki çok daha fazla değerli isim vardı koronavirüs için oluşturulan Bilim Kurulu’nda. Sonra ‘bayramda ilaç bulucu’ hoca girdi hayatımıza. En karışık ilk günlerse ‘gündüz kuşağı’ ve ‘genetik tespit’ hocalarını birer birer elemekle geçti. Artık herkes hocasını seçmiş durumda. Haliyle kimse o kadar sinirlenmiyor da. Zaten ne diyordu Manço fon şarkımızda: “Yumu yumu, şak şak, yumuşak geee!”
J
Mesafe Kaderimden kalanı silsem de gitmiyor
Jules Verne Bir şeyi de bilme be adam!
İ
Izolasyon Limon ağacı görsek daha ne isteriz...
Fools Garden’ın güzelim ‘Lemon Tree’ şarkısında şair sanki bugünlere seslenir ve der ki “Isolation is not good for me” yani “Bu izolasyon işleri bana göre değil arkadaş!” Herkesin evinde oturduğu, herkesin aynı anda sıkıldığı, herkesin kaldırımları öpmek istediği zor günlerden geçtik, üstelik daha hiçbir şey bitmedi. E, kaçımızın evi haftalarca baksan da sıkılmayacağın bir manzara sunuyor olabilir? Nakaratında “Tek görebildiğim sarı bir limon ağacı” diyen şarkının sözlerini yazan, bizim maruz kaldığımız pencereleri görseydi keşke...
I
Islak Feleğin tekerine çomak sokanlar onlayn mı?
“Yerler ıslak, yeni sildim, basma”; “Elim ıslak, makarna paketlerini yıkıyordum”; “O bezi iyice ıslat, sabunla, şu damacanaları ov”... Bu dönemi anlatacak tek kelime arıyorsak, ıslaktır o. Ama sileriz, yıkarız, ovarız; ellerimiz çatlar, pul pul dökülür, bitap düşeriz; ne gam! Yeter ki gözlerimiz daha fazla ıslanmadan çıkalım şu işten artık.
Fransız bilimkurgu yazarının pek çok kitabını okumuş ya da duymuşsunuzdur bugüne kadar. Dönem dönem ‘Jules Verne bunu 100 yıl önce yazmıştı’ haberlerine de sık konu olur kendisi. Ama bu bambaşka! Bu kez içinde gerçekleşen öngörüler yok ama cuk oturan bir mizah var. Okullar 12 Mart itibariyle kapandı, uzaktan eğitim sistemine geçildi derken bu kitap kapağı her yerde dolanmaya başladı: ‘İki Yıl Okul Tatili’. Dileyelim, yazarın bu kurgusu tutmamış olsun...
“Yüreğinden yaralı bizim hikâyemiz” diye başlar Serdar Ortaç’ın ‘Mesafe’ şarkısının nakaratı. Bugünlere bu kadar uyacağını kim bilebilirdi? Anne-babalar evlatlarından, nine-dedeler torunlarından, sevgililer birbirinden ayrı kaldı da kaldı! Görüntülü konuşmalar kesmeyince camdan/balkondan el sallamalar, asansör boşluğundan buğulu gözlerle öpücük atmalar devreye girdi; rahatlamak yerine acımız katlandı. Bir Twitter kullanıcısı 1 metre mesafe bırakarak görmeye gittiği annesinin şahane çözümünü yazmıştı: Kapıyı açar açmaz çocuğunun üzerine temiz çarşaf atıp üstünden sarılmak! Evet, sarılmak söz konusuysa anneler yolunu bulur.
Kısa çalışma uygulaması Uzun oturmak demek değildir ‘Uygulama’dan anladığı telefon aplikasyonu, ‘kısa çalışma’ denince tahayyül ettiği yarım gün iş kırmak olan masum çalışanlardık; hayat bize bunu da öğretti. İŞKUR’un tanımı şu: “Genel ekonomik, sektörel, bölgesel kriz veya zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak en az üçte bir oranında azaltılması veya süreklilik koşulu aranmaksızın işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen en az dört hafta süreyle durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere sigortalılara çalışamadıkları dönem için gelir desteği sağlayan bir uygulamadır.” Teoriyi bilin tabii ama içine girmeden anlaması, anlamadan içine girmesi zor.
L H A Z İ R A N
2 0 2 0
Luppo N’olur n’olur n’olur, kendini bana ver
Şölen’in temelde ‘kakaolu kek’ diyebileceğimiz atıştırmalığı nasıl gündem oldu, hatırlayalım. Virüs kaynaklı ilk sokağa çıkma kısıtlaması kararı 10 Nisan, saat 22.00’de açıklandı. Herkes panikle alışverişe koşturdu. Kasa kuyruklarında elinde Luppo paketi olan bir kişi tespit edilince sosyal medya kazanı kaynadı da kaynadı. Sonra altından çıkan hikâye, ‘çatlayana kadar gülme’ emojisi konacak gibi değildi ama neyse ki o vakte kadar Twitter’ımızı güzelce beslemiştik! Reklamlarında Yasemin Mori’nin şarkısı ‘N’olur’u kullanan kek ise galiba tüm bu sürecin en kârlısı oldu. 12
İ S T A N B U L
L I F E
N
N95 Tak etti canıma bu maskeli balo!
Bu dönemde en çok kullandığımız aksesuarımız maske oldu malumunuz. Tabii hızlıca onun da çeşitleriyle tanıştık. Telli/telsiz, ventilli, üç katlı derken aslında sağlık çalışanlarının solunum izolasyonunda kullandığı N95 maskelerin en iyisi olduğu konuşulmaya başladı. Ancak uzmanlar sağlık çalışanı olmayanlar için cerrahi maskenin yeterli olduğu görüşünde. Bu arada unutulmayacaklar arasına giren meşhur maskenin adını, havadaki küçük parçacıkların en az yüzde 95’ini filtrelemesinden aldığını da belirtelim.
O
Online Eyletmen beni, bağlatman beni, ağlatman beni...
Bebeksen de dedeysen de, öğrenciysen de hocaysan da, mobilsen de yayaysan da çevrimiçi olmama lüksün yok artık. Sanatçısı, oyuncusu, müzisyeni zaten çoktan işlerini buraya taşıdı. Ofis işçilerininse nefes alacak dakikası kalmadı maalesef. “Ay nasılsa hepimiz onlaynız” denilerek ayarlanan toplantıların, hafta sonu kavramı da iyice eridiği için 7/24 akıştaki mail ve mesajların sonu gelmiyor. İnternete bir şey olursa topluca biteriz, sahip çıkalım fibere!
P
Podcast Bize göz kulak olun
Mazisi 2000’lerin başına uzanan bir yayıncılık türü podcast. İlk kez gazeteci Ben Hammersley, Şubat 2004’teki The Guardian yazısında iPod ve broadcast (yayın) kelimelerini birleştirerek kullanıyor. 2005’te New Oxford American Dictionary editörleri ‘podcasting’i yılın kelimesi seçip tanımı da “Bir radyo yayını veya benzer bir programın internetten şahsi bir sesçalara indirilebilen dijital kaydı” olarak kuruyorlar. O tarihten beri hareketli olan, son iki senedir yeniden popülerlik kazanan bu tür asıl patlamasını korona sayesinde yaptı. Bize de virüs vesilesiyle başlayan serilerin en çok dinlenenleri arasında yazarlarımızın olduğunu gururla duyurmak düşer. Mirgün Cabas’ın çok farklı alanlardan isimleri şahane konuşturduğu ‘Nasıl Gidiyor Karantina’, Elif Key’in çocukların muazzam dünyasını anlamamızı sağladığı ‘Dersimiz: Karantina’, Cansu Çamlıbel’in Can Selçuki’yle yaptığı ‘Zeitgeist Turkey’ (İngilizce) gerçekten kaçmaz. Farklı bir deneyim yaşamak isteyenler içinse Tülin Özen ve Tansu Biçer’li ilk kurmaca podcast dizisi ‘Karanlık Bölge’yi öneririz.
Ö
Öpüşmek Bilemiyorum Altan...
Nisan sayımızda Ferzan Özpetek, “Karantina günlerini ilişkilerinin başında yaşayanlar çok şanslı. Eve kapanacaksınız üç buçuk hafta; yemek, içki ve seks!” deyince ağzımızdan “Aa hakikaten ha...” kelimeleri dökülmüştü. Çift olarak virüssüzlükten emin olup izole yaşamayı da başarırsanız hayat gerçekten size güzel.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
13
İ S T A N B U L
L I F E
R
Retro Bu mahallede yaşar bizim Perihan Abla
İnsanın huyu işte; kriz çıktığı an eski mutlu günlerini hatırlama dürtüsü devreye giriveriyor. Üstelik bu sefer krizle fırsat hiç olmadığı kadar güçlü birleşti. Setler, stüdyolar, projeler bıçak gibi kesilince kanallardan platformlara dizilerin bitpazarına nur sağanağı başladı. ‘The Sopranos’tan ‘Six Feet Under’a, ‘Kiralık Aşk’tan ‘Erkenci Kuş’a sandıklar bir bir açıldı. Bu alanın en şanslısı TRT de boş durmadı tabii. ‘Yeditepe İstanbul’, ‘Gülşen Abi’, ‘Uğurlugiller’, ‘Yedi Numara’ ve tabii en aşırı nostaljik değerimiz ‘Perihan Abla’. Perran Kutman’ı da Şevket Altuğ’u da, “Aa öyle deme Perihan”ı da “E nasıl diyim Şakir”i de unutmamışız, iyi mi! Fakat o dizi içi şarkılar o zaman da komik değil gülünçtü, şimdi de öyle. Daha deşmeyip oradan bir şarkı sözüyle bağlayayım: “Aman aman aman, bir tatsızlık çıkmasın!”
Peki ya denetleyemediğiniz durumlar varsa? Eşiniz hâlâ işe gitmek zorundaysa veya ayrı evlerde ve başka insanlarla birlikte yaşıyorsanız ne yapacaksınız? Size sihirli bir formül söyleyeceğimizi mi sanıyorsunuz? Maalesef! Şimdilik lütfen oturup fırtınanın dinmesini bekleyin. Bu arada yalnızsanız ve hâlâ okumadıysanız mayıs sayımızda Ceren Şehirlioğlu’nun yazdığı ‘Peki biz nasıl sevgili bulacağız?’ yazısına göz atın.
S
Daha her yerde bulunabilir olmadan önce Begüm Kütük-Erdil Yaşaroğlu çiftinin evlerinde üç boyutlu yazıcıyla üretip sağlık çalışanları için bağışladığı haberini okuduk. Sonra büyük marketlerin kasiyerlerinde, yavaş yavaş herkeste görür olduk. İnsana güven de veren bir koruma sağlayan siperlikler eli yüzde gezdirmeyi de havadan gelecek damlacıklara maruz kalma riskini de başarıyla bertaraf ediyor. Tek kötü yanı, varlığını unuttuğunuzda siperliğe çarpıp dönen parmağı bir süre nereye koyacağınızı bilememek.
T
Y
Siperlik Bende çelik var, ayna var, siperlik var
Tıraş Çok da uzatmamak lazım
Bu dönem alternatif tarihe ‘her erkeğin mecburen hipster olduğu aylar’ olarak da yazılabilir pekâlâ. 22 Mart itibariyle açılması yasaklanan berberler 11 Mayıs’ta kilidi kaldırana kadar saçlar uzadı, sakallar kabardı, bıyıklar burulur hale geldi. Evet, kadınlar da kuaför salonlarını çok özledi ama en azından bu süreçte tipleri değişmedi ya da kapalı kepenkler ardında kaçak tıraş faaliyetlerine girişip polislere basılmadı!
Ü
Ücretsiz içerik Bilet yok, davetiye yok, seçenek çok
“Okuyacağım da alacak param yok”, “İzleyeceğim de ayıracak vaktim yok”, “Dinleyeceğim de gidecek halim yok” cümlelerinin kafadan yalan dolan olduğu günlerdeyiz. Müzelerden galerilere, tiyatrolardan konserlere, dizilerden belgesellere, kitaplardan dergilere her şey parmaklarınızın ucunda. Türkiye’den de dünyadan da en önemli kurumlar en değerli içeriklerinin bile kilidini kaldırdı. Daha ne bekliyorsunuz?
V
Vaka Olay mı var?
Dilimize Arapçadan girmiş, ‘olay’ anlamına gelen bu sözcük artık çoğunlukla tıp terminolojisinde ‘hasta’ anlamıyla yaşıyordu. Haliyle bu dönemde o da yeniden parlayarak aramıza döndü. Küçücük çocuklar bile aralarında “Vaka sayısı düşüyor” diye konuşuyor. Kelimenin sonuna Farsça ‘yazmak’ anlamındaki ‘nuvis’in eklenmesiyle oluşan ve ‘kayıt yazıcısı, tarihçi’ anlamlarına gelen sözcüğü de duymuşsunuzdur belki. Evet işte, bugünleri de vakanüvisler yazacak.
U
Yaş hikâyesi Ben evde tutuklu kaldım
Beş sene önce “Vurur yüze ifadesi/Bulur seni bi’ tanesi” sözleriyle dillere dolanan Merve Özbey şarkısını hatırlarsınız. İsmi ‘Yaş Hikâyesi’ olan bu şarkı bu sene çıksaymış da yerini bulurmuş! 65 üstü, 20 altı, 0-14 arası falan derken özgürlüğümüzü de karantinamızı da, risk grubunda olup olmadığımızı da kafa kâğıdımız belirledi en çok. Evet, kafa kâğıdı dedim. Hayır, 65 üstü değilim.
Z
Zoom Sırtını kütüphaneye dayayan...
Bin yıllık Skype, nispeten yenilerden Houseparty de var tabii ama bu dönemin yükseleni tartışmasız Zoom oldu. Çoklu görüntülü konuşma imkânı sunan uygulamalar arasında en fazla tercih edilen olmaya oynarken, şöhretin doğal aşamaları olan kendi skandalını ve geyiğini üretmeyi de başardı. Skandal: Porno görüntülerle hack’lenen toplantılar. Geyik: Herkesin arkasında mutlaka kütüphane görünmesiyle başlayan tantana. Bu işlerde doğal ilerleyiş, daha güçlü bir rakibin eskiyi alt etmesidir. Beklemedeyiz...
Bir bahanenin sağlamlığını yıllara yenilmemesinden anlarsınız. İş kırmak için söylenen yalanların yıkılmaz kalesi “Galiba zehirlendim”, bunun en iyi örneklerindendir. Aksinin ispatı zordur, arkasında ertesi güne sarkacak iz bırakmaz ve insan yaşayıp beslendikçe olasılık dahilindedir. Miadını doldurdu sananlar bir daha düşünsün çünkü “Elektrikler kesikti” de öyle. Şu sıra EBA (Eğitim Bilişim Ağı) TV ya da görüntülü programlar vasıtasıyla sanal sınıflara doluşan çocuklar sayesinde yeniden ve çok daha güçlü dolaşıma gireceği günler yakındır.
Uzaktan eğitim Öğretmenim, elektrikler kesikti H A Z İ R A N
2 0 2 0
14
İ S T A N B U L
L I F E
İstanbul’un kültür sanat yaşamına yeni bir soluk Beyoğlu’nun kültür ve sanat tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. Geçtiğimiz yıllarda tadilata alınmak üzere boşaltılan İş Bankası Beyoğlu Şubesi’nin binası için inşaat izni çıktı. Tarihi yapı restore edilerek resim müzesine dönüşecek. Müzecilik alanındaki tecrübelerini yeni bir projeyle taçlandıran İş Sanat, topluma kazandıracağı resim müzesinde İş Bankası’nın 1940’lı yıllardan bu yana oluşturduğu resim koleksiyonunu sergileyecek. Odakule’nin yanındaki tarihi binanın resim müzesi olarak hizmet verecek olmasından mutluluk duyduklarını belirten İş Sanat Genel Müdürü Zuhal Üreten, “Tarihi eser statüsündeki binamızın restorasyonu için uzun zamandır beklediğimiz inşaat izni çıktı. Önümüzde zorlu bir yol olsa da tarihi yapılarımızın kent belleğinin korunmasında ve geleceğe aktarılmasında önemli bir yeri olduğunun bilinciyle çalışmalarımızı yürütüyoruz. Bir asra emin adımlarla ilerleyen, ülke ekonomisine olduğu kadar Türkiye’nin toplumsal hayatına da değer katmayı görev edinen kurumsal bir kültüre sahibiz. 2007 yılında İstanbul Eminönü’nde Yenicami şubemizin tarihi binasını Türkiye İş Bankası Müzesi’ne; geçen yıl Ankara Ulus’ta, tarihi genel müdürlük binamızı İktisadi Bağımsızlık Müzesi’ne dönüştürmemizin ardından şimdi üçüncü müzemiz İstanbul’un kültür sanat hayatına katılacak. Türk resim sanatımızın bir retrospektifi niteliği taşıyan koleksiyonumuzdaki 800’ü aşkın pek çok usta sanatçının 2 binden fazla eserini sanatseverlerle buluşturacak olmanın heyecanını yaşıyoruz” diye konuştu.
TARIHI BINA, BEYOĞLU’NUN EKONOMIK VE SOSYAL TARIHÇESININ BIR PANORAMASI
1900’lü yılların başında zemin katı ticari amaçlı, diğer katları konut olarak inşa edilen bina, bodrum ve zemin katların yanı sıra beş normal kat ve bir teras katından oluşuyor. Korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillenmiş bu yapı, Beyoğlu’ndaki 20’nci yüzyıla ait apartmanlar arasında gerek konum gerekse mimari açıdan dikkat çeken örneklerden biri olarak değerlendiriliyor. Mimari projesi Teğet Mimarlık tarafından hazırlanan binanın restorasyon inşaatı önümüzdeki günlerde başlayacak. Proje sürecinin heyecan verici olduğunu söyleyen mimari projenin müellifi Teğet Mimarlık’tan Ertuğ Uçar, “Yapı, 20’nci asır başına tarihlenen güzel, heybetli bir Beyoğlu apartmanı. Koleksiyon ise Türk sanatının cumhuriyet dönemindeki en önemli temsilcilerinin ilk kez gün ışığına çıkacak eserleri. Koruma disiplininin alışkanlıklarını sorgulayan bir tasarım yaklaşımıyla, 20’nci asır başı tipik Beyoğlu apartmanının atmosferini yaşatırken günümüz çağdaş müzesinin ihtiyaçlarına cevap oluşturmayı amaçladık. Yapının en iyi şekilde tamamlanıp İstanbul’un ve İstiklal Caddesi’nin kültür sanat hayatına katılmasını biz de sabırsızlıkla bekliyoruz” dedi. Beyoğlu’nun yeni resim müzesi, çok amaçlı galerileri, atölyeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları kitabevi, kafe ve restoranıyla da sanatseverler için yeni bir buluşma noktası olmaya aday.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
15
Tarihi bina, Beyoğlu şubesi olarak 1953-2016 yılları arasında hizmet verdi. Görkemli yapı, yüksek tavanları ve geniş camlarıyla dikkat çekiyor.
İ S T A N B U L
L I F E
Cüneyt Özdemir
Bundan beş yıl önce iki bavulla New York’a geldik. Bir otel odasında Mavi’yi okula yazdırdık, ev aramaya başladık. Üç yılda New York’ta üç ev değiştirdik. Bir yıl da Silikon Vadisi’nde yaşadıktan sonra, yine iki bavulla geri dönüyoruz. Son araştırmalara göre ülkedeki farklı siyasi görüşlere sahip gençlerin büyük çoğunluğu, kapağı bir an önce dışarıya atmaya çalışıyor. Bu ülkelerin başında da ABD geliyor. (Bu da tuhaf zira bir başka araştırmaya göre gençlerin aynı orandaki çoğunluğu ABD’den nefret ediyor!) Bu vesileyle kendi tecrübemden yola çıkıp biraz yurtdışında yaşamanın avantajlarını ve dezavantajlarını anlatayım.
Bir şehri tam kalbinden vurup gitmek
“İnsanın anadili aslında anayurdu. Gurbette suratınıza çarpan ilk poyraz buradan esiyor. Hangi ülkeye giderseniz gidin, o dilin mültecisi olarak 1-0 yenik başlıyorsunuz hayata…”
SIL BAŞTAN ÖYLE KOLAY DEĞIL Demokrasi, özgürlükler, ekonomik belirsizlik, yaşam tarzını saymazsak herkesin yurtdışına gitmek için farklı bir nedeni var! Ancak yurtdışına gidildiğinde hikâyeler üç aşağı beş yukarı birbiriyle benzeşiyor hatta eşleşiyor. Evde kurulan hayallerle gerçekler pek örtüşmüyor. İnsan yaşadığı ülkede zaman içinde neler biriktirdiğini ya da nelere sahip olduğunu, o şehri arkasında bırakıp gittiğinde daha iyi anlıyor. İnsanın anadili aslında anayurdu. Gurbette suratınıza çarpan ilk poyraz buradan esiyor. O ülkenin dilini ne kadar iyi ve hatta aksanlı konuşursanız konuşun, dil dediğiniz sadece kelimeler bütünlüğü değil. Geçmiş, gelenek, kültür kodları, eğlence anlayışı, hüzün, mutluluk; hepsi o dili dil yapıyor ve hangi ülkeye giderseniz gidin, o dilin mültecisi olarak 1-0 yenik başlıyorsunuz hayata… H A Z İ R A N
2 0 2 0
16
İ S T A N B U L
IRKÇILIK VİRÜSÜNE HAZIR MISIN? Gelişmiş bir Avrupa ülkesi ya da en lüks Amerikan şehri, fark etmiyor; sizi sokak aralarında pusuda bekleyen bir ırkçılık karşılıyor. Nasıl ki bizim pek çok beyaz yakalımız astronot bile olsa Suriyeli mültecilere burun kıvırıyorsa hangi ülkeye giderseniz gidin, bir noktada ırkçılık duvarına toslayacaksınız, hazır olun. İstediğin kadar eğitimli ol, istediğin kadar özel yeteneklerin olsun, fark etmez! Her ülkeninki farklı olsa da insanoğlunun DNA’larında ırkçılık virüsü koronavirüsle birlikte kol geziyor. Sıradan bir banka kuyruğunda yabancı olduğunuzu anlayan bir memur sizin kelimelerinizi düzeltecek, bir kahve kuyruğunda siparişinizi alan garson isminizi telaffuz etmeye çalışırken küçümseyerek gülümseyecek, Hint bir taksi şoförü L I F E
aksanlı İngilizcesiyle sizin aksanlı İngilizcenizi beğenmeyecek… Sıradan manzaralar… Daha bunun işyerindeki versiyonlarını saymıyorum. İnsanın kendi ülkesinde yaşarken artık farkına bile varmadığı kimi küçük konfor alanlarını, gittiğiniz o şehrin ara sokaklarında hatırlayacaksınız. Bir takside iki dakikalık bir muhabbetten, karşınızdakinin nereli olduğundan siyasi görüşüne kadar pek çok şey çıkarabilirken, bu yeni ülkede her şeye olmasa da pek çok şeye sıfırdan başlayacaksınız!
mak, ev kiralamak, araba almak, ehliyet almak... Kendinizi bambaşka bir ülkenin bürokrasisinin ortasında bulduğunuzda ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız belki. Sadece küçük bir ikilemi paylaşayım: Mesela ABD ya da İngiltere’de ev tutmanız için bir banka hesabınız olması gerekiyor. Banka hesabınızın açılabilmesi içinse bir ev tutmuş olmanız ve oraya elektrik, su, gaz gibi faturaların geliyor olması lazım. Hadi çıkın bakalım işin içinden çıkabilirseniz... Şöyle söyleyeyim, ben ABD’de ilk telefon hattını aldığımda ev adresi olarak otelin adresini vermiştim!
YİNE DE GİTMEYE DEĞER Mİ?
TEKNOLOJİK GURBET Nasıl ki turist olarak gittiğiniz yabancı ülkede gördüğünüz yerleri bire bir Türkiye’deki yerlerle benzetip eşliyorsanız bu alışkanlık farklı bir evreye taşınıyor. Vücudunuz o sokaklarda turlamaya devam ederken aklınız binlerce kilometre ötedeki ülkede oluyor (En azından bende böyle oldu, belki biraz da işim icabı). 1993 yılında bir süre Londra’da yaşamıştım. O günlerde yazdığım veya bana yazılan mektuplar hâlâ duruyor. Ankesörlü telefondan konuşmak için para biriktirdiğim aklımda kalmış. 2016’da New York sokaklarında dolaşırken gözüm Türkiye gündemindeydi, Arkadaşlarım belki çok uzaktaydı ama FaceTime kadar da yakındı. WhatsApp ile süren sesli aramalar mı dersiniz, Zoom’un canına okuduğu Skype teknolojisiyle konuşmalar mı, DM’den mesajlar mı? Teknoloji o kadar gelişti ki İstanbul’da
görüşemediğinizden de daha çok insanla görüşüyor buluyorsunuz kendinizi. Bu bir süre sonra bünyede tuhaf bir dengesizlik de yaratmıyor değil. Yeme-içme hatta uyku saatleriniz değişiyor. Paralel evrende iki hayatlı bir yaşama geçiyorsunuz, paralel dünyada farklı bir yaşama giriyorsunuz. Vücudunuzun olduğu yere mi aitsiniz, kafanızın ait olduğu yere mi? Güzel dilemmalar bunlar…
BÜROKRASİYLE SAVAŞ Yurtdışına giden pek çok kişi, eğer biraz şanslıysa eğitimini, işini önceden ayarlıyor. Gözünüzü korkutmak istemem ama yine de ülke değiştirmek, turist olarak bir ülkeye gidip, üç-beş gün geçirip geri dönmeye benzemiyor. Sadece hayatınızı değil, tüm geçmişinizi de sıfırlıyorsunuz. Hemen her şeyi yeniden kurmak uzaktan göründüğü kadar kolay bir iş değil. Vize almak, kalıcı vize almak, banka hesabı aç-
H A Z İ R A N
2 0 2 0
17
İ S T A N B U L
L I F E
Bence değer… Bunun birkaç nedeni var. İlki; farklı bir ülkede bir süre yaşamak, insanın kendi hayatıyla ilgili pek çok konuyu gözden geçirmesini sağlıyor. Rutini yıkmak ve başka bir ülkenin rutinine, hele de belli bir yaştan ve onlarca alışkanlıktan sonra girmek, biliyorum kolay değil ama insanı müthiş yenileyen bir ‘şey’. Zenginlik dediğiniz kavram artık sadece parayla ölçülmüyor. Mesela benim için ‘deneyim’ çok önemli ve farklı kültürleri tanımak da en az onun kadar değerli. Turist olarak gittiğinizde, hangi ülkeye giderseniz gidin, küresel bir turizm balonunda hareket edebiliyorsunuz. İster her şey dahil otele gidin, isterseniz ‘Burning Man’ festivaline, tüm davranışlarınızı hep o turizm balonu yönlendiriyor ve size fiyakalı bir kartpostal sunuyor. Ülkesine göre değişse de genelde normal hayatı teğet geçtiğiniz bir kartpostal bu. Oysa başka bir ülkede yaşamak, o insanların arasına karışmak çok farklı vizyonlar katabiliyor size… Ancak bir süre sonra memleket hasreti burnunuzda tütmeye başlıyor. Bazen bana “Ne yapalım” diye soran gençlere tek bir cümlede kendi yurtdışı maceramı özetliyorum: “Mutlaka başka bir ülkeye gidin, yaşayın ama sonra Türkiye’ye geri dönün. Zaten istemeseniz de bu ülke bir mıknatıs gibi sizi kendine çekecektir.” Eğer korona belasını atlatabilirsek iki bavulla tekrar memlekete dönüyoruz. Huyunu suyunu bildiğimiz canım ülkemizde görüşmek üzere; gidene de gelene de iyi yolculuklar…
yaz düşleri
Tepeden tırnağa haz mevsimi HASAN BÜLENT KAHRAMAN
İstanbul’un eski plajlarına da gittim, Erdek ve Marmaris’te ‘yazlıkçı’ da oldum. Başta aristokrasiye has kabul edilen ‘tatil’ kavramının nasıl değiştiğine de şahidim, bu dönüşümün bugünkü anlayışı nasıl inşa ettiğine de. Güneşli hayallerin doğurduğu sanattan da büyülendim, deniz kenarında serpilen bazı aşkların heybetinden de… Hepsini yazdım. Çünkü kuşkusuz yaz, uzun uzun yazılmayı hak eder.
Plajda Kadınlar, İbrahim Çallı, yaklaşık 1927.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
18
İ S T A N B U L
L I F E
Kadıköy sahili, 1950’ler.
Çocukluğumun yazları Yaz başkadır, tatil başka. Birbiriyle iç içe geçse de yazla tatil aynı şey değildir; o nedenle yazın yapılan tatile, üstüne basa basa ‘yaz tatili’ demek gerekir. Ben de İstanbul’dan yaz tatillerini anımsıyorum ama yazları o kadar önemsemiyorum.
B
ende yaz kavramının ne zaman oluştuğunu anımsamıyorsam da daha 1960’ların başında anne ve iki oğul olarak Kars’tan trene binip İstanbul’a, anneannemin ve o zaman henüz çok genç olan dayımın yaşadığı Kadıköy Vahap Bey Sokak’taki evlerine geldiğimizi çok iyi anımsıyorum. Denizi ilk kez gördüm ve âşık oldum. O gün bugündür dinmeyen bir tutkum oldu deniz, büyük ovaları örten karla birlikte. Şimdi geriye bakıp düşündüğümde, o İstanbul günlerinden hiç öyle bir tatil duygusu alamıyorsam da yaz duygusu olanca görkemiyle içimde ışıldıyor. Hiç başka şey söylemeden yazayım: Yaz başkadır, tatil başka. Birbiriyle iç içe geçse de yazla tatil aynı şey değildir; o nedenle yazın yapılan tatile, üstüne basa basa ‘yaz tatili’ demek gerekir. Ben de İstanbul’dan yaz tatillerini anımsıyorum ama yazları o kadar önemsemiyorum.
Moda, 1960’lar. Mahmut Atasever Arşivi.
Türkiye’nin yazları Erdek, 1950’lerin sonunda bugünkü Bodrum’a denk çekicilik kazanmış, yazları herkes oraya gider olmuştu. Kuşadası, 1960’ların sonunda Club Med’in de sağladığı esinle daha şıktı, daha ‘Avrupai’ idi. Asıl patlama, 1980’lerden sonradır. Özal ‘zenginleri seven’ biri olarak insanlara para harcamayı öğretince başladı gerçek ‘yazlık’ macerası. Hâlâ devam ediyor.
Moda, Bostancı, Çiftehavuzlar, Fenerbahçe plajlarında denize girmek
Yıllar geçtikçe İstanbul’la bağım o yazlarda güçlendi. Arka, küçük, loş ve yaylar üstündeki çok rahat karyolada bütün öğleden sonraları kitap okumaktı yaz benim için (Sonra Kadıköy Baylan’ı keşfettim. Evden kaçıp oraya gider, akşamüstleri yetişkin biri gibi, henüz ilkokulda bir çocuk, kitap okurdum. Orada okuduğum ve unutamadığım bir kitap ‘İki Şehrin Hikâyesi’dir. Sonra Markiz Pastanesi’ni keşfettim. Bambaşka bir öyküsü vardır). Kadıköy’den Celal Dayı’mın taşındığı Çiftehavuzlar’a kadar, Kurbağalıdere’yi geçerek yürümekti. Vapur iskelesinin Moda’ya doğru uzanan kısmında ve Moda sahilinde banklarda oturmak, akşamüstü Roman çocukların denizden çıkardığı midyeleri Arif Dayı’mla birlikte tenekenin üstünde pişirtip yemekti. Moda, Bostancı, Çiftehavuzlar ve Fenerbahçe plajlarına gitmekti. Uçuk mavi, sirius bulutlarının düşsel çizgileriyle taranmış gökyüzü altında, nispeten serin ama daima nemli yazlarda, güneşin bir açıp bir kapadığı günlerde denize girmekti. Sonsuzca uzanan, inin ve cinin top oynadığı, rüzgârın kumları savurduğu serin, gri günlerde, Kumburgaz sahilinde, git git dizini aşmayan denizde yüzmekti. H A Z İ R A N
2 0 2 0
Sonra ‘sosyete’ değişti. Yetişmemde çok emeği olan Hayri Amca’nın kasabası olan Erdek, galiba 1950’lerin sonunda bugünkü Bodrum’a denk bir çekicilik kazanmış, yazları herkes oraya gider olmuştu. Biz de gittik. Şehrin tam içinde kiraladığımız bir evde yazları kalmaya başladık. Ellerimizde çantalarla yürüyerek Alevok Oteli’nin önündeki ve kasabanın doğusundaki Gazi Tepesi’nin altındaki plaja giderdik. Akşamüstü de yorgun argın dönerdik. Ama şöyle: Kıyıda birtakım adamlar ellerinde ağlarla beklerdi. Derken birisi ansızın denize sıçrar, ağı atar, çevirir, bir dolu balığı çekerdi. Kefaller, lüferler, eğer mevsim eylüle doğru sarkıyorsa çingenepalamudu... Alanlar alırdı. Erdek’ten sıkıldık. Bir yıl Yalova’ya gittik, sevmedik. 19
İ S T A N B U L
L I F E
Marmaris, 1970’ler.
Sadece Termal Otel’de yaşamının son yazındaki İsmet Paşa’yı (İnönü) gördük. Bir yazı Kuşadası’nda geçirdik. Derken babamın Marmaris’te bir site inşa ettiren arkadaşı Süleyman Amca’ma mektup yazdık; telgrafla “Bekliyoruz” cevabı aldık. Sene 1972’ydi. 1961 model Chevrolet Biscayne arabayla gittik ve Marmarisli olduk. Ankara Sitesi’ndeki, o herhalde 40 metrekarelik ev hâlâ duruyor. Ben yazlığa gitmekten oldum bittim hazzetmedim. Marmaris’te de Erdek’te de yaz benim için arka odalarda hiç çıkmadan akşama kadar kitap okumaktı. Akşamüstü de denize girmek. Üniversiteye geçince yıllar yılı tatile gitmedim. Kendi başıma yaz maceraları yaşadım. Şimdi yazları da, tatili de daha çok seviyorum. 1970’li yıllarda Marmaris, inşa edilen sitelerle gözde bir yazlık bölgesi olmaya başlamıştı.
Yazlık biraz da yalınlık istemek değil midir?
Herkes yoksuldu. Onu söyleyeyim. ‘Sayfiye’ dediğimiz hayatın özel bir yanı yoktu. Kışlık evimizde nasıl yaşıyorsak yazlıkta da öyle yaşıyorduk. İnsanlar genellikle memleketlerine giderdi. ‘Yazlık’ bilinci yeni yeni gelişiyordu. Bu işi canlandıran; Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun başını çektiği, tüm entelektüellerin katıldığı ‘Mavi Yolculuk’ ve onun ‘merkez üssü’ olan Bodrum’dur. Derken Marmaris geldi. Ama onlardan önce, dönemin efsanevi Turizm Bakanlığı Müsteşarı Mukadder Sezgin’in öncülüğünde canlandırılan Kuşadası var. Düşünün ki, Batı’da ‘yaz tatili’ imgesini oluşturan Club Med’ler onun akıl almaz çabaları sonucunda Fransa dışında ilk kez Kuşadası’nda açılmıştır. Kuşadası, 1960’ların sonunda Club Med’in de sağladığı esinle ve getirdiği ‘hava’yla daha ‘upper-class’ (üst sınıf ) bir yerdi. Daha şıktı, daha ‘Avrupai’ idi. Erdek ve Marmara kıyı kentlerinde ise bal gibi Anadolu havası eserdi; insanlar belediye çay bahçesinde oturur, çekirdek yer, çay içerdi. İsteseniz de gidecek kulüp, bar, restoran bulamazdınız. Erdek’te bir tek bar vardı: Vitamin Bar...
S
onra dünya değişti. Önce 1970’ler geldi. İnsanlar yavaş yavaş yaşamayı öğrendi ama hâlâ her şey iyi manasında çok ilkel (yoksa ‘ilksel’ mi?) bir düzeyde devam ediyordu. Asıl patlama, 1980’lerden sonradır. Özal ‘zenginleri seven’ biri olarak insanlara para harcamayı öğretince başladı gerçek ‘yazlık’ macerası. Hâlâ devam ediyor. Zenginler etek dolusu para verip İstanbul’da yaşadıkları evlerden daha geniş, büyük, görkemli evleri yazlık yerlerde inşa ediyor. Haydi havuzları anlıyoruz ama bir de saunalar var o evlerde, fayanslar falan. Bu türden evler yok değildir dünyada ama yazlık benim bildiğim, biraz da yalınlık istemek, az ve özle yetinmek, doğanın bağrında olmaktır. Paris burjuvazisi hâlâ köylerine gider ağustos ayında. Provence’a da özellikle bu nedenle gidilir: Doğa ve kır. New York burjuvazisi için Hamptons ve Upstate New York veya Connecticut kırlarıdır.
Sayfiye serüvenleri
Sayfiye İstanbul’da Bostancı, Caddebostan, Dragos evleriydi. Fakat her şeyden fazlasıyla yaz, Adalar’dı. Yazlıklar kent hayatının bir parH A Z İ R A N
2 0 2 0
çasıydı 1970 sonrasında. Açık hava sinemalarıyla, hayali kurulan aşklarla başlayıp evlenmelerle sonuçlanan macera tanıklıklarıyla, yıllar yılı devam eden aile ve birey dostluklarıyla yazlıklar gerçekten bir serüvendir.
T
atil kavramı daha önceki dönemlerde aristokrasiye hastı (Yoksul ve çaresiz Hidra Adası’na Kennedy’nin, Prenses Margaret’in geldiğinden birazdan bahsedeceğim). 1960’ların sosyal devlet kavramı, tatili herkes için bir ‘hak’ düzeyine getirdi. Haftalık çalışma saatlerinin kısalması, yıllık ve ücretli izinlerin benimsenmesi neticesinde kitle turizmi kendini gösterdi. Club Med’lerle başlayan zincir başka örnekler yarattı. Her ülke ona benzeyen zincirler oluşturdu. 1990’lardan sonra başka bir dönemeç alındı. Toplumlar ve burjuvaziler zenginleşti. Varsıllık beraberinde lüksü getirdi. Artık hiçbir şeyle yetinmediğimiz bir dönem başlamıştı. Kendimizde her şeye hak görüyorduk: En pahalı lokantalar, oteller, eşyalar, nesneler... Tatiller de bu minval üzere yapılır oldu. Teknelere taşındı insanlar. Dünya yolculuklarına dönüştü eskinin yaz seyahatleri. Hem de ‘business class’ uçarak yapılan yolculuklar hayatın bir parçası oldu. Zaten artık bavulları da elimizde taşımıyor, önce iki, sonra dört teker üstünde sürüklüyorduk. Tatillerini bu dönemde daha ‘şık’ geçirenler de olmadı değil. Bir sergiyi görmek için, bilhassa sanat fuarlarına, festivallere katılmak maksadıyla yurtdışına gitmeyi görev edinenlerimiz oldu. Fakat daha da can alıcısı konserler için şehirden şehre gezen dostlarımızdı. İmrenmemek mümkün mü? 20
İ S T A N B U L
L I F E
Kuşadası, 1960’ların sonunda Club Med’in de açılmasıyla şık ve ‘Avrupai’ bir havaya sahipti.
bilenler için gerçekten birer roman derinliğindedir. Sadece Osman Nihat Akın’ın nihavent şarkısı “Yine bu yıl ada sensiz/İçime hiç sinmedi” yeter. Yazlıklar bakımından da öyle.
H
Cevat Şakir Kabaağaçlı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşları ‘Mavi Yolculuk’ kavramını ve Bodrum’u popülerleştirdi.
Gelin görün ki, bu yaz programları ve tatil anlayışı Akdeniz imgesini de coşkusunu da hayallerini de öldürdü. Artık deniz, güneş, kum söz konusu değildi; deniz yatlarla, teknelerle özdeşti. ‘Sayfiye’yle başlayan yaz kültürü Türkiye’de ilginç bir gelişme gösterdi. Anadolu kentlerini çok dolaştım. İnsanlara yazları ne yaparsınız sorusunu çok sordum. Verilen cevaplar çoklukla aynıydı: “Yaylalara çıkarız.” Deniz bizim kültürümüzde pek yoktur. Bu gerçek sadece Adana’da veya Mersin’de değil, hiç öyle sanılmasa bile Bodrum ve Foça’da da, ne bileyim yerlisi için Sinop söz konusu olduğunda da geçerlidir. Biz kara insanlarıyız. Akdeniz ve Ege kültürünü anlattığım tarih içinde hazırladık. Şikâyetçi olmamız da gerekmez. Anadolu halkı mevsim yaz, sıcaklık 40 derece de olsa denize girmez. Ama sayfiye İstanbul’da aynı zamanda Bostancı, Caddebostan, Dragos evleriydi. Evet, buralardaki ‘köşklere’ gidilirdi. Boğaz’da harap, dökük ve anımsıyorum, yolun dahi olmadığı yıllarda kiralanan yalı katları vardı. Fakat her şeyden daha fazlasıyla yaz, Adalar’dı. Yazın ‘ada’ya göçülürdü. Tabii ‘ada’, Büyükada demekti ama sonradan bu ayrım kalktı. Zamanla Adalar da bambaşka kültürler üretmeye başladı.
Koltuklarına beyaz çarşaflar örtülmüş salonlar
İlginçtir, özellikle yazı esas alan elbette çok lezzetli yazılar, denemeler ve şiirler bulunsa da öyle ha deyince anımsadığımız bir roman yok. Ama Yahya Kemal, “Bizim romanlarımız şarkılarımızdır” demiş. Kültürümüz bakımından bundan daha güçlü bir tanım düşünemiyorum. Gerçekten de Adalar’ı ‘konu’ edinen birçok şarkı var ve onlar, hissedeH A Z İ R A N
2 0 2 0
21
ayatımıza 1970’lerden sonra giren yazlıklarda geçen, her defasında anımsanan bir tek film biliyorum: Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filmi. Bir de Orhan Elmas’ın ‘Metres’i yazlık sahneleri, kentlerdeki boş evleri, üstlerine beyaz çarşafların örtüldüğü salonları gösterir (Ah, nasıl unuturum o salonları; Ankara’da, Meşrutiyet Caddesi’ndeki evde. Herkes yazlığa gitmiş, ben serazat Ankara’yı yaşıyorum... Annem telefonlarda bile “Çiçeklere su vermeyi unutma” diyor!)... Fakat bunların romanı yoktur. Unutulmaz film; Metin Akpınar, Zeki Alasya, Perran Kutman’ın oynadığı, tatil köylerinde, sitelerinde yaşadığımız tüm acemilikleri, uyumsuzlukları hatta garabeti anlatan ‘Sivri Akıllılar’dır. Hele Perran Kutman’ın güneşten yanmış sırtına yoğurt sürdürdüğü sahneyi, benzeriyle karşılaştığım için unutmama olanak yok. Yazlıklar kent hayatının bir parçasıydı 1970 sonrasında. ‘Siteler’ o kadar genişledi ve o kadar ‘gelişmedi ki’ sadece dağı taşı tutan, her yeri kapayan ve kapsayan yerleşkeler olarak devam ettiler bugüne kadar. Bugünkü Bodrum, Marmaris, Foça ve akla neresi gelirse orası bir site kentidir. Büyük bir sosyoloji var oralarda, henüz ele almadığımız. 1960’lardan 1970’lerin sonuna kadar devam eden açık hava sinemalarıyla, gençler arasında o hayali kurulan aşklarla başlayıp evlenmelerle sonuçlanan macera tanıklıklarıyla, yıllar yılı devam eden aile ve birey dostluklarıyla yazlıklar gerçekten bir serüvendir. Bugün de sürüyor.
Hayallerim, aşkım ve sen
Yaz, hayalleriyle gelir. İnsanı sihirlere boğar. Yalan da değildir. Gecelerin ılıklığı, yıldızlar, uzaktaki karanlık deniz, gitgide artan kokular, gece kuşlarının yankılanan çığlıkları ve ötüşleri... Erotik olmayan bir yaz düşünmek olanaksızdır. Evet, yazın ‘ikonaları’ vardır. Düşler onların başında gelir. Yaz bir mevsim olarak belirir. Öncesinde hayalleri doldurur insanın içini. Yaz, daima kurulan düşlerden sonradır. Yaz rüyaları hazlarla ilgilidir. Tepeden tırnağa bir haz mevsimidir yaz. Doğrusu doğa da bu konuda cömerttir. Belki bahar kadar renkli değildir ama yaz; meyveleri, lezzetleriyle sökün eder. Önce manavda başlar yaz dersem yanlış değildir. Portakala ait düşü pek az insan besler ama kirazdan eriğe, kayısıdan şeftaliye kadar çok şekerli yaz meyvelerinin hepsine ait bir imge, bir anı, bir hayal vardır. Evet: Hayaller. O hayaller zevklerle yüklü olduğu için yaz elbette tenin mevsimidir. Tin ancak yükselebilir yazın: Esrime ve dinginlik. Boş vermişlik. Aylaklık. Fakat kırlara uzanmaktan çıplak ayaklarla yarı giyinik dolaşmaya kadar, kumlara bulanmaktan sulara girip çıkmaya kadar her şey yazın tene dönük hazlarıdır. Ve bu, başlı başına bir konudur. İ S T A N B U L
L I F E
Yılmaz Güney’in yazlıklarda geçen filmi ‘Arkadaş’ın tarihi 1974.
‘Yaz bitti’ kadar hüzünlü bir cümle daha yok
Gene bu yaz ikonografisini hazırlayan hemen tüm romanlar, tüm şiirler kösnüyü, bedenin arzularını ve isteklerini yazar. Bana göre yaz romanlarının yani yaz fonuna işlenmiş romanların en önemlilerinden olan ‘İskenderiye Dörtlüsü’nün tepeden tırnağa bir ten ve haz romanı olması bütün bütüne bu nedenledir. Hemen belirteyim: Bizdeki yaz romanlarının en görkemlilerinden biri, hatta başlıcası olan, Selim İleri’nin artık bir kült romana dönüşmüş, yani insanların çok iyi bildikleri ama hiç okumadıkları bir roman niteliği kazanmış ‘Her Gece Bodrum’u sanıldığı gibi bir metin değildir. Mükemmel, çok has ve yüksek bir edebiyat ürünüdür. Ana meselesi de yazın dirime, bedene, tene dönük ölümcüllüğüyle hesaplaşmaktır. Yaz, hayalleriyle gelir. İnsanı sihirlere boğar. Yalan da değildir. Gecelerin ılıklığı, yıldızlar, uzaktaki karanlık deniz, gitgide artan kokular, gece kuşlarının yankılanan çığlıkları ve ötüşleri. Erotik olmayan bir yaz düşünmek olanaksızdır. Aşklar yaşanacak diye kurar her insan kafasında yazı düşününce. Sonra yaz biter. Geriye gerçekleşmemiş düşler kalır. İnsanlar hiç bilmiyorlarmış gibi aynı düşleri gelecek yıla ertelerler. Kısacası, sarı tarlalar, derinleşen ve yükselen gökyüzü, pırıltılar arasında geçen yazdan çok, düşleri insanı çeker. Neredeyse, “Yaz gerçek değildir, gerçek olan yaz düşleridir” diyesi gelir insanın. O nedenle “Yaz bitti” cümlesi kadar hüzün dolu ikinci bir cümle daha bulmak olanaksızdır.
Akdeniz güneşi
Kemali Söylemezoğlu kartpostal arşivinden eski Bodrum şehir görüntüsü (SALT Araştırma).
Yaz düşlerinin kurucusu Akdeniz’dir. Avrupa’nın neredeyse tüm büyük edipleri, şairleri İtalya ve Roma yolculukları yapar. İtalyan ve Yunan hükümetleri bu ülkelerde geçen etkileyici filmler yaptırır. Amerikan edebiyatından bile örnekler vardır.
Ondan önce, 1870’lerde Troya’yı dinamitle kazan ve hazineleri kaçıran Schliemann ise bu Helenistik aşkı besleyen büyük efsanedir. Yunan ‘ideal güzellik’ hayali, gerçeğin önündedir. Elgin; mermerleri, güneşin altında pırıl pırıl parlıyorlardı diye kazıtır. Şimdi üstlerinde kazıma yivleri görülür. Halbuki o yapıtların, figürlerin tamamı boyalıydı. Elgin, o boyaların kalıntılarını kazıtıyordu. Ama bu ‘beyaz mermer’ efsanesi her şeyi açıklamaya yeter. Düşünün ki, ‘kazara’ Atina’ya giden Freud, Parthenon’a hemen çıkamayacak, bu yapının mehabeti ve huşuneti karşısında bir gün donup kalacak, onu izleyecek; sonra gömleğini, elbisesini değiştirip tanrıların huzuruna çıkarcasına giyinip tepeye öyle tırmanacaktır. İkinci hamle Roma ve İtalya’yla gelir. ‘Philhellenism’ beraberinde Antik Roma uygarlığına duyulan hayranlığı da taşır. Avrupa’nın neredeyse tüm büyük edipleri, şairleri İtalya ve Roma yolculukları yapar ve gezilerini ciltlerce anı olarak yazar. Şimdi önümde duran ‘Magazine Litteraire’in Akdeniz sayısına bakıyorum; Goethe’den James Joyce’a, Hemingway’e kadar yolunu bu çok renkli ülkeden geçirmemiş hemen hemen kimse yok. O unutulmaz yazarlar arasında şimdi hemen İspanyol Basamakları’nın yanındaki binada evi gezilebilen Shelley var, hiç de öyle karanlık olmayan şiirlerini yazdığı Edgar Allen Poe var, Stendhal var, Vene-
İyi de bu ikonografi nasıl oluştu? Sözü hiç dolaştırmadan belirteyim. Yukarıda da değindim: Yaz düşlerinin kurucusu Akdeniz’dir. Birazdan anlatacağım, Hidra Adası’ndaki öykü, dalga dalga 1970’lerden beri yayılmıştır.
S
adece o mu? Önce Henry Miller’ın, sonra Lawrence Durrell’in Yunan adalarına (Korfu) gitmesi, dönünce ‘Prospero’s Cell’ (Prospero’nun Hücresi) isimli kitabını yazması sadece bir örnektir. Ona daha önceki romancıları ve edebiyatçıları ekleyelim. Ekleyelim çünkü 19’uncu yüzyılda, özellikle 1848’le 1914 arasında Batı, ‘Philhellenic’ (Helen sevgisi) dönemi yaşar. Yunan ulusçuluğu savaşının başlaması, Lord Byron’ın o ülkeye “Şu barbar Türklere bir kurşun da ben atayım” diye gitmesi bu heyecanı doğurur. Arkası doludizgin sökün eder. Lord Elgin, Parthenon’un frizlerini söküp, bir gemiye yükleyip Londra’ya getirecektir. Gemi yolda batar. Yunan sanatına dönük heyecan o derecede kabarmıştır ki, batığı çıkarmak için yeni bir fon toplaması birkaç günlük iştir. Batığı Londra’ya getirir, eserleri British Museum’a satar. H A Z İ R A N
2 0 2 0
22
İ S T A N B U L
L I F E
‘Summer of ’42’ filmini gördükten sonra gençliğinin yaz günlerindeki ‘imkânsız aşklarını’ anımsamayan kimseyi düşünemiyorum.
İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyan hükümetinin para vererek yaptırdığı filmlerden Rossellini’nin ‘İtalya’ya Yolculuk’u...
1960 tarihli ‘Her Şey Napoli’de Başladı’ filminde Clark Gable ve Sophia Loren oynuyordu.
dik’te geçen çok güzel novella’lar yazan Henry James var, Edith Wharton var. Daha ne olsun; bir Akdeniz romansı nasıl oluşmasın?
hüzünlü bir şekilde de olsa isteğine kavuşacaktır. O filmi gördükten sonra gençliğinin yaz günlerindeki ‘imkânsız aşklarını’ anımsamayan kimseyi düşünemiyorum.
Tuğla tuğla yaz ikonografisi
merikan edebiyatında yaz başlı başına bir meseledir. ‘Great Gatsby’ (Muhteşem Gatsby) de son kertede bir yaz romanıdır. Tıpkı büyükler büyüğü Faulkner’ın ‘Ağustos Işığı’ gibi. Gene de bana kalırsa muhteşem yaz romanı, gene çok ‘sorunlu’ olsa bile Thomas Mann’ın ‘Venedik’te Ölüm’üdür. Hele ki bu korona ve kapanma döneminde... Bir muhteşem yaz, Akdeniz, güneş romanı da Camus’nün ‘Yabancı’sıdır. Yaz ikonografisi böyle tuğla tuğla oluşmuştur.
A
İkinci Dünya Savaşı sonrası bu Akdeniz ve yaz, İtalya ve Yunanistan düşlerine yeni boyutlar katar. İtalyan ve Yunan hükümetleri basbayağı para vererek bu ülkelerde geçen etkileyici filmler yaptırır. Bunların içinde en hüzün vereni Rossellini’nin ‘İtalya’ya Yolculuk’udur. Ama her filmin o kadar da derinlikli olması gerekmez. Clark Gable ve Sophia Loren arasında geçen 1960 tarihli ‘Her Şey Napoli’de Başladı’ filmi var mesela. Adalar söz konusu olunca da gene Sophia Loren’in genç ve güzel vücudunu çekinmeden sergilediği ‘Boy On a Dolphin’ filmi gelir ki, müziği de muhteşemdir. Kısacası Akdeniz bitmez tükenmez bir tarih, kültür ve coğrafya kütlesi olarak insanların bilinçlerini de bilinçdışlarını da kurcalar durur. Ama yaz ikonografisi, Amerikan mitolojisinin de en önemli kurucu öğelerinden biridir. ‘The Catcher in the Rye’ (Çavdar Tarlasında Çocuklar) romanının Holden Caulfield’i nasıl Amerikan toplum gerçeğinin hazırlanmasında büyük rol oynamış, bir Amerikan klasiği olmuşsa, ‘Summer of ’42’ filmi de öyledir. Genç, henüz ergenliğindeki Hermie güzeller güzeli Dorothy’ye âşık olacak, çok H A Z İ R A N
2 0 2 0
Devlerin aşkı yazın olur
Leonard Cohen, esin perisi Marianne’e ikisi de ölüm döşeğindeyken çok kısa bir mektup yazdı. Dünyanın en güzel aşk mektuplarından biriydi: “Hemen arkanda duruyorum, elini tutacak kadar yakınındayım. Seninki gibi benim köhnemiş beden de havlu attı. Aşkını da güzelliğini de asla unutmadım. Zaten biliyorsun bunu. 23
İ S T A N B U L
L I F E
Başka sözler etmeme gerek yok. İyi yolculuklar eski dost. Yolun sonunda görüşmek üzere. Sana sonsuz aşk ve minnetle.” Şimdi size bir öykü anlatayım. Gerçek, yaşanmış hatta hâlâ devam eden bir öykü. Marianne Ihlen henüz 22 yaşındaydı. Evinden kaçtı. Yazar ve şair Axel Jensen’la Adalar Denizi’ndeki Hidra Adası’na gitti. İki genç, iki yoksul, sadece aşklarıyla yaşayan iki insandılar. Dağın tepesinde bir ev tuttular. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelmiş entellektüeller, bohem bir hayat içinde Hidra Adası’ndaydı. Arada bir gemiler yanaşıyor, Onassis’i, Jacqueline Kennedy’yi piknik yapmak için adaya taşıyordu. Genç ve yaratıcı insanlar yazıyor, çiziyor, besteliyordu. Masmavi gök, pırıl pırıl deniz, at nalı şeklindeki limana kurulmuş bir tek çardak altı lokanta hepsine yetiyordu. Sabah bir, akşam bir saat elektrik vardı. Aydınlanmak için parafin lambası kullanıyorlardı. Axel ve Marianne evlendiler. Bir çocukları oldu. Marianne çocuğu dünyaya getirmek için anayurdu Norveç’e dönmüştü. Adaya geri geldiğinde Axel başka bir kadına âşık olmuş ve kendisini terk etmişti. Bir gün limana indi. Koltuğunun altında bir sepet ve bebeği vardı. Karanlık, loş dükkânda, sahibi kadınla kavga etmiş, ağlıyordu. Kapıda, ışığı arkasına almış genç, orta boylu, yakışıklı bir adam ona, “Seni tanıyorum Marianne; dışarıda oturuyoruz, gel, bir bardak güzel şarap iç” dedi. Alışverişini tamamlayıp dükkândan çıktı, masaya oturdu. Davet eden adam Leonard Cohen’di. Axel’in arkadaşıydı. Onun esin perisi Marianne’i tanıyordu. Göz göze baktılar. Yıllar sonra Marianne, “O anda her şeyi anladım” diyecekti. Leonard genç kadını tepeye evine götürdü. Sonra her gün buluştular.
İkili Hidra Adası günlerinde, arkadaşları ve Marianne’in Axel Jensen’dan olan oğluyla...
biliyorsun bunu. Başka sözler etmeme gerek yok. İyi yolculuklar eski dost. Yolun sonunda görüşmek üzere. Sana sonsuz aşk ve minnetle.” O gruptan George Johnston, Axel Jensen, Gregory Corso, Gordon Merrick o yılları, o yazları, Hidra Adası’nı, aşklarını, umutlarını, heyecanlarını, düşlerini yazdılar. En nihayet Polly Samson, ‘Düşler Tiyatrosu’ (A Theatre for Dreams) isimli yapıtında bu insanların tümünü birer roman kişisine dönüştürüp Hidra yazlarını, Ege’yi, en çok da Leonard’la Marianne’i anlattı. Kari Hesthamar da ‘So Long Marianne: A Love Story’ adı altında bu esin verici kadınla görüşerek önce bir belgesel hazırladı, sonra onu aynı adla nefis bir kitaba dönüştürdü. Yaz öyküleri, düşleri, benim tabirimle ‘ikonografisi’ böyle oluşuyor. Kim direnebilir bu öykülere, kim okuyunca aynı düşlere bata çıka Hidra Adası’na gitmek istemez?
Kim direnebilir bu öykülere?
Artık Leonard’ın esin perisiydi. İnsanlardaki yetenekleri keşfetmek, verime dönüşmesi için onları harekete geçirmek melekesine sahipti. Leonard, ‘Songs of Leonard Cohen’ isimli ilk plağının (1967) kapağına Marianne’in, ‘Yunan esin perisi’nin resmini koyacaktı ve ‘So Long, Marianne’ şarkısını yazacaktı. Ona bir ayna hediye edecek, “Dünyada gördüğüm en güzel yüz seninki, sen de ona bak” diyecekti. Bir gün Marianne ona yeni çekilen, direkten direğe uzayan elektrik tellerini ve üstündeki kuşu gösterdi. Kablolara nota çizgileri, üstünde duran kuşa da nota diyecek, Leonard’dan bir şarkı yazmasını isteyecekti. Kısa süre sonra şarkı geldi: ‘Bird on the Wire’. Ege Denizi, Ege’nin gökyüzü, sonsuz çiçekler, kırlar, dalgalar ve mavilik aşklarını örecekti. Ama bir gün bitecekti. Herkes başka bir şey yapmak istiyordu. Gene de birbirlerini unutmadılar. İkisi de ölüm döşeğindeydi. Leonard’a ölüyor diye haber verdiler. Marianne’e çok kısa bir mektup yazdı. Dünyanın en güzel aşk mektuplarından biriydi: “Hemen arkanda duruyorum, elini tutacak kadar yakınındayım. Seninki gibi benim köhnemiş beden de havlu attı. Aşkını da güzelliğini de asla unutmadım. Zaten
H A Z İ R A N
SON SÖZ
İşte yaz geldi. Haziran ve temmuz yazın en güzel aylarıdır. Ağustos lezzetleri başkadır ama ikinci yarısında güz kendisini gösterir. Hayaller mevsimi olduğu için şimdiden herkese yaz okumalarını, dinlemelerini, izlemelerini hazırlamasını öneririm. Muhtemelen pek de eski yazlara benzemeyecek bu kısıtlı mevsimde, gene de tüm o düşlerin gerçekleşmesini dileyerek...
2 0 2 0
24
İ S T A N B U L
L I F E
TAVSİYE EDİYORUM
Hasan Bülent Kahraman’dan yaz günlerinde geçen roman önerileri * Manzaralı Bir Oda, E. M. Forster: İngiliz incelikleri, geri planda İtalya, İngiltere ve kıran kırana bir ‘İngilizcilik’ eleştirisi.
* Her Gece Bodrum, Selim İleri: Türkiye’nin tek yaz romanı. Akdeniz duyarlılığıyla yüklü, yaz, dirim, beden, arzu etrafında gelişen mükemmel bir dil ve anlatım.
* Muhteşem Gatsby, Scott Fitzgerald, mutlaka Can Yücel çevirisi: Başka söylenecek söz var mı? Filmi de güzel ama siz hem de ‘Can Baba’nın çevirisinden okuyun. Muhteşem.
* Yaz ve Duman, Tennessee Williams: Ah bu TW! Daima dolambaçlı, gizemli, karmaşık ama acımasız. Bir tiyatro oyunu bu. Yazın da mükemmelen okunur. * Lolita, Vladimir Nabokov: Ne denebilir ki? Adı bilinen, öyküsü hayal meyal anımsanan ama okunmayan bir roman. Joseph Conrad’la birlikte, sonradan öğrenilen İngilizceyle neler yapılabileceğinin eşsiz örneği. İnsan ve tutkuları. Yaz da bir tutku mevsimi değil mi?
* Günaydın Hüzün, Françoise Sagan, mutlaka Nurullah Ataç çevirisi: Sagan unutuldu mu? Bunca kısa romanda bunca çok şey anlatmak... Fransız Riviera’sı, genç bir kız, baba ve sevgililer. Bir de Nurullah Ataç Türkçesi.
* İskenderiye Dörtlüsü, Lawrence Durrell; hepsi uzun gelirse ‘Justin’: Benim için 20’nci yüzyılın en büyük yapıtlarından biri. Bu kadar şiirsel bir roman olabilir mi? İnsan bu kadar derinlikli anlatılır mı? Bir kent bu kadar roman kişisi olabilir mi?
* Kefaret, Ian McEwan: Filmi de var. Gene İngilizler ve onların yaz heyecanı. Ama çok duyarlı bir roman ve yaşayan en iyi yazarlardan biri. * Yetenekli Bay Ripley, Patricia Highsmith: Favoriler favorisi. Matt Damon’ın oynadığı, eşsiz İtalya manzaralarının göründüğü filmi izleyin. Ama romanı mutlaka okuyun. Highsmith, Dostoyevski damarından bir yazar.
* Akşam Güneşi, Reşat Nuri Güntekin: Reşat Nuri bizim klasiğimizdir. Bakmayın bunların melodramatik aşk romanları diye anımsanmasına. Balzac’la aşık atabilecek bir yazardır. Çok ilginç bir öykünün etrafında Midilli Adası’nda gelişen bir aşk. ‘Ateş Gecesi’ de pekâlâ olur.
* Yaz Bitince, Edith Wharton: Ah, Wharton! Yazmasam eşim Yasemin’in dilinden kurtulamam. Gerçekten bunca duyarlı, bunca incelikli, bunca güzel ve bunca kısa bir roman. Sadece o yazabilir.
* Yaz Çılgınlığı, Truman Capote: Verdiği partilerle hâlâ anımsanan bu çok ilginç yazarın ölümünden 20 yıl sonra bulundu bu roman. Genç bir kızın yalnız geçen New York yazında yaşadığı bir aşk serüveni. Çok güzel.
* Ağustos Işığı, William Faulkner: Bir de zor roman bulunsun. Faulkner’ın sevgili Amerika Güneyi (Güney Amerika değil!). Bizim Yaşar Kemal’imizin eşleniği gibi düşünün. Nobel’li bir roman.
* Ölmez Otu, Yaşar Kemal: Dünyanın en büyük yazarlarından. Tam bir peyzaj yazarı. Çukurova. Ve ‘Hamlet’i anımsatan bir öykü. Evrensel, mitolojik. ‘Sarı Sıcak’ öyküsünü de okuyun Yaşar Kemal’in: Çukurova, yaz ve kösnü.
* Bir Yaz Gecesi Rüyası, William Shakespeare, mutlaka Can Yücel çevirisi: Shakespeare küfreder mi? ‘Can Baba’ çevirirse evet. Mutlu olmak zor değil, bu kitabı okumak yeterli.
* Aspern’in Mektupları, Henry James: Amerikalı ve Avrupalıların İtalya tutkuları. Venedik’te geçen, soluk soluğa okunan, kısacık ama büyük duyarlılıklarla yüklü bir aşk öyküsü. Bu Henry James de galiba Amerikalıların Balzac’ı.
* Venedik’te Ölüm, Thomas Mann: Listenin en ağır romanı budur derim. Sabahları erkenden içilen çok koyu bir kahve gibi. Lezzetine doyulmaz ama hafif bir acılığı da var. 20’nci yüzyılın en büyük yapıtlarından. * Nemesis, Philip Roth: Roth ne yazarsa zevkle, hazla okunur. Bu çok ilginç bir öykü. Çocuk felci salgınından, ters taklalarla gelişen bir roman. Okumamak günah.
* Bir Yaz Mevsimi Romansı, Demir Özlü: Türkçenin en incelikli kalemlerinden biri. Eşsiz bir duyarlılık. 1970’ler. Geride Türkiye ve aydınları. Özlü ne yazsa okunur. Siz, ‘Geçen Yaz Kentte Kızlar’ı da deneyebilirsiniz.
* Büyücü, John Fowles: Belki o kadar popüler değil Fowles ama mükemmel. Çok ilginç. Bir Yunan adasına çekilmiş, hayallerinin kırgınlığı içindeki Oxford mezununun gizemli öyküsü. Yavaş yavaş okumak için.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
* Bonus: Sait Faik öyküleri. Yazı, denizi, balıkçıları, Burgaz’ı öyle anlatan başka kimse yok!
25
İ S T A N B U L
L I F E
BURAK KURU
Sayfiye kültürümüzün yarım asırlık macerası
Elimizde üç yanı denizlerle çevrili ülke Türkiye, onun da ortasından deniz geçen görkemli şehri İstanbul var ama denizle ilişkimiz geçmişten bugüne hep parçalı bulutlu. Karantina döneminin bitişiyle beraber tekrar denizlere doğru gitme ihtimalimiz ufukta belirmişken bu ilişkinin nereden başlayıp nereye geldiğine bir dönüp bakalım istedik. Yakın tarihimizdeki güneşli günlerin izini arşivlerde sürdük ve sayfiye maceramızın son 50 yılını siyaset bilimci Tanıl Bora ile antropolog Prof. Tayfun Atay’dan dinledik.
“Maltepe’nin meşhur Süreyya Plajı’nda sahile yaklaşık 100 metre mesafede denizkızı heykeli vardı (sağda ve altta); deniz doldurulup yol yapılınca o heykel önce bir kavşağın göbeğinde kaldı (üstte), sonra da kayboldu.”
H A Z İ R A N
2 0 2 0
26
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz
yaz düşleri
Sayfiyenin yavaş akan hayatı, emekliler ya da çalışmasa da hayatını sürdürebilecek olan kişiler dışındakilere pek mümkün görünmüyor artık. Günümüzde sayfiyeden bahsedebilir miyiz? Sayfiyenin sözlük anlamı, ‘yazlık’ biliyorsunuz. Oradan başlayarak en karanlık yerinden açayım mı lafı? İklim felaketi engellenemezse, zaten her mevsim yaza dönecek, eskiden ‘en yaz’ olan yerler en durulmaz yerler olacak. Biraz ‘kara mizahi’ gibi oldu böyle konuşmak, biraz mahşerci bir havada… Ama arkasında bir hakikat payı olduğunu da unutmayalım. Zaten birkaç yıldır, mevsimler biraz birbirine karışmadı mı, alıştığımız mevsim döngüsünde bir karambol oluşmadı mı? Ama bu en ‘mega’ meselenin berisinde de, elbette dediğiniz gibi, sınıfsal ve iktisadi sebeplerle de, sayfiyeye ‘erişim’ zorlaşıyor.
TANIL BORA
İstanbul’un sayfiyelerini yemesinin Maltepe kadar çıplak, Maltepe kadar plastik bir örneği yok.
Neden böyle oldu sizce? Sayfiyeye gitme imkânını-ihtimalini düşünecek hali olmayanların sayısı, oranı arttı. Başka türlü söylersek, ‘orta sınıf’ torbası içine doldurulan kitlelerin önemli bir bölümü, yakın zamana kadar orta sınıf hayatın mütemmim cüzü görülen ‘sayfiye’ imkânından mahrum artık. Ama bakın, şöyle bir şey de var galiba: Yoksullaşanların bazılarına, bir vakitler edinilmiş sayfiye evi sığınak olabiliyor; şehri terk edip sayfiyeye çekilmek bir seçenek haline gelebiliyor. Özellikle emekliler veya ‘yaşı olanlar’ için. Sayısını, oranını bilemem ama böyle bir profil de var gibime geliyor. Yoksullaşmanın yanı sıra sayfiyelik olmaya uygun havalilerin işgali, yağması ve tahribatı nedeniyle de zorlaşıyor. ‘Sayfiyelik’ yerlerin alanı daralıyor, soluk boruları tıkanıyor.
İNŞAAT VE TURIZM ENDÜSTRISI, HER YERDE KENDI SURETINDE BIR DÜNYA KURUYOR
Artık sayfiye diye gittiğimiz yerler de şehrin su kenarına taşınmış hali gibi. Futbol deyimiyle, sayfiye eski gücünde değil diyebilir miyiz? İstanbullu olmadığım için dışarıdan konuşabilirim ancak! İstanbulluların (hepsini kastetmiyoruz elbette, ama onlar kendilerini bilirler de diyemiyoruz zira kendilerini bilmiyorlar!) her vahayı, her su kenarını, her pınar başını, her çardak altını istila etme kudretini tabii biliyorum. Sahil ve arazi yağması, her köşe bucağı zapt ediyor ve dediğiniz gibi, ‘kendine benzetiyor’. İnşaat ve turizm endüstrisi, Marx’ın güzel tabiriyle her yerde kendi suretinde bir dünya kuruyor. Her yer birbirine benzediğinde, gözünüz gönlünüz dinlenemez artık; merakınızı okşayacak bir şey kalmaz. Bir yandan da aile kökeni İstanbullu biri olarak, sırf kendi Maltepe hatıramdan hareketle söyleyeceklerim var. Nasıldı o dönem? Anneannemin evi Maltepe’deydi, çocukluğumun bütün yazlarını üç ay boyunca orada geçirdim. 1963’ten 1974’e kadar; tabii 1965-66’ya kadar bebeklik diyoruz! Maltepe o sıralar İstanbul’un sayfiye muhitlerindendi. Sayfiye kasabası bile diyebiliriz. Bostancı bile Maltepe için bir menzildi o zamanlar; Kadıköy uzak menzildi. ‘Karşı taraf’ yani İstanbul yakası, küçük çaplı bir seyahat ölçüsünde uzaktı; İstanbul’a ‘gitmek’ten
H A Z İ R A N
2 0 2 0
27
İ S T A N B U L
L I F E
söz edilirdi. Anneannem yaz-kış orada yaşardı ama yazı Maltepe’de geçiren kalabalık bir İstanbullu nüfus, Beykoz’dan, Nişantaşı’ndan falan, haziran başında bayağı ev taşır gibi gelir, eylül başında da ev taşır gibi geri dönerdi. Maltepe yazın kendi içinde bir sayfiye kasabası hayatı yaşardı. Değişim nasıl başladı? 70’lerin ortasından itibaren hızla değişti manzara. Hele Özal’dan sonra, sahil yolu falan, gerçekten delice değişti. Maltepe’nin meşhur Süreyya Plajı’nda sahile yaklaşık 100 metre mesafede denizkızı heykeli vardı; deniz doldurulup yol yapılınca o heykel önce bir kavşağın göbeğinde kaldı, sonra da kayboldu. Süreyya Plajı kayboldu; sadece o adda bir istasyon var şimdi. Maltepe dediğiniz eski sayfiye beldesi, bugün İstanbul’un en büyük ve gelişen ilçelerinden biri. Benim gözümde ve hatıramda İstanbul’un sayfiyelerini yemesinin, memleketin bütün sayfiyelerini yemesinin, Maltepe kadar çıplak, Maltepe kadar plastik bir örneği yok.
EN PARLAK DÖNEM: 60’LARIN IKINCI YARISINDAN 90’LARIN BAŞINA...
zevk alma eğitiminde bir yeni aşamayı temsil ediyor (Eğitim kalitesi, ayrı bir bahis!)... Velhasıl, parlak çağ bence o dönemdir. Sakinlik hayalini su kenarında aramayan, bu hasretini yaylalarda giderenler var. Seçim sonuçlarında gördüğümüz ‘sahil-gayri sahil’ farkını bu tatil tercihine de uyarlayabilir miyiz? Birkaç ay önce bir yaz 10 günü Çamlıhemşin yaylalarında uzun yürüyüşler yaparak geçirdik (Uğur Biryol arkadaşımıza selam olsun). Tabii, sükunete kavuştuğumuz anlar, yerler vardı. Fakat yaylalar da giderek daha fazla ‘doluyor’ biliyoruz. Eskiden görece ‘kırsal’ nüfusa mahsus bir tercihken, sanırım bir zamandır şehirli orta sınıfların da ilgisine mazhar oluyor. Veya yöre çocuğu olarak yaylacılığı zaten tanıyan şehirli ‘seküler’ orta sınıf mensupları (böyle resmi ve ilmi bir tanım yapmış olalım!), galiba bir zamandır onun kıymetini daha fazla biliyorlar. Sayfiyecilik veya tatilcilik bakımından o kadar keskin bir toplumsal-kültürel ve siyasal ayrım var mı acaba, ‘sahil-gayri sahil’ arasında? Emin değilim.
Sayfiyenin en parlak dönemi sizce ne zamandı? Zaafımız malum, kendi gençliğimizi veya çocukluğumuzu insanlık tarihinin en güzel, en parlak çağı saymaktır! Ama bu konuda galiba objektif olarak da sahiden öyle olabilir. 1960’ların ikinci yarısından 90’ların başına uzatabileceğimiz bir kesit. Şu bakımdan: Sayfiye beldeleri hâlâ ücradalar; sükunetlerini koruyorlar, şahsiyetlerini koruyorlar, bir miktar mahrumiyet eşliğinde azıcık yabanlıklarını koruyorlar. Eski tabirle ‘işçi sınıfı aristokrasisi’nin ve genişçe bir orta sınıfın sayfiyeye erişim imkânı var. Ayrıca sayfiye, bir modernleşme kazanımını, hayattan
“Neticede lüks sayfiyenin zirvesi ola ola ‘ada’dır, yani Heybeli ya da Büyükada ve o da burun sızlatan, uzak bir lükstür.”
