.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
28 KİTAP TANITIMI YER ALIYOR
2 Mart 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı:1 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Bir Zamanlar Meksika’da “PEDRO PARAMO”
SİLAHIM VE NAMUSUM ÜZERİNE YEMİN EDERİM Kİ... İz Sürenlerin İzinde POLİS DEDEKTİFLİĞİNİN TARİHİ “Bunu biliniz, iyidir bu!” Mecit Ünal
Erol Toy ve “Azap Ortakları” “Gibi” olmayan ar yorum ben…
Şiirimizde bir yıldız kaydı: DİDEM MADAK Cafer Yıldırım
Aydınlık KİTAP İÇİNDEKİLER
2 MART 2012 CUMA
3
SUNU
Haftanın Portresi: Mustafa Irgat Çetelerin çetelesi Juan Rulfo ve “Pedro Paramo”
s. 4 s. 4 s. 6
Ayd nl k Gazetesi birinci y l n kutlad bugün, okurlar na bir de kitap eki arma an ediyor. Bundan sonra her hafta cuma günleri ana gazeteyle birlikte verilecek olan Ayd nl k Kitap Eki, yaln zca gazetenin okurlar na de il, tüm yay n dünyas na ve yazarlar m za da seslenme hedefiyle yola ç k yor. Öncelikli amac m z kitaplar, yay nevleri ve okurlar aras nda hiçbir ayr m yapmamak, her kitab n kültür dünyas na zenginlik katt n bir kez daha vurgulamak, her sat r n, her sayfan n, her kitab n de erini bilmek... Kitaplar n, karanl a de il ayd nl a ça rd konusunda hiçbir ku kumuz yok.
Polis Dedektifliğinin Tarihi s. 8 Mecit Ünal: “Bunu biliniz, iyidir bu!” s. 9 Anılarda müzik ve şehir s. 10 Kapak / Erol Toy: “Bibergazı yiyen işçi roman kahramanıdır” s. 11-14
Cafer Yıldırım, Didem Madak’ı yazdı s. 15 Bir kitap bir film: Tatar Çölü s. 16 “Üzerinde güneş batmayan katliam” s. 16 Çocuklar için s. 17 Yeni çıkanlar s. 18-19 Sahaf Anadolu’dan Kitabevi Alıntı-Test Bulmaca
. KITA P Aydınlık
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ
Kitap aydınlatır!
s. 21 s. 21 s. 22 s. 22
Ayd nl k Kitap Eki için kitaplar n dünyas nda “iyi-kötü”, “olumlu-olumsuz”, “okunmal -okunmamal ” türünden ayr mlar olmayacak. levimizi, okurlar m z u ya da bu kitaba yönlendirmek, u ya da bu kitaptan uzak tutmak olarak belirlemiyoruz. Tam tersine, bas lan, kitabevlerinde yer alan her kitap hakk nda bilgi vermeyi ve tart may tercih ediyoruz. Bu çerçevede, Ayd nl k Kitap Eki’nin elbette ki temel, ay rt edici ve karakteristik özellikleri de kendini belli edecek. Her eyden önce salt popüler olana ve “çok okunana”, piyasan n dayatt na de il, piyasan n gözlerden uzak tutmaya çal t kitap ve yazarlara da sayfalar m zda yer verece iz. Piyasa Ayd nl k Kitap Eki’ni de il, Ayd nl k Kitap Eki piyasay yönlendirecek. Ayd nl k gazetesinin k sa sürede ve zor zamanlarda ald yol, kazand ba ar , etki gücü, Ayd nl k Kitap Eki’nin sayfalar ndan da yans yacak. Günün kitaplar n da her zaman n kitaplar n da bu sayfalarda göreceksiniz. lk say m z n kapak konusu olarak, 50’ye yak n yap t yla ülkemiz edebiyat nda kendi yata nda usul usul akan bir rmak niteli indeki de erli yazar m z Erol Toy’u ve yakla k 40 y l sonra yeniden okurlarla bulu an dev roman “Azap Ortaklar ”n belirledik. Toy’un bir sözü, her eyi, tüm amac m z , almak istedi imiz yolu da çok iyi özetliyor asl nda: Okuyan , kand ramazs n z! Ayd nl k Kitap Eki, i te bunun için var ve bunun için var olacak... Yüzy llar n birikimine dayanarak çok iyi biliyoruz ki, kitap ayd nlat r!
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
2 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
HAFTANIN PORTRES
Mustafa Irgat
ERGUN HİÇYILMAZ’DAN KOMİTACILARIN, ÇETECİLERİN, BAŞKALDIRANLARIN ÖYKÜSÜ
Çetelerin çetelesi Ergun Hiçyılmaz, Eric Hobsbawm’ın ünlü kitabı “Sosyal Haydutlar”ın Anadolu’daki izdüşümlerini öykülüyor
Şair Mustafa Irgat 22 Ocak 1950’de doğdu, 3 Mart 1995’te öldü. Şair, tiyatro ve sinema oyuncusu Cahit Irgat (1915-1971) ile akademisyen-yazar Mina Urgan’ın (1915-2000) oğludur. Urgan’ın, çok ses getiren anılarında oğlundan çok az söz etmesi dikkat çekicidir. Yaşamı boyunca paraya pula ve şöhret sahibi olmaya pek önem vermeyen, şiir, sinema ve resimden başka hiçbir şeyi ciddiye almadığını söyleyen Mustafa Irgat, Saint-Joseph Lisesi’nde okudu. İlk şiiri 1971’de “Yeni Dergi”de çıktı. Hayatteyken yayımlanan tek şiir kitabı “Ait’siz Kimlik Kitabı” (1993) oldu. “Sonu Zor” adlı şiir kitabı ise Temmuz 2011’de YKY tarafından yayımlandı. Sinema sanatı üzerine yazı ve denemeleriyle de tanınan Mustafa Irgat’ın bu alandaki yazıları, ölümünün ardından “Duhuldeki Deney” başlığıyla derlendi. “Saf ‘dolaysız sinema’ yönetmenleri, kamera koltuklarının altında, istedikleri kadar halkın arasına karışıp soruşturmalarını filme çeksinler, bu hiçbir şeyi değiştiremez. Çünkü söz konusu yönetmenlerin, sinemaya bir yön verebilmeleri için bir fikir, bir tavır almaları gerek. Yoksa kameraları eylemsiz ve ölgün kalacaktır. Nasıl ki, insanüstü belleğine ve milyonlarca malumatına rağmen, dünyanın en güçlü hesap makinesi programlanmayınca eylemsiz ve ölgün kalırsa ...” diyen Mustafa Irgat’ın, Yılmaz Güney’in “Umut” ve Pier Paolo Pasolini’nin “Salo ya da Sodom’un 120 Günü” filmleri üzerine makaleleri dikkat çekmişti. “Sonu Zor”u basıma hazırlayan şair Ahmet Güntan, “Mustafa Irgat şiirinin en başat özelliği, kendi deyimiyle şimdi makinesinde öğütüle öğütüle bir türlü bitmeyen bir şiir olması, şimdinin bütün tehditlerine açık bir şiir…” demiş ve eklemişti: “Mustafa şiirlerini hep birilerine sunmuş. Bazı sunular çok belirgin, onları korudum. Bazıları çok kararsız, yazmış çizmiş, yazmış çizmiş, o yüzden onları kaldırdım. Bir iki kızgın sunu da var, bunları da kaldırdım, çünkü şu an yaşasaydı ne yapardı bilmiyorum ve öldükten 16 sene sonra onun adına polemik yaratmak istemedim.” “Kaç kez kendi kündüme geldim, kaç bayram” diye soran Mustafa Irgat’ı, “Kapıda, Mektup” adlı şiirinden dizelerle anıyoruz: Mürekkebe daldırılmış kısık sesimle Hokkalar içre yüzüyorum kesik kulaçlarımla Anamın gövdesine lokum sokulalı beri Bu bayramda seni kaybettim, kaba-balık ötesinde Artık hiç bitişmez sandığım işaret parmakları Hırslıların hırsızına çıkan denizde katran doluyor Bastırılmak zorunda bırakılan toplar damar Atmıklarıyla birlikte cami avlularında patlıyor Mumlarla buhurdan, ölücükle zemzem, ölüçeyiz dudak Kımıldanıyor kaşıntısı artmış bir avucun içinde. Yeni aile felaketi, hazırken tapan secdeye Eşyadan dayıdan da ilerisin... Komşum ol, gerile Yokla, var arası cezası sığınak inen perdeden Solungaca taktı mı dili, işin bitti! Debelen dur! Işık hattat bilir, çırpınan adamotu, belki. Kimsesiz bindiği, denizin sildiği, yüzen denk gemi Açılıyor.
TAYFUN AKKAN Araştırmacı, tarihçi, arşivci ve sahaf Ergun Hiçyılmaz, “Esir Kampları”, “İpsiz Recep”, “Her Şafakta Ölürüm”, “Aşkta İhanetin Tarihi” gibi çalışmalarından sonra “Silahım ve Namusum Üzerine Yemin Ederim ki”yle de uzak ve yakın tarihin ilginç sayfalarını çevirmeyi sürdürüyor. Alt başlığı “Tarihten Günümüze Çeteler ve Özel Harekat Birimleri” olan kitap, bir bölümü “güruh”, “eşkıya”, “haydut”, “zorba”, “şerir” olarak tanımlanan ama yazarın “başkaldıranlar” olarak söz etmeyi yeğlediği “komitacı”, “çeteci”, “dağlı”, “isyancı”ların topraklarımızdaki serüvenlerini roman tadında sunuyor. Usta yazar Hiçyılmaz’ın Eric Hobsbawm’ın ünlü kitabı “Sosyal Haydutlar”ın Anadolu’daki izdüşümlerini öykülediği söylenebilir. “Başkaldıranlar, bir anlamda başeğmeyenlerdir. Gerekçeleri ekonomiktir, sosyaldir. Ya da dinsel veya ulusal olabilir. Yurtsever kimliğini öne çıkarıp canı pahasına savaşanlar, üniformalı da olabilir, halktan biri de. Ama bunlar da olmayabilir” diyen yazar, Çakırcalı Efe, İpsiz Recep, Bulgar Sadık, Topal Osman, Demirci Mehmet Efe, Kuşçubaşı Eşref, Resneli Niyazi Bey gibi tarihi şahsiyetleri, “Osmanlı’nın canına okuyan” Karayazıcı’yı, Tavil Ahmed’i, Delibaş’ı, Aznavur’u ve daha nicelerini adeta resmi geçide çıkarıyor. Soyguna, talana, yağmaya, serüvene dayalı ayaklanmaların da kendilerine göre gerekçeler ileri sürebileceklerini, kısa sürede “birey”den “etraf”a dönüşebileceklerini vurgulayan yazar, otoritenin “bir avuç çapulcu” ya da “baldırıçıplaklar” olarak damgaladığı bu insanların, hangi yola baş koydukları, ne için baş verdiklerini ve giderek yığınlar tarafından benimsenir hale gelmelerini, evrensel düzeyde analiz ediyor ve ortaya hiç abartmadan söyleyelim ki bir solukta okunacak bir kitap koyuyor. “Silahım ve Namusum Üzerine Yemin Ederim ki”, hem zafere hem ölüme adım adım giden “kelle koltukta” insanların gerçeklerini, “takdir
ile tekdir” arasında nefes alıp verenlerin ruh hallerini, pek çok benzeri gibi kuru bir belgesel havasında değil, Hiçyılmaz’ın coşkulu kalemiyle aktarıyor. Kitabın bir kez daha ortaya koyduğu gerçek ise “Bizim halk koyun gibidir, itiraz etmez, isyan etmez, sesini çıkarmaz...” şeklindeki yaklaşımın saçmalığı... Hiçyılmaz’a göre çok doğal olarak her toplum gibi bizde de “baş vermeye” hazır bulunanlar mevcut ve
tarih boyunca da olmuş, bundan sonra da olacak. Bunlar ile karşılarında duran ve “ayaklarını yerden kesmek” için harekete geçen yönetsel “baş”ın mücadelesini aktaran yazar, isyan edenin kimi zaman da yönetsel anlayışın muteber “paralı asker”ine dönüşmesi gibi dramatik kesitlere de el atıyor. Despotizm sürdüğü müddetçe isyanın da babadan oğula miras kalacağının altını çizen Hiçyılmaz şöyle diyor: “Bir de diğerleri olacaktır. Onlar toprak, bayrak, vatan ve daha ekleyebileceğimiz nice gerekçelerle yola çıkarlar. Çoğu tarihin meçhul kişileridir. Savaşırlar, bir ölüp bin dirilirler. Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı ile; ‘Onlar havada kuşlar, denizde balıklar kadar çoktur. Hangi döneme baksanız hep onlar vardır ve asla tükenmezler.” Ergun Hiçyılmaz kitabın sonunda 500 maddelik bir İsimler-Terimler Sözlüğü’ne yer veriyor ve karşımıza eksiksiz, ansiklopedik bir çetele çıkartıyor.