“Necmettin Erbakan’ın, muhafazakâr tatil ‘destinasyonu’ olarak Erdek’in bilinirliğine katkısı çoktur. Özal, Göcek’i meşhur etti. Daha önemlisi, H A Z İ R A N
2 0 2 0
28
İ S T A N B U L
L I F E
Balıkesir’e bağlı Erdek, 1950’li yılların sonu itibariyle Türkiye’deki iç turizm hareketinin öncülerinden biri oldu. 1970’lerin ortalarından başlayarak da özellikle İstanbul’da yaşayan çok sayıda ailenin yazlıklarına ev sahipliği yaptı.
ABD’de yapılan araştırmaya göre ‘milenyum kuşağı’ (1981-1996 arası doğanlar), ebeveynlerine göre istihdam ve gelir açısından daha kötü durumda olan ilk jenerasyon olarak tarihe geçtiler. Y ve Z tabir edilen jenerasyonların bir sayfiye hayali olabilecek mi? Bizim de milenyum kuşağının en tazelerinden bir oğlumuz var, ‘96 doğumlu! Onun özel bir sayfiye hayali yok, dijital erişim imkânlarının olduğu, uzanıp serilebileceği herhangi bir yeri sayfiye bellemeye yatkın. Çeşit çeşit zevk, nice huylar var tabii. Y olsun, Z olsun, post-Z olsun; yeni kuşakların, eğlenceyi ve dinlenmeyi de esasen online deneyimlediklerini, coğrafyaya, mekâna daha az ilgi duyduklarını söyleyebilir miyiz? Böyle bir genelleme riskine girilebilir, doğru. Bununla beraber, ekolojist ilgileri olanlar, kuşa, denize meraklı olanlar da var pekâlâ. Gelecek kuşakların maddi imkânlarının kısılmasından önce, sayfiye hayalini kısıtlayabilecek bu dijital etken geldi aklıma. Aslında ondan da önce hesaba katılacak maddi etken olarak, en baştan beri konuştuğumuz, toplamda sayfiyelik coğrafyaların ‘kısılması’ var. Sayfiyeye adını veren yaz mevsiminin, sıcağın ‘mesele’ haline gelmesi var. Milenyumzadelerin meselesi budur.
NE DEMIŞTI DEMIREL: ‘BEN DENIZE GIRERSEM TAŞAR’
Dönem dönem bazı tatil bölgeleri yükseliyor ya da hiç duymamış olmamıza rağmen bir anda hayatımıza giriyor. Bunun lokomotifi bir dönem siyasilerin tatil tercihleri olabiliyordu. Siyasilerin sayfiye kültürümüze kattıklarıyla ilgili söyleyeceklerinizi duymayı çok isterim... Doğrudan bir şey kattılar mı bilmiyorum. Bir yeri meşhur ettiler bazen. Mesela Necmettin Erbakan’ın, muhafazakâr tatil ‘destinasyonu’ olarak Erdek’in bilinirliğine katkısı çoktur. Özal, Göcek’i meşhur etti. Daha önemlisi Özal, bol bol yüzerken
ve mayolu görünmesiyle, deniz sefası manzaralarıyla, genel olarak orta sınıflarda sayfiyeciliği teşvik eden bir etki yarattı. Oysa Ecevit, Demirel devlet ciddiyetiyle bağdaştırmazlardı bu hali. Demirel, mayolu falan görüntülenmekten hep sakındı. Bir keresinde mazeret olarak “Ben denize girersem taşar” demişti! Mustafa Kemal’in ve İnönü’nün de yüzerken, denizde fotoğrafları var malum fakat o dönemin iktisadi, sosyal şartlarında, turizm endüstrisi oluşmamışken, henüz yaygın bir sayfiye kültüründen söz etmek zor; şehirli seçkinlere mahsus bir sayfiye ‘realitesi’ var henüz. Siyasilerin sayfiye üzerinde en etkili oldukları dönem ne zamandı? ‘En’ini nasıl ayırt etmeli bilmiyorum. Sesli düşünelim... Tek parti dönemi, ‘Yalova kaymakamı’ fıkrasından da çıkarsanabileceği gibi, sayfiyenin dar bir zümreye mahsus olduğu, yazlıkçılığın popüler ve ‘demokratik’ olmadığı bir dönem. Az evvel de değindik. 1933 yılına ait ‘Lüküs Hayat’ operetinin sözleri nasıldı: “Yaz gelince adadasın/Mayo giymiş kumlardasın/Etrafında güzel kızlar/Canın çeker, burnun sızlar”... Neticede lüks sayfiyenin zirvesi ola ola ‘ada’dır, yani Heybeli ya da Büyükada ve o da burun sızlatan, uzak bir lükstür… 1960 sonrası sosyal refah devleti dönemi, sayfiye imkânının genişlemesi, popülerleşmesi ve iktisadi bakımdan da demokratikleşmesi bakımından önemli. Özal devri, sayfiye coğrafyasının büyümesini sağlıyor; bir genişleme dönemi, turizm endüstrisi için bir ‘fetih’ çağı. Peki bugün için ne söylersiniz? İçinde bulunduğumuz dönemde, AKP devrinde, sayfiyeyle ilgili bir ‘düzlemeden’ söz edebiliriz belki. Hem boş yer kalmaması, coğrafyanın dümdüz edilmesi anlamında; hem her yerin gitgide betonarme-aynılaşması anlamında...
bol bol yüzerken ve mayolu görünmesi ile sayfiyeciliği teşvik eden bir etki yarattı. Oysa Ecevit, Demirel devlet ciddiyetiyle bağdaştırmazlardı bu hali.” H A Z İ R A N
2 0 2 0
29
İ S T A N B U L
L I F E
TAYFUN ATAY
2020’nin sayfiyesi: Sefa arayışından sefaletle dönen yığınlar Siz 1962 doğumlusunuz, sayfiyeye ilişkin anılarınız 1970’lere doğru başlıyor olmalı. Kişisel hikâyenizden bahsedelim mi? Sayfiye derken yazlığı kastediyorsan öyle bir anımız yok. Annem öğretmen, babam Tarım Bakanlığı’nda memurdu. Alt orta sınıf memur aileleri için söylenen, ‘dar gelirli’ ailelerdendik. Tatille tanışmamız, memur ailelerinin genelinde olduğu gibi kamu kuruluşlarının kampları aracılığıyla oldu. 1967’den itibaren kendimi bildiğimi sayarsak, bu tarihten 1985’e kadar yazlarım, İstanbul’un girişinde Gebze’ye bağlı Çayırova’da Ziraat Okulu’ndaki Tarım Bakanlığı’nın yaz kampında geçti. Her yaz 15’er günlük devreler halinde kamp olurdu ve biz de oraya giderdik. İsim yazdırıp çekilişle sıra beklenenlerden miydi? O dönemde çok fazla talep olmadığı için, üç ya da dört devre (iki ay) yapılırdı. İstanbul ve çevresinin deniz mevsimi öyleydi. Düşünebiliyor musun, İzmit Körfezi burası ve denize girilebiliyordu. Tam da Arçelik fabrikasının olduğu noktadaydı Çayırova Kampı, yanında da Cam Fabrikası vardı. Çocukluğum, ilkgençliğim orada geçti ve hâlâ süren arkadaşlıklarım var. ‘Beyaz Ev’de Orhan Pamuk da aynı bölgeyi, Çayırova’yı ve Bayramoğlu’nu anlatır. Bayramoğlu şimdi de var ama o dönemde İstanbul sosyetesinin, üst sınıfların sayfiye mekânıydı. İstanbul’da yaşayan varlıklı kesimlerin Bayramoğlu’nda yazlıkları vardı. Çayırova buraya çok yakın olduğu için biz de ara sıra gezmeye, bir akşam sefası olarak Bayramoğlu’na giderdik. Yazlıkla ilk tanışmam uzaktan el sallayarak oldu denilebilir o yüzden.
VE TURIZM ENDÜSTRISI HAYATIMIZA GIRER...
Bayramoğlu’nun değişimi nasıl oldu sonra? Bugün artık o günkü mahiyetiyle Bayramoğlu kalmadı. O zenginler oradaki evlerini sattı. Güneye yönelip yeni yazlıklar aldılar: Bodrum, Kuşadası, Marmaris… Bugün Bayramoğlu kaderine terk edilmiş, gözden düşmüş bir yer. İstanbul’da şimdi yaşadığım yer de oraya yakın sayılır. Arada gidip çocukluk anılarımı tazeliyorum. Çayırova’ya da gidiyorum ama kamp kalmadı, zaten ziraat okulu da kapandı. Yerinde Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü var. Denize girmek imkânsız, sahil korH A Z İ R A N
2 0 2 0
30
İ S T A N B U L
L I F E
Bodrum’la özdeşleşmiş isimlerden biri de ‘Sanat Güneşi’ydi. Tayfun Atay, “Özal, Bodrum’un önünü açmıştır, doğru. Ama Özal’ın ötesinde Bodrum daha önceden de bir doğal simge olarak vardı. Bodrum, Halikarnas Balıkçısı’dır, Cevat Şakir’dir. Bodrum, Özal’dan önce Zeki Müren’dir” diyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
31
İ S T A N B U L
L I F E
‘Yazın nereye gitsek’ sorusu sosyoekonomik dönüşümden sonra sorulabildi
Ülkenin bütün popülasyonunun ‘Yazın nereye gitsek’ diye bir sorusu yoktu. Ama bugün var. Sadece memurun değil esnafın, marangozun da var. Bu sorunun sorulabilmesi ancak ekonomik zihniyet dönüşümüyle mümkün. Bunu başlatan süreç, 1980 sonrası bu ülkede serbest piyasa ekonomisinin ve giderek de tüketim kültürünün önünün açılmasıyla oldu. Bu gelişmeler bir taraftan yeni alanlarda tatil alışkanlığını topluma kazandırdı ki bu dediğim, tüketim kültürü insanı olmak. Yani AVM’ye gitmek neyse, yazın da tatile gidilecek.
Bir uygul İnsan Akden akın e berba artık B
Atay, çocukluğundaki tatil beldelerini anlatırken Bayramoğlu’nu anıyor: “Şimdi de var (sağda) ama o dönemde İstanbul sosyetesinin, üst sınıfların sayfiye mekânıydı.”
kunç görünümde. Eskiden denize girdiğimiz plaja gittim, bir dans pisti vardı eskiden, onun betonu kalmış sadece. İnsanın içini acıtan bir şey. 5-6 yaşından 24 yaşına kadar falan gittiğim bir yerdi. Türkiye’nin tatille tanışması nasıl bir serüven izledi? Turgut Özal’la birlikte neoliberalizmin, serbest piyasa ekonomisinin girmesiyle, 80’li yıllardan sonra turizm bir endüstri olarak karşımıza çıkıyor. Öncesinde, devlet kontrolünde bir ekonomik işleyiş vardı bu ülkede. Memur aileleri devlet kuruluşlarındaki kamplarda, 10 ya da 15’er günlük devreler halinde tatil yapıyorlardı. Bunların bir kısmı güneyde, bir kısmı Ege ve Marmara çevresinde yoğunlaşıyordu. Batı Karadeniz taraflarında da vardı sanıyorum. Tarihine baktığın zaman, Türkiye’de, tabii esas İstanbul’da plaj dediğin olay 1940’lar civarında başlar. Ondan önce Osmanlı’da deniz hamamından başlar bu süreç, sonra deniz banyosuna geçilir. Sonra biraz daha kadın-erkek plaja girilebilmeye başlanan dönemler gelir. Cumhuriyet’in ilk dönemi, Florya çok gözdedir. Artık İstanbul’da, periferisinde denize girilebilmektedir. 60’lı, 70’li yıllar böyle geçer.
Ama asıl hareket ondan sonra galiba... Ne zaman ki 80 sonrası Türkiye yeni bir ekonomik yörüngeye girer, ondan sonra biraz da yeryüzündeki değişim sayesinde, 90’lara doğru kültür, eğlence endüstrisinin önü açılır; imalat sanayiinin yanında hizmet endüstrisinin önemi artar. Böylelikle tatil yavaş yavaş bir kültürel ihtiyaç ve herkes için olmazsa olmaz hale gelir.
DARACIK BIR ALANA İSTANBUL KURMAYA ÇALIŞIYORUZ
Özal’ın Bodrum’da, Erbakan’ın Altınoluk’ta yazlığı vardı; Erdoğan’ın Urla’da yaptırdığı bir yazlığı olduğunu biliyoruz. Bu etkilerden de biraz bahsedebilir misiniz? Siyasilerin gidişiyle palazlanan, bir 10-15 yıl sonra terk edilen yerler olarak düşünebiliriz belki... Altınoluk açısından bu söylenebilir. Yani Erbakan’ın Altınoluk’la bağı çok daha güçlü şekilde vurgulandığı için oraya yönelik söylenebilir. O çizgiye yakın insanların, elbette zenginlerinin bir şekilde yöneldiği bir alan haline geliyor. Ama sadece siyasilerle ilişkili de değildir bu. Mesela Urla denince akla Tay-
Dünyanın her yerinde sorun aynı:
Krizlerin aşılması yolunda birer araç ve piyonuz H A Z İ R A N
2 0 2 0
32
İ S T A N B U L
L I F E
Dönüşüm sadece Türkiye’de olmadı, dünyanın her yer ulaşımın herkes için erişilebilir olması söz konusu. Me zaman sonuçta orta sınıfı hatta alt sınıfları da böylesi kamçılıyorsun. Ve bir şekilde bunu karşılayacak ekono haline getiriyorsun. Bu sadece Türkiye’de olmadı. İspa
r ara devremülkler çok yaygındı. Sonra otellerde ‘her şey dahil’ lamalar kendini gösterdi. Bütün bunlar 1980 sonrası süreçte oldu. nlar artık denize girilemeyen İstanbul çevresini terk edip güneyde, niz’de, Ege’de kirlenme hızının nispeten daha düşük olduğu yerlere ettiler. Bu hücum bugün yavaş yavaş oralarda da bambaşka ve giderek atlaşan bir tablo çıkardı karşımıza: Sefa değil de sefalet içinde oluyor Bodrum oraya gittiğin zaman.
80’lerin başından itibaren yavaş yavaş şunları duymaya başladık kendi çevremizde: “Bayramoğlu öldü artık. Ne yapalım, neresi revaçta? Bodrum, Kuşadası, oralara gidelim...” 80’lerden 2020’lere geldik, bugün diyoruz ki “Bodrum öldü artık ya”. Şimdi ne yapacağız? Belki dağ, orman turizmi; belki Karadeniz, yaylalar. İşte bu tür arayışlar öne çıktı şimdi ama sonuçta bu da insanın bir şekilde tüketim ekonomisinin işleyişinin bir parçası olarak gerçekleştirdiği, hem kendi yaşam alanını hem de doğayı tükettiği bir kısırdöngü içine sokuyor hepimizi.
yip Erdoğan’dan önce Tanju Okan gelir. Sonuçta Tayyip Erdoğan başka bir fenomen; Urla’da da var, Huber Köşkü’nde de var. Urla zaten vardı yani, onu demek istiyorum. Özal, Bodrum’un önünü açmıştır, doğru. Ama Özal’ın ötesinde Bodrum daha önceden de bir doğal simge olarak vardı. Bodrum, Halikarnas Balıkçısı’dır, Cevat Şakir’dir. Bodrum, Özal’dan önce Zeki Müren’dir. Selim İleri’dir ‘Her Gece Bodrum’ romanı üzerinden. Yani entelektüel bir yanı vardır, edebiyattır. Özal’la birlikte Bodrum seçkinin, sanatçının sayfiye mekânı olmaktan lümpenin sayfiye mekânı olmaya doğru hızlı bir evrim geçirmiştir. Ve o dönemden bugüne de mahvolmuştur. Bugün Bodrum’da yaşayanlar bir an önce yaz sezonunun kapanmasını ve eylül-ekimi görmeyi iple çekiyor. Yazın insanlar kaçıyor çünkü inanılmaz bir yapılaşma burayı boğucu hale getirmiş durumda. Bir de yazın tatil için orada olanlar var. Dediğin gibi, sonuçta daracık bir alanda ve güzelim masmavi bir doğa parçasının ortasına bir İstanbul kurmuş durumdasınız.
insanı ele alalım; yaptığını tatil olarak adlandırabilirsin ama tatilden kastın sayfiyeyse, yazlıksa, bir şekilde ‘sefa’dan bahsetmen gerekiyor. Tatilden de sayfiyeden de anlayacağın odur. Cide’ye giden biri tatil yapmış sayılmaz mı? Bu insan gidiyor mesela köyüne, tarlada meşakkatle çalışıyor. Harman, hasat mevsimi için ya da memleketinden kış erzakını almak için gidiyor. Dolayısıyla buna tatil diyemezsin. Cide’ye, Sinop’a giden aynı zamanda denize girebildiği için tamam belki ama diğeri için diyemezsin. Yaz döneminin gerekleri içinde tatil yapmıyor, yine kendi hayatını hazırlayacak şekilde, sefa içinde değil, meşakkatli bir yaşam döngüsünün içinde oluyor. Sayfiyeden bahsediyorsan, en fazla öne çıkan deniz sayfiyesidir. Sonuçta bu orman olabilir, dağ olabilir, bunlar zaman içinde tatilin bir endüstri olarak turizmin temel unsuru halinde hayatımıza girmesiyle ilgili.
TATIL DIYORSAN SEFADAN BAHSETMELISIN
Tatilden kastımız suya girebilme lüksü mü? Şehir değiştirip memlekete gitmeyi tatil saymıyor muyuz? Burada, gittiği yerde çalışıp çalışmadığına bakmak lazım. 60’lı, 70’li yılların Türkiye’sinde aslında şehir nüfusu da çok fazla değil. 80’lere gelene kadar köy nüfusu, şehir nüfusundan fazlaydı. 60’larda ülkenin neredeyse yüzde 70’i köylerde yaşıyordu. 70’li yıllar aynı şekildeydi. Buralarda yazın tatil gibi bir algı yoktu. Tatilin bir söylem, bir pratik olarak hayatımızın bir parçası olması iktisadi dönüşümle ilgili. Yazın memleketi Cide’ye giden
“Orta sınıfın 80’lerdeki ve şimdiki durumu da bir değil. Şimdi tatil kredisi çekip öyle gidiyor insanların önemli bir kısmı. İnsanları tüketim kültürüne alıştırıyorsunuz. Tatil yapamayınca kendilerini kötü ve eksik hissediyorlar.”
rinde yaşanıyor. İletişim araçlarının, ulaşımın, uluslararası esela ulaşım sektörü olarak ‘Uçmayan kalmasın’ dediğin bir arayışın, arzunun içine sokuyorsun. Bu arzuyu omik gücü olmayanlara krediler öneriyorsun, bir ağın parçası anya’ya, Yunanistan’a gittiğinde de aynı sıkıntıları yaşıyorsun.
“Turgut Özal’la birlikte neoliberalizmin, serbest piyasa ekonomisinin girmesiyle 80’li yıllardan sonra turizm bir endüstri olarak karşımıza çıkıyor.”
Maldivler’e, Dominik’e gittiğinde de böyle. Arada derece farkı olabilir. Sadece tatil ya da sayfiye açısından da değil; kültür turizmine bak mesela. Her yerde tıkış tıkış insan toplulukları ve sefa arayışından sefaletle dönen yığınlar. Sonuçta kazanan, yine sermaye. Sen sefa arayışıyla giriyorsun bir yola; bir tatile, bir tura yazılıyorsun; sefil bir halde dönüyorsun. O turu düzenleyenler, işletenler, şirketler sefayı sürüyor. Olay budur! Sonuçta bir sistemin içinde bulunduğu krizlerin aşılması yolunda birer araç ve piyon olmaktan öteye gitmiyor küçük insan.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
33
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
Haziran İstanbul’a, İstanbul hazirana hep çok yakıştı. Şairin “Beni geçmiş yazlara sal” dizesinin peşine takıldık; deniz hamamlarından plajlara uzanan benzersiz karelerle yüzyıllar arasında bir gezintiye çıktık.
İSTANBUL’UN UNUTULMAZ SAHİL MANZARALARINI, HAFIZALARA KAZINAN ŞİİRLER EŞLİĞİNDE ANDIK Yahya Kemal Beyatlı, Attilâ İlhan, Edip Cansever, Gülten Akın, Birhan Keskin
Bu albümde gördüğünüz birbirinden güzel fotoğrafların bir kısmını iki yıl önceki sergiden hatırlıyor olabilirsiniz. Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, kent tarihinin sosyokültürel yapısına ışık tutan plaj kavramını, ‘İstanbul’da Deniz Sefası: Deniz Hamamından Plaja Nostalji’ adlı bu sergiyle mercek altına almıştı. 1870’lerden 20’nci yüzyılın ortalarına uzanan süreçte, deniz hamamından plaja geçişin devrim niteliğindeki hikâyesine odaklanan serginin küratörü tarihçi, yazar ve akademisyen Zafer Toprak’tı. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Arşivi’nin yanı sıra İnönü ailesi, Mehmet Aksel, Seyhun Binzet, Ayşe Bermek, Doğan Güral, Uğur Yeğin, Doğan Paksoy, Sakıp Sabancı Müzesi, Türkiye İş Bankası, Ziraat Bankası ve SALT Araştırma’ya ait koleksiyonlardan derlenen resim, fotoğraf, kitap, dergi ve karikatür gibi orijinal malzemelerle buluşmamızı sağlayan sergi ve İstanbul yazlarını en güzel haliyle hatırlamamıza vesile olan katkıları için Pera Müzesi’ne teşekkür ederiz. H A Z İ R A N
2 0 2 0
34
İ S T A N B U L
L I F E
Beyaz Park Plajı’nda kırlangıç atlayışı, Selahattin Giz, Büyükdere, 1932. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
GEÇMİŞ YAZ Rü’yâ gibi bir yazdı, yarattın hevesinle, Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde Mehtâb... İri güller... Ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rü’yâ duruyor yerli yerinde! N İ S A N
2 0 2 0 35 İ S T A N B U L
L I F E
YAHYA KEMAL BEYATLI
H A Z İ NR İA SNA N2 0 22 00 2 0 3636 İ S T A N İ SB TUALN B L IU FL E L I F E
BU YAZ DA... Neden aynı kızlar Neden yine Boğaz’da Bu yaz da Kirpikleri dargın Dudakları kırgın Gizli bir nazda Yoksa tenha mıdırlar belki biraz da Neden aynı kızlar Neden yine Boğaz’da Bu yaz da Geçmişle geleceğin Kesiştiği çaprazda Yine aynı sevdalar Aynı ihtirastan Aynı çıkmazda Hayali bir ferahnak Görünmez incesazda
SOL SAYFA, SAAT YÖNÜNDE: Süreyya Plajı reklamı, 1950’ler. Mehmet Aksel Arşivi. Resimli Ay dergisi, 1922. Zafer Toprak Arşivi. Florya Plajı’yla ilgili bir haber, Hayat, 4 Ağustos 1952. Gökhan Akçura Arşivi. Hafta dergisi, 22 Temmuz 1935. Gökhan Akçura Arşivi.
Neden aynı kızlar Neden yine Boğaz’da Bu yaz da
BU SAYFA: Kadınlara mahsus bir deniz hamamı, 1930’ların sonu. Büke Uras Arşivi (üstte). Moda Plajı, 1930’lar. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
ATTİLÂ İLHAN H A Z İ R A N
2 0 2 0
37
İ S T A N B U L
L I F E
Süreyya Plajı ve gazinosu, 1950’ler. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
Suadiye Plajı, 1930’lar. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
YAZ Sevdiğim yaz geldi yine Karıncalar ve sineklerle çıktık yeryüzüne Barbunla, lüferle, marulla, zeytinle Uzaklarda kaldı nisanları basan sis, bun, yağmur Karadeniz’de bir mavi, çocuklar sevinsin diye Şairler sevinsin diye sevdiğim, yaz geldi yine (...) GÜLTEN AKIN Salıpazarı’ndaki meşhur deniz hamamı, 1920’ler. Gökhan Akçura Arşivi.
Atatürk, Kılıç Ali ve Salih Bozok, Florya Plajı’nda. Arka planda yapımı süren Deniz Köşkü, 1935. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Koleksiyonu.
Atatürk, Florya Plajı’nda kürek çekiyor, 1936. Uğur Yeğin Arşivi.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
38
İ S T A N B U L
L I F E
YAZ MUTLULUĞU (...) Söz haziranın Şurdan burdan bir vapura binildi Gümüş kafesinde denizin Bir sürü kuştan geçildi Sevgilim, canım mendilim. Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza Dadansın iyi De bana kim bulacak denizin kalbini Yeşimden oyulmuş ağaçlar Kıyılarda Kim bulacak kıyıların kalbini Hepsini anlat, hepsini. Anlat ki Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı Bir raslantı gibi gelen mutluluklar da Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini Kim bulacak derinliğin kalbini Sana kızar mıyım hiç Bana bir gül ver EDİP CANSEVER
Büyükdere’de hususi deniz hamamları, Ağustos 1907. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
YAZ FOTOĞRAFLARI-1 sevgilim beni geçmiş yazlara sal ılık yaz akşamlarına denizin ve göğün ritmine sal dalganın ve günün beyazına sen de kıyısında kal dalgaların gülümse sevgilim beni geçmiş yazlara sal küçük ve kırık aşklara limanların plonje çekilmiş fotoğraflarına sal aylaz çiçeklerine evlerin, bakımsız sokaklarına sen de bir ucunda kal balkonların gülümse sevgilim beni geçmiş yazlara sal uzun mendireklere, akşamın alacasına yorgun dönülen pansiyon odalarına sal sen de kapı aralığında kal odaların gülümse anı oluyor fotoğrafların BİRHAN KESKİN Kumkapı sahilinde denize girenler, 1930. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
39
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
Yazdan kalma bir ‘dün’den...
EDEBİYATÇILARDAN ‘UNUTAMADIKLARI YAZ’ ÖYKÜLERİ
2020 yazı, hafızalara kazınmak için hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan, elini kolunu sallaya sallaya şimdiden ‘bir virüs gibi’ tarihe geçti. Oysa bugüne kadar, unutulmaz yazlar geçirmek için ihtiyacımız olan tek şey, yakıcılığını artıran güneşti. Bu yaz ya da bundan sonrakiler, eskisi gibi olmayacak belki. Bu yüzden, her düşündüğümüzde burnumuzu sızlatan o anları, o duyguları hatırlamak çok önemli. Murat Yalçın, Müge İplikçi ve Ethem Baran, İstanbul Life okurları için unutulmaz yazların öykülerini yazdı.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
40
İ S T A N B U L
L I F E
Murat Yalçın
Beyaz bir yazdı
Akşam eve dönerken o gün yaşadıklarını düşünüp ‘Teyzem bir bilse…’ diye iç geçirir; yol kenarındaki bir çiçeğe tekme savurur; arkadaşlığın sevinciyle için parlar; gelişip büyüdüğünü duyardın.
Teyzen süte bekçi yapmıştı seni o yaz. Ahşap sundurmanın dede yadigârı minderli kerevetine kıvrılırdın sabahları. Üşürdün belli etmeden. Ne dağın alacası geçer ne de akşamların sabahların soğukları kesilirdi. Geceden kalma, kirli, soluk bir tepsi gibi unutulmuş olurdu dağın bir köşesinde ay; geceyi büyüleyen bakır sininin uyduruk bir alüminyumla yer değiştirmesine bozulurdun. Yeniyetme aklınla kim bilir kime itiraz etmek isterdin. Asmalı çardağa uzanan gül tarhının başındaki ocağın demirine oturtulmuş süt tenceresine dikerdin çapaklı gözlerini. “Kabarmaya başlarsa bana seslen” derdi teyzen. Meşe odunu kokusu süt kokusuna, süt kokusu gül kokusuna, gül kokusu az önce çoban ıslıklarıyla geçen davar sürüsünün bıraktığı kokulara karışır, hepsi birden komşu taş duvarların yüzünde, saçakların altında, oradan oraya uçuşan serçelerin cıvıltılarıyla yeni çizilmiş bir sabah olurdu. Kara tencerenin içinde kaymaklanıp buğulanan süt dünyanın ortasıydı. ünyaysa senin dünyan kadar bir yerdi. Kasabayı çevreleyen dağların ötesinde güneşin evi vardı. Sabahları gelip bağda bahçede işe koyulur, akşama dek ırgatlık eder, işi bitince derelerde yıkanıp temizlenir, vadilerden yamaçlara doğru hızla çekilip dağın arkasındaki evine giderdi. Ertesi sabah dinlenmiş bir neşeyle kanatlı kapıların eşiğinde biterdi. “Teyzeee!” diye bağırdın mı teyzenin telaşlı terlik sesi tarhların arasından yaklaşırdı. Ocağın başına çömelir, ucu alevli odunları ocaktan çekerdi. Elinin tersiyle alnının terini mi gözünün nemini mi sildiğini anlayamazdın. Günde birkaç kez ne yapıp ne edip yüzünü gözünü saklardı senden. Tencerede beyaz kabartının çöküşünü izlerken karşı damda “Azat buzat, cennet kapısında beni gözet” tekerlemesiyle gökyüzüne kuş salan çocukların sesleri gelirdi. Komşu çocuklar seni ayartmanın yollarını arardı. Her gün yeni önerilerle çitinize yaslanır, seni yedeklerine alıp gitmek için teyzenden izin koparmaya çalışırlardı. Onlar gülüşüp bekleşirken, teyzen, koca kafalı bir çocuğun kulaklarına yapışmış da içeri sürüklüyor gibi, süt tenceresini kulplarından kavrar, “Kiraza dadanmak için seni yanlarına çekmek istiyorlar” derdi. “Uyma onlara kuzum!” diye de konuyu kapatırdı içerdeki taşlıktan.
D
H A Z İ R A N
2 0 2 0
41
Kasabanın en büyük, en güzel kiraz ağacı sizdeydi. Annen olsa Kirazlı Bahçe’den çıkmazdı. Önceki yazlardan birinde şafak sökerken, derelerin karanlığı koyuyken sekili yollardan indiğinizde gece yağmuruyla sırılsıklam leylaklar arasında bahçeye geçmiştiniz. Annen bağ makasıyla kopardığı gülleri eleğe bırakırken sen az ötesindeki ağacın dibindeki taşa oturmuş, elma çağlalarının kokusuyla kendinden geçmiştin. “Gül reçeli yapacağım, ister misin?” dediğinde, “Ben ayva reçelini seviyorum ama” demiştin oturduğun yerden kalkıp. Annen dikenin kanattığı parmağını sıkarken canı acıdığını belli etmeden, “Ayvaya daha çok var” demişti. Alaycı bir sesle de, “Sen kiraz zamanı ayva gördün mü hiç?” diye eklemişti. Arkasındaki alacalı dağın önüne yemyeşil perdesini çekmiş, dalları yüklü dev kirazı göstermişti bağ makası tutan eli. Yapraklar içi su dolu çanaklardı, hangi dala dokunsan üstüne boşalırdı. Annen uzaktan sana “Otların arasında gezinip durma Ali, dizlerin ıslanır, üşütürsün” demişti. Bir dediğini iki etmezdin. “Şu eleği de yaklaştır bana” demişti. O elek sana kabak çiçeğini anımsatırdı. Annen yaz başlarında özenle topladığı kabak çiçekleriyle tepeleme doldurduğu eleğin bir yanını beline dayar, koltuğunun altında yumurta sepeti varmışçasına dikkatle eve taşırdı. Nasıl severdin dolmasını! Üstüne bir de revani tatlısı oldu mu o gece en güzel rüyalar senin olurdu. Yeni yeni okuduğun masalların diyarında bin bir türlü serüvenle dolaşır, sabahın ilk ışıklarıyla gözünü yer yatağında açtığında kendini uzak yollardan gelip evinizde bir geceliğine yatmış konuklar kadar yabancı hissederdin. Aklın giderdi.
“Annen yaz başlarında özenle topladığı kabak çiçekleriyle tepeleme doldurduğu eleğin bir yanını beline dayar, koltuğunun altında yumurta sepeti varmışçasına dikkatle eve taşırdı. Nasıl severdin dolmasını! Üstüne bir de revani tatlısı oldu mu o gece en güzel rüyalar senin olurdu.” İ S T A N B U L
L I F E
S
ofanın duvarındaki geniş gömme dolaba başını sokup bir şey aramaya çekinirdin. Masallardaki kötü ellerden biri uzanıp seni yakaladığı gibi mağarasına kaçırır sanırdın. Okuduklarına inanır, korkular içinde yaşardın. Orada, dolabın içinde, uçları pul pul dökülen, yaprakları yırtık pırtık kitap yığını vardı: Dedenden kalma Arap harfli dini eserler, yorgan ipliğiyle bağlanmış pehlivan tefrikaları; ninenden kalma ‘Mevlid’, menâkıb; dayından kalma halk destanları, siyasi mecmualar, destelenmiş gazete kesikleri. Gece, masal ipleriyle örülmüş bir atlas yorgandı üstünde. Sen o masalları hep birbirine karıştırırdın. Senin gibi kentli çocuklar kırların, yaramazlıkların acemisi olduklarından öbür çocukların arasında yaşça da küçük görülürdü. Seni benimsemeleri için her gün yeni olaylara karışıp gözlerine girmeyi görev sayardın. Onlar karanlık değirmene su arkında sürünerek girer; tandır mağaralara iner; domuz yataklarını bilir; yamaçlarda ilerleyen kurt sürüsünü izler; ıssız bahçelerde, dutluklarda, cevizliklerde dolaşır; çürümüş ağaçların dallarını üstüne binip kırar; elma çağlalarını yolar; leylakları, sümbülleri ezerek eğlenirlerdi. Oysa sen evin çardağındaki muşambalı masada çiğ et bulaşığı kaplara üşüşmüş iri sineklerden, kızarmış et bulaşığı yağlı kaplar üstünde dolanan arılardan bile çekinirdin. Günleri çekip çeviren, çocukların büyüğü Ahmet uzaktan akrabanızdı. Teyzen bazı sabahlar gönülsüzce ona emanet ederdi seni. “Ne olur bak” diye başlar; bastığı yeri bilmez, her yere sokulmasın, yanınızda gezsin sadece, göz kulak ol, kavgaya dövüşe karışmasın der; korkularını uyarılar silsilesine dönüştürür; bu esirgeyici sözlerin seni nasıl küçülttüğünü, nasıl utandırdığını bilemez ya da bilmezden gelirdi. Dağların esintili düzlüklerinde, çevresi papatyalı gözelerin altındaki zümrüt göletlerde suya girmek her babayiğidin harcı değildi. Gözleriniz birbirinizin orasında burasında soyunup çıkardıklarınızın üstüne bir taş koyar; çekingen, ürkek adımlarla suyun başına gelir; ayağınız çimende kayarsa cumburlop suya düşersiniz kaygısıyla yere oturur; önce ayaklarınızı suya sokar; birbirinizle itişip alay ederek gövde gösterisi yarışına kaptırırdınız kendinizi. Körpe bedenlerinizi kesici soğuğun insafına bırakır, takırdayan çenelerinizi rahatlatmak için sürekli konuşup gülüşürdünüz. Elbette uzun süre kalamazdınız suda, hevesinizi alınca çıkar, sırtınıza vuran güneşle kendinize gelirdiniz. Ahmet seninle hiç mi hiç ilgilenmezdi. Sen de zaten sabahki teyzeni dudağındaki uyarılarla, gözlerindeki endişelerle çoktan unutmuş olurdun. Ancak akşam eve dönerken o gün yaşadıklarını düşünüp “Teyzem bir bilse…” diye iç geçirir; yol kenarındaki bir çiçeğe tekme savurur; arkadaşlığın sevinciyle için parlar; gelişip büyüdüğünü duyardın. İkindi vakitleri tatları başka çeşmelerin çevresinde, uzak yamaçlardaki su başlarında, dere kenarındaki çınar altlarında
“Çekingen, ürkek adımlarla suyun başına gelir; ayağınız çimende kayarsa cumburlop suya düşersiniz kaygısıyla yere oturur; önce ayaklarınızı suya sokar; birbirinizle itişip alay ederek gövde gösterisi yarışına kaptırırdınız kendinizi.” eğlentiler olurdu. Suya anlam katan başındaki ağaçtı, ağacın gölgesini koyultan dibinde kaynayan suydu. Hepsini şenlendirense çocuklu kadın sesleriydi. Çocuklar, anneler, yetişkin kızlar, bebekli genç kadınlar, genç nineler kendi aralarında gruplar oluştururdu. Kimi geleceğe ilişkin kaygılarını, kimi geçmişte uğradığı talihsizlikleri sayıp dökerdi; kocalarını, babalarını, hatta sanki dünyanın bütün erkeklerini çekiştirirlerdi. İşler imeceyle görülürken öğlenleri geniş yer sofraları kurulurdu. Kızlar, siyah geyik baskılı sofra bezinin göbeğinde bebekler gibi sarılmış bakır tencerelerin kundağını çözer, kalaylı kapları çevresine ayna ayna dizerdi. En sık bahçe pilavı, yani fasulyeli kavurmalı bulgur pilavı yenirdi. Yanında da gölgede suya gömülü bekleyen emaye bakraçtan kepçeyle ağır maşrapalara dolan ekşi ayran. azen de teyzenle uzak yerlere giderdin; başın yerde, uslu, sakin yürürdün yanı sıra. Tarla sulansın diye göl salmaya ya da bağlara ayı gelmesin diye tezek yakıp tütsülemeye. Gün akşama dönerken, çukurlar kararırken yapılan ürkütücü işlerdi bunlar. Kasabanın çıkışında, duvar dibindeki keresteye sıralanıp son güneşi dizlerine yatırmış, aralarında dertleşen yaşlı kadınlardan birisi çenesini tutamaz, ne olursa olsun, emir kipiyle, “Oğlanı yorma peşinde Feriha, yazıktır. Bırak da çocuklarla oynasın şurada…” diye seslenirdi. Teyzen harman yerinde top oynayan, büyük taşları kaldırıp dereye yuvarlayan karınca sürüsüne şöyle bir bakıp bir şey demeyerek umursamazlığını gösterirdi. Sense, yüzü hepten buruşmuş, çenesi baston sapına konmuş kadına dönüp baktığında bir insanın aynı anda hem sana acıyan, hem teyzeni azarlayan yaşlı gözlerle bakabilmesine şaşardın. Teyzen çocuklarla akla hayale gelmez yaramazlıklara karışıp akşam akşam senin başına bir şey gelmesinden mi korkardı yoksa kendisi karanlığa yakın boş tarlalarda, el ayak çekilmiş bahçelerde, karga imparatorluğunun çalılıklarında yalnız kalmak mı istemezdi, bilemezdin. Onun elinde, oradan oraya sürüklenen küçük bir bostan korkuluğuydun. “Yanımda bir can olsun yeter ki,” mırıltısını sadece sana duyurması çocuk kalbini teselli etmeye yeterdi. Annenin öldüğü yazdı.
B
Müge İplikçi
Sarı elbise
Yazdı ama biz o sene, İngiltere’yi vuran derin bir soğukla, soğukla birlikte dans eden yağmurla da boğuşup duruyorduk. Dışarıdan bakıldığında 20 yaşın dünyanın neresinde kaldığını unuttuğumuz sıcak yaz günlerinde, bilinmezliğin, soğuk İngiltere’ye düşen puslu resimleriydik.
O çok iyimserdi. Çok da gerçekçi. Bense karamsar. Bırak dağınık kalsın diyen biri. Belki de bu yüzden zaman zaman tuhaf, dengesiz cümleler sarf ediyorduk birbirimize. Dışarıdan bakıldığında 20 yaşın dünyanın neresinde kaldığını unuttuğumuz sıcak yaz günlerinde, bilinmezliğin, soğuk İngiltere’ye düşen puslu resimleriydik. Çok uzun yıllar sonrasını düşünmenin zamanı değildi. Belki de pusun nedeni buydu. Buna karşın, yani biraz yaklaşınca her şey daha netleşiyordu. Carla, bir tesadüf sayılmazdı... Ben de onun için. Aynı dönemde yolumuz uzaklara düşmüştü. Biraz soluklanmak, biraz dışarıdan bakmak ve sonra yine kaldığımız yerden devam etmek için bir moladaydık sanki. Carla, saçlarına kuru sarı çiçekler koyuyordu. Ben kısacık saçlarımla aynalara nanik yapıyordum. Carla, haftada iki kere annesini arıyor, sık sık Como’nun havasını soruyordu. Hatta o sonbahar sözlenince giyeceği sarı elbiseden bahsedip duruyordu. Her şey yolunda gibiydi. Gençliğin bariyerini aşmış, ipi göğüslemek üzere bir hali vardı. Bana öğütler verip duruyordu. Gerçekçi ol, ayakların yere sağlam bassın falan diyordu. Ben de hı hı diyordum. Yazdı, ama biz o sene, İngiltere’yi vuran derin bir soğukla, soğukla birlikte dans eden yağmurla da boğuşup duruyorduk. al böyleyken aslında benzer şeyleri ben de yapmaya başlamıştım. Arada evi arıyor, İstanbul’un havasını soruyor, sonrasında buz gibi bir havanın içine inatla yürüyordum. Ertan beni terk etmiş ve o güzelim soğuk nevale kızla gününü gün ediyordu. Ev desen, o da ayrı bir hengâmeydi. Her yerim hayal kırıklığı ile doluydu. Bu yüzden, hiç değilse çiselediğini düşündüğüm yağmurda, belki bir şey bulurum diye kendimi yürüyüşlere teslim etmiştim. Biraz değişiyor muydum ne? Bu elbette tamamen Carla’nın görüşüydü. Ancak şu da bir gerçekti: Carla ile bu yürüyüşlerdeki arkadaşlığımız daha da pekişti. 20 yaşın beklentilerini makul bir yere oturtmaya çalışarak yaptığımız sohbetler, birden bastı-
H
ran yağmurla tuzla buz olsa da, sanki daha önce birbirimizi tanıyormuşuz hissiyle, kaldığımız evin mutfağında da devam etti. Mutfağın pencerelerine inen ve yaz yağmuruna benzemekten çok uzak olan şiddetli damlalar eşliğinde Carla, doktor olmak istediğini itiraf etmişti! İnsanlara yardım etmenin mutluluğundan bahsediyor, Como’da onu bekleyen günlerin heyecanını ne benden ne de kendinden saklıyordu. Peki ya sen diyordu? Ben bilmiyordum... Sonra yağmur bitiyor, soğuk havanın içinden geçerek yine yollara ve gençliğimize, kısaca dışarıya dönüyorduk yüzümüzü. Dışarısı ise, mutfaktan farklıydı. Belki sadece şöyle özetlenebilir: Dışarıda yürüdüğümüz yolların adı, benim hissettiğim geleceğimizdi... Kaybolma Sokağı, Eğreti Köşebaşı, Sağdan Gitsen de Cüzdan Bulamazsın Caddesi... Carla’nın yüzüne baktım. Artık benden umudunu kesmiş gibiydi. Aman sen de! Sonra, istifini bozmadan o şarkıyı söylemeye başlardı. ‘Honesty’yi Billy Joel’den daha iyi söylediğine inanırdı. Sonra yine yağmur. Yine eve dönerdik. İyi geceler derdik birbirimize. İyi geceler Carla. İyi geceler. Ağustos yağmurlarına baka baka, tıkılı kaldığımız dar odalarımızda, kendi halinde binamızın ortadaki boş katını es geçerek bana ulaşırdı sesi. Ondan ve benden başka kimsenin olmadığı saatlerde söylediği için mi bu kadar net ulaşırdı bu şarkı bana?
“Ağustos yağmurlarına baka baka, tıkılı kaldığımız dar odalarımızda, kendi halinde binamızın ortadaki boş katını es geçerek bana ulaşırdı sesi. Ondan ve benden başka kimsenin olmadığı saatlerde söylediği için mi bu kadar net ulaşırdı bu şarkı bana?”
S
Ethem Baran
onra yine yağmur dururdu. Biz yine yürürdük. Dersler telefonlara; renkli Como, sisli İstanbul’a; Como’daki sıcak ve kuru yaz, İstanbul’daki biteviye uzun ve beklentisiz günlere karışırdı. Ve Carla Honesty’yi yine söyler, yine kuru sarı çiçeklerle, iyimser ve çocuksu kalbini harita tanımaz bir gülümseyişle benim bezginliğe davetiye çıkarmış gölgeme bırakırdı. Sonra yine ev ve mutfak. Carla inatlaşırdı benimle. Geleceğine sahip çıkmalısın vb. diye... Sonra yağmur dururdu. Sonra gece. İyi geceler Dürüst Carla. Onunla böyle dalga geçip dururken o gün geldi çattı. Dönme zamanı gelmişti. Arada bir tek cumartesi kalmıştı, sonra pazardı ve herkes kendi kaderine geri dönecekti. Ve elbette: Yine yağmur yağıyordu. Carla’nın o cumartesi evde söylediği Honesty, binanın başka bir tozuna bulanarak bana ulaşmıştı. Biraz daha dikkat kesilince şarkının Carla’ya ait olduğu sesin, çok daha hüzünle dolu olduğunu anlamıştım. Dediğim gibi ya binanın boşluğundan, ya aynı sorularla boğuştuğumuzdan ya da dürüstlüğü benzer hayallerle mırıldandığımızdan... Ağlıyordu Carla. Bundan o kadar emindim ki odamdan fırlayıp bir solukta üst kata tırmandım. Dışardaki, malumdu.... Umursamadık. Sonra sokaklara çıktık. Hatta hızımızı alamayıp otobüse bindik. Bulunduğumuz küçük şehir otobüsü kısa bir süre sonra bizi Londra’nın göbeğine bıraktı. Carla artık ağlamayı kesmişti. Ancak hiç konuşmuyordu. Yürümeye başladık. Yağmur... öyle diye diye, Carla’ya inanılmaz yakışan bir sarı elbisenin bulunduğu o dükkâna akıp gittik. Carla, o sarı elbiseyi hiç duraksamaksızın üstüne geçirmiş, kim bilir zamanında kime ait olan o volanların içinde Duke Ellington çalmaya daha çok yatkın olan, ama o sırada nedense Honesty’yi çalan o aynalı zaman tanımaz yerde hiç ama hiç şaşırmaksızın bulunduğu kabinden fırlayıp nasıl oldum diye sormuştu. Hiçbir şey dememiş ve ortak öğrenci harçlığımızı lime lime edecek o elbiseyi hemen orada almıştık. Sonrasında uzun ve yağmurlu sokaklarda yazı hatırlatan sarı elbiseli İtalyan genç bir kadınla saatlerce yürüdüm. İstanbul’a döndükten sonra ‘Bir Sarı Elbise Peşinde’ diye kısacık bir öykü yazdım. İlk kitabım Perende’de vardır. Ne o öykü, ne bu yazı, ne Carla ne de ben, tamamen biziz. Ancak o soğuk yaz günü Londra’da rastladığım bir sarı elbisenin varlığı kesindir.
Her yaz
Her yaz bu aylarda gelirler. En çok bir hafta kalıp giderler. Olsun, bir hafta da yeter. Onu bir hafta görmek! Ah, hele bir gelsin! Bu sefer konuşacağım; kesinlikle konuşmam lazım. Her şeyi anlatmalıyım, kendime bile söyleyemediklerimi. Hatta burada nasıl beklediğimi bile… Yaz geldi… Ama onlar hâlâ gelmedi. Her gün ikindiden sonra burada oturup, hava kararıncaya kadar yoldan geçen arabalara bakıyorum. Hakan da yalnız bırakmıyor beni sağ olsun. Serinlik çöktü. Karşı yamaçtaki evler gölgede kaldı şimdi. Akasyaların altındayım, okulun alçak duvarında, koyu gölgede. Ketenhelvası satan yaşlı amca, ayakkabı boyacıları, simitçiler, sucu çocuklar, sıcaktan bunalan herkes burada. Günlerim evden çarşıya, çarşıdan eve gidip gelmekle geçiyor. Üniversite sınav sonucunun gelmesini bekliyorum. Bir de onların gelmesini. Her yaz bu aylarda gelirler. En çok bir hafta kalıp giderler. Olsun, bir hafta da yeter. Onu bir hafta görmek! Ah, hele bir gelsin! Bu sefer konuşacağım; kesinlikle konuşmam lazım. Her şeyi anlatmalıyım, kendime bile söyleyemediklerimi. Hatta burada nasıl beklediğimi bile… nu ilk kez ve sadece Hakan’a anlattım. Sıcak bir gündü, koruluğa çıkmıştık. Geçen sene. Onlar gittikten hemen sonra. Ben anlatırken o, sanki gitmemiş de beni dinliyor, bana bakıyor, bana gülümsüyor, göz kırpıyordu. Yüreğimdeki kıvılcımları Hakan görecek diye, benim gördüğümü Hakan da görecek diye heyecandan titremiştim. Yüzünü neden hayal edemiyorum? Rüyalarımda bile göremiyorum onu. Saçları, gözleri, yüzü tabii aklımda ama nasıl hayal edersem edeyim ona benzemeyecek diye de çekiniyorum. İğde kokusu, beraberine sokağın ikindi uykusunu da alarak mutfağın açık penceresinden girip içerinin loş havasını kıpırdattı. Sevim Hanım, soğanları özene bezene, bitmez bir sabırla ince ince doğrayıp tencereye dikkatle boşalttı. Kızgın yağ ve soğan kokusu mutfağın loşluğunda bir süre asılı kaldı, sonra uyuyan güne, yaz renklerine doğru pencereden dışarı süzüldü. “Bizimki dün telefon açmış İstanbul’a. Yengemin bacısıgilde kalıyorlar orda. Zaten izinlerinin üç haftasını orda, bir haftasını burada geçirirler her sene. Benim orda babam var, bacım var demez abim; gider baldızının daracık evinde üst üste sıkışır otururlar. Yarın geliyoruz, demişler bugünden için. Bir hafta on gündür İstanbul’dalar. Sabah yola çıkmışlardır. Allah’tan bir şey olmazsa, akşama kal-
B
O
“Ortak öğrenci harçlığımızı lime lime edecek o elbiseyi hemen orada almıştık. Sonrasında uzun ve yağmurlu sokaklarda yazı hatırlatan sarı elbiseli İtalyan genç bir kadınla saatlerce yürüdüm.” H A Z İ R A N
2 0 2 0
Fotoğraf: Mert Gökhan Koç
44
İ S T A N B U L
L I F E
maz gelirler. Bülent gelmiyormuş; denize mi, adaya mı, bilmem neye gidiyormuş. Abim, karısını Almanya’ya yanına aldığında oğlanı bize bırakmıştı, kızı da İstanbul’a, teyzesine. Oğlan elimizde büyüdü burada. İlkokul sondayken aldı götürdü oğlunu. Hülya daha sonra gitti. Eskiden buraya koşa koşa gelirdi her sene. Şimdi burayı beğenmiyor demek ki, İstanbul’dan bu yana geçmiyor. Kız İstanbul’da büyüdüğü halde iyi, terbiyeli çıktı. Annesinin sözünden çıkmaz, dizinin dibinden ayrılmaz maşallah. Bizim Kemal’le yaşıt. Yalan olmasın, Kemal’den üç ay mı, dört ay mı bir küçüklüğü var. Almanya’da terzi okuluna gidiyor. Kızım Nuray, o domatesleri yıka da ver bana. Eti çıkardın mı dolaptan?” ız, dalgın, mutfağın penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Annesinin sesiyle kendine geldi. Buzdolabının kapısını açtı; taze bir serinlik yüzünü yaladı. “Bak, sallanıp duruyor öyle! Kız, aklın nerde senin gâvur tohumu? Oklavayı aldırma gene elime benim! Sevdalı mısın, nesin, bilmem ki... Yaşın kaç, başın kaç? Mahalleden gelip geçene göz süzüp duruyorsun. O gözlerini bir gün oyacağım senin! Hep o Kadriye’nin kızı İlknur’dan öğreniyorsun bunları. Sana kaç kere o kızla konuşma demedim mi? Yıkadıysan ver o domatesleri. Hülya terbiyeli maşallah. Pek de güzelleşti, serpildi. Bizim Kemal’in aklı fikri hep onda; başında kavak yelleri esiyor. Çocuğun bir suçu yok bunda, aklına biz soktuk, sana Hülya’yı alacağız diye. Daha bu yaşta. Gelecekler diye yollarda onları beklemekten bir hal oldu çocuğum. Akşam olmayınca eve girmiyor. Biz anlamıyoruz sanıyor. Her ikindi eline kitabını alıp, asmanın altında bacısına dövüş çekiş yaptırdığı çayı içen Kemal, bir haftadır eve barka uğramasın da ben anlamayayım e mi? Pek de içli yavrum, bir şey de söylenmiyor ki... Üniversiteyi kazanamazsam, bu ufacık yerde iş yok, güç yok, ne halt ederim, diye kahroluyor. Bu sene yine teşekkürname getirdi; Allah nazardan esirgesin. Bütün arkadaşları, Sevim Teyze, Kemal üniversiteyi tutturamazsa kimse tutturamaz, diyor. Kazanır giderse diye de korkuyorum. Çok içine kapanık, sessiz, ağırbaşlı benim oğlum. Ortalık karışık; anarşitlerin içinde ne yapar sonra Ankaralarda, İstanbullarda? Öyle değil mi Aysel Abla, haksız mıyım? Babası da, kazanamazsa canı sağ olsun, evlendiririz dayısının kızıyla, alır götürürler Almanya’ya, hayatı kurtulur, diyor. Oğlan da deli oluyor zaten kız için. Dayısı da pek seviyor Kemalimi... Kızımı yeğenime vereceğim; çok efendi, akıllı, ondan iyisini bulacak değilim ya, yabancıya git-
K
H A Z İ R A N
2 0 2 0
45
mesin kızımız, demişti geçen sene. Hadi kızım sen de salataya başla. Bakarsın çıkar gelirler. Saat kaç oldu? Bak hava serinlemeye başlamış bile.” Dutlar yenmeye başladı artık. Hele bir gelsinler, ben ağaca çıkar silkelerim, yere de bir sofra bezi sereriz. Dutu çok sever Hülya. Bir de eriği. Bizim bahçenin eriğinin tadını hiçbir yerde bulamadığını söyler. elecekleri gün yaklaştıkça uyku benden uzaklaştı. Hakan’la konuşuyoruz devamlı; bana ümit veriyor, olacak bu iş, hatta olmuş bile, olmuş da sen kendini inandıramıyorsun diyor. Diyor ama bilmiyorum. Gerçekten öyle mi? Konuşabilir miyim onunla? Ya da o konuşur mu öyle bir mevzuda? Seviyor mu beni? Sevmese geçen sene öyle davranır mıydı? Herkes, Hülya’yı Kemal’e alacağız, derken itiraz etmez miydi? Sevmese, gelip gidip benimle şakalaşmaz, göz kırpmazdı. En iyisi konuşmak. Geçen sene ikimiz de küçüktük; şimdi büyüdük sayılır. Okul da bitti. Hem bu yaz evlenecek ya da nişanlanacak değiliz ya. Önemli olan konuşmak. Sonra bekleriz birbirimizi. Konuşabilir miyim gerçekten? Ya yanlış anlarsa! Ben seni akraba biliyorum, o yüzden sana böyle yakın davranıyorum, evinize geldiysek böyle mi yapman gerekirdi, derse! Evdekilerin, dayımın, yengemin yüzüne nasıl bakarım? Tek ümidim: İstetmek! Ama bu yaz değil. Hele bir üniversiteye gireyim! Sonra güzel bir iş, belki de bir araba… Evin önünde arabayı görünce öleceğimi sandım. Kırmızı Opel. Alman plakalı. Mahallenin bütün çocukları arabanın başında. Küçük kardeşim, arabayı çizmesinler diye çocukları uzaklaştırmaya çalışıyor. Ya Hülya gelmediyse? Öyle ya, abisi gelmeyecekmiş; Antalya’ya, deniz tatiline gidiyormuş. Gerçi onun gelmemesi benim için daha iyi olacak. Gelseydi onunla ilgilenmek mecburiyetinde kalacaktım. O zaman da Hülya’yı daha az görecektim. Ya o da gelmediyse, abisiyle birlikte gittiyse? Yüzüm kızardı mı acaba? Terimi soğutup öyle girmeliyim eve. Kardeşime sorsam mı, kaç kişi geldiler diye? Kalbimin çarpıntısını nereye saklayacağım peki? nu görünce yüreğime su serpildi. Zaten kapıdan girer girmez, gözlerim ilk onu aradı. Somyanın üzerinde, köşede, bacaklarını toplamış oturuyordu. Pencereden giren ışık saçlarında oynaşıyordu. Evimizin onunla daha bir güzelleştiğini düşündüm. Fazla bakamadım ama. Dayımın, yengemin elini öptükten sonra onunla tokalaştım. “Hoş geldin; nasılsın, n’aber?” “Sağ ol, iyilik. Sen?” “Ben de iyiyim.” Hayal kırıklığına uğradım. Bu kadar kolay mıydı? Günlerdir, aylardır, hatta ta geçen seneden beri kafamda kurduğum, düşlediğim buluşma anı bu muydu, böyle bir şey miydi? Bu kadarcık mıydı hayal ettiğim şey? İşte karşımdaydı; bildiğim gibiydi. Geçen sene nasılsa, aynı... Üzerinde beyaz bir bluz, bacağında kahverengi kadife pantolon. Güzel. Yine çok güzel… Bir sandalye alıp karşısına oturdum. Bana bakıyordu, iki yıl evvelki gibi... geçen seneki gibi... Deli edici, mavi bakışlar. Yürek hoplatan, gönül çıldırtan bakışlar. Ellerimi nereye koyacağımı, ne konuşacağımı, nereye bakacağımı bilemiyordum. Dayımlar
G
O
İ S T A N B U L
L I F E
Almanya’dan, yollardan bahsediyorlardı. Evin içinde bir sevinç dalgası. Bir cıvıltı. Daha fazla göze batmamak için dışarı çıktım. Asmanın altındaki minderlerden birine oturdum. Bahçenin dışından, aşağı yoldan, arabanın çevresinde oynayan çocukların kararmaya başlayan havaya bulaşmış sesleri geliyordu. Yüreğimde bir ağırlık. Demek şimdi, kaç zamandır hayalini kurduğum günü yaşıyordum! Laciverte yakın, yer yer turuncu ve pembeyle yırtılmış bir gökyüzü şehrin üzerine gelip oturmuştu. Birden onu yanımda hissettim. “Çok dalgınsın Kemal, ne düşünüyorsun?” Ben konuşmayı biliyor muyum? Ağzımı açsam sesim çıkar mı? “Hiiç... Ne düşüneceğim? Bir şey düşünmüyorum. Yani akşamın bu saatlerini çok severim de… Onun için işte...” Sesim boğuk mu çıktı? Yüzüm kızarmıştır kesin. Bana gülümseyerek bakan bu gözlere, bu yüze doyabilir miyim? Yanıma oturdu. Bu koku… Başım dönüyor. “Okulu ne yaptın?” “Okul bitti. Şimdi üniversite sınavının sonucunu bekliyorum.” “Peki nereye girmek istiyorsun?” “Bilmem... Nereyi kazanırsam. Kazanmak çok zor. Belki de...” “Eczacılık iyi mi? Teyzemin kızı orayı kazanmak istiyor.” “İyidir herhalde. İnşallah kazanır.” Yüzü bembeyaz. Lekesiz bir bulut gibi. Gözleri akşamın rengini almış. “Senin okul ne âlemde?” “İşte, öylesine... Daha iki sene var.” “Sonra terzi mi olacaksın?” “Eh öyle bir şey...” İnce bir yel saçlarını uçurdu. Yapraklar hışırdadı. İkimiz de susmuştuk. “Erik yer misin?” diye sordum nerden aklıma geldiyse. Asmanın enli yaprakları arasına yerleştirilmiş ampulün sarı aydınlığı, mangalda cızırdayan etlerden yayılan kokulara anason kokusunu da katan çardaktakilerin gölgelerini bahçenin kuru toprağına seriyor. “Ee, şef, anlat bakalım, ne var ne yok oralarda?” “Sorma enişte, Almanya’nın tadı tuzu kalmadı. Bizi istemiyorlar artık. Bazı işlerim var; onları bir halledeyim, bir gün durmam, dönerim.” Mangaldan yayılan sıcaklık geceye karışıyor. “Çek bakalım şef.” “Şerefine...” Yüzlerinde rakının acılığı dolaşıyor. Ağızlarına hemen birer parça et atıyorlar, sonra cacık, karpuz. Birazcık beyazpeynir. Kemal, mangalın üzerindeki şişi alıp geliyor, dumanı tüten etleri tek tek sıyırıp tabağa boşaltıyor. “Aslandır benim yeğenim, bitanedir. Maşallah büyümüş, kocaman delikanlı olmuş. Ee... zaman geçiyor, çocuklar büyüyor, biz yaşlanıyoruz. Yarın öbür gün evleneceğiz, diye çıkarlar karşımıza değil mi enişte?”
H A Z İ R A N
2 0 2 0
“Dutlar yenmeye başladı artık. Hele bir gelsinler, ben ağaca çıkar silkelerim, yere de bir sofra bezi sereriz. Dutu çok sever Hülya. Bir de eriği. Bizim bahçenin eriğinin tadını hiçbir yerde bulamadığını söyler.” Sesleri gecenin koyuluğuna uzanıyor. “Ben memurlukla karnımı zor doyuruyorum. Gözünün önüne baksın; hele işini bulsun, askerliğini yapsın bir...” Kemal’in düşünceleri, çardağı, bahçeyi aşmış, bilinmez bir uzaklıkta, geçmişle geleceğin birbirine karıştığı, aşılmaz zorlukların bir duvar gibi yükseldiği kimsesiz, sessiz, bulanık bir yerde bocalayıp duruyor. Sarı aydınlık yorgun düşüyor. Sakin bir yel yalıyor geceyi. ün gece bahçede içti bizimkiler. Geç yattık. Gene uyuyamadım tabii. Sabah geç kalktı misafirler. Öğleden sonra, mahallede bir düğün varmış, kadınlar oraya gitti, babamlar da kahveye. Ben de vakit geçirmek için sinemaya. Kötü bir karate filmi oynuyordu. Çoluk çocuk doldurmuştu sinemayı. Her zamanki gibi. Bağrışmalar, gereksiz alkışlar, ıslıklar, yuvarlanan gazoz şişelerinin tıkırtısı her zamanki gibi. Peki ben her zamanki gibi miyim? Film bitmeden çıktım sinemadan. Dönüşte okulun ordan geçtim. Hakan yoktu akasyaların altında. Yerimizde başkaları oturuyordu. Hakan olsaydı biraz konuşurduk, belki sıkıntım dağılırdı o zaman. Onları bahçede çay içiyorken buldum. Düğünde bir kadın Hülya’yı çok beğenmiş, oğluna almak istemiş. Büyük yengem, Hülya’nın annesi, “Hülya’yı sattık,” diye gülerken, gerçek olmadığını bildiğim halde içim burkuldu. Bir de gerçek olsa? Yok canım, Hülya kabul eder mi böyle bir şeyi! Hülya çay getirince sevindim. Onu bir başkasıyla yan yana… Allah yazdıysa bozsun! O arada: “Seni ben alacağım kız,” dedi küçük yengem. Hülya, amcamın yetişkin oğlu olmadığını tabii ki biliyordu. “Kime?” diye sordu. Ben o tarafa bakmıyorum hiç. Dinlemiyorum güya. Yengemin beni işaret ettiğini biliyorum. “Cık, olmaz!” “Olur, olur...” dedi yengem. “Hülya’yı sana isteyelim mi?” diyor amcasının karısı akşam. Kemal’in yüzü kıpkırmızı. Kalbi neredeyse duracak. “Ama bana vermezler!” Sesi nasıl da zor çıkıyor boğazından. “Öpsünler de başlarına koysunlar. Senden iyisini bulacak değiller ya. Dayının da niyeti var zaten.” “Ya Hülya? Beni ister mi?” Gülüyor yengesi. Ümit denilen şey bu mu? Bir adım ötesine mutluluk mu diyorlar?
D
46
İ S T A N B U L
L I F E
“Sen iste yeter. Hülya’nın senin için canı gidiyor.” “Yok canım...” “Sen inanma bakalım, koşa koşa gelir.” elip gidip omzuma yumruk atıyordu şakacıktan. Ben de boynundan tutuyor, yavaşça ensesine vuruyordum. Çıplak, narin kollarından tutuyordum, hangimizin bileğinin kalın olduğunu ölçüyorduk. Bahçe kapısından girerken beni arkamdan itiyordu, ben de direniyordum. Bana takılmak hoşuna gidiyor gibiydi. Ben ise, ona dokunabilmek için deli oluyordum. Bir keresinde kafama su döktü. Sonra kurulamam için havlu getirdi. Nerde karşı karşıya, yan yana gelsek, birbirimize hafif yumruklar atıyorduk. “Beni niye dövüyorsun lan?” diyordu. Bir insan bu kadar tatlı, bu kadar güzel “lan” diyebilir miydi? Akşamüstü. Camlarda günün son yangını. Bahçenin köşesindeki sarı sarı açmış yıldızlar, yediveren gülleri ve menekşeler yeni bir hüzne kaydı kayacak. “Saçların niye böyle?” “Beğenmiyor musun?” “Beğenmediğimden değil de... Saçlarına bakmıyorsun, darmadağın.” İkisi de susuyor. Bu dünya yetmiyor Kemal’e. Ona yeni bir dünya lazım. Mümkün mü bu? Kemal, mümkün olmayanı olur kılmanın, aşılmayanı aşmanın peşinde. “Hülya?” “Efendim?” “Saçlarını uzatsana... Daha çok yakışır.” Saçlarını yıkıyorken yengem gene sormuş. Çekingen davranmış Hülya. “Olmaz,” demiş. “Evet, gelirim,” diyecek değil ya. Öyle pat diye. Hangi kız hemencecik olur der. Nazlanacak tabii. Yengem, “Seni seviyor, ama utanıyor kızcağız söylemeye, çekiniyor” dedi. Ah bir konuşabilsem. Şu dilim bir çözülse. Bana da “Olmaz!” der mi? Sokağa bakan odadaki sedirde oturuyorlardı. Pencere önündeki çiçeklerin yaprakları kıpırdanıyordu camda. Yaz sıcaklığı dışarıda kalmıştı. Sevim Hanım, yemenisini eliyle düzeltip gözlerini çiçeklerden ayırmadan: “Nuray gelinlik çağa geldi,” dedi, “bir isteyeni çıksa, sandığa atacak ne bir işlengisi var ne de bir oyası var doğru dürüst; boğazımıza zor buluyoruz, ne yapalım? Evde bana çok yardımı oluyor Allah var. Elinden her iş geliyor artık. Kemal’in de okulu bitti şükür. Teşekkürname getirdi yine. Okuyabildiği yere kadar okutacağız elimizden geldiğince. Okumuş adamın hali başka olur malum. Babası, şöyle bir mühendis olsa da yüzümüzü ağartsa, diyor. Yükseğini kazanamazsa ne yapalım, canı sağ olsun. Dayısı elinden tutar, alır Almanya’ya yanına, onu da bir adam eder. O da onun bir evladı sayılır değil mi? Senin Bülent mesleğini eline aldı artık. Ee, evlenme zamanı da geldi. Yok mu bir düşündüğünüz?” Hülya’nın annesi, yerinde şöyle bir kıpırdadı. Ruj lekesi bulaşmış uzun, filtreli sigarasından bir nefes çekti: “Yok canım, ne gezer! Bir Yugoslav sevgilisi vardı, onu da bıraktı. Onunkisi yiyip içip gezmek. Başka şeyden anlamaz. Gel oğlum, artık yaşın geldi geçiyor, diyorum, hayırlısıyla baş göz
G
H A Z İ R A N
2 0 2 0
47
edelim, diyorum. Ama dinleyen kim?” Sevim Hanım’ın sesine canlılık geldi. “Hülya’nın da maşallahı var. Bu sene iyice güzelleşmiş, serpilmiş. İsteyeni çoktur herhalde!” “Ee, var tabii... İstanbullu bir aile var, bizim oturduğumuz yerde. Kaç kez gelip gittiler. Abin olmaz, diyor. Çok yakından tanıdığımız bir aile, yıllardır komşuyuz. Çok saygıdeğer insanlar. Durumları da iyi. İstanbul’da dükkânlar, evler, yazlıklar. Kızım rahat eder vallahi. Zaten Hülya’yı öyle fakire fukaraya vermem. Rahatlığa, bolluğa alıştı kızım. Zorluk çekemez. Para sıkıntısı nedir bilmez Hülya. Rahat büyüdü çünkü. Biz zamanında çok çektik, çocuklarımız çekmesin bari. Bundan iyi kısmet de bulunmaz. Bir de abini razı edebilsem!” Sevim Hanım’ın sesi kırıldı, son kez çabaladı: “Ya Hülya? O ne diyor bu işe?” “Laf aramızda; babası duymasın, yoksa dayaktan öldürür kızı vallahi, oğlanla kız önceden anlaştılar zaten...” Sonra bana değişik bakmaya başladı. Kızgın gibi. Umursamaz. Her zamanki gibi değildi bakışları. Gözlerini hemen kaçırıyordu. O çocuksu halini üzerinden atmıştı. Bu ciddiyet yakışmıyordu ona. Başka birine benziyordu o zaman. Annem de tuhaflaştı birdenbire. Bana bir şey söylemiş de ben anlamamışım gibi. Ya da tam söyleyecekken o vazgeçmiş gibi. Karışık. Çok karışık. Veda saati. Arabalara eşyaları yerleştirirken yanıma geldi. Konuşacak sandım. Konuşmadı. Konuşabilirim sandım. Konuşamadım. Konuşmadık. Güneş, sokağı yeni boyamaya başlamıştı. Vedalaşırken elini, bir şeyler ifade etmek ister gibi, seni seviyorum, seni bekleyeceğim der gibi, beni unutma, ben hep seni düşüneceğim der gibi biraz sertçe, uzun süre bırakmayarak sıktım. Yüzüne bakmaya cesaretim yoktu o an. Sokağımızın yıllanmış ağaçları sırtlarına yeni bir yaz sabahını daha yüklenip seyre çıkmışlar adeta; yaprak yaprak gölgeleri arabanın camlarına serilmiş, yola çıkmaya hazır. Arabanın içinden bana bakıyor ve gülümsüyordu. Bense gülmeyi unutmuştum. Düşünmeyi de. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Yüreğim mengenede. Annem, yengem ve kız kardeşim Nuray ağlıyorlardı sessizce. Dayım arabayı çalıştırdı. Alman plakalı kırmızı Opel, birbirine karışan uğurlama sesleri arasında hareket etti. Annem bir kova su döktü arkalarından. Dedem sulu gözlerle yine son kez baktı. El salladık. Yazla birlikte gittiler. Benden bir parça da onlarla birlikte gitti sanki. Ağlamaya benzer bir şey kaldı geride. Sonra buraya geldim, akasyaların altına. Her zamanki gibi serin değil burası. Bunalıyorum... Çarşı şimdiden toza bulandı. Daha erken. Hakan evdedir, bugün erken gelse bari. Hiç beklemediğim bir anda adını duyacağım, ya da onun adına benzer bir şeyler çalınacak kulağıma. Yolda gördüğüm birini ona benzeteceğim belki de. Yalnızlığımı bir sene daha sürükleyeceğim kendimle. Nasıl dayanacağım gelecek yaza kadar? Yaz iyice yerleşmiş şehrin tepelerine. Otlar çoktan sararmış… İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Biz bu koronadan nerelere kaçalım? Yeni normalleşme süreciyle birlikte, birçok kişi tatil için gözünü Ege ve Akdeniz’in bilindik beldelerine dikti. Ama hâlâ tedirginliğinizi üstünüzden atamadıysanız bu krizi yepyeni yerler keşfetme fırsatına da çevirebilirsiniz. Konunun uzmanı gezgin ve gazetecilere danıştık; her biri doğa harikası olan izole tatil bölgelerini anlattılar.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
48
İ S T A N B U L
L I F E
Özcan Yüksek, bu süreçte en güvenli tatil adreslerinden birinin Assos olduğunu söylüyor. Bölgede birçok konaklama tesisi var ancak deneyiminiz varsa kamp alanlarını da tercih edebilirsiniz.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
49
İ S T A N B U L
L I F E
ÖZCAN YÜKSEK Gazeteci, gezgin
Korona salgınında sosyal mesafe, korunmanın başlıca yollarından biri olduğu için, kalabalıklardan iyice uzak durmak temel seçenek. Kalabalık şehirlerden, hatta şehirlerden uzakta olmak; uçak, tren gibi kalabalık ulaşım araçlarına da mesafeli durmak gerekiyor. Doğa içinde kamp yapmak, kalabalık ve turistik olmayan dağ köyleri, yaylalar bu süreçte en güvenli tatil yerleri. Size önerilerim şunlar: 1. Isparta Ağlasun 2. Kaş 3. Kaçkar Vadileri, Çamlıhemşin 4. Batı Karadeniz, Loç Vadisi 5. Maçahel 6. Datça 7. Dalyan, Köyceğiz 8. Uzuncaburç, Mersin 9. Bursa Uludağ’ın uzak yamaçlarında kurulu Yörük köyleri 10. Assos, İda Dağı, Troya
Güneyin en çok sevilen tatil beldelerinden Kaş, Özcan Yüksek’e göre dalış ve dağ turizmiyle kıyı yürüyüşü için en uygun lokasyon.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
50
İ S T A N B U L
L I F E
Genellikle dağcılıkla ilgilenenlerin bildiği Aladağlar, en sakin ve tenha tatili vaat eden yerlerden.. Dağ etekleri, kamp yapmak isteyenler için çok uygun.
SERKAN OCAK Aladağlar
Gazeteci, gezgin
Pokut Yaylası
gidenlere indirim yapacağına dair söz de verdi. Alibahadır Mah. Mucize Cad. No: 10 Beykoz
İKI GERÇEK HAZINE: ALADAĞLAR VE ÇUKURBAĞ
İlk uzak planım, Türkiye’nin en güzel manzarasına sahip, Niğde’yle Kayseri arasındaki Aladağlar. Bence burası halen keşfedilmeyi bekleyen bir hazine. Genelde dağcılıkla ilgili kişiler biliyor ama illa zirvelere tırmanmanıza gerek yok, dağların eteklerinde inanılmaz manzaralar sizi bekliyor. Üstelik bahar buralara rakımdan dolayı geç geliyor. Yani korona nedeniyle hasret kaldığınız baharın tadını burada çıkarabilirsiniz. İstikamet Niğde’nin Çamardı ilçesi Çukurbağ Köyü. Burada Türkiye Dağcılık Federasyonu’na bağlı bir dağ evi var ama orayı boş verin; Ahmet Üçer’i bulun (0536 712 07 28). Onun pansiyona dönüştürdüğü evinde yemeğiniz yoksa yemek, rehberlik lazımsa rehberlik hizmeti alabilirsiniz. Engin dağ bilgisi lazımsa o da var. Ancak katırlar fiyata dahil değil (Yürüyüş ya da kamp için kullanmak isterseniz)... Bir gece Ahmet
H A Z İ R A N
2 0 2 0
51
İ S T A N B U L
L I F E
Abi’nin pansiyonunda kaldıktan sonra çadır ekipmanınız varsa Sokullupınar’da kamp yapabilirsiniz. Yoksa buraya kadar 6 km’lik yolu yürüyüp geri de dönebilirsiniz. Hava açık ve güneşliyse Türkiye’nin en güzel zirveleri Demirkazık, Kaldı, Emler’i de görebilirsiniz.
KARADENIZ’DE NOKTA ATIŞI: POKUT YAYLASI
Benim için Karadeniz’de Pokut bir numara. Aslında pek çok yayla aynı ekosisteme sahip ancak buranın başka bir ruhu ve güzelliği var. Günbatımında karşı yayla Sal’a yürüyüp güneşi bulutların üzerinden batırmak dünyanın en keyifli anlarından biri olabilir. Ayrıca Pokut’a gitmek demek, yol üzerindeki Çamlıhemşin’i, tarihi köprüleri, dereleri, şelaleleri de görmek demek. 2 bin metrenin üzerindeki yaylaya gitmeden önce hava raporlarını iyice inceleyin. Bölgedeki tesisleri arayın. Zira bazen haziran olmasına rağmen yollarda kar olabiliyor. Yaylada konaklamak için sıra sıra pansiyon mevcut. Karadenizli yazar Uğur Biryol’un da bir aile işletmesi var. Gitmek isterseniz önceden irtibata geçebilirsiniz (0532 336 67 45).
Fotoğraflar: Serkan Ocak
ÖNCE YAKINLAR: KILYOS VE RIVA Hemen uzaklara gitmeye, saatlerce yol yapmaya niyetim yok. İlk fırsatta İstanbul yakınlarında bir yere gideceğim. Aklımda her iki yaka için birer alternatif var. Avrupa Yakası için, Kilyos’ta AKUT adına işletilen bir kamp alanı olan, deniz kenarındaki Doğada Yaşam Okulu. Özellikle yazın hafta sonları çok sayıda çocuk burada eğitim amaçlı kamp yapıyor. Ancak onların bölümü ayrı. Bu geniş arazide ağaç altı çadır kurabileceğiniz güzel alanlar var. Normalde yemek, duş, tuvalet gibi ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz tam bir tesis. Hem deniz kenarında hem de ağaçlar altında, çimlerin üzerinde yürüyüş yapabileceğiniz ender yerlerden biri. Navigasyon kurup gitmekte fayda var. Gidince özel şifreyle açılan demir kapısında yazan numarayı arayın. dogadayasam.com.tr Birçok işletmesinden memnun kalmadığım için Riva tarafına gitmeyi pek tercih etmiyordum. Ancak küçük yeni bir yer keşfettim: Rivaldi 4 Mevsim. Burası bir fotoğraf platosu olarak kurgulanmış, 2.5 dönümlük bir çiftlik. Çiftliğin bir tarafı orman, diğer tarafı çok geniş, boş bir yeşillik alan. Etrafında başka bir yapı, gürültü vs. yok. İster yürüyüş yapın, ister çimenlere yayılın… Tavuklara yem vermeyi de unutmayın. Çadır alanı da var. Sabah kahvaltısı için yumurtayı kümesten kendiniz toplayabilirsiniz. Tam bir huzur yuvası. İşletmecisi Mühenna Kahveci de eski bir gazeteci. Bu yaz fotoğraf meraklılarına özel atölyeler yapma planları var, umarım olur. Üstelik İstanbul Life ile birlikte
Fotoğraflar: Yücel Sönmez
Laşet Motel
Akdeniz Bahçesi
YÜCEL SÖNMEZ Hürriyet gazetesi seyahat yazarı
ORMAN IÇINDEKI VAHA: HAVASU KÖY
Antalya’da Mavikent beldesi ile Gelidonya Burnu arasında yer alan 5 yıldızlı ilk ekolojik otellerden Havasu Köy’de ağaç ev, çadır, karavan gibi konaklama seçenekleri var. Doğayla iç içe tatil yapmak isteyenler burada kaya tırmanışı, dalış, paraşüt, balıkçılık, hiking, yoga, plastik sanatlar, ekotarım ve endemik bitki toplama gibi aktiviteleri de deneyimleyebilir. havasuparkotel.com
TANRILARIN DAĞINDA MISAFIR OLMAK: HIZIR KAMP
Yoga tutkunlarının Türkiye’deki mabetlerinden. Binbir pınarlı Kazdağları’nın Kirişlik Vadisi eteğinde kurulu. Kendi çadırınızda veya ağaç, taş evlerde kalabilir; Zeytinli Çayı’nın serin suyunda yüzebilir; doğa yürüyüşü, yoga, meditas-
Havasu Köy
yon, masaj, bisiklet turu gibi etkinliklere katılabilirsiniz. hizirkamp.com
‘CARETTA CARETTA’LARLA AYNI KUMSALDA: AKDENIZ BAHÇESI
Burası ‘Caretta caretta’ kaplumbağalarının yuvalama alanı da olan, tertemiz ve sakin Çıralı sahiline 100 metre yürüme mesafesinde. Biri yöre taşlarından inşa edilmiş, tamamı mutfaklı altı şirin tatil evi ve bir restoranı var ve 4.5 dönümlük gerçek bir Akdeniz meyve bahçesi içinde kurulu. Ekolojik tarım yöntemleri kullanarak yetiştirilen meyveler de organik sertifikalı, tamamen doğal. akdenizbahcesi.com
YEŞILLER IÇINDE, KARLI DAĞ MANZARASI: LAŞET MOTEL
Artvin Şavşat tam bir huzur bulma yeri. Buranın güzel noktalarından Laşet Motel’de konaklamalar Alpin çayır H A Z İ R A N
2 0 2 0
52
İ S T A N B U L
üstüne kurulmuş ahşap kulübelerde yapılıyor. Gitmişken ilçe merkezine 14 km uzaklıktaki Tibet Kilisesi’ni ya da 25 km mesafedeki Karagöl Sahara Milli Parkı’nı ve Söğütlü Mahallesi’ndeki Satlel Kalesi’ni de gezebilirsiniz. laset.com.tr
KENDI KÜÇÜK, TARIHI BÜYÜK KÖYDE: AGORA PANSIYON
Bodrum’a 40 dakika uzaklıktaki Bafa Gölü kenarında küçük bir köy Kapıkırı. Tarih ve arkeolojiye meraklılar için burada Helenistik ve Bizans dönemine ait görülecek çok şey var. Göl kıyısındaki Agora Pansiyon hem iyi bir konaklama seçeneği hem de kuş gözlemi ve botanik meraklıları için de zengin olanaklar sunuyor. Dileyen gölde balık da tutabilir. İçinde duş ve tuvalet olan dokuz oda ve üç köy evinden birinde kalabilirsiniz. agorapansiyon.com L I F E
Eceabat, Kabatepe iskelesinden feribotla en geç 1.5 saatte varacağınız Gökçeada, aldığı tedbirlerle bu dönem en güvenli yerlerden.
Yaylalar Köyü
YILDIRIM GÜNGÖR Atlas dergisi yazarı, gezgin
Kaçkar Dağları’nın güneyinde, Artvin’in Yusufeli ilçesinde yer alan bu şirin köy, normal zamanlarda bile çok sakin. Sadece Kaçkar zirvesine çıkmak veya Ayder tarafına geçmek isteyenler uğruyor. Gürül gürül akan dereler, muhteşem vadiler, geleneksel evler, biyolojik çeşitlilik ve muhteşem yöresel yemekler, koronavirüsün yarattığı tahribatı kısa sürede yok eder. Yaylalar Köyü’ne aracınızla gitmenizi öneririm. Yol uzakmış gibi geliyor ama bu kadar ev hapsinden sonra geze geze gitmek çok güzel olur. Erzurum’dan sonra Yusufeli’ne gitmek için Tortum Vadisi’ni kullanacaksınız. Daha önce bu coğrafyada bulunmadıysanız mutlaka deneyin. Eğer otelde konaklayacaksanız Çamyuva Pansiyon’u (0534 361 69 59) öneririm. İsmi pansiyon ama üç yıldızlı otel kalitesinde. Geniş odaları, muhteşem kahvaltı ve yemekleri var. Tecrübeniz varsa kamp da kurabilirsiniz.
Fotoğraf: Yıldırım Güngör
HUZUR KAÇKAR’DA: YAYLALAR KÖYÜ
SADECE IKI VAKA GÖRÜLDÜ: GÖKÇEADA
Salgın günlerinde bile sadece iki vaka görülen Gökçeada bunu tamamen kaymakamlığın yoğun çabasına borçlu. Özellikle adaya girişlerde yoğun tedbirler uygulandı, turizm sezonunda da uygulanmaya devam edecek. Adada plaj uzunlukları fazla olduğu için hiç çaba sarf etmeden sosyal mesafe oluşacaktır zaten. Kültür gezilerinde ise tek dikkat edeceğiniz yer Zeytinli Köyü olacak. Gökçeada’ya özel araçla gitmek çok mantıklı. Adada da araçsız çok rahat hareket edemezsiniz.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
53
İ S T A N B U L
L I F E
Eceabat, Kabatepe iskelesinden feribota bindiniz mi en geç 1.5 saat sonra adadasınız. Önceden Gestaş’ın sitesinden (gdu.com.tr) online bilet alırsanız sıra da beklemezsiniz. Adada sezonluk kiralık yok. Konaklama için korona açısından en güvenli gördüğüm yer ise Şahika Konukevi (0553 002 88 36). İki katlı ve avlusunun üstü açık, dolayısıyla tüm odaların kapıları dışarı açılıyor. Bu, sosyal mesafe ve açık hava açısından çok önemli bir avantaj. Kefalos, Uğurlu, Yıldız Koyu ve Kuzu Limanı’nda ücreti karşılığında kamp da kurabilirsiniz.
ÖZLEM NUMANOĞLU Atlas Dergisi Yayın Yönetmeni
ORMAN BANYOSU YAPMANIN TAM ZAMANI!
Korona salgını döneminde en güvenli lokasyon, bu kez lafın gelişi değil, gerçekten de doğa olacak. Unutmayın; nerede insan, orada risk. 2020’de güvenli bir tatilin ‘motto’su bu. Klasik tipte bir tatilciyseniz, hep hayal ettiğiniz ama her defasında kaçtığınız bir fikri hayata geçirebilir; çadır kampı yapmayı ya da karavan kiralamayı deneyebilirsiniz. Karadeniz hattında Pokut Yaylası kadar güzellerini bulmanız hiç zor değil. Akdenizciyseniz Toros yaylalarına çıkın. Veya Ege’yi düşük sezonda, sahiller boşken görün. Hem tadına doyulmaz hem de sağlık ve bütçe dostudur. Uzun yolu gözünüz kesmiyorsa, kısa
bir tatil için yakın çevrenizdeki milli parkları ve tabiat parklarını, buralardaki ziyaretçi merkezlerini ve kamp alanlarını radarınıza alın. ABD’de tıp doktorları hastalarına ‘doğada başıboş dolaşma’ gibi önerileri reçete etmeye başladı. İzlanda’da ormancılar “İnsana sarılamıyorsanız beş dakikalığına ağaca sarılın” diyor. Japonlar sağlıklı olmak için bütün elektronik eşyalarından uzaklaşıp ‘orman banyosu’ yapıyor. Bir taşla iki kuş: Koronadan kaçarken, beden ve ruh sağlığınız için de iyi bir şey yapabilirsiniz.
ÇADIR TATILINI DENEYIN
Yer telaffuz etmek gerekirse, İstanbul’u eksen alır ve yakın çevreden ilerlersek, muhteşem orman alanları için Kırklareli Istranca ve Bursa Karacabey longozları, sonsuzluğa açılan dalgalı bir Karadeniz için Kırklareli Beğendik, (sahilden Bulgaristan’ın Rezovo Köyü de görünüyor), göl ve kuş manzaraları için Edirne Gala Gölü Milli
H A Z İ R A N
2 0 2 0
54
İ S T A N B U L
L I F E
Parkı, anıt ağaçları ve doğal çeşitliliği için Karabük Yenice Ormanları, tarihi doku, yol manzaraları ve yamaç paraşütü için Tekirdağ’ın eski Rum köyü Uçmakdere, güzel bir deniz için Çanakkale Saros Körfezi’nin ıssız koyları, Edirne Gökçetepe Tabiat Parkı ya da Balıkesir Kapıdağ Yarımadası’nın minyatür koyları düşünülebilir. Yakın çevrede daha az macera, biraz daha konfor arayanlar ise Trakya Bağ Rotası üzerindeki bağ otellerine göz atabilir. Çare, ekoturizm! Çadır tatilini denemek için bulunmaz bir bahane bu aslında. Hem kampa çocuklar da bayılır. Doğada sonsuz sayıda oyun üretebilirsiniz. Ekipmanı abartmadan, paranızı ne işe yarayacağını bilmediğiniz ürünlere saçmadan, kısa ve basit bir kamp denemesi yapılabilir. Böylece size göre olup olmadığına da karar verebilirsiniz. Bir alternatif de mavi yolculuk. Aile veya arkadaş gruplarıyla tekne kiralanabilir. Ya da teknesi olan arkadaş hızır gibi yetişebilir.
FORMUNA DIKKAT EDENLER IÇIN ŞEKER ILAVESIZ, EL YAPIMI, KORUYUCU VE KATKI MADDESI IÇERMEYEN
FİT LEZZETLER KATEGORİSİNDE YER ALAN ŞEKER İLAVESİZ GRANOLA VE MÜSLİ; BU TOPRAKLARDA YETİŞEN YULAF, KEPEK GİBİ LİF ORANI YÜKSEK ÜRÜNLER, DALINDAN KOPARILMIŞ MEYVELER, YEMİŞLER, ÇEKİRDEKLER VE TOHUMLAR İÇERİYOR.
AYNI ZAMANDA ŞEKER YERİNE ELMA VE HURMA SUYU İLE TATLANDIRILAN BU LEZZETLER DOĞAL PROTEİN İLE BİRLİKTE VİTAMİN VE MİNERALLER BAKIMINDAN DA ÇOK ZENGİN.
www.kahvedunyasi.com ŞEKER İLAVESİZ GRANOLA VE MÜSLİ’Yİ GÜNÜN HER SAATİ SİPARİŞ VEREBİLİRSİNİZ.
yaz düşleri MEHMET İREN
H A Z İ R A N
2 0 2 0
56
İ S T A N B U L
L I F E
KORONAVİRÜS SONRASI I V A N I S Ş İ R İ G TAT İ L E
*Cevaplar 63’üncü sayfada.
HAVALİMANI
1 İstanbul Havalimanı girişinde ateşim ölçülecek mi, nasıl? a- Hayır, ateşli yolcuların seyahat etmeyeceğine güveniliyor b- Hayır, yolcuların ateşi uçak içinde ölçülecek c- Evet, sağlık personeli dijital termometreyle boyundan bakacak d- Evet, görevliler kask üzerine monte edilmiş termal kameralarla ölçüm yapacak 2 İstanbul Havalimanı’na
gelen yolcular, terminale tüm giriş noktalarında neyin üzerinden geçecek? a- Özel dezenfektanlı paspas. b- Çamaşır suyuna batırılmış kırmızı halı. c- Kolonya serpilmiş yolluk. d- Özel laminant parke.
3 İstanbul Havalimanı’nda
asansör tabanları özel şeritlerle bölümlenerek sosyal mesafe kuralına uyulması sağlandı. Peki asansöre binenlerin içeride nasıl durması gerekecek? a- Yüzleri birbirlerine bakacak şekilde b- Yüzleri asansörün iç duvarına bakacak şekilde c- Yüzleri yere bakacak şekilde d- Gözleri sımsıkı kapalı şekilde
Yaz tatiline gitmeye niyetlenenler nasıl seyahat edecek, oteller ne gibi önlemler aldı, denize girebilir miyiz gibi soruların cevapları önemli. Yola çıkmadan önce yapmanız gereken kontrollere, hayati tedbirlere ve tatil protokolüyle ilgili son duruma ne kadar hâkim olduğunuzu kontrol etmenizde yarar var. İşinizi kolaylaştırmak için size 41 soruluk bir test hazırladık. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.
4 İstanbul Havalimanı’nda sosyal mesafeye göre düzen-
lenen oturma gruplarının bazılarının üzerinde ne yazıyor? a- Bu koltuğa üstünüzü değiştirmeden oturmayınız b- Bu koltuğa ateşiniz varsa oturmayınız c- Bu koltuğa sosyal mesafe nedeniyle oturmayınız d- Bu koltuğa rezervasyonunuz yoksa oturmayınız
5 Belirlenen kurallara uyulup uyulmadığını denetlemek
için İstanbul Havalimanı içinde 60 kişilik bir takım kuruldu. Nedir bu takımın adı? a- Dezenfektan Takımı b- Koronavirüs Takımı c- Sağlık Güçleri Takımı d- Hijyen Takımı
6 Bu süreçte hangi yolcular terminale kabul edilmiyor? a- Maskesiz olanlar b- Eldivensiz olanlar c- Bavulu olanlar d- Terliği olanlar
H. Kadri Samsunlu - İGA Havalimanı İşletmesi İcra Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Müberra Eresin - TÜROB Başkanı Kaya Demirer - TURYİD Başkanı Umut Özkanca - d.ream Grubu CEO’su Recai Çakır - Sianji Well-Being Resort Kaplıca Bodrum Hotel Yönetim Kurulu Başkanı Oğul Türkkan - İstanbul Life gastronomi yazarı
7 İstanbul Havalimanı’nda toplam kaç dezenfektan noktası var? a- 150 b- 250 c- 350 d- 450
Serkan Koca - Alaçatı Hammam işletmecisi Nedim Binler - Sess Türkbükü işletme sahibi Tolga Özbek - Havacılık editörü (tolgaozbek.com)
8 Havalimanında COVID-19 belirtisi gösteren hasta
tespit edilirse ne yapılacak? a- Yakınları aranarak gelip almaları istenecek b- Revire alınıp ateş düşürücü verilecek ve test yapılacak c- Gerekli önlemler alınıp istediği bir hastaneye transfer edilecek d- Enfeksiyon bulaşmasını engelleyen negatif basınçlı sedyeyle referans hastanelere transfer edilecek
H A Z İ R A N
DANIŞMA KADROSU
2 0 2 0
57
İ S T A N B U L
L I F E
Serkan Ocak - Gazeteci Prof. Dr. Nail Özgüneş - Enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı (İstanbul Okan Üniversitesi) Doç. Dr. Murat Sütçü - Çocuk enfeksiyon hastalıkları uzmanı (Liv Hospital Bahçeşehir) Dilara İsmailoğlu - Uzman diyetisyen (Memorial Ataşehir Hastanesi)
UÇAK 9 Kabine yanımızda hangilerini götürmeye izin var? a- El çantası ve laptop çantası b- Sırt çantası ve spor çantası c- Tıraş çantası ve makyaj çantası d- Evrak çantası ve okul çantası
H. Kadri Samsunlu
Yeni slogan, ‘en mesafeli’
10 Uçaklardaki ikram politikası ne olacak? Artık iç hatlarda ve neredeyse tüm Avrupa uçuşlarında ikram kalkıyor. Peki hangi uçuşlarda sadece paket ikramlara izin verilecek? a- Sadece iç hatlarda paketlenmiş peynirli sandviç b- Sadece Avrupa uçuşlarında paketli bisküvi c- Yiyecek yok, sadece çay-kahve d- Sadece kıtalar arası uçuşlarda paketli ikram
Virüs öldüren cihaz mı geliyor?
11 Dış hat uçuşlarının başlama tarihinin ülke hazırlıklarına ve vaka sayılarına bağlı olarak açılacağı açıklandı. Peki öngörüler ne zamanı işaret ediyor? a- Bu yaz açılmak diye bir şey yok b- Ağustosun son çarşambası c- Haziranın ikinci haftası d- Eylülde, okullar açılırken
İGA Havalimanı İşletmesi İcra Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü
“İstanbul Havalimanı, terminalin büyüklüğü sayesinde ‘en mesafeli havalimanı’ konumunda. Köprüler, salonlar, alışveriş merkezleri, yiyecek-içecek, pasaport, kontuar, bavul alanları dahil her alan için sosyal mesafeyi koruyacak yer var. Bu avantajımızı, ‘en mesafeli terminal’ olarak adlandırıyoruz. Ayrıca yolculara ‘sosyal mesafe’ uyarılı etiketlere uymaları konusunda belirli sıklıklarla anons yapılıyor.”
“Virüsü öldüren cihazların araştırılmasına yönelik çalışmalarımızı sürdürüyoruz. En etkili yöntemlerden birinin ultraviyole ışını olduğunu tespit ettik. TÜBİTAK’ın desteklediği ve Kayseri Erciyes Üniversitesi onaylı X-Ray cihazlarının arkasına eklenen bir sistemi test ediyoruz. Bu sistem, yolcularımızın bavulunun dört tarafına da ultraviyole ışınlar göndererek virüsü öldürüyor. Sağlık Bakanlığı’ndan onay çıkması durumunda her bir giriş kapısına yerleştireceğiz. Bu son derece önemli ve yeni bir uygulama.”
Klimalarda durum ne?
“Havalimanı içindeki klima bakım süreçlerimizi farklılaştırdık. Halihazırda terminal genelinde taze hava çevrimini maksimum seviyeye aldık. Klima santralleri filtre temizliklerinde kullanılmak üzere organizma oluşumunu engelleyici özel temizleyici kullanımına başladık. İstanbul Havalimanı terminalinin büyük bölümüne temiz hava veriliyor. Buna hiç ara vermeden devam ediyoruz. Hijyen standardını temiz havayla destekliyoruz.”
Açık büfe olacak mı?
“Lounge’larda açık büfe alışkanlığımızı bir süre ertelemek durumunda kalacağız. Yolcular ateşleri ölçülerek lounge’a alınacak, açık büfe yerine paket sunum yapılacak, kullan-at çatal-bıçak kullanımı olacak, sıcak yiyeceklerin aşçı tarafından sunulmasını ve yolcunun yiyecek bölümüyle temasının kesilmesini sağlayacağız. Her yiyecek için sıfır risk kuralıyla hareket edilecek ve paketlenmiş ürünlerle servis yapılacak.”
“Koronavirüs öncesinde alınan biletler için havayolları kurallar gereği ikinci bir emre kadar ücret iadesi yapmıyor. Örneğin Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü diyecek ki “1 Ocak 2021’de kriz bitmiştir.” Tamamen farazi verdiğim bu tarihin üzerine 60 gün eklenecek ve sonrasında havayolları bilet ücretini ödeyecek.” Tolga Özbek
Uçakta havalandırma sistemi ne kadar sağlıklı?
El sallamayı erteliyoruz!
“Sistem, dışarıdan aldığı havayı, içteki havayla karıştırıyor. Bu hava iklimlendiriliyor. HEPA filtrelerinden geçiriliyor. Uçaktaki havanın kalitesi, gelişmiş filtreler sayesinde bir ameliyathane havası kadar kaliteli. Yeni uygulamalarda dışarıdan alınan hava oranı artırılıyor. Tabii bu durum, yakıt tüketiminin de yükselmesi anlamına geliyor.” Tolga Özbek
COVID-19 sürecinde terminalde yolcu beklemek ya da uğurlamak mümkün olmayacak. Sadece engelli yolculara refakat edecek bir yakınına izin verilecek.
H A Z İ R A N
Önceden alınan biletler ne olacak?
2 0 2 0
58
İ S T A N B U L
L I F E
KARAYOLU
YAZLIK
12 Özel araçta nasıl seyahat etmemiz öneriliyor? a- Araçların arasındaki sosyal mesafeyi koruyup sollama yapmayarak b- Sadece şoförle birlikte c- Mümkünse aracı havalandırarak ve maskeli şekilde d- Özel araca binmeyelim
15 Yazlıkçı aileler kalabalık sitelerdeki evlerine gidecek. Nelere dikkat edilmesi konusunda özellikle uyarı yapılıyor? a- Komşuluk ilişkilerine b- Bahçe temizliğine c- Site içinde de sosyal mesafenin korunmasına ve maske kullanımına d- Mangal yakarken etlerin dezenfekte edilmesine
13 Şehirlerarası otobüslerde yolculuk nasıl olacak?
16 Türkiye’nin en çok yazlıkçı ağırlayan beldesi Bodrum’da kaç yoğun bakım yatağı var? a- 29 b- 48 c- 173 d- 457
a- Yüzde 50 kapasite ile bir koltuk dolu, biri boş gideceğiz b- Koltuklar panellerle birbirinden ayrılacak c- Otobüs 45 dakikada bir durup havalandırılacak d- 1.5 metre aralıklı oturarak maksimum 12 kişi aynı otobüste yolculuk yapabilecek
14 Tren, otobüs gibi toplu ulaşım araçlarıyla seyahat etmek isteyenlerin bir kod alması gerekiyor. Nereden alınacak bu kod? a- Hayat Eve Sığar uygulaması b- Google Maps (Güzergâhı da işaretlemek gerekiyor) c- Seyahat edilecek ilin belediye aplikasyonu d- Tatil.gov.tr sitesi
TATİLDE BESLENME 17 Hindi, kabak çekirdeği, kuru baklagil-
ler, susam, fındık, badem, ceviz, fıstık… Bu besinler bağışıklık sistemimizin mevsim geçişlerinde özellikle ihtiyaç duyduğu bir elementi barındırıyor. Nedir bu? a- Demir b- Çinko c- Berilyum d- İyot
“Hem yaz aylarında sıcak havadan olumsuz etkilenmemek hem de bağışıklık sistemini zayıflatmamak için tatlı tüketimi sınırlandırılmalı.” Dilara İsmailoğlu
Tatil beldelerinde sağlık hizmetleri yeterli olur mu? “Hem sayısal olarak hem de nitelik açısından yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu beldeler yazın kalabalık nüfus alıyor ancak sağlık hizmetleri bu anlamda yetersiz. Ayrıca bu bölgelerde PCR, laboratuvar ve görüntüleme gibi virüsün tanısını koyacak testlerde de yetersizlikler olabilir.” Murat Sütçü
18 Salgın döneminde uzun süre hareketsiz kaldık. Metabolizmamızı hızlandırmamız gerekiyor. Nasıl yapalım? a- Bol bol hareket edelim, hareketle hızlanır b- Kayısı ve fındığa yüklenelim, antioksidan bunlar c- Tahıllı gıdalar tüketelim d- Her gün en az iki porsiyon meyve yiyelim
20 Hareketliliğimizi çabuk geri kazanabilmemiz için tavsiye edilen bir diğer şey de probiyotik. Peki aşağıdakilerden hangisinde yok? a- Elma sirkesi b- Yoğurt c- Turşu d- Havuç
19 Yaz mevsiminde balık yasağı, taze mevsim balığına ulaşımı ve omega alımını etkilemekte. Deniz ürünlerini sevmeyen veya ulaşamayanlar için aşağıdaki besin gruplarından hangisi anlamlı olur? a- Nar, kinoa, yoğurt ve dereotu b- Kavun, peynir, chia tohumu ve börülce c- Ceviz, ketentohumu, avokado ve semizotu d- Kaju, ıspanak ve kırmızı mercimek H A Z İ R A N
2 0 2 0
59
İ S T A N B U L
L I F E
DENİZ, HAVUZ VE PLAJ 21 Tuzlu su, virüsü… a- Öldürüyor b- Zayıflatıyor c- Mutasyona uğratıyor d- Etkilemiyor 22 Sıcak havada virüs bulaşmaz diyorlar, doğru mu?
a- Sıcak hava bulaşıcılığı etkilemez b- Bulaşabilir ama sıcak havada bulaşma gücü daha az c- Tam tersine sıcak havada daha hızlı bulaşır d- Bulaşır ama hasta etmez
23 Plajlarda da parklardaki gibi çemberle sosyal mesafe
alanı belirleme uygulaması yapılacak. Buna göre üç kişilik bir aile ne kadarlık bir alanı kullanabilecek? a- 3 metrekare b- 6 metrekare c- 9 metrekare d- 12 metrekare
OTEL VE KONAKLAMA 27 Birçok otel kapıların anahtar yerine başka bir yöntemle açılmasına yönelik bir uygulama üzerinde çalışıyor, nedir bu? a- QR kod b- Ayak mandalı c- Retina tarama d- Sesli şifre
24 Plaja havlu serip güneşlenebilecek miyiz?
a- 3’er metre mesafe bırakmak kaydıyla evet b- Tek kullanımlık havluyla evet c- Hayır d- Plajda 20 kişiden fazla insan varsa hayır
25 Plajda midye ve mısır satılacak mı?
a- Evet b- Hayır c- Mısır evet ama midye hayır d- Hayır ama belediyeler dağıtabilecek
26 Özel tesislerde plaj ve havuz havluları bulunmaya
devam edecek mi? a- Evet, tek kullanımlık büyük boy kağıt havlular olacak b- Evet, kapalı poşetler içinde verilecek c- Hayır d- Evet ama sadece bir kez dağıtılacak ve temizliklerinden müşteri sorumlu olacak
Akıntıya dikkat!
29 SPA ve hamamlar açılacak. Ancak…
a- Masör, masöz ve tellak bulunmayacak b- En fazla 30 dakika kullanılabilecek, sonrasında 15 dakika dezenfekte edilecek c- Yüz bölgesine masaj yapılamayacak d- Hafta sonları kapalı olacak
30 Otellerde kurulması planlanan ve müşterilerin geçerek
“Denizde akıntı olduğunu da varsayarsak, sosyal mesafe bizi korumayacaktır. Bu nedenle özellikle kalabalık yerlerde denize girmemek daha güvenilir.”
gireceği sistemin adı nedir? a- COVID Köprüsü b- Sağlık Geçidi c- Hijyen Tüneli d- Bulaş Ölçüm Pasajı
Denize girelim mi?
“Deniz suyundan hatta havuz sularından koronavirüsün insanlara ulaşması mümkün değil. Esasen bu gibi virüsler aşırı nem ve ıslaklığa karşı duyarlıdırlar ve bu, onlar için bir avantaj değil; aksine, bizim yararımıza. Bu bakımdan denizlerden yararlanmanız için bir engel yok.” Nail Özgüneş
H A Z İ R A N
28 Açık büfe uygulaması nasıl olacak? a- Olmayacak b- Yemekler separatörün ardından görevliler tarafından verilecek, misafirler kendileri almayacak c- Yemekler paketli olarak sunulacak d- Online olarak seçilecek yemekler odalara servis edilecek
31 Otellerin spor salonları gibi alanlar açılacak mı? a- Açılmayacak b- Açılacak ama sporda süre sınırı olacak c- Açılacak ama rezervasyon sistemiyle hizmet verecek d- Sadece amatör sporcu lisans belgesi olanlara açılacak 2 0 2 0
60
İ S T A N B U L
L I F E
Her şey hâlâ dahil
RESTORANLAR VE BARLAR
“Türkiye’de ‘her şey dahil’ tatil konsepti, eskisi gibi herhangi bir kısıtlama olmaksızın uygulanmaya devam edecek. Sadece pandemi dönemiyle sınırlı kalmak üzere özellikle yiyecek ve içecek servis ve sunumları, ilgili sağlık otoriteleri tarafından alınacak kararlara göre düzenlenecek.” Müberra Ersin
35 Yemek servis edilen masaların arası ne kadar olacak? a- 1 metre b- 1.5 metre c- 2 metre d- 2.5 metre
32 Airbnb’nin yeni temizlik protokolleri var.
36 Barlarda kuruyemiş, cips gibi ortadan elle yenen ürünleri
Bunu uygulayan evleri nasıl ayırt edebilirim? a- Deneme yanılma yöntemiyle b- Bağlı bulundukları belediyeye sorarak c- Öncesinde bir yetkilinin evi kontrol etmesi istenebiliyor d- Protokolü kabul eden ev sahiplerinin sayfalarında özel bir bildirim yer alıyor
tüketebilecek miyiz? a- Evet ama eldivenle b- Muhtemelen hayır c- İki saat masada havalandırdıktan sonra evet d- Kabuklu kuruyemişleri silerek evet, diğerlerini hayır
37 Aşağıdakilerden hangisi Çalışma Bakanlığı’nın yeme-içme mekânlarında alınmasını istediği önlemlerden biri değildir? a- Tek kullanımlık tuzluk ve biberlikler b- Tüm çalışanlara maske ve eldiven zorunluluğu c- Müşterilerin ev yapımı ekmeklerini getirmelerine izin verilmesi d- Çalışanların ve müşterilerin giriş çıkışlarının fiziksel temas bulunmayacak şekilde düzenlenmesi
33 Otellerde çocuklara ayrılmış oyun odaları, çocuk kulübü, lunapark, oyun bahçesi ve alanı gibi ünitelerin şu an için durumu ne? a- Şu an için otellere çocuk komple alınmayacak b- Bazı otellerde açık, bazılarında kapalı c- Açılacak ama her seferinde tek çocuk oynayabilecek d- Açık ama çocukların maske ve eldiven takması gerekiyor
34 Kiralık villalara talep dört kat arttı. Öyle olunca da uzmanların bir konuda uyarı yapması gerekti. Neydi o konu? a- Villalara galoşla girilmesi gerektiği b- Artan kiralık villa dolandırıcılığı c- Her eve villa denemeyeceği d- Bir villada 4 kişiden fazla olunmaması konusu
Çocuk oyun alanlarında durum ne? “Tüm alanların detaylı ve kısa aralı temizliği sisleme makinesiyle (sıvı ilacı damlalara dönüştürerek sis bulutu halinde uygulayan cihaz) yapılıyor. Çocuklarla ilgilenen personelimiz de hijyen eğitiminden geçiyor.” Recai Çakır
Kısa dönemli kiralık ev sahiplerinin temizlik protokolüne uyup uymadığı nasıl doğrulanacak? Ateşölçer olmadan asla... Hem misafirlerimizin hem de personelimizin sağlığı için ek önlemler alıyoruz. Sezon boyunca elimizden ateşölçeri, maskeleri, eldivenleri ve dezenfektanları düşürmeyeceğiz. Eve servisler vakumlu poşetlerde olacak, içeriye maskesiz kimse alınmayacak. Serkan Koca
“Katılmak isteyen ev sahiplerinden, temizlik protokolünde genel hatlarıyla açıklanan özel kurallara uyacaklarını onaylamaları isteniyor. Kayıt sayfasına özel bildirim eklemeden önce kullanıcıların elkitabında genel hatlarıyla ele alınan protokolü baştan sona okuduğunu, anladığını ve buna uymayı taahhüt ettiğini göstermek üzere kısa bir test çözmesi talep ediliyor.” Airbnb
H A Z İ R A N
2 0 2 0
61
İ S T A N B U L
L I F E
Testimizin danışma kadrosundan Oğul Türkkan değerlendirdi
Yeme-içme dünyasında İstanbul’da neler olur?
H
er gün yığınla yazı, podcast ve canlı yayında İstanbul yeme-içme dünyası oyuncuları, turizmciler, uzmanlar COVID-19 sonrası lokanta ve restoranların geleceğini tartışıyorlar. Sosyal mesafe nasıl uygulanacak, masalar arası kaç metre olacak, mönülere nasıl dokunulacak, açık alanı olan ile olmayan arasında haksız rekabet mi olacak, oturma kapasitesinin yüzde 30’u mu yüzde 50’si mi açılabilecek, fiyatlar ne kadar değişecek vs. İşin iki yönü var: Biri işletme sahiplerinin nasıl davranacağı, diğeri ise müşterilerin nasıl bir tutum izleyeceği... Bence başka ülkelerde ne olduğundan çok, bizde daha önce açılmış başka sektörlerde ne olduğuna bakarak projeksiyon yapmalıyız ki toplumsal refleksleri de buna dahil edebilelim. Mesela dolmuşlar, AVM’ler ve sokağa çıkma kısıtlaması durumu… Dolmuş örneğiyle başlayalım. Lokanta, restorandan çok daha elzem bir hizmet toplu taşıma hizmeti. Vazgeçilemez bir hizmet birçoğu için. Peki dolmuşlarda ne oldu? Televizyonda haber kaynakları devamlı gösteriyor. Dolmuş sahibi de sosyal mesafe ve kapasite kuralına uymadı, dolmuşa binen yolcuların çoğu da. Buradan yeme-içme sektörüne projeksiyon yapacak olursak birçok işletme sahibinin kapasite sınırlamasına ve sosyal mesafe kurallarına uymama ihtimali var. Diğer taraftan zaten dip dibe olmak için çıkmış bir grup arkadaşın da aradaki mesafeyi azaltmak için fırsat gözlediğini unutmamak lazım. AVM’lere gelince, şu ana kadar yüzde 20 ila 30 kapasiteyle çalışıyorlar. Ama AVM’lerde satılan malların raf ömrü uzun. Yani bugün satamazsan yarın satarsın. Lokanta ve restoran işinde ise birçok mal, yemek, sos tüketilmez ise bozuluyor. İster bir kişi gelsin, ister tüm dükkân dolsun; kira, elektrik, gaz masrafları azalmazken geliri sosyal mesafe nedeniyle belli bir yüzde ile sınırlandırmak, işletmelerin hiç açılmak istememesine veya açılanın da kuralları delmesine neden olabilir.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Peki restoranların, lokantaların mutfak ve servis personelini kim kontrol edecek? Açıldıktan sonra artık çok geç. Haftalık tarama mı yapılacak? Bununla da Sağlık Bakanlığı’nın ekiplerinin başa çıkması epey zor görünüyor. Hipster’lar, sağlığına önem verenler ve kurallara uymayı sevenler bir süre sosyal mesafenin korunduğu ve kurallara uyan işletmeleri tercih edecekler belki. Ama bir süre sonra onlar da unutacak, sıkılacaklar ve yavaş yavaş kendilerine koydukları sınırlamaları gevşetip kaldıracaklar. Karnını doyurmak için mecburiyetten lokantalara gidenler de yüzde 30 veya yüzde 50 kapasiteyle çalıştığı için fiyatları iki katı artan işletmeyi görünce kapıdan döner gider sanki. Bu zor zamanlarda dün yediği yemeğe çok az insan bugün iki kat para verebilir. Diğer yandan işletmelerin tedarikçilere, mal sahiplerine birikmiş bekleyen borçları var kapanma öncesinden kalan. Dükkanları açınca yeniden mal almak durumunda olacaklar. Yani sermaye lazım olacak. Bunu da düşük çalışma kapasite sınırlamasıyla yaratamazlar, ödeyemezler. İşin doğrusu bence ortalıkta dönen, kısıtlama gibi uygulamaların çoğu yerine getirilemeyebilir. Eski düzene yavaş yavaş geri dönebiliriz. Oldu ya, ikinci dalga geldi. Geldiği gibi zarar vererek geçecek. Canlara mal olacak belki ama kimse bir daha eve kapanmayı istemeyebilir. İşletmeler de dükkânlarını kapatmak istemeyeceklerdir. Hükümetler gözlerini yummak zorunda kalacaklar belki de çoğunluğun tercihi ve ekonomik çıkarları için. Peki hiç mi değişiklik olmayacak? Olacak tabii. Belki Wi-Fi üzerinden, yani dokunmadan görebileceğimiz mönüler, kredi kartı ile bahşiş dahil temassız ödemenin yaygınlaşması, sigara yasağı ile büyütülen, kapatılan bahçelerin sigaralı ve sigarasız olarak bölünmesi, masaların dezenfektanlı spreylerle silinmesi, şık restoranların paket servis hizmetini yaygınlaştırması, paket servisteki hijyen ambalajların geliştirilmesi gibi değişiklikler bizi bekliyor.
62
İ S T A N B U L
L I F E
Denetim işi kimde?
Yiyecekler nasıl gelecek?
“Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Bilim Kurulu ve Tarım Bakanlığı, turizm belgeli yiyecek ve içecek işletmelerinin tekrar faaliyete geçerken uyması gereken kuralları bir genelgeyle açıkladılar. Turizm belgeli tüm işletmeler bu kurallara uymak zorunda. Belediye belgeli tesislerin de genelgeye uyması bekleniyor. Denetim valilik ve kaymakamlık marifetiyle kolluk kuvvetlerinde ve/veya belediyelerde olacak.” Kaya Demirer
Yeri az olan işletmeler ne yapacak? “Özellikle İstanbul’da metrekare açısından sıkıntı yaşayacak işletmeler için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden destek istedik. Açık hava mekânlarının ayakta ‘al-git’ hizmet verecek kiosk servisi sunması gibi alternatif projeler sunduk. Konuya olumlu yaklaştılar ve çalışmalara başladılar. Aynı zamanda bazı ilçe belediyeleri ve Bodrum Belediyesi’yle de bu konuları görüşüyoruz.” Kaya Demirer
ALTERNATİF TATİLLER 38 Kiralık teknelerde de önlemler alınıyor. Aşağıdakilerden hangisi bunlardan biri? a- Mürettebatın teknede konaklaması sağlanarak sosyal temasları sınırlandırılacak b- Yelkenler de dahil tüm tekstil ürünleri tek kullanımlık olacak c- Tekneler her seyir sonunda 21 gün karantinaya alınacak d- Çok temas edilen alanlar PVC ile kaplanacak ve düzenli silinecek 39 Karavana talep arttı.
Peki ne kadar arttı? a- Yüzde 50 b- Yüzde 100 c- Yüzde 300 d- Yerli piyasadaki tüm karavanlar satılmış durumda
“Hazırlanan detaylı protokollerle misafir kabul, temizlik, mutfak ve tedarik gibi tüm süreçler ek denetimlere tabi olacak. Satın alma, mal kabul, depo, mutfak ve gıda üretimindeki rutin denetimlerimizin sıklaştırılması, ürün sevkıyatlarında minimum temas ve maksimum hijyen kriterlerine daha fazla dikkat edilmesi, meyve-sebzeler için sadece bize özel paketlenme yapılması, tedarik araçlarının ve depoların dezenfekte işlemlerinin sıklaştırılması da tedarik zincirindeki aksiyonlar arasında yer alıyor.” Umut Özkanca
Biz nasıl emin olacağız? “Bu yaz her şey değişecek; maske, eldiven ve hijyen kurallarının öne çıkacağı bir yaz yaşayacağız. Personelimiz de şimdiden bu konuda eğitimler almaya başladı. Her mekânın üzerinde sertifika ve kurallar asılı olacak. Gelen misafirler de bu kuralları görüp bizleri denetleme imkânı bulacak. Bu, bir şekilde otokontrolü de sağlayacak.” Nedim Binler
40 Kamp yapabilir miyiz?
a- Evet ama sosyal mesafeyi korumak için kontenjan var, Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nden rezervasyon yaptırmak gerekiyor b- Evet ama bir çadırda sadece bir kişi kalabilir c- Bu, testi okuduğunuz tarihe göre değişir. Milli parklar ve kamp alanlarının bu ay içinde açılması planlanıyor d- Evet ama ilgili il valiliğinden izin ve sağlık müdürlüğünden rapor gerekiyor
41 Tüplü dalışlarda taktığımız ağızlıklar ne olacak? a- Evet, ağızlıklar kolonya ile silindikten sonra yepyeni oluyor b- Hayır, kişiye özel verilen ağızlık her dalış sonrası yenilenecek c- Herkes artık temel dalış malzemelerini kendisi getirmek zorunda d- Tüplü dalış temmuza kadar yasak
“Karavan fiyatları sezon dışı 500 liradan başlıyor. Yüksek sezonda ise (temmuz-ağustos) üç kişilik bir ailenin kiralayabileceği modeller 700-800 TL arasındaydı. Ancak şu sıralar kıtlık yaşandığından fiyatlar biraz artmış durumda.” Serkan Ocak
Cevap anahtarı: 1- D, 2- A, 3- B, 4- C, 5- D, 6- A, 7- C, 8- D, 9- A, 10- D, 11- C, 12- C, 13- A, 14- A, 15- C, 16- A, 17- B, 18- B, 19- C, 20- D, 21- D, 22- B, 23- C, 24- C, 25- B, 26- A, 27- A, 28- B, 29- B, 30- C, 31- B, 32- D, 33- B, 34- B, 35- B, 36- B, 37- C, 38- A, 39- C, 40- C, 41 B.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
63
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
BERNA ABİK
Bir Poseidon değilim belki ama
Poseidon’cuk
olabilirim
Yaz dendiğinde aklınıza deniz, kum, güneş ve tabii ki Bodrum geliyorsa Fedon’suz bir Bodrum olmayacağını da bilirsiniz. Madem yaz geldi, o zaman ‘Tavernacılar Kralı’na bağlanıp “Mevsim normalleri nasıl olacak” diye sorma zamanı da gelmiş demektir...
Şu an Bodrum’da mısınız yoksa İstanbul’da mı? 3 Mart’tan beri İstanbul’daki evde hapsolmuştum. Nihayet beklediğim gün geldi, Allah sağlık verirse hayallerime kavuşacağım ve yarın sabah Bodrum’da olacağım. Vakit nasıl geçti evde? Oğlumla (Theo) sabahlara kadar film seyrettik, gözlerim bozuldu artık. Balkonda bir iki halk tipi konser verdim. Komşularımın da mutlu olduğuna inanıyorum. Rüzgâr gibi geçti gitti. Sofrada çay tabağında sucuk pişirdiğiniz bir videonuz var... Bu sucuk pişirme olayı babadan oğula geçen genetik bir şey. Rahmetli babam akşamları evdeki masasında mezesini ve içkisini eksik etmezdi. İçki içen adam mezeye çok düşkündür ve devamlı meze ister. Annemin isyanından sonra babam kendine göre bir formül buldu. “Bana bir çay bardağı ve biraz da pamuk getirin” dedi. Çay bardağının içine pamuğu koydu, üzerine biraz rakı döktü ve yaktı. Çatalın ucuna da sucuklarını taktı, onları evire çevire bizim yüzümüze de bakıp gülerek, anneme de
nispet yaptı. Ben de arada sırada yaparım. Çok pratik, tavsiye ederim. Denizi epey özlemişsinizdir... 1950’den beri Büyükada’dayım ben. Yedi-sekiz yaşlarımda sahilden kamışla balık tutarak başladı bu tutku. Babamın küçük bir sandalı vardı, balığa çıkardı. Ben de babamla beraber giderdim. Sabahtan akşama kadar kömür renginde bir çocuk görebilirdiniz denizde. Bu hep devam etti. Paramın az olduğu zamanlar küçük bir sandalım vardı, ama vardı. Biraz toparlandığım zamanlardan itibaren sandal motor oldu, motor sürat teknesi ve yat oldu. Deniz tutkum sonsuzdur.. Evimin de denize yakın olmasını hayal ettim hep. Evet, bir yalım olmadı ama denize yakınlığım devam ediyor. Fedon kurak yerde yaşayamaz. Bu sözleriniz bir seveninizin yaptığı Poseidon benzetmesine çok uyuyor. Şöyle demiş; “Siz hiç Fedon’u kurak yerlerde gördünüz mü, İç Anadolu kırsalında mesela? Fedon, Bodrum-İstanbul arası sahil şeridinde yaşar. Bu da denizlerin Fedon için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Günümüzün atları H A Z İ R A N
2 0 2 0
64
İ S T A N B U L
olan motosikletlere tutkusuyla bilinir, denizatının modern karşılığı sürat tekneleri ve jet-skilere de tutkuyla bağlıdır. Yaşadığı bölgeler deprem bölgeleridir. Bu durumda anlıyoruz ki Fedon, Poseidon’un bütün görevlerini üstlenmiş durumdadır.” Çok doğru söylemiş. Bir Poseidon değilim belki ama Poseidoncuk diyebilirler bana, mutlu olurum (gülüyor). Az çok mitolojiden de okuduğum kadarıyla aynı vasıflara sahibiz. Ne mutlu bana! Bodrum’la ilk randevunuzu hatırlıyor musunuz? 1991 yılında ilk defa çalışmak için gitmiştim Bodrum’a, Zorba tavernayı açmıştı patronum. Ben de onunla birlikte çalışmaya gitmiştim. Ve beni öyle bir büyüledi ki, Büyükada benim için ikinci planda kaldı diyebilirim. Bodrum’u sizin için özel kılan insanlar kimler? Çok zor bir soru bu. Ben Aslan burcuyum, dünyalıyım ve benim için bütün insanlar özeldir. Ancak benim konakladığım köyümde birlikte olduğum –çoğu da maalesef L I F E
sayfalar yetmez size. Ama bunların başında beni Torba’ya bağlayan, o zamandan bugüne kadar aklımdan çıkmayan, her şeyim olan Ferdi Özbeğen’dir.
istedim. Hiçbir zaman “Allahım bana 40 metrelik bir tekne ver” demedim ama “Bir teknem olsun” dedim ve oldu. Hakikaten çok güzel teknelerim oldu. Hâlâ da var.
FEDON KENDİNE GEL EVLADIM...
Teknenize misafirliğe gelenler için kurallarınız var mı, titiz misinizdir? Evet, teknemde çok titizim. Fedon’un misafirleri tekneye nasıl binildiğini, nasıl hareket edeceklerini çok iyi bilirler. O yüzden çok rahatım.
Ferdi Bey ile unutamadığınız bir anınız var mı? Ferdi Abim yalnız yaşardı. Ben de birçok arkadaşım gibi yalnız yaşıyordum Bodrum’da. Ferdi Abi’nin koyduğu kurallar vardı. Saat 11.00’de Sanat Evi’ndeki masamızda buluşurduk. Sabah ben evde hazırlanırken, bir telefon geldi “Neredesin evladım, neden geç kaldın, ne oldu?” dedi. “Tamam abi geliyorum” dedim ben. Atladım motoruma indim aşağıya, gittiğimde panik içindeydi Ferdi Abi, “Beni burada yalnız bıraktınız, merak içinde kaldım...” Anlamadım tabii, ne oldu diye sordum. “Fedon kendine gel evladım. Bunu nasıl düşünemezsin! Sen de yalnız yaşıyorsun, ben de yalnız yaşıyorum. Allah korusun, bu sıcakta birimiz evde ölür kalırsak, kokarız evladım. Her an irtibatta olmalıyız. Yarın öbür gün ben geç kalırsam sen beni ara. Aman bunu ihmal etmeyelim” dedi. Masa da dolu; Ali Poyrazoğlu, Fatih Ürek ve birçok arkadaşımızla oturuyorduk. Bu “ölürsek kokarız” olayı bizim için unutulmaz bir anı oldu. Doğru da söylüyor aslında, tek yaşayanların bu duruma bir tedbir alması lazım (gülüyor).
“Hayatım boyunca hiç ihtiraslı bir adam olmadım. Kendimi çok iyi bilip, yapamayacağım bir şeyi istemedim. Hep sahip olabileceğim kadar, ulaşabileceğim kadar şeyler istedim. Hiçbir zaman ‘Allahım bana 40 metrelik bir tekne ver’ demedim ama ‘Bir teknem olsun’ dedim ve oldu.”
Koronavirüs sonrası plajlar nasıl olacak, sizin alacağınız önlemler var mı? Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyoruz. Maskeyle güneşlendiğimizi düşünebiliyor musunuz? Arkadaşınla iki metre mesafe ile yatıp konuşamamak mesela... Ben kanunlara, yasalara çok saygılıyım ve bir avantajım var, teknenizin boyunun yarısı kadar insanla denize çıkabilirsiniz. Fedon’un da teknesi var. Teknesine biner, açılır, yüzer ve balık tutar. Yani daha çok teknede vakit geçiririm gibi geliyor.
rahmetli oldu, sıra herhalde yavaş yavaş bana da geliyor gibi- insanlar özeller. Bedri Koraman (karikatürist), Savaş Ay, Gülriz Hanım (Sururi), komşumuz Allah sağlık sıhhat versin Fatma Girik... Daha birçok insan var tabii, hepsini saymaya kalksam
BENİM MİSAFİRİM NASIL HAREKET EDECEĞİNİ BİLİR
Teknelere karşı ilginiz hep vardı sanırım... Ben hayatım boyunca hiç ihtiraslı bir adam olmadım. Kendimi çok iyi bilip, yapamayacağım bir şeyi istemedim. Hep sahip olabileceğim kadar, ulaşabileceğim kadar şeyler
H A Z İ R A N
2 0 2 0
65
İ S T A N B U L
L I F E
Denizci olma hayaliniz varmış ama olmamış, neden olmadı? Biz Büyükadalıyız. Heybeli’de Deniz Harp Okulu vardı ve vapur oraya her yanaştığında içimin yağları erirdi. “Allahım ben de okuyup büyüyeceğim ve deniz subayı olacağım” diyordum. En büyük idealim buydu. Şimdi itiraf ediyorum; ülkemde yaşayan bir Türk vatandaşı olarak, tüm görevlerini yerine getiren bir şehit torunu olmama rağmen bana “Sen deniz subayı olamazsın” dediler. Ölürsem gözüm açık gideceğim. Bunun sebebini bir türlü anlamış değilim. Almanya’da emniyet kuvvetlerinin başında Hasan kardeşim olabiliyorken, Amerika’da üst düzey kamu hizmetinde çalışan Türk vatandaşlarımız olabiliyorken, burada ömrünü ülkesine adamış, vatanını sevmiş bir Atatürk hayranı olarak hayatını idame ettiren Fedon, deniz subayı olamıyor. Ve inanın kahrettim; okulu bıraktım ama o hayalim gerçek olmadı. Bir yerde isyan ediyorum; nerede demokrasi, nerede insan hakları? Eğer beni bu vatanın bir evladı olarak görmüyorsan benden vergi de alma, askere de gönderme. İlle de piyade mi olacaksın? Tamam, piyadeye de saygılıyım. Askerliğimi 24 ay piyade olarak yaptım ve aslanlar gibi askerliğimi bitirdim. Ama bu benim içimde bir uktedir. Umarım ben öldükten sonra torunlarımın, oğlumun mezarımın başına gelip “Deniz subayı olunabiliyor” dediğini duyarım. ‘Tavernacılar Kralı’nı bu yaz dinleyebilecek miyiz? Tabii ki! Yaşım bir hayli geçkin olmasına rağmen elim ayağım tutuyor. Hâlâ aranıyorsam, hâlâ dinlenebiliyorsam, sevilebiliyorsam tabii ki çalışacağım. Görüşmeler başladı bile. Sesim çıkmayana kadar bu mesleği devam ettireceğim, çünkü çok seviyorum.
yaz düşleri ZEYNEP ÜNER
Los Angeles filtreli
Kilyos
Her gün Mecidiyeköy’deki ofisine giden, haftanın ortalama beş gecesi bir etkinlikte bitiveren doğma büyüme Bebekli bir dergicinin Kilyos’a taşınma macerası, aslında ideal bir Kilyos rehberi de olabilir. Elle Dergisi Yayın Direktörü Zeynep Üner, şehirden göç hikâyesini anlatıyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
66
İ S T A N B U L
L I F E
Nişantaşılı bir çiftin, çocuklarımız deniz kenarında büyüsün diyerek taşındığı Bebek’te doğdum, büyüdüm. Bebek deyince akan sular durur benim için. Sağdan Ortaköy’e, soldan İstinye’ye kadar o sahil kaldırımına sorsanız her anımı, her yaşımı anlatır. Sabah koşuları, gece koşuları, ilk aşk acım, belki son aşk acım, ilk köpeğimi gezdirişim, Pokemon avlarım, kim bilir daha ne anılarım… Her gün gördüğüm Boğaz’a, yandan çarklı vapur Halas’a, Rumeli Hisarı kalesine her seferinde yeniden hayran kalırım. Bebek Kahve ikinci evim, Lucca müdavim olduğum bar oldu yıllarca. Hatta belki birçoğunuz bilmez; ama ondan önce Mey Bar, daha önce Kalem Bar, en önceleri Feliçita ve Özdemir Asaf’ın küçük barına aile boyu 40 yıl kadar yoklama verdik. Hayatımda hiçbir yeri, hatta diyebilirim ki hiç kimseyi Bebek’i sahiplendiğim gibi sahiplenmezken, bir gün, bir anda Kilyos’a taşınma kararı aldım. Neden derseniz… Bebek, benim ait olduğum mahallemden başka bir yere dönüştüğünde sahiplenmekte zorlandım. Sabah 10’dan itibaren tüten kolum kadar purolar, bitmeyen trafik, yeme-içme semtine dönüşmesi, köpek düşmanı yeni semt sakinleri, her gün eve girerken verdiğim vale mücadelesi başlıca sebepler oldu diyebilirim. Ancak birazdan Kilyos tarafına geçmeden, belirtmek isterim ki, kanımca Bebek hâlâ İstanbul’un biricik mahallesi. Sokağa çıkma kısıtının ardından bir sabah 08.00 gibi, Karantinanın ilk günleri, henüz parkın içinden Mısır Konsobizim sahil jandarmanın radarında losluğu’na doğru gidin. Gerçek değilken, havamızı atıyoruz. Bebeklileri, sabah rutinlerinde, denizde, sohbette izlemenizi öneririm. Ben şimdilik başka keşiflerdeyim, biraz ondan bahsedeyim.
TAŞINMA KARARI
Kararlarımı hep duygusal veriyorum sanırım. Bir yıl kadar Bebek küslüğüm devam edince aklıma gelen ilk yer oldu Kilyos tarafı. Aslında çok eskiden beri buraya meylim var. Göktürk değil, Beykoz değil, Suadiye değil; burası. Komşum, fotoğrafçı Tamer Yılmaz’ın dediği gibi, “Karadeniz’e yakın Kilyos’un havası başkadır; her yere göre daha dokunulmamış, daha yeşil, daha mavidir”, evet ama sadece bu kadar değil. Nostaljisi çağırır bir kere. Annemle babamın hafta sonları beni, abimi, yakaladıkları başka çocukları bir arabaya tıkıp getirdiği plajını düşünmek yıllarca beni her fırsatta çağırdı. Plajlarına genellikle hafif bir yokuştan inersiniz ve uzaktan denizi görmenin H A Z İ R A N
2 0 2 0
67
çocukken beni ne kadar heyecanlandırdığını hiç unutmadım. Onun için motosiklet ve araba talimlerim zaten hep bu yöne oldu. Ne zaman şehirden kaçmak istesem buraya geldim. Derken bir gün, bundan yaklaşık dört yıl önce, yine kaçmak istediğim bir cumartesi, o dönem Babylon, şimdi Milyon Beach adlı plaj/kulübe geldik. Doğuş-Pozitif ortaklığıyla açılan bu Babylon Kilyos bence bir vahaydı. İşletmesinden yemeklerine, çalan müziklerden çalışanlarına ve ambiyansına, her şeyiyle Çeşme ile Barselona arasında bir yerdeydiniz. Burası iki yaz açık kaldıktan sonra yatırımını kaldıramadığı için kapatıldı. Naçizane, çok çok yazık ettiklerini düşünüyorum. Neyse… O gün, Babylon’dan çıkıp balıkçı Kayıkhane’de yemeğe geldik. Tam da günbatımına doğru. Gördüğüm en kızıl ve en güzel güneş batışıydı, bir de üstüne, biri o kızıllığın içinde at biniyordu. Büyülenmiştim. O sebeple o atın Arap atı, binicisinin Brad Pitt olmadığını taşındıktan sonra anladım. Hafta sonları belirli bir ücret karşılığı plajda atlı tur attıran beyefendiymiş. Ama o an, sayesinde “Ben burada yaşamak istiyorum” demiştim. Maceram öyle başladı. Zekeriyaköy’den Demirciköy’e olan bölgede birkaç ev tipi seçeceğiniz var. Mesela zamanında Ulus siteleri modasıyla türeyen çakma müteahhit Ulus evleriyle aynı felsefeye sahip, çakma ‘country’ evler var. Kirasıyla cazip, ferforje ve alüminyum kullanımıyla caydırıcı. Çok fantastik yeni yapılar da var. Tabii kiraları Euro üzerinden ve çok sıfırlı. Bir yandan, eski Zekeriyaköy villaları var. Aslında güzel ama çok bakıma ihtiyacı olan evler. Nida Park, Cansit, Alarko gibi ideal yol sunanlar bence en mantıklısı. Biz de onlardan birini seçtik ve Demirci‘köy’ hayatına geçişimiz gerçekleşti…
KALIFORNIYA VS. KARADENIZ
Instagram geçenlerde story’sine Los Angeles filtresi ekledi. Sanırım o filtre bende doğuştan var. Gittiğim yerlerde o sepya ışığı, o boşlukları, o rahatlığı, o medeniyeti, o güneş batışını, denizi, sahili ararım hep. Hatta Çeşme’nin de en sevdiğim yanıdır, burayı hafif çağrıştıran kelliği, mekânlar arası uzun mesafelerin olması, gündüz sıcağı, akşam serinliği… Hâlâ Bebek’te yaşayan annem, ondan ve şehirden uzaklaşmamdan hiçbir zaman memnun kalmadı. Ona “Anne burası bence Kaliforniya’ya benziyor” dediğimde, “Karadeniz demek istedin İ S T A N B U L
L I F E
herhalde” diye düzeltti hemen. İtiraf ediyorum; havası çok daha nemli, ışığı da Kaliforniya gibi değil ama ortak özellikleri var: Evler arası mesafe, yüksek tavanlı evler, geniş bahçeler, gizli yollarla nefis plajlara ulaşmalar (mesela pek çoğunuzun, içinde bir tesis olmayan ve zor ulaşılan Sebastian Beach’i bilmediğine eminim), çok daha farklı sporlarla tanışma imkânı, ormana ulaşım, arabanızı dev marketlerin önüne park edebilme, aldığınız bahçe mobilyaları ve barbekünün hakkını verebilme, her seferinde başka güzel bir güneş batışı izleme, sadece kuş sesleriyle uyanma, evden beş dakikada plaja gidebilme konforu gibi… Geçen yaz Kaliforniya’da bir araba yolculuğu yaptık. Orada gördüğüm bazı unutamayacağım manzaralar Demirciköy’de de yakalanabiliyor. Biraz vakit geçirmek, keşiflere çıkmak gerekiyor sadece. Çoğunu ben de üç buçuk yılda değil, karantina döneminde keşfettim. Burada dört kış yaşadım ve sadece birinde ciddi kar yağdı. Bir apartman çocuğu olarak ne yapacağımı bilmediğim için yan komşudan kopya çektim. Ağaçlara yığılan kar dalları kırmasın diye, uzun küreklerle karları aşağı düşürüyorlardı, aynısını yaptım. Evin, arabanın önündeki karı kürüyorlardı, ben de küredim. Bizim Kaliforniya, kar altında Bolu’ya dönünce de güzeldi.
MOTOKROSLA TANIŞMAK
Demirciköy’e taşınalı bir hafta olmuştu, yürüyüş yapıyordum. Motor sesleri duymaya başladım, takip ettim. Uzaktan bir konteynır tesis, dev yuvarlak bir kafes ve toprak pistler göründü: ‘Süleyman Memnun, MotocrossPark Kilyos’. İstanbul’da böyle bir motokros ve enduro ortamı olduğunu bilmiyordum. Yaklaştığımda iki de moda fotoğrafçısı arkadaşımla karşılaştım: Koray Birand ve Emre Doğru. Koray beni tesisin sahibi, eski Motosiklet Federasyonu Başkanı ve motokros şampiyonu (12 kez Türkiye şampiyonu oldu, pek çok uluslararası yarışta Türkiye’yi temsil ederek başarılara imza attı) Süleyman Memnun’la tanıştırdı. O gün orada benim için yeni bir hayat başladı. Snowboard’da sevdiğim pek çok şey burada da vardı. Doğa, girip çıktığın yere göre değişen kokular, ağaçların arasında yine hızla gitmek, adrenalin… Burada eğitim alırken inanılmaz bir doğa ve coğrafya keşfettim. Enduro motosikletiyle otobana, caddeye çıkmadan Belgrad Ormanı’na kadar gidebiliyorsunuz ve müthiş parkurlar var. Hiç görmediğim çiçek türleri, kokular, bitki örtüsü, göletlerle tanıştım. Ah, tabii bir de moda kişisi olarak motokros formaları ve aksesuarlarına vuruldum. Eğitim süresince kulübe üye de oldum. Önce acemilik dönemi
Geçen yaz Kaliforniya’da bir araba yolculuğu yaptık. Orada gördüğüm bazı unutamayacağım manzaralar Demirciköy’de de yakalanabiliyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
68
İ S T A N B U L
L I F E
Buranın şehir merkezine uzaklığı sorgulamasına girmemek için epey çaba sarf ettim. Hobiler edindim, yürüyüş ve keşif kuralları koydum kendime. Ta ki onlar vazgeçemeyeceğim alışkanlıklara dönüşene kadar... Benim “Los Angeles”, annemin “Karadeniz” dediği bir günden...
Taşındığımız evi gördüğüm an vurulduğum yüksek tavan ve tuhaf pencere şekli.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
69
İ S T A N B U L
L I F E
Komşum, fotoğrafçı Tamer Yılmaz’ın dediği gibi, “Karadeniz’e yakın Kilyos’un havası başkadır; her yere göre daha yeşil, daha mavidir.”
için bir motor aldım, ilerletince gelişmiş modele terfi ettim. Hepsiyle uyumlu kıyafetlerimi görseniz beni dünyaca ünlü MX’ci sanırsınız ama tabii daha çok Instagram şampiyonuyum. Motokros ve enduro, bir bakıma kış sporlarını ya da sörfü sevmek gibi. İçinde hem spor var hem de tüm yaşamınızı etkileyen bir doğa buluşması. Motokros yapan az sayıda kadından biriyim. İlham perim 15 yaşındaki İrem, yakın arkadaşlarımın yaş ortalaması 20 etmez…
KILYOS MAGAZINI
Bölgede oldukça fazla ünlünün oturduğunu söyleyebilirim. Az önce Google araması yaptım, pek bahsetmedikleri için ben de deşifre etmiyorum. Ama diyebilirim ki, bazı komşularım inanılmaz düzen oturttu ve evini tam bir çiftlik evine dönüştürdü. Hayvanlar, kendi meyve ve sebzelerini yetiştirmeler, daha neler neler… Kendi elektriğini üretmeyi başaran bile var. Bazıları benim gibi; iş hayatı o kadar yoğun ki Bomonti’de de yaşasa fark etmez. Evden işe, işten eve. Fakat bu sefer buranın şehir merkezine uzaklığı size batmaya başlıyor. Niye burada yaşadığınızı sorgularken buluyorsunuz kendinizi. Ben bu sorgulamaya girmemek için epey çaba sarf ettim. Hobiler edindim, yürüyüş ve keşif kuralları koydum kendime. Ta ki onlar vazgeçemeyeceğim alışkanlıklara dönüşene kadar... Fakat itiraf ediyorum, tarım işinde dikiş tutturamadım. Bunun için biraz daha vakte ve motivasyona ihtiyacım var. Ama kendi tavuklarından her sabah yumurta alan arkadaşımı, samimiyetle söylüyorum, epey kıskanıyorum. Bizim ev, ofise ve ‘hayata’ 25-35 km mesafede. Bu yol, hele bir de trafik varken (ve zaten hep var) bana koymuyor desem yalan olur. Gece dışarı çıktınız, dağıttınız diyelim. O bir saatlik karanlık dönüş yolu, bitmek bilmiyor. Ya da benim gibi Mecidiyeköy çılgınlığında çalıştığınızı ve kokoş bir işiniz olduğunu varsayalım. Haftada dört-beş akşam bir yerdesiniz… Büyük sınav vereceksiniz. Benim arabamın arkası gardıroba dönüştü örneğin. Ya da bir yere giderken hemen yokluyorum; bizim ordan kim var, içsem beni eve bırakır mı diye… Şehir merkezinde yaşamaya alışmış insanların kırılma noktası genelde bu mesafe ve yalnızlık hissi oluyor. Bana kalırsa tembel değilseniz idare etmeyi öğreniyorsunuz. Fotoğrafçı Tamer Yılmaz, tanıdığım en sosyal insan. 20 yıldır burada yaşıyor. Bu mesafe onu hiç kırmadı… Hepimiz yeni gelecekten bahsediyoruz. Bu yeni gelecekte birkaç yol var. Biri sanal gerçeklik gibi. Teknolojinin, yazılımların, sanal zekânın hüküm sürdüğü bir gelecek. Ama bir yol da (ki epey yolcusu var) doğaya doğru ilerliyor. Toprağa basıyor, daha az tüketmeye, karbon izini azaltmaya, bilinçle tüketmeye, içine dönmeye gidiyor. Dolayısıyla, bu yol da bana kalırsa doğru yol. En azından benim prodüksiyon, trend, ünlü, etkinlik, sosyalleşme ve seyahat dolu hayatımı dengelediğini, beni toprakladığını ve ‘yere’ indirdiğini söyleyebilirim. Daima Bebekli Zeynep olacağımı düşünürdüm ama Kilyoslu da olmayı başardım. H A Z İ R A N
2 0 2 0
70
İ S T A N B U L
L I F E
Mini Kilyos rehberi
Kilyos dediğime bakmayın, çevresini de dahil ettiğim bölgelerden bahsettim hep. Ama her biri birbirine yakın; Bebek, Çamlıbahçe, Rumelihisarı gibi düşünün. Işte çok sevdiğim bazı yerlerin/şeylerin listesi... MotocrossPark Kilyos
279 Buçuk
Kayıkhane Özellikle ve ille, güneş batışına doğru gitmeniz gereken balıkçı. Mezeler, yemekler de azımsanmayacak kadar güzel. Kumköy Plaj Yolu No: 28 Kilyos (0212) 201 26 26 279 Buçuk Uskumruköy’ün yeni nesil coffee shop’u. Kendi kahvelerini üretiyorlar; az ama çok leziz bir kafe mönüsü, çok sade ve modern bir dekorasyonu var. Karadenizli değil, Kaliforniyalı. Ayrıca takı, ev aksesuarı ve çok tatlı kıyafetler de bulabileceğiniz bir mekân. Yanı başında Ahali restoran var. @279bucuk Kilyos Cad. No: 279 Uskumruköy (0212) 202 53 76
MotocrossPark Kilyos Bu satırların yazarının ikinci evi. Süleyman Memnun ile iki oğlu Deniz ve Sinan Memnun, hem mekânı işletiyor hem de eğitim veriyorlar. Aileyi izlemek ayrı eğlence, onlardan öğrenmek ayrı mutluluk (her birinin çok başarılı sporcular olduğunu hatırlatayım). Bu arada parkuru her geçen gün genişletiyorlar. @motocrossparkkilyos Demirciköy-Kilyos Yolu, Milyon Beach yanı, Demirciköy (0531) 315 74 70
Kayıkhane
Ormanada Starbucks Teenage’lerin ve kısa buluşmaların yeri. Ama huzurlu, sakin ve sonuçta Starbucks, hep makbul.
Brio Uskumruköy’de yine Los Angeles atmosferi bulabileceğiniz İtalyan restoranı. Kışın başka, yazın başka güzel. Etrafı ‘kendin pişir kendin ye’cilerle dolu. Oysa o bambaşka. Kilyos Caddesi No: 322 Uskumruköy (0212) 202 69 69
Zekeriyaköy Organik Pazar Garanti Koza çarşı alanında her cumartesi kurulan pazarı görmelisiniz. Gümüşdereli kadınların sebzeleri, balları yıllardır orada ama şimdi daha çok değere bindi.
Uzunya Bir Kilyos geleneği. Ailenle git, köpeğinle git. Balık ye, kahvaltı yap, çimlerde uzan, denize gir… Plaj Yolu Cad. Demirciköy (0212) 204 07 33
H A Z İ R A N
2 0 2 0
71
İ S T A N B U L
L I F E
Milyon Beach Bir beach club. Yazın iyi rock konserleri de oluyor. Ayrıca içinde Milyon adlı bir de balıkçı var. @milyonkilyos Demirciköy-Kilyos Yolu Sebastian Beach Burada tesis yok. Telefon numarası da yok. Ulaşım ya yaya ya enduromotosikletiyle… Google’a yazınca tarifi çıkıyor. Spor yapmak için… Burada çokça pilates ve yoga stüdyosu, MACFit ve benzerlerini bulmak mümkün değil sanmayın!