6
2 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
JUAN RULFO VE “PEDRO PARAMO”
Bir zamanlar Meksika’da 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Meksika’da meydana gelen büyük çalkantılar, isyanlar ve halk hareketleri sonucunda feodalizmin çözülüşünü vurucu ve dramatik bir dille anlatan “Pedro Paramo” ile yazarı Rulfo’nun yaşamı arasında belirgin parallellikler vardır REHA GÖNENÇ 1968 Mexico City Olimpiyatları’nın başlamasından yalnızca birkaç gün önce, Meksika güvenlik güçleri iktidarı protesto amaçlı bir öğrenci gösterisine müdahale etmiş, çıkan olaylarda 300’den fazla gösterici ölmüştü. Öğrenciler, Meksika Devlet Başkanı Diaz Ordaz’ı, kukla bakanlarını, yani Zapata ile Pancho Villa’nın devrimlerine el koymuş olan herkesi protesto etmek için toplanmışlardı başkentte. Uruguaylı ünlü yazar Edurdo Galeano “Rüzgarın Yüzyılı / Ateş Anıları-3” adlı eserinde, bu katliam dolayısıyla ve fazlasıyla sitem dolu olarak şöyle der: “Sessizliğin içinde bir başka Meksika’nın yürek vuruşları. Ölmüşlerin ve yaşayanların bahtsızlıklarına övgüler düzen Juan Rulfo susmaktadır. On beş yıl önce ne söyleyecekse söylemiş, yazdığı kısa bir roman ve birkaç öyküyle; o gün bugündür de hiçbir şey söylemiyor. Sanki en derininden, en ateşlisinden bir sevişmenin sonunda uykuya dalmıştır.” Galeano’nun susmak ve uykuya dalmış olmakla suçladığı kişi, modern Latin Amerika edebiyatının öncüsü olmuş ve temel taşlarını dizmiş, “Don Kişot”tan sonra İspanyolcanın en büyük yapıtı olarak tanımlanan “Pedro Paramo”yu kaleme almış, Galeano’nun o güne dek övgüler yağdırdığı Juan Rulfo’dur (1918-1986)…
Guadalajara’ya göç etmek zorunda kalır. Babası yedi yaşındayken öldürülen Rulfo, 10 yaşında da annesini kaybedince bir yetimhaneye verilir. 1935 yılında 18 yaşındayken amcasının bulduğu bir iş sayesinde Mexico City’ye yerleşen Rulfo, İspanya iç savaşından kaçan aydınlarla hareketlenen ve bir rönesans yaşamakta olan cıvıl cıvıl şehirde, Octavia Paz gibi ünlü adların dahil olduğu edebi çevrelerde yer edinir ve ilk kitabı “Kızgın Ova”yı yayımlar. Geçmiş ile geleceğin, düş ile gerçeğin iç içe geçtiği, “Büyülü Gerçekçilik” akımının işaret fişeği sayılan “Pedro Paramo”, 2009’da dünya çapında ünlü 100 yazar arasında yapılan bir soruşturmada belirlenen “Tüm Zamanların En İyi 100 Romanı” listesinde yer almıştı. (Pedro Paramo, Juan Rulfo, Çev: Süleyman Doğru, Doğan Kitap, 130 s.)
Kitaptan
KÖTÜLÜ ÜN TA KEND S ! “Kızgın Ova”da topladığı öyküleri dışında, az ama öz yazmış Rulfo’nun tek kitabıdır “Pedro Paramo”. Lorca’dan Marquez’e dek pek çok yazar üzerinde derin izler bırakan roman Meksika Devrimi’ni, özellikle kırsal kesimde yaşanan şiddeti, ahlaki çöküşü ve ölümü duru ve çarpıcı bir dille anlatır ve iç içe geçen üç boyut halinde ilerler. Her türlü yolu mübah sayarak istediğini elde eden toprak ağası Pedro Paramo, borçlu olduğu ağanın kızı Dolores’le evlenir. Pedro onun servetini ve çeyiz olarak ve- ciado’nun anlatısı, romanın diğer boyutunu rilen toprakları gasp ettikten sonra oluşturur. Juan Preciado annesinin vasiyeDolores’i kız kardeşinin evine yollar. tiyle Comala’ya geldiğinde karHalkın söylediğine göre, Pedro şılaştığı köy, ona Paramo “kötülüğün ta ken“On anlatılandan çok farklıdisi”dir. “Zehirli bir yosun dır. Evlerin kapıları kıbe y l önce ne gibi” her yeri sarmıştır. rılmış, her yanı söyleyecekse Pedro Paramo devrimi yosunlar bürümüşbile satın alır. tür. Gizemli ve tebir a k s d yaz i , lem söy Dolores’in ölüm kinsiz bir köydür e; roman ve birkaç öyküyl döşeğindeyken, Comala. Hayalet“Gidip ondan bir şey lerle doludur o gün bugündür de hiçbir isteme sakın. Bizim adeta. en ki ey söylemiyor. San olanı talep et. Bana K i t a b ı n vermek zorunda olüçüncü kulvarını derininden, en ate lisinden duğu ama asla vermePedro Paramo’nun bir sevi menin diği şeyi… Bizi unutmuş çocukluk aşkı Susonunda uykuya olmasını ona pahalıya sanna San Juan oluşödet” diyerek Comala’ya, turur. Páramo’nun t r.” m dal babası Pedro Paramo’yu arabütün bir ömür boyu tutmaya gönderdiği oğlu Juan Prekuyla sevdiği Susanna, kocası
JUAN RULFO
Florencio’ya aşıktır. Despot bir babanın acımasızlığıyla büyümüş , vahşi bir iç savaşın getirdiği ölüm acıları karşısında, iç dünyasının bütünlüğünü korumak üzere, deliliğe sığınmıştır. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Meksika’da meydana gelen büyük çalkantılar, isyanlar ve halk hareketleri sonucunda feodalizmin çözülüşünü vurucu ve dramatik bir dille anlatan “Pedro Paramo” ile yazarı Rulfo’nun yaşamı arasında belirgin parallellikler vardır.
EYTAN DEDE Bir toprak ağası olan Rulfo’nun dedesi, “Pedro Paramo” gibi servetini yan yollardan elde eden biri olduğu için köylüler onun şeytanla anlaşmalı olduğunu söylerler. Ancak 1910 yılındaki Meksika İhtilali ve ardından gelen Cristero Savaşı sonucunda aile, bütün varlığını kaybederek
Onunla birçok yolun kesiştiği Los Encoentros denen yerde karşılaşmıştım. Nihayet bu adam ortaya çıkana dek, orda öylece bekliyordum. - Ne tarafa gidiyorsunuz?- diye sordum ona. - Aşağıya doğru gidiyorum, beyim. - Comala adında bir yer biliyor musunuz? - Benim gittiğim yer işte orası. Ve onun peşine takıldım. Adımlarına ayak uydurmaya çalışarak arkasından yürüyordum ki, galiba kendisini takip ettiğimi anlayıp adımlarını yavaşlattı. Ondan sonra, neredeyse omuzlarımız birbirine değecek denli yakın yürümeye başladık. - Ben de Pedro Paramo’nun oğluyum- dedi bana. Bir karga sürüsü bomboş gökyüzünden gak, gak, gak diye bağırarak geçti. Tepeleri aştıktan sonra, giderek daha aşaılara indik. Sıcak havayı yukarıda bırakmıştık ve burada havasız bir sıcağın içine dalmaktaydık. Her şey sanki belli bir şeyi bekliyormuş gibi görünüyordu. - Burası çok sıcak- dedim. - Evet, ama bu daha bir şey değildiye yanıtladı beni. - Sakin olun. Comala’ya vardığımızda sıcağı çok daha şiddetli hissedeceksiniz. Orada insan kendini közlerin üzerinde, cehennemin tam göbeğinde zanneder. Derler ki, ölüp de cehenneme giden Comala’lıların çoğu battaniyelerini almak için geri dönerlermiş.