İstanbul Dersleri
İlber Ortaylı’ya göre seyahat alışkanlıklarımız kolay kolay eski haline dönemeyebilir. Roma’nın dünyaca ünlü İspanyol Merdivenleri’nin turistlerle dolu olduğu eski canlı günlerine dönmesineyse daha epey var.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
72
İ S T A N B U L
L I F E
İLBER ORTAYLI
Benim için Avrupa’nın sınırları artık İtalya ve Yunanistan’da bitecek BURAK KURU
İlber Ortaylı ile ‘İstanbul Dersleri’ne uzak mesafe konuşmalarımızla devam ediyoruz. Bu ay Hoca’dan, geride kalan dönemin genel bir değerlendirmesini yapmasını istedik ve bu ara lafını çok duyduğumuz ‘salgın sonrası yeni dünya’nın neye benzeyeceğini sorduk. Evde geçirdiğimiz vakit arttıkça sıkılmaya, güzelleşen havaya rağmen sokağa çıkamadıkça bunalmaya başladık. Ama salgın bitmiş değil. Belirsizlik durumu içerisinde vakit öldürüyoruz. İlber Ortaylı’nın kapısını çalıp danıştığımız konular da koronavirüsten etkilendi elbette. Bu, fiziksel mesafe kuralına uyarak uzak mesafeden yaptığımız üçüncü konuşma. Bu sürede karantina ve izolasyon kurallarına uyan İlber Hoca, coğrafi olarak kısıtlandığını belirtiyor. ‘İlber Ortaylı Seyahatnamesi’ kitabının sunuşunda şöyle diyor Hoca: “Seyahat etmek benim gençliğimden, hatta ta çocukluğumdan beri heyecanlandığım bir uğraştır. Görmek, harita üzerinde tespit ettiğim yerlere gitmek, coğrafya öğrenimimde benim için vazgeçilmezdi. Zamanında süreli ve düzenli bir seyyah oldum. Nasıl ki tarihî olay ve kurumları ikinci el bir kaynaktan okuyup geçmektense arşiv bilgileri ve daha ayrıntılı monografilerle desteklemek tarihin o dönemini ve alanını daha iyi anlamamızı kolaylaştırıyorsa, coğrafya da ansiklopedi ve haritanın ötesinde gözlemek ve yaşamakla kavranılır. Dahası coğrafyasız bir tarih düşünülemez…” Gezmenin hem kendi hayatındaki yerini hem de ne kadar önemli bir eylem olduğunu anlatan Ortaylı, İstanbul ve Ankara’da geçiriyor karantina günlerini. Yine de “Sıkmayın canınızı” diyerek ümit vermeyi ihmal etmiyor. Hocamıza kulak veriyoruz…
H A Z İ R A N
2 0 2 0
73
İ S T A N B U L
L I F E
Sizin açınızdan nasıl bir dönem geride kaldı? Çok fazla ciddiye aldık biz bu durumu. Onun için de biraz yorucu geçti. Bayağı yıkıp geçti. Ciddiye almasan ne olurdu, onu da bilmiyorum. Hiçbir seçenek yok önünde. Hayatında, önünde seçenek olmayan bir dönemden geçiyorsun. Öyle bir olay bu. Ne yapılıyorsa, nereye yönlendiriliyorsan oraya gidiyorsun. Onun dışına da pek çıkılmaz. Bu büyük bir sallantı. Ömrünün, son çeyreğini diyelim, yaşayanlar için büyük bir sıkıntı. Ne yapacağız, nereye götürüyor bizi bu durum gibi bir değerlendirme de olmuyor değil. Yapacak bir şey de yok zaten. Nasıl gider, ne olur, o belli değil. Kendini kontrol edip kendine sahip çıkacaksın. Yapılabilecek tek şey o.
Avrupa Birliği’nin bütünlüğü de sorgulanıyor. İtalya’nın, salgının en şiddetli döneminde yardım göremediği için tepkisi çok fazla oldu. Birliğin geleceği tehlikeye girer mi sizce? Doğrusu, Avrupa Birliği’nin sağlık yardımlarında, felakete karşı tazminat ve rehabilitasyonları düzenlemede, yeniden onarımda bulunacakları görülüyor. Destek olacakları belirtiliyor ama onu yapamadılar şimdiye kadar. Yardımda bulunmayan her ülke kendine göre bir mazeret bulacaktır. Fakat olan biten İtalya’yı fevkalade yaraladı. Bazı şeylerde değişik davranacakları çok açık. İtalya’nın da Britanya gibi Avrupa Birliği’nden ayrılma ihtimali olabilir mi peki? İtalyanlar ve Britlerin nasıl yapıları olduğuna bağlı bu. İtalya’nın bağımsız olduğu, güçlü olduğu sektörler var. Yalnız unutma; Milano’dan çok modacı, çok desinatör başka yerlere gitti. Öyle sıradan bir şey değil bu. İtalyanların yapıları değişik. Yani sanayinin, üretimin hangi dallarında bağımsızlığı kuvvetliyse, onları kullanabilirse ayağa kalkar. Yoksa hakikaten çok zor görünüyor. Bu da beni ayrıca şahsen çok üzer. İtalya’nın kötü duruma düşmesine üzülürüm çünkü onları Avrupa’nın da Akdeniz’in de vazgeçilmez, önemli bir parçası olarak görüyorum.
İSPANYA İKTİSADİ AÇIDAN FRANCO’NUN MİRASINI YEDİ İspanya’da da hükümete dava açıyor halk. Sebep olarak da sağlık sistemindeki aksaklıklar neticesinde ölümlerin artmasını gösteriyorlar. İspanya’nın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz Hocam? İspanya’daki durumdan mevcut hükümetin ne kadar sorumlu olduğunu bilemeyiz çünkü onlar yeni bir hükümet. İspanya’da sağlık sistemini böyle fütursuzca, önüne ardına bakmadan özelleştiren bir yapı var. Bu da uzun zamandır devam ediyor. Yani İspanya, Franco’nun mirasını yedi ilk önce. Bu çok komik. Franco, H A Z İ R A N
2 0 2 0
evet diktatör, o taraflar kötü ve onu tasfiye ettiler. Tamam ama iktisadi yapı açısından Franco’nun mirasını yediler. Yeni bir yapılanma getiremediler. Şimdi bu görünüyor. Sağlık sisteminde daha iyi hizmet vermenin çaresi onu özelleştirmek değildir. Amerika’da da bu problem ortaya çıktı. Merkezileşme zayıf, çok büyük koordinasyon bozukluğu var sağlık kuruluşları arasında; onun problemini yaşıyorlar. İspanya’da da böyle oldu bu. Çok hazin bir olay. İnşallah tedavi edebilirler kendilerini. 18 Mayıs itibariyle İtalya’da sokağa çıkma kısıtlamaları kaldırıldı, normalleşme yoluna girmeye başlayan ülkeler var. Türkiye’de de adımlar atılıyor. Eskiye dönüş kolay olacak mı? Bu yıl içinde biz artık kamusal toplantılar yapamayız. Açık konferans, açık konser yapamayız. Mahkûmuz. Bu olmayacak çünkü gidiş öyle görünüyor. Yavaş yavaş düzeliriz ama birden oraya girmenin gereği yok. Aslında galiba bütün dünya için daha büyük değişimi beklemek lazım.
AŞI OLMADAN PEK AÇILAMAYIZ Nasıl bir değişim Hocam? Aşı gibi. Aşı olmadan açılamayız pek. Aslında bu sürecin daha büyük neticeleri var. Birincisi; yerküreye iki-üç geniş devlet, yani kalabalık nüfuslu devlet hükmediyor. “İstediğim gibi sanayileşirim, istediğimi yaparım” diyor. Yapamazsın işte. Sonunda sen de gidersin! Onu gösterdi bu korona. İkincisi; nüfusunu kontrol etmeyen Çin. 1.5 milyarlık ülke olamaz orada, o coğrafya 1.5 milyarı besleyemez, bu çok açık görünüyor. Yani oranın hacmi, yüzölçümü, hangi bölgesinin ne olduğu belliyken ve çok bereketli bir yer olmadığı da ortadayken, burada bir sıkıntı oluşur. Orada tabiatın, bitki örtüsünün, hayvan popülasyonunun tahribi söz konusu. Öyle olunca da böyle şeyler ortaya çıkıyor. Çok açık bir şey bu. Nasıl denizi doldurursan, ilk depremde deniz yutar hepsini. Bu da onun gibi... Çok acı günler geçiriyoruz. Bütün dünya aynı konuyu konuşuyor ve güzel günler çok yakın görünmüyor… Aslında acı günleri biraz tatlılaştırmak lazım kendi içinde. 74
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Emre Yunusoğlu
Bir de eşzamanlı olarak bir ekonomik çalkantı var. Salgın sonrası farklı bir dünyadan bahsedeceğimizi söylüyor uzmanlar. Devletler özelinde bakınca sizce daha demokratik bir dünya mı olacak yoksa daha otoriter bir dünya mı? Ekonomik krizin hastalıklarla çok ilgisi olduğunu zannetmiyorum. Ama ekonomiler sağlam yapılı değilse, bu gibi epidemileri karşılayacak yapıları yoksa kriz çıkar. Şu anda dünyada bu krizi aşamayacak olanlar var, aşabilecek olanlar var, bir de aşanlar var. Öyle görünüyor. Memleketine bir şeyler verebilenler var. Onları görüyoruz. Bu, yapıya bağlı. Ekonomik yapı çok önemli ve her memlekette nasıl olduğu kendi bünyesine bağlı bir şey. Bütçeler iyi kullanılmışsa, tamamında gereken tasarruf yapılmışsa o memleket bunu aşabilir. Eğer yapılmamışsa kriz çıkar tabii. Biz şimdi ne durumdayız, onu tayin etmem çok zor. Ama şüphesiz ki siyasi çalkantılar, iktisadi çalkantılar olacak dünya yüzünde.
Aslında acı günleri biraz tatlılaştırmak lazım kendi içinde. Çünkü ruhu karartmanın ne bireylere ne de topluma bir yararı var.
Dünyanın dibine inemeyen insanlar öbürkülerden daha kötü değil. Eskiden ne kadar zor ve az gezme imkânı vardı ama daha çok şey biliyorlardı bugünkülerden. Tayyareyle dünya tanınmaz. Mümkün değil. Çünkü ruhu karartmanın, ne bireylere ne de topluma bir yararı var. Yani daha çok müziğe, edebiyata falan döneceğiz zamanımızda. Sıkıcı ve ciddi gelen işleri biraz daha az yapacağız. Biraz daha, çıkmadığımız tabiatı denemenin yollarına bakacağız. Mesela bizim millet bilmiyor tabiatın tadına bakmayı. Hemen gidiyor, mangal kuruyor, yayılıyorlar. Olmaz o. Belgrad Ormanları çöp dolu yine. Bütün bunlara dikkat edilmesi lazım. Bunlarla belediye ve polis ilgilenemez. Vatandaş bundan rahatsız olmuyorsa, orada yaratılan keşmekeşin en başta kendisine zararı olacağını düşünemiyorsa ne yapsın polis? Kaç bin kişidir polis, belediye çavuşu kaç tanedir? Hangi biriyle uğraşacaklar... Siz pandemi öncesi dönemde takvimi yoğun olan biriydiniz. Konferans, konuşmalar ve seyahatlerle günlerinizi geçiriyordunuz. Ama bu dönemde artık siz de evde izole durumdasınız. Sizin normalleşme takviminiz nasıl olacak Hocam? Konferanslar bitti, yok artık. Teknolojiyi kullanan biri varsa yanımda, onun sayesinde bir yerlere bağlanıp ekranda konuşuyorum. Belki böylesi daha iyi oluyor. Ama artık gezmiyorum. Coğrafyada kendimi sınırladım artık. Benim için artık istikbalde Amerika’ya gitmek son derece önemsiz bir olay. İngiltere’ye bir kere uzunca giderim ortalık düzelince. Beğendiğim, sevdiğim ülke var: İspanya. Bir kere de uygun zamanda oraya giderim. Benim için Avrupa’nın sınırları artık İtalya ve YunaH A Z İ R A N
2 0 2 0
75
nistan’da bitecek. Güneyimizdeki Suriye’ye zaten başka sebeplerden ötürü gitmek mümkün görünmüyor. Peki Hocam, İran’ın sizin için önemi büyüktür. İran defteri de kapandı mı artık? İran defterini bilemiyorum. Uzak kalıyor. Artık tayyareye binmekten çekinmek lazım. Çünkü tayyarenin ne kadar manasız bir şey olduğunu, sık sık binilemeyeceğini anlamak için illa korona krizini ya da epidemiyayı beklemek şart değil. Normalde zaten yılda şu kadar saat binebilirsiniz diye İsveç’te uzman doktorlar hastalara tavsiyelerde bulunurlar. ‘Sizin için uçak yolculuğunun sınırı şudur’ diye belirtirler. Uçak bu; kendine göre mahzurları var ne olursa olsun. Bunları az kullanacağım artık. Göremediğim yerler var ama kalacak onlar da... Gelecek günlerde yavaş yaşamayı öğreneceğiz o zaman, öyle mi? Dünyanın dibine inilmiyor ki... Dünyanın dibine inemeyen insanlar öbürkülerden daha kötü değil. Eskiden ne kadar zor ve az gezme imkânı vardı ama daha çok şey biliyorlardı bugünkülerden. Tayyareyle dünya tanınmaz. Mümkün değil.
Babalarınızı hatırlayın, güler yüz gösterin yeter Siz hem baba hem de dedesiniz. Babalar Günü de son dönemde kutlanan tüm özel günler gibi, öncekilerden farklı olacak. Siz ne yapacaksınız Hocam? Bakacağız, kızım ve torunum bana ne yapacaklar, göreceğim. Ama insanlara tek diyeceğim; babalarınızı hatırlayın, güler yüz gösterin yeter. İlla tüketmenin bir gereği yok. Kimse bana, “Gittim mağazada kuyruğa girdim, Babalar Günü için hediye alacaktım” demesin. Hiç iyi bir şey değil bu. Bu kadar açık. Güler yüzünüzü bekliyorum ve de hatırlamanızı. Hepsi bu. Herkes de böyle baksın bu işe. Babalar Günü, Anneler Günü olacak ama bu şekilde kutlamak lazım. Milli günleri, bayramları kutlayacağız tabii ama dikkat etmemiz lazım. Aksi halde sıçrıyor hastalık sayıları, görüyorsunuz.
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
‘Ben’
diye kendini ayırdığında başlıyor
tüm problemler...
Fotoğraflar: Candaş Arın
Sanki biri “Şu sıralar halimizi nasıl özetlersin” diye sormuş ona. Sertab Erener gürül gürül sesiyle “Önce insan olmaya bak / Bu dünya da hiç kimseye de kalmayacak” derken ister istemez böyle düşünüyorsunuz. Ama zaten o yine bildiğimiz gibi; duyarlı, düşünceli, üretken. Erener’le çıkış şarkısı ‘Bu Dünya’dan başlayıp 12 Haziran’da çıkacak yeni albümü ‘Ben Yaşarım’a ve son dönemde yaşadıklarına uzandık.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
76
İ S T A N B U L
L I F E
ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Baştan söyleyeyim, ben sıkı bir Sertab Erener fanıyım! Lise yıllarımda Harbiye Açıkhava’da “Sertaaaaaaab” diye çok bağırmışlığım, şarkılarını binlerce insanla birlikte avaz avaz söylemişliğim vardır. Benim kuşağımın, yani halihazırda 40’lı yaşlarını sürenlerin birçoğunun aşklarına ‘Aldırma Deli Gönlüm’ diyerek merhem olmuş, ‘Yalnızlık Senfonisi’ ile ta içlerine dokunmuş, bazen de “Uzanmışım kumsala, güneş damlar içime” sözleriyle boş vermişliğin zirvesini yaşatmıştır... Zaman değişti, müzik evrildi ve Sertab Erener bu değişimlere her zaman ayak uydurdu. 2016 tarihli ‘Kırık Kalpler’den dört yıl sonra 12 Haziran’da çıkacak 13’üncü stüdyo albümü ‘Ben Yaşarım’da da bu kuralı bozmayacak. Gönül isterdi ki, bu sohbeti yüz yüze yapayım, sonunda da ona sıkı sıkı sarılayım ama mümkün olamadı. Kahrolsun sosyal mesafe! Yaşasın Sertab Erener! 13’üncü albümünüz ‘Ben Yaşarım’, çok zorlu bir süreçte çıkıyor. Karantina döneminde albüm kayıtları nasıl tamamlandı? Salgın öncesinde de yine bu aylarda çıkması mı planlanıyordu? Aslında planlamamızda çok büyük değişiklik olmadı. Yine haziran başı veya ortası gibi bitirip yayımlamayı düşünüyordum. Pandemi herkeste olduğu gibi tüm ekipte önce şok etkisi yarattı. Stüdyoda çalışıyorduk ve basından takip ediyorduk. Bizden uzaktaymış, bizi etkilemeyecekmiş gibi hayatımıza devam ediyorduk ama sonra, mart sonu hayat durdu. İşte o iki hafta zaten bir film sahnesindeymişiz gibi bir algıya kaptırdım kendimi. Gerçekliğine inanmam zordu. Ama insan her şeye alıştığı gibi bu fikre de alışıyor tabii. Mesela şu an sokağa çıkamamak veya maske kullanmak ya da gelen her paketi önce yıkamak normal işmiş gibi oldu. Umarım dünya buradan alması gereken dersleri alıp en az zararla çıkar. Albümdeki ‘Bu Dünya’nın sözleri yaşadığımız günlerin özeti gibi… İlk bu şarkıyı paylaştınız. Özellikle mi onu seçtiniz? Aslında bu şarkı şimdi bu duruma özel yazılmış gibi duyulsa da ben çok önce başlamıştım sözlerini yazmaya, Emre (eşi, müzisyen Emre Kula) ise neredeyse iki yıl önce bestelemişti. ‘Bu Dünya’nın sözlerini böyle yazmaya ihtiyaç duydum çünkü insanlığın geldiğimiz noktadaki açgözlülüğü, bencilliği, birbirini anlamaktan çok uzakta olması beni bunları sorgulamaya itti. Hatta mülteci gerçeğinden küresel ısınmaya, plastik atıklarından okyanusların kirlenmesine kadar giden onlarca sorunun bir yansıması sanırım bu. ‘Ben’ diye kendini ayırdığında başlıyor tüm problemler. Diğerle-
H A Z İ R A N
2 0 2 0
77
İ S T A N B U L
L I F E
ri hep dışarıda kalıyor. Dünyayı bizim malımızmış gibi hor kullandığımızda, sadece kiracısı olduğumuzu unuttuğumuzda ve bir kere dengesini bozarsak sahip olduğumuz hiçbir teknolojiyle çözemeyeceğimiz sonuçlar doğacağını düşünmediğimizde başlıyor sorunlar. İnsan çok kibirli maalesef. İşte bu duygular, bu albümün ilk şarkısının ‘Bu Dünya’ olmasını sağladı. Albüm kapağında ve içerideki illüstrasyonlarda Sadi Güran’ın imzası var. Birlikte çalışma fikri nasıl ortaya çıktı? Dicle Çiftçi’yi ve Sadi Güran’ı ben zaten takip ediyordum, ürettikleri işleri çok beğeniyordum. Albüm kapağı ve booklet (kitapçık) için Dicle’nin kızlarını şarkılarla buluşturdum. Eski kafalıyım sanırım, benim için hâlâ kapak da kitapçık da çok değerli. Emeği geçenlere bir teşekkür mektubu da aynı zamanda. Sadi, hayatımızı kurtardı; son dakikada yetişmesi ve çıkması gereken single kapağını mükemmel bir şekilde tamamladı. İkisine de sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.
Karantina süreci hepimizi sadeleşmeye götürdü, tüketim azlığı doğurdu gibi. Bu dönemde sizin hayatınızda neler değişti? Ne kadar çok tükettiğimizi fark ettiniz mi? Aslında ne kadar az şeye ihtiyacımız var! Hayat dediğimiz şey hiç de o kadar karışık değil. Bu boşluk hali, hiçbir şey yapmadan oturduğumuz zamanlar, sadeleşmek, kendimize ve yaptıklarımıza dışarıdan bir gözle bakmamızı sağlayacak bir farkındalık hali yarattı. Ya da kendine bir ayna tutup “Ben ne yapıyordum ki acaba” dedirtti bence birçoğumuza.
DÜZEN BİZİ AZALTMAYA ÇALIŞACAK Sizce müzik sektörü salgından nasıl etkilenecek, hayat normale döndüğünde her şey eskisi gibi olacak mı?
SEZEN BENİM CANIMIN İÇİ Yıllar içinde Sezen Aksu’yla ilişkiniz, bağınız neye dönüştü diye sorsam? Bu albümde Sezen’in kendisinin de çok değer verdiği bir şarkı sözünü emanet alıp söyledim. Dinlediğinizde siz de neden çok özel olduğunu hissedeceksiniz bence. Bizim ilişkimiz yıllar içinde, nazar değmesin, sade, dürüst, yalın ve çok derin bir dostluğa erişti. O benim canımın içi. Albümün müzik ve düzenlemelerinde çoğunlukla eşiniz Emre Kula’nın imzası var, aranızdaki bağ müziğe nasıl yansıyor? Müzik bizim ilişkimizi besleyen, hep yeniden birbirimizi doğurduğumuz, bitmeyen bir enerjiye neden oluyor. Aramızda kelimelerin dışında çok derin, başka bir dil daha var. Bu büyük bir şans ikimiz için de.
Emre ile aramızda kelimelerin dışında çok derin, başka bir dil var. Bu büyük bir şans ikimiz için de... H A Z İ R A N
2 0 2 0
78
İ S T A N B U L
L I F E
‘Bu Dünya’ teklisinin sözleri Sertab Erener’e, müzik ve düzenlemesi ise Emre Kula’ya ait. Single kapağında Sadi Güran’ın imzası yer alıyor.
Bence her şey eskisi gibi olacak, insandan çok da büyük bir beklentim yok açıkçası. Açgözlülüğümüz devam edecek, pragmatik insan yok etmeye, umursamamaya devam edecek gibi geliyor. Asıl değişiklik... Hayatlarımızda daha çok salgın hastalıklar, açlık, kıtlık, susuzluk... Bunlar yaşanacak. Ben bu noktada karamsarım yani. Düzen bizi azaltmaya çalışacak. Peki karantina döneminde en çok neleri özlediniz? Ailemi, arkadaşlarımı, sokaklarda korkusuzca yürümeyi, koşmayı... Evde kaldığınız süreçte tahammül edemediğiniz şeyler neler oldu? Ben bu konuda çok sorun yaşamadım. Evde iş yapmayı, yemek yapmayı severim. Konser temposundan uzaklaşıp kendime zaman ayırmayı da sevdim. En zor olan, her gün insanların ölüm rakamlarını almak, her akşam raporları dinlemek oldu.
YENİ ÜRETİLMİŞ İYİ MÜZİK BULMAK ÇOK ZOR ARTIK YouTube kanalınızda yayımlanan ev konserleriniz büyük ilgi görüyor. Pek çok sanatçı da bu dönemde etkinliklerini bu mecraya taşıdı. Bu dijital ortamda yapılan konserler gerçek konserlerin yerini tutar mı? Kesinlikle gerçek konserin yerini alamaz. Bununla karşılaştırmak bile yanlış olur. Bu online konser fikri mecburiyetten doğdu ama hayatımızda daha çok olacak sanırım. Yavaş yavaş alışmaya başladım tabii ama asla sahnede olmakla bir değil, olamaz da. Cover şarkılardan oluşan albümler büyük ilgi görüyor, eski şarkıların yeri dolmuyor mu? Bence de yeni üretilmiş iyi müzik bulmak çok zor artık. Yani bu ara, bu çağın ruhu bambaşka. Ben pek ısınamadım diyebilirim. Farklı şeylere odaklandı insan. Teknoloji ilerleyince biz de değiştik. Başka şeyler önem kazandı. Bu olanlar müzikten de birçok şeyi götürdü. ‘Sertab’ın Müzikali’ çok sevildi. Hayat normale döndüğünde bunun gibi yeni projeleriniz olacak mı? Kesinlikle müzikale devam edeceğim. Yeni bir sahne şovuna da hazırlanıyorum. Bu dönemde yeni bir proje düşünmek veya hayal etmek için fazlaca zamanım oldu zaten. Fiziksel olarak yılları geriye sarıyor gibisiH A Z İ R A N
Aküm hep doludur benim. Yaşa inanmam, zaman kavramı bizim aklımızın ürettiği bir olgu. niz. Bu ‘Benjamin Button’ gibi olma halinin sırları nedir acaba? Çok teşekkür ederim. Hayatı, yaşamayı seven biriyim. Aküm hep doludur benim. Yeni fikirler, yapmak istediğim şeyler hiç bitmez. Yaşa inanmam, zaman kavramı bizim aklımızın ürettiği bir olgu. Bedenime iyi bakarım, içsel çalışmalar yaparım. Sanırım tüm bu anlattıklarım beni böyle görmenize neden oluyor. 30 yıla yakın süredir müzik kariyeriniz devam ediyor. Hiç gerçekleşmemiş bir hayaliniz var mı? Hayaller bitmez ki... Hayaller biterse hayat da biter. O yüzden, hep doğurmak, üretmektir hayat. 2 0 2 0
79
İ S T A N B U L
L I F E
Mirgün Cabas
Akıllarından ne geçiyor? Benim oğlanı bol bol dinlediniz. Şimdi gelin bir de diğer cepheye geçelim ve bana Civan’la olduğu gibi vurdulu kırdılı günler yaşatmayan, hanemizin prensesi Leyla’dan bahsedelim.
Bugüne kadar hep Civan’ın hikâyelerini anlattım ama aslında evde bir haydutun yanı sıra bir de prenses var: Leyla. Onunla yaşantımız Civan’la olduğu gibi vurdulu kırdılı değil, o yüzden yazılara fazla konu olmuyor. Oysa ben de hayatımı hep başrolünde Civan’ın olduğu bir avantür film tadında yaşamıyorum. Hatta çocuklu hayatımın Leyla’yla başladığını düşünürsek onunla hukukumuz daha eskiye dayanıyor. Yani filmografimde başrollerde çoğunlukla Leyla var. Cep telefonumun fotoğraf arşivi hizmeti de bunu hemen her gün hatırlatıyor bana. İşte Leyla’nın beş yıl önce çektiğim bir fotoğrafı. Anaokulunun son gününde hatıra olsun diye bahçeyi fotoğraflıyoruz, bana kümeste besledikleri tavşanları gösteriyor. İşte bir foto daha, altı yıl önce ailece Tayland’a gitmişiz, kaldığımız evi maymunlar basmış, H A Z İ R A N
2 0 2 0
80
İ S T A N B U L
çocuklar çığlıklar atıyor. Burada da baba-kız gittiğimiz kış tatili… Leyla o gün aldığımız oyuncağını kalenin surlarından düşürmüş hüngür şakır ağlıyor, ben de acımasızca videosunu çekiyorum… Fotoğraflarda hep aynı çocuk var. Saçı, gözü, teni aynı… Ama büyüdükçe aynı çocuğun başka versiyonları çıkıyor karşıma. Giderek gelişiyor ama son hali, her zaman önceki halini unutturuyor. Sanki hep bu halini biliyormuşum, yalnızca bu yaşıyla muhatap olmuşum gibi. Yüzümüze mama püskürten, birinci yaş pastasının mumuyla parmağını yakan, yuvanın bahçesinde parende atan, pembe montuyla kar meleği çizen çocuk, şimdi içeride Zoom’la ders yapan, ders aralarında arkadaşlarıyla online sohbet eden, az önce Zeynep’e tırnaklarını iki farklı renge boyaL I F E
Hayatımı hep başrolünde Civan’ın olduğu bir avantür film tadında yaşamıyorum. Hatta çocuklu hayatımın Leyla’yla başladığını düşünürsek onunla hukukumuz daha eskiye dayanıyor.
tırken akşam yemeğinde ne istediğini konuştuğumuz çocuktan başka biri.
ACABA ÇOCUK BENİM HAKKIMDA NE DÜŞÜNÜYOR?
Acaba o da benim için benzer şeyleri düşünüyor mu? Onun kafasında da benim onun için algıladığıma benzer bir değişim -hatta gelişim- çizgisi var mı? “Bu adam eskiden de fena değildi ama zamanla geliştirdi kendini, daha iyi biri oldu” diye düşünüyor mudur? Aslında sorsam, iyi kötü bir cevap verir herhalde. 10 yıldır babasıyım ne de olsa, epeyce gözlem şansı oldu. Başka babalarla karşılaştıracak kadar baba ve çocuk da tanıdı ama ne gerek var… Şimdi durup dururken aklına kurt düşürmeyeyim, başıma da iş açmayayım. Zaten konumuz ben değilim, o. Ne diyorduk?.. Neredeyse her yıl, önceki versiyonunu alıp yeni ve daha gelişmiş bir modelini veriyorlar san-
ki çocukların. Daha gelişmiş ama sevimlilik, zekâ ve kendine yeterlik ayarlarında değişiklik yapılmış bir versiyonu. Baktığınız zaman tasarım olarak önceki modeli çok andırıyor, yeni versiyonun yazılımında güvenlik açıkları kapatılmış, ‘otonom sürüş’ yeteneği geliştirilmiş. Bu iyileştirmeler bazı sorunları ortadan kaldırırken yeni sorunlara kapı aralıyor. Kendine güvendeki artış ve gelişen bağımsızlık hissi, çoğunlukla, yapabileceğinden daha fazlasına cüret etmesine yol açıyor. Bebek Parkı’nda ilk bisikletinin montajını yaptığımız, sonra da parkın beton yollarında pedal çevirmeye başladığı günden bugüne olanlar gibi. Yan tekerleklerle acemilik günleri… Belgrad Ormanı’nda denge tekerleklerini çıkardığımız gün selesinden tutarak peşinden iki büklüm koşuşum… Şimdilerde Büyükada’nın sokaklarında bisikletiyle alıp başını gidişi… Bu maceranın her aşamasında aldığı zevk,
H A Z İ R A N
2 0 2 0
81
İ S T A N B U L
L I F E
kazandığı bağımsızlık oranında arttı, gözümle gördüm. Tabii artık, düştüğünde canını daha fazla acıtacağı da kesin. -Bak baba, ellerimi bırakabiliyorum! -Görüyorum tatlım… Giderek daha büyük dertlere gebe bir durum ama sadece birimiz farkındayız… Ben ilk bisiklete binişimde, arkadan beni tutan babamın ellerinden kurtulmuş, yalpalayarak dimdik bir yokuştan aşağı kaptırmıştım kendimi. Sonra, güm! O olayın olduğu hafta çekilmiş bir vesikalık fotoğrafım var. Saçlarım taralı, gözümde gözlükler, boynumda bisiklet kazasından kalma bir yara kabuğu. Fotoğrafçının ustaca gölge gibi rötuşladığı, orada olduğunu bildiğim için her baktığımda gördüğüm yara. Leyla’da yok böyle yaralar şimdilik. Bu sene karne hediyesi olarak kaykay istediğine göre, belki o yaralar ona bu yazın hatırası olur.
CİVAN, LEYLA’DAN KOPYA ÇEKİNCE...
Bu aralar sık sık göz göze bakışıyoruz Leyla’yla. Bende olduğu geceler uykuya dalmakta zorluk çektiğini söylüyor, bazen yatakta yanına uzanıyorum. Konuşmadan, birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. Aklından ne geçtiğini düşünüyorum, hiçbir şey tahmin edemiyorum. Belki onun da aklından, benim gibi hiçbir şey geçmiyordur diye düşünüyorum. Ben ağzımı açmadıkça susuyor; mutluymuş, bir şey yakalamış, bırakmak istemiyormuş gibi bakıyor. Leyla’dan göre göre Civan da onu yatırdığımda, Leyla’yı taklit edip “Yanıma uzanır mısın?” diye soruyor. Kimi zaman “Hadi len” diyorum gülerek, kimi zaman da “Peki” deyip giriveriyorum yanına. Onunla da susup birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. Sonra bakışırken, o sıkılıyor, “Bişey söylicem” diye lafa başlayıp bir oyundaki karakterin özelliklerini anlatmaya başlıyor. “Hadi gevezelik zamanı bitti” deyip ışığını kapatıyorum, kapısını çekiyorum. Sonra koridorda yürürken düşünüyorum, ben buraya nereden geldim? Bu küçük insanlar benim hakkımda acaba ne düşünüyor?
yaz düşleri
Biz de bu şehrin bir sakiniyiz sonuçta!
Geride bıraktığımız süreçte dünyanın neredeyse her şehrini ortalıkta mutlu mutlu gezinen hayvanlar doldurdu. İstanbul’un sembol hayvanları haline gelen yunuslar da zaten sembol statüsünde olan kediler ve köpekler de bu serbest dolaşım döneminden nasiplerini aldı. Gelin hem o görüntüleri tekrar hatırlayalım hem de onlar hakkında bildiklerimizi güncelleyelim.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
82
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Johannes Moths
Yunuslar özellikle mayıs ayında Boğaz’da harika görüntüler verdi. Peki gemileri neden takip ediyorlar? İki sebebi var: Birincisi, öncüler gemi veya teknelere yaklaşıp sürü için tehlikeli olup olmadığını anlamaya çalışıyor. İkinci olaraksa bazen geminin yarattığı itiş gücünden yararlanıp enerji tasarrufu yapıyorlar. H A Z İ R A N
2 0 2 0
83
İ S T A N B U L
L I F E
Tırtak hanginiz? Evet, bu arkadaşların genel adı yunus. Ancak dünyada birçok alttürü var. Boğaz’da görülenler ise üç çeşit: Mutur (Phocoena phocoena relicta), afalina (Tursiops truncatus) ve tırtak (Delphinus delphis). Mutur ve tırtaklar genellikle göç sırasında Boğaz’ı kullanıyor. Buranın asıl sakinleri olan, yaz-kış sürekli bulunan afalinaların sayısı ise yaklaşık 100-150 kadar... Yunusların Türkiye’de avlanması 1983’te yasaklandı. Ancak bu tarihe kadar, sadece 1970’le 1983 yılları arasında Türkiye’de 25 bin 678 ton yunus avlandı. O günden bu yana popülasyon kendini toparlıyor. Ancak birer memeli olmaları nedeniyle tehlike halen geçmiş değil. Pandemi nedeniyle yunus sayılarının arttığı bir şehir efsanesi. Çünkü İstanbul’da görülebilecek en fazla yunus zaten bu dönemde ortaya çıkıyordu. Şu anda deniz trafiği yok. Sarayburnu’nda, Karaköy’de olması gereken gemilerin, teknelerin hiçbiri mevcut değil. Kullandıkları alanı da daha fazla kullanıyorlar. Normalde bir günde bir saatte kullandıkları yeri üç saat kullanıyor olabilirler. Bu nedenle biz de daha fazla görüyoruz.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
84
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Johannes Moths
H A Z İ R A N
2 0 2 0
85
İ S T A N B U L
L I F E
En kalabalık nüfus Nereden geldi bu kediler? Genel kanı, ilk tarım faaliyetlerinin başladığı Kuzey Afrika’dan geldikleri yönünde. Bu bölgede kıyılarda yaşayan balıkçı toplumlar dünyaya açıldılar. Farelere karşı korunma işlevini yerine getiren kediler de kargo gemilerinde kendilerine yer buldu. Böylece bir ticaret limanı olan İstanbul’a ulaştılar. Temiz bir hayvan olarak görülmeleri ve “Bir kediyi öldürürsen bir cami yaptırman gerekir” şeklindeki inanışın katkısıyla rahat rahat çoğaldılar. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kedilere ve köpeklere sahip çıkmak âdettendi. Hatta bu işe bakan ‘mancacı’lar vardı. Eğer biri sokak kedilerine ve köpeklerine yemek vermek istiyorsa parasını verir, mancacı da hayvanları onun adına beslerdi. İstanbul Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğü’nün rakamlarına göre bugün kentte 163 bin sokak kedisi yaşıyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
86
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Tolga İldun
H A Z İ R A N
2 0 2 0
87
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Bülent Kılıç
Haliç kıyısındayız. 65 yaş üstü vatandaşlara sokağa çıkma izni sınırlı saatlerde veriliyor. Bu, sınırlı buluşma anlarından biri... Kediler de parklarda onlarla vakit geçiren eski arkadaşlarını epey özlemiş görünüyorlar.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
88
İ S T A N B U L
L I F E
H A Z İ R A N
2 0 2 0
89
İ S T A N B U L
L I F E
Kriz durumlarında ilk sokağa atılanlar onlar Köpek, bütün hayvanlar arasında ilk evcilleştirilen tür. Yaklaşık 40 bin yıldır bizimle yaşadıkları düşünülüyor. İstanbul’da da iyi zamanlar geçirdiler. Tanzimat’a kadar altın çağlarını yaşadılar. Batılılaşma hareketleri “Sokakta köpek olmaz” fikrini getirene kadar, kentteki nüfusları 100 bine yaklaşmıştı. Sonrasında Hayırsızada katliamına kadar uzanan sıkıntılı zamanlar geçirdiler. Günümüzde İstanbul’da aşağı yukarı 130 bin sokak köpeği yaşıyor. Ancak kediler kadar prestijli değiller. Örneğin Alo 153 üzerinden en çok dosya açılan durumların başında köpeklerle ilgili mevzular geliyor. Belediye, sık sık onlara kötü davranan kişilerle ilgili şikayetler alıyor. oronavirüs dönemi de onlar için pek iyi geçmedi. Virüs taşıyıcı olK malarından endişe edildiği gerekçesiyle pek çok ev köpeği sokağa terk edildi. Kaldı ki diğer dönemlerde de alındıktan sonra bakımlarının kolay iş olmadığı anlaşılınca sokağa atılan evcil hayvanlar listesinin başında geliyorlar. Bu da sokaktaki nüfuslarının artmasına sebep oluyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
90
İ S T A N B U L
L I F E
İSTANBUL LIFE'A
ABONE OLANLAR KAZANIYOR
11 SAYI FİYATINA 1 YILLIK ABONELİK 156 TL YERİNE
143 TL
Adresinize ücretsiz teslim
Anlaşmalı kredi kartlarına 3 taksit (Bonus, Maximum, World, Axess) ÇAĞRI MERKEZİ
0 (212) 478 03 00
E - POSTA
abone@doganburda.com
İNTERNET
www.dbabone.com
yaz düşleri
Her şey yine
çok güzel olur ama güzelin tanımı değişti
Simon Kuper, Financial Times’ın hafta sonu ekinde bir yazı yazdı ve Paris’in koronavirüsten sonra bir daha eskisi gibi olamayacağını söyledi. Ona göre sosyal mesafe, şehrin bütün cazibesini alıp götürecekti. Sokağın, bir arada olmanın, hayata karışmanın risk taşıdığı günlerde şehre ne olur? İstanbul gibi kalabalıkla, hareketle, hatta kaosla nefes alan bir kent salgın sonrasında nasıl değişir? Şehir araştırmacısı Prof. Dr. Murat Güvenç’e sorduk.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
92
İ S T A N B U L
L I F E
ZEYNEP MİRAÇ
Koronavirüs korkusu hepimizi uzun bir süre evlere hapsetti. İzolasyon sonrasında İstanbul’u bıraktığımız gibi bulur muyuz? Bu süreç, gündelik hayat pratiklerimizi ve şehre dair alışkanlıklarımızı büyük bir şekilde etkilemeye başlayacak. Toplu taşımanın İstanbul gibi bir yerde daha da yaygınlaşacağını, çok daha yüksek bir talep yaratacağını düşünüyordum. Ama salgından sonra insanların toplu taşımada eskiden olduğu gibi ‘balık istifi’ seyahate razı olabileceklerini düşünemiyorum. Keza, büyük bir kısmı işyerine, merkeze yakınlık üzerinden belirlenen emlak fiyatlarının da birçok insanın işe gitmek zorunda olmadığı dönemde değişmesi beklenir. ‘Yeni normal’e geçtiğimizi varsaysak bile, merkeze eskiden olduğu sıklıkta gitmeyeceğiz. Haliyle merkeze yakınlık eskisi kadar öncelikli olmayabilir. Bu durumda merkeze ne olacak? Merkez dediğimiz, yapılarla devam edecek elbette. Ama eskiden olduğu kadar yaşamsal olabilecek mi? Bence hayır. Merkezin cazibesini kaybetmesiyle periferideki konutlar daha cazip hale gelebilir. Zaten şimdiden bahçeli evlere talep artmış. Zamanla konut mimarileri, iç tasarımları da değişecek. Çünkü ‘yatakhane olarak’ tasarlanmış yapılar artık işlevsizleşebiliyor. Şimdi bakıyorum, bazı duvarlar gereksiz geliyor. Balkon, eskiden yer kaybı olarak görülürken şimdi çok değerli bir mekâna dönüştü. İstanbul’daki mimari zaten Avrupa ile kıyaslandığında faciaydı. Koronavirüsten sonra şehrin yapısındaki yanlışlık, iyiden iyiye göze batmaya başladı.
DİŞ MACUNU İÇİN MARKETE ARABAYLA GİTME DEVRİ BİTTİ
Virüs var olan bir çarpıklığı dev aynasında gösterdi diyebilir miyiz? Evet, tam da böyle. Günümüz koşullarında internet mobilitesi artarken fiziksel mobilite düşüyor. Bir arabamız var ama aylardır otoparkta duruyor. Günü gelince kullansak da eskisi kadar sık kullanacağımızı sanmıyorum. Eski günlerde olduğu gibi bir kutu diş macunu almak için süpermarkete arabayla gidilmeyeceği açık. 75 gram için bir tonu
H A Z İ R A N
2 0 2 0
93
İ S T A N B U L
L I F E
Prof. Dr. Murat Güvenç, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans dereceleri aldı. 1978-2005 yılları arasında bu bölümde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Kadir Has Üniversitesi İstanbul Çalışmaları Direktörü olarak görev yapıyor.
hareket ettirmek ne kadar anlamsız! Bir makalede okudum; bezelye konservesinin kapağını lehimlemek için sarf edilen enerji, bezelyenin bize verdiği enerjinin 20 katıymış! Bunları düşünmeye başladığımızda, gündelik hayatımızın içindeki tutarsızlıkları daha çok fark ediyoruz. Bir yıl önce İstanbul’da yönetim değişikliği oldu ve “Her şey çok güzel olacak” denirken salgın geldi. Hâlâ her şey çok güzel olabilir mi? Olabilir, neden olmasın? Ama ‘güzel’, salgın öncesindeki güzel değil artık. ‘Güzel’in tanımı değişecek. O cümle söylenirken yaşadığımız dünya, bir daha hiçbir zaman aynı dünya olmayacak. Amerika’da işsizliğin yüzde 30’lara varması öngörülüyor. Bu oran, yüzde 5’lere inse bile eski işlerin geri geleceğini düşünebilir miyiz?
AVM’LERİN MÜŞTERİ PROFİLİ DEĞİŞECEK
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” önermesi bana fazla güçlü ve uzak geliyor. Acaba savunma mekanizması mıdır? Kuşkusuz, fiziksel yapı ve binalar on yıllarca duracak. O koskoca yapılar bir gecede ortadan kalkmayacak elbette. Kullanım şekilleri ve anlamları değişecek. Nitekim korona öncesinde sosyalleşmek için gidilen AVM’ler şimdi risk alanı oldu. Yatırımcı olsanız yeni bir AVM yatırımına girer misiniz? Size İstanbul şehir tarihinden örnek vereyim. 1970’li yıllarda dolmuş ve minibüs İstanbul’un
“Galataport daha tamamlanamadan her şey değişti. O kruvaziyer turizmi artık üst gelir grubundan yolcular için çekici değil. Zaten Karayipler’de gecelik ücret 29 dolara düşmüş bile. Ne olacak şimdi?”
olmazsa olmazları arasındaydı. İstanbul için ‘dolmuşlu, işportalı, gecekondulu şehir’ deniyordu. Bugün dolmuş var mı? Var. İşporta var mı? Var. Ama artık bu olgular şehrin kimliği değil. Kimlik başka yerde şekilleniyor. Bir yandan da ‘Yeni Taksim’ yükselmeye devam ediyor, AKM ve cami inşaatları tam hız sürüyor. 1. Levent’te ise devasa bir cami için hafriyat yapılıyor. ‘Vazgeçilmez’ olanlar değişimin dışında mı kalacak? Onlar çoktan başlamış ya da yatırımı yapılmış işler. Zaten böyle değişimler kısa vadede gerçekleşmez. AVM’ye yine gidilecek, gidildi de zaten. Ama yavaş yavaş göreceğiz ki AVM’lerin müşteri profili değişecek. Ulaşım tercihleriyle birlikte tatil alışkanlıkları da değişecek. Eskiden avantajlı gördüklerimiz şimdi dezavantajlı duruma düşecek, ya da tam tersi.
GALATAPORT’A NE OLACAK?
Son yıllarda İstanbul özellikle Arap coğrafyasından gelen turistlerin talepleriyle şekillenmişti. O konuda
nasıl bir değişim olur? Turizm yeni baştan nasıl başlar, asıl soru o. İngiltere, gelenlere 14 gün karantina uyguluyor. İki günlük iş için 14 gün karantina olacak iş mi? Turizm başladığında kapılar nasıl bir sistem içinde açılacak? Büyük değişiklikler kaçınılmaz. Bırakın şehre etkisini, uçaktan otele transfer bile tümüyle değişecek.
Bu uçaklar ne zaman tam kapasiteyle uçmaya başlar, hava trafiği eski hacmini ne zaman yakalar bilmiyoruz. Virüs tamamen yok olsa bile, şu an edindiğimiz yeni alışkanlıklardan sonra 15 dakikalık bir sunuş yapmak için Amerika’ya gitmenin ne anlamı var? Bunlar, daha önceden öngörülmesi mümkün olmayan ve domino etkisi yaratan faktörler.
Turizm odaklı dev yatırımlar ne olacak peki? Galataport ya da yeni havalimanı? Geçmiş eğilimlere referansla çok büyük bir yatırım yapıldı. Ancak bakınız, Galataport daha tamamlanamadan her şey değişti. O kruvaziyer turizmi artık üst gelir grubundan yolcular için çekici değil. Zaten Karayipler’de gecelik ücret 29 dolara düşmüş bile. Ne olacak şimdi? Aynı şekilde İstanbul’da gittikçe artan hava trafiğine bakıp, 2020’de İstanbul’un dünya havacılığının hub’ı haline geleceği varsayımıyla yepyeni bir havalimanı yapıldı. Şu anda İsviçre havayolları, çürümesin diye uçaklarını kuru ve sıcak havası olan Ürdün’e göndermiş.
Koç Üniversitesi’nden Ali Çarkoğlu, salgın günlerinde İstanbul’da yaşam üzerine bir araştırma yapmış. Buna göre kadınların ev dışına çıkma oranları erkeklerden düşük. İzolasyonun kadınları daha çok etkilediğine dair başka çalışmalar da var. Kadınların daha az dışarı çıktığı bir şehir nasıl değişir? Çok kötü değişir! Kadının toplumsal hayata katılımında zaten büyük yetersizlikler var. Şu anda bir çalışma yapıyorum. Bütün Marmara Bölgesi’ni, 11 ilin tamamını dikkate alan bir çalışma. Gördük ki kadınların toplum hayatına katılması konusunda çok büyük mekânsal farklılaşmalar var. Serbest mesleklerde
H A Z İ R A N
2 0 2 0
94
İ S T A N B U L
L I F E
çalışan kadınların yüzde 40’ı Adalar, Bakırköy, Kadıköy ve Beşiktaş’ta yaşıyor. Bu durum, tabii ki orta ve dar gelirlileri daha fazla etkiliyor. Ancak üst gelir grubu da sorunu derinden yaşıyor. Nitekim bu grupta ev işleri için dışarıdan destek alınıyor. Ancak salgın sırasında eve kimse gelip gitmiyor. Kadınların üzerine büyük yük biniyor böylece. Parası olanın bile kaçamadığı bir durum bu. Eşim de ben de üniversitede hocayız, haftada bir gün birlikte temizlik yapıyoruz.
TOPLUMU, KAMUYU, YAŞAMI SİL BAŞTAN DÜŞÜNMEK GEREK
Bir başka araştırma da akademisyenler üzerine. Erkek akademisyenler makale yayımlamaya devam ederken kadın akademisyenler neredeyse hiç yeni çalışma yap(a)mamışlar. Bu da erkek egemen koşulların her düzeyde yaşandığının kanıtı. Eşitsizlikler daha da fazla ortaya çıktı bu süreçte. Enfeksiyon haritalarını inceledim. Gördüm ki, biraz önce kadınların toplumsal hayata katılımıyla ilgili sözünü ettiğim dört ilçe, salgının en az yayıldığı yerler. Koşulları evde kalmaya uygun çünkü. Mesela Ataköy’de salgın düşük seviyede iken, 200 metre ötede, E-5’in diğer yakasında çok farklı bir yoğunluk var. Salgın haritası bile şehrin nasıl şekillenmemesi gerektiği konusunda bize bir şeyler öğretiyor.
Bu da onları toplumsal hayattan koparacak. Kartların yeniden dağıtıldığı bir dönemin eşiğindeyiz. Tabii kent yapısı eskisi gibi olmayacak. Sözgelimi Marmara Bölgesi’nde 70 bin kilometrekarede 24 milyon kişi yaşıyor. Ancak dağılım dengesiz; 16 milyonu bin kilometrekareye sıkışmış, kalan 8 milyon 69 bin kilometrekareye dağılmış durumda… Rant etrafında şekillenen ve sonsuza kadar süreceği düşünülen bu şehir yapısının, yeni koşullarda kendinden bekleneni yerine getirmeyeceği çok açık.
Tartışılan konulardan biri de normale dönmek. “Sorun zaten o normaldeydi” diyenler var... Tam da bu. Alıştığımız düzeni tekrar kazanmak istiyoruz ama bizi bu noktaya getiren de o eski yaşam zaten! Sorunun kaynağı, çözüm olabilir mi? Hesapta olmayan büyük değişikliklerin arifesindeyiz. Toplumu, kamuyu, yaşamı sil baştan düşünmek gerek. Çünkü doğal süreçler de toplumsal süreçler de acımasız. Gündelik hayatın baskısı, kalıcı olduğu sanılan pek çok şeyi o ünlü kitap başlığının işaret ettiği gibi ‘buharlaştırabiliyor’.
“Zamanla konut mimarileri, iç tasarımları da değişecek. Balkon eskiden yer kaybı olarak görülürken şimdi çok değerli bir mekâna dönüştü.”
Salgından en olumsuz etkilenen kesimlerden biri de yaşlılar oldu. Nüfusu diğerlerine oranla daha yaşlı ilçeler var. Şehir hayatı ve alışkanlıklar nasıl değişecek o bölgelerde? Yaşlı demiyorlar da yaş almış diyorlar şimdi, kibarlık olsun diye. Yaşlılar öncelikle işten çıkarılacaklar arasında olacak.
ŞEHRİN EĞLENCESİ KAÇACAK MI? En çok etkilenen sektörlerden biri de kültür sanat sektörü. Sinemalar, konserler, tiyatrolar eskiye dönmesi en zor mekânlar. Şehrin eğlencesi mi kaçacak? Şehrin eğlencesi kaçtığı gibi, daha büyük bir değişim kapıda. Bugünkü evler sinemateklere dönüştü. İlerleyen teknoloji, evde üç boyutlu seyirleri de mümkün kılacak. Ancak sinemaya sadece film seyretmek için gidilmediğini teslim edelim. Kültür ve sanat bir kamusal alan pratiği. O mekânlara orada olmak, başkalarını görmek ve onlar tarafından görülmek, dolayısıyla kamusallığı inşa etmek için gidiliyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
95
O zaman bu kültür yapılarına ne olacak? Değişim sürekli ancak her zaman daha iyiye yönelmeyebilir. Bugün Efes şehri bütün taşları ve kolonlarıyla orada duruyor. Ama sakini kalmamış. Bundan 30 yıl önce, merkezi alanlarda terk edilen sanayi yapıları kültür kurumlarına dönüştürülüyordu. Şimdi sıra galiba kültür kurumlarının dönüşümüne geldi! Tabii sadece kültür sanat değil, bütün kamusal alan pratikleri değişiyor bu şekilde. Performansa dayalı bütün sanat dalları ve meslekler etkilenir buradan. Mesela diş doktorluğu ya da berberlik riskli meslekler midir? Artık öyleler! Sigortaları, çalışma zamanları ve mekânları değişmek zorunda.
İ S T A N B U L
L I F E
İstanbul Masalları
Müzeyyen Abla’nın söylediğinin aksine, son ihtimalin ölmek olmadığını anlatan mekânlar Olağanüstü bir dönem yaşıyoruz. İnsan böylesi mahrumiyet dönemlerinde en çok neyi özlüyor? Mezelerle donatılmış beyaz örtülü bir sofrayı. Bu yüzden meyhaneler ve hakkında yazdıklarım düşüyor aklıma birer birer... H A Z İ R A N
2 0 2 0
96
İ S T A N B U L
L I F E
A H M E T Ü M İ T
Sizi bilmem ama ben pek çok şeyin yanı sıra beyazpeynir, kavun ve mis gibi anason kokan bir meyhane masasını; o sofrada arkadaşlarımla buluşmayı, sağlığa kadeh kaldırmayı, gönlümün dilediğince sohbet etmeyi özlüyorum. Elbette yapamıyorum. İşte bu yüzden olsa gerek, daha önce yaşadığım anlar canlanıyor gözlerimin önünde.
KUR MASAYI MADAM DESPİNA
“Daha Tatavla’nın kapısından girer girmez, mutfakta pişen yemeklerin, iştah açan kokuları karşıladı beni. Bir de rahmetli Müzeyyen Abla’nın o samimi sesi. ‘Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin...’ Yine buruk bir mutluluk duygusu, yine derinlerde uyanan o mahcubiyet. Evet mahcubiyet, neden derseniz bilmiyorum. Belki de yeryüzünde bu kadar acı varken, mutlu hissetmenin verdiği suçluluk duygusu. İtiraf etmeliyim ki, bu meyhaneye her adım attığımda kendimi başka bir ülkeye gelmiş gibi, başka bir dünyanın kapısından içeri girmiş gibi hissederim. Vahşetin, öldürmenin, yok etmenin olmadığı bir dünya... Şefkatin, sevginin, alabildiğine hoşgörünün olduğu bir ülke... Biliyorum, hakikat değil, biliyorum bir yanılgı ama hoş bir yanılgı. Ve bütün bu kepazeliklere rağmen hayatın hâlâ güzel olduğunu, Müzeyyen Abla’nın söylediği şarkının aksine, son ihtimalin ölmek olmadığını anlatan bir yanılgı.” ‘Kırlangıç Çığlığı’ adlı romanımda böyle anlatmıştım Başkomser Nevzat’ın ağzından, Rum sevgilisi Evgenia’nın işlettiği Tatavla’yı. Bu mekân gerçekten var; Kurtuluş son durakta Madam Despina’nın meyhanesi. Artık aramızda olmayan Madam Despina’ya saygıdan, onun ve mekânının adını kullanmadım. Ama Evgenia karakterini Madam Despina’dan esinlenerek seçtim. Çünkü yüzlerce yıldır bu şehirde meyhaneleri Rum hemşerilerimiz çalıştırmıştı. İçerdeki düzeni de kuralları da onlar koymuştu. Meyhanenin sahibine ‘barba’ denirdi, ‘mastori’ yetki sıralamasında ikinci elemandı, bir tür barmen diyeceğimiz bu kişiler tezgâhta otururdu. Aşçıbaşı; yamakları ve bulaşıkçılarıyla mutfaktan sorumluydu. Sakiliği ‘muğbeçe’ adı verilen Rum delikanlılar yapardı. Evet, meyhanenin tarihi oldukça eskilere uzanır. Her zaman çokkültürlü bir şehir olan İstanbul’da hüküm sürmüş iki kadim medeniyet, Doğu Roma ile Osmanlı kültürünün bir eğlence bileşenidir. Farklı uygarlıklar altında meyhane kültürünü yaratan bizzat şehrin kendisidir. Çünkü burası bir liman kentidir, üstelik o çağlarda dünyanın merkezidir. Yani yabancıların sıkça ziyaret ettikleri bir uğrak yeridir. Doğal olarak yorgunluklarını atabilecekleri, eğlenebilecekleri mekânlar gerekecektir. Ama sadece yabancılar için değil, şehirde yaşayanların da günlük dertlerinden, sıkıntılarından kurtulmalarının en kolay yollarından biridir, insanı kendi gerçekliklerinden koparan şarabın yahut rakının eşliğinde dostlar arasında geçirilecek birkaç saat… H A Z İ R A N
2 0 2 0
97
Rum meyhanecilerin son temsilcisi Barba Yorgo’nun, Nevizade’deki İmroz Meyhanesi’nde bir akşam.
DIONYSOS BEY’E DE BİR KADEH GETİR EVLADIM
Ta kadim zamanlardan, şarap tanrısı Dionysos’tan beri böyledir bu. Köken olarak Anadolulu sayılan Dionysos, insanları seven bir tanrıdır. O yüzden asmayı ve elbette ondan üretilen şarabı sunmuştur. İçkinin de yardımıyla dertleri unutsunlar, geçici de olsa neşelensinler, hayattan zevk alsınlar diye. Meyhane bu toplu eğlence biçiminin gerçekleştiği mekânın, bizim kültürümüze özgü genel adıdır. Türkçe bir isim değildir, ‘mey’ Farsça şarap demektir, ‘hane’ ise ev. Bugün meyhane denince her türlü alkollü içkinin tüketildiği mekânlar akla gelir. Elbette her alkollü içki tüketilen yer de meyhane değildir. Meyhanenin kendi mekânsal kimliği vardır. Ve bu kimlik doğrudan toplumun içinden gelmektedir.
İÇECEĞİNİZ AYAKLI MI OLSUN KOLTUKLU MU?
Meyhanelerin çeşitleri ve kendi iç yönetim yapıları vardır. Osmanlı’daki meyhanelerin yasal olanı gedikli meyhanelerdi. Gedik, meyhaneleri işletmek için devlet tarafından verilen resmi belgenin adıydı. Bu meyhaneler Galata’da Beyoğlu’nda, Haliç’in kıyılarında yer alıyordu. Bir de ruhsatsız çalışan ‘koltuk meyhaneleri’ vardı ki; bunlar, asıl meslekleri bakkal, manav, turşucu, aşevi sahibi, işkembeci olmasına rağmen, dükkânlarının zulalarında güvenilir müşterilere içki sunarlardı. Cumhuriyet döneminde ‘koltuk meyhaneleri’nin tanımı daha da genişledi; ayaküzeri, şişe İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Ara Güler Arşivi, Tophane’deki bir koltuk meyhanesi, 1959.
Ne tuhaftır ki, milliyetçi olmakla hatta açıkça ırkçılığı savunmakla gurur duyanlar masaya mezeler geldi mi, bunu hangi millet yaptı diye sormaz.
açmadan, bardak usulü, tek mezeyle içilen yerler de bu adla anılmaya başladı. Ruhsatsız içki satanların arasında ‘ayaklı meyhaneler’ de vardı. Adı üzerinde işletmeci tek bir şahıstı ve bütün dükkânını da üzerinde taşıyordu. Bellerine koyun bağırsağından yapılmış, ucunda musluk bulunan uzunca bir hortum sararlar, içine de rakı doldururlardı. Mübarek yükleri görünmesin diye uzun cübbeler giyerlerdi. Elbette müşterileri de dar gelirli İstanbullulardı. Evliya Çelebi’ye göre şehirde bu işi yapan 800 kişi vardı. Gedikli olsun, koltuklu olsun ya da ayaklı olsun, o dönem İstanbul’daki meyhanelerin sayısı 10 binin üzerindeydi.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
98
İ S T A N B U L
L I F E
Çilingir sofrası, Osmanlı Sarayı’ndaki ‘çeşnigir’den türemiş bir isimdir. Çeşnigir, padişah için yapılan yemekleri tadan kişiler için kullanılır.
BİLDİĞİNİZ İYİ BİR ‘ÇİLİNGİR’ VAR MI?
Şarap tanrısı Dionysos aynı zamanda müziğin ve esrikliğin tanrısıydı. Yani meyhane demek, aynı zamanda müzik ve eğlence demekti. Eskiden çengiler, köçekler, rakkaslar bu dünyaya bambaşka bir hava katarlardı. Ama bütün bunların temelinde içki vardı. Meyhane alkollü içki içilen bir mekândır ama herkes bilir ki, hangi içki içilirse içilsin masaların tartışmasız sultanı rakıdır. Çünkü meyhane demek, meze demektir. Sanılanın ve bugün yaygın olanın aksine rakı, yanında yemek yenilen bir içki değildir. Rakı karın doyurulurken içilmez, onun sultanlığı bağımsızdır ve sadece yardımcı yiyecek ve içeceklere izin verir. Bu yardımcı yiyeceklerin tümüne meze diyoruz. Meze deyince de akla hemen ‘çilingir sofrası’ gelir. Buradaki çilingir, kilitli kalmış kapıları açan zanaatkâr değil, Osmanlı Sarayı’ndaki ‘çeşnigir’den türetilmiş bir isimdir. Çeşnigir, padişah için yapılan yemekleri tadan kişiler için kullanılan bir tanımdır. Elbette o kadar çok yiyecek vardır ki, bunlardan küçük kaplarda azar azar tadılacaktır. Sarayın çeşnigiri zamanla rakı masalarının ‘çilingir sofraları’na dönüşmüştür. Küçücük kaplarda sunulan Rum, Ermeni, Yahudi, Türk, Kürt, Arap, Makedon, Sırp mutfağından derlenmiş envai çeşit lezzet çilingir sofralarını süsler.
SOFRANIN OLMAZSA OLMAZINI DA UNUTMAYALIM
Yeri gelmişken, yazarken bile insanın ağzını sulandıran bu mezeleri sıralayalım. Sofranın olmazsa olmazı, beyazpeynir ve kavundur, elbette karpuz da olur. Mevsimindeyse caneriği de unutmayalım. Zeytinyağıyla parlatılmış, kekikli, kırmızıbiberli salamuralar, siyahı ayrı yeşili ayrı lezzetli zeytinler de rakının sıkı dostudur. Ama cacık mutlaka başköşeye konulmalıdır. Ve sudan gelenler; ançüez, lakerda, balık pastırması, tarama, çiroz salatası, uskumru dolması, ahtapot salatası, kalamarın tavası, ızgarası, karidesin güveci, haşlanıp soğuk servis edileni, midyenin pilakisi, dolması, balık köftesi. Ve başlı başına balıklar; barbunya ve tekirin tavası, hamsinin her türlüsü, istavritin tazesi, kalkanın tavası, haşlaması buğulaması, levreğin ızgarası, fileto olarak kızartması, hatta buğulaması, lüferin elbette ızgarası, bereketli palamutun tavası, ızgarası, pilakisi, yahnisi, torik olunca lakerdası, sardalyenin taze asma yaprağında yapılan ızgarası. Sebzelere gelince, domatesi, salatalığı, rokası, maydanozu, nanesi... Sigaraböreği, paçanga, muskaböreği, kaşar pane, patlıcan kızartması, kabak kızartması. Ekşi elma, canım ayva, portakal, yeşil erik zaten demiştik, elbette siyahıyla, yeşiliyle, sarısıyla üzüm. Ve tatlılar ama ağır olmasın, meyveden yapılsın, karaciğeri yormasın. Lakin fırınlanmış tahin helvası da mı olmasın... Bu yazdıklarım çok bilinenler, bilmediğim, yazmadığım daha onlarca meze çeşidi sıralanabilir.
VİZESİZ YENEBİLECEK MEZELER
Ve elbette bu meze çeşitliliği, Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu gibi dünyaya hükmetmiş, farklı dillerden, farklı dinlerden, farklı uluslardan tebaası bulunan uygarlıkların hüH A Z İ R A N
2 0 2 0
99
küm sürdüğü bu topraklardan başka bir yerde çıkmaz, çıkamaz. Ve ne tuhaftır ki, kendini milliyetçi olmakla hatta açıkça ırkçılığı savunmakla gurur duyanlar rakı masasında bu mezeler geldi mi, bunu hangi millet yaptı diye sormaz. İster yemek kültürü olsun ister içme kültürü, hepsi insanlığın ortak malıdır.
SEVDAYA YASAK KONMAZ
Ve elbette meyhaneler politik kültürle doğrudan bağlıydılar. Deyim yerindeyse dönem dönem yasaklarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Aslında çokuluslu devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, kendi tebaasından olanların inanç ve yaşam biçimlerine saygılıydı. Ayrıca içkiden her zaman yüklü miktarlarda vergi alındığı için, devlet kesesinin böyle bir gelirden mahrum kalmasını da kimse göze alamıyordu. Bu nedenle de kesintisiz bir yasaklamadan söz edilemez. İlk yasak Kanuni Sultan Süleyman döneminde getirilmiştir. Ama bu yasak daha çok Müslümanları kapsamaktadır. İkinci yasaklama I. Ahmet tarafından yapılmıştır ve sadece Müslümanlara değil bütün nüfusa uygulanmıştır. Üçüncü yasak dönemi, içkiye düşkünlüğüyle bilinen IV. Murat zamanında uygulanmıştır. İçki içenler son derece acımasızca cezalandırılmıştır. Söylediğiyle yaptığı birbirine uymayan IV. Murat bu yasağı, inanç gereği değil daha çok politik nedenlerle koymuştur. Çünkü aynı dönemde içki evlerinin yanı sıra kahveler de kapatılmış, tütün ve kahve de yasak kapsamına alınmıştır. Ahalinin kahvehanelerde, meyhanelerde toplanıp iktidar aleyhine atıp tutmasını, halkın kendisine karşı ayaklanmasını önlemek için bu acımasız yönteme başvurduğu iddia edilir. Ki, meyhanelerin yahut içki masalarının olmazsa olmazlarından biri de müdavimlerin, iki kadeh attıktan sonra siyaset konuşmaya başlamasıdır. Belki de IV. Murat’tan bu yana bu gelenek hâlâ değişmemiştir. Ama aynı zamanda, içkiye karışmak, meyhaneleri kapatmak, artık yaşam biçimine müdahale olarak da görülmektedir. Bugünkü hükümet işbaşına geldiğinden beri ülke gündemine yeniden giren içki yasağı ve meyhanelerin kapatılması meselesi zaman zaman alevlenen, zaman zaman sönümlenen ama hep süren bir tartışmadır. Meyhane deyince sanattan, özellikle de edebiyattan bahsetmemek eksik kalır. Çünkü şiirlerimizin, öykülerimizin, romanlarımızın hep gizli kahramanlarındandır rakı. Ama yazarlarımız, sanatçılarımız sadece rakı içmek için gitmezler meyhaneye, aynı zamanda oraları birer kültür merkezine dönüştürdüler. İ S T A N B U L
L I F E
6-7 EYLÜL’ÜN KÜLTÜRÜMÜZDEN GÖTÜRDÜKLERİ
Beyoğlu’ndaki bugünkü Nevizade’de bulunan Lambo Meyhanesi böyle bir mekândı. Meyhanenin sahibi Mösyö Lambo, Ekim Devrimi’nde kaçan bir Beyaz Rustu. Tıp öğrencisiyken ülkesini bırakıp Türkiye’ye gelmek zorunda kalmıştı. Rum bir kadınla evlenen Mösyö Lambo, yazarların tanımlamasına göre, hepi topu bir tramvay büyüklüğündeki bu meyhaneyi açmış ve yıllarca başarıyla işletmişti. Lambo’yu keşfeden Orhan Veli’ydi. Hatta şairin kendi eliyle yazdığı, “Canan ki, Degüs-
Mösyö Lambo, yazarların tanımlamasına göre, hepi topu bir tramvay büyüklüğündeki Lambo Meyhanesi’ni açmış ve yıllarca başarıyla işletmişti.
tasyon’a gelmez, Balıkpazarı’na hiç gelmez!” dizeleri Lambo’da asılıydı. Orhan Veli dışında Sait Faik, Orhan Kemal, Metin Eloğlu, Edip Cansever, Özdemir Asaf meyhanenin müdavimiydi. Ticari başarısıyla ünlü Mösyö Lambo da bir entelektüel gibi davranırdı, tezgâhın arkasında Rusça-Rumca bir sözlük üzerine çalışırdı. Lambo’nun karşısında Lefter Meyhanesi yer alırdı. Lambo’ya koltuk meyhanesi dersek, Lefter gedikli meyhaneydi, çünkü burada masaya oturabilirdiniz. Lambo’da ise herkes ayakta takılırdı. Lambo’nun müdavimleri aynı zamanda Lefter’in de müşterileriydi. Artık bahtınıza, hangisinde yer bulursanız... Ancak ırkçılık bütün bu renkliliğe son verecekti. 6-7 Eylül olaylarından sonra Rum hemşerilerimizin çoğu doğdukları İstanbul’u bırakıp Yunanistan’a gitmek zorunda kalacaktı. Onların göçüyle birlikte, Roma İmparatorluğu’ndan, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bize miras kalan kadim meyhane kültürümüz de derin bir yara alacaktı.
‘BEYOĞLU RAPSODİSİ’NİN ÜÇ ANA KARAKTERİ BURADAN ÇIKTI
Ben şanslıydım, Rum meyhanecilerin son temsilcisi Barba Yorgo’ya yetişebildim. Yıllarca Nevizade’deki İmroz’da rakısı-
Fotoğraf: Yapı Kredi Selahattin Giz Koleksiyonu, Balık Pazarı, 1930’lar.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
100
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraf: Ara Güler Arşivi Sofra açtırmak: Gedikli meyhanelerde masa kurdurmak veya düzenli masa sahibi olmak. Tezgâh başı müşterilerinin aksine, sofra açtıranlar genellikle hali vakti yerinde kimseler olurdu. Meyhaneye daima eli kolu dolu gelirlerdi. Her birinin kendine has meze tercihleri vardı.
nı içtim, enfes mezelerinden tattım, balıklarından yedim, hoş sohbetine tanık oldum. Yaz ve bahar aylarında dışarıya atılan masalarda, sonbahar ve kış aylarında içeride, öğle rakılarında, akşam sohbetlerinde Vedat Günyol’la, Ülkü Tamer’le, küçük İskender’le, Erol Üyepazarcı’yla, Ayhan Bozkurt’la, Altay Öktem’le, Yekta Kopan’la orada buluştum, sanat, politika tartıştım; Orhan Veliler, Sait Faikler, Orhan Kemaller gibi Beyoğlu’nun o benzersiz atmosferiyle ruhumu besledim. Hatta ‘Beyoğlu Rapsodisi’ romanımın üç ana karakterinin kaderini belirleyecek konuşmayı İmroz’da başlattım. Rum meyhanelerinin belki de sonuncusu, Kurtuluş’taki Despina’ya gitme şerefine eriştim. Geleneksel meyhane ruhunu doya doya yaşadım. Evgenia adıyla da olsa Madam Despina’yı ve bu geleneksel meyhaneyi yazma fırsatını buldum. Günümüzde meyhane kültürü Beyoğlu’nda Çukur Meyhane’yle, İstanbul Pasajı’ndaki Barba Rasimo’yla, Nevizade’de yan yana dizilmiş rengârenk mekânlarıyla, Asmalımescit’te Yakup 2 ve Asmalı Cavit’le, Samatya’da Kuleli Meyhanesi, Safa Meyhanesi’yle, Beşiktaş’ta Duayen Meyhanesi, Eleni Meyhanesi’yle, Kadıköy’de Piraye Taş Plak Meyhanesi ve Koço’yla, Kuzguncuk’ta İsmet Baba’yla ve daha adını anamadığım sayısız mekânla sürüyor. Barbalardan el alan ustalar, kalfalar, çıraklar, onların yetişH A Z İ R A N
2 0 2 0
101
tirdiği meslek erbabı bayrağı elden ele taşımaya devam ediyor. Ama artık meyhane kültürünün eski saflığından bahsetmek pek mümkün değil. Bu kültürden mahrum kalanlar, bu fırsatı elinden alınan insanlarımız için gerçekten üzülüyorum. Kültürel yoksulluk denilen yıkım budur işte.
HAYATIN NOBRANLIĞIYLA AŞKIN ZARAFETİ ARASINDA
‘Kırlangıç Çığlığı’ romanımdan alıntıyla başlamıştım, ‘Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nden bir paragrafla bitireceğim: “Tatavla sakindi, camlı kapısını açınca duydum o tanıdık sözleri ‘Rüzgâr söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı / Vazgeç, söyleme artık, hatırlatma mazideki aşkımızı…’ Zeki Müren söylüyordu, Şekip Ayhan Özışık’ın Muhayyer Kürdi makamındaki bu enfes eserini. Sokaktaki o kuşkulu, o gergin havadan tümüyle sıyrıldım. Bu camlı kapı, hayatın nobranlığıyla, aşkın zarafeti arasında bir araf gibiydi adeta. Ne zaman bu eşiği aşsam, ne zaman bu meyhaneden içeri adımımı atsam, tarif edemediğim bir huzur, derin bir sükunetle doluyordu içim. Dünyanın iyi bir yer olduğunu kanıtlayan son mekân neresi deseler, hiç tereddüt etmeden, işte burası: Evgenia’nın Tatavla’sı derdim.” Not: Bu metin Erdir Zat’ın ‘Rakı Kitabı’ndan ve ‘Rakı Ansiklopedisi’nden yararlanılarak yazılmıştır. İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
YENAL BİLGİCİ
COVID-19 sonrası yeni hayat: İş bilenin, maske kuşananın Yeni hayatın bir numaralı sorusu: Kim işe gidecek, kim evde kalacak? Kalan, gidenden daha mı fazla mutlu olacak? COVID-19’la şekillenmeye başlayan yeni iş modelleri, maskeli balo muhibbi plazalar, artık yalnız yürüyen futbolcular, pleksiglas ardından iş gören terziler… Nereye gidiyor hayatlarımız? Mayıs başında bir gün. Portekiz İkinci Ligi futbol takımı Nacional’in antrenman sahası. Futbolcular sosyal mesafe gözeterek idman yapıyor. Koşuyorlar, paslaşıyorlar, uzaktan şakalaşıyorlar. Derken sahanın hoparlöründen bir şarkı duyuluyor. Queen onlar için söylüyor: “We are the champions, my frieeend”... Öylesine çalacak bir şarkı değil. İdmanın ortasına salınacak şarkı hiç değil. Sebep neyse ki hayırlıydı. Portekiz’de İkinci Lig kaldığı yer itibariyle iptal edilmiş, Nacional’in de Birinci Lig’e yükseldiğine hükmedilmişti. Mutlu haberi alan yöneticilerse, bunu ilk iş oyunculara duyurmak istemişti. Eh, oyuncular da idman-
daydı. Verdiler hoparlöre coşkuyu.. Verdiler vermesine de… Oyuncular tam alamadı. Önce zaten anlamadılar. Jetonun düşmesi 10-15 saniye sürdü. Anlayınca sevindiler. Ama sevinçlerini göstermeye gelince… Şöyle bir yerlerinde sallandılar. Sonra kendi etraflarında dönmeye, zıplamaya başladılar. Tek başlarına koştular. Kendi kendilerine güldüler, bağırdılar. Bir-ikisi haricinde birbirlerine yaklaşmadılar. Sarılmadılar. Bir sene boyunca uğruna mücadele ettikleri sevinci sosyal mesafeyle idrak ettiler. Dünyanın en sönük şampiyonluk kutlaması işte böyle yaşandı. H A Z İ R A N
2 0 2 0
102
İ S T A N B U L
AYKUT KOCAMAN’IN AZ TEMASLI DÜNYASI
Böyle giderse daha sönük kutlamalar da göreceğiz. Portekiz ligi gibi değil her yer; Türkiye dahil birçok ülkede, ligler ‘tedbirle’ oynanacak. İlk başlayan Almanya’ydı. Ama gördük ki, “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye bir şey yok artık. Futbolcular bayağı yalnız yürüyor, adam adama diye bir şey kalmamış; gollerdeki savunma halı sahadan hallice. Gol sevinçleriyse dostlar alışverişte görsün misali: Golü atan “Canım hiç öpmeyeyim, terliyim” deyip ufaktan santraya koşuyor. Kısacası tam Aykut Kocaman’lık ortam var. Yaşı yetenler hatırlar, müthiş gollerin ustası Aykut, sanki az önce yaptığı vuruşla stadı yıkan kendisi değilmiş gibi sakin sakin etrafına bakıp tebrikleri kabul ederdi. Mümkünse az temasla… İşte hayat bizi Aykut Kocaman’ın sakin ve az temaslı dünyasına yıllar sonra L I F E
yeniden sürükledi. Ama bu defa izleyici değil, oyuncu olarak. Tıpkı futbolcuların yeni iş ortamlarına alışmakta zorluk çektiği gibi, biz de kendi işimizde kendimizi deplasmanda gibi hissediyoruz. Ya da fazlasıyla evimizde. COVID-19’un bizi getirip bıraktığı yeni dünyada çok soru işareti var. İlki en önemlisi, en zorlayanı ve bu yazının konusu: Nasıl çalışacağız? Nerede çalışacağız? Eskiye dönmek, en azından bir süre, mümkün değil tamam ama ‘yeni’ hayat nasıl olacak? Alman liginin az savunmalı son hali gibi sade suya tirit mi çalışacağız? İşyeri ortamlarımız, en iyi günümüzde bile Nacional’in futbolcularının idman sahasındaki gibi sönük kutlamalara mı sahne olacak? Telekonferanslarda bir yandan beşik sallamaya devam edecek miyiz? Bir de şu: Virüs gitse bile bu yeni haller kalacak mı? Sondan başlayarak cevaplayalım. Kalacak. İlk işaretler çoktan belirdi. Örneğin şu an yüzde 60’ından fazlasının evden çalıştığı Amerikan iş dünyasındaki anketlere göre her dört patrondan üçü bu düzenin bir şekilde devam etmesini istiyor. Formül şöyle: Herkes her gün işe gelmesin; arada bir (en çok ‘haftada iki gün’ seçeneği kabul görüyor) evden de çalışılsın. Çalışanların önemli bir kısmı da buna
Bir anket sonucuna göre her dört çalışanın üçü ‘Arada evden çalışmak güzel olur’ diyor. Haftada iki gün ev formülü demek ki çalışanlara da uyuyor. razı görünüyor. Bizdeki bir anketin sonucuna göre örneğin, her dört çalışanın üçü “Arada evden çalışmak güzel olur” diyor. Haftada iki gün ev formülü demek ki çalışanlara da uyuyor. Düşününce hiç fena değil. Beş-altı gün yerine üç gün ofise gitmek, kalanında da evden çalışmak kime cazip gelmez? Hele İstanbul’da. Mesafelerin trafikle taçlandığı, ömrün ciddi kısmının yollarda bırakıldığı İstanbul’da. Sadece İstanbul’da değil, her büyükşehirde. Toplu taşıma açısından da, trafik açısından da, ömründen ömür gitmesin isteyen çalışan açısından da ofis giderinden, servisten, emlaktan, yemekten kısacak olan patron açısından da… Ama biraz daha düşününce fena. Bu durumu suiistimal etmeyecek patron azdır. Yol-yemek-sigorta örneğin, her işverenin zihninde tek başına bir pakettir. Yol ve yemekte tasarrufa gidiliyorsa, sigorta? Neden olmasın? Her
H A Z İ R A N
2 0 2 0
103
İ S T A N B U L
L I F E
şey bu “Neden olmasın” sorusuyla başlar. Sonra özlük haklarına baltayla girilir. Ama zehir kana karıştı. Zoom’da yüzler sanki biraz daha parlıyor. Nasıl parlamasın? Telekonferans bir dolu kolaylık getiriyor. Bir defa, pijama ve düzgün gömlek-tişört-bluz kombininin alt edemeyeceği toplantı yok. Bardağınızın içinde ne olduğunu kimse görmek zorunda da değil. Üstelik, artık herkes pandemiden idmanlı, az biraz rahatlığı, az biraz gevşekliği kimse sıkıntı etmiyor. İşler böyle de yürüyebilir. Ama çoğu yerde yürümeyebilir. Böyle tatlı bahar esintisi gibi yürümeyebilir yani. Çünkü beyaz yakalıların dünyası, e-mail’lere cevap verme zorunluluğunun arttığı, alakasız saatlere toplantı konulduğu, “Canım, müşteri revizyon istiyor, ne var yani, diziyi her zaman seyredersin”lerin sıklaştığı bir dünya üretmeye daha müsait. İşverenlerin bilgisayarları uzaktan kontrol etmesi, özel hayat
falan bırakmaması pandemiye dek gördüğümüz iş tanımlarına, hiyerarşik ilişkilere daha uygun. Yani pandeminin bitmesi mümkün de rahatlığın, genişliğin kalması pek mümkün değil.
İŞ OFİSTE YAŞANIYOR GÜZELİM!
Önümüzdeki günlerde esnek iş modellerine ilişkin çok yazı çıkacak. Kaçının içinde emek, kaçının içinde performans sözcüklerinin geçtiğine dikkat edin. Benim tavsiyem, ‘performans’ın sizin dostunuz olmadığını unutmamanız. Performans patron tarafının dostudur. Bir yerde ölçüm varsa, ister evde ister ofiste çalışın, huzurunuz kaçacaktır. Ama illa performans isteniyorsa soralım: Dükkândan uzakta çalışma performansının kriteri nedir? Herkes bir başına bilgisayar karşısındayken hangi iş, nasıl gelişecek? İşler insandan insana sekerek gelişir. Fikirler akla yoldayken gelir. İki kişi kahve makinesinin başında geyik çevirirken gelir. Beyaz yakalıysanız insanları asansörde tanırsınız: Kabine girdiğinde selam veriyor mu, başkasının yerini çalıyor mu? Kimin hödük kimin düzgün insan olduğuna Zoom’dan karar veremezsiniz (En azından onun etiketi henüz oluşmadı). Rastlantılar ne olacak? Yemekhane masalarında, kahve molalarında hiç alakanız olmayan insanlarla tanışmaktır iş hayatını çekilir kılan. Bu tesadüflerden (bazıları tesadüf değildir gerçi; özellikle hedef gözetilmiştir) doğan kaç aşk, kaç evlilik, kaç çeyrek altın var... Bu müesseseyi telekonferansta nasıl tesis edeceğiz? “O iş öyle değil” diyen vardır içinizde. Sonuçta iki gün evden, kalanı her zamanki gibi işyerinden. Ofis yine mevcut. Asansörler, yemekhane masaları, kahve makinesi sıraları duruyor. Ama o iş öyle de değil işte… Öyle olsaydı, bugün kafeler eli MacBook’lu insanlarla dolup taşmazdı. Neticede ofis dışından çalıştırılabilen herkes dışarıda çalıştırılır. Elde edilen sonuç da genelde vasatlıktır. Çünkü insan, en güzel insanla beraber çalışır. Emek, en çok başkası gördüğünde ışıldar. İnsan çalışırken sorar: Bunu böyle yapayım mı, bu böyle olmuş mu? İnsan çalışırken başkasından görür, ders alır, öğrenir. İnsan böyle yetişir. Uzaktan? Zor.
Performans patron tarafının dostudur. Bir yerde ölçüm varsa, ister evde ister ofiste çalışın, huzurunuz kaçacaktır. YENİ SINIFSAL AYRIMLAR
Pandeminin birinci gününden itibaren hayatı hiç değişmeyen insanlar için bunları anlatmaya gerek yok. Sağlık çalışanları zaten hep kelle koltukta. Fabrika işçilerinin, temizlik işçilerinin, gıda, dağıtım ve posta-kargo işçilerinin hayatında ne değişti ki? Ya da bundan sonra ne değişecek? İşverenleri namusluysa sosyal mesafeye, dezenfektana, mesai saatlerine, hastalık iznine dikkat edecek; bunları daha düzgün uygulayacak. Değişecek olan tek şey bu. O da dedik ya, namusluysa... Hepsi beraber, korona morona dinlemeden tüm toplumu ayakta tuttular. Belki biz onlara saygıda kusur etmemeyi denemeliyiz. Değişiklik olarak. Her şeyin çok fark ettiği bir başka keH A Z İ R A N
2 0 2 0
104
İ S T A N B U L
sim var ama. İş koşullarının değişmesi açısından en hassas kesim. Esnaf. Çünkü onlar kendi kurallarını bizzat uygulayacak. Topluma da öğretmiş olacak. Bir terzi mesela, pantolon ölçüsü alırken pleksiglas arkasından gerecek mezurasını (örnekleri var). Berber, sohbetini maskenin ardından yapacak. Artık ne kadarını duyarsanız… Pazarcı “Gel vatandaş gel” kadar “Dur vatandaş dur” diyecek. Mesafeni koru vatandaş! Sıraya gir vatandaş! Daha? İşte ilk elde akla gelmeyecek bir örnek… Hollanda’da meşhur Red Light bölgesindeki seks işçileri de korona önlemleri çerçevesinde hangi pozisyonlarda seksin makul olduğuna dair bir rapor hazırladı; hükümete sunacak. L I F E
teci, editör… Kimileri işe gidecek, kimileri evde kalacak. Şurası kesin; eskiye göre daha fazla çalışan evinde ya da kafede iş görecek. İşe gitmek ve evde kalmak üzerinden yeni bir sınıfsal ayrım da başlayabilir mi? Çoktan başladı zaten. Prekarya; yani esnek işgücüne dayalı, geçici ve proje bazlı işlerde çalışan, iş güvencesinden yoksun bir kesim Türkiye’de giderek büyüyor. Bu kesimi bir sınıf olarak adlandıran çalışmalar da var. Hatta 2000’lerin en güçlü, safları en hızlı sıklaşan sınıfı bu prekarya sınıfı. COVID-19’la getirilecek yeni iş modelleri prekaryalaşmayı da hızlandıracaktır.
HERKES ESKRİMCİ Mİ OLACAK?
Ya kafeler? İşletmecilerin, garsonların geometriden anlaması gerekecek. Yan yana, dip dibe bir hayat yok artık. Dükkânlar yarım kapasite çalışacak. Pandemi İtalya’yı yıkıp geçmeden bir-iki gün önce, Roma’daki bir kafe sahibinin isyanını okumuştum: “Ben nasıl ayırayım insanları birbirinden” diyordu. “Dükkâna 10 kişi beraber geldiyse, nasıl tek bir masaya oturtabilirim onları?” Haksız bir soru değil ama hayat bize buna çözüm bulunması gerektiğini gösterdi. Hem işyeri sahibi bulacak hem de müşteri. İlk çözüm, eğitim işinde geldi. Ama ne kadar işe yaradı? İyi niyetli de olsa, uzaktan eğitimin neye benzediğini anne-baba-
lar çabuk anlamıştır. Çocukların ne kadar anladığını zaman ve sınav sonuçları gösterecek. Bir de krizi fırsata çevirenler var. Bunu da en iyi üniversite hocaları anlatır. Uzaktan verdikleri eğitimlerde derste öğrenci bulamayan üniversite hocaları.. Öğrenciler nerede? Teneffüste. Nasıl olsa ders kayıtlı. “Ne zaman olsa dinlerim” diyorlar. Koca koca hocaların boş amfide ders anlattığını düşünün. Ortam bu. Eskiden çalışkan öğrencilerin tuttuğu notların fotokopisi derdine düşülürdü. Şimdi ona da gerek kalmadı. Akla zarar bir iş. Akademisyenler böyle çalışmayı kabul edecek mi? Öğretmen, akademisyen, memur, gaze-
İnsan çalışırken sorar: Bunu böyle yapayım mı, bu böyle olmuş mu? İnsan çalışırken başkasından görür, ders alır, öğrenir. İnsan böyle yetişir. Uzaktan? Zor. H A Z İ R A N
2 0 2 0
105
İ S T A N B U L
L I F E
Bu işler uzar mı? Uzarsa ne kadar uzar ve hayatlarımız daha ne kadar değişebilir? Az baktığımız bir yerden gelsin örnek. Hem ciddi efor sarf edip hem koronadan etkilenmeden hayatlarına devam edenlerden. Eskrimcilerden. Pek kimsenin aklına gelmeyen bir grup onlar ama her spor onlarınki gibi icra edilebilseydi Olimpiyat planlandığı gibi bu yaz yapılırdı. Maskeleri var, koruyucu kıyafetleri var, temasları minimum, hayat onların rutininde akıyor. Hollandalı eskrimci Bas Vertijden diyor ki, “Bu maskeyle ben futbol da oynayabilirim. Bu alışkanlık meselesi”. Eh, bu hem de bir virüs meselesi. Maskeyle futbol oynanabilirse, yapılmayacak şey de yoktur. Yüksek fırında da çalışılır, öğretmenlik de yapılır, bankacılık da. Ayrıca banka da soyulur. Sonuncusu hariç hepsi zaten yapılmaya başladı. Sonuncusu hep öyleydi zaten. Az kaldı. Çok yakında bunların hepsi vizyonda. Yaz harala gürele geçer gider de, sonbahar gelip çattığında işin rengi belli olacak. Virüslü yaşama devam şıkkında tedbirler katlanarak artacak zaten. Virüssüz yaşamda da beyaz yakalıların bir kısmı ofisten kopacak. İşte o zaman da işe gitmenin mi evde kalmanın mı bir ayrıcalık olduğunu konuşacağız. İşin kalitesini her sektör için zaten uzun zamandır konuşmuyoruz. Hep belli bir vasatlıkta sürüp gidiyor. Ona alıştık. Sorgu sual kalmadı. Arada bir hoş işler çıkıyor tabii. Yine öyle olursa, yani güzel iş çıkarırsak, basarız play tuşuna, Queen bizim için de söyler: We are the chaaampioons…
yaz düşleri
Bu ‘ev-ofis’ sistemi ilişki kariyerini kötü etkileyecek, orası kesin! Artık işyerimiz salonumuz mu olacak? Neden bu kadar çok toplantı yapar haldeyiz? ‘İnsan Kaynakları’ ile alıp veremediklerimiz bu yeni dönemde de bâki kalacak mı? Evden çalışma-ofisten çalışma konusundaki açmazlarımız için farklı bir bakış açısına ihtiyacımız vardı. Beyaz yakalı kariyerini bırakıp, plaza hallerimizi anlatan mizahçı MEHMET İREN olarak yeniden doğan Kaan Sekban’a danıştık. Korona döneminin bir sembolü maskelerse bir diğeri de canlı yayınlar oldu. Bu canlı yayın işine nispeten erken girmiş biri olarak şu andaki furya size nasıl görünüyor? Yeni gelenlere vereceğiniz tavsiyeler var mı? Üç sene önce canlı yayın yapmaya başladığımda, ben de imkânsızlıktan başlamıştım. İstediğim şeyler olmuyordu hayatta, gittiğim ajanslardan istediğim cevapları alamıyordum fakat çenemdeki o gücü de göstermek istiyordum. O zamanlar herkes “Ay ne tatlı, çok nonnik, evinden canlı yayın yapıyor canım benim” diye bakıyordu. Şimdi en ünlüsünden en az ünlüsüne kadar herkes canlı yayın yapıyor. Neden böyle oldu sizce? Niye herkes yapıyor bilmiyorum açıkçası. Söyleyecek sözü, bir içeriği olanlar da var ama kimi sadece mesaj okumak için açıyor. Onlar biraz komik görünüyorlar. Amacınız bu alanda kariyer yapmak olur, ‘talk show’ yapmak istiyorsunuzdur veya çok büyük bir yıldızsınızdır, takipçilerinize bir tatlılık yapmak istersiniz, bunlar tamam. Ama herkes ve her gün olunca biraz fazla oldu. Dolayısıyla verebileceğim en temel tavsiye, biraz sakinlemeleri, biraz azaltmaları. Unutulma fobisinden kaynaklanan bir hal var gibi. Bir noktadan sonra pek anlamlı olmuyor bence. Normal çalışma hayatında beyaz yakalının en sık duyduğu şeylerden biri “İşimizin doğası gereği çalışma saatlerimiz esnek” cümlesidir. Evden çalışma döneminde çalışma saatlerimiz daha da esnedi. “Nasıl olsa evdeyiz, halledersiniz” cümlesini de repertuarımıza ekledik. Yani işimizin bu yeni doğası da bizim aleyhimize oldu gibi... Valla herkes evde olunca yöneticilerdeki ‘Bu kesin kaytarıyor’ duygusu da tavan
yaptı. Bu sefer sürekli baskıya başladılar. 15 dakikada bir toplantı yaparak, “Mail’imi aldın mı” diye arayarak falan ilerliyorlar. İş çığırından çıktı. Ofiste düzeniniz belli. Sabah 9’da mesai var, 6’da bitiyor. Şimdi belli değil. Gece 11’de yöneticinizden mail geliyor. Sen ona cevap vermeyince ciddiye almıyor gibi görünüyorsun. Aslında 11’de atması doğru bir şey değil, cevap vermemen normal. Ama kurallar birbirine girmiş durumda. İnsanlar ve egolar aynı kaldığı için evde veya işyerinde sıkıntıların çoğu değişmiyor. Hatta eve geçince arttı bile. Toplantı sayımızda da artış var gibi… Bence bu, yöneticilerimizin ne kadar kontrol delisi olduklarını ve işleri delege etmekte ne kadar yetersiz kaldıklarını gösteriyor. İşleri iyi delege eden insanlar bu kadar sık toplantı yapmazlar. Yurtdışında çalışan arkadaşlarımla konuşuyorum. Her gün Zoom toplantıları yapıyorlar ama bir disiplin olsun diye yapıyorlar. Günde sekiz tane asla yapılmıyor. Bizde her zaman olduğu gibi ‘çok çalışıyoruz’u göstermek adına bunun da suyu çıktı. Evden çalışmanın getirdiği bir diğer ilginçlik de eşlerimizin, partnerlerimizin yeni iş arkadaşlarımıza dönüşmesi oldu. Ev-ofisin bu etkisini nasıl buluyorsunuz? İnsanın partnerini iş konuşmalarında görünce “Sen böyle iğrenç bir insan mıydın ya” diyesi geliyor değil mi? Valla ev-ofis ilişki kariyerini kötü etkileyecek, o kesin. Özellikle de yöneticilerin. Çünkü birçok yönetici evinde kuzu, ofiste kurt. Şimdi onların bütün o kurt hallerini evdeki aile bireyleri görüyorlar. Gördükleri de bence hoşlarına gitmiyordur. Beyaz yakalılar olarak yarattığımız ekonomi iki ay yavaşlamayı bile kalH A Z İ R A N
2 0 2 0
106 İ S T A N B U L
L I F E
“Yönetici dediğin evinde kuzu, ofiste kurt. Şimdi onların bütün o kurt hallerini evdeki aile bireyleri görüyorlar. Gördükleri de bence hoşlarına gitmiyordur.”
dıramayacak kadar kırılganmış. İşin ‘Amanın ekonomi’ boyutunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Karantina ilan edilir edilmez büyük şirketler zorunlu izin, maaş kesintisi falan diye ağlamaya başladı. Bankalar her şeyimizi öteliyoruz dediler, bir baktık tonla faiz çıktı hepsinin altından. Ekonomi dediğimiz şeyin de o kadar sağlam olmadığını gördük. Bence sistem biraz kendini esnetmek durumunda kalacak bu sürecin sonunda. Sosyalizm gelecek diyecek halim yok ama Kuzey Avrupa ülkelerindeki gibi kapitalizm ile sosyalizmin kesişimine denk düşen modeller, ülkeler ve şirketlerin gitmesi gereken yol olabilir. Yardımlaşma ve tasarruf kavramlarının biraz daha öncelik kazanması gerektiğini gördük diye düşünüyorum. Sonrasını nasıl görüyorsunuz? Önemli olan, hem insanların hem de şirketlerin ders alması. Bu süreç bittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi açgözlülüğümüze devam edersek aynı şey olur. Büyük kuruluşların maaş durumlarını biliyoruz: Çalışan 4-5 bin lira alır, onun bir üstü 8-10, bölge müdürü seviyesi 15 bin. Onun bir üstü olan genel müdür, CEO seviyesi üç haneli rakamlara yaklaşıyor ya da geçiyor. Arada böyle bir uçurum var. Tepe yöneticilerin maaşını yüzde 30 azaltsanız kimseyi işten çıkarmanıza falan gerek kalmayacak. Biz bu orta yolu bulmayı istemediğimiz için, sahip olduğu şeylerden vazgeçmek istemeyen egosantrik yöneticiler tarafından yönetildiğimiz için bu hallere düşüyoruz biraz da. İş hayatında ‘yeni normal’ dendiğinde aklınıza ne geliyor? Valla bence yeni diye bir şey pek olmaz, aynen eskisi gibi devam eder. Bir tek belki aynı şirkette çalışmayan ama beraber iş yapanlar toplantı için buluşmazlar, Zoom’dan yaparlar. Ben mesela hiçbir toplantıya gitmeyi düşünmüyorum. Süreç düzelse de gitmem. Böyle de oluyor işte... Ama işin yapılma şeklinin çok değişeceğini sanmıyorum. İnsanoğlu nankör ve unutkan. Kaybettiğimiz zamanı telafi etmek için çılgınlar gibi saldırırız muhtemelen. Kurumsal iletişim ve İK (İnsan Kaynakları), plaza hayatı üzerinden mizah yapanların en çok takıldığı iki birim. Sizce onların durumu nasıl olacak? İK’lar epeydir operasyon işine düşmüştü. Sadece bunu yapıyorlardı. Onu yapamadılar bu süreçte, biraz sıkılmış olabilirler. Bu iş bittikten sonra da konuya hâlâ operasyoH A Z İ R A N
2 0 2 0
107 İ S T A N B U L
L I F E
nel olarak bakanlar bence başarısız olacak. Biz bu sıkıntılı süreçten sonra çalışanlarımızı tekrar nasıl kazanırız, bize kırılan, motivasyonunu kaybeden çalışanlarımızı nasıl motive ederiz gibi biraz daha katma değere odaklı çalışırlarsa bir yere varırlar. Ama eskisi gibi “Sen şu kadar saat bilgisayar başındaymışsın, sisteme geç bağlanmışsın, kartı geç okutmuşsun” gibi bir polisliğe devam ederlerse bir gelecekleri yok.
SEN O İNOVASYONU ÖNCE KENDİ BEYNİNDE YAP DA… Plazadan çıkıp yeni bir hayat kurmayı başardınız. Dışarıdan bakınca içerisi nasıl görünüyor? Şirketlerin hali tavrı özelinde baktığımda değişmeye çalışanlar, çalışan mutluluğunun iş açısından önemini kavrayanlar var. Ama bunlar hep yabancı bir ağın parçası olan şirketler. Yerli şirketlerin çoğu değişime çok kapalı, aynı tas aynı hamam devam ediyorlar. Onlar da bir noktada böyle gitmeyeceğini, yeni jenerasyonu böyle tutamayacaklarını anlayacaklardır. Herkes çok havalı röportajlar veriyor; iş dergilerine bakıyorsun, bütün patronlar “Değişim, inovasyon” diyor. “İnoooovasyooon” diye çıldırıyor gibiler. Ama o inovasyonu kendi beyninde ve egonda yapmayınca bir şeyi inove falan da edemiyorsun tabii ki... “Türkiye’de neyin şakası yapılır, neyin yapılamaz”ı çok sık tartışıyoruz. Karantina sürecinde bile “O şakayı yapamazsın” denilerek gözaltına alınan komedyenler oldu. Siz ne düşünüyorsunuz? Kardeşim, her şeyin şakası yapılır. Her şeyin! Yalnız bence orada şunu atlıyoruz: Evet, ofansif mizah belli toplumsal grupları, hassasiyetleri dan diye hedef alabilir ama bunu yaparken de 40 kere düşünmeniz lazım. Çünkü öyle pata küte girdiğiniz zaman bir şeyleri gözden kaçırabiliyorsunuz. Bir kere şöyle bir sıkıntı var; biz o ofansif mizahın öznesi olan kitlelerin hak ettiği saygıyı veremedik onlara. Kürtlerle, Alevilerle ya da eşcinsellerle ilgili sert şakalar yapabilmemiz için bu insanlara karşı işlenen suçlar meselesini falan halletmiş olmamız lazım. Bunları halletmeden şakaları yapınca, zaten tuhaf ötekileştirmeler ve saldırılar altında yaşayan insanları incittiğimizle kalıyoruz. ABD’de eşcinsellerle ilgili çok sert şakalar yapılır ama orada eşcinseller gidip kilisede evlenebiliyor. Biz altyapı olmadan üstyapı yapmaya çalışıyoruz. Bunu inşaat sektörümüzde de siyasette de mizah ortamımızda da görebilirsiniz.
Bağlanma problemi olmayanlara Fotoğraf: Akif Hakan Çelebi
Erotizm mi sanat mı? Japon ‘iple bağlama sanatı’ olan shibari nedir, ne değildir, nerede bulunur diye merak ettik. Soruların cevapları için Shibaristanbul’un kapısını çaldık. Eğitmenler ve öğrencilerden girdik, Hong Kong’da yaşayan fotoğraf sanatçısı Akif Hakan Çelebi’den çıktık. H A ZHİ AR ZA İNR A2 N 0 2 20 0 2 0 108 İ S T A İ SN TBAUNL B U L IL F E L I F E
H A ZHİ AR ZA İNR A2 N 0 2 20 0 2 0 109 İ S T A İ SN TBAUNL B U L IL F E L I F E
yaz düşleri Shibari eğitmenleri ve öğrencileri anlatıyor... Eylül • 21, tıp fakültesi öğrencisi, shibari eğitmeni BERNA ABİK
Bağlamak: Bir şeyi bir yere veya bir şeye tutturmak. Düğümlemek: İpi ipe bağlamak. İp ve düğümün günlük yaşamın bir parçası olduğu Japonya’nın ulusal giysisi ve günümüz moda dünyasının yükselen değeri kimononun düğmeleri yoktur. Bunun yerine tümü kayışlarla bağlanmış birkaç iç ve dış katmana sahiptir. Düğmelerin olmadığı ve iplerin kendi kendilerine saltanat sürdüğü bu ülkede bağlamak ve bağlanmak oldukça önemli kavramlar. Hatta bir sanat. Ve bu sanatın odağında iplerle birlikte siz varsınız. Jüt, kenevir ya da keten iplerle birinin sizi sıkıca bağladığı ya da sizin bir başkasını bağladığınız shibari’den söz ediyoruz. Shibari, Japoncada kelimenin tam anlamıyla ‘dekoratif olarak bağlamak’ anlamına geliyor. Japon ip esaretinin artistik bir formu kendisi. Model üzerindeki ipler ve düğümlerin estetik olarak düzenlenmesi, shibari’nin şehvet, çaresizlik ve güç gibi karakteristik özelliklerini vurguluyor. Düğümlerin uygun yerlere konumlandırılması vücut üzerindeki basınç noktalarını uyardığı için akupunktur tekniklerine ve shiatsu’ya (bir çeşit Japon masaj türü) benziyor. Shibari uygulayıcıları için ip ile esaret, asla isteksiz bir kurbanı içermemeli. Aksine rıza ve güven buradaki en önemli unsurlar. “Bir insan neden kendini dekoratif olarak bağlatarak bir askıdan sallandırmak ister ki” diye sorabilirsiniz. Biz de sorduk ve bunun gibi soruların yanıtlarını almak için Shibaristanbul’un kapısını çaldık, shibari eğitmenleri ve katılımcılarla konuştuk, farklı deneyimlerle karşılaştık. Üstüne, Hong Kong’da yaşayan sanatçı Akif Hakan Çelebi’ye bağlanıp Tokyo’da çektiği shibari fotoğraflarının ardında yatan hikâyeyi sorduk.
Hislerden ve estetikten uzak bir bağlamaya shibari diyemem Estetik görünen her şeye karşı bir tutkum var. Bağlama fotoğraflarını ilk gördüğümde çok etkilendim ve merak ederek araştırdım. Yaklaşık üç senedir ağırlıklı olarak bağlanan ama aynı zamanda da bağlayan tarafta yer alıyorum. Bunu bir performans sanatı olarak izleyicilere sunabilmeyi çok istiyoruz. Bunun için uygun bir mekân ve sponsor arayışımız devam etmekte. Yurtdışından gelen profesyonel ustalarlar tanışma ve onlardan ders alma fırsatımız oldu, bunun sonucunda da ders vermeye başladık. Tıp eğitimimin çok büyük faydası olduğunu düşünüyorum: Riskleri belirlemek, durum-hasar değerlendirmesi yapabilmek, anatomiyi bütün ayrıntılarıyla bilmek ve bu sayede bağlarımın sonuçlarını görebilmek, bir sorunun kaynağına gidebilmek, tıbbi müdahale edebilme yeteneğim ve bunların tamamının bana verdiği özgüven ve özgürlük açısından.. CİNSEL ANLAMDA ÇITAYI YÜKSELTTİĞİNİ İNKÂR EDEMEM ontrolü tamamen bırakıp teslim olmak her zaman mümkün olmayabiliyor. Bağlayan kişi sizin bedeninizi ve ruh halinizi çok iyi analiz edebilecek ve hareketlerini, bağların gidişatını buna göre şekillendirebilecek yetiye sahipse ancak ona teslim olabiliyorsunuz. Gözlerinizi kapatıp düşünmeden kendinizi akışa bırakabildiğinizde hisler de gerçekten çok değişiyor. Shibari hayatımın merkezinde olan ve her alanımı etkileyen bir konu değil ama cinsel anlamda çıtayı yükselttiğini inkâr edemem tabii. ‘Suspension’ (askıda olma formu) en çok bilinen ve en iyi eğitimcilerin, performans sanatçılarının vazgeçemediği bir form. İnsan bedeniyle oluşturulabilecek estetik figürler neredeyse sınırsız. Askıda olmak yerde yapılacak H A Z İ R A N
2 0 2 0
110
İ S T A N B U L
L I F E
bir bağdan çok daha tehlikeli, daha zor, yüksek ihtimalle daha acı verici, daha yorucu, daha fazla teknik bilmeyi gerektiren, sadece ileri seviyede bilenlerin yapabileceği, çok daha yoğun hisler yaşatan, sanatçıya daha fazla alan ve seçenek tanıyan, çok daha güzel görünen bir durum. Bu aşamaya güvenli bir şekilde gelebilmek için teknikleri eksiksiz öğrenmek, ipe alışmak ve deneyim kazanmak gerekiyor.
Shibari’nin kökleri Japonya’da 1400’lü yıllara kadar uzanıyor. Batılı polislerin kelepçelerinin yerine, Japon polislerin yanlarında ip taşıdııklarını tarihi kayıtlardan öğrenebiliyoruz.
Tamer • 34, doktor, shibari eğitmeni Beni daha açık fikirli biri yaptı Henüz shibari’nin ne olduğunu bilmeden, internette karşıma çıkan bir bağlanma videosunu gördüğümde “Evet, işte bunu istiyorum” demiştim. Araştırmaya başladığımda birçok kişinin farklı sebeplerle shibari’ye ilgi duyduğunu görmek beni çok şaşırttı. Perspektifini anladıkça daha çok bağlandım. Üç senedir Shibaristanbul ile aktif olarak eğitimler verip, ip ailemizle haftalık pratik buluşmaları yaparak hayatımın merkezinde tutuyorum.
FOTOĞRAF: TÜRKAN KUŞKAY
BAĞLANMADAN ÖNCE MÜZAKERE Kimi bedenlerin estetik görüntüleriyle ilgileniyor, kimi ipin meditatif özelliklerini keşfetmek istiyor, kimi sadece sanatsal yaklaşıyor, kimi teslimiyet duygusunu ön planda deneyimliyor... Bir başkası, bedene hükmetmek ve artistik formlar ortaya çıkarmak için shibari’ye ilgi duyuyor. Elbette dileyenler shibari’ye cinselliği dahil edebilir. Cinsellik dahil olsun ya da olmasın, shibari’nin sebep olduğu yoğun duyguların yanlış anlaşılmalara fırsat vermemesi için her sahne öncesinde, bu sahneden beklentilerin karşılıklı olarak müzakere edilmesi çok önemli. Bir anlamda kendimi daha iyi ifade etmeme yardımcı oluyor. İkili ilişkilerimde duygu alışverişimi daha yoğun yaşayabiliyorum. Cinsellik için doğrudan bir araç değil belki benim açımdan ancak ‘kinbaku’ (sıkı bağlanma) sahnelerinin duygu geçişleri, güç dinamikleri, teslimiyetin sahneye hâkim olması erotizmi en üst seviyeye çıkarırken, sahne sonunda modelin ip izleriyle dolu rahatlamış bedenine iliştirilen sevgi dolu dokunuşlar, şefkat duygumu yüksek seviyelerde yaşamama sebep oluyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
111
İ S T A N B U L
L I F E
Katılımcılar ne diyor? Nikita • 44, elektrik mühendisi, shibari katılımcısı İlgi görmeyi kim sevmez? Hem BDSM (Bondage/Bağlama, Dominasyon, Sadizm, Mazohizm) uygulamalarının bir çeşidi hem de entelektüel olarak, shibari partnerimle ortak ilgimiz oldu. İp ailesiyle ise 1.5 yıl kadar önce, Fetlife (BDSM ve çeşitli fetişlerle ilgilenen insanlar için bir online sosyal platform) aracılığıyla tanıştım. Hem kendim gibi insanlarla tanışmak hem de shibari pratiğini deneyimlemek motivasyonuyla Shibaristanbul hesabına mesaj attım. ESAS AMAÇ ACI VERMEK DEĞİL insel kimliğimde tümüyle itaatkâr bir yapıya sahibim. Bu, shibari’de de kendini böyle gösteriyor. O yüzden kesinlikle bağlanmaktan hoşlanıyorum. Hem ilginin tümüyle kendinde olmasını kim istemez ki? Acı içeren uygulamaları da var ancak shibari’nin başözelliği partnerin hareketini kısıtlayarak, kırılgan bırakmak. Bu noktada acıyı dahil etmek yine kişisel bir tercih. Benim için zaman zaman cinsel, zaman zaman meditatif yanı olan bir deneyim shibari. Ama hepsinden de öte kendimi ve ruhumu keşfetmem, gelişmem ve dönüşmem için diğer BDSM pratikleriyle birlikte önemli bir mihenk taşı olmuştur. Özellikle güven, ne tür bir deneyim yaşamak istediğinizden bağımsız olarak, mutlaka, her durumda ilk koşul olmalı. Partnerinize güvenmeden kendinizi bırakmanız mümkün olmayacağından, deneyim eksik kalacaktır. Teslimiyet de yine farklı dozlarda da olsa, olması gereken bir durum.
Meryem, 22, öğrenci, shibari katılımcısı Konforunuzdan biraz taviz vermeniz gerekiyor Nereden ve nasıl bir eğitim alabileceğimi hiç bilmiyordum. Tam bunlara kafa yorduğum bir dönemde şans yüzüme güldü. Shibaristanbul’la 1.5 sene
Shibari’ye merak saracaksanız öğrenmeniz gereken pek çok düğüm ve tasarım var. Örneğin bu düğümün adı ‘Half Diamond Tie’.
Fotoğraf: Türkan Kuşkay
önce bir partide tanıştım. O zamandan beri de ip ailesindeyim. Güvenmediğiniz, bedeninizi emanet edemeyeceğiniz bir insana böyle bir yetki vermek istemezsiniz. Fakat bu deneyimin cinsel, tinsel, meditatif ya da sanatsal mı olacağı, amaçlanan deneyimin ne olduğu pratik eden kişi ve kişilere bağlı. Shibari’nin nihayetinde bir bağlama tekniği olduğunu ve uygulama amacının uygulayan kişi sayısınca varyasyonu olabileceğini düşünüyorum. İPTEN KENDİME GERİ ÇIKMAK Başka birini bağlamayı, bir insanın hareketlerini kontrol etme, sınırlama deneyiminden hoşlandığım için seviyorum sanırım. Bir de, bir bedeni iple dekore etmenin verdiği estetik haz var. Bağlanmayı ise en çok ipten kendi kendime geri çıkmak için istiyorum. Birisi tarafından bağlanmak, hareket edememek, sonra düğümleri çözüp o iplerden kendi başıma çıkarak yeniden hareket özgürlüğümü kazanmak bana iyi geliyor.
Acı miktarı, ipi vücudun neresinden geçirdiğinize, kişinin ne kadar zorlayıcı bir pozisyonda bağlandığına, yerde mi yoksa ‘suspension’ (askıda olma formu) mı yapıldığına ve en önemlisi bağlanan kişinin duyum ve algısına göre değişiyor. Çoğu insan shibari’nin acı dolu bir pratik olduğunu düşünüyor ama aslında çok az acı hissederek bağlanmak da mümkün. Elbette, ipin içine girdiğinizde konforunuzdan biraz taviz vermeniz gerekiyor.
TOLGA • 42, satış yöneticisi, shibari katılımcısı Yaşamadan anlayamazsınız Shibari’yle tanışalı bir seneyi geçiyor. Zamanla ve tecrübeyle kendimi daha çok keşfettiğime inanıyorum. İnternetten yaptığım araştırmalarla bu güzel insanlarla tanıştım ve ip ailesine dahil oldum. Ben shibari’yi içinde cinsel dür-
H A Z İ R A N
2 0 2 0
112
İ S T A N B U L
tüleri barındıran, tinsel ve duygusal yoğunluğa sahip eşsiz bir zaman kesiti olarak yorumluyorum. Tabii bunun temelinde güven ve teslimiyet yatıyor. İş arkadaşlarımdan bunu bilen birkaç kişi var. Ertesi gün işe gidişim, duruma göre değişiyor. Eğer bağlanmışsam nasıl bağlandım, ne kadar süre bağlandım veya suspension mı yapıldı gibi durumla değişiyor. Önlem alındığı ve ‘iletişim’ devam ettiği sürece yaşanılacak sıkıntılar minimum seviyeye düşecektir. O minimum seviye riski de bu işin bence heyecanlı tarafı. ERKEKLER DE BAĞLANIR Yaşadığımız topraklara hâkim olan kültür yapısı, birçok kişinin ‘erkekler bağlanmaktan çok bağlamayı tercih eder’ gibi düşünmesine neden oluyor. Bağlanmanın direkt acı verici olmaktan öte, daha çok zamana yayılan ve acıyı yavaş yavaş artırmayla vücuda yediren bir durumu var. O hissi yaşamadan anlayabilmenizi sağlayacak kelimeleri bulamadım. Denemek gerek.
L I F E
TEK Mİ ÇİFT Mİ?
Eğitim ve etkinliklerimizde çift olarak bulunmanın büyük avantajları var ancak böyle bir zorunluluğumuz yok. Grup eğitimlerimizde yalnız katılımcılarımızı rızaları dahilinde birbirleriyle eşleştirerek öğrendikleri bağları denemelerini sağlıyoruz. ‘Ropejam’ sosyal buluşmalarımızda yalnız gelseniz bile sosyalleşmek, pratik yapmak, shibari ilgilisi insanları tanımak, bilgi alışverişi içine girmek çok kolay.
YA İPİN UCU KAÇARSA?
Biz birbirimize iplerle bağlanıyoruz. O yüzden ipin ucunu asla bırakmıyoruz. Kazalar her zaman oluşabilir ancak riskleri aydınlatılmış rıza ve güvenlik, en temel ilkelerimiz ve bu ilkelere bağlı kalarak ipin ucunu hep elimizde tutuyoruz. Az bilgi, yüksek travmalara sebep olabilir. Doğru ve güvenilir bir partnerle, iyi bir eğitim alarak, basit adımlarla başlamak, tecrübe edindikçe ilerlemek en doğru yaklaşım.
arka arkaya 10 ayrı ustanın şovu oluyordu ve hepsi birbirinden çok farklıydı. Hiç sıkılmadan 10 saat oturup izlenebiliyor. Çünkü her birinin stili farklı. Hem bağlama olarak hem de verdikleri duygu ve kullandıkları yöntemler olarak. Kültürel olarak normal karşılanıyor mu? Genel olarak hiçbir yerde çok normal karşılandığını sanmıyorum, Japonya da dahil. Ama en fazla kabul gören yerlerin başında diyebilirim.
FOTOĞRAF: Akif Hakan Çelebi
Sizce bu cinsellik mi yoksa sanat mı? Bu, uygulayan çiftlere bağlı. Benim için hem cinsellik hem de sanat. Şov olarak belirli sayıda katılımcıyla yapılan ritüellere performans sanatı olarak bakıyorum ki öyleler. Ama bire bir yapıldığında daha çok cinsellik amaçlı olduğu aşikâr.
kuz yıldır burada yaşıyorum ve tam istediğim yeri bulduğumu düşünüyorum; herkesin İngilizce konuştuğu, biraz Japonya, biraz Çin, biraz Amerika, biraz Avrupa olan bir yer. Fotoğraf sanatçısı Akif Hakan Çelebi, işlerinde shibari’ye geniş yer veriyor ve konunun merkezi Uzakdoğu’da yaşıyor... Hong Kong’da yaşama fikri nasıl ortaya çıktı? 18 yaşımdan beri Asya’ya hep ilgim vardı ve o taraflara seyahat etmek istemiştim. İlk defa Japonya’ya gittiğimde büyülenmiştim. Ama aynı zamanda orada uzun süre yaşayamayacağımı da fark ettim. İngilizce bilmedikleri için para kazanabilmek için tam bir Japon gibi Japonca konuşmam gerekiyordu. Sonra, Hong Kong’lu bir arkadaşım beni buraya davet etti. Burası hakkında hiçbir fikrim yoktu ve bu yüzden biraz çekiniyordum. Bu teklifi iki-üç yıl düşündükten sonra gitmeye karar verdim. Gidiş o gidiş… Do-
Shibari ile nasıl tanıştınız? Hong Kong’dan Asya ülkelerine ucuz uçak bileti bulmak çok kolay. Her fırsatta Tokyo’ya gitmeye başladım. Orada shibari ustası Osada Steve’le tanıştım ve stüdyosuna gittim. Steve, 30 yıldan uzun süredir Japonya’da yaşayan bir Alman ve Japonlar dışında shibari’yle uğraşan bütün ustaların hocası. Stüdyosundaki seanslarda fotoğraf çekmeye başladıktan sonra Tokyo’daki festivallere gidip Hajime Kinoko, Shigonawa Bingo, Tessin Doyama, Otonawa gibi diğer ünlü Japon ustaların şovlarını izledim. İlk izlediğinizde size ne hissettirdi? Kesinlikle çok etkilendim. Bir film gibi, hikâyenin giriş, gelişme ve sonuç evreleri var. Her ritüel başka bir film. Festivale gittiğimde bir günde
H A Z İ R A N
2 0 2 0
113
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraflarınıza gelen tepkiler nasıl oluyor? Her zaman olumlu yorumlar aldım diyebilirim. Çünkü izleyiciye farklı bir şey gösteriyorsun. Fotoğraf olarak çok kuvvetli bir çekim gücü var. Şoke edebilecek etkiye sahipler. Shibari fotoğrafları aslında duygusu az ama görselliği daha ön planda olan fotoğraflar. Bir de bunun ‘kinbaku’ versiyonu var. Orada duygular çok daha ön planda ve etki derecesi çok daha yüksek. Bağlanan ve bağlayan kişilerin duygu durumları ne yansıtıyor? Genelde ilgi bağlanan kişinin üzerinde oluyor ama iki tarafın da içindeki baskılanan duyguları deşarj ettiğini görebiliyorsunuz. Çünkü bu bir ‘role play’. Burada iki tarafın da birbirine güvenmesi çok önemli. Sonrasında bir rahatlama ve duygu boşalması yaşanıyor. Bir nevi meditasyon gibi aslında. Herkese göre değişik etkileri olabilir tabii. Siz de denediniz mi? Fotoğrafa ilk başladığım zamanlar ara ara ip kullanarak çekimler yapıyordum ama tam olarak nasıl bağlanacağını Japonya’da öğrendim. Daha basit, fotoğrafta görsel olarak güzel görünecek kadar bağlayabiliyorum ve artık tek başıma, bir ustaya ihtiyacım olmadan da shibari çekimleri yapabiliyorum. ‘Suspension’ (asılı olma formu) bağlamaları ise doğru yapılmadığında tehlikeli olabiliyor. Öğrenmek için vakit gerekiyor.
yaz düşleri
JİLET S E B A H AT
“Merhaba. Bir belgesel çekiyoruz LGBTİ bireylerle ilgili. Size de yer vermek istiyoruz.” “Ne yapacağım?” “Sokaklarda dolaşacaksınız. Markete falan gireceksiniz. Tanıdığınız mekânlarda oturup bir şeyler içeceksiniz.” (Tanıdık mekân mı bıraktılar?) “Sebep?” “Burada (Türkiye) herkes gibi yaşadığınızı göstermek istiyoruz.” (Bakın ben zaten sizden biriyim, sizin gibi yaşıyorum) “Ben memelerimden birini markete, diğerini de sevdiğim mekânlara yollayabiliyorum. Bir yandan sevişirken öte taraftan zeytinyağlı yaprak sarma sarabiliyorum. Bunları çekmek ister misiniz?” Sessizlik... “Peki, iyi günler.” “Size de.” Sessizlik... Çekilmedi tabii belgesel. Çekilmişse de ben yer almadım. Şunu da söyleyebilirdim: “Bunları boş ver, ne haber aşktan?’’ Emimim ki yine çekilmezdi. Röportaj yaparken veya yazı yazarken, televizyon dizisi üreten senaristler gibi hissediyorum kendimi. Dizinin tutup tutmayacağı, kabul görüp görmeyeceği gibi kaygılar hissediyorum. Hissettiriyorlar. Ha, bir de toplum var. Kurallar, beklentiler var. Herkesin bir beklentisi var. Biraz aile dramı kat, yaşadığın acıları, sorunları yaz, biraz güldür (hatta karikatürize et), iki damla gözyaşı akıt, tamam. ‘Hayata’ uygun yani... (Kimin hayatı?) “Tutar mı?’’, “Tutar abla.’’
Yaşayamadıkça özgürce , mutluluklar biter sevsen de... Queer dünyasının Beyoğlu’ndaki eli maşalı, bir o kadar da sevgi dolu ablalarından Jilet Sebahat anlatıyor: Geçmiş aşklar, şarkılar ve Asmalımescit’in henüz el değmemiş eğlenceli geceleri... Hayır! Beni tutmuyor. Bunların dışındaki şeylerden bahsetmek istiyorum. Çoğu zaman hayatın dışına itilmiş biri olarak, buna hakkım var diye düşünüyorum. Hakkımız var. Bizi biz yapan paranteze alınmış hikâyelerin duygusunu sahiplenip onu anabaşlığa taşıma yolculuğu. Bizim aşklarımız parantez içine alındı hep. Hayatın dışına itilerek. Dışlanarak. Tam da o dışlandığınız yeri başka bir hayata çevirme durumu; sizden doğan ama benim olan. Öznel. Öznel olan en politik değil midir zaten? Aşktan daha öznel ne var hayatta?
AŞK POLİTİKTİR, GECELER DE...
‘Hayatın dışına itilmek’ dedim ya, sanırım beni de gecenin bir yarısına itti gün yüzü görmemi istemeyen ‘uyumlu faniler’. Benim özümün en çok su yüzüne çıktığı zamanlar gecelerdir o yüzden. Hayatı gece yaşarım. Gece âşık olurum. Şişenin dibini gecelerde görürüm. En çok gece duygulanırım şarkılarda. Şiirleri en çok gece anlamlı bulurum. En güzel danslarımı gecelerde yaparım. Yıllardır gece çalışırım. Geceleri sosyalleşirim. Bu yüzden geceleri, aşkları, şarkıları anlatmak istiyorum. Tutar mı?
H A Z İ R A N
2 0 2 0
114
İ S T A N B U L
AH KALDIRIMLAR BİLİYOR, BİR DEVİR MUHTEŞEMDİK
Asmalımescit’in Asmalımescit olduğu dönem... Hande Ataizi’nin şemsiyesini magazincilerin kafasına geçirmesinden üç-beş yıl önce. Ferdi Özbeğen dinleyip (mekânın adı Kokosh’tu sanırım), oradan Cahide’ye çıkıp, geceyi bir pavyonda bitirdiğimiz zamanlar. Babylon’a mahallemizin barı olarak baktığımız, Simit Sarayı’nın hayatımıza girmediği, Emek Sineması’nın yıkılmadığı lavanta ve yasemin kokulu zamanlar. Narmanlı Han’ın kedileri henüz sürülmemiş, morsalkımları kesilmemiş. Duydum ki bir bar açılmış Asmalı’ya. Benden kaçar mı? Hemen takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp çıktım evden. Yerin altında bir bar. Merdivenlerden iniyorsun. Merdiven biter bitmez bir kovboy kapısı karşılıyor gelenleri. Kapıyı ittim, girdim içeri. Tam karşıda, uzunca bir bar var. Bara bir baktım ki; offf! Dünya durdu. Yüzüme ay çarptı. Tam karşımda barın içinde duruyor yağızım. Eliyle saçını düzeltip gözümün içine baktı. Baktığı yerde kaldım. “Ey aşk, beni yağmala! Ateş et arka arkaya, aşk beni tara!” Gittim oturdum bara. İçimden bildiğim bütün aşk şarkılarını söyledim. “Üşüdüm yorgan misali seril üstüme”. Önümüzdeki iki yıl boyunca bütün aşk şarkılarını ezberleyip o barda oturacaktım. Bülent Ersoy diyor ya hani, “Oturduğum koltuk eskidi” diye. Evet eskidi. “Fırtınalar koparsa L I F E
Her yıl olduğu gibi bu yıl da haziranın son haftası ‘Onur Haftası’ olarak kutlanacak. Ama biz bu bayrakları sokakta göremeyeceğiz, çünkü İstanbul Valiliği beş yıldır yürüyüşe izin vermiyor.
kopsun” kimin umurunda? Her gün bıkmadan gidip oturdum o bar taburesine. Bir çift göz için. Bir çift güzel bakış… İlk iki ay sadece hizmet aldım. “Hoş geldin. Her zamankinden mi?” dışında bir şey yok. İçim muhabbet kuşu, dilim lâl. Sonra sonra başladık konuşmaya. Ben uzun şiirleri o zaman sevdim. “Sözün şiirlerin mükemmelidir. Senden başkasını seven delidir.”
BEN DİYORUM AŞK, O DİYOR TOPLUM
Aşkı da konuştuk elbet… Yaşadık da… Sonra ne mi oldu? Gün ağardığında makyajımın altındaki beni ve kendini sahiplenmeyen bir adamla özgür olamıyorduk. Gecelere hapsedilmiş duygu yoğunluğu, ten yorgunluğu… “Toplum” diyordu. “Aile” diyordu. “Bu dizi tutmaz” diyordu yani. “Korkmak ayıp değil” dedim. İçmeye devam ettim. En çok korkacak bir şeyleri kalmayanlar bilir korkanların haletiruhiyesini. Onu terk ettikten sonra, aile ve topluma uygun biri olarak evlendi. “Gidenlerden bir tek seni bana ekledim…” Bunları yazarken canım Hakan Kalgıdım’dan ‘Derin Hatıra’ şarkısını açtım. Bazı duygular değişse de başka bir şeye dönüşse de hatırası silinmiyordu. Hemen Hakan’a yazdım: “Bu şarkıyı anlatsana. Ne hissettin yazarken?”
“‘Derin Hatıra’yı ilk aşkıma yazdım. Altı yıllık beraberliğimizde her şeyi onunla keşfettim, öğrendim. Benim için çok zor biriydi ama çok âşık oldum, gidemedim, kaldım onda. Tüm hırçınlığına rağmen bir an geliyordu, ona dokunmak, yanında olmak kendimi en iyi hissettiğim, en güvende olduğum hale dönüşüyordu. Beni uzun yıllar çok güzel sevdi, bana çok güzel baktı. Olmasa tüm bunları yapamazdım ama ne fena ki onun yanında onun istediği gibi kalmaya devam etsem hiçbir zaman kendimi gerçekleştiremeyecektim. ‘Derin Hatıra’ bu duyguya yazıldı.’’
meyi bilmek gerekiyor. Zuhal Olcay’ın şarkısında dediği gibi “Yaşayamadıkça özgürce mutluluklar biter sevsen de...” Bitmişti. “Çağıran bir şeyler var hep beni uzak şehirlerde. Bana ait bir şeyler var o sert gülüşlerde.” Artık ait olduğum yerdeydim. Paranteze alınmış hikâyelerin de ötesindeki bir yer ve bedende.
KİMSİN SEN?
“Seni bulduğumda elinde yaban yalnızlığınla Durdum orda anladım da şefkatle kollarımda Duydum aşkı dinledim öğrendim Gördüm aynı yaramızı içlendim Bizi bir yola koydu ani akıl tutuklu gönül dertli Derin bir hatıraydı sanki hatırladıkça sevindirdi’’
Ben kendimi doğurduktan sonra -yemin ediyorum disipline girmiş bir kadın olarak- transfobi, homofobiye +fobilere karşı göğsünü açmış; içinde özgürlük alevi yanan bir kadın olarak hangi adam beni zincire vuracakmış şaşarım. Kim? Hangi aile? Hangi toplum? Hangi aşk? Öyle kolay değil bu memlekette aşkın ahkâmını kesmek. Beni yaşatmayan hangi aşk bir başkasının aşkını yaşatacak? Buradan bütün aşkın ileri gelenlerine söylüyorum. Buradan yerin altında bıraktığım o yağızıma söylüyorum. Allah seni ailenle, toplumla, korkularınla terbiye etmesin. İnşallah Allah seni yaşadığımız gecelerle, şarkılarla, geride bıraktığım aşkımla terbiye etsin. Nuri Harun Ateş’in ‘Geçmişe Susmasını Söyle’ şarkısına kulak verin;
İşte tam da bu duyguydu bana ‘Derin Hatıra’yı açtıran. İstediğiniz kadar sevin, kendinizi gerçekleştiremeyeceğiniz zaman basıp git-
“Seviştiğim bedeni Bırakıp gitmeyi öğrendim Boynumda mor bir vedayla Bırakıp gitmeyi”...
H A Z İ R A N
2 0 2 0
115
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
ELÇİN YAHŞİ
Kâh otururum evde seyrederim âlemi
Eğlence ve kültür deposu
65 adres
Kanepelerden, koltuklardan, tabletlerden, telefonlardan çıktığımız ekran turunun tadına doyum olmuyor. Üstelik kanallar ve platformlar da bu işten en az bizim kadar hoşnut. O zaman gelsin dolu dolu bir yaz başı yağmuru... AYIN BELGESELİ
‘Sexting’ nedir, ‘stalk’ nasıl yapılır: Dijital Flörtleşme YIN BEL GESELİ
“Tuzla’da terk edilmiş bir gemide maçım var, gelmek ister misin? İllegal kafes dövüşü. Aslında daha öncesinde görüşmek isterim. Maçtan sonra yüzüm dağılıyor genelde, bu da senin dikkatini dağıtabilir.” İşte nazik bir genç adam, internetten fotoğraf kaydırarak ulaştığı genç kıza ilk buluşma teklifinde bulunuyor. Kızımız da düşünmedi değil gitmeyi ama sonuç olarak bildiği bir semtte, tanıdığı bir kafede başka biriyle buluşmaya karar verdi. Belgesel dizi ‘Pavyon’un yaratıcılarından, yönetmen Sami Öztürk ve yapımcı Enver Arcak’ın ortak çalışması olan ‘Dijital Flörtleşme’nin kurguyla karışık ilk bölümü ‘Takılma’da izledik bu sahneleri. İnternet kullanımının yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan, ilişkilerin yüzeysel düzeyde kaldığı ‘takılma kültürü’ şöyle özetleniyor: “Duygusal ilişkilerde sorumluluk almak istemeyen kişiler tarafından yaşanan ve eski sevgililer, aile ve iş hayatı gibi konuların derinlemesine konuşulmadığı ilişki türü.” Dizide, kadın-erkek dengesinin gözetildiği bolca tanıklığın yanı sıra ilişkilerin sosyal boyutu da seksologlar ve araştırmacılar tarafından masaya yatırılıyor. Ayrıca analizcilerin de analiz edilen kuşaktan olması, bir tür ‘içeriden bilgi’ özelliğinde ve değerli bence. İki haftada bir yeni bölümü gelecek olan dizinin sonraki bölümlerinde ‘stalk’ kültürü, ‘sexting’, ilk buluşma ve ‘dating’ uygulamaları gibi konular ele alınarak flörtleşmenin dijitalleşmeyle birlikte nasıl bir dönüşüm geçirdiği gözler önüne serilecek. BluTv H A Z İ R A N
2 0 2 0
116
İ S T A N B U L
L I F E
Bir ‘yaz düşü’ daha: Summertime
Adriyatik kıyısında geçen modern bir aşk hikâyesi, bir gençlik dizisi. Farklı dünyalardan gelen iki genci, Summer ve Ale’yi birleştiren karşı konulmaz cazibe. Pırıl pırıl güneş, kumsal, şezlonglar, partiler. Plajdaki (‘bagno’daki) ilk şemsiyenin açılmasıyla birlikte aşk da bir çiçek gibi büyüyecek deniyor. Netflix
Kısa filmlerle koca dünya turu: İçeriden bir Gezinti Eskiden deri ve ayakkabı üretilen Beykoz Kundura fabrikası, çok uzun bir süre film ve dizi platosu olarak kullanıldı. Sonra, fabrikanın kazan dairesinde bir bölüm restore edilip film gösterimlerine de başlandı ve burası bir kültür-sanat alanına dönüştü. Geçen yıl temmuz ayında programına açık hava gösterimlerini de ekleyen Kundura Sinema, bu kez evde izleyebileceğimiz ‘İçeriden Bir Gezinti’ seçkisiyle karşımızda. Uluslararası Cannes, Locarno ve Uluslararası Toronto gibi dünyaca ünlü film festivallerine kısa film dağıtımı yapan Square Eyes’ın seçkisinde yer alan 10 kısa film, Türkçe altyazı seçeneğiyle Türkiye’deki izleyicileriyle buluşuyor. Sao Paulo’dan Florida’ya, Korsika’dan İzlanda’ya güzel (ve kısa) bir yolculuk. 11 Haziran’a kadar. beykozkundura.com
Seyahat programı değil: Have a Good Trip
H A Z İ R A N
2 0 2 0
117
İ S T A N B U L
İsmine aldanıp bir gezi belgeseli izleme üzere olduğunuzu zannetmeyin. Tam adı ‘Have a Good Trip: Adventures in Psychedelics’ olan bu belgeselde Sting’den George Harrison’a, Ben Stiller’dan rahmetli Carrie Fisher’a, yine rahmetli Anthony Bourdain’den Deepak Chopra’ya çok sayıda ünlü isim ‘bad trip’ anılarını anlatıyor. Bu anılar da animasyonlarla canlandırılıyor. Bazen de ünlüler birbirlerini oynuyor. Bunca isim, psikedelik olarak da adlandırılan ve kullanımları sonrasında kullanan kişide halüsinasyon, illüzyon ve sanrı yaratan maddelerle, yani halüsinojenlerle ilgili deneyimlerini anlatırken, aslında bir yandan da bu ilaçların bilimsel, kültürel, tarihsel boyutları ele alınıyor. Biliyorsunuz bu konular özellikle ABD’de son dönemde oldukça karıştı. Bazı şeyler yasallaşma sürecinin de etkisiyle maksadını aşacak şekilde olur olmaz övülmeye başlanmış olabilir. İzlerken bunu göz önünde bulundurmanızı sosyal sorumluluk gereği tavsiye ederiz. Unutmayın, günün sonunda siz Sting değilsiniz. O kendini kurtarır, olan size olur. Netflix L I F E
İzlanda, 12 puan: The Story of Fire Saga Aslında filmin tam adı ‘Eurovision Song Contest: The Story of Fire Saga’. Eurovision’un bu seferlik yarışmasız ve sahne performansı yerine video formatında internetten yayımlandığı gece, filmin fragmanıyla da tanıştık. Planlanan, bu yıl Hollanda Rotterdam’da düzenlenecek yarışmayla eşzamanlı olarak filmin galasını da yapmakmış ama kısmet işte. Film için hazırlanan birkaç şarkıdan birinin klibi olan fragmana bakılırsa, olayın ruhunu çok iyi kavramış görünüyor hem yazan hem de başrolde oynayan Will Ferrell. Nasıl kavramasın? Karısı İsveçliymiş, Ferrell da 1998’de bir gece İsveç’te karısı heyecanla Eurovision izlerken haberdar oluyor gençliğimizin en büyük eğlencesinden. O güne kadar böyle bir heyecan görmeyen Ferrell, çok etkilenerek bu filmi yapmaya karar veriyor. Lars ve Sigrit, dünyanın bu en büyük şarkı yarışmasında ülkelerini temsil etme hakkını kazanan ve bu uğurda gereken ne varsa yapmaktan kaçınmayan bir çift. Lars’ı tahmin edersiniz, karısı Sigrit rolünde Rachel McAdams var. Ayrıca Dan Stevens, Pierce Brosnan, Graham Norton ve konuk olarak Demi Lovato da kadroda. 27 Haziran. Netflix
Kilitler açıldı: MUBI Siteye girip de ‘Hakkımızda’ya tıklayınca kocaman bir ‘MUBI nedir’ sorusu çıkıyor. Cevaplar da şöyle: “Streaming servis mi? Küratör mü? Yayıncı mı? Dağıtımcı mı? Sinemasever mi? Evet.” Kısaca, evde (ya da daha doğrusu istediğiniz her yerde) film festivali platformu diye de tanımlanabilecek bir ‘streaming platform’ MUBI. Her ay 30 yeni film geliyor. Klasikler,
başyapıtlar, hiçbir yerde bulamayacağımız eski, yeni festival filmleri... Bir süre sonra da gidip yerlerini yenilerine bırakıyorlar. Dı... Çünkü MUBI, arşivini üyelerine açtı. İzlemek isteyip de kaçırdığınız filmler, MUBI’de olduğunu bilmediğiniz, hatta varlığından haberdar olmadığınız bir dünya film ‘Koleksiyon’ başlığı altında keşfedilmeyi bekliyor. mubi.com
Tek kişilik ana haber programı: Cüneyt Özdemir Cüneyt Özdemir kendi kanalında her akşam ABD, Palo Alto’dan yayın yapıyor (Gerçi bu durum yakın zamanda değişecek, bu ayki yazısında bir sürpriz var, 16’ncı sayfaya bakın). O dünyanın öbür ucunda olmasına karşın buradaki gündemi birçok kişi onun kanalından izliyor. Karantina döneminde yıldızı parlayan iletişim platformu Zoom aracılığıyla her yerden kolaylıkla konuk alabiliyor programına. “Listemi yaptım, bekliyorum” diyen Sevda Noyan orada çark ederken, THY yeni dönemle ilgili merakla beklenen açıklamalarını oradan iletiyor kamuoyuna. Gündemi takip eden ama ağırlığı içinde boğulmak istemeyen, her yana aynı mesafeden yaklaşan ve magazini dışlamayan haber bülteni arayışında olanlara önerilir. YouTube
H A Z İ R A N
2 0 2 0
118
İ S T A N B U L
L I F E
AYIN UYARLAMALARI
İnsan ruhuna odaklanan diziler Sahada da ekranda da Cantona: Inhuman Resources Hangi kitap? Fransız polisiye ve gerilim romanları yazarı Pierre Lemaitre’in bizde de ‘Karanlık Kadrolar’ adıyla yayımlanan ‘Cadres Noirs’ kitabı. Konu ne? 57 yaşındaki Alain Delambre, insan kaynakları müdürüyken yaş haddinden dolayı altı yıl önce işsiz kalmış, çok az paraya ağır bedensel işler yaparak evini geçindirmeye çalışıyor. İki yetişkin kızı ve karısıyla ekonomik sıkıntılardan ötürü gergin bir ilişkisi var. Çalıştığı depoda ustabaşına kafa atınca oradan da atılıyor ve kendisine 100 bin Euro’luk tazminat davası açılıyor. Bu sırada büyük bir şirketten mesleğiyle ilgili bir iş görüşmesine çağrılıyor. Heyecan, sevinç vs... Fakat işin aslı bambaşka. Alain de bunu keşfetmekte gecikmiyor. Neden izlemeliyiz? Öncelikle başroldeki Eric Cantona için. Altı bölümde toparlanan tempolu ve bol ters köşeli hikâye için. Bir de 2018’de ‘The Insult’ (‘Hakaret’) ile Oscar adayı olan yönetmeni Ziad Doueiri için. Netflix
Bir oyuncu, üç iş: I Know This Much is True Hangi kitap? ABD’li Wally Lamb’in 1998’de yayımlandıktan sonra ülkede satış açısından çok etkili olan ‘Oprah’nın Kitap Kulübü’ne seçilmiş ve çoksatanlar listelerinde uzun süre kalmış 900 sayfalık, aynı isimdeki romanı. Konu ne? Anneleri ve üvey babaları tarafından yetiştirilen, gerçek babaları hakkında hiçbir şey bilmeyen ikiz kardeşlerin hikâyesi. Artık yetişkin olan ikizlerden biri şizofren, diğeri de onun sorumluluğunu üstlenmekten ötürü öfke sorunlarıyla boğuşuyor. Trajik olaylardan sonra kardeşlerden birinin terapiye başlamasıyla ağır bir aile dramı açığa çıkıyor. Neden izlemeliyiz? İkiz kardeşlerin ikisini de oynayan, hatta dizinin yapımcılığını da üstlenen Mark Ruffalo’yu görmek ve gözlerinize inanamamak için. Tabii bir de bu yıl Emmy’lerde çok konuşulacağı düşünülen bu performansı kaçırmamak için. Ruffalo, çekimler başlamadan önce 10 kilo vermiş, 16 hafta boyunca öfkeli Dominick’in sahneleri çekilmiş, sonra sete altı hafta ara verilmiş ve Ruffalo bu arada 15 kilo alıp sete şizofren kardeş Thomas olarak dönmüş. Aynı kişinin oynadığı bu iki ‘farklı’ kişi birbirine sarılıyor ekranda ve siz işin içinden çıkamıyorsunuz. Ayrıca Rosie O’Donnell, Kathryn Hahn, Melissa Leo, Archie Panjabi, Rob Huebel, Juliette Lewis gibi oyuncuların yer aldığı kadronun geri kalanı da harika. beIN Connect
Gıda sadece vücudu mu besler: Ruhun Doysun
‘Ruhun Doysun’ projesi, daha rafine ve kaliteli yaşam için bir yolculuk olarak tanımlanıyor. Doğayla bağ kurduğumuz, geri dönüşümü alışkanlık haline getirdiğimiz, bilinçli tükettiğimiz, soframızdaki yemeğin nereden geldiğini ve nereye gittiğini bildiğimiz bir deneyimi paylaşmak için Ruhun Doysun kanalındaki sayısız tarif, deneyim, söyleşi, bilgi; gıdaya saygı duyan ve karnını doyurmaktan fazlasını arayanları bekliyor. YouTube H A Z İ R A N
2 0 2 0
119
İ S T A N B U L
L I F E
AYIN TESPİTİ
Yersiz yere küçümsenen yerli filmler Üç saati bir diziye bağlayıp her gece ‘prime time’ı kurtaran televizyon sistemimiz, son dönemde ortada dizi kalmayınca, her gece film gösterimlerine abanmış durumda. Bu filmlerin önemli bir bölümü de ünlü dizi oyuncularının rol aldığı yeni yerli filmler ve zevkle izleniyorlar. Fakat ne yazık ki kanalların meşrebine göre, hepsi bir biçimde makasa geliyor. Oysa bu filmlerin hepsi, pirüpak halleriyle platformlarda mevcut. Netflix için piyasanın nabzını iyi tutuyor diyelim; sinema salonlarından transferde üstüne yok. En çok izlenenler ‘top 10’ listesinde hep birkaç yerli film bulunuyor (Bazen bunların birkaçı birden ‘Recep İvedik’ serisinden oluyor). Dizi oyuncusu olmayan, hatta oyuncu bile olmayan influencer’ların filmleri de burada. ‘Festivaller dışında salonlarda neler izleniyordu’yu görmek için ideal bir fırsat. Yalnız evde ayak uzatarak izleyip sonra sosyal medyada film gömme akımı var, ona takılmayın. Mesela ‘Cinayet Süsü’nü izlemeden geçmeyin bence. Hem çok komik hem de mesajı var; komik filmlerde pek rastlanmayan bir özellik. Yine mesela, son zamanlarda çok duydum ‘Aykut Enişte’yi, izledim, güldüm, geçtim; senaryo ve başrol Cem Gelinoğlu, Vine fenomeniymiş, öğrenmiş oldum, fena mı? Aslı İnandık’ın filmi ‘Aslı Gibidir’ de burada. Bu arada izleyeceğiniz her filmde (ve dizide) Müfit Kayacan karşınıza çıkacak, sakın şaşırmayın. Kendisi son yılların en çok çalışan oyuncusu sanırım. Beğenerek izliyoruz, ayrı...
BluTv’nin daha seçme bir arşivi var. Genelde festivallerde ödül kazanan filmler, ödüllü yönetmenlerin tüm filmleri gibi, her yerde kolay bulunamayacaklar için buraya başvuruyoruz. Hatta şimdi Başka Sinema işbirliği sayesinde son durumdan ötürü vizyona çıkamayan ‘Bozkır’, ‘Kronoloji’, ‘Soluk’ gibi yepyeni yerli filmler bile izlenebiliyor. Platformda ayrıca birçok kısa film de yer alıyor. beINConnect’in bazı yeni fimleri Netflix’le kesişiyor ama burada da hatırı sayılır sayıda Yeşilçam klasiği bulunuyor. Kablo TV, Tivibu ve Turkcell TV+ platformlarından izlenebilen SinemaTV de yerli sinema kuşağında her ay belirli yönetmenlere odaklanıp filmlerinin toplu gösterimini yapıyor.