Aydınlık KİTAP
İz sürenlerin izinde Batı Avrupa’da suç tarihi ve polislik mesleği üzerine araştırmalarıyla tanınan Emsley ve gene polislerle ilgili özgün çalışmaları bulunan Shpayer, 18. yüzyıl ortasından 20. yüzyılın ortalarına dek dedektifliğin izini sürüyorlar, dedektiflik işinin giderek profesyonelleşmesi ve kurumlaşmasını anlatıyorlar ELVAN KÜREKÇİOĞLU Sherlock Holmes... Hercule Poirot... Jane Marple... Sam Spade... Tümü kurmaca olan bu karakterlerin ortak özelliği, görülmeyeni görmeleri, önemsenmeyeni önemsemeleri, çözülmeyeni çözmeleri, yani özel dedektif olmaları. Okuyucuya ya da seyirciye güven veren, arada sırada zor duruma düşse de sonunda mutlaka dimdik ayakta kalıp katilin ya da soyguncunun yakasına yapışan karakterlerden söz ediyoruz. Peki edebiyatın, sinemanın, televizyon dizilerinin bu vazgeçilmez kahramanları hangi temel, hangi gerçeklik üzerinde var olup yükseldiler? Türkiye’de özellikle son yıllarda polisiye öykülerde hızlı bir artış görüldüğü düşünülürse, türün toplumsal kökenlerine dair bilgi edinmenin yararları da açıkça ortaya çıkıyor. Ernest Mandel, “Hoş Cinayet” adlı klasikleşmiş incelemesinde, “Okuryazar kişilerin ‘esrar’a dayalı polisiye roman tutkunu olmalarında şaşılacak hiçbir şey yoktur. Ne de olsa Ernst Bloch’un bir zamanlar işaret ettiği gibi, tüm burjuva toplumunun işleyişi büyük bir esrar değil mi... Küçük işyerinizde kendinizi işinize vermiş, hiç durmadan çalışıp didiniyorsunuz ve birden bire işiniz, esrarlı nedenlerle (fiyatlar düşmeye başlıyor, faiz oranları yükseliyor, piyasa daralıyor) sizin hiçbir suçunuz olmadan çöküyor... İşinizde köle gibi çalışıyor, makinelerin ya da ustabaşının dayattığı tüm kurallara uyuyor, bu korkunç yarış içinde kendinizi alabildiğine zorluyorsunuz ama yine de işten atılıyorsunuz. Daha da kötüsü hiç beklemediğiniz bir anda bir resesyon, uzun bir depresyon, hatta bir savaş tepenize çöküveriyor. Bütün bunların sorumlusu kim... Siz değilsiniz... Ne de komşularınız ve tanıdıklarınız. Bunlar perde arkasındaki birtakım esrarengiz tertipçilerin işi olmalı. Bu ‘esrar’ların en azından bazıları aydınlatıldığında kendinizi daha az yabancılaşmış hissedeceksiniz” diyordu. Clive Emsley ve Haia Shpayer-Ma-
kov’un birlikte hazırladıkları “Polis Dedektifliğinin Tarihi”, pek çok açıdan ama öncelikle kuşkusuz sosyal tarih ve polisiye meraklıları için, Mandel’in söz ettiği türden yabancılaşmayı kıracak türden hayli ilginç, nitelikli, boşluk dolduran, hacimli bir çalışma. Batı Avrupa’da suç tarihi ve polislik mesleği üzerine araştırmalarıyla tanınan Emsley ve gene polislerle ilgili özgün çalışmaları bulunan Shpayer, 18. yüzyıl ortasından 20. yüzyılın ortalarına dek dedektifliğin izini sürüyorlar, dedektiflik işinin giderek profesyonelleşmesi ve kurumlaşmasını anlatıyorlar. “Batı dünyasının büyük bölümünde dedektif önemli bir figür, neredeyse kültürel bir kurum olagelmiştir. O (genellikle erkek ve nadiren bir kadın olarak) romanlarda, filmlerde ve televizyon dizilerinde baş figürdür. ‘Maharetli dahilere’ ya da ‘külyutmaz hafiyelere’ ilişkin kitaplar, en azından ilk bakışta, 19. yüzyıl başlarına kadar uzanır. 20. yüzyılın ikinci yarısında, Britanya’da en ünlü televizyon programlarının yaklaşık dörtte biri ve filmlerin beşte biri genellikle bir çeşit dedektif içeren suç öyküleri olmuştur. Britanya ve Amerika’da satılan tüm kurmaca eserlerin yaklaşık dörtte birini de benzer öyküler oluşturur. Fransız polisiye romanı, kitap okuyan halk için olduğu kadar Fransız kültür kuramcıları için de popüler bir konu olmuştur” diyen yazarlar, devrim sonrası Paris’inde hırsız yakalamadan ipuçları ve tuzaklara, Victoria dönemi İngiltere’sinde dedektifin değişen imajından siyasi polislik ve güvenlik polisliğine kadar geniş bir alana yöneltiyorlar büyüteçlerini. Bu arada, kurumsallaşma sürecinde dedektifliğin cefasını çekmiş kişileri ayrıntılı biçimde tanımak da, kurmaca yapıtlardaki ve gerçek yaşamdaki dedektif imgesi arasındaki dinamik etkileşimin keşfini hayli keyifli bir hale getiriyor. Polis Dedektifliğinin Tarihi / Clive Emsley-Haia Shpayer-Makov, Çev: Ayşe Handan Konar, İş Kültür Yay., 322 s.)
Aydınlık KİTAP
Gülden Terazi
MEC T ÜNAL
2 MART 2012 CUMA
9
“Bunu biliniz, iyidir bu!” Gülü oyalara işleyen Kazdağları’nın Yörük ve Türkmen kadınları Yaşar Kemal’in romanındaki ahali gibi kendileri için savaşan idealist kaymakamların değil, topraklarını ellerinden almaya çalışan emperyalist “Altıncı Filo”nun arkasından teneke çalıyorlar. Çeşit çeşit, renk renk peynir, zeytinyağı ve mazot tenekesi, şangur şungur açıyor katmerli güller gibi… “Bir tab lku yüz bolt yüz tab lku min bolt min tab lku tümen bolt tir ança bilinler as g bar edgü ol”. En eski Türk el yazma kitaplar ndan “Irk Bitig”den aktard m bu dize “bir gül yüz oldu, yüz gül bin oldu, bin gül on bin oldu; bunu biliniz, faydas var, iyidir bu” anlam na gelmektedir. 9. yüzy la tarihlenen Uygur edebiyat na ait “Irk Bitig”, Göktürk/Orhun runik harfleriyle yaz lm , 104 sayfa ve 65 paragraftan ibaret, bir fal ve ö üt kitab d r. Do u Türkistan’da, pek Yolu bölgesinde Bin Budha Ma aralar ’nda bulunmu tur. Ayn yerden elde edilen di er el yazmalar ise, “Suvarnaprabhasasutra”(Yaruk-Alt n I k) ile “Yügmek” (Sekiz Tomar) adlar ndaki “sutra”lard r./Sutra ya da Uygurcas yla “sudur” Budha’n n ö retilerinden olu an ya da Budha’n n sözlerini aktard varsay lan metinlere verilen add r. Uygurlar slamiyet’ten önce maniheizmi, daha sonra da budizmi benimsemi lerdi
DALDIRMA GÜL, AK GÜL, GONCA GÜL Büyüyüp ço alman n, say ca artman n önemini gül imgesi üzerinden anlatan dize, bize ayr ca, gülün toplumumuzda kendisinden çok daha eski ça lara uzanan bir yeri bulundu unu da gösteriyor. Oysa bu dizeden yüzlerce y l sonra yerli güllerimiz; katmer katmer açan yediverenler, burcu burcu kokan Isparta gülleri, pespembe Muhammediyeler, dald rma gül, ak gül, gonca gül azal rken topra m zda, onlar n bahçelerimizdeki yerlerini de ne renkleri, ne kokular bizimkilerin yerini tutan kokusuz, renksiz, yapay ve plastikten yabanc gül türleri al yor. Gülün öneminin izini en iyi iirlerin, türkülerin, ark lar n, üzerinden sürebiliriz. K rm z gül türküsünü kim bilmez! Divan edebiyat m zda enva-i çe it gül imgesi bulunmaktad r ki, “Gül-ü Bülbül” de 16. yüzy l airlerinden Fazlî’nin mesnevisi d nda yayg n olarak anlat lan bir halk hikayemizdir.
“GÜLDEN TERAZ ” Gülü konu alan bir seçki düzenlense, her halde birkaç ciltten olu acak bu güldesteye binlerce iir girerdi. te o iirlerin en ba ta gelenlerinden Hatayi, Ümmî Sinan ile Nesimî’ye ait üç ayr türevi ve bir de türküsü bulunan gül iirinden iki dörtlük:
ete.com mecitunal@aydinlikgaz
Onun ile gül ö ünür Akar ark döner çark Bendi p nar güldür gül. Sömürü, zulüm ve her hürlü istismar n ortadan kalkt bir dü ü anlatan bu dörtlükteki “gülden terazi” ibaresi, Yusuf Ziya Bahad nl ’n n “Lidya-Gözleri Yaprak Ye ili” adl ütopya-roman nda herkesin birbirine bu sözcüklerle seslendi i bir selamla ma sözüne dönü mü tür: - Gülden terazi! - Gülden terazi!
KAHRAMANININ YAZARINI PROTESTO ETT ROMAN “Teneke Trampet” Günter Grass’ n ünlü roman . Grass, 1959’da yay mlad bu romanda üç ya na bast gün kendisine tenekeden bir trampet hediye edilen Oskar’ anlat r. Annesi ve hangisinin babas oldu unu bilmedi i iki erkekle birlikte ya ayan Oskar, çevresindeki büyüklerin mutsuz ve ac nacak dünyalar na kat lmaktansa hep çocuk olarak kalmaya karar verir. Gerçekten de, bilinci gibi bedeni de büyümeyi reddedecek ve y llarca fiziksel olarak bir geli me göstermeyecektir. Tek protestosu bu de ildir ama Oskar’ n. Trampetine iddetle vururken Oskar, ç kard tiz ç l kla da cam e yalar bile parçalayabilmektedir. Oskar’ n ç l , giderek, yeni bir dünya sava yakla rken olup bitenlere kar duyars z kalan Alman toplumunu yads mas n n bir biçimi olacakt r. Ne var ki, kinci Dünya Sava ’ndan yar m yüzy l sonra, yazar n kendisinin de Oskar’ n protesto ettikleri aras nda yer ald ortaya ç kt . Grass, “So an Soyarken” adl gençlik an lar n anlatt kitab nda Nazi gençlik örgütüne üye oldu unu itiraf etti. Kar la t tepki, k rk y l boyunca neden sustu u bir yana, bir de herkese bunca zaman hangi yüzle ders vermeye kalkt yd . Grass’ n ele tirilere verdi i yan t, kendisini k rk y l susmakla de il, yapabilecekleri oldu u halde bunlar yapmam olmakla suçlad idi. “Ne tek bir ki i için parma m oynatt m,” diyordu, “ne de soru sordum; görmek, bilmek istemiyordum. Tan d m insanlar öldürüyor, yahut kampa ve cezaevine götürüyorlard . Ve ben kafam çeviriyordum. Bunun yeryüzündeki en büyük ac oldu unun, beni hiçbir zaman terk etmeyece inin fark nda m s n z?” (Nobelden de öte, Do an Kitap).
Gül al rlar gül satarlar Gülden terazi tutarlar Gülü gül ile tartarlar Çar pazar güldür gül”
KAHRAMANLARIN ARDINDAN HALKA TENEKE ÇALDIRAN A ALAR
Gülden de irmeni döner
Bir ba ka “Teneke” trampet ise, Ya ar Kemal’in 1955’te yay mlanan, Çukurova’da
çeltik mücadelesinin anlat ld çevre konulu belli ba l ilk roman m z. “Teneke”de çeltik a alar n n yönetmeliklere ayk r olarak ektikleri çeltik s tmaya neden olunca ilçenin genç, tecrübesiz ama yürekli ve idealist kaymakam s tmadan k r lan kasaba halk n n sa l için a alarla mücadeleye giri ir. Ne var ki, tek ba na kald bu mücadele, kaymakam n kasabadan arkas ndan ya amlar n savundu u halk taraf ndan teneke çal narak sürülmesiyle sonuçlanacakt r. Neredeyse her y l Nobel Edebiyat ödüllerine aday gösterilenYa ar Kemal bu ödülü alamad ama, ald pek çok ödülden ikisi çok önemli. lki 1984 y l nda Mitterand’ n verdi i Frans z Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi idi. Bundan 27 y l sonra18 Aral k 2011’de ise yine Fransa Cumhurba kan taraf ndan -bu kez ki Sarkozy,- ‘Grand Officier dans I’Ordre National de la Legion d’Honneur’ ile -en yüksek Légion d’honneur ni an - ödüllendirildi. Ya ar Kemal’e verilen ödülün, Fransa parlamentosunun Türkiye ile ilgili ald “soyk r m inkar” suç sayan karar n n arefesine rastlamas bu tür ödüllerin bir ba ka çe it “susturucu” olarak kullan ld n göstermektedir. Ülkesinin onurunu kendi yazarl k payesinden üstün tutan her yazardan beklenen tutum Ya ar Kemal’den de beklenirdi. Ancak, büyüklü ü tart lmayan yazar bunu yapmay hiçbir zaman dü ünmedi i gibi, itiraflar n ömrünün sonuna saklayan Grass ile 2009 y l nda Berlin Sanat Akademisi’nin daveti üzerine bulu tuklar toplant da edebiyat ve politika ili kisini tart t klar nda Grass’ n soyk r m olarak tan mlad ve Türkiye’yi k nad 1915 olaylar na ili kin tutumu kar s nda tepkisiz kalmay seçmi ti.