Cinayet Süsü
Müfit Kayacan Aykut Enişte
Futbol âşıkları ıskalamaz: Take the Ball, Pass the Ball-Guardiola’nın Barça’sı
Spor dünyasının en önemli isimlerinden biri olarak gösterilen Guardiola’nın 2008 yılında başlayan Barcelona günlerini anlatan belgeselde 2010-2011 sezonunda ‘dünyanın gelmiş geçmiş en iyi takımı’ unvanını kazanmalarından Lionel Messi’nin A takıma çıktığı günlere, Real Madrid’le aralarındaki ezeli rekabetten futbolcu olarak uzun yıllar hizmet ettiği kulübüne teknik direktör olarak dönmesine kadar birçok özel ana yer verilmiş. beIN Connect H A Z İ R A N
2 0 2 0
120
İ S T A N B U L
L I F E
Lanetli film: A Rainy Day in New York
‘Gomorra’ özleyenlere: L’immortale Önermekten hiç usanmadığım dizilerden ‘Gomorra’. Mart sayımızda da uzun uzun söz etmiştim kendisinden; “İtalyanların ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ı” diyerek. Napoli’nin kenar mahallelerinde büyüyen ve tanık olduğu hayatı 2006’da kitaplaştırdıktan sonra canını kurtarmak için hayatını değiştirmek zorunda kalan gazeteci, yazar, senarist Roberto Saviano’nun kitabından uyarlanmıştı. Dört sezon bitti, beşinci sezon onayı da var, hatta bu temmuzla eylül arasında bir zaman sete çıkılması planlanıyor ama biliyorsunuz, kapattık dünyayı, bekliyoruz. Beklerken, ‘L’immortale’ geldi neyse ki. Dizinin ‘spin-off ’u olan filmde, tek gerçek arkadaşı Genny tarafından vurulan Ciro, Napoli Körfezi’nin karanlık sularına gömülür. Ciro derinlere doğru batarken anılar su yüzüne çıkmaya başlar. 1980 yılındaki depremde molozların altından duyulan bebek sesi, Ciro di Marzio’dan başkasına ait değildir tabii ki. O günden itibaren ‘ölümsüz’ lakabı takılır Ciro’ya. Ciro, ölümsüzlüğün başka bir lanet türü olduğunu başına gelen her şeyle yüzleşerek tekrar tekrar anlayacaktır. Dördüncü ve beşinci sezonlar arasında bir köprü görevi üstlenen filmin büyük bir de sürprizi var. BluTv
Woody Allen, kızını taciz ettiği iddiasıyla iki kere kapsamlı soruşturmaya tabi tutuldu ve iki seferde de hakkında dava açılması için yeterli delil olmadığına karar verildi. Bunların üstüne iki çocuk evlat edinmesine izin verildi. Ancak kamuoyu yönetmeni çoktan mahkûm ettiği için mesela Amazon Prime’la olan anlaşması tek taraflı feshedildi (Allen’ın açtığı dava hâlâ sürüyor), mesela son filmi ‘A Rainy Day in New York’, ABD’de vizyona girmedi. Bence kaybeden ABD’li izleyici çünkü epey uzun bir aradan sonra yine çok iyi bir film yapmış Woody Allen ve Timothy Chalamet, Elle Fanning ve Selena Gomez gibi genç yeteneklere yer vermiş bu kez. Güneşli bir hafta sonu geçirmek umuduyla New York’a gelip yağmura yakalanan ve birbirlerinden ayrı düşüp bambaşka maceralara sürüklenen iki genç sevgilinin hikâyesi, ilişkiler üzerine düşünmeyi ve romantik komedi sevenlere hitap edecek. beIN Connect
Bu sefer güldürmedi: Space Force Steve Carrell’i diyorum. Aslında hakkını yemeyelim. Tam doğru değil bu. ‘Space Force’ o kadar ‘yüksek mizah’ yapıyor ki, güldürmeyi aşmış bir komikliği var. Amerikan Başkanı “Bir yıl içinde Ay’dayız” gibilerden bir tweet atınca anında bir Silahlı Kuvvetler Uzay Gücü oluşturuluyor. Tam ‘ördeklerden bir filo, bir de kazdan amiral’ misali. Amirali, yani hem bürokrasiyle, hem ailesiyle hem de bir yıl içinde Ay’a gidecek acemi ekibiyle uğraşan General Mark R. Naird’i Steve Carrell mükemmel canlandırıyor. John Malkovich’i de uzun süredir bu kadar şahane görmemiştim. Lisa Kudrow’un kısacık ama etkili bir rolü var. ‘The Office’ ekibinin imzasını taşıyan 10 bölümlük dizi, Amerikan mizahına alışık olan ve ekran karşısında kaliteli vakit geçirmek isteyenler için ideal. Netflix H A Z İ R A N
2 0 2 0
121
İ S T A N B U L
L I F E
AYIN FİLMİ
Mavi tren, katar katar: Yarına Bir Bilet Netflix’in ilk yerli filmi ‘Yarına Bir Bilet’, Leyla (Dilan Çiçek Deniz) ve Ali (Metin Akdülger) isimli iki yabancının, Haydarpaşa’dan İzmir’e doğru yola çıkan Mavi Tren’de tesadüfen aynı kompartımanda bir araya gelmesiyle başlıyor. Ufak bir-iki mola dışında da her şey o kompartımanda ve bu ikili arasında cereyan ediyor. Hareket imkânı bu kadar kısıtlı olunca acaba sıkılır mı insan diye geçebilir aklınızdan, geçmesin. Çünkü gayet dinamik bir temposu olan filmin hikâyesi sürprizlerle dolu olduğu gibi, oyuncu eşleşmesi de çok iyi. Dilan Çiçek Deniz’in, toprağını seven bir filiz gibi yeşerdiğini görüyoruz; Metin Akdülger her zamanki gibi, iyi. En son ‘Atiye’de imzasını gördüğümüz yönetmen ve (Faruk Özerten’le birlikte) senarist Ozan Açıktan, jenerikte kocaman belirtildiği üzere 2014 yapımı bir İsveç filminin uyarlamasını yapmış (Orijinal film ‘Hur Man Stoppar ett Bröllop’ da beş buçuk saatlik bir tren yolculuğunda çekilmiş). Uyarlamanın
‘müzikal kısmı’ özellikle takdire şayan. Modern, tatlı ve cool bir film. Not: Bu vesileyle, Ozan Açıktan’ın yazıp yönettiği, 2014 tarihli sıradışı gerilim filmi ‘Silsile’nin de aynı platformda olduğunu belirtip onu da önermek isterim. Bambaşka bir konu ama o da tek bir gecede ve neredeyse tek mekânda geçiyordu. Yönetmenimiz sınırlar koyup sonra onları zorlamayı seviyor sanırım. Netflix
Acı, ekşi, tatlı, buruk: Baharatın Yolculuğu
Ebru Erke’nin sunumuyla ‘Baharatın Yolculuğu’ belgeseli; Hindistan, Sri Lanka, Fas ve Türkiye gibi, baharatın yemek kültürlerinde bambaşka bir yere sahip olduğu noktalarda farklı tatların peşine düşüyor. beIN Connect
Oscar beklentisi yüksek: Da 5 Bloods
Cannes Film Festivali bu yıl düzenlenebilseydi, jüri başkanı Spike Lee’ye jest olarak, Netflix filmi olduğu halde ilk gösterimi Cannes’da yapılacaktı ‘Da 5 Bloods’ın. Artık gözler Oscar’a çevrilmiş durumda. Film, savaşta yara almış dört siyahın, komutanlarının cenazelerini bulmak ve aynı zamanda gizemli bir hazineyi ele geçirmek amacıyla Vietnam’a geri dönmesini ve bu süreçte savaşın yarattığı tahribatla yüzleşmesini anlatıyor. 12 Haziran. Netflix
Bu mafya başka: Mafia Only Kills in Summer
Alıştığımız mafya hikâyelerini bulacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Onlar için BluTv’deki ‘Gomorra’ya başvurabilirsiniz. Bu, 11 yaşındaki Salvatore’nin ilk aşkının, çocukluktan gençliğe geçişinin hikâyesi olan bir kara komedi. 1979’da, Palermo’da ailesi mafyaya bulaşmadan yaşamaya çalışırken Salvatore de Alice’in aşkıyla yanıyor. Sinema TV H A Z İ R A N
2 0 2 0
122
İ S T A N B U L
L I F E
Yeni kanal: BBC First 27 Mayıs, ABD’de HBO Max’in doğum günüydü, bizde de BBC First’ün. ‘Premium drama kanalı’ olarak konumlanan BBC First’ün Türkçe altyazılı içeriği, Türk izleyicisinin seveceği düşünülen programlardan oluşuyor. Olivia Colman ve Dominic West’li ‘Les Miserables’, Hazar Ergüçlü’nün de rol aldığı ‘Mallorca Files’, geçen ay BluTv’de izlediğimiz ilk Richard Gere dizisi ‘MotherFatherSon’, Benedict Cumberbatch’li ‘Brexit’, Val McDermid uyarlaması ‘Traces’ ilk yayın programına dahil olan diziler. Bir de ‘Doctor Who’ var tabii. Türkiye dünyanın en sadık ‘Doctor Who’ hayranları sıralamasında Facebook’ta altıncı, YouTube’da ise son 12 aydaki 1.7
milyonluk görüntüleme sayısıyla dokuzuncu sırada yer alıyor. Yerli hayranlarının merakla beklediği 11’inci ve 12’nci sezonlarda Dr. Who’yu Jodie Whittaker canlandıracak. BBC First, BBC Studios’un Türkiye’de halihazırda yayındaki BBC Earth, BBC World News ve CBeebies’i ile birlikte dördüncü kanalı olacak. Tüm bu yapımlardan başka ‘Father Brown’, ‘Death in Paradise’, ‘Call the Midwife’, ‘Shakespeare and Hathaway’ ve ‘The Durrells’ dizilerinin yanı sıra Tivibu GO uygulaması üzerinden de ‘Doctor Foster’, ‘The Collection’, ‘SS-GB’, Haluk Bilginer’li ‘New Blood’ gibi birçok yapımın kutu halinde setlerine de ulaşılabilecek. Tivibu, Tivibu GO
YEPYENILER ILGIMIZI ÇEKIYOR TABII AMA BIR DE ZATEN KAPILDIĞIMIZ VE YENI SEZONLARINI BEKLEDIKLERIMIZ VAR. BU AY DURUM ŞÖYLE:
Ayın yıldızı BluTv’de...
Hint ‘Sex and the City’si: Four More Shots Please! Aslında The New York Times’da tesadüfen rastladığım bir dizi haberinin fotoğrafında Ortaköy Camii’ni görmesem, farkında bile olmadığım bir diziydi. Bir baktım ki bizde de var, tabii hemen Ortaköy’de geçen bölümü (ikinci sezon, ilk bölüm) izledim. ‘Four More Shots Please!’, Dubai’de yaşayan dört genç kadının hikâyesi. Biri araştırmacı gazeteci, biri avukat (ve adeta çakma Sandra Bullock), biri spor salonu eğitmeni, biri de çok varlıklı bir ailenin canı sıkılan kızı. İşte bu kız, çok bunalımlı olduğu bir dönemde atladığı gibi uçağa, kendini
İstanbul’da buluyor. İçki şişesini kafasına dikerek yürüdüğü Galata Köprüsü’nden arkadaşlarını arıyor, onlar da arkadaşlarının kendine bir şey yapmasından korkarak soluğu İstanbul’da alıyorlar. Fakat kızımız o sırada yakışıklı Baran’ın koynunda… Neyse, belki izlersiniz, İstanbul’un çok hoş kullanıldığını belirterek, gerisini anlatmayayım. Amazon Prime Hindistan’ın en çok izlenen üç dizisinden biri olan ‘Four More Shots Please!’ cesur seks sahneleriyle de çok konuşuluyormuş. Ben maalesef oyunculara pek ısınamadım, belki siz seversiniz. Amazon Prime
‘Babylon Berlin’in üçüncü sezonunu biraz bekledik ama değdi. Volker Kutscher’in yedi kitaptan oluşan ‘Gereon Rath’ serisinden senaryolaştırılan dizinin 12 bölümden oluşan üçüncü sezonu, serinin ikinci kitabı ‘Sessiz Ölüm’den uyarlandı. Bu sezonun odağında sinema sektörünün gelişimi yer alıyor. Sessiz sinemaya karşı yükselen sesli sinema, film stüdyoları, Berlin’in eğlence hayatı konu ediliyor. Bu arada, yeniden yayına giren eski dizileri de atlamayalım: ‘Chernobyl’, ‘Six Feet Under’, ‘The Leftovers’ ve ‘True Detective’ bu ay platformda.
beIN Connect’te... Insecure (4. sezon, 4 Haziran) Dwight In Shining Armor (3. sezon, 8 Haziran) Grown-ish (3. sezon, 12 Haziran) Siren (3. sezon, 22 Haziran) Yellowstone (3. sezon, 23 Haziran) Doc Martin (9. sezon, 24 Haziran)
Netflix’te... 13 Reasons Why (4. sezon, 5 Haziran) Queer Eye (5. sezon, 5 Haziran) Marcella (3. sezon, 14 Haziran) The Sinner: Jamie (3. sezon, 19 Haziran) The Politician (2. sezon, 19 Haziran) Babies (2. sezon, 19 Haziran) Dark (3. sezon, 27 Haziran)
Ayça Şen
10 formatı bir yazıya sığdırdım Batı’da sorun yok ama ülkemizde dergi okuru sayısı düşüyor. Kalanları çok kıymetli buluyor ve el üstünde tutmak istiyorum. O yüzden de bu ay size özel bir içerik hazırladım; 10 dergi okusanız ancak ulaşacağınız, geniş mi geniş bir yelpazeden seslendim. Seyahat, sinema, otomobil, emlak... Ne arıyorsanız burada!
Bugün, eskiden en yakın arkadaşım olan Berke’den bir paket aldım. Ama görüşmeyeli rahat bir sekiz-on sene vardır. İlkgençlik çağlarımızda yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Maksim Gorki’nin ‘Benim Üniversitelerim’i gibi o da benim üniversitelerimdendir. Olduğum gibi her halimle bana kendimi kıymetli hissettiren ve arkadaşlık şarkımızın fon müziğini, arkadaşlık tuvalimizin astarını en doğal seslerle ve en sağlam kök boyalarla oluşturan; hayatınıza şıklık, yenilik, sanatsallık, kahve kokusu ve şahane müzikler katan, dünyalar güzeli bir arkadaş. Mesela arabayla evine bırakmayı önerdiğinizde yolunuzu değiştirmemek için asla kabul etmeyen, sizden fazladan 20 lira dahi çıkmasına bütün ciddiyetiyle karşı çıkan, bu devirde benzerini bulmanın pek de mümkün olmayacağı ruhlardan. Aile geleneği, sarsılmaz bir tavır bu. Berkeciğim üniversiteyi bitirdikten sonra tası tarağı toplayıp New York’a taşındı, orada film yüksek lisansı yaptı. Buraya döndüğünde de uzun süre Bilgi’de atölyeler verdi. Ortağı Melis ile belgeseller çektiler, yurtdışında bir milyon tane festivalden davet aldılar, ödüller kazandılar ama bizde pek duyulmadı tabiatıyla.
İSTANBUL’DAN SAYILMAYAN SEMTLERİMİZ
Bugün gelen paketten aralarında Olga Tokarczuk’un 2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ‘Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’ romanı da olan üç kitap çıktı. Diğerlerinin isimlerini hediye sadece bana ait olsun diye yazmıyorum. Ama bu kitabı yazmak istedim; okursunuz, iyi gider diye. Ben başladım, yağ gibi akıyor. Canım arkadaşım; kitabı okurken bana da yollamak düşmüş içine. İşte böyle şık bir insan olmak istiyorum. Sanırım
daha hassas gözle bakacağım artık hayata. Güzellikler üretmek lazım. Kalplerde değer yaratmak lazım. Hep bana hep bana diye yaşamak da neymiş. Kim bilir ne kadar zamandır kimseye bir jest yapmadım. Sürekli evlerine gidip bütün yemeklerini yedim. Ayıptır be... Berke ve ailesi yıllardır Moda’da oturuyor. Onlara oradan taşınmalarını, Ege’ye gelmelerini sık sık söylüyorum ama bütün Moda’da oturanlar gibi orayı seviyorlar, İstanbul’dan görmüyorlar. Eskiden bu tip semtler dışındaki semtler İstanbul’dan görülmezdi. Şimdi gitgide sınırlar daraldı ve bu kez de sevilen H A Z İ R A N
2 0 2 0
124
İ S T A N B U L
semtler İstanbul’dan sayılmamaya başladı. Pandeminin metropol hastalığı olduğu ortaya çıktıktan sonra büyük kentlerden ufak yerlere kaçış düşünceleri daha da çoğalmaya başladı. Biz buraya taşındığımızda sokaklardan araba geçmezdi, adeta karantinada gibiydi, sonra ne olduysa konjonktürle birlikte İstanbul’dan 200 bin kişi göç etti diye bir şey duyduk. Bu pek şehir efsanesi değildi açıkçası. Bir kere o bomboş sokaklardan beş sene içinde deli gibi araba geçer hale geldi. Bir ev önüne üç araba düşüyor ki bu bir İstanbul geleneğidir. Sonra ev fiL I F E
yatları korkunç bir hal aldı. Biz beş sene önce buraya taşındığımızdaki fiyatlar beş katına çıktı. Kim bilir bu zamanlar tam geçince nasıl bir yığılma olur buralara. Gerçi pandemi sonrası ekonomi öyle ev bark almalık olmayacağı için yine fiyatlar insan gibi bir duruma geriler diye düşünüyorum çünkü gerçekçi olmayan her şey çatlamaya mahkumdur.
PRENSİPLERİNİZ VARSA MALINIZ MÜLKÜNÜZ OLAMAZ
Yazımız önce arkadaşlığın önemi, oradan İstanbul kent rehberi, oradan da ekonomi yazısı gibi bir hal aldı sevgili okur. Sizlere tek dergide 10 dergi lezzeti yaratmaya çalıştığımı şıp diye anlamış olmalısınız. Şimdi de gelelim araba dergisi bölümümüze ve dört çeker mevzuuna. Bir
yat bana düşük geldi geğaa” diye haykırarak iki katına çıkarıyorlar. Siz de azıcık prensipli biriyseniz hiçbir şekilde mal mülk sahibi olamıyorsunuz. Bir tiskinti geliyor. Bir sene sonra da bu verdiği iki kat fiyattan dört kat daha artmış oluyor ve işler kısırdöngüye giriyor. O yüzden bu oyunu bilmeli ve köylüye darılmamalısınız. Ama biz darıldık, kalbimiz kırıldı ve almadık. Mesela darılmayan Bulgar kökenli arkadaşlarımız hiç gurur meselesi yapmayıp o arsaları akşamki fiyat artırma telefonlarına rağmen aldılar ve onlar da benzer yapıda köylü oldukları için arsalara o evleri diktiler. Yani İstanbul’dan buralara taşınmak göründüğü kadar kolay değil. Çelik gibi sinir lazım. Araba ve emlak dergisinden son yıllarda oldukça popüler olan kişisel gelişim dergisi yazısına nasıl da hızlı bir geçiş yaptık değil mi sevgili şuncağız kişi kalmış Batılı ruhlu dergi okuyucuları. Seyahat yazısı bölümümüzde yurtdışında bir gazete bayiine girdiğimde yaşadığım utancı da anlatmadan geçemeyeceğim. Zira yurtdışına giderken arkadaşlarımın genellikle siparişleri dergi oluyor. Çünkü memlekette dergi kalmadı. Oysa bildiğiniz gibi, her konuda çeşit çeşit dergi var ecnebi ülkelerde. Dergi insanı besler. Benim canım arkadaşım Berke bana dergi alışkanlığı veren kişidir. O da ne zaman İngiltere’ye gitse, dönüşte deli gibi dergi getirirdi. Çünkü dergi dünyanın nabzını tutmanızı sağlar, sizi genç ve güncel kılar. Bu da yaptığınız her işe yansır. Bu kadar net. Aaah ah sevgili okur. Devran ne biçim döndü ama. Çok canım sıkkın yemin ediyorum. Ama yine de zamansızlıklarla kendimi zamanın etkilerinden kurtarmaya çalışıyorum. Nedir bu zamansızlıklar? İşte film seyretmek, dizi bakmak, son zamanlarda bulaştığım ve müptela haline geldiğim yemek yapmak. Film dergisi bölümümüzde bir film, bir de dizi önerisi yapayım madem: Never Look Away filmi güzel, onu seyredin muhakkak, ama öyle modern sanatsal sıkıcı filmlerden değil, azıcık cilalı, anlaması kolay filmlerden ama ortalama bir izleyiciyseniz kesin seversiniz. Bir de Nor-
mal ‘People’a başladık, o da güzel bir diziye benziyor. Yemek dergisi yazımızla da veda edeyim: Geçenlerde bir arkadaşımız öldü (Evet bu acıklı bölümü biraz ayı gibi hızlı geçeceğim). Ben de toplumsal bilinçaltının vardır bir bildiği dedim ve helva kavurdum. Hayatımda ilk kez helva kavurdum. Arkadaşımızı anarak, tadı damağımızda kalsın diye, onun
Köylüler genel olarak evet gürbüz, kırmızı yanaklı, sempatik insanlardır ancak hiç de sanıldığı gibi saf ve masum değillerdir. Verdikleri fiyat ertesi gün iki katına çıkar. kere bu İzmir ve civarına taşınan herkeste bir dört çeker hevesi görüyorum ki bu da insanları çok komik duruma düşürüyor. Bırakın bu cillop gibi asfaltlara dört çeker almayı, orta segment bir arabanız varsa hemen satıp bir alt segmente geçin. Bizim, ayıptır söylemesi buraya taşındığımızda bir tık daha iyice bir arabamız vardı fakat Ege köylüsü bu arabayı görünce bizi zengin sanıp kazık atmaya çalışınca derhal satıp Dacia aldık ve aşırı memnunuz. Tabii bir de Ege köylüsü mevzuu var... Köylüler genel olarak evet gürbüz, kırmızı yanaklı ve sempatik insanlardır ancak hiç de sanıldığı gibi saf ve masum değillerdir. Şehirde plazalarda nasıl ki kurnazlar dolu, birbirinin üzerine basarak yükselmeye bakıyorlar, aynen köylüler de işte bir arsa satmak için el sıkıştı diyelim, kabul ettiğinizde kazıklandığını düşünüp içi sıkılıyor ve akşama muhakkak pişman olup sizi arıyor. Telefonda bağıra bağıra konuştuğu ses tonuyla “Fi-
H A Z İ R A N
2 0 2 0
125
İ S T A N B U L
L I F E
güzel yanlarını içimize katarak filan; bir bardak süte bir bardak şeker koyup eritene kadar karıştırın, bir badak irmiği şöyle ikiüç kaşık tereyağıyla (ben biraz da zeytinyağı koyuyorum) sürekli karıştırarak kavurun. Rengi hafifçe kızarınca o şekerli sütü içine yavaşça döküp kısık ateşte suyunu çekmesini bekleyip altını kapatın. Demlendikten sonra da yiyin. Allah uzun ömür versin ama bundan daha güzel bir irmik tarifi de varsa gelin kavga edelim. Hem de yumruk yumruğa. Ne o, bakıyorum korktunuz. Tabii korkarsınız, şu pazılara baksanıza be! Hey yavrum hey.
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Nebil Özgentürk, ‘Filmlerle Geçtim Sokağınızdan’ kitabında Münir Özkul’la evinde gerçekleştirdiği buluşmanın anılarına da yer veriyor.
Fotoğraflar: Doğan Burda Resim Arşivi
1975 yılında çekilen ‘Mavi Boncuk’ filmini unutmak mümkün mü? İşte Münir Özkul, Halit Akçatepe, Tarık Akan, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Emel Sayın (soldan sağa) gibi yıldızları bir araya getiren klasikten bir sahne...
Yeşilçam’ın emektar oyuncusu için Özgentürk, “Fabrikatör rolü oynayan Hulusi Kentmen gibi isimler gerçekte hep hüzünlü hayatlar sürdürürler” diyor.
H A Z İ R A N
1977 tarihli ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, Nebil Özgentürk’e göre Osmaniye yerine İstanbul’da çekilebilirdi. Özgentürk, “O filmde bir baraj sahnesi vardır, Terkos Gölü’nde çekilebilirdi o sahne” diye konuşuyor.
2 0 2 0
126
İ S T A N B U L
L I F E
Perdede kahramanlardı, peki ya gerçek hayatta? Aliye Rona, Münir Özkul, Kemal Sunal, Erol Taş, Metin Akpınar, Arzu Okay... Nebil Özgentürk yeni kitabı ‘Filmlerle Geçtim Sokağınızdan’ ile bizleri Yeşilçam’ın ölümsüz isimleriyle bir kez daha buluşturuyor. Bu maceralı ama bir o kadar da zorlu hayatların hikâyelerini bir de ondan dinledik. Sinemamızın altın kalpli kötü kadını kimdir bilir misiniz? Münir Özkul’un aç kalmamak için babasından kalma tabloyu sattığı doğru mu? Tam 1115 filmde rol alan rekortmen oyuncu kimdir? Patnos-Konya yolunda bir kağnı arabasında dünyaya gelen çocuk, nasıl en iyi kötü adam oldu? Yeşilçam’da ne hikâyeler saklı? Nebil Özgentürk yeni kitabında Türkiye’de sinemayı var edenlerin hiç bilinmeyen yönlerine odaklanıyor. Yıllarca severek izlediğimiz birbirinden değerli karakter oyuncularının yaşamlarından en özel kesitleri içtenlikle anlattıkları ‘Filmlerle Geçtim Sokağınızdan’ kitabını yazarıyla uzun uzun konuştuk. Hazırlık süreci nasıl geçti bu kitap için? ‘Filmlerle Geçtim Sokağınızdan’ aslında çocukluğumdan itibaren kafamda oluşan, zaman zaman notlar tutarak, zaman zaman değişik yayın organlarında yazdığım sinema hikâyelerinden, sinema kahramanlarının yaşamöykülerinden derlenmiş bir sinema belgeseli kitabı. 35 yıllık yazı ve belgesel hayatımda, çocukluğumda dedemin de sinema sahibi olduğu yıllardan başlayıp evimizdeki oyuncularla, hatıralarla derlenmiş, sinema dünyasına armağan diye düşündüğüm bir kitap.
abim Ali Özgentürk vasıtasıyla tanıştım. Böylece büyülü bir sinema efsanesinin etrafında zaman geçirme şansım oldu. Yumurtalık’taki cinayetle ilgili bir travma da yaşamış olabilirim çünkü bir gün önce tanıştığım Yılmaz Güney, bir gün sonra gazete manşetlerindeydi. Bütün bunlar aslında beni hem sinemaya çekti hem de sinemayla ilgili bir dünya öğrenmemi sağladı. Biraz daha geriye gidersek... Dedemin bir yazlık sineması vardı. Adana bir yazlık sinema cennetidir. Yani adım başı, sokak başı, köşe başı yazlık sinemanın olduğu, çok sıcak bir kent olduğu için insanların buralarda piyasa yaptığı, filmlerle bir dünya kurduğu bir kent. Ve İstanbul sinema sektörünü de çok etkileyen bir kent. Çünkü Adana sinema işletmecileri filmi talep ederler çok seyirci olduğu için. Sadece Adana değil, o bölge, Akdeniz seyircisi
Macera çocukluktan başlıyor o zaman... Gerçekten çok enteresan bir çocukluk yaşadım. Şanslı bir çocukluk aslında. Bir kere, daha 1213 yaşındayken Yılmaz Güney sinemasıyla ve Yılmaz Güney’le bir anlamda tanışma şansım oldu. Adana’daki bu hikâyeyi her zaman dostlarıma anlatırım. Yılmaz Güney’in 1974’te aftan yararlanıp hapisten çıkınca Adana’ya gelerek yeni bir filmin macerasına döndüğü günlerde ben de ortaokul öğrencisiydim. Yönetmen H A Z İ R A N
2 0 2 0
127
İ S T A N B U L
L I F E
Filmlerle Geçtim Sokağınızdan Nebil Özgentürk Karakarga Yayınları 120 sayfa
Nebil Özgentürk, Türk sinemasına duyduğu ilgide ağabeyi Ali Özgentürk’ün (solda) büyük bir rolü olduğunu dile getiriyor.
çok coşkulu olduğu için, “Bize Belgin Doruk filmi hazırlayın, Türkan Şoray filmi hazırlayın” gibi taleplerde bulunacak kadar güçlü bir sinema sektörüne sahipti Adana. Ben de bu koşullarda dedemin yazlık sinemasında ‘Cinema Paradiso’daki gibi miçoluk, çıraklık yaptım. Zaten her Adanalı çocuk sinemayla tanışmıştır. Sinemacı insanlar yetiştirdiği için de gurur duymuşlardır. Hemen sayalım: Yaşar Kemal de bir sinemacıdır, Atıf Yılmaz da Akdenizlidir, Mersinlidir ve Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden biridir. Yılmaz Köksal, Ali Şen, Şener Şen... Bugünlere kadar uzanan bir Adanalı sinemacılar kuşağı vardır. Düşünün ki Adana’da bir sinema müzesi var; oyuncuların, sinemacıların fotoğrafları asılı. İyi bir sinema seyircisi olmaya çalıştım. Bu kitap da bir anlamda benim sinemaya çocukluktan bu yana olan ilgimin parçalarından biri.
TÜRKAN ŞORAY’LA NASIL TANIŞTIM?
Kitap Türk sinemasını var edenlerin hiç bilinmeyen yönlerine odaklanıyor. Araştırma yaparken hangi kaynaklardan faydalandınız? Ben daha televizyonculuk yıllarımdan evvel, portre yazarlığı yaptığım dönemde, gazetelerde soru-cevap şeklindeki röportajlardan önce, öykü tadında yaşam hikâyeleri anlatmayı seçtim. Tabii ki yine onlar kaynak oluyordu. Diyelim ki Münir Özkul’la beş saat süren bir röportaj yapıyorsun. Ya da Kemal Sunal’la, Arzu Okay’la... Onların bana anlattıkları zaten bir kaynak. Ayrıca dedim ya; çocukluktan, o ilkgençlik yıllarından itibaren sinemacı bir aile gibi görülen, soyadından dolayı da biraz bilinen bir tipin daha rahat kaynak bulmasına da yol açıyordu bu durum. Çünkü bizim etrafımız sinemacılarla dolu... Şu an saysanız kuşaktan kuşağa sinemacı insanları, pek çoğuyla ailece, evde oturmuşumdur. Tarık Akan’dan tutun da Türkan Şoray’a kadar... Türkan Hanım’ı ben Adana’daki evde, 15 yaşındayken de gördüm, 18 yaşındayken de. Yani ortaokuldayken de gördüm, lisede de... Birkaç gün bizim evde, annemin içliköftesini yemiş bir insan. Türkiye’nin tek Türkan Sultan’ı... Bu bende bir avantaj yarattı. Kaynaklarıma daha kolay ulaşmamı sağladı. H A Z İ R A N
2 0 2 0
“Adana’daki evde ben Türkan Hanım’ı 15 yaşındayken de gördüm, 18 yaşındayken de. Yani ortaokuldayken de gördüm, lisede de... Birkaç gün bizim evde annemin içliköftesini yemiş bir insan.” Kitapta Yeşilçam’ın unutulmaz isimleri yeniden hayat buluyor. Bu isimleri seçerken öncelikleriniz neler oldu? Bu isimlerin sadece başarısının değil macerasının da olması... Yani sırf başarı ya da şöhret değil mesele. Hani derler ya “Film gibi hayatı var”, “Hayatı roman” ya da... Ben de ilginç, büyük yaşanmışlıklar geçirmiş, hakikaten muhteşem bir senaryo olabilecek yaşamöykülerine odaklanmaya çalıştım. Bu, sinema kahramanlarına bir deneme kitabı sayılabilir. Türk sineması da aslında İtalyan gibi, Amerikan sineması dışında kalan o üçüncü dünya sinemaları gibi, Hint sineması gibi çok özel bir duyguya, ilginçliğe sahip. Dublajlar bile başlı başına bir belgesel olur. Hiçbir sinema oyuncusu kendi sesiyle oynamamış 50 yıl boyunca, düşünebiliyor musunuz? Bir kadın düşünün; diyelim ki Belkıs Özener. 2 bin 800 sinema filminde Filiz Akın’dan Türkan Şoray’a, Belgin Doruk’tan Fatma Girik’e kadar büyük sanatçıların şarkı sahnelerindeki şarkıları seslendiriyor. Jeyan Mahfi Ayral’ı düşünün; hem Fatma Girik’i seslendiriyor, hem Filiz Akın’ı, hem Belgin Doruk’u hem de Türkan Şoray’ı... Yani dünyada örneği olmayan hem ilginçlikler, hem yoksunluklar hem de komiklikler var bizim sinema sektöründe. Üzücü örnekler de var değil mi bu kitapta? Aliye Rona gibi bin filmde çok büyük karakter oynayacaksın ama hayatın huzurevinde bitecek. Hayati Hamzaoğlu gibi, Kadir Savun gibi Türk sinemasının en karakteristik, babacan adamlarını oynayacaksın ama finale geldiğimizde bir kanser ilacını bulmak konusunda yoksulluk çekeceksin ve bir devlet hastanesinde ölümle pençeleşeceksin. Bu, çok öznel bir durumdur. Mesela Amerika’da bir karakter oyuncusu muhakkak 10 film sonrası kendi ekonomik ferahlığına kavuşur. Ne yazık 128
İ S T A N B U L
L I F E
ki bizde sektör çok acımasız. Hem ilginç, hem hızlı, hem renkli ama acımasız... Birçok sinema insanının hayatı yoksullukla son buluyor. Bu benim için çok ilginç zaten. Kime dokunsan macera yaşamış. O yüzden kendime göre bir liste yaptım ve büyük macerası olan insanları seçmeye çalıştım.
SİNEMA OYUNCULARI HEP GARİBAN YAŞAMIŞTIR
Kitapta aslında İstanbul’un da büyük bir önemi var. Başrolde yer alıyor diyebiliriz. Tünel’de kurulan Yeşilçam setlerinden de bahsediyorsunuz. Sizce İstanbul, Yeşilçam için ne ifade ediyordu? Bakın, sadece Türk sineması için değil, dünya sineması için de İstanbul gerçek bir doğal platodur. Burası hem Bizans, hem Osmanlı, hem Türkiye Cumhuriyeti kenti hem de 8 bin yıllık bir uygarlık şehri... Tabii ne yazık ki İstanbul’u bozdular. Ne silueti kaldı ne de o doğal hali ama buna rağmen o görkemini bin yıl da geçse bozamayacaklar. Rezil bir şekilde iki tane gökdelen dikildi Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış Süleymaniye Camii’nin yanına. Mimar Sinan’a bile saygısızlık! Türk sineması o kadar şanslıydı ki sahneler için Hollywood setleri, Hollywood stüdyoları yaratmaları gerekmedi. Gecekondu sokağı mı arıyorsun? Dünyanın en güzel gecekondu sokağı İstanbul’da... Gidin Dolapdere’nin arka
“Nedense televizyon dünyası sinemadan gelen insanlara fazla yüz vermedi. Yeşilçam’ın o emektar insanlarına kapılarını açmadı. Bu yüzden büyük sıkıntılar çektiler, çekiyorlar.”
H A Z İ R A N
2 0 2 0
sokaklarına, rengârenk bir Roman sokağı görürsünüz. Biraz görkem mi arıyorsunuz kardeşim? Atlayın gidin Etiler’e, Nişantaşı’na, Boğaz’a; muazzam bir dünya kenti görürsünüz. Tarihi bir kent mi arıyorsunuz? Geçersiniz Topkapı Sarayı’nın dibine ya da Rumeli Hisarı’na, bir tarih sahnesi çekersiniz. Bu yüzden bu kentte hem ‘Malkoçoğlu’, hem ‘Eşkıya’, hem ‘Vizontele’ çekilebiliyor. ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ bu ülkenin en güzel aşk filmidir ama emin olun, o film bile Osmaniye yerine İstanbul’da çekilebilir. Çünkü bir baraj sahnesi vardır orada; alın, arkada Terkos Gölü var işte İstanbul’da. Terkos’un etrafındaki Durusu bölgesi müthiş bir doğal platodur. Bence Türk sinema yapımcıları ve yönetmenleri bazen çok gereksiz bir şekilde kentten taşınıyorlar. İstanbul’da her şey var sinemacı için. Bu yüzden İstanbul, sinemacıların cennetidir diye düşünüyorum. Yeşilçam’ın efsane isimlerinin çoğu hak ettiği değeri günümüzde bulamıyor. Kitabınızda da bahsettiğiniz gibi çoğu isim unutulmaktan şikâyetçi. Oysa Hollywood sinemasında usta aktör ve aktrisler hep çok kıymetli. Sizce neden bu kadar nankörüz biz? Doğrusu bunu sadece sinema sektörü için söyleyemeyiz. Tiyatrocularımız da öyle... Bu insanlar dünya çapında yetenekli insanlar. Ne yazık ki bizde sinema sektörü de vahşi yaşamış yıllarını. Yani günü kurtarmaya çalışmış. Sendikalı olma hallerini hemen tasfiye etmişler dev yapımcılar. Sinemamızı hem 12 Eylül tarumar etmiş yasaklarından dolayı, hem sansür hem de seks filmleri... Bütün bunlar sinemacıların belini doğrultamamış. Bu yüzden de yapımcı, parayı veren işin kolayına kaçmış. Yönetmen yapımcıya tabi olmuş. Başrol oyuncusu da sadece kendini düşünmüş. Aradaki oyuncular da heba olmuş. Şöyle bir nankörlük de var; biz çok çabuk unutan bir toplumuz. Çok kolay şöhret yaparız, beş-altı yıl sonra da yitiririz o şöhreti. Kafamızdan, kalbimizden söküp atarız, yeni bir şöhret ararız. Böyle bir seyirci profilimiz var. Kitap çoğunlukla hüzünlü hayat hikâyeleriyle dolu. Yeşilçam’da ömrünün sonuna dek mutlu olan emektar hiç mi yok peki? Çok güzel bir soru gerçekten. Yok gerçekten ya! Nedense televizyon dünyası sinemadan gelen insanlara fazla yüz vermedi. Yeşilçam’ın o emektar insanlarına kapılarını açmadı. Bu yüzden de büyük sıkıntılar çektiler, çekiyorlar. Televizyon kendi oyuncularını yarattı. Hâlâ da öyle devam ediyor. Ne yazık ki televizyon yapımcıları o insanlara şükran duymadılar. Televizyon sinemayı can simidi olarak kullandı, sonra da terk etti sinema oyuncularını. Yani kendi yapımcısını, kendi ışıkçısını, kendi oyuncusunu, kendi kameramanını yarattı. Sinemada o ‘emektar’ dediğimiz B grubu oyuncular, star sisteminden ötürü her zaman ezildiler zaten. Star sisteminde bir erkek ya da kadın oyuncu üzerine kurulur her şey. Asıl büyük bütçeyi onlar alır. Kalan o bütün Hulusi Kentmen’ler, emektar dediğimiz bahçıvan karakterleri, işte bize ‘fabrikatör’ diye sunulan ama ömrünü yoksullukla geçirenler gariban yaşamışlardır. Hep hüzünlü bir hayat sürdürürler.
129
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
H A Z İ R A N
2 0 2 0
130
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraflar: Muhsin Akgün
Böyle bir hayatta mutlu aşka kavuşma ihtimali çok az Murat Uyurkulak, yeni romanı ‘Delibo’yla okurlarını bu kez memleketi İzmir’in sokaklarına götürüyor. Yazarla karakteri Yusuf’un bir türlü vazgeçemediği sevdasını, eşitsizliği, bugünleri ve bizi bekleyen yarını konuştuk. ‘Tol’, ‘Har’ ve ‘Merhume’ ile oluşmuş çok sadık bir okur kitleniz var. ‘Delibo’dan neler beklemeliler? Detaya girip okuma keyfini kaçırmak istemem ama ‘Delibo’nun daha tempolu, okuması daha rahat, kurgusu diğer üç roman kadar karmaşık ve katmanlı olmayan bir metin olduğunu söyleyebilirim. ‘Deli İbo’ yani ‘Delibo’ çok tanıdık bir karakter sanki, hepimizin çocukluğunda mahallesinde vardı onun gibi birileri… Köklerini sizin geçmişinizden mi alıyor? Deli İbrahim de bizim mahallenin delisiydi. Sokakları dolaşıp yerden ıvır zıvır toplaması haricinde bütün özellikleri kitapta anlatıldığı gibiydi. Kasketi, ceketi, aniden bağırması... Çilekeş bir annesi de vardı, sokaklarda her daim onu arayan, peşinden koşturan... Mahallenin çocukları olarak hem Delibo’dan korkar hem onu severdik. H A Z İ R A N
2 0 2 0
131
İ S T A N B U L
L I F E
“Kapitalizm yıkılmadıkça tüketim alışkanlıkları değişmeyecektir. Bir diş macunu reklamına yorulan aklın onda biri, sözgelimi açlığın nasıl ortadan kaldırılabileceğine yorulsa bambaşka bir dünyada yaşayabilirdik.”
20 YILDIR FONU İZMİR OLAN BİR KİTAP YAZMAK İSTİYORUM
Roman Bornova’da geçiyor, İzmir’i seçmenizin sebebi nedir? ‘Delibo’, tümüyle benim hayatım diyemesek de otobiyografik yönleri olan bir kitap. Baba tarafım İzmir, Bornovalı. Kavala mübadilleri. Bornova’da büyüdüm. İşsiz kalıp İstanbul’a göçtüğüm 27 yaşına kadar da sürekli orada yaşadım. Ayrıca, neredeyse 15-20 yıldır, fonu İzmir ve Bornova olan bir kitap yazmak istiyordum hep. Kitap geçmişle günümüz arasında atlayarak ilerliyor. Neden böyle bir zaman örüntüsü tercih ettiniz? Esasen Yusuf karakterinin büyüme, gelişme, yamulma hikâyesi ‘Delibo’. Müstakil, kendi içinde bütünlüklü hikâyeler olarak anlatmanın, o gelişimin sebeplerini ve sonuçlarını birbirinden koparmak, görünmez kılmak riskini taşıdığını fark ettim. Yusuf’un geçmişindeki sebeplerle, bugününde tanık olduğumuz sonuçlar arasında, zamansallığı birbirine geçirip yediren böyle bir kurgu ile daha güçlü bağlantılar kurabileceğimi düşündüm. Daha başından bu şekilde yazacağımı biliyordum. Kitapta şu cümle özellikle dikkatimi çekti: “Ve fani dünyada tek bir şey öğrendiysem, o da şu: Güçlüye, zengine, güzele küsmek zor; acize, yoksula, çirkine kolay.” İstisnalar yok mu sizce? Kimseyle ve hiçbir şeyle ilgili katı, keskin çizgiler çizemeyiz. Her insan topluluğunun, her vakanın, her şeyin istisnaları vardır elbet. Fakat genel manzarayı değiştirmiyor bu istisnalar. Güçlüler, güzeller, zenginler her zaman avantajlıdır, çoğunlukla müspet muamele görürler ve belalardan, sıkıntılardan daha rahat yırtarlar. Sunacakları vaatler, teşkil ettikleri tehlike ve onlardan beklentiler çok daha fazladır çünkü. Dünyanın düzeni bu.
KİTABIN İYİSİNE DENK GELİRSEM HASET EDERİM!
Kitapta bir bölümde Sefer şiir için şunları söylüyor: “Şiirin gücü lanetinden gelir. Yalan söylemeyen şiir yoktur. Şiire samimiyet, dürüstlük, iyilik gibi özellikler yüklersen cevherini öldürürsün. Şiir ilhamını cennetten değil, cehennemden alır.” Siz de Sefer’le aynı fikri mi paylaşıyorsunuz? Sadece şiirle değil, genel olarak edebiyatla ilgili ben de böyle düşünürüm. Bugüne kadar yazdıklarımda da böyle bir zemin ve tertibat bulunabilir sanırım. Ama bunun da istisnaları vardır tabii ki. Yusuf ’un Yasemin’e olan aşkı hayatını değiştiriyor. Sizce mutlu aşk yok mudur? Vardır elbet, niye olmasın! Fakat adaletsizliğin, eşitsizliğin hüküm sürdüğü böyle bir dünyada; geleneklerle, önyargılarla, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle malul böyle bir hayatta mutlu aşka kavuşma ihtimali çok az. Bir röportajınızda “Okumak paha biçilmez bir tecrübe ve H A Z İ R A N
2 0 2 0
dünyanın en güzel mesaisidir” demiştiniz, siz bu karantina günlerinde neler okudunuz? Bize hangi kitapları okumamızı tavsiye edersiniz? Bir kitabı bitirmenin arifesinde çok fazla edebiyat eseri okuyamıyorum. Çok iyisine rast gelirim de haset ederim, moralim bozulur veya ağır etkisinde kalırım kaygısı duyuyorum. Karantina günlerinde Aras Yayınları’ndan, Raymond Kevorkyan ile Paul Pabuççiyan’ın yazdığı ‘1915 Öncesinde Osmanlı’da Ermeniler’; Yapı Kredi Yayınları’ndan, Marianne Yerasimos’un yazdığı ‘İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni’ kitaplarını okudum sözgelimi. Ayrıca Kutlukhan Perker’in yayın yönetmenliğini yaptığı, Karakarga Yayınları’ndan çıkan şahane çizgi roman serisinden de epey bir kitap okudum. Herkesin bahsettiği ‘yeni dünya düzeni’ size ne çağrıştırıyor? Temel sorunumuz kapitalizm... Dünyanın büyük bölümünde paranın, kârın, yani ‘çarkların dönebilmesinin’ milyonlarca insanın hayatından daha değerli, daha önemli görüldüğüne hep beraber açıkça tanıklık ettik. Bu iktisadi düzen değişmedikçe hiçbir şey değişmeyecektir. Dayanışmayı, eşitliği, özgürlüğü, barışı temel alan, doğayla uyumlu, sınırları, sınıfları ortadan kaldıran bir dünya düzenindedir insanlığın kurtuluşu. Sadece 132
İ S T A N B U L
L I F E
‘DELİBO’DAN TADIMLIK BİR BÖLÜM
insanlığın değil, hayvanatın ve nebabatın da kurtuluşu... Sizce tüketim alışkanlıkları bu süreçle birlikte değişecek mi? Bu soruları cevapladığım sırada AVM’ler açılmış ve kapılarında kuyruklar oluşmuştu. Bir ülke düşünün ki, parklara, sahillere çıkmak yasakken AVM’lere gitmek serbest. Bir önceki sorunuzla bağlantılı bu soru da. Kapitalizm yıkılmadıkça tüketim alışkanlıkları değişmeyecektir. Bir diş macunu reklamına yorulan aklın onda biri, sözgelimi açlığın nasıl ortadan kaldırılabileceğine yorulsa bambaşka bir dünyada yaşayabilirdik. Eve kapandığınız bu süreç sizi yazar olarak nasıl etkiliyor? Bende dalgalı bir ruh haline yol açtı karantina süreci. Bazen günlerce ağır bir tıkanma yaşıyorum, tek kelime bile yazamıyorum. Bazen bir tür infilak gibi, verimli ve coşkulu bir üretim dönemi hasıl oluyor. Genel olarak buruk, ağır, sisli, başa çıkması zor bir dönem... “Ölmekten bu kadar mı korkuyordun be adam!” diye öfkelenip bağırdığım da oluyor. Ama işte kendimizden ibaret değiliz. Virüse yakalanmaktan ziyade, başkalarına taşımak gibi bir durum söz konusu. O yüzden evde kalmak bir tür toplumsal sorumluluğa dönüşüyor. H A Z İ R A N
2 0 2 0
133
Aynı sınıfa düştük Yasemin’le. Hazırlık B... Bizim sefil ilkokuldan ikimiz dışında kazanan yoktu sınavı. Birbirimizden başka kimseyi tanımıyorduk. Aynı sıraya oturalım dedik. Ben öğretmen masasının karşısındaki ön sıraya yöneldim, çalışkandım ya, iyi ders dinlerim diye hesaplıyordum. “Boş ver orayı,” deyip kolumdan tuttu, arka sıralar dan birine sürükledi, oturttu, yanıma yerleşti, bacağını bacağıma vurup göz kırptı: “Böyle daha iyi, hı?” Yine başım dönmeye başlamıştı, karnıma o çok iyi tanıdığım sıcaklık yayılıyordu yavaştan, daha okulun ilk günü Yasemin’e dair unuttuğumu, bastırdığımı, sildiğimi sandığım ne varsa misliyle geri dönüyordu, velhasıl vaziyet hiç hayra alamet değildi. Biz etrafa yabancı gözlerle bakaduralım, sınıfın yarısından fazlası çoktan tanışıyordu. İzmir’in hali vakti hayli yerinde ailelerinden, o ailelerin ikamet ettiği seçkin semtlerden, o semtlerin en güzide okullarından gelmişlerdi. Başka insanlardı bunlar, ayrı bir galakside, paralel bir kâinatta doğmuş, terkibi farklı topraklarda boy atmış, uzak bir dünyanın terbiyesiyle büyümüşlerdi sanki. Sakin, telaşsız ve rahattılar. Yürümeleri, oturmaları, kalkmaları cazip bir ahenk taşıyordu, keza konuşmaları, hatta susmaları bile... Hiç bilmediğim kadim bir dengeyi, her tür insani ilişkiyi medeni bir seviyede tutan doğru mesafeyi daha o yaşta bulmuş gibi bir halleri vardı. Ben elimi kolumu nereye koyacağımı kestiremezken, her an her şey olabileceği kaygısıyla sıramda dimdik, kazık gibi otururken, onların hareketleri yumuşak, geniş ve ağırdı. Bacak bacak üstüne atmayı, dirseklerini sıranın üzerine havalı bir edayla koymayı, avuçlarını çenelerinin altına artist fotoğrafları misali yerleştirmeyi her nasılsa biliyorlardı. Öğretmenlerle, en huysuz ve sert olanlarıyla bile, hiç kızarmadan, terlemeden, korkmadan, saygılı ama eşit bir üslupla konuşuyorlardı. Bütün bunların toplamı- na “özgüven” dendiğini, o nanenin zenginliğin mütem mim cüzü olduğunu sonraları öğrenecektim. Ve zengin olmanın, benim gibi sefillerin aksine, hayatta her daim bir milat beklememek anlamına geldiğini... Onlar için yegâne miladın doğmak olduğunu... Yahu ne de güzel kokuyorlardı üstelik. Saçları ne kadar parlak, tırnakları ve formaları nasıl temiz, gömlekleri o biçim beyaz ve jiletti. Ama sıkıcı değil, neşeli bir intizamdı bu, leke ve gam tutmayan... Kendini açıkça ilan etmeyen, ama bir bakışta görülüp tanınan, merak ettiren, hayranlık uyandıran... İnsanı asıl ezen de bu değil miydi zaten? Ne yaparsan yap vâkıf olamayacağın bir sırla karşı karşıya kaldığını, asla gideremeyeceğin bir eksikliğin adresi, bildiğini sandığın bir lisanın esasen yabancısı olduğunu hissetmek... Ben bir saatlik öğle teneffüslerinde, evden getirdiğim, babamın her sabahın köründe üşenmeden hazırlayıp yanıma kattığı yarım ekmek arası kıymasız patates oturtmanın sulu salçasını namütenahi gömleğime damlatırken, onlar paralı okul lokantasında üç çeşit sulu yemeğin tadına bakıyorlardı, hem de hiç damlatmadan, zaten yarısını da masada bırakıyorlardı. Onlar mutluluğun adresini aramıyorlardı, adres bizzat kendileriydi. İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri Ünlüler de hepimiz gibi karantinada. Milyon dolarlık malikânelerinde, adalarında, yatlarında sıkılıyorlar. Yatak odalarını, banyolarını, dev havuzlarını görüyoruz. Şikâyet etmelerinin şımarıklığına, dünyanın adaletsizliğine Kim Kardashian’ın, Madonna’nın Instagram hesabından şahit oluyoruz. Kahramanlarımızla aramız gitgide açılıyor. ‘Yeni dünya’ şöhret algımıza da sağlam bir ayar çekiyor. CEREN ŞEHİRLİOĞLU
‘Virüs hepimizi eşitlerdi’...
Bizim de süper yatımız olsaydı! David Geffen, 590 milyon dolarlık süper yatında karantinalanırken Grenadinler açıklarından günbatımı fotoğrafı eşliğinde “Umarım herkes güvendedir” mesajı paylaştı.
Madonna güllü küvetinde verdiği pozla tüm dünyaya “Virüs hepimizi eşitledi” diye seslendi.
Antik Roma’da sıtma salgını sırasında zenginler halkın kalabalığından kurtulmak için dağ evlerine kaçardı. 1665’te Londra’yı veba vurduğunda Kral II. Charles ve saraylıları, dışarıdan gelenlere kapalı Oxford’a sığındı. Kolera sırasında da şehirlerde yalnızca yoksullar kalmıştı. Şimdi de Cristiano Ronaldo cennet parçası Madeira Adası’nda, New York elitinin yarısı Hamptons’da. Hollywood’da mahsur kalanlar Instagram’da dev malikânelerindeki ‘hapis hayatından’ şikâyetçi... Mart ayında başlayan karantina günleri bize ekmek yapmak, meditasyon ve bahçecilik dışında beklenmedik şeyler öğretti. Garip bir aydınlanmayla, göklere çıkardığımız şöhretleri neden bu kadar önemsediğimizi sorgular olduk. Önce Tom Hanks, COVID-19’a yakalandığını açıkladı. Koskoca Tom Hanks, aksıra tıksıra pijamalarıyla ateşler içinde yatarken sefil oldu. Hepimiz gibi. “Bu vi-
rüs insan ayırmıyor. En büyük eşitleyici. Tom Hanks’miş, Prens Charles’mış dinlemiyor” dedik. Sonra ‘Wonder Woman’ yıldızı Gal Gadot, Natalie Portman, Will Ferrell, Sarah Silverman, Norah Jones, Sia gibi dostlarını bir araya getirdi. Toplaşıp en yüksek duyarlılıklarıyla Instagram’da John Lennon’ın ‘Imagine’ını söylediler. Yani belki de söyleyemediler. Bir avuç detone insanın, çok kötü bir montajla kadraja girdiği videodan, Will Ferrell’ın saçlarının karantinada zıvanadan çıktığını öğrendik. Malikânelerinde sıkılan ultra zenginlerin ‘Imagine, no possessions’ (Mülkiyetin olmadığını hayal et) diye mırıldandığı bir garipliğe şahit olduk. Bütün dünya tek odalı apartman dairelerinde, okula gitmeyen çocukların patırtısında, bir hastane odasında, metroda, otobüste, süpermarket kuyruğunda; gösterişli evi görünmesin diye bahçenin sıradan bir köşesini seçen Natalie Portman’ı izledi. H A Z İ R A N
2 0 2 0
134
İ S T A N B U L
27 milyon dolarlık ‘hapishane’den sesleniş!
Gadot, İtalya’da balkonlardan şarkı söyleyen halk görüntülerinden çok etkilendiğini, karantinanın altıncı gününde derin düşüncelere daldığını söylüyordu. Daha birinci hafta dolmadan Instagram yayınlarına ‘ev halleriyle’ hücum edecek ünlülerin gerçek hayattan tamamen kopuk fantezi dünyasına böylelikle sağlam bir giriş yaptık. Sonra Madonna güllü küvetinden “Virüs hepimizi eşitledi” dedi. David Geffen, 590 milyon dolarlık süper yatında karantinalanırken Grenadinler açıklarından günbatımı fotoğrafı eşliğinde “Umarım herkes güvendedir” mesajı paylaştı. Beckham ailesi Cotswolds’daki kır evlerine yerleşirken ‘zor şartlar’ yüzünden çalışanlarının bir kısmını işten çıkardı. Ellen DeGeneres, Santa Barbara’daki Bali esintili 27 milyon dolarlık evinden “Karantinada olmak hapishanede olmak gibi. 10 gündür aynı kıyafetleri giyiyorum ve etrafımdaki herkes gay” esprisi patlatırken Amerikan hapishanelerinde salgın yayılıyordu. L I F E
Natalie Portman, Gal Gadot, Mark Ruffalo gibi ünlüler malikânelerinden bağlanıp hepimize “Imagine no possessions” diye seslendiler (sağda). Bu sırada Hacı Sabancı yalısının iskelesini ‘dışarısı’ zanneden takipçilerine “Sakin ol champ” diyordu (altta).
Kahraman insan değildir Sakin olamayız, champ!
Aynı yatta değiliz
Sosyal medyada takip etmiş bulunduğumuz yıldızların, etraflarını sarmalayan dev prodüksiyonlar, editörler, şov dünyası araçları olmadan ne kadar vasat olduğuna can sıkıcı bir biçimde ayılıyorduk. Kim Kardashian’dan karantinada makyaj tavsiyesi dinleyecek kafa kalmadığını dinliyor, sadece ABD’de işsiz sayısı 21 milyonu aşmışken çoğumuzun yeni bir fondöten denemek istemeyeceğini anlıyorduk. Şöhretlerle yaşadığımız duygusal kopuşun getirdiği tuhaf yas hissiyle de tanışmış olduk. Kahramanlarımız tarafından hayal kırıklığına uğratılmışız, kandırılmışız gibi rahatsız bir histi bu. Pharrell’in çıkıp bilmem nereye bağışta bulunmamızı istemesinden alınıyorduk. “2-3 milyonuna kıy da sen ver!” diye atarlanasımız geliyordu. Öte yandan Kris Jenner gibi ‘reality’ yıldızlarının hiç hasta olmamasına rağmen evine, ayağına kadar gelen ekiplerce test edilmesi, COVID-19 testine ulaşımı olmadığı için hayatını kaybeden insanların dünyasında epey mide bulandırıcıydı. Hastayken Tom Hanks’le aynı semptomları gösterebilirdik belki ama virüsün kimseyi eşitlediği yoktu.
Türkiye’de de durum aynı. Müge Anlı doktor ayağına gelip migren testi yapsın istiyor; Hacı Sabancı, arasında milyonluk sosyoekonomik uçurum olan takipçilerini müthiş bir kibirle “Sakin ol champ” diye ezebiliyor; Demet Özdemir, Fahriye Evcen inanılmaz evlerinde, havuz kenarlarında #EvdeKal pozları veriyor. Aramız gitgide açılıyor. Sağlık çalışanları kendilerini korumak için şnorkel, kayak gözlüğü filan kullanırken Gwyneth Paltrow’un ultra profesyonel İsveç yapımı maskesiyle seyahat etmesi, Naomi Campbell’ın hazmat kıyafetiyle gezmesi kanımıza dokunuyor. Şöhret algımızın değişmesinde, şahit olduğumuz empati eksikliği, şımarıklık ve şuursuzluğun ötesinde daha ciddi sebepler de var. Dünya şimdiden pandemi sonrası açlık, kıtlık, Büyük Buhran’dan beter ekonomik kriz senaryoları konuşurken, milyarderler servetlerine 435 milyar dolar daha kattı. Avrupa’nın kırsalında, dağlardaki şatolarında, Karayipler’de karantinaya kaçan zenginler, maiyetleri ve özel uçaklarıyla hastane kapasitesi yetersiz kasabalara virüs taşıma riskini sallamadılar. Bir zamanlar ‘Lifestyles of the Rich and Famous’ izleyebilen bünyemiz, Jeff Bezos’la, Elon Musk’la kabak gibi ortaya çıkan adaletsizliği artık kaldırmaz oldu. Ama Madonna ve Ronaldo öldüyse de, yerine yeni kahramanlar geldi. Onlarsız yaşamanın mümkün olmadığını anladıklarımız doktorlar, hemşireler, kuryeler, öğretmenler, market çalışanları, çiftçiler… Elton John’un hayırseverliğine değil, Dr. Fauci’ye (ABD Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Direktörü Dr. Anthony Fauci; salgınla mücadelenin sembol isimlerinden), aşı bulmak için uykusuz çalışan bilim insanlarına muhtacız. Yeni hayranlıklarımız, şöhret konusunda yepyeni bir algımız var.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
135
İ S T A N B U L
L I F E
Tuvaletinden Instagram yayını yapan pijamalı bir Hollywood yıldızı o kahramanlık kaidesinden paramparça devrildi. Gündüz Vassaf, ‘Cehenneme Övgü’de “Kahraman insan değildir. Kahramanın eylemi ve halesinden yansıyan şeyler dışında, kahraman hakkında ne denli az şey bilinirse o kadar iyidir” diyordu: “Kahramanın, kahramanlığıyla ilgili olmayan günlük yaşantısı sansüre tabidir. Kahramanın horlaması, annesiyle sürtüşmeleri, şakaları, nefesinin kokması, yüzünün kızarması hakkında bir şey bilmeyiz, sabahları nasıl ruh hali içinde uyandığından haberimiz olmaz. Bu tür ayrıntılar, kahramanın insanileşmesinin başlangıcı, dolayısıyla ölümü demektir…” (Gündüz Vassaf, ‘Cehenneme Övgü’, İletişim Yayınları, 1999) Şimdi her saniyesine şahit olduğumuz bu sönük yıldızlarla ne yapacağız? Vanity Fair dergisi yazarı Richard Lawson, “Belki de ünlüler sosyal medyadan çekilmeli” diyor. “Ünlülerin Twitter gibi sesi çıkmayanların sesi olmakla idealize edilen bir platformda olması zaten hep garip değil miydi” diye soruyor. Belki de bu salgın sosyal medya alışkanlıklarımızı da bu anlamda değiştirecek. Şimdiden sıradan insanların hayatına TikTok’la girmekten daha çok keyif alır gibiyiz. Karantina döneminin beklenmedik yıldızı Britney Spears’ın paylaştığı, sanatçı Mimi Zhu’nun önerdiği gibi paranın eşit dağılımını konuşmaya başlayacağız. Futbolcuların, dizi oyuncularının, bir ‘event’te görünen şöhretlerin aldığı paraların hakkaniyetini tartışacağız. Bu sırada “Belki de fazla gösterişliyim diye insanlar albümümü almıyor” diyen Lana Del Rey gibi yıldızlar da kayıp giden meşhurluklarıyla ne yapacaklarını öğrenecekler. Artık mülkiyetsiz bir dünyayı hayal eden John Lennon’ın da Central Park’a bakan muhteşem ‘penthouse’unda (çatı katı) şarkılar yazdığını es geçip çarpık kahramanlara tapamayız. Bu virüs dünyanın adaletsizliğini yüzümüze çarptı. Ve anladık ki, sağlık kadar hakkaniyete de delice muhtacız.
Jared Wall
Karantina günlerini geride bıraktık, normalleşme adımları atmaya başladık. Yazarımızın da haklı olarak geleceğe dair tereddütleri, geçmişe dair özlemleri var.
Geleceği merakla bekliyor, geçmişe nostaljiyle bakıyorum Normalleşme denemeleri başladı ama çoğumuz normale dönmek konusunda tereddütlü. Yaz tatili planları yapmak, AVM’lere gitmek ya da çocuğu kreşe bırakmak çoğumuza güvenli gelmiyor. Bu durumda yapılacak şey ne? Geçmişi hatırlayıp geleceği hayal etmek. Ben de öyle yapayım dedim, geleceği tam hayal edemedim, merak edebildim. Geçmişi ise biraz parça parça hatırlıyorum.
GELECEĞE DAIR MERAK ETTIKLERIM…
- Sokak köpekleri de işlerin normale dönmesini istiyor mu? ‘Eski normal’de üzgün ve şişman görünürlerdi ama son zamanlarda onları yağsız, daha güçlü ve daha mutlu görüyorum. - Öğrenciler okulu mu, yoksa sadece arkadaşlarını mı özlediler? - Benim içemediğim Starbucks kahvelerini başka biri içiyor mudur? - Bütün bu sağlıklı ev yemeklerinden sonra vücudum acaba Burger King’e bir daha adapte olabilecek mi? - Acaba patronlar patronculuk oynamayı özledi mi?
H A Z İ R A N
2 0 2 0
136
- Son iki ayda aynı kiloda kalan olmuş mudur ki? - Avrupa da bizi, bizim onu düşündüğümüz kadar düşünüyor mu? - O aldığınız koşu bantları ne oldu?
GEÇMIŞTEN HATIRLADIKLARIM
- Bankalarda falan uzun sıralar olurdu. Yakın mesafeli sıralar oluşturabiliyorduk. - Toplu taşımada dip dibe gidiyorduk ve orada iyi rekabet eden kazanıyordu. - En kalabalık gece kulübü neresidir diye tahmin edip oraya gitmeye çalışıyorduk gibi hatırlıyorum ama bu artık pek işime yaramaz herhalde. - Yaz için plan yapılıyordu, bunu hatırlayan var mı? - Ekmeği kendimiz yapmıyorduk. O zamanlar hayatımızdaki en önemli insanların fırın ve market çalışanları olduğunu bilmiyorduk tabii. - İnanmazsınız, yaşlı insanlarla aynı ortama girdiğimizi hatırlıyorum bir zamanlar. - Fıçı bira diye bir şey vardı bir de...
İ S T A N B U L
L I F E
I B A Y İL E R D E IS Y SA L E Z Ö N ’İ İH R A T S A L AT
100. YILINDA BİRİNCİ MECLİS
Harbiye sıralarından Cumhuriyetin doğuşuna
GAZİ MUSTAFA KEMAL Mustafa Kemal’in öğrencilik yılları Birinci Meclis’e doğru 23 Nisan’a giden yol İngiliz gazeteci Grace Ellison Ankara’da Tarih tezi ve dil araştırmaları Yeni toplumun inşası Devrimler böyle anlatıldı: La Turquie Kemaliste Atatürk’le sembolleşen mekânlar Çankaya Köşkü’nde sinema Nadir fotoğraflarında genç Mustafa Kemal
HEPSİ VE DAHA FAZLASI Atlas Tarih’te
yaz düşleri
D R . TA LAT PARMAN
Alnına koyamamak veda busesi... Yoğun bakımda olduğu için son kez öpüp dokunamadınız. Acil önlemler yüzünden bir cenaze töreni düzenleyemediniz. Karantina sürecinde olduğunuz için acınızı başkalarıyla paylaştığınız yas süreci geçiremediniz... Virüs nedenli ya da değil; bu dönemde ölen yakınlarınızın ardından yaşadıklarınız, daha doğrusu yaşayamadıklarınız, yaşamınızı çok ağır etkileyebilir. Peki ‘vedalaşamamak’ bizi neden derinden yaralar? Psikiyatr/psikanalist Dr. Talat Parman kaleme aldı.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
138
İ S T A N B U L
L I F E
Nisan ayında, Antalya’da yaşamını yitiren ve ölümünden sonra yapılan COVID-19 testi pozitif çıkan bir kişinin defin anı. Bu dönemde, bildiğimiz cenaze töreni ritüelleri yerine getirilemeden toprağa verilen binlerce kişiden sadece biri...
H A Z İ R A N
2 0 2 0
139
İ S T A N B U L
L I F E
Arapça kökenli veda sözcüğü, ‘ayrılırken hayırlar dileme, konuk giderken onu uğurlama, yolcu etme, esenleme’ gibi anlamlara geliyor. Elbette ayrılığı çağrıştırıyor ve onu hafifletmenin bir olanağını sunuyor. Yalnızca kalan için değil, giden için de kuşkusuz. Karşılaşmalardaki, buluşmalardaki selamlaşmalar, merhabalar kadar ayrılırken vedalaşmak da önemli. Çünkü başlangıca yapılan vurgu sonda da olmalıdır. Bir karşılaşmanın selamsız sabahsız geçiştirilmesi kadar, ayrılmanın da uğurlamasız olması uygun karşılanmaz. Doğarken karşılanıyorsak, ölürken de uğurlanmalıyız. Ancak şimdi olduğu gibi; ya buna olanak yoksa? “… Aynı akşam, damadımız Halberstadt’dan endişe verici bir telgraf aldık. Kızım Sophie, 26 yaşında ve iki erkek çocuğunun annesidir, gribe yakalanmış; dört günlük hastalıktan sonra 25 Ocak sabahı vefat etti. Trenler çalışmadığından oraya da gidemedik. Karım çok allak bullak oldu, şimdi yolculuk için hazırlanıyor; ancak Almanya’daki yeni karışıklıklar bu projenin gerçekleştirilebilmesini kuşkulu hale getiriyor. O zamandan beri bir ağırlık var hepimizin üstünde, bunun çalışma gücümü de etkilediğini hissediyorum. İkimiz de bu korkunç durumun üstesinden gelemiyoruz; çocukların anne-babalarından önce ölmesinin.” 14 Mart 1920 tarihli bu satırlar, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un, dostu, ünlü varoluşçu psikiyatr Ludwig Binswanger’a yazdığı mektupta yer alıyor. 19181920 yılları arasında salgın yapan İspanyol gribi, dünya çapında 500 milyondan fazla insana bulaşmış ve 50 milyonunun da ölümüne neden olmuştu. Bugün yaşadıklarımıza benzer biçimde, bundan tam yüz yıl önce de bir virüs salgını nedeniyle toplu ölümler olmuş ve günlük yaşam temelinden sarsılmıştı.
ÇÜNKÜ BAŞLANGICA YAPILAN VURGU, SONDA DA OLMALIDIR
Bu mektuptaki her bir unsur üzerinde ayrı ayrı durulabilir. Örneğin çocuk kaybının anne-baba için dayanılmazlığı ve belki de düşünülemezliği (çocuğunu yitirenin adı yoktur değil mi; dul veya öksüz-yetim denmez, sahi onlara ne ad verilir?) ele alınabilir. Ya da Freud’un ölüm dürtüsünü kızı Sophie’yi yitirdikten hemen sonra tanımladığından da yola çıkılabilir. Ancak ben burada, Freud’un kızının son anlarında yanında olamaması ve ölümünden sonra cenazesine de katılamaması yani ‘vedalaşamaması’ üzerinde durmak istiyorum. Freud’un Viyana’dan, Hamburg’da hastalanıp ölen kızının yanına gidip onunla vedalaşamamasına benzer yüzlerce ve belki de binlerce olayı bugün bizler de yaşıyoruz. Hasta yakınlarımızın yanına gidemiyor, gidebilsek bile onlara sarılamıyor, hatta dokunamıyoruz. Ölülerimizin cenazelerine katılamıyor, katılabilsek bile cenaze ritüellerini alıştığımız gibi gerçekleştiremiyoruz. Kısaca onlarla vedalaşamıyoruz. Bu da çok büyük bir eksiklik duygusu yaşamamıza neden oluyor. H A Z İ R A N
2 0 2 0
140
Van Gogh’un 1890’da, intiharından iki ay önce, ne olduğu anlaşılmayan ciddi hastalığından iyileştiği zaman yaptığı ‘Üzgün Yaşlı Adam (Sonsuzluğun Eşiğinde)’ adlı eseri. Tablo sanat tarihinde, depresyon sırasında yaşanan çaresizlik ve umutsuzluğu en iyi anlatan eserlerden biri kabul ediliyor.
İ S T A N B U L
L I F E
KALANLAR KENDINI GÜVENDE HISSETSIN DIYE...
Peki ölülerle vedalaşmak yani tüm bu ritüeller neden bu denli önemli? Fransız sosyolog, antropolog ve tanatolojinin (ölümbilimi) kurucusu Louis-Vincent Thomas’nın ‘Ölüm Ritüelleri’ başlıklı kitabının altbaşlığı ‘Yaşayanları Rahat Bırakmak İçin’dir. Elbette ölüm ritüelleri, aslında yaşayanların kendilerini rahat hissetmeleri içindir. Hiçbir toplumun ritüelsiz yaşayamadığını belirten Thomas, bunların geçici ve rastlantısal
YENI ANNELER DE DEPRESYONA GIRER ÇÜNKÜ DOĞUM DA BIR AYRILIK
olanı zapt etmek için bir güvence olarak icat edildiğini söyler. Böylece belirsizliğin yarattığı kaygıya karşın çok belirli ve düzenli bir yaşantı örgüsü sunarlar. Hemen her şey en küçük ayrıntısına kadar öngörülmüştür. İçinde yaşadığımız durumun geçiciliği (elbette en azından bir gün geçeceğini umuyoruz), rastlantısallığı (virüse yakalanma ve hastalığın gelişim süreci şüphesiz belli koşullarla belirleniyor ama bu, yaşadığımız olgunun genel rastlantısallığını ortadan kaldırmıyor) ve nihayet belirsizliğinin ağırlığı (ne kadar sürecek, nasıl bitecek sorularının yanıtlarının henüz olmaması); bütün bunlar, eğer Louis-Vincent Thomas’nın önermeleri doğruysa, bizim bu dönemde ölüm ritüellerine eskisinden çok daha fazla gereksinim duymamızın nedenini açıklıyor. Yaşamda ortaya çıkan ani değişiklikler karşısında (elbette ölüm bunların en önemlilerinden biri) ritüeller, birtakım toplumsal uygulama ve simgelerden yola çıkarak bazı reçeteler, davranış biçimleri öneriyor ve böylece kuşkuların dağılmasını, ölüm örneğinde olduğu gibi yasın tutulmasını sağlıyor. Ölünün ardından yedisinde, kırkında, yıldönümünde yapılan ritüeller yaşanan süreyi de kontrol etmemizi kolaylaştırıyor. Yatıştırıcı, yapılandırıcı ve elbette güvenlik verici etkileriyle gelecek kaygısının kısmen de olsa ortadan kalkmasına katkıda bulunuyorlar.
Bir yakınım, ağır bir hastalık geçirirken ‘Sizi bırakıp gitmek istemiyorum’ demişti. Çünkü ruhsallık bedendeki ölümcül değişiklikleri çok önceden haber alıyor. Bebeğe ilk dokunuş kadar ölmekte olana son dokunuş da çok değerli. H A Z İ R A N
2 0 2 0
141
İ S T A N B U L
L I F E
Thomas, cenaze törenlerini, yani bir ölünün ardından yapılanları da dönüşümleri vurgulamak için bu ‘geçiş’ ritüelleri arasında sayıyor. Ona göre anne karnından dünyaya geçiş olan doğum, çocukluktan erişkinliğe geçiş olan ergenlik gibi, canlı oluştan cansız oluşa geçiş olan ölüm de bir dönüşüm (metamorfoz). Dönüşüm, varoluşta temel bir durum değişikliği demektir ve ritüeller de buna topluluk olarak bir yanıt verilmesidir. Ölüm ritüellerinin yas sürecine katkısı işte bu nedenle önemli. Bir ayrılığın yası kadar, bir dönüşümün de yasını tutmak gerekiyor çünkü. Doğumun bir ayrılık olduğunu ve elbette yasının tutulması gerektiğini, kimi annelerin doğum sonrası girdiği depresyon durumundan biliyoruz. Doğumun yasını anne tek başına tutmuyor. Sigmund Freud’un yakın çalışma arkadaşı ve ilk psikanalistlerden olan Sandor Ferenczi, ‘Thalassa’ başlıklı çarpıcı kitabında, insanın yaşamı boyunca anne karnındaki ‘deniz’e dönme arzusunda olduğunu ve bunun yasını tutmanın hiç de kolay olmadığını öne sürüyor. Yani bebek de o güvenli, korunaklı ve sorunsuz ortamdan ayrılmanın, Freud’un deyimiyle ‘dünyaya atılmış’ olmanın yasını tutuyor. Başka bir dönüşüm dönemi olan ergenliğin hayli hüzünlü ve yas dolu bir süreç olduğunu bizler yaşımız gereği unutmuş olsak bile, çevremizdeki ergenlerde bunu gözlemleyebiliriz; ki onlar için sorun, elbette ‘o mutlu çocukluğun’ yasını tutmaktır. Dahası, çocuklarının ergenliğe girmesiyle anne-babaların da orta yaşa girerek başka bir yasa, gençliklerinin sonlandığını kabul etmenin yarattığı yasa savrulduklarını da belirtmek gerek. Bu iki örnekte, dönüşümü yaşayanla çevresindekiler farklı açılardan da olsa bir ayrılık ve yas yaşar.
SADECE UĞURLAYAN DEĞIL ÖLMEKTE OLAN DA KENDI YASINI TUTAR
Her ayrılık bir dönüşüm oluşturmasa da, her dönüşüm bir ayrılığa yol açar ve bir yas gerektirir. O nedenle doğum, ergenlik gibi ölüm de biyolojik göndermesiyle birlikte bir dönüşüme ve dolayısıyla bir yasa yol açar. Ölüm söz konusu olduğunda durumun farklı olduğu ve yas tutması gereken kişinin kendisi değil, diğerleri olduğu öne sürülebilir. Acaba bu gerçekten böyle mi? Bir yakınım, ağır bir hastalık geçirirken “Sizleri bırakıp gitmek istemiyorum” demişti. Fransız psikanalist Michel de M’Uzan, başlığını ‘Ölüm Uğraşı’ olarak çevirebileceğimiz yazısında işte tam da gidecek, ayrılacak, yani ölecek olanın ruhsallığından söz ediyor. Ölüm sürecinde oluşanların daima biyolojik ve fizyolojik açılardan incelendiğini, bu süreçte ruhsal aygıtta bir değişiklik meydana gelip gelmediğinin sorgulanmadığını vurguluyor. O zaman şu soruyu soruyor: Peki ölüm, ölmekte olan için bir ruhsal olgu olarak nasıl ele alınabilir? Bu sorgulamalar onu, ölüm söz konusu olduğunda yalnızca kalanların değil, gidenin de bir süreç içinde olduğuna, yani bir anlamda yas tuttuğu sonucuna götürüyor. Ancak ölüm, ölen için de bir yas ise eğer, ölmekte olanla onun ardından yas tutan arasında bir ayrım yapmak yine de gerekebilir. Michel de M’Uzan bunu yaparken zamansallık (temporalité) üzerinde duruyor. Ölüm döşeğindekinin diğerlerine göre daha az zamanı kalmıştır, üstelik bu, onun son uğraşı olacaktır. Böylesi bir anda zamansal verilerin olağanüstü yoğunlaşması söz konusu ve bu uğraş hayli erken başlıyor aslında. Çünkü ruhsallık, bedendeki ölümcül değişiklikleri çok önceden haber alıyor. Belki de bu yüzden ölenin ötekine gereksinimi tıpkı bebeklikte olduğu gibi artıyor ve son ‘çift ilişkisi’ (dyade) isteği-arayışı işte o nedenle oluşuyor.
1918 yılında patlak veren ve o dönemi kasıp kavuran İspanyol Gribi’nin bir kurbanı da Gustav Klimt’ti. Avusturyalı ressam salgın yüzünden ölmeden birkaç yıl önce, Birinci Dünya Savaşı yüzünden yaşanan yoğun can kayıplarından çok etkilenmiş ve 1910-15 yılları arasında tamamladığı düşünülen ‘Ölüm ve Yaşam’ adlı çarpıcı eserini yapmıştı.
MESELE, AYRILIKLARA GEREKEN YANITI VEREMEMEK...
sinimi varsa, o anda onunla olmak hiç tartışmasız bir görev ve ‘yanımda olun’ isteğine verilmesi gereken bir yanıt. Ölüm ritüelleri de tam da bu açıdan ölene, ölüm anında yanında olamasak da simgesel olarak dokunabilmeyi sağlamaları açısından çok önemli. Vedalaşmak bir soruya değil ama bir duruma, olaya, temel değişikliğe ve asıl önemlisi ayrılma isteğine bir yanıt vermek demek. Bugün eksikliğini hissettiğimiz işte bu gidişlere, bu ayrılıklara gereken yanıtı verememek. Ayrılanların, gidenlerin yanında olup onlara gerçek anlamda da simgesel olarak da dokunamamak. O zaman, ölüm ritüelleri biz yaşamda kalanlar içinse eğer, tam da bu nedenle rahat olamıyoruz. Vedalaşamadığımızdan. En zoru da bu değil mi zaten!
De M’Uzan, ölüm döşeğinde olanlar için bedensel temasın önemini tam da bu yüzden özellikle vurguluyor. Öyleyse ölmekte olanlara sarılmak ya da en azından dokunmak, yaşamda kalanlar için olduğu kadar ölmekte olan için de çok değerli. Bir diğer yakınımın, hayli uzun süren ölüm uğraşını, ancak çok sevdiği damadı ve torunu çok uzaklardan gelip ona dokunduklarında sonlandırdığını anımsıyorum. Bebeğe ilk dokunuş kadar ölmekte olana son dokunuş da çok değerli. Kuşkusuz her iki taraf için de! Eğer ölmekte olanın biz yaşamaya devam edenlere bu denli gerekH A Z İ R A N
2 0 2 0
142
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
Peki ya ‘normal hayat’a dair özlediklerimiz bize eski tadı vermezse? Salgın sürecinden geçerken ve belki de yavaş yavaş çıkmaya başlarken zihnimiz hangi evrelerden geçti? Klinik psikolog, çift ve aile terapisti Dr. Didem Doğan, pandemideki psikolojik kaydımızı kaleme aldı.
Salgın sürecinin içinden geçerken ruh sağlığı uzmanları olarak biz de tam olarak neler olduğunu anlayamıyoruz. Ancak düşünme biçimimiz gereği zihnimizde bir “Şimdi bana ve insanlara ne oluyor” araştırması içindeyiz. Olanlara ve duyduklarımıza bir anlam verme, bilgiler arası veya davranışlar arası bağlantıları birleştirme, güncel gelişmelerle değişen davranışları takip etmeye dair bir hevesimiz oluyor. Benim de olanlara dair gözlemim, bu korona tünelinden, birbirine karışmış birtakım evrelerden geçmekte olduğumuza dairdi.
BIRINCI EVRE: ŞAŞKINLIK VE ŞOK
Küçük çocuklarmışız gibi sürekli uyarılar alıyorduk: “Ellerinizi sabunlayın, yabancılarla görüşmeyin, evden dışarı çıkmayın, iyi beslenin, hasta olmayın”… Galiba evin dışında büyük bir canavar vardı ve arada bir camı tıklatıp ha bire kendini hatırlatıyordu. Evin içinde bir ölçüde güvendeydik, ta ki kapıyı hafif aralayana kadar… Beynimiz alarm durumundaydı, tepemizdeki dedektör hep açık duruyordu, çok yorucuydu. Henüz dış dünyadan kopamamıştık. Yüzümüz dışarıya dönük, gözümüz de hâlâ dışarıdaydı. Olanları anlayamıyor, anladıklarımızdan da terörize oluyorduk. Bir bilgi sağanağı altındaydık; bazı bilgiler ‘olanları hafife almamıza’, bazıları da ‘ödümüzün patlamasına’ sebep oluyordu. Bir an hiçbir şeyi anlamıyor ve ardından her şeyi tamamen anlıyorduk;
algımız ve anlayışımız anbean değişiyordu. Şaşkındık, dikkatliydik. Yaşam dürtüsü, ölüm dürtüsüne savaş açmıştı. Sağ kalma moduna geçtik. Ya savaşacak ya kaçacaktık. Bir de ölü taklidi yapabilirdik… Dünyamızın bir ucunda bilinmezliğin getirdiği korku, aşırı kaygı ve panik duyguları; diğer ucunda ise virüsün varlığına inanmaya, olanı anlamaya dair direnç, komplo teorilerinde salınma isteği, lakaytlık ve söylenenleri pek de ciddiye almamak hüküm sürüyordu (İnkâr etmeye ihtiyacımız vardı). Zihinlerimiz başka bazı gerçekliklere kaydı. Sanki distopik toplumlara dair bir filmin içindeydik. Bir gün okullar kapandı, sonra sokaklar boşaldı ve yavaş yavaş dükkânlar kepenk indirdi. Böyle olunca zihin filmi ileri sarıyordu. Tıpkı böyle filmlerde olduğu gibi, bazılarımız salgın bittiğinde dünyanın kalanlarla ütopik bir cennete döneceğini düşünmeye başladı. Umuda ihtiyacımız vardı ve içinde bulunduğumuz durumun, bu kısıtlılığın ve yoksunluğun ileride muhteşem bir bedeli/ödülü olmalıydı.
ÜTOPIK BIR SON: YENI DÜNYA
Yeni dünya, hepimize mucizeleriyle uzaktan el sallıyordu. Bu sıkıntılar bittiği gün hayatta kalanlarla barış içinde, adaletli, sağlıklı, sosyal bir düzen kuracak, kardeşçe yaşayacaktık. İnsanın böyle bir kurtarıcıya nasıl da ihtiyacı varmış... Bu kurtarıcı bir salgın
H A Z İ R A N
2 0 2 0
143
İ S T A N B U L
L I F E
DR. DİDEM DOĞAN
bile olabilirmiş. Aslında farkında olmadan filmler kadar, dini öğretilerden de etkileniyorduk; dünyada zorluklar çeken insanların sonunda büyük ödülle mükâfatlandırılacağına dair dinsel inançlardan besleniyorduk. Kafamız çok karışıktı ve panik halimizde bunlar bizi güzelce oyalıyordu: ‘Dünya değişiyor’du (Burada da inkâra ihtiyacımız vardı).
BURADA DA MI EŞITSIZLIK?
Tam bu dönemde; eve kapananlar, evden çalışanlar, ücretli-ücretsiz izinler derken büyük eşitsizlik yeniden belirginleşti. Evde oturan şanslılarla ‘virüslü sokakta’ çalışan insanların koşulları eşit miydi? Tabii ki hayır. E ama ütopik son, ödül? Yok canım o kadar da değil. Ya da herkes için değil. Eve kapanmalar bazı evlerde maalesef aile içi şiddet, erkek şiddeti, çocuğa yönelik istismar ve ihmallerin artmasına vesile olmuştu. Kadın, çocuk ve dezavantajlı bireyler için hayat daha zorlaştı. Kadınlar çok yoruluyordu (eğer evden çalışıyorlarsa bir de ev işleri üzerlerine bindi); çocuklar sokağa bile çıkamadan (birbirleriyle “Uzaktan eğitimi en iyi biz kurduk” diye yarışan okulların yüklediği) sorumluluklar altında ezildiler; engelli bireyler ve
farklı gelişen çocuklar özel eğitimlerine gidemedi, fizik tedavilerini alamadı, üstelik nedenini de anlayamadı… Aile sistemi zorlanıyordu. Esas problemler gün yüzüne çıkmaya, sorunlar sağdan soldan patlak vermeye başlamıştı. Bütün bu olanlar çift ilişkilerini sıkıştırmaya başlayacaktı. Salgının başında bana ilk sorulan sorular, “Çiftler aynı evin içinde nasıl zaman geçirecekler, nasıl anlaşacaklar” olmuştu. Halı altına süpürülen sorunlar, sürekli birlikte olan kişileri rahatsız eder olmuş, tahammülsüzlükler artmaya başlamıştı. Bağışıklık sistemi zayıf ilişkilere virüs bulaşıyordu.
İKINCI EVRE: ENDİŞE
Derken ikinci evreye geçtik. Hastalık ve salgın hakkında daha çok bilgi toplamaya, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyor, birbirimizi bilgilendiriyor, mesaj gruplarında aynı iletinin defalarca paylaşılmasına tahammül etmeye çalışıyorduk. Aşırı takip, aşırı önlem, aşırı evham, aşırı bilgi alma, aşırı oyalanma ihtiyacı zamanındaydık. Esas ihtiyacımız belki de elimizden kayıp giden, yaşamımıza dair kontrol hissini yeniden kazanmaktı. Eşzamanlı olarak psikosomatik semptomlar göstermeye başladık. “Göğsümde bir ağırlık var sanki, ne o öksürdün mü, ateşim mi var benim?” Dönemi nasıl geçireceğimizi söyleyen uzmanlar çıktı hemen
H A Z İ R A N
2 0 2 0
144
İ S T A N B U L
“Yaşlıları ve gençleri (toplumun en korktuğu iki grubu) eve tıktık, yetişkin ve orta yaş sınıfı yönetimi ele aldı.” ertesi gün, sanki böyle bir zaman geçirmişler de önerilerini ona göre yaparlarmış gibi: “Evde şunları yapın, çocuklarla bunları oynayın, yetişkinlerle şöyle…” Birilerinin bize bir şeyler söylemesine ihtiyacımız vardı. Sadece bugün değil aslında. Hep. “Bir durun; ne oluyor içinizde? Bir durun; duygunuzu, korkunuzu, üzüntünüzü bir yaşayın bakalım ne olacak?” diyordum… Ama bakamazdık. Belki en zor ve en derin evre bu olabilirdi.
ÜÇÜNCÜ EVRE: ALIŞMA
Yüzümüz artık eve dönmüştü, eve alışmaya başlamıştık. Yeni bir dil öğreniyorduk; sokağa çıkma-sokaktan dönme kuralları, gelen öteberinin eve giriş ritüelleri… Evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, hatta eşimizi/sevgilimizi yeniden tanımaya başladık. Kâh memnun kaldık, kâh stresin de etkisiyle, zorlandık. Belki bazılarımız yakınlarından fiziksel olarak uzaklaşıp L I F E
d u y Ba-
gusal olarak yakınlaştı. zılarımız iç dünyalarına döndü, kendilerine yakınlaştı. Evde kalanlarımız hobilerini hatırlamaya başladı; değişiklikler yaptı. Temizlik, yemek, düzenleme, yeni kurallar derken (kaygı, korkular bir düzeyde sürdüğü halde) neredeyse bu ‘yeni dünya’ya alışır olduk. ‘Yeni normal’ belki de buydu. Uyumlandık, bir defa daha, bize yaşamla gelene. Bazıları bir ölçüde sevdi de bu yeni düzeni. Üretkenlik üst seviyede. İcatlar, tamiratlar, boyamalar, internet üstünden yoga kampları, Zoom’lar, Skype’lar, capcanlı yayınlar havada uçuştu. Yepyeni bir dünyaydı işte bu! Ama eskisi gibi kirletilmeye ve hızlanmaya müsaitti yine de. Yaşlıları ve gençleri (toplumun en korktuğu iki grubu) eve tıktık, yetişkin ve orta yaş sınıfları yönetimi ele aldı, bir defa daha. Ama bu evrede artık bir ölçüde kabul var. Hırçın isyanlar büyük ölçüde azaldı, distopik toplum görüntülerine alıştık, ütopik yarınlar konusunda sakinleştik, kaygı görece azaldı ama yok olmadı.
DÖRDÜNCÜ EVRE: UMUT
Avrupa’da ve ülkemizde kademeli normalleşme tarihleri konuşulduğunda aniden geçtiğimiz bu dönemde birden yüreğimize beklenen su serpildi. İşte bugünleri de geride bırakıp hemencecik unutacağımız günler geliyordu. Öyle ya, eski hayatımıza dönebilirdik belki de çok yakında (Oysa ki aynı suda iki kere yıkanılmaz, o eski hayatımızda bu deneyimin etkisi mutlaka olacak. Dolayısıyla asla tam olarak eski hayat olma-
yacak). Birden ne kadar çok sabrettiğimizi, ne kadar çok yorulduğumuzu ve tükendiğimizi, aslında birçok şeyi nasıl da özlediğimizi daha çok fark eder olduk bu evrede. Havalar ısınıyordu, sokaklar ve sahiller cazibesini göstermeye başlamıştı. Baharla ve yazla birlikte lütfen her şeyi geride bırakabilir miydik? Özgürlük, hayal kurabilmek değil miydi? Hayal kurabilmeye başladık! Artık kim tutar bizi evlerde!
YENI NORMAL, YENI KAYGILAR
Peki ama evden nasıl çıkacağız? Sosyal mesafe ve maske yeterli olacak mı? Marketler, işyerleri, toplu taşıma fazla tehlikeli değil mi? Tehlikeden o kadar çok bahsedildi ki, tehlikenin azaldığına şimdi nasıl inanacağız? Kaygılarımız, bu dönemin belirsizliğinde yeniden artacak, yeni-eski normal hayata alışmak da yeni bir adaptasyon daha gerektirecek. Ancak insan, adaptasyonu ve dayanıklılığı çok gelişkin bir canlı. Bu duruma uyumlanırken yeni kurallar ekleyeceğiz iletişim ve ilişkilerimize belli ki. Sosyal mesafe ve maskeler, açık havalarda görüşmeler gibi.
ÖZELEŞTIRI YAPMADAN OLMAZ
Geride kalmakta olan zamanları anlamanın yanı sıra vicdanın sesini dinleyip biraz özeleştiri de yapmalıyız. Hem kendi deneyimimizle hem de toplumsal deneyimle yüzleşmeliyiz. Ancak bu şekilde olanlara dair bir anlam yaratabiliriz. İlginç bir şekilde, bütün bu izolasyonun sebebi olan, yani olmaması için çabaladığımız konular, en az konuşulan konular oldu. Yani ‘Evde nasıl sıkılmayız’ başlığı kadar konuşulmadı kayıplarımız, hastalarımız, hasta yakınları, çalışmak zorunda kalan sağlık emekçilerimiz veya türlü risklerle çalışmaya devam eden market çalışanları, ofis görevlileri, belediye işçileri, hastane
personeli, kargo şirketlerindeki çalışanlar ve aklıma gelmeyen diğer emekçiler... Ölümler konuşulmuyor, isimleri dahi geçmiyor, ailelerin kaybı kabulüne küçük de olsa bir destek olacak törenler zaten yapılamıyor, insanlar yapayalnız üzülüyorlar kayıplarının ardından. Acaba biraz durup nasıl destek olacağımızı düşünse miydik? Nasıl bir birlik ve dayanışma tertip edilebilirdi; nasıl bir saygı, empati, beraberlik düşünülebilirdi? Belki sadece biraz sükûnet içinde olmak bile bir dayanışma olabilir miydi? Hayatını kaybedenler için, yalnızlaşan ve azalan yakınları için, ölümden dönen hastalar, çok korkan yakınları için... Çeşitli dernekler ve platformlar maddi-manevi destek, psikolojik dayanışma içinde var oldular. Ancak devlet eliyle ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte kaybettiğimiz insanların isimlerine saygıyla bir tutum sergilenseydi; yakınlara destek verebileceğimiz imkânlar düşünülebilseydi... Elbette herkes için zordu, biliyorum ama bazılarımız için elbette çok daha acı vericiydi.
BEŞINCI EVRE: MEÇHULE YOLCULUK
Beşinci evre nasıl olacak bilmiyorum. Adaptasyonu bolca barındıracağı kesin, belki de özlenen ne varsa koşarak üstüne atlanacağı da. Ya özlenenler bize beklediğimiz tadı vermezse artık? O zaman yeni dünyadan nasıl bahsedeceğimizi merak ediyorum. Sahi, hangi normal hayata geri dönüyoruz ki biz? Normal bir hayat mıydı yaşadığımız? Özellikle kent yaşamı içinde gerçekten ‘normal’ miydi yaşadığımız o şey? Hafta sonları yaşadığımız derin sessizliklerden sonra o döndüğümüz kaotik şey mi normal olacak? Hızın ve çalışma hayatlarının, veww rimliliğin esiri olduğumuz o hayat mı normal olan? Herkesin normali kendine...
“Bağışıklık sistemi zayıf çiftlerin ilişkilerine virüs bulaşıyordu.”
H A Z İ R A N
2 0 2 0
145
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Eski İstanbul pavyonlarını neden özlüyor? Lakerdasını ve taramasını sayıkladığı balıkçı neresi? Lokanta işletmeciliğinin bugününü nasıl görüyor? Reha Tanör’le yaşam ve lezzet hikâyelerini topladığı ‘Levrek Buğulama da İstemeyin Ama’ kitabı için buluştuk, uğramadık durak bırakmadık.
Bu kitapta okuyacaklarınızın hiçbiri ‘öylesine’ değil... Bir yaşam ve sohbet gurmesinin keskin zekâsına, engin yaşam deneyimine ve alaycı kalemine yaslanan eşsiz bir anlatı yolculuğu... Reha Tanör, hukuk, iktisat ve finans kitaplarından sonra bu kez de yaşama ve gastronomiye dair lezzetli sohbetleriyle karşımızda. Tanör’ün Yazardan Direkt Yayınevi tarafından yayımlanan sohbet sofrasına davetlisiniz.
deneyimleri okura aktarıyor. Kitaptaki lokasyonları seçmenize neler etken oldu? Ben çok iyi otel ve lokanta seçerim. Gittiğim her yerde kendime göre iyi olanları seçtim. Bunlar arasında çok isim yapmış, pahalı olanlar da vardı, hiç kimsenin bilmediği çok mütevazı yerler de… Kişisel tercihlerim ve zevklerim beni nereye sürüklediyse oraya gittim. Sonuçta iyi bir repertuvar oluştu.
Sizi ekonomist olarak tanıyoruz. Levrek buğulama da nereden çıktı diye sorsam... 50 yıllık bir iş hayatım var. Türkiye’de agro-endüstrinin kurucularından ve ihracat hamlesinin öncülerindenim. 70’li yıllarda başlayan iş gezilerimde hem çok yer gördüm hem de çok lokantada yiyip içtim ve tabii çok yerde de başıma çok iş geldi. Bunları zaman zaman arkadaş grubuma yazıyordum. Onların teşvikiyle yazdıklarımı 2016’da ‘Restaurants and Tales’ adlı bir blog’da topladım. Bu blog daha sonra aynı adı taşıyan bir kitaba dönüştü, ABD’de yayımlandı ve beğenildi. İçindeki bazı yazılar Amerikan online dergilerinde yer buldu. İngiltere’deki ünlü kısa hikâye dergisi Christopher Fielden da bu serüveni yayımladı. 50 sene gezerseniz, anlatacak da çok şeyiniz olur elbette. Bunları iki kitapta topladım. Önce ‘Levrek Buğulama da İstemeyin Ama’ yayımlandı, arkasından da ‘O Kızın Öpüşmesi de Böyleyse’ gelecek. Her iki kitap da gastro-sohbet türünde. ‘Restaurants and Tales’ hakkında yapılan değerlendirmelerde ‘gastro-filozofu’ gibi yorumlar da yapılmıştı. Ben ‘basit sohbetler’ olarak tanımlamayı yeğlerim. Hani “Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” denir ya; ben hepsini birden anlatıverdim.
NEW YORK’TA BİZİ KOCAMAN FARELER UĞURLADI Londra’dan Capri’ye, Bodrum’dan Tokyo’ya birçok adres yer alıyor bu kitapta. Gittiğiniz tüm bu yerler içinde sizi yemek kültürüyle en çok neresi şaşırttı? Hiçbiri! Ben iş gezilerine 70’li yıllarda önce doğu komşularımızdan başladım. Irak, Suriye, İran, Arabistan derken, ardından Avrupa, Asya ve ABD geldi. Gittiğim her yerde oraya özgü olanı yemeye çalıştım. Kahire’de sokak yemeklerini de yedim, Paris’te Fransız mutfağının en iddialı yemeklerini de… Hiçbirinde beni şaşırtan bir şey olmadı.
Kitabın ismi neden ‘Levrek Buğulama da İstemeyin Ama’? Bu cümleyle ilgili bir bölüm var fakat özellikle neden bu ismi seçtiniz? Dediğiniz gibi, yazılardan birinin başlığı buydu. Bunun çarpıcı, satacak bir başlık olduğunu düşündüm. Ne de olsa eski satıcıyım. Biz elimizde Bond çantalar, dünyayı dolaşıp satmaya başladığımızda Türkiye’nin toplam ihracatı 2 milyar dolardan ibaretti. 180 milyar dolarlara böyle geldik. Bakalım bu kitap kaç tane satılacak?
Enteresan bir şey söylüyorsunuz. Neden böyle oldu sizce? Neden, bilmiyorum. Ben aslında yemeğe çok da düşkün değilimdir. Beni daha çok lokantaların genel havası, müşterileri, oradaki sosyokültürel yapı ilgilendirir. Böyle bakarsanız, şaşırdıklarım oldu elbette. New York’un çok pahalı bir lokantasından çıkar çıkmaz bizi kocaman farelerin uğurlamasına şaşırmıştım mesela. Şaşırmıştım çünkü o zamana kadar New York’ta fareler sadece metroda gezer sanıyordum. İlk gittiğim yıllarda Londra’nın en ünlü otellerinden Hyde Park Hotel’de (sonradan Mandarin Oriental oldu) meyvelerin büyüklüğüne şaşırmış ve bizde böylelerinin olmamasına hayıflanmıştım. Yıllar sonra öğrendik ki bunlar hormonlu türlerin ilk örnekleriymiş. Ha, bir de Bağdat’taki bir olay var ama ona şaşırmak değil, şaşkınlık demek daha doğru olur. Meşhur Al Rasheed Hotel’in bodrum katında arak içiyorduk ki otele bomba düştü. Biz bodrumda kafa çekmek yerine yukarıdaki çayhanede çay içiyor olsaydık, gitmiştik. O şaşkınlıkla “Alkol öldürür derler, bizi kurtardı” dediğimi hatırlıyorum.
Bu kitap sizin birçok ülkeye yaptığınız yolculukları ve orada yaşadığınız
Kitapta gençliğinizdeki Beyoğlu çok keyifli anlatılıyor. En çok neleri öz-
H A Z İ R A N
2 0 2 0
147
İ S T A N B U L
L I F E
Yazardan Direkt Yayınevi’nden çıkan kitap 286 sayfa, fiyatı ise 35 TL.
“Aslında yemeğe çok da düşkün değilimdir. Beni daha çok lokantaların genel havası, müşterileri, oradaki sosyokültürel yapı ilgilendirir.” lüyorsunuz o dönem Beyoğlu’ndan? Pavyonları özlüyorum bir tek. Onun dışında geçmişe hiç özlem duymam. Geçmişin hayranları, geleceğin kurucuları olamazlar. Ben geleceği inşa etmeye soyunanların safında yer almak isterim. Yalnız, pavyonlar gerçekten büyük bir okuldu. O zamanki dansözler de dansözdü. Özcan Tekgül, Aysel Tanju, Zennube, İnci Birol, Nesrin Topkapı raks ederlerdi. Unuttuklarım beni bağışlasınlar. Bizim okulun zaten o devirler önü pavyon, arkası kerhane affedersiniz… Biz o ortamda, orada sekiz sene leyli yani sizin anlayacağınız yatılı okuduk. Takdir edersiniz ki gece hayatımız da bir hayli zengin oldu. Bu yaşımda bunu özlemeyeyim de neyi özleyeyim? Abdülvahap kebapçısını mı? Kitapta birçok şehir var ama bence başrolde İstanbul yer alıyor. Özellikle Orhan Pamuk’un kaleminden anlatılan İstanbul ve günümüzün İstanbul’uyla ilgili tespitleriniz çok etkileyici. Bugünkü Reha Tanör olmanıza İstanbul’un katkıları neler oldu? Ben doğma büyüme Beylerbeyiliyim. İstanbul’a vapurla inilirdi. O zamanlar ‘İstanbul’a inmek’ti bunun adı. Okullar açıldığında dayımın yanıma kattığı bir hamal benim yatağımı, dengimi sırtlardı, birlikte vapura binerdik. Önce köprü, sonra yürüyerek, Tünel’den Beyoğlu ve en sonunda Galatasaray’a varış. Köprü üzerinde yürümek, balık tutanlar, mey-
Reha Tanör, ‘Levrek Buğulama da İstemeyin Ama’ kitabında Japonya’nın geleneksel bar/meyhane türü mekânlarına da yer veriyor: “Tokyo’daki izakayalarda koca orkinosların tezgâhta, müşterilerin önünde parçalanması seremonisi ilginçti.”
“Yaşam normale döndüğünde Kıyı’ya gidip bir pazar öğle rakısı içmek isterim. Lakerdasını, taramasını, Yorgi Bey’i ve ekibini özledim. Orası hep tanıdığım ya da beraber olmaktan rahatsız olmayacağım kimselerin toplandığı bir kulüp gibi.”
H A Z İ R A N
2 0 2 0
148
İ S T A N B U L
L I F E
haneler, köprünün altından bacasını yatırarak geçen tekneler, kara dumanlarını savura savura iskeleye yanaşan vapurlar… Bunların hepsi Ara Güler’in fotoğraflarında kaldı. Baharda hafta sonları eve dönerken vapurun arkasında otururdum. Güneş eski İstanbul’un muhteşem siluetini ortaya çıkaran bir kızıllıkta yavaş yavaş batardı. Genç olmama rağmen hüzünlenirdim. Lüfer zamanı sandallar açılır, lüks lambalarını yakarlar, tutulan balıklar çingene mangalında kızartılır, roka-beyazpeynir ve çay bardağındaki Yeni Rakı’yla üç Michelin’li lokantalarda bulamayacağınız bir lezzette yenilirdi. Orhan Pamuk, İstanbul’un savaştan yenik çıkmış, işgalden ancak kurtulmuş ‘fakir ama gururlu’ halini iyi anlatır. Ben Batı’ya açılan bir pencerede öğrenim gördüm, buna içinde yaşadığım ortamda Doğu’nun güzellikleri, alçakgönüllülüğü ve vakarı da eklendi. Sanırım kentin bana katkısı, bu sentezin zenginliği oldu. Kitapta müze lokantalarıyla ilgili bir bölüm de var, sizin İstanbul’da en sevdikleriniz hangileri? İstanbul’da maalesef dikkat çeken bir müze lokantası ben bilmiyorum. İstanbul Modern’in en azından manzarası muhteşemdi, inşaat nedeniyle yıllardır kapalı. Sabancı’daki Changa da dayanamadı. Topkapı’da en son gittiğim lokanta, sanırım 15-20 yıl önce, Konyalı idi. Neon ışıkları, acayip lambaları ve dekoruyla Anadolu otogarlarındaki lokantalardan farksızdı. İstanbul’da anımsayamadığım başka müze lokantası var mı?
KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİNE İNANMAM, KADINLAR ÜSTÜNDÜR ‘Kadın Şefler Neredesiniz?’ diye soruyorsunuz bir bölümde. Sizce ülkemizde kadın şeflerin yeri nasıl? Ben kadın-erkek eşitliğine inanmam. Çünkü kadının erkeğe üstünlüğüne inanırım. Kadın aynı bünyede hem gücü, kuvveti hem de sevgi ve şefkati barındırabilen, bir canlıyı yaşama getirip yetiştirendir. Bizde böyle bir marifet var mı? Şahsen bende yok. O nedenle yalnız mutfakta değil, her işte kadının, erkeğin yanında olmasını isterim. Mutfaktaki kadın şeflerin sayısı arttıkça seviniyorum ama bunu hiç de yeterli görmüyorum. Sömelyesiyle, garsonuyla, teşrifatçısıyla tüm görevlerde kadın çalışan sayısının artmasını istiyorum. O zaman lokantalarda daha huzurlu yemekler yi-
“Kadın şef sayısı arttıkça seviniyorum ama hiç de yeterli görmüyorum.” yeceğimize inanıyorum. Yalnız son zamanlarda, modaya uyarak evde iki kek pişirenin bir dükkân açma hevesine girdiğini görüyorum. Kadınların bu hevesini ve girişimciliğini saygıyla karşılıyor ve şiddetle destekliyorum. Ama bir şeyi çok iyi bilmeleri şartıyla: Lokanta-kafe işletmeciliği bir hobi alanı değildir. Bunlar birer ticarethanedir. Ekonomi dünyasının kurallarına harfiyen uyulmazsa iyi niyetle başlatılan her girişim başarısızlıkla sonuçlanır. Aman kızlar, buna dikkat! Sizin okumayı sevdiğiniz yemek yazarları ve yemek kitapları hangileri? Yemek kitabı pek okumuyorum. En son Anthony Bourdain’in bir kitabını okumuştum. Bizde Vedat Milor ve Müge Akgün’ü muntazaman izliyorum. Vedat, Galatasaraylı; işin sosyoloji ve mizahi tarafıyla lezzetli bilgiler veriyor. Bir başka Galatasaraylı, rahmetli Tuğrul Şavkay’ın yerini aldı. Müge Akgün karınca gibi çalışıyor, güzel bir Türkçeyle yazıyor, ‘İncili Gastronomi Rehberi’ onun eseri. Yalnız o da yazdığı lokantalarda hiçbir kusur görmüyor; onları teşvik etmek, desteklemek için hep olumlu yazıyor. Oysa “Haydi aslanlar” demekle aslan yaratamayız. Dünya çapında rekabete dayalı markalar yaratabilmemiz için eleştirmemiz de şart. Koronavirüs salgını nedeniyle özellikle yeme-içme sektörü derin bir yara aldı. Sizce hayat normale döndüğünde sektörde ne gibi değişiklikler olacak? Restoranlar, sokak
“Geçmişin hayranları, geleceğin kurucuları olamazlar. Ben geleceği inşa etmeye soyunanların safında yer almak isterim.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
149
İ S T A N B U L
L I F E
yemeği kültürü salgından nasıl etkilenecek? Korona inşallah yeme-içme sektörüne fazla zarar vermeden çekip gider. Kriz dönemlerinde yere sağlam basmayanların elenmesi, kapitalist sistemin fıtratında vardır. Bu iş çabuk biterse ne âlâ. Bitmezse ekonominin kurallarına uymadan yapılan yatırımların sonunun kötü olması kaçınılmaz olacaktır. Bu girdapta geleceğe dönük yaratıcı ve radikal çözüm bulanlar hem ayakta kalır hem de krizi fırsata çevirirler. Bunu yapamayanların işi zor olabilir. Sektöre ve ekonomi geneline dönük daha önemli bir gelişme yaşayacağız. Ona dikkat çekmek isterim. Nedir o? Krizde dünyanın her tarafında evden çalışma diye bir sistem gelişti. ABD’de ilk sonuçları alındı, bunu uygulayan kurumlar eskisinden daha yüksek verimliliğe ulaştıklarını açıkladılar. Başta Google ve Facebook olmak üzere pek çokları bu uygulamayı yılbaşına kadar uzattılar. Yılbaşından sonra da büyük olasılıkla evden çalışma devam edecek. Kalıcı olacak. Bu, tüm ekonomi dünyasında devrim denilebilecek bir paradigma değişikliği anlamına gelir. Yeme-içme sektörü de bu değişimden en fazla etkilenecekler arasında geliyor. Özellikle bizde sadece çalışanların öğle yemeklerine dönük hizmet veren pek çok yer var. Müşterileri bulundukları mıntıkayı boşaltıp evlere çekilirse bunların yaşaması çok zor olacaktır. Geleceği kaçınılmaz olan yeni düzene süratle uyum sağlayabilecek çözümler bulunması şarttır. Korona gider, getirdiği yeni düzen kalır. Ona göre! Hayat normale döndüğünde ilk nereye gidip ne yemek istersiniz? Ben muhafazakâr yapıda bir insanım. Beni memnun ve mutlu eden yerlerden ve kişilerden kolay kopmam. 50 yıla yaklaşan evliliğim de bunu göstermiyor mu? Bunu söylediğimi hanım duymasın! Yaşam normale döndüğünde Kıyı’ya gidip bir pazar öğle rakısı içmek isterim. Lakerdasını, taramasını, Yorgi Bey’i ve ekibini özledim. Orası hep tanıdığım ya da beraber olmaktan rahatsız olmayacağım kimselerin toplandığı bir kulüp gibi. Bu havayı seviyorum. Bir başka çok sevdiğim ama hep alafranga yemekler yaptığı için gitmediğim Aylin Yazıcıoğlu da Nicole’den sonra yeni bir yer açar ve ‘Reha Abi’sine şöyle güzel bir rakı sofrası hazırlarsa ona da gitmek isterim.
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Hayat olduğu sürece sokak lezzetleri de olacak!
“Biz artık eskisi gibi gönül rahatlığıyla dışarıda yiyebilecek miyiz” sorusu hep akıllarda. Peki çoğunlukla “Sağlık kısmı netameli ama tadı çok güzel” diyerek kurallarımızı esnettiğimiz sokak yemeklerinin ya da kenarına ilişmeye can attığımız ocakbaşının akıbeti ne olacak? İşin ustalarına sorduk.
Kokoreçten ıslak hamburgere, dürüm çeşitlerinden midye tavaya sokak lezzetleri yemek kültürümüzün önemli bir parçası. Son dönemde ‘fine dining’ restoranların mönülerine kattığı kokoreç, özel tarifleriyle hazırlanan hamburgerler, hatta ünlü şeflerin bu alanda açtığı ‘havalı’ restoranlar, bu lezzetlere ilgiyi daha da artırdı. Ama şimdilerde birkaç mekân paket servisle hizmet vermeye devam etse de
genel olarak çoğu kapısına kilit vurdu! Peki kötü günler geride kaldığında, eskisi gibi sokaklara yeniden kavuştuğumuzda bol acılı kokorecimizi, doyurucu dürümlerimizi veya yeri hiç dolmayan hamburgerleri gönül rahatlığıyla yiyebilecek miyiz? Ocakbaşı kültürü nasıl değişecek? Sektör bu süreçten nasıl etkilenecek? Yıllarını bu işe veren, son dönemde sokak yemeklerine yoğunlaşan başarılı şeflere sorduk.
Oğuzhan Sayı
Ozzie’s 1968
Sokak lezzetleri garibanın meyhanesidir
Hayat var olduğu, insanlık ayakta kaldığı sürece sokak yemekleri var olacak ve hatta insanlar çok daha fazla sokak lezzetlerine yönelecek. Sokak lezzetleri garibanın meyhanesidir. Dertleşme ortağıdır. Dert olduğu sürece ilgi de o oranda artar. Ancak bu süreçte maalesef birçok mekân hiç hatırlanmamak üzere kaybolacak. Yüksek kiralar ödeyen restoranlar mal sahipleriyle pazarlığa oturacaklar. Ya kazanıp yerlerinde kalacaklar, ya berabere kalıp mekân değiştirecekler ya da kaybedip, bu süreci fiyatlara yansıtıp, kaliteyi düşürüp, sonunda da kaybolup gidecekler. Personel sayısı azaltılacak. Paket servisi, restoranlar için başlı başına büyük bir sorundu. Sebebiyse kalifiye eleman bulabilmek. Bu süreçte işsizlikle beraber birçok kişi bu sektöre yönelecek ve restoranlar pratik yemeklerde pakete çıkmaya başlayacak. Ocakbaşı alışkanlığımızsa devam edecek. Ama aynı usta, aynı garson, aynı mekân yerinde kalmayacak. Dayanma gücü olanlar dışında yeni mekânlar tanımaya başlayacağız. H A Z İ R A N
2 0 2 0
151
İ S T A N B U L
Ocakbaşı alışkanlığımız devam edecek. Ama aynı usta, aynı garson, aynı mekân yerinde kalmayacak. Dayanma gücü olanlar dışında yeni mekânlar tanımaya başlayacağız.
L I F E
Derin Arıbaş
Basta! Street Food
Bu sürecin üstesinden geleceğimize inanıyorum, inanmak istiyorum Daha önce benzerine rastlamadığımız bir dönemden geçiyoruz. Tüm bunlar atlatıldığında dahi, tecrübe ettiğimiz bu zamanın, sosyolojik ve psikolojik anlamda derin etkiler bırakacağını öngörmek pek zor değil. Sokak yemekleri de her daim hijyen konusunda soruları beraberinde getiren bir kategori olduğundan işlerin güçleşeceği bir alan. İnsanların yıllardır ziyaret ettiği, temizliğinden/özeninden şüphe etmediği ve güven ilişkisi kurduğu adreslerin daha hızlı normalleşeceğine inanıyorum. Toplumun hijyen konusundaki yeni refleksleri sokak yemeği servis eden birçok işletmenin de bu konuda standartlarını yükseltmesine neden olacaktır. Ekonomik olarak geriye gitmesi muhtemel bir sistemde insanların yine de daha ulaşılabilir olmaları nedeniyle, bu tecrit sonrasında kendilerine verecekleri ilk ufak ödülün sokak yemekleri olması da beklenebilir. Paket servis, geçici olarak ağırlık kazanabilir fakat uzun vadede oranı yine eski günlere geri dönecektir. Günün sonunda, ‘yemek yemek’ kavramının içinde, yadsınamayacak bir paylaşım alışkanlığı/sosyal boyut söz konusu. Dışarıda geçirilecek bir zaman, rutini kırarak başka bir mekânda zaman geçirme ihtiyacı gibi dinamikleri dışarıda bırakan paket servis en fazla birkaç ay daha tercih edilebilir. Meyhane ve ocakbaşı gibi kalabalık sofralar çevresinde yemeklerin paylaşıldığı versiyonlar, başta tüketici açısından bir nebze şüpheyle yaklaşılacaklar listesinde olabilir. Bununla birlikte, uyanacağımız yeni düzende böylesine kemikleşmiş kültürel öğelerin yaşamayacağına inanacak kadar da karamsar olmamak gerektiği kanısındayım. Basta! olarak, tüm ekibimizle bir arada kalarak ve yardımlaşarak bu sürecin üstesinden geleceğimize inanıyorum. İnanmak istiyorum.
Kaan Sakarya
Basta! Street Food
Hijyen kurallarına ekstra özen göstermek gerekecek Salgın süreciyle birlikte insanlarda genel olarak hijyenle ilgili ciddi bir hassasiyet oluşacaktır. Ancak kapanmışlığın verdiği sıkıntıdan ötürü insanların dışarıda vakit geçirip sosyalleşme ihtiyacı da olacak. Dolayısıyla sokak lezzetleri yapan yerlerin, maddi yönden ulaşılabilir olduklarını da hesaba katarsak, talep göreceklerini tahmin ediyorum. Bu işletmelerin hijyen kurallarına ekstra bir hassasiyet göstermeleri gerekecek. Salgın gerçek anlamıyla tümüyle bittikten sonra insanların kendilerini sokağa atacaklarını düşünüyorum, sosyalleşme ihtiyacı tavan yapmış olacak. Ancak bu süreç içinde birçok insan maddi açıdan kötü günler geçirecek ne yazık ki. İşini kaybedecek olanlar var. Herkes kendi ölçeğinde maddi olarak sıkıntılar çekiyor, çekecek. Ekonomide ciddi anlamda daralma bekliyoruz. Bu durum yeme-içme endüstrisini de çok sarsacak tabii... H A Z İ R A N
2 0 2 0
152
İ S T A N B U L
L I F E
Umut Karakuş
Muutto Street Food & Meze Bar
İlk toparlayacak mekânlar sokak yemekleri satanlar Bence sokak yemekleri yapan mekânlar ilk toparlayacak olanlar çünkü o ortamda uzun süre kalmak gerekmiyor. Sadece paket servisle hizmet vermekse sürdürülebilir bir şey değil, kimse bununla işletme döndüremez. Maalesef mekânların çok büyük bir kısmı bu krizden çok kötü etkilenecek, görülen o ki bu süreç hayatımıza ve ekonomimize köklü bir değişim getirecek. Bu virüsten etkilenen ilk sektör olması bir yana, salgının yansımaları bitse de etkileri sürecek. Rakı masasında hiçbir şey değişmese de o masaya bakışımız, o masadakilere verdiğimiz değer değişecek. Bence daha iyi anlayacağız masada buluşmanın değerini. Ocakbaşı ise bir kültürel değer ve bu değeri terk edeceğimizi hiç düşünmüyorum. Birbirimize sarılmayı özlediğimiz bir dönemi geride bırakacağız. Hijyenin, doğanın, doğalın ve tarım arazilerimizin ne kadar kıymetli olduğunu gördük. Çevremize sahip çıkmamız gerektiğini anladık. Sistemle oynarsak bir tek virüsle her şeyin nasıl durduğuna, bütün o büyük teknolojilerin nasıl yerle yeksan olduğuna şahit olduk. Bizlere bırakılan bu mirasa sahip çıkmalıyız.
‘Yemek yemek’ kavramının içinde yadsınamayacak bir paylaşım alışkanlığı/ sosyal boyut var. Bunu dışarıda bırakan paket servis en fazla birkaç ay daha tercih edilebilir.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
153
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
FUTBOL TARIHIMIZDE BIR GEZINTI
H A Z İ R A N
2 0 2 0
154
İ S T A N B U L
L I F E
Futbol yavaş yavaş aramıza geri dönüyor. İsterseniz ona tekrar merhaba dediğimiz bu dönemde, fırsattan istifade Istanbul’un futbol tarihimize kattığı zenginlikleri de şöyle bir hatırlayalım. Hayır, haklarında zaten her şeyi bildiğiniz ‘Üç Büyükler’den bahsetmiyoruz. Konumuz, şehrin bir zamanlar fırtınalar estiren diğer temsilcileri...
K O R AY G Ü R TAŞ
Türkiye’nin en üst futbol organizasyonu olan Süper Lig, 1959 yılında Milli Lig adıyla başladı. Zaman içinde 1. Lig ismini aldı. Sonrasında da bugünkü ismine ve önüne takılan sponsor isimlerine kavuştu. Ligin ilk üç sezonunda sadece üç büyük şehir olan İstanbul, Ankara ve İzmir’in temsilcileri vardı. Lige bu kentlerin dışından katılan ilk takım Adana Demirspor oldu. Bugüne dek toplam 72 takımın mücadele ettiği ligde en kalabalık temsil edilen şehir ise 16 takımla İstanbul oldu. Özellikle ilk yıllarda mutlak egemenliği vardı İstanbulluların. 196263 sezonunda tam 11 İstanbul temsilcisi yer alıyordu. Toplam 61 şampiyonluk kupasının 54’ünü müzelerine götüren Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray aynı zamanda tüm sezonlarda ligde yer alan üç takım oldu. Futbolun Anadolu’ya yayılması ve amatör kulüplerin birleşmesiyle oluşan şehir takımlarının güçlenmesi diğer İstanbulluların işlerini zorlaştırdı. Zamanla sayıları azaldı, önemli bir kısmı Süper Lig’in çok uzağında kaldı. Bu yazıda onları hatırlayacak ve futbolsuz geçen bugünlerde oyuna olan özleminizi biraz olsun gidermeye çalışacağız.
ADALET
BONSERVİS OLARAK VERİLEN DOKUMA TEZGÂHLARI Adını İstanbul’a başta Süreyya Sineması, Süreyya Plajı, Süreyyapaşa Hastanesi gibi değerli armağanlar sunan Süreyya İlmen’in eşi Adalet İlmen’in ismini taşıyan Adalet Mensucat’tan alan kulübün kuruluş tarihi 1946. Kırmızı-beyaz renklere sahip Adalet’in başkanı olan Süreyya İlmen’in oğlu Atıf İlmen, kulübü 1952’de İstanbul Profesyonel Ligi’ne taşıdı. Battaniyeleriyle meşhur Adalet Fabrikası’ndan dokuma tezgâhları vererek oyuncuları kadrosuna katan Adalet, 1959 ve 1959-1960 sezonlarında Milli Lig’de yer aldı. Küme düştükten sonra hızla irtifa kaybetti. 1971 yılında Alibeyköy Adalet adını aldı, renkleri de turuncu-mavi olarak değişti. 1980’den bu yana Alibeyköyspor ismiyle yoluna devam ediyor ve şu anda mücadelesini Bölgesel Amatör Lig’de sürdürüyor.
Adalet 1955-56 • Soldan sağa Ayaktakiler: Fahri Güzey, Oscar Garro, Cahit Candan, Selahattin Torkal, Ayhan Hançer, Turhan Bayraktutan. Oturanlar: Erol Topoyan, Ahmet Karlıklı, Salim Cavunt, Erol Keskin, Ömer Kandemir.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
155
İ S T A N B U L
L I F E
Beyoğluspor 1960-61 • Soldan sağa Ayaktakiler: Avram Papanastasiu, Nevzat, Güngör Sürel, Corci Maruli, Sedat Günertem, Nikola Devecioğlu. Oturanlar: Kemal Özbiçer, Aristo Maruli, Ergun Açıkel, Koço Kartalis, Alpay Özsu.
BEYOĞLUSPOR PAOK VE AEK’İN KARDEŞİ BAKIRKÖYSPOR
BİR HIŞIMLA GELDİ GEÇTİ
İstanbul’un en büyük ilçelerinden birinin takımı olarak 1949 yılında kuruldu. Takım amatör liglerde geçen uzun yılların ardından 1984-1985 sezonunda 3. Lig ile profesyonel dünyaya adımını attı. 1989-1990 sezonunda da 1. Lig’e yükseldi. Bu başarıda en büyük pay sahiplerinden biri, aynı zamanda belediye başkanı da olan kulüp başkanı Yıldırım Aktuna’ydı. İlçede inşaat sektöründeki yükseliş de kulübün güçlenmesinde etkin oldu. Bakırköyspor, 1. Lig serüvenine 7-1’lik Ankaragücü galibiyetiyle başlayarak dikkatleri çekti. Özellikle Polonyalı futbolcuları Araskiewicz ve Novak ile fırtına gibi estikleri sezonu altıncı sırada noktalayarak tarihlerinin en büyük başarısını elde ettiler. Üç sezon süren 1. Lig macerasından sonra birçok İstanbul takımı gibi futbol sahnesinin arkalarına gittiler. Mevcut adresleri İstanbul Süper Amatör Ligi. Adını semtteki Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden alan taraftar grubu ‘Deliler’ de ayrıca iz bıraktı. Yeşil-Siyahlı takımda Hasan Vezir, Iosif Rotariu, Cevat Prekazi, Mustafa Arabacıbaşı, Mehmet Hacıoğlu, Zafer Tüzün, Feyzullah Küçük gibi mühim kramponlar forma giydi.
1886 yılında İstanbullu Rumlar tarafından kurulan Elips kulübünün uzantısı 1914 -1923 yılları arasında Peraspor olmuştu. Bu kulüp 1923 yılında bugünkü Beyoğluspor’a dönüştü. 1961 - 1962 sezonunda İstanbul Mahalli Ligi’ni ilk sırada tamamlayan Beyoğluspor 1. Lig’e yükselmeyi başardı. Ancak Sarı-Siyahlılar burada sadece iki sezon kalabildi. Sonrasında amatör kümeye kadar uzanan uzun bir yolculuk başladı. Sabri Dino, Güngör Sürel, Naci Erdem ve Avram Papanastasiu’nun bir zamanlar formasını giydiği takım şimdilerde İstanbul 2. Amatör Ligi’nde. Kulübe dair bir önemli not da İstanbul’da ayrılarak Yunanistan’a dönen eski sporcularının Selanik’te PAOK, Atina’da ise AEK’i kurmaları.
Bakırköyspor 1990-91 • Soldan sağa Ayaktakiler: Akif Ekmekçi, Ahmet Kanca, Mücahit Yalçıntaş, Tevfik Saygılı, Jaroslaw Araskiewicz, Michael Kraft. Oturanlar: Feyzullah Küçük, Uğur Kiremitçi, Fuat Buruk, Piotr Nowak, Mehmet Hacıoğlu.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
156
İ S T A N B U L
L I F E
Istanbulspor 1968-69 • Soldan sağa Ayaktakiler: Yıldırım Iper, Ömer Ünal, Bülent Buda, Celal Sivrioğlu, Yalçın Saner, Kasapoğlu. Oturanlar: Türker Gülsoy, Ahmet Altuntaş, Cemil Turan, Ahmet Gündoğdu, Yılmaz Urul.
ISTANBULSPOR
ALTIN ÇAĞLAR DA YAŞADI, DİBİ DE GÖRDÜ Kemal Halim Gürgen’in 1924 yılında başlayan takım kurma girişimlerinin İstanbul Erkek Lisesi ile birleşmesiyle 1926 yılında kuruldu. Şehrin en güçlü
Feriköy 1965-1966 •Soldan sağa Ayaktakiler: Turgay Aksüt, Şeref Çalık, Iskender Sipahi, Necdet Inanç, Arif Omaç, Ahmet Açıkgöz. Oturanlar: Fuat Saner, Rıdvan Kaner, Ahmet Tepe, Tuncer Inceler, Mustafa Yücel.
FERIKÖY
BEŞ KEZ İSİM DEĞİŞTİRDİ Ambleminde yazan doğum tarihi 1927. Ancak farklı kuruluş aşamalarından geçerek bugünlere kadar geldi. 1919 - 1982 arasında Feriköy İclaliye, Feriköy İdman Yurdu, Feriköy Duatepe İdman Yurdu, Feriköy Gençlik Kulübü ve Feriköy Spor Kulübü olmak üzere 5 kez isim değişikliği yaşadılar. 1959’da Milli Lig’e çıkan Kırmızı-Beyazlılar, 1968’e kadar mücadelesini burada sürdürdü. En iyi dereceleri ilk sezonda gelen yedincilik oldu. Milli Lig ve 1. Lig yıllarındaki en önemli oyuncuları İsmet Yurtsü, Fuat Saner, Zekeriya Alp, Ahmet Açıkgöz, Necdet İnanç, Bilgin Nesil ve Mahmut Evren’di. Son olarak 19992000 sezonunda 3. Lig’de yer aldıktan sonra profesyonel futbol sahnesinin uzağında kaldı. Şu anda İstanbul Süper Amatör Ligi’nde oynuyor. H A Z İ R A N
2 0 2 0
takımları arasına giren Sarı-Siyahlılar, 1931-1932 sezonunda İstanbul Ligi’nde şampiyon oldu. 1932’de Türkiye Futbol Şampiyonası’nı da kazandı. 1952-1959 arasında İstanbul Profesyonel Ligi’nde oynadıktan sonra 1959’da Milli Lig’e terfi eden kulüp, 1967’de 2. Lig’e düştü. Bir sezon sonra yeniden üst lige döndü. 1972’den sonra ise amatör kümeye kadar uzanan bir süreç yaşadılar. 1992’de 3. Lig’deyken Cem Uzan’ın yatırımıyla yeni bir dönem başladı. 1995’te 1. Lig’e döndü ve 2005’e kadar süren dönemde altın çağını da yaşadı, dibi de gördü. Büyük yıldızları kadrosuna katan, ligde zirveye oynayan, Avrupa’da Türkiye’yi temsil eden bir takımken, Uzan’ın yatırımı kesmesiyle kendilerini TMSF’nin elinde buldular. Sonrasında takım küme düştü. 2006’da eski futbolcu Saffet Sancaklı’nın da aralarında bulunduğu bir ortaklık tarafından satın alındı. 2008’de bir kez daha el değiştirdi ve yeni patron Ömer Sarıalioğlu oldu. Bugün TFF 1. Lig’deler. Çöküş döneminde İstanbulspor Kulübü Derneği, İstanbul Lisesi ile bağını koparmadan mütevazı bir rota çizdi ve bugün amatör kümede yer alan ikinci bir İstanbulspor kuruldu. Bu takımlardan hangisinin 1926’da doğan İstanbulspor’un devamı olduğu tartışma yarattı. İki cephe arasındaki ilişkiler yakın zamanda yumuşadı. İstanbulspor’dan geçen ünlü topçulardan ilk akla gelenler: Aydemir Nemli, Kasapoğlu, Ender Konca, Cemil Turan, Alpaslan Eratlı, Yasin ve Gökmen Özdenak kardeşler, Mete Bozkurt, Oğuz Çetin, Sergen Yalçın, Aykut Kocaman, Van Vossen ve Oleg Salenko.
157
İ S T A N B U L
L I F E
Beykoz 1965-66 • Soldan sağa Ayaktakiler: Selahattin Alpak, Garbis Güler, Rıdvan Saraçoğlu, Hüseyin Gömeç, Nihat Akbay, Erdoğan Albayrak. Oturanlar: Ismail Alemdaroğlu, Çetin Yağız, Adnan Gacamer, Şirzat Dağcı, Cemal Topaloğlu.
BEYKOZ
BOĞAZ’IN YARGIÇLARI Yazar-gazeteci Ahmet Midhat Efendi’nin kuruluşuna öncülük ettiği kulübün doğum tarihi 1908. Sırasıyla Beykoz Şark İdman Yurdu ve Beykoz Zindeler İdman Yurdu isimlerini de taşıyan Sarı-Siyahlıların futbol sahalarında boy göstermeye başlaması 1910’ların ikinci yarısına denk geliyor. İstanbul Ligi ve İstanbul Profesyonel Lig’de istikrarlı bir şekilde mücadele ettikten sonra Milli Lig’e adım atan Beykoz, ligin ilk 8 sezonunda aralıksız olarak yer aldı. En iyi dereceleri 1960 - 1961 sezonundaki dördüncülük oldu. 1966’dan 2011’e kadar profesyonel liglerde tutunmayı başaran Sarı-Siyahlılar, bu tarihten sonra aşağı doğru gitti ve sonunda amatör liglere demir attı. Bugün Beykoz 1908 ismiyle mücadelesini sürdüren kulübün şimdiki durağı İstanbul Amatör Ligi. ‘Boğaz’ın Yargıçları’ isimli, ateşli bir taraftar kitlesine sahip olan Sarı-Siyahlıların sembol ismi, kulübe futbolcu, antrenör ve yönetici olarak yıllarca hizmet veren Kelle İbrahim. Tarihinde ön plana çıkan diğer oyuncular ise: Mehmet Ekerbiçer, Yılmaz Gökdel, Nihat Akbay, Nusret Dalkıran, Şirzat Dağcı, Saim Tayşengil, Aydın Sümer, Abdullah Matay ve Necmi Mutlu. Kasımpaşa 1953-54 « Soldan sağa Ayaktakiler: Sedat Günertem, Çetin Zeybek, Güngör Tetik, Misbah Ongan, Fethi Kurç, Hikmet Kızıltuğ, Ali Ayyürek. Oturanlar: Ahmet Deniz, Ulvi Kirişçioğlu, Tayyar Budak, Kayhan Aksaraç.
KASIMPAŞA
TÜRK BAYRAĞI TAŞIYAN İLK KULÜPLERDEN Halen Süper Lig’de yer alan beş İstanbul takımından biri olan Kasımpaşa’nın kuruluş tarihi 1921. Ambleminde Türk bayrağı taşıyan ilk kulüplerden Lacivert-Beyazlılar. Bunun nedeni güreşçileri Gazanfer Bilge, Mehmet Oktav ve Ahmet Kireççi’nin 1948 Olimpiyat Oyunları’nda kazandığı altın madalyalar. Özellikle 1940-1960 arasında yeşil sahaların en güçlü takımları içinde gösterilen Lacivert-Beyazlıların oyuncularından Çetin Zeybek, Türkiye’nin tarihinde katıldığı 1954 Dünya Kupası kadrosunda yer aldı. Milli Lig’de 1959-1964 arasında mücadele etti. 1964’te beş futbolcusunun adının Tür-
kiye’nin ilk şike skandalına karışması kulüpte büyük yara açtı. Kasımpaşa uzun bir aranın ardından 2006-2007 sezonu sonunda yeniden en üst lige döndü. 2011’de kulübü Turgay Ciner satın aldı. Başta amblem olmak üzere kimisi taraftarın pek de hoşuna gitmeyen değişikliklere gidildi. Toplam 16 sezon ligde mücadele eden Kasımpaşa’nın en iyi derecesi altıncılık. Yolu Kasımpaşa’dan geçen mühim topçular: Recep Adanır, Fehmi Sağınoğlu, Ender Konca, Seracettin Kırklar, Ali İhsan Okçuoğlu, Çetin Noyan, Fabian Ernst, Andreas Isacsson, Kalu Uche, Cenk İşler ve Adem Büyük.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
158
İ S T A N B U L
L I F E
Karagümrük 1983-84 • Soldan sağa Ayaktakiler: Nihat Nalbantic, Ömer Kaner, Rıza Tuyuran, Erdoğan, Yaşar Elmas, Rıdvan Kılıç. Oturanlar: Ali Raik Erüstün, Talip Yeter, Halit Ahi, Müfit Culum, Tayfun Gürsel.
KARAGÜMRÜK
SEYİRCİSİZ MAÇTA BİLE SEYİRCİSİZ OYNAMA CEZASI ALABİLEN BİR TRİBÜN 1926 yılında Karagümrük İdman Yurdu adıyla kuruldu. Renkler o dönem semtin tulumbacılarının giydiği kıyafetlerden esinlenerek kırmızı-siyah olarak belirlendi. İlk zamanlarda takımın yıldızı ilerleyen yıllarda bir Beşiktaş efsanesine dönüşecek olan Hakkı Yeten’di. Bu dönemde iki taraftan bazı yöneticiler tarafından ortaya atılan Vefa ile Karagümrük’ün birleştirilmesi projesi hüsranla sonuçlandı. İddialara göre oldubittiye getirilmeye çalışılan bu birliktelik 1942’de Karagümrük’ün kapanmasıyla sonuçlandı. Bu olayla bugün de devam eden Karagümrük-Vefa gerginliğinin de tohumları atıldı. Kulüp 1946 yılında bir kez daha kuruldu. Kırmızı-Siyahlılar, 1958-1959 sezonunda Galatasaray’dan Kadri Aytaç’ı 57 bin lira karşılığında renklerine bağlayarak futbol tarihimizin ilk flaş transferine imza attı. Milli Lig’in kuruluşundan itibaren beş sezon burada mücadele verdi. Sonrasında 3. Lig’e kadar indiyse de 1982-83 sezonu sonunda bir kez daha 1. Lig’e döndü. Şu anda TFF 1. Lig’de ve Süper Lig’le arasındaki mesafeyi en çok daraltan eski İstanbul takımı konumunda. Aydın Yelken, Ahmet Berman, Tarık Kutver, İsmail Kurt, Cahit Candan, Ahmet Karlıklı, Zekai Selli, Ali Soydan, Abdülkerim Durmaz, Oktay Derelioğlu ve Serdar Topraktepe kulüp tarihinde iz bırakan futbolcular. Karagümrük deyince akla gelenlerden biri de repertuvarında stadın çevresindeki evlerin pencerelerinden aynayla rakip takım kalecisine ışık tutma, seyircisiz maçta bir kez daha seyircisiz oynama cezası alma gibi hünerleri olan özel taraftarı.
Vefa 1969-70 • Soldan sağa Ayaktakiler:: Bozidar Radulovic, Hayk Küçükyan, Ertuğrul Atilla, Niko Kovi, Abdülmetin Kocaoğlu. Oturanlar: Erdinç Sandalcı, Raşit Karasu, Savaş Maloğlu, Nedim Güven, Bekir Psav, Doğan Sel.
VEFA BİR SEMTTEN ÇOK DAHA FAZLASI Ülkemizin en köklü spor kulüplerinden olan Vefa’nın kuruluş tarihi 1908. Vefa Lisesi öğrencileri tarafından Fatih, Vefa ve Edirnekapı semtlerinde kurulan dört kulübün birleşmesinden doğan Yeşil-Beyazlılar ısınma turlarını İstanbul Türk İdman Birliği Ligi’nde attıktan sonra Cuma Ligi’nde, ardından da İstanbul Ligi’nde oynadı. Burada üç büyüklere kök söktürdü ve iki kez ikinci oldu. 1946-47 sezonunda şampiyonluğu Fenerbahçe’ye averajla kaptırdılar. 1952’de İstanbul Profesyonel Ligi’nde mücadele etmeye başladı. Milli Lig’in kurulmasıyla adresi bir kez daha değişti. İlk sezonunda averajla Galatasaray’ın gerisinde kalarak final fırsatını kaçırdı. Şanssızlık yine yakalarını bırakmamıştı. 1963’e kadar Milli Lig’de yer alan Vefa, iki yılı 2. Lig’de geçirdikten sonra yeniden yuvaya döndü. İkinci serüvenleri 8 sezon sürdü ve 1974’te noktalandı. Sonrasında 24 sezonu profesyonel, 26 sezonu amatör ligde geçiren Vefa şu anda Bölgesel Amatör Lig’de. Mazisi çok derin olduğundan önemli futbolcularını buraya sığdırmak kolay değil. Ama Galip Haktanır, Bekir Psav, Şükrü Ersoy, Özcan Arkoç, Hilmi Kiremitçi, İsmet Yamanoğlu, İsmet Artun, Metin Türel, Candemir Berkman, Niko Kovi, Abdülmetin Kocaoğlu, Zeki Temizer, Güray Erdener mutlaka anılmalı.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
159
İ S T A N B U L
L I F E
ZEYTINBURNU
UNUTULMAZ BİR LİGDE KALMA ÖYKÜSÜNÜN SAHİBİ 1953 yılında gayri federe olarak kurulan Zeytinburnu, 1965 senesinde resmi statü kazandı. 1984 yılında 3. Lig’de oynamaya başlayarak profesyonel liglere adım atan Lacivert-Beyazlılar, beş sezon içinde Türkiye 1. Ligi’ne yükselmeyi başardı. Ligde üç farklı dönemde toplam beş sezon mücadele eden Zeytinburnu’nun en iyi derecesi 1989-1990 sezonunda elde ettiği 10’unculuk oldu. 19931994 sezonunda verdikleri başarıyla sonuçlanan müthiş ligde kalma mücadelesi hafızalara kazındı. Halen İstanbul 2. Amatör Ligi’nde yer alan kulüp futbol tarihimizin önemli isimlerinden Emre Belözoğlu’nu da yetiştirmişti. Arif Erdem, Serkan Reçber, İsa Ertürk, Kemal Yıldırım, Tuncay Soyak, Önder Çakar, İlyas Tüfekçi, Nezihi Tosuncuk ve Gürsel Hattat, Lacivert-Beyazlı formayı giyen ünlü futbolcular arasında. Zeytinburnu’nun kadın futbol takımının 2001-2002 sezonunda o dönemki adıyla Türkiye Bayanlar Futbol Ligi’nde şampiyon olması kulüp tarihinin mühim olaylarından biri.
Zeytinburnu 1988-89 • Soldan sağa Ayaktakiler: Turgay Kaplakaslan, Tuncay Soyak, Ahmet Kanca, Kadri Sancak, Gürsel Hattat, Isa Ertürk. Oturanlar: Metin Badalıoğlu, Suat Şatır, Yusuf Uzuner, Uğur Kiremitçi, Vural Kaya.
SARIYER
BİR FUTBOLCU FABRİKASI 1940 yılında kurulan Sarıyer futbolumuza çok sayıda oyuncu kazandırdı. 1963 yılında 2. Lig’in kurulmasıyla profesyonel liglere adımını atan Sarıyer, 3. Lig’de geçen iki sezon hariç, 1982’ye kadar mücadelesini 2. Lig’de sürdürdü. Bu döneme kadar yolu kulüpten geçen en ünlü futbolcu Cemil Turan’dı. 1970’lerde takımın değişmez oyuncusu olarak kulübün sembol isimleri arasına giren Garo Hamamcıoğlu da kulüp mazisinde önemli yere sahip. Lacivert-Beyazlılar, 1982 yılında, tarihinde ilk kez 1. Lig’e yükseldi ve 1994’e kadar burada kaldı. 1. Lig’deki ilk dönemin yıldızları Rıdvan Dilmen, Çelebiç, Ali Çoban ve Sercan Görgülü’ydü. 1980’lerin ortalarında bölgede inşaat yapan iş insanlarının yönetime girmesiyle ekonomik açıdan güçlenen kulüp, İstanbul takımlarının yıldızlarını alarak ses getirdi. Selçuk Yula, Cem Pamiroğlu, Fikret Demirer, Erdal Keser gibi şöhretlerin varlığı Martılar lakaplı takımın reytingini artırdı. Ama hedeflenen şampiyonluk gelmedi. En fazla dördüncü olabildi. 1993-94 sezonunda küme düşen Sarıyer, 1996-1997 sezonunda bir kez daha 1. Lig’de oynadı ve sonra bir daha geri dönemedi.
Sarıyer 1986-87 • Soldan sağa Ayaktakiler: Hakan Kutucuoğlu, Sead Celebic, Sedat Tatlısöz, Erhan Arslan, Erdem Acar, Cem Pamiroğlu. Oturanlar: Ali Çoban, Sercan Görgülü, Hakan Özgerçek, Rıdvan Dilmen, Engin Ülker.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
160
İ S T A N B U L
L I F E
Yeşildirek’in 60’lı yılların başında Milli Lig’de mücadele eden bu kadrosunu baştan sona saymak maalesef mümkün değil. Ama sol başta daha sonra Fenerbahçe ve Istanbulspor formalarını da giyen Yıldırım Iper’i görebiliyoruz.
YEŞILDIREK
EN SEMPATİK İSTANBULLU Eminönü ile Çemberlitaş arasındaki bölgenin bu sempatik takımı 1951 yılında mahalle esnafının gayretleriyle kuruldu. Alt kümelerde geçen yılların ardından 1960-1961 sezonunda İstanbul Mahalli Ligi’ni zirvede tamamlayan Sarı-Yeşilliler, baraj maçlarında başarılı olarak Milli Lig’de mücadele etme hakkını elde etti. Gerçek bir mahalle takımı olan Yeşildirek büyük iş başarmıştı. İstenen dereceler elde edilemedi belki ama semtin adı tüm ülkede duyuldu. Sonrasında hızla endüstrileşen futbol dünyasında rekabet gücü azalan kulüp basamakları hızla indi. Bugünkü yerleri İstanbul 2. Amatör Ligi. Yeşildirek tarihinin renkli simalarından biri, 1960’lı yıllarda kulüpte menajerlik görevini üstlenen radyo ve televizyon sunucusu Orhan Boran.
BÜYÜKŞEHIR BELEDIYESPOR / BAŞAKŞEHIR
LİGDEKİ SON İSTANBULLU
Büyükşehir Belediyespor 2006-07 • Soldan sağa Ayaktakiler: Volkan Glatt, Ekrem Ekşioğlu, Cafercan Aksu, Ilhan Şahin, Haluk Güngör, Sertan Eser. Oturanlar: Mert Korkmaz, Efe Inanç, Rızvan Şahin, Ali, Güzeldal, Volkan Koçaloğlu.
Yeni adıyla Medipol Başakşehir, eski ismiyle Büyükşehir Belediyespor şu an için İstanbul’un ligdeki son temsilcisi. 1990’da İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen döneminde İETT, İSKİ ve İtfaiye kulüplerinin birleşmesiyle kuruldu. Kulüp futbolda 1991’den itibaren profesyonel liglerde yer aldı. 2006-2007 sezonunda, tarihinde ilk kez Süper Lig’e çıktı. O tarihten bu yana bir sezon dışında hep Süper Lig’de olan Turuncu-Mavililer, 2014 yılında Başakşehir Futbol Kulübü adını alarak Büyükşehir Belediyespor bünyesinden ayrıldı. Özellikle son yıllarda başarılı bir tablo çizen takım, belediye kaynaklarının profesyonel futbola aktarılması ve siyasetle yakınlığı nedeniyle ise eleştiri oklarının hedefi oldu. Ligi iki kez ikinci tamamladı, iki kez de Türkiye Kupası’nda final oynadı. UEFA Avrupa Ligi’nde son 16 takım arasına girdi. Cengiz Ünder, Emre Belözoğlu, Adebayor, Clichy, Arda Turan gibi uluslararası oyuncular Turuncu - Mavili formayı taşıdı.
H A Z İ NR İA SNA N2 0 22 00 2 0 161161 İ S T A N İ SB TUALN B L IU FL E L I F E
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
‘Kameleon’un Felemenkçe kelime anlamı ‘bukalemun’. Dükkân tıpkı adı gibi, sokakta yaşanan değişimin ve adaptasyonun sembolü haline gelmiş durumda.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
162
İ S T A N B U L
L I F E
Fotoğraflar: Sinan Arslan
Bir sokağı baştan yaratan kadın Onu İstanbul’un ‘Superwoman’ı olarak tanımlasak yeridir... Adımını attığı her semte hayat katan Hacer Sayman’ın adı uzun süredir Şişhane’deki Müellif Sokak’la birlikte anılıyor, zira sokağı kendi imkânlarıyla neredeyse baştan başa yenilemiş. Burada kendisine ait bir antika dükkânı olan Artrium, bir konsept mağazası olan Kameleon, Kameleon STUDIO adı altında bir sanat galerisi ve bir de kafe olan Bakkal yer alıyor… Sayman’la koronavirüs salgını öncesi sokaklarda rahatça gezebildiğimiz, sosyal mesafeyi düşünmeden sohbet edebildiğimiz günlerde bir araya geldik ve bir film senaryosunu andıran hayat hikâyesini dinledik.
Hacer Sayman
Şişhane’deki Müellif Sokak’tayız. Burası son yıllarda çok büyük bir değişim geçirdi. Bu değişimde en büyük payı olan kişi ise Hacer Sayman. Neredeyse 50 yıldır esnaf olan Sayman’la geldiği günden beri çehresini değiştirmek için büyük emek sarf ettiği sokağı ve burada kurduğu şahane hayatı konuştuk. H A Z İ R A N
2 0 2 0
163
SEKİZ ÇOCUKLU BİR AİLEDEN GELİYOR
1948, İstanbul doğumlu Hacer Sayman’ın dinlerken hiç sıkılmadığımız hikâyesi çok şaşırtıcı… 1946’da İstanbul’a gelen, Samsunlu, sekiz çocuklu bir ailenin kızı. Çocukluğu kışları Nuruosmaniye’de, yazları ise Göztepe’de geçmiş. Babası Eminönü’nde, o dönemin gözde mesleklerinden biri olan tuhafiyecilikle meşgulmüş. “Ben bayılırım tuhafiye lafına, zaten tuhaf şeyler edinen bir kadınım, sanırım babamdan miras kaldı bu bana” diyor. Bir hacı kızı Hacer Sayman. “Babam hacıydı; bir ‘Cumhuriyet hacısı’, yani Atatürkçü bir adamdı. Böyle bir terminoloji var biliyor musunuz, sonradan Bülent Tanör’ün kitabında da okudum bu tanımı” diyerek anlatıyor babasını. Baskıcı olmayan ama dönemin muhafazakâr yapısını da yadsımayan bir ailede büyümüş. Maddi durumları iyi olmasına karşın “Babamın servet sahibi olduğunu bilmezdim. Avusturya Lisesi’nde okurken en yakın arkadaşım Altınyıldız’ın sahibinin kızıydı ve onunla aynı harçlığı alırdık. O yıllarda 4x4 ciplerle ya da özel şoförlerle okula gitmek gibi alışkanlıklar yoktu” diyor.
İ S T A N B U L
L I F E
RAHİBELERE İSYAN!
Ailedeki tüm kız çocuklarının okutulduğunu anlatıyor Sayman: “Ablalarım bir devlet okulu olan İstanbul Kız Lisesi mezunuydu, iyi derecede Fransızca konuşurlardı. İlkokulu bitirdiğim zaman sırf komşumuzun kızları gittiği için beni de Avusturya Lisesi’ne yazdırdılar. Böylelikle ailenin ilk özel okula gideni oldum. Aklım Amerikan Koleji’ndeydi ama ailem ‘dejenere’ olurum diye göndermedi.” Kamondo Merdivenleri’nden çıkarak gittiği Avusturya Lisesi’ndeki skolastik ve katı eğitim, sıkıyor Hacer Hanım’ın özgürlük düşkünü ruhunu. Yeri geliyor rahibelere isyan ediyor ama kimsenin gıkı çıkmıyor çünkü derslerinde birinciliği kimseye kaptırmıyor! Notlarının verdiği güçle hem macera ve eğlenceyle geçiyor lise yılları hem de başarılarla.
BİR ZAMANLAR NİŞANTAŞI
O yıllarda İstanbul’un yaz ayları ise filmlere konu olacak cinsten. Göztepe sahilinde kayık kiralamalar, plajlarda sohbetler, geç saatlere kadar süren eğlenceler günümüz için hayal gibi. “Biz İstanbul’un en güzel zamanlarını yaşadık o yıllarda” diyen Sayman, dönemin denizinin temizliğini ise şu komik anısıyla anlatıyor: “Lise bitiyor, okul yıllığı çıkacak, paralar toplandı, hepsi bende. Arkadaşlarla birlikte Yeniköy’deki Aleko’ya gittik. Daha önce hiç içki içmemiş olan ben, farkında olmadan sarhoş olmuşum ve cüzdanı elimden denize kaydırmışım… Deniz öyle berraktı ki cüzdanın denize inişini görebiliyorduk. Kayıkla geçen biz yaştaki gençlere seslendik, birisi dalıp cüzdanı bize verdi. H A Z İ R A N
Kurutup ütülediğimiz banknotlarla yıllık parasını ödeyebildik.” Derslerindeki başarı burs kazandırıyor Hacer Sayman’a ve işletme okumak için Viyana’ya gidiyor. Viyana yılları onu günümüze taşıyor aslında. Güzel sanatlarla, gravürle, resimle ve hatta orada gezdiği bitpazarları sayesinde yolu antikayla kesişiyor. 1975 yılında bitiriyor üniversiteyi. “O zamandan takmıştım kafama geri dönüşüm konusunu. İlgili her şeyi araştırıyordum, hatta bitirme tezim bile bunun üzerineydi” diyor. Viyana’dan Türkiye’ye dönünce önce kardeşiyle birlikte Nuruosmaniye’de bir hediyelik dükkânı açıyorlar. Pirinç, bakır ürünler gibi hediyelik eşyalar satıyorlar. Gençlik heyecanıyla çıktıkları bu macera tam 20 yıl sürüyor. O yıllarda Nişantaşı’nda oturuyor Hacer Sayman. “Nişantaşı, 80’li yıllarda pek güvenli bir muhit değildi. Ayşe Kulin’in annesinin oturduğu apartmanın asansöründe bıçaklandığını anımsıyorum örneğin” sözleriyle özetliyor semtin halini… Nişantaşı’ndaki ev sahibi evi boşaltması gerektiğini söyleyince gözünü ‘eski İstanbul’a dikiyor ve 1980’li yıllarda yeni bir dönem başlıyor onun için. Önce Alman Lisesi’nin arka kapısının açıldığı Yörük Çıkmazı’na taşınıyor; altı yıl yaşadığı bu evdeki alt komşusu ise ressam Habib Gerez oluyor.