ANGUR UNGUR AÇAN KATMERL GÜLLER Ama halk tepkisiz de il art k. Günlerdir teneke sesleriyle inliyen Kazda lar ’nda çal nan Ya ar Kemal’in “Teneke”sidir asl nda. Gül oyalara, oyalar türkülere i leyen Kazda lar ’n n Yörük ve Türkmen gülbe eker kad nlar , Ya ar Kemal’in roman ndaki ahali gibi kendileri için sava an idealist kaymakamlar n de il, halk n ve hayat n dü manlar n n, topraklar n ellerinden almaya çal an, emperyalist “Alt nc Filo”nun arkas ndan teneke çal yorlar. Çe it çe it, renk renk peynir, zeytinya ve mazot tenekesi, angur ungur aç yor katmerli güller gibi… Daha da açacak bu belli. Bir gül yüz oluyor, yüz gül bin oluyor, bin gül on bin, yüz bin, milyon oluyor. “Bunu biliniz” diyor “Irk Bitig” ça lar ötesinden, “faydas var, iyidir bu”.
10
2 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Krzysztof Penderecki ve Filiz Ali (1987)
Anılarda müzik ve şehir DAMLA YAZICI Gezmek güzeldir, hele ki senin yetiştiğin diyarlardan tamamen farklı diyarları geziyorsan... Müzik güzeldir, hele ki insanın hayatı da melodiler üstüne kurulmuşsa... Arkadaşlar güzeldir, birlikte güzel şeyler paylaşabiliyorsan ve öğreniyorsan hayatı... Yazmak güzeldir, yollar açarsan başkalarının hayatına... Anlatmak güzeldir, anlatacak birşeylerin varsa eğer... Ve anlatacak birşeylerin olması güzeldir,iyi ki yaşamışım diyebiliyorsan... “Müzikli Geziler” kitabında bütün bunları kendi yaşamında birleştirmiş bir kişi; Filiz Ali ile entelektüel bir müzik yolculuğuna çıkarken birbirinden farklı şehirleri birlikte geziyormuşsunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Klasik müzik deryasında kaybolmadan, doğru tespitler, eleştiriler ve beğeniler sunan Filiz Ali eserler, şehirler ve etkinlikler hakkında bakış açımızı zenginleştirici bir yol çiziyor. Kitabı anlatabilecek en güzel şey sanırım okuyucunun içinden “Keşke Filiz Ali’nin yerinde olsaydım” cümlesini kurması. İnternetin insanların hayatına henüz bugün ki kadar egemen olmadığı bir dönemde, müziği evde değil, “gerçek” mekanlarda keşfetmenin öyküsü okunan. Yaratıcısıyla, icracısıyla, dinleyicisiyle ve mekanlarıyla bir bütün olarak müziği anlamanın yolculuğu.
NEYLE KUYU KAZAR G B Doğan Hızlan kitap hakkında şu yorumu yapıyor: “Kentleri, ülkeleri, yazarların satırları ve şiirleri, bestelerinin ezgilerinin eşliğinde gezerim. Sık sık yinelerim, rehberim sanatçılardır gezilerimde. Filiz Ali’nin ‘Müzikli Geziler’ kitabı da hiç kuşkunuz olmasın, başta bu özelliğiyle benim severek, öğrenerek okuduğum kitapların arasında ilk sıralarda yer aldı.” Kitap bestecilerin,yorumcuların,sanatçıların hayatları hakkında bilgiler sunarken çok ilginç şeyler öğrenmemizi
de sağlıyor. Conlon Nancarrow’u anlatan bir bölümde geçenler size öğreneceğiniz şeyler hakkında güzel bir ipucu verebilir: “Piyanola, 19. yüzyılın sonlarında icat edilmiş, gramofon öncesi dönemin en gözde aletlerinden biriydi. Bilinen piyanonun içine yerleştirirlen bir silindire sarılan delikli kağıt tomarı düşünün, silindir döndükçe kağıttaki deliklerin, silindirdeki iğnecikleri harekete geçirmesi sonucu tuşlar kendi kendilerine canlanıp Chopin’ler, Liszt’ler ya da zamanın gözde salon parçalarını seslendirmeye başlarlar. Nancarrow bu mekanizmanın olanaklarıyla istediği biçimde,istediği ritmik karışıklıkta, istediği hızda, istediği incelik ya da kalınlıkta sesleri kullanabileceği bir tür müzik yaratabileceğini anladığı andan bu yana piyanola için yüzlerce eser bestelemiş ve kağıt ruloları iğneyle kuyu kazar gibi kendi eliyle teker teker binbir çeşit hesap ve kitapla delerek, yerine göre iki ya da üç piyanolayı birden çalıştırıp, seslerini banda alıp,sonradan montaj yaparak, bir çeşit erken elektronik müzik öncülüğü yapmıştı.”
MÜZ K VE MATEMAT K Müziğin içindeki müthiş matematiğe ve bu matematikle uğraşan zeki müzisyenlere hayran olmamak imkansız. Nancarrow’un insan kapasitesinin erişemeyeceği hızlarda ve ritimlerde eserler çalma isteği ve bunu piyanoladaki keşifleriyle başarması yaratıcılık ve zeka kavramlarının müzikteki etkileyiciliğine çarpıcı bir örnek veriyor.
Klasik müzik dünyasının Türkiye’de toplumun her kesiminden aynı ilgiyi görmediği aşikar fakat anılarla yapılan yolculuklar ve bu anıların içine yerleştirilmiş bilgiler sayesinde kişinin klasik müzik merakını arttırabileceği gerçeği de kitabı okuduktan sonra ortaya çıkıyor. Türk sanatçıların evrensel müzik etkinliklerindeki konumu ve sanat camiasındaki etkileri Filiz Ali’nin gözlemsel yorumlarıyla beliriyor. Güher-Süher Pekinel kardeşlerin dinleyiciye geçen güzel enerjisi, Cem Mansur’un orkestra şefliği serüveninde Filiz Ali’nin eleştirilerine, gösterdiği performansla verdiği yanıt, Leyla Gencer’in İtalya’da bütün kapıları açtıran ismi vb. anektodlarla cok sesli Batı müziğine, geçişimizdeki geç kalmışlığa rağmen, ne kadar iyi sanatçılar çıkardığımızı gösteriyor. Londra, Viyana, Milano, New York, Montpellier, Selanik gibi bir çok şehirde yapılan etkinliklerin Filiz Ali’nin fotoğraf koleksiyonuyla süslenmesi okuyucunun ilgisini artırmakla kalmıyor, görsel hafızalarımızı da zenginleştiyor. Filiz Ali’nin şu sözleri kitabın enerjisini tüm sadeliğiyle ortaya koyuyor: “Müzikle içiçe geçen hayatım boyunca yazılarda adları geçen John Cage, Luigi Nono, Luciano Berio, György Ligeti, Ahmet Adnan Saygun, Leyla Gencer, Krzysztof Penderecki ve Cengiz Tanç gibi ve 20. yüzyılın müziğinde iz bırakmış daha pekçok müzisyeni şahsen tanımış olduğum için kendimi şanslı sayıyorum.” Müziği seven herkesin severek okuyacağı ve kütüphanesinde yer vermekten mutluluk duyacağı bir kitap: “Müzikli Geziler”. Hepinize iyi yolculuklar...
KAPAK
Aydınlık KİTAP
2 MART 2012 CUMA
11
EROL TOY’LA “AZAP ORTAKLARI”, TÜRKİYE VE GÜNÜMÜZ EDEBİYATI ÜZERİNE…
“Bibergazı yiyen işçi, roman kahramanıdır” GÜLSEN ARSLAN Edebiyatımızın büyük ustalarından Erol Toy, yapıtlarında Anadolu insanını tarihsel perspektif içinde ele almasıyla tanınır. Fetret döneminden Celali İsyanları’na, Selçukluların yükseliş ve düşüşünden Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi ve Kurtuluş Savaşı’na kadar yakın tarihimizi geniş bir yelpaze içinde ele alan 30 kadar yapıtıyla Erol Toy, “halkın tarihçisi”dir bir bakıma. Yazarla söyleşimize, İstanbul-Kuzguncuk’taki evinde, Cumhuriyet Kitapları’nın yeniden okurlara sunduğu “Azap Ortakları”yla başladık. Kısa süre önce yeni basımı yapılan iki ciltlik “Azap Ortakları”nda, Osmanlı Devleti’nin kuruluş evresinden başlıyorsunuz. Zamansal akış içinde Şeyh Bedreddin’i odak noktaya alarak, aynı zamanda tarih, felsefe, sosyoloji gibi bilimlerden de yararlanarak 1000 sayfayı aşan bir nehir-roman ortaya koyuyorsunuz. Ele aldığınız bu kesitin, Anadolu’yu, Türkiye’yi, kimliğimizi tanıma bakımından önemi ve ayırt edici özelliği nedir? “Azap Ortakları” bizim kimliğimizi arayışımızda odak noktalarından biridir kanımca. Ben aslında başından beri tek bir roman yazıyorum, Türkiye’yi yazmaya uğraşıyorum. Bunu yaparken de bütün kimlik ve kategorileri, hem sınıfları hem kategorileri ele almaya çalışıyorum. “Toprak Acıkınca” benim ilk romanımdır. Kurtuluş Savaşı’nı anlatır ve bu savaşı bir halk halk hareketi olarak anlatır. Zaten şöyle bir şansı oldu bu romanın; Kurtuluş Savaşı’nı anlatan dört roman 1973’te aynı aylarda çıktı: Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”sı, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyanı”nın ilk cildi, Tarık Buğra’nın toplumun varisi. Geçmişimizi de geçmi‘Küçük Ağa’sının ilk cildi ve “Toprak şimizdeki mozaiği de inkar edemeyiz. O Acıkınca” iki cilt olarak. Bu dört roman mozaik aynen devam ediyor. Tamam da Kurtuluş Savaşı’na ayrı açılardan yak- Türkler belki göçebe olarak geldiler laşıyor, halkın dört ayrı cephesini ve ba- ama gittikleri her yerde de devletin kukışını alıyordu. Mesela “Yorgun rucuları niteliğindeki o mozaikle bağSavaşçı” işsiz kalmış subayların bir dav- daşmayı becerdiler. Roma ranışı diye alırken Kurtuluş Savaşı’nı, İmparatorluğu, Osmanlı İmparator“Küçük Ağa” imamların hareketi biluğu… Mozaiği reddettiği çiminde alır. Dinamo, Ataandan itibaren o imparatürk’ün çevresinde olayı torluğun o toplum üzetulu Kur götürür. “Toprak Acırinde etkin olması da a Sav kınca” ise doğrudan doğartık mümkün değil. ruya halkın hareketi Anadolu’daki halklar n Kurtuluş Savaşı da olarak görür Kurtuluş esiyle verildiyse Anadolu’daki e m ünl büt Savaşı’nı. halkların bütüne er, o sava veren leşmesiyle veril“Azap Ortakları”na insanlar n, bütün nitelikleriyle, diyse eğer, o dönersek… çok gerilerden gelen bir savaşı veren insanOrada geriye ların, bütün nitedönük bakalım dubirliktelikleri söz konusu likleriyle, çok rumu oldu. Simavna demektir. “Azap gerilerden gelen bir Kadısıoğlu Şeyh BedOrtaklar ” da bunu birliktelikleri söz koreddin’e odaklanarak, nusu demektir. “Azap Osmanlı’nın genişleme ve anlat r Ortakları” da bunu anlayükselme dönemlerine eğiltır. dim. 15. Yüzyılda sona erer “Azap Ortakları”. Bu topraklara ait değerlerden ve Geçmişe bakmak neden bu kadar değer yargılarından, birikimin oluşmasından söz ediyorsunuz geçmişe bakaönemli sizin için? Şundan önemli; bugünkü toplum eski rak…