DOĞAN APARTIMANI YILLARI
1993 yılında, İstanbul Barosu Başkanlığı da yapan eşi, hukuk profesörü Yücel Sayman’la birlikte şehrin en ünlü apartmanı olan Doğan Apartımanı’na taşınıp tam 13 yıl orada oturuyorlar. “Orada da bu kez üst kat komşumuz Türkiye’nin ilk kadın mimarlarından Mualla Eyüboğlu Anhegger ve eşi yazar Robert Anhegger’di. Evimizi hiç görmeden tutmuştuk, şehrin en güzel dairesiydi. 2 0 2 0
164
İ S T A N B U L
L I F E
Şişhane ve Galata arasında yer alan Müellif Sokak’ın değişimini başlatan mekân hiç şüphesiz Kameleon.
Sayman’ın bir diğer projesi olan Bakkal’da özel lezzetler ve kahve çeşitleri yer alıyor.
Yabancı arkadaşlarımız ziyarete geldiğinde ‘Bir vahaya giriyormuşuz gibi hissediyoruz’ derlerdi. Doğan Apartımanı’nın en güzel yıllarını yaşadık” diyerek ayna tutuyor bir döneme.
ESKİ İSTANBUL’UN RUHUNA SAYGI
Kelebek etkisi derler ya hani; Berlin Duvarı’nın yıkılması, İstanbul’da yaşayan Hacer Sayman’ın hayatını da değiştiriyor. Kardeşiyle yollarını ayıran Sayman’a Berlin’in Kreuzberg semtinde bir antikacıdan haber geliyor. Dükkânı boşaltmak isteyen antikacının tüm ürünlerini alan Sayman, kendine ait ilk dükkânı da böylece açmış oluyor. 1993’te önce Artrium ile Tünel Geçidi’ne giriyor. 1999’da da semtin çok sevilen kafesi KaVe’yi açıyor. O Tünel macerasını da şöyle anlatıyor: “Bende Türkiye’de hiç olmaması gereken bir hastalık var: Düzeltme takıntısı… Bu takıntı sonucunda Tünel Geçidi, KaVe ile hak ettiği kimliğe büründü ve İstanbul’un bugün de özlemle andığı bir mekân oldu. Orada geçen yıllar sonunda kendi yarattığım rantı ödemek ağır bir yük oluşturdu ve devrettim. Zor zamanlardı, bu süreç içinde çok kadın dost desteği gördüm. Ancak ben her şeyi kadın olarak yaptığımı zannederken, arkamda eşimin önemli desteği olduğu gerçeğini kaçırmışım.” 2013’te KaVe kapılarını kapatıyor. “Orada çok yorulmuştum ve çıkmak istiyordum. Dört yıl Müellif Sokak’ta hiçbir şey yapmadan kira ödedim. Terk edilmiş bir sokaktı. Marangoz kapatmıştı, gerisi de depoydu. Biten meslekler vardır ya, ankeH A Z İ R A N
“Nişantaşı, 80’li yıllarda pek güvenli bir muhit değildi. Ayşe Kulin’in annesinin oturduğu apartmanın asansöründe bıçaklandığını anımsıyorum örneğin.” sörlü telefon tamircileri vardı burada. Hava parası karşılığında dükkânlarını bana devrettiler” diyor. Müellif Sokak’ta önce Artrium kapılarını açıyor; dükkânda antika eserler, resim çerçeveleri, seramik ve çini objelerin yanı sıra geleneksel Türk İslam sanatı örnekleri yer alıyor. Sonra Kameleon Concept Store geliyor. Burada Crea Concept giyim markasının yanında pet şişeler, çöp poşetleri, artık deri ve ipeklerle bisiklet iç lastiklerinden yapılan geri dönüşüm ürünleri gibi tasarım ürünleri satılıyor. Ayrıca 14 kadının yarattığı Jewelry Links markasının ürünleri de burada bulunabiliyor. Sokağın kafesi Bakkal’da ise günlük hazırlanan tatlılar, tuzlu seçenekler ve kahve çeşitleri öne çıkıyor. “Bakkal’ı neden açtınız?” soruma şu yanıtı veriyor: “Tünel’de çok çile çektim. Karşıma gelip, sandalye koyup bir şeyler açmaya çalışan çoktu. Başka biri kafe açacağına ben açtım!” Peki burayı baştan yaratma çabasının altında ne var? Sayman güzel özetliyor: “Ben elâlemin malı için para harcanmaz söylemine hiç kredi vermedim. Bu kentte yaşıyorsak sokağımıza özen göstermek ve ruhunu yaşatmak görevlerimizden biri olmalı. Bu çabama, eski İstanbul’un ruhuna saygı göstermek de denebilir.” 2 0 2 0
165
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
YENAL BİLGİCİ
Yeniköy
sabahından hayata bakmak
İstanbul’u tarihi ve coğrafyasıyla en iyi anlatan yazarlardan Mehmet Coral’ın son eseri ‘Yeniköy’ün Çınarları’nda başrolde Boğaz’ın eşsiz semti var. İstanbul’dan çıkıp İzmir’i, Çanakkale’yi, Kayseri’yi de dolaşan öykülerde Coral, hem toplumun hem de kendisinin geçmişine dönüp bakıyor. Yeniköy’ün Çınarları Mehmet Coral Doğan Kitap 144 sayfa
Şair Konstantinos Kavafis, neredeyse tüm hayatını İskenderiye’de geçirdi ama babasının şehri İstanbul’un onda yeri hep ayrıydı. İstanbul’da da Yeniköy’ün… Kavafis, gençlik yıllarında baba semtinde, Yeniköy’de de yaşamış, Boğaz’ın bu eşsiz güzelini hiç unutamamıştı. Şu dizeler onun (Yeniköy’ü, Rumca bir kullanımıyla, ‘Nihori’ diye çağırıyor Kavafis): “Ey yabancı; eğer doğanın gülümsediği/ Ve her çınarın arkasında bir gül kadar güzel / Genç kızların gizlendiği bir köy görürsen / Orada dur, Nihori’ye ulaştın demektir.” Durmamak zaten kolay değil Yeniköy’de. Bu semt/köy, Boğaz’ın en özel seyir noktalarından biri. Yalıların ardında kendi halindeki köy yaşamı, sükûneti ve güzelliğiyle herkese ilham verdi Yeniköy. Hâlâ da veriyor. İşte Mehmet Coral’ın son öykü kitabı ‘Yeniköy’ün Çınarları’ bu sürüp giden ilhamdan yararlanan son eser. İstanbul’u, hem tarihi hem coğrafyasıyla en iyi anlatan ustalardan Coral, son kitabına adını veren öyküsünde Kavafis’iyle, asır-
lık çınarlarıyla, sabah saatlerinin tarifsiz sükûnetiyle ve ‘her çınarının ardında bir gül kadar güzel’ kadınlarıyla Yeniköy’ü başrole çıkarıyor. ‘Yeniköy’ün Çınarları’ndaki tüm öyküler, yaşamının olgun yaşlarına (ya da genç olsalar bile son demine) erişmiş insanların öyküleri. Yeniköy’den ayrıldıktan sonra, kitabın sayfalarında Karşıyaka sokaklarıyla, Kayseri Talas’ta Taş Mektep’e tırmanan basamaklarla, Elazığ’da hastane koridorlarıyla, Çeşme’nin incir kokan rüzgârıyla karşılaşıyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda yakıp yıkarak çekilen Yunan ordusunun peşinde doludizgin İzmir’e akan Türk ordusunu izliyoruz. Çanakkale göklerini kahramanca müdafaa eden Cemal Durusoy’un gerçek hikâyesini, yine Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin Cephesi’nde Fokker III uçağıyla ölümüne direnen bir başka Osmanlı pilotunun
aklından geçenleri okuyoruz. Kendisi de amatör pilot olan Mehmet Coral’ın bakışı havalardaki bu hikâyelere derinlik katıyor. Tüm bu hikâyeler yer yer otobiyografik temalar içeriyor. Bir ortak noktaları da hayatla hesaplaşmaya, yüzleşmeye yer vermeleri. Ama bu yüzleşmeler bir çatışmaya açılmıyor. Kavak yellerinin estiği çağlarla olgun yaşlar arasında dengeli bir söyleşi var hikâyelerde. Genç fidanla asırlık çınar arasında bir sohbet. “Bugünlerde büyük bir bölümünü katettiğim yaşamın anı hasadını küçük tepecikler halinde yığdığım tarlaların önünde geziniyorum. Bellek kısalıyor. Hep geriye doğru baktığın bir aynanın karşısında duruyorsun. Gerçek kişilerle değil, o aynadan sana bakan eski ben’inle konuşuyorsun hep” diye yazmış Coral. Kitapta bu konuşmalar hep huzurlu bir sessizlikle noktalanıyor.
Avusturya Sefareti’nin önünde (‘Yeniköy’ün Çınarları’na ismini veren hikâyeden alıntı) “Bir de tutkunu olduğum seher vakitleri vardır. Uykusuz bir baykuş olduğum için hep kalkar, dışarı çıkarım o zamanlar. Kimsecikler yoktur ortada. Kedilerle hoş beş edip, Avusturya Sefareti’nin önüne inerim. Sabahın sessizliğinde zaman ötesi bir titreşimsizlik vardır. Hiçbir şey kıpırdamaz. Havanın narin salınımı içinde sadece pek uzak mırıltılar gizlidir. Çınarların tepesinde gizlendiği yerden çıkan bir güvercin kanatlarıyla hafifçe döver havayı. Onu balık bulamamış bir martının yükselişi ve ince bir tramola ile tekrar deniz üzerine yaylanışı izler. Şehrin merkezine doğru akan Boğaz’ın suları üzerinde tülsü bir sis vardır. Aslında her şey aslına doğru akar gibidir. Bu sessizliği denizin içine kurdukları ağ ile küçük bir dalyan oluşturan balıkçıların sesi bozar.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
166
İ S T A N B U L
L I F E
P N A İT DA K E N T İY A E ED M İY H UZ D 0 20 2
www.elele.com.tr
HAZİRAN 2020 SAYI: 2020/06 14 TL
Çağla Şıkel POZİTİF ENERJİ
BU YENİ, NORMAL Mİ? Demir Demirkan Esra Gülmen Hayal Köseoğlu Ahsen Eroğlu Tolga Karaçelik
MODA
Elbet o yaz gelecek!
FIRAT ÇELİK
• Pudra renkler • Elbise • Mayo
HEDİYE KİTAP
Bu sürecin yıldızı o K.K.T.C. 17.50 TL
20 UZMANDAN 20 DİYET
www.elele.com.tr facebook.com/eleledergisi
twitter.com/eleledergisi
instagram.com/eleledergisi
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Bana karantinanın resmini yapabilir misin? Bir tuval, bir fırça ve renklerin dünyasına girip gündemden uzaklaşmak onlara yaradı. Yıllar önce resme merak saran oyuncular Fırat Tanış ve Pelin Karahan, karantina günlerinde de huzuru orada buldu. Hayat yavaş yavaş normale dönse de geçirdiğimiz iki ay birçok kişiyi farklı ilgi alanlarına yöneltti. Resim yapmak da bunlardan biri. Hem ekranda hem de tiyatro sahnesinde adından başarıyla söz ettiren Fırat Tanış ve yetenekli oyuncu Pelin Karahan da bu süreçte elinden fırçayı eksik etmeyen iki isim. Bu dönemde yoğunlaştıklarına bakmayın; onların bu merakı çok eskilere dayanıyor. Hikâyelerini dinledik, sırlarını öğrendik.
Fırat Tanış, bu çalışmasında suluboya kullanmayı tercih etmiş.
Pelin Karahan
Ne zaman başladı resme merakınız? Çocukluğumdan beri ilgim vardı. Annem yağlıboya tablolar yapardı, onun sayesinde resme aşinayım zaten. Ama tam olarak başlamam İzmir’de, ‘Kavak Yelleri’ dizisinin çekimleri sırasında oldu. Boşta kaldığım zamanlarda üretme isteği aslında benim başlama sebebim. O dönem ve her dönem bana çok iyi geldi resim yapmak.
“Annem yağlıboya yapardı, ondan çok şey öğrendim.”
Hiç eğitim aldınız mı bu konuda? İzmir’de resim yaptığım dönemlerde gittiğim bir atölye vardı, orada bana çok yardımcı oldular ama dediğim gibi annemden çok şey öğrendim bu konuda. Size en çok neler ilham veriyor? Resim yaparken hep müzik dinlerim. O an dinlediğim bir şarkı ya da gün içinde gözüme takılan bir renk, herhangi bir şey bana ilham verebilir. En güzeli de bu zaten. Ne hissediyorsam tuvale yansıyor.
Evinin bir bölümünü neredeyse atölye haline getiren oyuncu, resim yapmaya ciddi olarak ‘Kavak Yelleri’ dizisinin çekimleri sırasında başlamış.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
168
İ S T A N B U L
L I F E
Sizin de resme ilginiz yeni değil. Macera nasıl başladı, bir eğitim aldınız mı? Sanırım anaokulunda; çünkü çocukluğumda bu konuda örnek aldığım, ailemde resim yaptığını gördüğüm kimse olmadı. Resim üzerine bir eğitim almadım. ‘Esin perisi’ diye bir şey var mı? Neler ilham verir size? İzlemekten, bakmaktan keyif aldığım şeyler; mekânlar, nesneler... Ayrıca kavramların kişisel anılarımdaki alegorik ifadeleri.
Fırat Tanış
“Resim yoluyla yaşadığım mekânlarla bağım güçleniyor.”
Genellikle toz pastel boya kullanarak çalışıyorsunuz. Başka favori teknikleriniz var mı? Suluboya çalışmaktan büyük keyif alıyorum. Linol çalışmalarım da var. Paylaştığınız resimler arasında Kilyos Kumköy resimleri de var. Buraların sizin için özel bir anlamı var mı? Kasım ayında Uskumruköy’e taşındık. Resim yoluyla büyüdüğüm, yaşadığım mekânlarla ilişki kurmanın, bu yolla ben ve izleyen arasındaki bağı güçlendirdiğine inanıyorum. Ayrıca resmin yapıldığı tarih-mekân ilişkisi bağlamında geleceğe bir belge kaldığını düşünüyorum. Şehirde resmini yapmak istediğiniz başka yerler nereler? Öncelikle yaşadığım yerler... Bunun dışında gelecekte değişip tahrip olabileceğini düşündüğüm şehre ait görünümler, mekânlar, sokaklar... İşlerinizi hep Instagram hesabınızdan paylaşıyorsunuz. Hayat normale döndü-
Kadıköy’de doğup büyüdüğünüzü biliyoruz. Sizin için özel adresler var mı hâlâ bu semtte? Kadıköy’de çocukluğumdan beri amaçsız yürümeyi seviyorum. Yeldeğirmeni’nde hâlâ keşfedilecek çok şey var. Kadıköy Çarşı’da Kurukahveci Mehmet Efendi, Esat Işık Caddesi’nde Fatoş’un Mutfağı, Şifa’da Eski Bomonti Çay Bahçesi, Moda Çay Bahçesi, Kadife Sokak’ta Bina, Ali Suavi Sokak’ta Ahali Kafe gitmekten özellikle keyif aldığım adresler. Her şey yoluna girdiğinde ‘Gelin Tanış Olalım’ı sahnelemeye devam edecek misiniz? Elbette devam edecek. ‘Gelin Tanış Olalım’ı sağlığım el verdiği ölçüde, yıllarca oynamak istiyorum. Sözü bitmeyecek bir oyun. Salgın ve karantina süreci sizin hayatınızda neleri değiştirdi? Evde geçirdiğimiz süreçte özellikle dizi ve filmler ilgiyle izleniyor; siz neler izlediniz mesela, tavsiyeleriniz neler? Aslında evde kalmanın dışında pek bir şey değişmedi diyebilirim. Televizyon izleyicisi değilim pek. Zaten televizyon açıksa gün içinde kızımın izlediği çocuk programları oluyor. Sinemayı, sinema salonunda izlemeyi seviyorum. Bu süreç nedeniyle yarım kalan projeler var mı, yakın zamanda sizi hangi işlerde göreceğiz? Salgın sebebiyle başlayamadığımız bir televizyon projesi ve iki film projesi daha var.
diyebilirim. Ben boş durmayı asla sevmediğim için bu süreçte ürettiğim her şey beni mutlu ediyor.
Genellikle hangi boyama tekniklerini kullanıyorsunuz? Geyşa tablolarımda yağlıboya tercih ediyorum. Detaylarında, yani tokası, elbisesi gibi kısımlarında boyutlu boyalar kullanıyorum. Bence resme farklı bir hava katıyor. Bir de soyut çalışmalarım var; onlarda tercihim akrilik. Hızlı kuruması, renk alternatifleri bu teknikte avantaj yaratıyor. Ayrıca soyut çalışmalarımı fırça yerine spatulayla yapıyorum, ortaya başka dokular çıkıyor.
Çocuklarla birlikte nasıl vakit geçiriyorsunuz evde? Çocuklar için zor bir süreç tabii. Onları oyalamak kolay olmuyor, çabuk sıkılıyorlar. Sitede basketbol ya da tenis oynuyoruz. Evdeyken boyama, Lego, oyun hamurlu faaliyetleri seviyorlar. Bazen de mutfağa birlikte girip sevdikleri kekleri yapıyoruz.
Koronavirüsle birlikte hayatınızda neler değişti? Daha çok içimize döndük tabii, sonuç olarak evde çok daha fazla vakit geçiriyoruz, yapılabilecekler belli. Bir yandan da dış etkenler olmadan kendimize ne kadar yetebildiğimizi gördük
H A Z İ R A N
ğünde bir sergi açma projesi olabilir mi? Evet, çok isterim.
Hayat normale döndüğünde şehirde yapmak istediğiniz şeyler neler? En çok ailemle, arkadaşlarımla dışarıda buluşmalarımızı özledim; restorana gidip yemek yemeyi, sosyalleşmeyi de aynı şekilde. Bunlar insanı besleyen şeyler. 2 0 2 0
169
İ S T A N B U L
L I F E
Zerrin Tekindor
Koca gözlü, çarpıcı kadınlarıyla resimleri en iyi bilinen isimlerden biri o. 20x20 cm’lik şahane portrelerini @ztpetitegalerie isimli Instagram hesabı üzerinden paylaşıyor.
Şuraya da mutlu bir ünlü çizelim
Sanat zor ortamlarda yeşermeyi sever mi demeli yoksa bir tür terapi olduğunu bir kez daha mı idrak etmeli? Cevap: Hepsi! İşte kanıtları...
Bora Aksu
Kadınlar, hayvanlar ve çiçekler... Londra’da yaşayan başarılı modacının karantina günlerinde hız verdiği illüstrasyon çalışmalarında ön planda bu üçlü var.
Bensu Soral
Oyuncu, bu dönemde eşi Hakan Baş’la yaşadığı evin duvarlarını tuvale çevirdi, işe salonunu boyamakla başladı. İlham aldığı bir resimden yola çıkarak fırçayı eline aldı. Soral hem yapım süreci videolarını hem de eserlerin bitmiş halini Instagram hesabından paylaşıyor.
Yasemin Sakallıoğlu
Instagram’da 4 milyondan fazla takipçisi olan komedi oyuncusu, çalışmaları için “İstesem sergi açar, hepsini elerdim ama yapmadım çünkü kimsenin hevesini kırmak istemiyorum” diyor.
Fulya Zenginer Son beş senedir resim yapmakla da ilgilenen oyuncu, naif çizgiler kullanıyor. Instagram hesabındaki paylaşımlarının seveni çok.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
171
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
O tatil buraya gelecek! Hayaller tatil, hayatlar karantina sonrası... Biliyoruz, daha fazla iç mekân görmek istemiyorsunuz ve yazı da böyle geçirme ihtimalini düşünmek sizi bozuyor. Ama üzülmeyin; evinizi, en güzel tatilinizi bile geride bırakacak bir ortama çevirmek için yardıma hazırız! Karantina kısıtlamaları yavaş yavaş gevşiyor. Yine tatile çıkacağımız, gezip dolaşacağımız, dinlenip eğleneceğimiz günler gelecek. Bu konuyla ilgili kapsamlı rehberinizi dergimizde zaten bulacaksınız. Ancak biriken işler ya da önlemleri hemen gevşetmeme kararları yüzünden bu yazı evden fazla uzaklaşmadan geçirmeyi planlayanların sayısı da hiç az değil. Peki evde tatil havası yaşanır mı? Önereceğimiz birkaç basit yolla bu garanti!
Travelmodus.com’un kurucusu
Müzik, biraz daha müzik
Kahveler odaya tepsiyle gelsin
Spotify’da ister kendiniz bir tatil listesi hazırlayın, ister listelerden birini açıp evinize tatil ruhunu taşıyın. İşe Hakan Atala’nın her ay İstanbul Life okuyucuları için hazırladığı listelerle başlayabilirsiniz. Bu ayki muhteşem seçkiye göz atmanız için sizi 9’uncu sayfamıza alalım.
Banyonuz nasıl SPA’ya dönüşür?
Küvetiniz varsa doldurup köpük banyosu yapın ya da duşta cildinizi keselemeye uzun vakit ayırın. Deniz kokulu bir sabun bile evde olduğunuzu unutturabilir.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Özlem Avcıoğlu
172
İ S T A N B U L
L I F E
Evde tatil havası yaratmanın ilk şartı benim için rahat bir yatak odası ve iyi, uzun bir uyku. Bu yüzden de aynı otellerde olduğu gibi sade bir yatak odası dekorasyonu lazım. İşe tüm fazlalıklardan kurtulmak, yalın ve kalabalık olmayan bir yan sehpa, bol yastıklı bir yatak, sımsıkı kapanabilen perdelerle başlanabilir. Koku çok önemli bir hatırlatıcı. Tayland en sevdiğim memleketlerden biri ve orayı hatırlatan, çok sevdiğim paçuli kokulu mum ve oda spreyi kullanıyorum. Banyoyu da aynı şekilde iyi bir otel odası banyosu gibi bol aynalı ışıklı, hale getirdim. Güneşli havaları, Teşvikiye’de oturmamıza rağmen binamızın arka bahçesine portatif bir koltuk ve masa kurarak değerlendiriyorum. Sabah kalkar kalkmaz kahve içmek en önemli şey güne başlamak için. Kahvelerimizi de tıpkı oda servisi hizmeti aldığımızda olduğu gibi, tepsi içinde servis ediyorum.
Animatör olmasa da oyuna devam
Otellerde çocuklu ailelerin tercih ettiği eğlenceleri kutu oyunlarla evinize taşıyın. Bu ara bildiğiniz Monopoly’ye adeta format atan, rekabetçilerle tekelcileri kıyasıya yarıştıran ‘Anti-Monopoly’ ve film meraklıları için hazırlanan ‘Filmolog’ çok popüler.
Kokuların gücünden faydalanın Orkide, vanilya, kahve veya hindistancevizi tatili anımsatan kokuların başında geliyor. Oda parfümleri, esanslı yağlar veya tütsülerle hafızanızda kalan tüm bu kokuları evinize taşıyabilirsiniz.
Güneşlenmenin 50 tonu
Seyahat Yazarı
Dünya eve taşındı
D vitamini olmadan olmaz! Şimdi balkonunuza veya terasınıza çıkıp güneşlenmenin tam zamanı. Eğer balkon veya teras yoksa, evinizin güneş alan her noktasını değerlendirebilirsiniz. Siz ısındıkça tatil ruhu da içinize işleyecek ve kendinizi deniz kenarında hissedeceksiniz. Bir de elinize sahilde okumaya uygun kitabınızı aldınız mı tamamdır.
Güneş batarken bir şeyler içer miyiz?
Hava serinliyor, akşam yemeği saati yaklaşıyor. Saçlarınızda deniz kokusu olmasa da, elinizde egzotik bir kokteyl bardağı olabilir. İhtiyacınız olan tek şey tarifler. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan, Selim Turgut Özben imzalı ‘501 Kokteyl’ kitabı iyi seçenek.
Özlem Güsar Oggusto.com’un kurucusu
Aksesuardan destek alın Evde dolap bekleyen renkli aksesuarlardan küçük, büyük ne varsa çıkardım. En basitinden, yastık kılıflarını değiştirmek dahi evin havasını bambaşka hale getiriyor. Sofra kurmaya hep meraklıyım. Çiçeklerden mahrum kalsak bile, limonları su dolu bir vazoya doldurup taze naneleri çiçek olarak kullanmak mümkün. Pinterest’te harika fikirler var. Kokulu mumları çok seviyorum, lavanta ve yaseminli mumlar favorim. Çizim yeteneğim hiç yoktur, çöp adam bile çizemem ama son dönemde en sevdiğim eğlencem, Instagram’da boş bir zemine kendimin ve arkadaşlarımın hayatlarını, özelliklerini GIF’lerle canlandırmak.
Bahar Akıncı
Dünyanın en ünlü otellerinden bazılarında imzası olan Champalimaud Design’ın ortağı Anna Beeber’a göre çoğu insan evini, bir otel gibi düşünerek tasarlamıyor. Ama yatak odanızı fazlalıklardan arındırıp otel minimalizmine getirdiğinizde, hem yeni bir yaşam alanı hem de içinizi seyahat tutkusuyla dolduran bir atmosfer yaratmanız mümkün. Spotify hesabınızı açıp severek seyahat ettiğiniz ülkelerin yol şarkılarını araştırmakla başlayın. Gelsin Marakeş ya da Paris seyahatinizi hatırlatan şarkılar... Şimdi bir de kendini unutturmak istemeyen ülkelerin başlattığı ücretsiz sanal tur akımına uyun: en.360tourist.net (İspanya’dan Fransa ve Meksika’ya kadar pek çok seçenek var) 360.visitlondon.com (Londra’nın pek çok mahallesi yanınızda) youvisit.com/tour/nyc (New York City sizi bekliyor, üstelik helikopterle)
Yallah fazlalıklar, yallah!
Bir otel odasının en önemli özelliklerinden biri de boş olmasıdır. O halde evde de işe buradan başlayabiliriz. Zaten karantina süreci de net bir şekilde gösterdi ki dolaplarımızdaki çoğu şey aslında fazlalık. En az bir senedir giymediğiniz, takmadığınız, kullanmadığınız ne varsa elden çıkarın ya da dönüştürün. İçinize tatlı bir esinti dolacak.
Mandal değil mandala!
Mandala, çeşitli geometrik şekillerden oluşan ve Hindistan’dan yola çıkarak tüm dünyayı etkisi altına alan ‘kutsal çember’. Zihninizi tatile çıkarmak için ‘144 Sayfa Mandala’, ‘Mandala ile Terapi’, ‘Süper Mandala Boyama Kitabı’ gibi kitaplardan yararlanabilirsiniz.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
173
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Evde kötü kahve içecek değiliz!
Hasret bitti, favori kahvecilerimize kavuştuk. Ama yalan yok; bu ayrılık döneminde vaktiyle işin doğrusunu öğrenip onlar gibi yapamadığımız için az pişman olmadık. Hem krizden fırsat yarattık hem de işin bir kez daha başa düşme ihtimalini düşünerek uzmanların kapısını çaldık. Bu önerileri iyice okuyup uygulamayı başarırsanız evde gurme kahve sefası sürmemek için hiçbir engeliniz kalmayacak.
Güne başlamanın, dertli zamanların, yalnız kalplerin, kimi zaman da dedikodulu arkadaş buluşmalarının değişmez üyesi kahvenin değerini geçirdiğimiz sıkıntılı
H A Z İ R A N
2 0 2 0
dönemde daha da iyi anladık. Şimdi gelin hep beraber önlemimizi alalım ve bir daha evlere kapanırsak favori kahvemizi nasıl hayatımızda tutacağımıza bir bakalım.
174
İ S T A N B U L
L I F E
İYİ KAHVENİN 7 KURALI
1
Çekirdek kahve alın
Eğer lezzetin peşindeyseniz çekirdekleri tercih edin. Demlemeden kısa süre önce öğütürseniz daha aromalı ve taze bir kahve elde edersiniz. Hepsini tek seferde öğütmeyin. İçeceğiniz miktarla ilerlerseniz kahvenizin tazeliği kaybolmaz.
2
Mutfak tartınız olsun
Kahve miktarını göz kararı da ayarlayabilirsiniz ama mutfak tartısıyla ölçtüğünüzde dışarıda içtiğiniz tadı yakalamanız daha kolay.
3
Gürkan Kumak
eramik kaptan şaşmayın S Çekirdekleri plastik kutularda veya poşette saklamayın. Seramik bir kap daha mantıklı. Bu, uzun süre taze kalmalarını sağlayacaktır.
4 5 6
Güneş ışığına dikkat
Kahveyi sakladığınız kutu mutfağın güneş almayan, serin bir noktasında dursun.
İçme suyu kullanın
Demleme aşamasında musluk suyu kullanmayın. Mutlaka içme suyuyla demleyin. Tadında yarattığı büyük farkı hemen göreceksiniz.
Makinenizi düzenli temizleyin
Her kahve yaptığınızda makinenizi, filtresini ve su haznesini düzenli olarak temizleyin. Çekirdekler yağ içerdiğinden makineler zamanla kirlenir. Temizlemedikçe kahvelerinizde yanık bir tat almaya başlarsınız. Düzenli temizlik makine performansını artırır, ömrünü uzatır.
7
Çekirdeğinizi iyi tanıyın
Kahvenizi satın alırken seçiminizi asit oranını, aromasını ve yumuşaklığını bilerek yapın. Afrika bölgesinden elde edilen çekirdekler daha asitli ve yoğun aromalıdır, Güney Amerika’dakiler orta kavrulmuştur ve daha yumuşak içim özelliğine sahiptir. İlk kez kahve alacaksanız önerimiz Guatemala bölgesinin çekirdekleri. Bu tür daha yumuşak bir tada sahip.
Şerif Başaran Kahve eğitmeni, Coffeetopia kurucusu
El değirmeniyle öğütün
2 0 2 0
175
Arabica çekirdekleri lezzetli bir final sunar
Evde yapılacak en kolay kahve 550 yıllık geleneğimiz Türk kahvesi. Eğer tercihimiz filtre kahve ise en kolay demleme yöntemi French press olacaktır. Kahve ağaç türü iki tanedir, Arabica ve Robusta. Baristalar ve iyi markalar Arabica tercih ederler. Bu çekirdekler fincanda çok daha lezzetli bir final sunar. Her coğrafya ayrı bir lezzettir. Eğer fındık, kakao aromaları istiyorsak Latin Amerika; turunçgil ve egzotik aromalar istiyorsak Afrika/Arap Yarımadası’nı; topraksı, isli ve bitkisel aromalar istiyorsak Asya Pasifik kahvelerini tercih edebiliriz. Bir baristanın hazırladığı lezzeti arıyorsak oran çok önemli. Doğru oran 180 ml suya 10 gr kahvedir.
98
Evde sizi uğraştırmadan lezzetli kahveye ulaştıracak dört kolay yöntem var, French press, filtre kahve makinesi, kapsüllü makine ve moka pot. Bunların hem demlemesi kolay hem de temizliği. Kahveyi satın alırken de son tüketim tarihine değil kavrulma tarihine bakın. Çünkü kahve paketinde hiç açılmamış halde bekletilse bile bayatlamaya başlar; karton, ilaç ve odun tatları ortaya çıkar. Çekirdekleri öğütmek için el değirmenleri veya elektrikli konik ve düz bıçaklı öğütücüler başlarda yeterlidir. Kapsül kahvelerin de üretilme tarihlerine dikkat edin. Kapsül içinde tazelik nitrojenle muhafaza edilmeye çalışılsa da iki-üç aydan sonra yine hızlı bir şekilde aromasını kaybedecektir. H A Z İ R A N
Starbucks Barista Şampiyonu
%
SU, KAHVENİN ORTALAMA YÜZDE 98’İNİ OLUŞTURUYOR. BU NEDENLE DEMLERKEN MUTLAKA ŞİŞELENMİŞ VEYA DAMACANA SU KULLANIN.
İ S T A N B U L
L I F E
Naim Koca Barista Akademisi eğitmeni
Kavrulma derecesi tazeliği etkiler
Evde yapabileceğiniz en kolay ve lezzetli kahveler, Türk kahvesi ve üçüncü nesil ekipmanlar kullanılarak yapılacak Chemex, V60 gibi çeşitler… Damak tadınıza en çok uyacak seçenekler ise Kenya, Brezilya, Etiyopya, El Salvador ve Guatemala kahveleri. Çekirdek satın alırken paketin kalınlığının 105 mikron civarında olmasına ve üzerinde ‘valf’ bulunmasına dikkat edin. Mikron azaldıkça taze kalma süresi azalır. Kahve kavrulduktan sonra gaz üretmeye devam eder, valf ise bu gazların dışarı çıkmasını sağlar, dışarıdan hava girişini engeller ve ürünün taze kalmasını sağlar. Kavrulma derecesi çok önemlidir, ‘medium roast’ ya da ‘light roast’ kahvenin ömrü, kavrulduktan sonra 40 gündür. ‘Medium dark’ 120 gün, ‘dark roast’ ve üzeri ürünler 24 aya kadar taze kalır. Chemex mükemmel bir kahve için basit ve uygun bir demleme tekniğidir. Uygun derecede öğütülmüş, yüksek kalitede taze kahve, temiz ekipman, doğru şekilde dökülen uygun ısıdaki sıcak su bu demleme tekniğinin anahtarıdır. 1:16 oranı kullanılır, yani 1 gr kahve için 16 ml suya ihtiyaç vardır. Bu hesaba göre, bir kişilik fincanın 300 ml olduğunu kabul edersek, 300/16 = 18.75 gr kahveye ihtiyacımız olacak demektir.
Ondan vazgeçilmez Filtre kahve
Yumuşak tat sevenler için Latte
Filtre kahve makinesiyle çok kolay demleyebilirsiniz ama makineniz yoksa hemen hemen her markette bulabileceğiniz ‘French press’ de işinizi görecektir. Bir fincan için 1.5 yemek kaşığı kahveye denk gelecek ölçüde miktarını ayarlayın. 2-3 dakika demlenmesini bekledikten sonra içebilirsiniz.
Espresso bazlı kahvelerden latte’yi evde yapmak çok kolay. Espresso’yu hazırladıktan sonra cezvede bir fincan kadar sütü hafifçe kaynatın, daha doğrusu kaynamaya başladığında ocaktan alın. Süt köpürtücünüz varsa onunla, yoksa ‘French press’inizle köpürtün. Bir fincana önce espresso’yu, ardından köpüklü sütü boşaltın.
Türkiye’nin kahve tarihi H A Z İ R A N
2 0 2 0
176
İ S T A N B U L
L I F E
SON GÜNLERİN FAVORİSİ: DALGONA Granül kahveyi ve şekeri bir kâseye alıp su ekleyin. Tel çırpıcıyla 15 dakika kadar çırpın. Bu işlemi mikserle de yapabilirsiniz. Kahveniz açık renkli ve krema gibi koyu kıvamlı hale gelene kadar devam edin. Bardaklara birkaç küp buz koyun. Sütü bardaklara bölüştürün. Kahve kremasını da ekleyip buz erimeden servis edin.
İtalyan lezzeti Espresso Kapsüllü kahve makineleri evde espresso yapmanın en kolay yolu. Makineniz yoksa bir espresso pot’uyla da yapabilirsiniz. Burada dikkat etmeniz gereken nokta, makine için hazır öğütülmüş olanlar yerine uygun biçimde öğütülmüş kahve kullanmanız. Alt kısımdaki demliği kaynar suyla doldurun. Espresso pot’una metalik filtresini dolduracak kadar kahve koyup ocağın üzerine yerleştirin. Kaynamaya başladığı an ocaktan alın.
1517: Yemen Valisi Özdemir Paşa, bu ülkede içip çok sevdiği kahveyi İstanbul’a getirdi. Kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü.
1544: İstanbul Tahtakale’de ilk kahvehane açıldı. 1615: İstanbul’a gelen Venedikli tacirler İtalya’ya ilk kahve çekirdeklerini taşıdı. Kahve böylece 1643’te Paris’e, 1651’de
O bir klasik Türk kahvesi Kahveyi cezveye her fincan için iki çay kaşığı ölçüsünde koyun. Dilediğiniz kadar şekeri bu aşamada ekleyip karıştırın. Cezveyi hiçbir zaman çok fazla doldurmayın ve mutlaka soğuk su kullanın. Kısık ateşte, karıştırmadan köpürmesini bekleyin ancak kaynamasına asla izin vermeyin.
Londra’ya ulaştı. 1727: İlk kez Brezilya’dan kahve ithal edilmeye başladı. 1871: Türkiye’nin en eski markalarından biri olan Kurukahveci Mehmet
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Cenk Girginol Kahve eğitmeni, gastronomi yazarı
Demlemeden hemen önce öğütün
Evlerde daha çok tercih ettiğimiz alışkanlığımız Türk kahvesi ve filtre kahve ağırlıklı genelde. ‘Pour over’ yöntem dediğimiz V60 ve Chemex de son dönemlerde kaliteli kahve içmek isteyenlerin tercihi haline geldi. Çekirdek kahveyi en fazla bir haftada, öğütülmüş kahveyi ise üç-dört günde tüketeceğiniz kadar alın (Yaklaşık 100-150 gr olabilir). Kavrulma tarihi de önemli. Taze kavrulmuş kahvelerde lezzet daha üst seviyede bizleri karşılıyor. Kapsüllü makinelerde kahve çeşitliliği, aynı zamanda kolay ulaşılabilir oluşu bence aranacak özelliklerin başında geliyor. Türkiye’de taze kavrulmuş kapsül kahveler üretiliyor ve satılıyor. Makineler daha uygun fiyatlı olduğundan evlerde espresso bazlı kahve keyifleri için tercih edilebilir. Aynı çayda olduğu gibi su, doğrudan kahvenin lezzetine etki eden ana faktörlerden biri. Suyunuzun doğru değerlerde olmayışı, kahveniz ne kadar kaliteli olursa olsun, ortaya lezzetsiz bir sonuç çıkaracaktır.
Efendi kuruldu. 1984: Hazır kahve markası Nescafé, Türkiye pazarına girdi. 2003: Starbucks, Bağdat Caddesi’nde Türkiye’deki ilk şubesini açtı.
177
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
İnsanlık COVID-19 salgınına karşı büyük bir sınav verdi, hâlâ da veriyor. Ama pek çok konuda olduğu gibi bu sınava da herkes eşit şartlarda girmedi. Bu dönem boyunca, bahsettiğimiz şartları bir nebze de olsa eşitlemek için uğraşan çok oluşum var. İhtiyaç duyanlara bir el de siz uzatmak isterseniz sizi böyle alalım!
H A Z İ R A N
2 0 2 0
178
İ S T A N B U L
L I F E
İhtiyaç Haritası
Oyuncu Mert Fırat’ın kurucusu olduğu İhtiyaç Haritası, farklı konulardaki ihtiyaç sahipleriyle bunları karşılamak isteyen kişi ve kurumların buluştuğu online bir platform. Kâr amacı gütmeyen sosyal bir kooperatif de diyebiliriz. Türkiye’nin tüm bölgelerinden kullanılabilen bu platforma üye olduktan sonra profilinizle ihtiyacınızı detaylı bir şekilde girebiliyorsunuz. Herkese açık olarak yer alan ve ana sayfadaki haritada görünen bu bilgiyle ihtiyacınızı karşılamak isteyen kişi veya kurumlar ilgili butona basarak yardıma koşabiliyor. Eğer işin destek kısmında yer almak istiyorsanız, ‘Başvur’ kısmına basarak destek talebinizi yetkililere iletebiliyorsunuz. Bir de platformda gönüllü olarak çalışma imkânı var. ihtiyacharitasi.org
Askıda Fatura
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başlattığı bir uygulama olan Askıda Fatura, kısa sürede birçok ihtiyaç sahibine ulaştı. İSKİ ve İGDAŞ faturalarını ödeme güçlüğü çekenler için hayırseverlerin devreye girdiği sistemde 162 binden fazla fatura ödendi ve bu sayı her geçen gün artıyor. İBB’ye daha önce sosyal yardım talebinde bulunmuş ya da bulunacak olan (sosinc.ibb.gov.tr) ve talep incelemesi olumlu sonuçlanmış herkes faturasını sisteme ekleyebilir. Ayrıca kısmi ödeme yapabilme olanağı da var. askidafatura.ibb.gov.tr
Toplum Gönüllüleri Vakfı
Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG), 2002 yılında kurulan bir sivil toplum kuruluşu. Gönüllülük ilkesine dayanarak hareket eden vakfın amacı gençlerin öncülüğünde ve yetişkinlerin rehberliğinde çeşitli sosyal sorumluluk projelerini hayata geçirmek, kendine güvenen, girişimci ve duyarlı bir gençliğin oluşumuna katkıda bulunmak, toplumda sosyal sorumluluk yönünde farkındalık yaratmak. Vakfın yardım elini uzattığı kitle, 17-25 yaş arasındaki gençler. Bu amaçlar çerçevesinde, hak edenlere karşılıklı burs yardımları, iş yapma becerilerini geliştirmek için staj olanakları, girişimciliğe yönlendirmek için mikro kredi programları ve üretkenlik ve sorumluluk esasıyla proje finansmanı uygulamaları ana hedefler arasında yer alıyor. TOG, şu sıralar İhtiyaç Haritası ile ortak bir proje de yürütüyor. ‘Bir Bilgisayarın Olsun’ kampanyası dahilinde koronavirüs salgını nedeniyle uzaktan eğitim gören üniversite öğrencilerine bilgisayar veriliyor. tog.org.tr
UNICEF
Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF; Birleşmiş Milletler Vakfı ve İsviçre Yardımseverlik Vakfı tarafından desteklenen COVID-19 Dayanışma Müdahale Fonu adında bir proje yürütüyor. Bu fondan gelen ve yaklaşık 127 milyon doları aşan kaynak, UNICEF’in dünyanın dört bir yanında çocuklar için yürüttüğü çalışmalarda kullanılacak. Ayrıca yine çocuklar için gerçekleştirilen bir başka yardım projesi daha var: ‘Yeniden Hayal Et’. unicefturk.org
H A Z İ R A N
2 0 2 0
179
Ahtapot Gönüllüleri Derneği
Ahtapot Gönüllüleri Sosyal Dayanışma ve Sportif Faaliyetler Derneği, kimsesiz çocuklardan sokağa atılan köpeklere, evsizlerden engelli bireylere kadar sınır tanımadan, ihtiyaç duyulan her alanda proje geliştiriyor ve diğer sivil toplum kuruluşlarının projelerini destekliyor. Derneğin salgın kapsamında yürüttüğü bir kampanya olan ‘Kardeş Aile Ol’, ihtiyaç sahibi ailelere el uzatıyor. Kardeş olarak seçilen ailenin bir aylık market masrafları, online olarak satın alınarak onlara iletiliyor. Derneğin internet sitesinde örnek market listesi ve projenin detayları mevcut. ahtapotgonulluleri.org
Türk Eğitim Vakfı
1967 yılında Vehbi Koç önderliğinde kurulan Türk Eğitim Vakfı, maddi gücü yetmeyen ve eğitim görmek isteyen gençlere el uzatıyor. TEV koronavirüs nedeniyle de bir kampanya yürütüyor. Bu mücadelenin ön saflarında yer alan ve maalesef virüs sebebiyle hayatlarını kaybeden tüm sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitimlerinin yarım kalmaması için ‘TEV Korona Kahramanlarına Vefa Fonu’ hayata geçirildi. Fon ile bu öğrencilere eğitim hayatları boyunca burs desteği sağlanacak. tev.org.tr
Temel İhtiyaç Derneği
Temel İhtiyaç Derneği bir taraftan israfı önleyerek gezegenin önemli sorunlarından birine çözüm olmaya çalışırken; diğer taraftan insanların temel ihtiyaçlarına adil ve eşit şekilde ulaşabilmesi için çalışmalar yürüten bir sivil toplum kuruluşu. TİDER, koronavirüs salgını nedeniyle yürüttüğü yardım kampanyasında yedi bölgede, 29 şehirde, 150 bin haneye gıda yardımı yapıyor. tider.org
Ahbap Derneği
Haluk Levent’in öncülüğündeki Ahbap Derneği, toplumda yardımlaşma bilincinin güçlenmesini sağlamak, iyi insan ve iyi toplum inşasına hizmet etmek, yeni işbirliği modelleri ve projelerle çağdaş, sürdürülebilir yardımlaşma ve dayanışma ağları oluşturmak amacı ile kuruldu. Dernek, salgın sonrası #DayanışmaGünleri yardım projesiyle gıda kolilerini ailelere ulaştırmaya devam ediyor. Bu kampanyada sanat ve futbol dünyasından ünlü isimlerle işbirliği de yapılıyor. ahbap.org
Türkiye’de birçok sivil toplum kuruluşu, özellikle COVID-19 salgını sonrası yürüttükleri yardım kampanyalarıyla öne çıktı. Gıda yardımı bu kampanyaların başını çekti. İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri AHMET CAN
Bunu babam da kullanır
Biliyorsunuz artık devir de teknolojik, babalar da… Dolayısıyla onu sevindirmek için seçimlerinizi o taraftan yapmak çok mantıklı. Biz de Babalar Günü’nü doğru hediyeyle taçlandırmak isteyenlere 10 tavsiyeyle yardıma hazırız! Bir müzik koy da neşemizi bulalım
Düzgün bir kulaklık herkese lazım. Sennheiser Momentum 3 yeni nesil bir model. Bluetooth 5.0 teknolojisiyle tüm cihazlara kablosuz olarak bağlanabiliyor. En dikkat çeken özelliği ise sezgisel kontrollere sahip olması. Kulaklığı başınızdan çıkardığınızda müziği duraklatma ve geri taktığınızda oynatma gibi akıllı özellikleri mevcut. Ayrıca gürültü engelleme modu var. ‘Transparan Duyma’ moduyla da, kullanıcıların istediklerinde kulaklıklarını çıkarmadan dışarıyı duyabilmesini sağlıyor. 3 bin 299 TL
Ver o mübarek elini yıkayayım...
COVID-19 ile mücadele sürecinde hepimiz iyice öğrendik ki elleri belirli aralıklarla 20 saniye boyunca yıkamak, dünyanın en önemli işlerinden biri. Buradan yola çıkan akıllı saat üreticisi Fitbit, yepyeni bir arayüz yayımladı. ‘Clean Clue’ adındaki bu arayüz, akıllı saatin ana ekranında kalıyor. Saat başı titreşim ve bildirimle el yıkama uyarısı yapan uygulama, yıkamaya başladığınızda 20 saniyelik geri sayımı başlatıyor. Bu sayede el temizliği yeterli ve düzenli hale geliyor. Fitbit’in Versa 2 modelini babanıza hediye ederek el güvenliğini garanti altına alabilirsiniz. 1.499 TL
Peder beyin havası değişecek
Dyson Pure Humidify+Cool 0.1 mikron kadar küçük mikroskobik alerjenleri ve zararlı maddeleri yüzde 99.95 oranında hapseden bir arkadaş. Aynı zamanda üzerindeki su haznesiyle bulunduğunuz ortamın havasını sağlıklı olacak şekilde nemlendiriyor. Bu da evlerdeki hava kalitesinin artması demek. 4 bin 999 TL
O berber kolaysa bir daha kapansın
Geçtiğimiz sıkıntılı dönemde evde tıraş olabilmenin ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlaşıldı. Tekrar o günlere döner miyiz bilinmez ama ne olur ne olmaz demekte, babanızı şimdiden her koşula hazırlamakta yarar var. Braun BT3040 ince ayarlarıyla evde kendi sakalını kesmek için ideal modellerden biri. 39 farklı uzunluk ayarı mevcut. Kısa, kirli, uzun sakal ne lazımsa var. Artık tercih babanıza kalmış. 279 TL
Şu telefonu bilgisayar yapabilir miyiz lütfen?
Üretkenliği artıracak çözümler bulmak şu sıralar her teknoloji şirketinin öncelikli hedefi. Samsung Dex, bunu başaran modellerden. Samsung’un Galaxy Note 10 serisi cihazlarıyla çalışıyor. Monitörünüze USB-C kablosuyla akıllı telefonu bağlıyorsunuz ve telefonunuzu bir masaüstü bilgisayar gibi kullanmaya başlıyorsunuz. Word, Excel ve Cisco Webex gibi platformlar Dex ile kullanılabiliyor. 349 TL
H A Z İ R A N
2 0 2 0
180
İ S T A N B U L
L I F E
Al kumandayı, ver projeksiyonu
Televizyonlara ve online video platformlarına hücum ettik. Bu arada da gördük ki evlerde, aile üyeleri arasında televizyonu paylaşma savaşı söz konusu olabiliyor. Her yere taşınabilen projeksiyon modeli Nebula Kapsül bu savaştan sıkılmaya başlayan babanız için iyi bir çözüm sunabilir. Kutu kola boyutlarındaki projeksiyona içerikleri kablosuz aktarabiliyorsunuz. Model dahili bataryasıyla 4 saat boyunca kesintisiz çalışabiliyor. 1.999 TL
Avuç içi kadar kütüphane yeter
Babanız belki bu kütüphaneyi Zoom’da arka plana koyamaz ama içine binlerce kitabı sığdırabilir. Okumayı sevenler için en iyi hediye hiç şüphesiz bir e-kitap okuyucu olacaktır. Kobo Clara Türkçe kitap seçenekleriyle öne çıkıyor. Modele yaklaşık 6 bin kitap yükleyebiliyorsunuz. Tek şarjla haftalarca kitap okunabiliyor olması da cabası. 1.078 TL
Tablet de olurum, telefon da!
Katlanan akıllı telefonlar sonunda Türkiye’de de satışa çıkmaya başladı. Huawei Mate Xs türün dikkat çekenleri arasında. Açıldığında 8 inç, katlandığında ise 6.6 inçlik bir ekrana sahip. Üzerinde dörtlü Leica kamera sistemi bulunuyor. Özellikle ekranın ikiye bölünmesini sağlayan ‘multi windows’ fonksiyonu kullanıcıların hayatını kolaylaştırıyor. Ayrıca 5G’yi desteklediğini de belirtelim. 29 bin 999 TL
Teknolojide çağ atlamak isteyenlere...
Sanal gerçeklik (virtual reality - VR) teknolojisi yükseliyor. Eğer “Benim babam erken kalkar yol alır, yeni dünyaya herkesten önce adapte olur” diyorsanız, ona teknolojide çağ atlatabilirsiniz. Bu yeni teknolojide Oculus Quest modeli özellikle dikkat çekiyor. Bilgisayarlardan bağımsız olarak kablosuz çalışan modeli sadece Wi-Fi’a bağlamak yeterli. Uygulama mağazasından uygulamalar indirerek evde sanal dünya turuna çıkılabiliyor. Spor aktiviteleri ve hareketli oyunları sayesinde formda kalan bir baba da mümkün. 399 dolardan başlıyor.
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Haydi baba, oturmaya mı geldik?
Apple Watch Series 5’ten bahsederken ‘akıllı saat işte’den daha fazlasına sahip. Aktivite ve sağlık fonksiyonlarıyla öne çıkıyor, her saat başı babanıza “Kalk biraz dolaş” diyerek, hamlamasına, fazla oturmasına izin vermiyor. Bunun için özel bildirimi var. Ayrıca EKG ölçüm özelliği de var. Kalp sağlığı işi onda diyebiliriz yani. 3 bin 99 TL’den başlıyor. 181
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
BOB DYLAN ders almaz, ders verir Bob Dylan, sekiz yıl sonra yeni albümüyle dönüyor ve muhtemelen hepimize yine ağır laflar hazırladı. Efsane müzisyen, insanların kendisi hakkındaki düşüncelerini zaman zaman sorgulatsa da karşısına hazırlıksız çıkmak olmaz. Onun ölümsüz şarkılarından, şiirlerinden ve röportajlarından çıkardığımız 24 hayat dersiyle, 19 Haziran’da gelecek ‘Rough and Rowdy Ways’e hazırlanıyoruz. Bob Dylan hayatı boyunca pek çok evreden geçti. Bunlar elbette dönem dönem hem sanatsal üretimini etkiledi hem de kendisini takip edenlerin onunla ilgili düşüncelerini sorgulamasına yol açtı. Ama bir ortak kanı hiç değişmedi: Onun şarkı sözlerinde, şiirlerinde ve konuşmalarında hep derin bir bilgelik vardı. Zamana yenilmeyen özel şarkılar yaptı ve onlarda anlattığı hikâyelere aşılamaz bir anlatım ustalığı yerleştirdi. Dylan, 24 Mayıs’ta 80’inci yaşına girdi. Ama onun bilgeliğine kulak verişimizin yaşıyla ilgisi yok elbette. Ya da Nobel Edebiyat Ödülü almış olmasıyla… 1963’teki ‘The Freewheelin’ Bob Dylan’ albümünden beri önemli cümleler kurduğunu biliyoruz ve dinliyoruz. 19 Haziran’da yayımlayacağını duyurduğu ‘Rough and Rowdy Ways’de de bunlardan bolca bulacağız. 2012’den beri ilk albümü olacak, muhtemelen hepimize laflar hazırlamıştır. Albüm gelene kadar, Dylan’dan bazı hayat dersleri alıp karşısına boş çıkmayalım dedik. Şarkı sözlerinden (bazen de o sözlerin meallerinden, alt metinlerinden, yorumlarından), şiirlerinden ve röportajlarından derlediğimiz bilgelik haplarına buyurun…
* Eğer değişmiyorsan ya da dönüşmüyorsan, çürüyorsun ve ölüyorsun demektir. Dönüşüm halinde kalabildiğin sürece durumun iyidir. * Yağmuru hissedenlerden biri ol, sadece ıslananlardan değil. * Her güzel şeyin arkasında bir miktar acı olduğunu bil. * Anlamadığın şeyi eleştirme. *Dünyayı kadınlar yönetir. Bir erkek, kadından izin ya da destek almadan hiçbir şey yapamamıştır. * Uygun olanı yapıp pişmanlık duyacağına, istediğin şeyi yap. * Hiçbir şeyin yoksa, kaybedecek hiçbir şeyin de yok demektir. * Aynı anda hem âşık hem bilge olamazsın. * Kanunsuz hayatta yaşamak için dürüst olmalısın. * Eşitlik diye bir şey yoktur. Tüm insanların tek ortak noktası, bir gün ölecek olmalarıdır. * Para konuşmaz, ağzına geleni söyler. * Para nedir ki? Eğer bir adam sabah kalkıyor, akşam yatıyor ve arada da istediğini yapıyorsa başarılıdır. * Aklınızda hatıralar kalsın istiyorsanız önce onları yaşamanız gerekir. * Hiçbir şeyi tanımlama. Güzelliği de tanımlama, vatanseverliği de. H A Z İ R A N
2 0 2 0
182
İ S T A N B U L
Bazı şeylerin nasıl olması gerektiği konusunda peşin kararların olmasın. Oldukları gibi kabul et. * Kendin ol. O her kimse… * Üniversiteler tıpkı huzurevleri gibi… Tek fark, üniversitelerde daha fazla insan ölüyor. * Öleceksin. Belki 20 yıl sonra, belki yarın. Hepimiz gideceğiz ve dünya biz olmadan devam edecek. Kendini ne kadar ciddiye alacağına karar verirken bunu aklından çıkarma. * Herhangi bir şeyi sonsuza kadar yapamazsın. * Dünyaya hiçbir borcun yok. * Her şey paramparça olsa bile, tıpkı bir kuşun uçmaktan vazgeçmemesi gibi devam etmen gerekir. * Bildiğin yolda giderken eksiklerin olabilir ama bunların seni zapt etmesine izin verme. * Karanlığa karşı gücünün son damlasına kadar mücadele et. Anlat, konuş, düşün… Dibe batana kadar denizin üstünde kal. * Kader, kendin hakkında senden başka kimsenin bilmediği bir duygudur. Zihninin içinde kendinle ilgili düşündüğün her ne ise gerçekleşecek. Bunu kendine saklaman gerekir çünkü kırılgan bir duygudur ve ortaya döküldüğü zaman biri onu öldürür. İçeride tutmak en doğrusudur. L I F E
H A Z İ R A N
2 0 2 0
183
İ S T A N B U L
L I F E
yaz düşleri
10 parmakta bin marifet
Türk pop müziğinin tarihini yazmaya niyetlenirseniz Mete Özgencil’e epey bir sayfa ayırmak durumunda kalırsınız. Nihayet yine bu âlemlerin sayılı isimlerinden Genco Arı ile yaptığı yeni şarkıyla aramıza döndü, iyi ki döndü. NAİM DİLMENER Popüler müziğimizin 90’lar ve 2000’lerini Mete Özgencil olmadan düşünmek çok zor. Klip alanında bir devrim yarattığı herkesçe malumdur ama iş o kadarla sınırlı değildir. Yaratıcı bir prodüktör ve eksiksiz bir proje danışmanıdır. Candan Erçetin, Özgencil’in desteği sayesinde müzik piyasasını birbirine katmıştır mesela. Şarkı yaratma işi de tam ve tekmildir kendisinde. Yazdıkları kusursuzdur. 2000’ler bitip 2010’lara girdiğimizde, her şey gibi müzik de arka plana düşüp ön planda görünen de onu tatmin etmeyince, Özgencil kendisini arka plana almış, frene basmıştı. Bu zaman diliminde de yazmadı, çizmedi, yaratmadı değil; yaptı ama sayılıydı bunlar ve ancak sevdiği isimlerle çalışıyordu ya da yeni bir ‘ses’ elde edilebileceğini düşündüğü projelerde yer alıyordu. Müzik dünyamızın sayılı isimlerinden Genco Arı ile sırt sırta vererek yaptığı yeni şarkısı ‘Çok Daha Yeniyim’, sanatçının -başta söz ve müzik olmak üzere- her türden yaratıcılığını ihtiva eden bir şarkı. Vokalin sakinliği ya da alçak perdeden yankılanması; geçilen yolların, görülen durumların, yaşanan hallerin bir karşılığı olsa gerek. Yorgun gibi görünüyor ama değil, tam aksine, hâlâ söyleyebileceği çok sözü var. Söylüyor da. Çok şey söylüyor. Dört dörtlük bir şarkı bu; Özgencil-Arı ortak çalışması sürmeli.
Dün 1, bugün 1, yarın kaç?
DPBD, Da Poet/Barış Demirel, Nuhado Records Puanı: 10 üzerinden 8
Da Poet, Kamufle ve Barış Demirel, geçen yıl ‘Ofsayt’ adlı şarkıyla çok başarılı bir iş çıkarmışlardı. Kamufle hariç üç kişiden ikisi, ‘DPBD’ adını verdikleri dört şarkılık bir EP ile işbirliğini sürdürüyor. Da Poet, hip-hop alanındaki yetkinliğini yine konuşturuyor. Demirel de ısrarlı bir şekilde müziğin merkezine oturtmak istediği trompete, bin nefes kıymetinde nefesler vererek bu işbirliğini taçlandırıyor. Şarkıların dördü de iyi. Ama Baba Zula’dan Murat Ertel’in misafir olduğu ‘Dün 1 Bugün 1’ işin büyük sürprizi. Bu şarkı, bu yılın en iyilerinden biri olmaya aday.
Destek yayını yok ama desteğimiz daim
Çok Daha Yeniyim, Mete Özgencil (feat. Genco Arı), Ikirecords Puanı: 10 üzerinden 9
H A Z İ R A N
2 0 2 0
Açık Radyo’nun Türkiye’de bir eşi ya da benzeri yoktur. Dünyada bile sayılıdır bu tür bir radyo. Tamamıyla bağımsızdır ve ünlü sloganında söylendiği gibidir her şey: “Dünyanın tüm titreşimlerine açık radyo…” Sırtını reklam gelirlerine ya da herhangi bir sermaye grubuna yaslamadığı için, yoluna doğru bildiği gibi devam eden Açık Radyo, 25’inci yılını kutluyor. Dile kolay, tam 25 yıldır yoluna büyük bir başarıyla devam eden bir radyomuz var; eğilip bükülmeden ve diz çökmeden. Bunu yapabiliyor/başarabiliyor olmasının yegâne sebebi dinleyicileri. Çünkü bu radyo, onların desteğiyle ayakta. Her yıl düzenlediği destek özel yayınlarıyla dinleyicilerin katkılarını topluyor ve bir sonraki yıla kadar, duruşunu bozmadan yayını sürdürebileceği kaynağı elde ediyor. Koronavirüs sebebiyle bu yıl, planlanan özel yayın yapılamadı. Ama dinleyici desteği sürüyor. Telefonla yapılan desteğin ağırlığı internete kaydı. Radyonun internet sitesinin giriş sayfasında yer alan ‘Program Destekçisi Olun’ sekmesini tıklayan herkes, radyoda yer alan programlardan herhangi birine katkıda bulunabiliyor. Parmaklar klavyeye, pamuk eller cebe. Bağımsız bir radyoyu -hele hele şu günlerdedesteklemenin verdiği haz tarifsiz olabilir.
184
İ S T A N B U L
L I F E
ELLE kızla rının bakış açısıyl a en güzel Fotoğraflar BURAD A TAKİPTE KALIN
elle kızlarının eğlenceli dünyası
INSTAG RAM/E LLETurki ye
FACEBOOK /ELLETurkey
MODA, TREND, STİL, GÜZELLİK VE GÜNCEL OLAN HER ŞEYİ, HER AY VE HER AN ELLE’DE PAYLAŞIYORUZ... ELLE'İn İlham veren dünyası İçİn YOUTUBE kanalımıza abone olmayı unutmayın!
Tablet dergİnİz her ay zengİnleştİrİlmİş İçerİğİyle Apple Store'da ve Google Play'de!
YOUTUBE/ELLEtürkiye
GÜNCEL HABERLER TÜM DETAYLARIYLA BU ADRESTE
Dünyada ve Türkiye'de ne oluyorsa, anında İşte tam burada. TWITTER/ELLETurkey
yaz düşleri ZEYNEP GÜLER CEYLAN
Bu 40 yılın hem hatırı hem hatıraları var Ezginin Günlüğü, 40 yıldır hayatımızda. Şimdi bu beraber geçen yıllara damga vuran şarkıları bir kez daha dinleme zamanı. Üstelik bu defa ezbere bildiğimiz o parçaları 20 sanatçının sesinden duyuyoruz. Bir saygı duruşu niteliğindeki ‘40 Yıllık Şarkılar’ albümü dijital platformlarda. ‘Düşler Sokağı’, ‘Aşk Bitti’, ‘Yan Kalbim’, ‘Duvar’ gibi yıllara damga vuran parçalarıyla herkeste bir anısı olan Ezginin Günlüğü, güçlü şarkı sözleri ve müzikal çeşitliliğiyle yıllar içinde dinleyicisiyle derin bir bağ kurmayı başardı. Grubun dillere pelesenk olmuş şarkıları şimdi de 20 sanatçının sesiyle hayat buluyor. Albümde yer alan şarkılar, bir anlamda bu 40 yıl boyunca tutulmuş günlükler. DokuzSekiz Müzik yapımcılığında hazırlanan albümde Bora Duran, Can Bonomo, Can Kazaz, Canozan, Cihan Mürtezaoğlu, Dilhan Şeşen, Dolu Kadehi Ters Tut, Eda Baba, Fikri Karayel, Gripin, Harun Tekin, Karsu, Melek Mosso, Melike Şahin, Nilipek, Ömer Yener, Pinhani, Rubato, Sedef Sebüktekin ve Zeynep Bastık gibi son yılların en sevilen isimleri yer alıyor. Biz de yeni albümü bahane ettik ve grubun kurucusu Nadir Göktürk’le 40 yıllık hikâyelerini konuştuk. 40 yıl deyince sizin aklınıza neler geliyor? Dışarıdan bakınca uzun bir süre gibi görünüyor, ama zaman o kadar hızlı akıp
gidiyor ki, bize sanki yeni başlamışız gibi geliyor. Aslında bu süre içinde hem dünyada hem ülkemizde o kadar köklü değişiklikler oldu ki, biz de bu işe nasıl ayak uydurmuşuz diye şaşıp kalıyoruz biraz düşününce... Başladığımız yıllarda plak esas formatımızdı mesela, sonra o kayboldu, kaset kaldı. Sonra CD icat edildi, şimdi de dijital ortam devrede. Dinleyici profili de bunlarla birlikte oldukça köklü değişikliklere uğradı. Bizim müziğimiz de bu süreci, bütün bu değişimleri yaşayarak, değişen dinleyici profiliyle tanışarak geçirip bugünlere geldi. ÜRETMEK VE PAYLAŞMAK ŞART ‘40 Yıllık Şarkılar’ fikri nasıl çıktı? Albüm fikri, DokuzSekiz Müzik ve Ahmet Çelenk tarafından oluşturuldu. Bize de güzel bir proje olarak görününce çalışmalar başladı. Tabii sevgili arkadaşımız Burhan Şeşen de proje sürecini yönetmeye başlayınca albümün oluşumu hızlı bir sürece girdi. Albümde 20 sanatçı var. Bu isimleri nasıl belirlediniz? İsim önerileri de yine plak şirketi ve BurH A Z İ R A N
2 0 2 0
186
İ S T A N B U L
“Müziğimiz bu yılların bütün değişimlerini yaşayarak bugünlere geldi.” han Şeşen’in ortak çalışmalarıyla belirlendi. Her aşamasında fikir alışverişinde bulunduk. Tam bir ekip çalışması olduğunu söyleyebilirim. Bizim için de merak uyandıran bir süreç oldu. “Acaba nasıl olacak?” diye merakla bekledik. Umarız dinleyenlerimizin de hoşuna gidecektir. Karantina günleri hâlâ tam anlamıyla geride kalmış değil. Nasıl geçiyor? Mecburen izole bir şekilde geçiriyoruz. Sonuç olarak, işin nereye varacağı konusunda da hiçbir fikrimiz yok herkes gibi. Önce bu duruma alışmak gerek, sonra da çözümler aramak zorundayız. Çünkü evde otur otur nereye kadar! İllaki üretime ve paylaşmaya geçmek gerekir. Ama nasıl olacak bu iş, şu an net bir fikrimiz yok. Belki dijital platformlarda konserler ya da yeni ev kayıtları... L I F E
Karsu
H A Z İ R M A NA Y 2I 0S 2 20 0 2 0 187 187 İ S T Aİ SN TBAUNL B LU IL F EL I F E
Fihrist
Modası geçmeyen mutluluk: Tatil ve kitap Tatil öncesi kitap listenizi hazırlarken ya da okunması gerekenler seçkinizin yanına iyi gidebilecek yazlık mekân arayışındayken işinize yarayacak minik öneriler... TATIL YOLU GÖZLEYENLERE IKI ÖZEL ADRES
YÖNETİM SATIŞ VE DAĞITIM DİREKTÖRÜ EGEMEN ERKOROL FİNANS DİREKTÖRÜ DİDEM KURUCU ÜRETİM PLANLAMA DİREKTÖRÜ (TÜZEL KİŞİ TEMSİLCİSİ) YAKUP KURTULMUŞ DİJİTAL İÇERİK DİREKTÖRÜ EREN DEMİR REKLAM REKLAM GRUP BAŞKANI NİSA ASLI ERTEN ÇOKÇA REKLAM GRUP BAŞKAN YARDIMCISI SEDA ERDOĞAN DAL, IŞIL BAYSAL TURAN REKLAM SATIŞ KOORDİNATÖRÜ NEYRAN ÇINAR REKLAM SATIŞ MÜDÜRÜ MAYA YILMAZ, İPEK TUNALI, ŞERİFE DÖKMETAŞ TEKNİK MÜDÜR AYFER KAYGUN BUKA • Tel: 0212 336 53 61-62
Artık biliyorsunuz, her şeyin başı sağlık
REZERVASYON Tel: 0212 336 53 00-57-59 Faks: 0212 336 53 92-93 ANKARA REKLAM SATIŞ KOORDİNATÖRÜ SEZİNUR BALIKÇIOĞLU REKLAM ANKARA SATIŞ MÜDÜRÜ BELİZ BALIBEY • Tel: 0312 207 00 72-73 HEDEF SAYFALAR Tel: 0212 336 53 70 Faks: 0212 336 53 91 REKLAM BÖLGELER SATIŞ MÜDÜRÜ DİLEK ÜNLÜ Tel: 0212 336 53 72 Faks: 0 212 336 53 91
Artık biraz kendimize iyi bakma zamanı. Hekimler tarafından kişiye özel belirlenen programlarıyla sağlıklı yaşam hizmetleri sunan Vitalica Wellness iyi bir başlangıç. Bodrum ve Nişantaşı'ndaki mekânlarında ozon terapi, ozon sauna, infrared sauna, nasayam (burun ve sinüs temizliği) ve destekleyici özel terapilerden yararlanabilirsiniz.
ULUSLARARASI REKLAM SATIŞ TEMSİLCİLERİMİZ ALMANYA: Michael Neuwirth T. +49 89 9250 3629 michael.neuwirth@burda.com AVUSTURYA/İSVİÇRE: Christina Bresler T. +43 1 230 60 30 50 Christina.Bresler@burda.com FRANSA/LÜKSEMBURG/BELÇİKA/HOLLANDA: Marion Badolle-Feick T. +33 1 72 71 25 24 marion.badolle-feick@burda.com İNGİLTERE/İRLANDA: Jeannine Soeldner T. +44 20 3440 5832 jeannine.soeldner@burda.com ABD/KANADA/MEKSİKA: Salvatore Zammuto T. +1 212 884 48 24 salvatore.zammuto@burda.com YUNANİSTAN/PORTEKİZ/İSPANYA HİNDİSTAN/ASYA: Jessica Loose T. +49 89 92 50 2468 jessica.loose@burda.com İSKANDİNAV ÜLKELERİ: Ulrik Brostrom T. +45 2328 9769 ubr@jbmedia.dk
DENIZ, KUM VE GÜNEŞ EŞLIKÇISI IKI KITAP
Macera maratonu
‘Karınca İncitmez Artur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı’nda; Kumarbaz Sabri’nin kaplumbağa olma serüveninden Yeşilçam’a, Endülüs’ten İç Ege’nin kurak yazına, TRT yılbaşı programından Amsterdamlı jonglörlere, Knidoslu Teo’dan Napolyon taraftarı tutsaklara kadar pek çok maceraya oturduğunuz yerden katılabilirsiniz. Alper Bilgili, Vadi Yayınları, 96 sayfa, 11.25 TL
KATKIDA BULUNANLAR Ahmet Can, Ahmet Ümit, Akif Hakan Çelebi, Ayça Şen, Berat Pekmezci, Burak Kuru, Candaş Arın, Ceren Şehirlioğlu, Cüneyt Özdemir, Didem Doğan, Elçin Yahşi, Emre Yunusoğlu, Ethem Baran, Gül Yılmaz, Hakan Atala, Hasan Bülent Kahraman, Jared Wall, Johannes Moths, Koray Gürtaş, Mehmet Deniz Deniz, Mehmet Kaçmaz, Mert Gökhan Koç, Mirgün Cabas, Muhsin Akgün, Murat Yalçın, Müge İplikçi, Naim Dilmener, Oğul Türkkan, Sinan Arslan, Talat Parman, Yenal Bilgici, Zeynep Miraç, Zeynep Üner ANKARA TEMSİLCİSİ ERDAL İPEKEŞEN • Tel: 0312 207 00 71
Size özel güneş!
Titanic Hotels’de kişiye özel yalıtılmış özel güneşlenme alanları deniz keyfini sadece kendinize saklamanız ya da sevdiklerinizle yaşamanız için mahremiyet sağlıyor. Check-in’den check-out’a kadar temizlik ve hijyen protokollerini yenileyen otel, uygulamaya koyduğu 'Safe Touch-Hijyen' manifestosuyla güvenilir bir tatil vaat ediyor.
YAYINCI Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş. İCRA KURULU BAŞKANI CEM M. BAŞAR YAYIN YÖNETİM DANIŞMANI ÇINAR OSKAY YAYIN YÖNETMENİ ÇİĞDEM BEGÜM GÜRSOY (Sorumlu) bgursoy@doganburda.com KREATİF DANIŞMAN ERAY MAKAL YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ MEHMET İREN miren@doganburda.com GÖRSEL YÖNETMEN ERSİN AKPARMAK EDİTÖR BERNA ABİK babik@doganburda.com EDİTÖR ZEYNEP GÜLER CEYLAN zceylan@doganburda.com ETKİNLİK VE PROJE DİREKTÖRÜ ALİ ERMAN İLERİ eileri@doganburda.com MARKA MÜDÜRÜ NİHAL AYAN nayan@doganburda.com KURUMSAL İLETİŞİM MÜDÜRÜ FUNDA DEMİRCİ AYAN
YÖNETİM YERİ Kuştepe Mah. Mecidiyeköy Yolu Cad. No: 12 Trump Towers Kule 2 Kat: 21-22-23/34387 Şişli-İstanbul Tel: 0 212 410 32 00 Faks: 0 212 410 35 81 E-posta: istlife@doganburda.com BASKI Bilnet Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş. Dudullu Organize San. Bölgesi 1. Cad. No: 16 Ümraniye-İSTANBUL Tel: 444 44 03 • Faks: 0216 365 99 07-08 • www.bilnet.net.tr Sertifika No: 427165 DAĞITIM Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş. Yayın Türü: Ulusal, süreli, aylık üyesidir.
Gidelim buralardan...
Unutmamak ve unutulmamak için tutulan notlardan oluşan ‘İçimdeki Yolcu’, farklı kültürleri ve değerleri gözler önüne sererken bir yandan da içimize dönmeyi, güzel anları ve anıları canlandırmayı vaat ediyor.
© İstanbul Life dergisi, Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. İstanbul Life dergisinin isim ve yayın hakkı, Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama A.Ş.’ye aittir. Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, illüstrasyon, harita ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz. DB OKUR HİZMETLERİ HATTI 0212 478 03 00/okurhizmetleri@doganburda.com DB Abone Hizmetleri Hattı: 0212 478 03 00 • Faks: 0212 410 35 12-13 abone@doganburda.com www.doganburda.com Her gün 09.00-22.00 saatlerinde hizmet verilmektedir.
Şebnem Akarsu, Artemis Yayınları, 320 sayfa, 24.50 TL
H A Z İ R A N
2 0 2 0
188
İ S T A N B U L
L I F E