Bu kaçınılmaz. Eğer bugün 74 milyon birarada yaşamak zorundaysa, çünkü hiçbir devlet için kendi sınırlarından öte hapishane yoktur, her devletin hapishanesi kendi sınırları kadardır, bütün insanların tüm farklılıklarıyla ve tüm yönleriyle ortaya çıkması toplumsal bir değer yargısı oluşturur. O değer yargısı nedir, nereden gelir, nasıl kaynaklanır? Bakın eğer bir toplum yavaş yavaş dünya rekabetine çıkıyorsa, çıkabiliyorsa, ortak değer yargılarından söz edilebilir. Türkiye artık bugün yılda 125-130 milyar dolar dış satım yapabiliyorsa dünya rekabetinin içinde demektir, içinde olmak zorundadır. Bunun için de ürettiğini satacaktır. “Kuzgunlar ve Leşler” adlı romanımda bunu anlatmaya çalıştım; Ahi örgütünün yok oluşu Türkiye’nin üretim
gücünü yok etmiştir. Ahilikten sonra üretim gücü genellikle azınlıkların, gayri müslimlerin eline geçmişti. Sonunda ne oldu... Tehcirle Ermeni ustalar gitti, mübadeleyle Rum ustalar gitti, İsrail’in kuruluşuyla Yahudi ustalar gitti. Almanya’nın yeniden inşası sırasında da gayri müslimlerin yetiştirdiği Türk ustalar gitti. Ve Türkiye üretim gücünü bir kez daha kendisi üretmek zorunda kaldı. İlk defa 1980’li yıllara gelindiğinde yapmayı ve satmayı öğrendi yeniden. Yap-
12
Aydınlık KİTAP
2 MART 2012 CUMA
mayı ve satmayı öğrendikten sonraki evreler geliştikçe de dünyaya karşı ister istemez “benim malım daha iyi, daha güzel, daha sağlam, daha kullanışlı ve ucuz” demek zorunda. Bunu derken neye dayanacak? “Benim bir geçmişim, bir kültürüm var” diyecek. Yani kültür, sanat ve bilim yavaş yavaş endüstrinin hammaddesi haline gelecek. Yani “Batı kültürü, Batı bilimi” dediğimiz şey aslında Batı’nın erken endüstrileşmesinin getirdiği sonuçlardır. Japonya meselesi örneğin… Önce Japon efsaneleri gelir, arkasından Japon üretimi. Türkiye için de aynı şey söz konusu. Tabii emperyalist ilişkilerin niteliklerini de kendi içinde ayrıca değerlendirilmek kaydıyla böyle bir zorunluluk var. Türkiye de ister istemez hem tarihe, hem sanata, hem bilime hammadde halinde muhtaç olmak zorunda…
KAPAK
mazsınız. Madem böyle bir “gibi”lik söz konusudur, “gibi” olmayanı arıyorum ben… Bu toprakların içinden bakmak eğer “milliyetçilik” ise miliyetçisinizdir. Yok, bir sınıfsal bakış ise baktığınız sınıfın insanısınız. Peki, siz baktığınızda ne görüyorsunuz kitabınızda. Milliyetçi bir ton mu, sınıfsal bir yorum mu? Elbette sınıfsal… Eğer dünyada ideolojilerin bile ötesinde ezenler ve ezilenler varsa, ezilenlerden yana olmak kadar doğal bir şey yok, insan olan için.
YAPITIN TARTI ILMASI DA B R “DE ER”D R…
Peki, Belge’nin sizinle birlikte değerlendirdiği Kemal Tahir ve Tarık Buğra için neler söylemek istersiniz? Kemal Tahir, Tarık Buğra ve Dinamo “Azap Ortakları”nın ilk basımı, yak- da dahil üçü de büyük yazarlardır, kabul laşık 40 yıl önce, 1973 yılında yapılmış. etmek lazım. Aynı görüşte olmamız geYayımlandıktan sonra nasıl bir serüven rekmiyor, ama değerlerini vermek gereyaşadı bu roman? Ne gibi tepkilerle, kiyor. “Küçük Ağa” iyi bir romandır, eleştirilerle karşılaştı? Sizin genel ya- “Yorgun Savaşçı” iyi bir romandır, “Kutzarlık sürüveninizde özel bir yerinden sal İsyan” iyi bir romandır. Öte yandan ben hiçbir zaman eleştisöz edilebilir mi? “Azap Ortakları”nın benim açımdan rilere cevap vermem. Roman, yayınevine en büyük özelliği şu:1973’te hangi eleş- verinceye kadar benimdir, her yazı her sözcük her tümce benimdir. Ama yayıntiri ve değerlendirmeyi hangi cümevi onu matbaaya verdiği andan lelerle aldıysa, 2011’de de itibaren artık okurun olur. Ve aşağı yukarı aynı eleştiri “Gibi” her yazıyı okuyan bitirir. ve değerlendirmeleri, olmayan Okuduktan sonra onda bu kez farklı bir kuuyanan belli çağrışımlarşaktan aldı. 1980’e, ar yorum ben… Bu dan ötürü ya beğenmiş yani 12 Eylül’e n de için topraklar n koymuş rafına veya kadar “Azap Orbakmak e er bazı yerlerini beğentakları” her yıl 10 memiş ve kendinde bin okur tarafın“milliyetçilik” ise soru işaretleri belirdan ediniliyor, . dir iniz tçis miliye mişdir. Artık o soruları okunuyordu. Yok, bir s n fsal cevaplamak ona düşer. Siz Marksizm’i ise bakt n z Bana düşmez, ben işimi k ba benimseyen bir bitirmişimdir. Tabii bütün s n f n edebiyatçısınız, eleştirenlere çok teşekkür insan s n z “Azap Ortakları” ve ederim. Hele ki doğru eleştidiğer romanlarınızda da rirlerse bir sonraki kitapta bu yaklaşımı görmek mümbenim işime yarıyor. kün. Fakat sizin, bu toprakların özüne, kökenine bakma çabanız, “milliyetçilik” BEDREDD N VE B L M N eleştirisiyle de karşılaşmıştı. Örneğin SONSUZLU U Murat Belge ‘’Büyük Ulusal Anlatı ve “Azap Ortakları”nın bugünün, Türklerin Kökeni” adlı çalışmasında 2012’nin Türkiye’sini anlamak açısınsizi, Kemal Tahir’i ve Tarık Buğra’yı, dan nasıl ipuçları verdiğini düşünüyor“milliyetçi tonla yazmakla” eleştirsunuz. Tarihin tekerrür etmediğini mişti? Ne diyorsunuz bu eleştirilere? biliyoruz ama özellikle “bunalım”, “karÖzel olarak da Murat Belge’nin yakla- deş kavgası”, “kaos” kavramları açısınşımına… dan düşünürsek, aradan geçen yüzyıllar, Tabii Murat Belge iyi incelemiş, hak- ne getirmiş, ne götürmüş bu topraklarkını vermek gerek. Yalnız incelerken at- dan? ladığı bir takım şeyler var. Şeyh Aslında insanın değişmediğini gösteBedreddin’in zamanında bilgi ancak ula- riyor. “Azap Ortakları”nın bugünü de şabilene aktarılan bir değerdi. O zaman anlatır niteliği varsa -ki var sanıyorum, google yoktu, internet yoktu. Yani bir çünkü okuyanlar aynı eleştirilerde bulutakım şeyleri oturduğu yerden çözümlenabiliyorlar- demek ki insan fazla değişyebilme olanağına sahip değildi insanlar. miyor. Tarih elbette tekerrür etmiyor Kitap yoktu, ulaşılabilirlilik anlamında. -tekamül edebilir- ama demek ki insaKitaplar genellikle medreseler için yazınoğlunun aklı zaman zaman duruyor ve lıyordu, ancak medreseye giderseniz kiaynı şeyleri yapıyor. Hep verdiğim örtaba ulaşabiliyordunuz. Gidip kitapçıdan nektir. Hammurabi yasalarında hırsızın kitap almak mümkün değildi. O yüzden eli kesiliyor. Bugün halen Suudi ArabisBedrettin’in ulaşabildiği bilgilere ulaşıtan’da ve Afganistan’da hırsızın eli kesilarak yazılmış bir kitaptır “Azap Ortakliyor. Demek ki beşbin-altıbin yıl geçmiş ları”. Yırttığı kitaplar dahil, mümkün olmasına rağmen hırsızlık bitmiyor, eli olduğu kadar okunarak, özümsenerek yazılmış bir romandır. Milliyetçilik ola- kesildiği halde bitmiyor. Nedir bu? Ceza yına gelirsek, yani bir toprakta doğduy- aynı, insan aynı, hırsızlık aynı. Bütün bu sanız ve bir uyruğunuz söz konusuysa, dönenceye karşın insan değişmiyorsa istediğiniz kadar ideolojik tavırlara girin, demek ki tarihsel evreler o ölçüde değisiz o toprağın ve o toplumun insanısınız. şiklikler getirmiyor. Kendini ötekilerden Bunu değiştirme çabanız olabilir, işte ko- üstün sayanlar bulunduğu sürece, kenlejden yetişirsiniz, çok iyi dil bilirsiniz, dini ötekilerle eşit sayan insanlar toplueğer gidip oralarda da yaşayabilme ola- muna ulaşıncaya kadar sorunlar nağına da sahipseniz oraların insanı gibi tekrarlanacak. Sorunlar tekrarlandıkça davranabilirsiniz. Ama “gibi” davranır- da herhalde tarih tekerrür edecektir! sınız, “Oranın insanı” olarak davranaTarihi dönemeçlerde, “Azap Ortak-
ları”nda Şeyh Bedrettin’i odak aldığınız için soruyorum, kişiler ne kadar önemli? Tarihi kişiler yapamazlar, tarihi ancak toplumlar yapabilir. Ama tarihi yapamadıkları halde tarihsel nirengi noktaları, yani odak olabilirler. Bedreddin bütün o badireler sonucunda asılıyor, dramatik bir örnek oluyor. Onun çevresinde onun asılışını doğallaştıracak bir örgüt yapılabiliyorsa yerine oturuyor. Yoksa binlerce kişi asılıyor, binlerce kişi öldürülüyor. Tabii Bedreddin’in avantajı şu benim açımdan, Nazım açısından, hatta Radi Fiş açısından: Bedreddin aynı zamanda çok büyük bir düşünür. Onun düşünce evrenine girebildiğiniz zaman sonu yok. Bilimin sonsuzluğunu görüyorsunuz… Bilimin ve sınıf gücünün sonsuzluğunu görüyorsunuz. O sonsuzluğu aktarabilmek meselesi. Bütün sorun o. Galiba çok da kötü aktarmamışım, öyle görünüyor!
değişmediğini mi? Aslında sınıfların değişmediğini… İnsanlar ayak uyduruyor ama ayak uydurması kendi tabularını aşabilmesi anlamını taşımıyor. Tabuları gene var.
Tam 30 yıl önce, 1 Mart 1982’de “Aydınımız, İnsanımız, Devletimiz” adlı, o günlerdeki güncel gelişmelere ve tarihi olaylara değinen makalelerinizi derleyen kitabınız hakkında yasaklama kararı verilmişti. Biraz anlatabilir misiniz o günleri ve yasaklama sürecini? Türkiye 12 Eylül’den çıktı mı sizce? Çıkmadı çıkmadı, kitaplarla başımız her zaman dertte. Türkiye’nin özellikle Cumhuriyet’in en büyük eksiklerinden biridir. Hem geçmişte hem bugün… Osmanlı 600 yıl boyunca, özellikle Ahi örgütünü yok ettikten sonra, son 300 yılında sadece ve sadece devletin gereksinimi kadar insan eğitmiş. Öyle okullaşma, okuma-yazma, dil geliştirme falan Diyelim ki siz 100 yıl sonra bugünün diye bir şey söz konusu değil. Sadece Türkiye’sine baksaydınız roman kahra- spesifik olarak devletin gereksinimini manınız kim olurdu? karşılayacak kadar insana eğitim verBugüne baktığım zaman, Ankara’da mişler. Sadece yönetici sınıfı eğitmiş. İlebir parkın havuzunda polisin yüzüne sık- ride görev vereceği Enderun’dan kaç tığı bibergazını silen işçi olurdu kahra- kişiye ihtiyacı olacaksa -zaten o kadar manım. Günümüzün kahramanı o süreçte eğitiyor- onları görevbence… Yani tarihin evrelerinin lendiriyor, onun dışında düğmesine kırılma noktalahalka hiçbir şey götürmal Ke rında basabilen insanlar tamemiş, okuma yazma Tahir, Tar k rihi oluştururlar. konusunda. Birinci Saptırırlar, durdururlar, Dünya Savaşı ile Bu ra ve Dinamo hızlandırırlar. Kimi Kurtuluş Savaşı, da dahil üçü de bunu düşüncesiyle, Türkiye’nin büyük yazarlard r, kimi de eylemiyle okur-yazarlarını yapar. Eylem ve dübiçince 1927’de kabul etmek laz m. şünce birliği her zaman envanter yapıAyn görü te olmam z olmayabilir. Ama buna yorlar. gerekmiyor, karşın o evreler oluşurBu envanter ama de erlerini ken mutlaka insanlar varsonucunda günlük dır. işleri yürütebilmek vermek için, yani belediyede gerekiyor ENVARTER VE tartıyı yapabilmek, nikah dairesinde nikahı kıSEFERBERL K yabilmek, tapuda tescil yapabilGaz yiyen insanları televizyondan iz- mek, dilekçeleri alıp cevap vermek için lediğinizde ne görüyorsunuz? İnsanın 325 bin memur açığı olduğu görülüyor.
KAPAK Envanteri yapanlar aynı zamanda Cum- zım’ın kitapları var yasaklananlar arahuriyet’i kuranlar. Anında kadro açıyor- sında, benden de “Fareler Cumhurilar, anında ilan veriyorlar. Memur yeti”. Yaşayan tek yazar bendim. olabilmek için okur-yazar olmak gereki- Danıştay’a başvurdum, yasak kalktı ve yor. 150 bin başvuru oluyor. 175 bin açık. kitap okunmaya başlandı yeniden. Ne yapalım, ne edelim? “Okuma-yazma 1982’de bu kez anayasa yapılıyor. Ben de seferberliği başlatalım” diyorlar. saf bir yurttaş olarak, “Anayasa yapmak Eğitelim, kadrolara alalım. Ama Os- düzen kurmaktır, eğer düzeni erdem manlıcada bir yazıyı okumak için iki yıl, üzerine kurarsanız, daha erdemlisi; sahyazmak için yedi yıl gerekiyor. O yüzden tekarlık üzerine kurarsanız daha sahte“en kolay alfabeyi alalım ve bununla iki karı gelir alır” diyen bir kitap ay içinde insanları eğitelim, kadrolara hazırladım. Bizim geçmişimiz nasıldı, inatayalım” diyorlar. En kolay ne olabi- sanımız nasıldır, devletimiz nedir sorulir… Cumhuriyet’in kurucularının larına cevaplar arayan bir inceleme ve hemen hemen tamamı ya Mülkiye’den, deneme kitabı.. İlk etapta 10 bin basılya Tıbbiye’den, ya Harbiye’den. Hepsi mıştı, 7200’ü hemen dağıtıldı, üç bin küFransızca biliyor, Latin alfabesini biliyor. suruna mücellitte el konuldu. Askeri, O nedenle en kolay Latin alfabesi geli- isyana teşvik ettiği gerekçesiyle yasakyor bunlara. Hemen onu kabul landı. Bu da benim onurum oldu ediyorlar ve gerçekten iki tabii. ay içerisinde okumaBedreddin 12 Eylül atmosferinyazma seferberliğiyle den nasıl çıkar Türa and ayn zam insanları eğitip devkiye? let memurluğuna çok büyük bir Türkiye’yi yönealıyorlar. Tabii aradü ünür. Onun tenler demokrat oldan 25-30 yıl gemadıkça çıkmaz. dü ünce evrenine çince bu insanlar Yani fırsat saydığı girebildi iniz kademe kademe zaman iktidarı, Türgenel müdür, müszaman sonu yok. kiye’nin başına kim teşar bakan oluyorn imi Bil gelirse gelsin iktidara lar. Fakat bu gelmeyi fırsat saydığı sonsuzlu unu insanlar devlet mesürece 12 Eylül bitmez. muru oluncaya kadar görüyorsunuz… Çünkü 12 Eylül iktidara el neredeyse bir tek kitap koyanın her şeye muktedir okumamışlar, bir defa tiyatolmasına göre düzenlenmiş bir roya gitmemişler, herhangi bir yapı. Her şeye muktedir olmak üzeresme -zaten dinen yasak- ve renklere rine verilen bir kavga, şimdi içinde yaşabakmamışlar, renklerin armonisi nedir dığımız kavga. İspanya’da Franco en bilmiyorlar. Şimdi bunu bilmeyen adammuktedir olanlardan biriydi. Öldü, lar 30 yıl Türkiye’yi yönetiyor. Sonunda onunla işbirliği yapanların hepsi güme yeni kuşaklarla okullaşma başlıyor. gitti. Bunlarla da işbirliği yapanların Çocukluğumda, Demokrat Parti’nin hepsi güme gidecek. 12 Eylül aslında kurulduğu dönemlerdi, hem gidip DeCumhuriyet’in kırılmasıdır. Şimdi de tamokrat Parti’nin mitinglerinde şiirler okuyorduk hem de elimizde pankart- mamıyla kul olmamızı istiyorlar. Kul ollarla okul istiyorduk. Sonra okuma makla yurttaşlık çok farklı şeyler. yazma gelişti, okur-yazarlar çoğaldı. Ama kimse de ‘kul’ istiyoruz demiFakat mantalite aynı kaldı. O okumaz- yor… yazmazların mantalitesi devam etti. Tabii bunu açıktan söyleyemezler. Sonra zaman içinde Türkler “yapmayı Sürekli demokrasi ve özgürlüklerden ve satmayı öğrendiler” diyoruz. Peki bu söz edilen bir dönem… yapmayı ve satmayı becerenler kimler? Bir insan ne kadar çok “ben namusAnadolu kaplanları… Anadolu kaplanlarının yüzde 90’ı ilkokul birinci sınıftan luyum” diyorsa o kadar hilekardır. Ne kadar demokratım diyorsa o kadar ikinci sınıfa, ikinci sınıftan diktatördür. Ölçü bu. Gerçek üçüncü sınıfa geçememiş erdemin övünmeye ihtiyacı adamlar. Geçen kardeşi Kitaplarla yoktur. gidip okumuş, müdür ba m z her olmuş, profesör, dokBir aydın ve edebitor olmuş, avukat zaman dertte. yatçı olarak kendinizi olmuş. Ama o sınıhangi edebiyat akımı Türkiye’nin fını geçemediği için ve çizgisi içinde taözellikle “Gel dükkana benımlıyorsunuz? Cumhuriyet’in nimle birlikte çalış” İncelemeciler denmiş. Sonunda en büyük benim için “topbaba ölmüş, dükkan lumcu gerçekçi” dieksiklerinden biridir. ona kalmış. Dükkan yorlar, ben de Hem geçmi te atölyeye dönmüş, “başımla beraber” diTürkiye’nin gelişmehem yorum. siyle birlikte. Atölye fabün… bug rikaya, fabrika holdinge GENÇ YAZARLARIN dönmüş. Ama adama seyahat SINIF B L NC YOK dediğiniz zaman hacca gidiyor, kültür Günümüz edebiyatında beğendiğidediğiniz zaman camiye gidiyor. Başka niz, izlediğiniz yazarlar var mı? ufku yok. Şimdi bu adamdan kültür hizElimden geldiği kadar izliyorum. meti bekliyor Türkiye, sanata önem vermesini bekliyor… Adam gidip bilmem Özellikle genç yazarların sınıf bilinci ne kadarlık yat alıyor fakat denize gir- yok. Sınıf bilinci olmayınca ister istememiş hayatında. Hayatında kitap oku- mez “duygu” ağırlıklı ürünler çıkar. mamış. “Vaktim yok” diyor ama gidiyor Duygu ağırlıklı ürünler de çok bireyselgazinoda sabaha kadar içebiliyor. Tiyat- dir. Bizim gençlik dönemimizde Batı edebiyatçılarının temsilcileri vardı Türroya gidemez, uyuklar. kiye’de. “Şu gibi” yazardı, “bu gibi” yaYasaklar da pek umurunda değil el- zardı falan filan. Şimdikiler de işte, bette. “dizi olabilecek gibi” yazıyorlar. 12 Eylül geldi… Ama öncesi var. 1981 Hala sınıfsal bir persfektifle yazmak Şubat’ında beş tane çocuk kitabı yasaklandı. Tolstoy’un, Behrengi’nin, Na- önemli mi?
14
2 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Önemli. Sovyetlerin dağılması, katı Çünkü o bana bağlı bir şey değil, çünkü ideolojilerde gedikler açtı ama insanlar ben kimseye bir şey yapma niyetinde değişmedi. Ezme ve ezilme, sömürme değilim. Kendi özgürlüğümü ve bağımsızlığımı koruma hevesindeyim. ve sömürülme olayı değişmedi. Tam tersine büsbütün Siz 12 Eylül’den sonra oluştuhızlandı. Ve bu hızrulan yazarlar kooperatifi lanma sürecinde spanya’da YAZKO’nun başkanlığını da kapitalist sistemi en nco Fra yapmıştınız. “YAZKO’nun zamanında çok Öyküsü” adlı bir kitabınız dir kte mu iyi incelemiş da var o günleri anlatan. insanlar yavaş olanlardan biriydi. Bugün Türkiye’deki yavaş haklı ü, onunla i birli i Öld yazar örgütlenmesini çıkmaya başnasıl buluyorsunuz? Türyapanlar n hepsi güme ladı. Bakın, kiye Yazarlar Sendikası, da rla Wall Street’i gitti. Bunla PEN, Edebiyatçılar Derişgal eylemi i birli i neği gibi örgütleri kısaca çok küçük bir si hep n ar değerlendirir misiniz? anl yap olay gibi görüDernekler sonuçta insangüme nüyor ama çok ların bir araya geldiği bir yerbüyük bir olay. gidecek dir. İnsanların birarada üretim Amerikalılar da sömürünün özünü yakalar hale geldiler. Buna karşın direnç yükselecektir, çünkü Amerika herşeye rağmen demokratik bir toplum. Onlar da sopayı yiye yiye öğrenecekler. Nasıl ki vaktiyle Pinkerton büroları grevcileri yok ede ede dünyanın en güçlü sendikalarını oluşturdu, şimdi de protestocular dayak yiye yiye durumu öğrenecekler. Korku imparatorluğu oluşmaz diyorsunuz yani… Buna rağmen direnecek insanların çoğalmasına bağlı. “Eyvah… Korku imparatorluğu oldu!” Ee.. Kork! N’olacak? Korkmayanlar çoğalacak. Silivri dediğiniz, İstanbul’un en küçük mahallelerinden biri kadar bir yer. Onun içinde de minnacık bir yer hapishane. Ha orda olursunuz, ha burda olursunuz. Ne fark eder. Zaten temel kuraldır, bilincinde özgür olanı tutuklayacak hapishane, yüreğinden tutsak olanı da özgür bırakacak yasa yoktur yeryüzünde. Bütün olay o. Ben yurttaş olarak yurttaşlık haklarımı kullanmakta kararlıyım. Ha şunu yaparlarmış. Yaparlar.
KAPAK
ris’teydim. Fransız televizyonları her hafta iki saat kitap tanıtımı yapıyorlardı. Fakat Temmuz-Ağustos ayları “mort sezon” dedikleri aylar, yayınsız geçen aylar. Yayın bulamamışlar, yani tanıtacak kitap bulamamışlar. Lüksemburg Parkı’nda okurlarla röportaj yapıyorlar. Parkta yaşlı bir hanımefendiyi yakalamış sunucu. Sordu “geçen yıl kaç kitap okudunuz?” diye. O yaşlı kadıncağız, “Ah delikanlı ben artık çok yaşlandım, ayda bir kitap okuyabiliyorum” dedi. Ben tabii sandalyeden düşüyordum. Konuk olduğumuz ev sahibine, “ayda bir kitap mı?” diye sordum. Evet “az okuyor” dedi ve kitap okuma alışkanlıklarını anlattı: “Biz metroda gazete okuyamıyoruz, sayfayı çevirirken yanındakinin burnuna dokunuyor, o yüzden kitap okuyoruz, yirmi dakika gidiş yirmi dakika geliş, günde kırk dakika. Kırk dakikada elli sayfa okunuyor. Konu ilBizim gimizi çekiyor, evde gençlik uzandığımızda okuyoruz, yemek arası Bat zde imi dönem okuyoruz, soğan edebiyatç lar n n doğrarken okuyotemsilcileri vard ruz, haftada bir i” kitap bitiyor.” Ülgib “ u e. e’d kiy Tür kemize dönersek, i” yazard , “bu gib bizi çok uzun yılyazard falan filan. lar yönetenler ne diyordu, “ben oku imdikiler de i te, “dizi dum da mı adam olabilecek gibi” oldum” diyordu. yaz yorlar. Adamlığı makamla ölçerseniz adam olamıyorsunuz ama “adam oldum” diye yaptığı bir yer değildir. İnsanların bira- geçiniyorsunuz. rada üretim yapabildiği yerlerin bir anlamı ve değeri var benim gözümde. Mesela sendikacılık öyledir. Bir direniş örgütlenecektir ve o direnişin ekonomik sonuçları alınacaktır. Dernekte ne gibi bir ekonomik sonuç alınır, gidip ona buna yalvaracaksınız ya seyahat acentası olacaksınız yahut efendim bazılarının lütfuyla bir takım imkanlar elde edeceksiniz. Halbuki ürettiği ürünün topluma gidişini sağlama çok daha akıl karı bir iş.
“OKUYANI KANDIRAMAZSINIZ” Son olarak Aydınlık Kitap Eki’yle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Her çıkan kitap eki başımızla beraber. 1970’li yıllarda Temmuz ayıydı, Pa-
Türkiye’de popüler edebiyat da olsa kadınların daha çok okuduğu söylenir… Ne okurlarsa okusunlar, isterlerse din kitapları okusunlar, hakkaniyete doğru giden biri bir gün ister istemez şeytaniyetle karşılaşır, şeytaniyete doğru giden de hakkaniyetle karşılaşır. Yeter ki okusun. Şimdi kadınlar çok okuyor. Bizim kuşak, anne babalarımız okuma yazma bilmediği için müthiş bir okuma açlığından geliyorduk, elimize ne geçerse okuyorduk. Bir kitap elden ele dolaşırdı. Şimdi kadınlar da öyle okuyorlar. Çok da iyi okuyorlar. Benim bütün bu yazıcılık hayatımda öğrendiğim bir şey vardır, okuyanı kandırmak kadar zor bir şey yoktur. Okuyanı kandıramazsınız.
“İmparator”, bir sınıfı temsil ediyordu Sizin en ünlü, en bilinen romanınızın “İmparator” olduğu ve Vehbi Koç’un yaşamını anlattığınız söylenir. Hayır, Vehbi Koç değil ama o sınıf. Vehbi Koç da o sınıfın sembolü olmayı becermiş birisidir. Onun becerisi vardır tabii romanda ama tamamıyla o değil. Bütün sınıf tek kişide sembolize edildi. Yani bütün sınıfın oyunları, dolapları, vergi kaçakçıları, şunlar bunlar tek kişi üzerinden götürüldü “İmparator”da. Ben bir romana başladığımda eşime dostuma anlatırım. İlk başta kahramanın adı Ahmet Aldıkaçtı’ydı. Kime anlatsam, “Aaa sen Vehbi Koç’u anlatıyorsun” denildi. Öyle mi dedim, “Peki, kahramanın adı ‘Vehbi Çok’ olsun o zaman” dedim. Koç’tan bir tepki geldi mi? Geldi tabii, gelir. Doğrudan değil ama dolaylı tehditler geldi. Herkes bir
defa ölecek, işin o tarafına bakmam. Yeter ki kendimi doğrulayabilecek bir sonuca ulaşayım.
Aydınlık KİTAP
2 MART 2012 CUMA
15
Şiirimizde bir yıldız kaydı: Didem Madak CAFER YILDIRIM
dedim Zeyna’ya Tıraş olurken yüzlerini kesip bir paket pamuk yapıştırıyorlar esasında Aslında kaymak gibi adamlar” *** “Komşular… komşular! Yetişin ritmimi bozdular. ‘Sus kııızz somyanın yayı mı fırladı birtarafına…” ***
“Kardeşim sevgilime mektup yazdı Bir yıldız gibi kayıp gitmesinden korkuyorum diye” Didem Madak Öyle oldu ki sanki iyi insanlar hep bir ağızdan sustular: İyi şiir karşısında. Kötüler: Onların seslerinin bana ulaşabilecekleri bir mesafede değildim zaten. Didem Madak, ölümü nedeniyle şiirinden haberdar olduğum bir şair oldu. Ölüm, üzerinde hiçbir oyunun oynanamayacağı kadar hazindi ve üstelik herkesle ilgili bir gerçeklikti. Didem Madak’ın ölüm haberi belki de en fazla bu nedenle bana kadar ulaştı. Tabiki iyi ki de ulaştı. Kutlarım kötülerin zaferini. (1970-İzmir/2011-İstanbul). Açılıp kapanan ayraç içinde bile onun şiir kişiliğine denk düşen bir uyum var. İnternet dünyasında kendisine yer açmış olan beş altı satırlık biyografisinde “ruhunun ütüsüz ve buruşuk” olduğu yazıyor. Diyelim uyumsuz. Hukuk fakültesi mezunuymuş. Tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi işlerde çalışmış. Şiirleri “Sombahar” ve “Ludingirra” dergilerinde yayımlanmış. “Gramofon Kâğıtları” kitabıyla İnkılâp Kitabevi Şiir Ödülü’nü almış. Aramızdan ayrıldığında kolon kanseri tedavisi görüyormuş: 24 Temmuz 2011. Şişli Camii’indeki cenaze töreninden sonra ilk işim İstiklal kitapçılarında onun kitaplarını aramak oldu. “Pulbiber Mahallesi’ni bulabildim. Didem’in son kitabıymış “Pulbiber Mahallesi”.
BAMBA KA B R DUYARLI IN SOLU UNU GET REN RLER “Timur’a, Deniz’e, Ümitvarolanlara, İzmir’e, Zeyna’ya” ithaf etmiş. Ayrıca ithaftan sonraki sayfada şu ibare var: “Bu kitap ısrar üzerine yazılmıştır.” Israr edenlere teşekkür borcumu ödemek isterim. İyi ki ısrarcı olmuşlar. “Pulbiber Mahallesi” bambaşka bir duyarlığın soluğunu getirdi bize. Üzerimize rengarenk çiçekler serpiştirdi ve bunun bitimsiz bir eylem olduğunu biliyoruz. “Mahallemizde devamlı darbuka çalıyorlar Erkes nedense asan’dan hamile Düm-tek çocuklar doğuracak kadınlar bahara Burada aşklar fena şehla, şahane aşkları İncesinden sosyeteye bırakıyorlar. Acı yok bizim mahallede sanki hiç olmamış Yalnız şarkılara fazla pulbiber atıyorlar. ‘Kimbilir’ çocuklar doğacak bahara Babası canı cehenneme çocuklar Pulbiber yapışmış dudaklarına.” Görüldüğü üzere Didem Madak’ın herkesin anlayabileceği kadar sade, olabildiğince açık ve anlaşılır bir anlatımı var. Bu anlaşılırlık, bu açıklık ve sadelik üçgeninde bir halden diğerine geçilen, katman kat-
MERYEM’ N PULB BER UBES
man dolaşılan, keyif verdiği kadar zihni de uyaran bir dil yolculuğuna çıkarması onun en ayırt edici tarafı. Basit, bildik, hatta kullanıla kullanıla yıpranmış kelimeler onun iç dünyasında biraraya geldiklerinde hiç umulmadık anlam alanları açan, uzak ya da yakın ama mutlaka özgün çağrışımlara kapı aralayan bir işlev yükümleniyor. *** “Bugün en tombul güvercinimdi benim zaman Kırmızı ayaklarıyla kalbime konup sonra uçan” *** “Kelimeler ölsün istemem İsterim ki kelimeler bahçe havuzumda kırmızı balıklar gibi yüzsünler.” *** “Acılarımın karnı bahar olmuş dedi Zeyna.”
SOMYANIN FIRLAYAN YAYI Şiirinin onu çağdaşı şairlerden ayıran başka özellikleri de var kuşkusuz. Öncelikle belirtmem gerekir ki konuşma dilinin olanaklarından maharetle yararlanabiliyor. Yoksul, bir yığını işsiz, çaresiz ve çıkışsız insanların ikâmetine yazıldıkları ayrık bir mahallenin şen soluğunu, peyzajını, hiç teklemeden atan nabzını yine mahalle sakinlerinin ağzından edebî dil alanına, yani estetiğin arenasına taşıyabilmiş olması, bir yanıyla da daima sözü edilegelen “şiirin sokağa inmesi” manasına karşılık düşüyor. Bunların yanında ilginç, şaşırtıcı buluşlarından da söz etmeliyim şairimzin. Bu buluşlar, üstelik anlamın gölgeli alanlarında konuşlandırdığı fakat varlığını daima hissettiren o keskin acıyı ince ince dişliyor. Acının zehrini hafifletiyor, sonra da başdönmesinin esriklik halindeki kahkahalı anlara, anlıklara götürüyor bizi: “Noel Babalar sakallı değil sakarlar, biliyor musun
Ve göndermeler göndermeler… O kadar çok ki… Siyasal, kültürel ve sosyal tarihimizle her an yüzleşebileceğinizi, puslu zihninizde harflerin kabarıp kelimelerin belirginleşip unuttuğunuz ya da unutulmaya bıraktığınız bilgileri, belgeleri, tanıklık ve hatta yaşanmışlıkları belleğinizin berrak bölgelerine taşıyabileceğini, derim ki size, sakın aklınızdan çıkarmayın eğer Didem’i okuyorsanız. Bütün kitabı buraya aktaracak değilim. Sembolik düzeyde birkaç örnekle yetineceğim: “Ferman tarihinse Göğe doğru uzanan bu beden bizimdir icabında.” *** “Kendimi Hazreti Meryem’in Pulbiber Şubesi gibi hissediyorum.” *** “Kendime karşı büyük taarruzun son gününde Güneşten bir ışın kılıcı koparıp savaştım.” *** ”Yarısı yenmiş aklımın Kalan yarısı çileden çıkmış Habire tekkeye odun taşıyordu.” *** “Serhat haddimiz değildir, ilk aşkımızın adıdır.” *** “Haddi müdafa yoktur zatı müdafa vardır.” ***
D DEM MADAK R N N TEK EKS Didem’in şiirinin her halini örneklemenin anlamı yok. Zaten verilen her örnek sözünü ettiğim bütün özellikleri belli oranlarda yansıtıyor. Özenli bir sokak işçisinin hiç yorulmayan süpürgesi gibi insan ruhunun bütün köşe bucaklarını dolaşıyor onun şiiri. Her duygu, her içsel hal kendi bedeni, kendi kalbi ve kendi nefesiyle var oluyor onun anlatımında. Bu sözler şu anlama geliyor: Yapayı ve yapmacığı atık haline getiriyor Madak’ın şiiri, onu bünyesine asla kabul etmiyor. Maharetle çıkılmış bir yol, bunca emekle çatılmış bir yapı ve bunca estetikle dokunmuş bir ürünü çerçeveleyen mana ne yazık ki yeterince belirgin değil. Didem Madak şiirinin, bana göre tek eksiği bir dünya görüşü ile sağlamlaştırılmamış olması. Düşünsel düğümleri gevşek, bu yüzden en yetkin söyleyişler zaman zaman bir boşlukta gibi yapayalnız kalabiliyor. Böylesi bir şiir tutumunu gerçek şiir tutumu olarak görenlerin olduğunu biliyorum. Tabii ki tercih meselesi. Nerede durursanız dünyaya oradan bakarsınız.
16
2 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
B R K TAP B R F LM
Tatar Çölü TUNCA ARSLAN Genç bir teğmen olan Giovanni Drogo, ilk görev yeri olan iç karartıcı Bastiani Kalesi’ne geldiğinde burada fazla kalmamayı, hatta ilk günden tayin istemeyi düşünür. Uçsuz bucaksız bir taş çölünün sınırındaki kaledekiler, neredeyse sürekli alarm halindedir; tekinsiz ve uğursuz görünüme sahip çölden her an bir saldırı gelebilir ve kaledekiler her an tetikte olmak zorundadır. Fakat tuhaf bir çekiciliği de vardır kalenin. Drogo, dört ay gibi bir süre kalede kalmaya ikna eder kendini. Sonrasında yüksek mevkideki aile dostlarının da yardımıyla nasılsa daha eğlenceli bir görev yeri bulacağına emindir. Bilmediği, Bastiani’deki her subayın benzer bir süreçten geçtiği, alışkanlıkların uyuşturucu etkisine kapılıp gittikleri bu yerde ömürlerini tükettikleridir. O da askerlik gururu ve askerliğin gündelik ritülleriyle dolu büyük bir boşluğun cazibesine kapılıp gitmenin etkisiyle, öte tarafında ne olduğunu, kimlerin yaşadığını bilmediği çöl sınırını bekleyecektir yıllar boyu. Çölden kaleye yönelik tehlike ise hep vardır ama beklenen saldırı bir türlü gerçekleşmez. Ünlü İtalyan yazar Dino Buzzatti’nin (1906-1972) ilk romanı olan “Tatar Çölü” (Il deserto dei Tartari), 1945’te yayım-
landığında şaşırtıcı bir sarsıntıya yol açmış; insanın yalnızlığı, görev duygusu, yabancılaşma, anlam ve anlamsızlık, kader gibi kavramlara getirdiği ilginç açılımlarla Kafka, Sartre, Camus gibi büyük yazarlarının yapıtlarının yanında yer almayı başarmıştı. “Zavallı kale, basit sihrin çabuk çözüldü, kuzey çölü hep öyle bomboş kalacak, asla düşmen gelmeyecek, asla hiç kimse gelip de senin zavallı surlarına saldırmayacak” diyen Buzzatti, “mucizevi bekleyiş” içinde tuttuğu başkarakteri aracılığıyla insanoğlunun içinde bulunduğu kısırdöngüden çarpıcı kesitler sunar, okuru unutulmaz portrelerle tanıştırır. Buzzatti’nin romanı, bir başka İtalyan usta, Valerio Zurlani’nin (1926-1982) eliyle sinemaya da aktarılır ve ortaya romanın başdöndürücü sükunetini, kaledekilerin heyecan verici sıkıntısını mükemmel biçimde yansıtan, aynı adlı bir film çıkar. 1976 yapımı filmde Teğmen Drogo’yu, günümüzün ünlü Fransız oyuncusu Jacques Perrin canlandırır. Vittorio Gassman, Giuliano Gemma, Philip Noiret, Fernando Rey, Max von Sydow, Laurent Terzieff, Jean Louis-Trintignant, Francisco Rabal gibi isimlerden oluşan harika bir kadro da kendisine eşlik eder. 1977’de Zurlini’ye İtalya’da en iyi yönet-
men ödülü getiren ve bilinmeyen bir ülkede bilinmeyen bir zamanda geçen “Tatar Çölü”, günün birinde Kral’ın saldırı falan olmayacağına kanaat getirip kaledeki asker sayısını azaltmaya karar vermesiyle, dramatik biçimde noktalanır. Buzzatti’nin romanını okuyup, Zurlini’nin filmini seyredenler için, klasik deyimle, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
“ÜZERİNDE GÜNEŞ BATMAYAN KATLİAM”
Emperyalizm ve kıtlığın ekoloji-politiği MERİÇ SERİMOĞLU Dünyamızda gözlenen en güçlü periyodik iklim dalgalanması olarak kabul edilen “El Nino”, Pasifik Okyanusu’nda geniş ölçekli ısınmayla bağlantılıdır ve yaklaşık bir yıl boyunca süren her El Nino olayı, öldürücü fırtınalara, bunaltıcı sıcak hava dalgalarına, yangınlara, sellere, ku-
raklığa ya da dondurucu soğuklara neden olmaktadır. 1997-98’de görülen son El Nino tahmini olarak 32 milyar dolarlık zarara yol açmıştı. Peki, ortalama olarak her sekiz dokuz yılda bir tekrarlanan bu küresel felaket, İspanyolca tanımının çevirisinde olduğu gibi yalnızca “Yaramaz Çocuk” olarak kabul edilebilir mi? Elimizdeki kitabın yazarı 1946 doğumlu ABD’li Marksist tarihçi ve siyasal eylemci Mike Davis, “Bizim uğraşımız, dünya tarihinin devinimsiz sularında öylece unutulmuş ‘açlık diyarları’na bakmak değil, tropikal kuşak halklarına ait emeğin ve ürünlerin, sınırları belli bir zaman diliminde (1870-1914) Londra merkezli dünya ekonomisinin içerisine nasıl zoraki eklemlendiğini ele almaktır. Milyonlar, ‘modern dünya sistemi’nin sınırları dışında değil, bu sistemin ekonomik ve siyasi yapılarına zorla dahil edilmelerine yönelik sürecin tam da içinde öldüler. Onlar, liberal kapitalizmin altın çağında, Smith, Bentham ve Mill’in ‘kutsal’ ilkelerinin ‘tanrı buyruğu’ biçiminde hayata geçirilmesi ile katledildiler” diyor ve sözünü ettiği zaman dilimine, Victorya döneminin son çeyreğine dönerek, “El Nino kıtlıkları ve Üçüncü Dünya’nın açlıkla inşası”na bakıyor. “Üzerinde Güneş Batmayan Katliam”, ele aldığı dönemden
itibaren iklimle ekonomik süreçler arasındaki etkileşime dair örnekler sunarak, dünyada yoksullaştırılmış ve açlığa karşı savunmasız hale getirilmiş milyonların röntgenini çekiyor. 1870’lerde tropikal kuşağın dört yanında ve Kuzey Çin’deki muazzam kuraklık tarımı enkaza çevirirken, 50 milyondan fazla insanın canına mal olmuştu. Bir zamanların yemyeşil toprakları kasvetli çöllere dönüşmüş, Etiyopya, Çin ve Brezilya’nın bazı kesimlerinde günümüzün nükleer katliamlarını akla getirecek ölüm oranları ortaya çıkmıştı. Mike Davis, büyük veba salgınından beri görülmemiş ölçekte bir trajedi doğurduğu halde, bu felaketin tarihi ve dünyanın ekonomik gidişatı üzerinde bıraktığı etkilerin gözlerden saklandığını belirterek, “doğa ananın” bu denli büyük bir katliamı tek başına düzenleyemeyeceğini vurguluyor. Davis’e göre El Nino’nun suç ortakları altın standartı ve emperyalizmden başkası değil. Geleceğin “üçüncü dünyası”nın, yani insanlığın sahip olanlar ile sahip olmayanlar şeklinde bölünüşünün ana hatlarının 19. yüzyılın alacakaranlığında, iklim ile dünya ekonomisi arasındaki ölümcül etkileşimler eliyle çizildiğini idda eden yazar, şu yaşamsal (ya da ölümcül) soruları yöneltiyor: “Üstelik söz konusu olan, milyonlarca yoksul köylüyü kırıp geçirmiş, dehşetli bir ölüm değil sadece. Ölümün onları buluş şekli ve nedenleri, on dokuzuncu yüzyıl ekonomi tarihine dair yerleşmiş anlayışı büyük ölçüde yalancı çıkarıyor. Yüzyılın ikinci yarısında, barış dönemle-
rinde bir daha görülmemek üzere Batı Avrupa’yı terk eden açlığın, aynı sırada sömürgeleştirilmiş dünyanın büyük kısmında bu kadar yıkıcı bir etkiye ulaşmasını nasıl açıklayacağız örneğin? Aynı şekilde, Britanya Hindistan’ı başta olmak üzere, milyonların demiryolu boylarında veya tahıl ambarlarının merdivenlerinde ölüp gittiğini bilirken, buharlı taşıtların ve modern tahıl piyasalarının hayat kurtaran faydalarına dair burnu büyük iddiaları nasıl değerlendireceğiz? Çin’de imparatorun İngiltere’den ve diğer büyük güçlerden gelen modernleşmeye kapıları açmaya zorlanmasına koşutolarak devletin yeterliklerinde ve halkın refahında gözlenen baş aşağı düşüşü neyle açıklayacağız?” Geleneksel “öyküleyici” tarih yaklaşımının üstesinden gelme perspektifiyle kaleme alınan “Üzerinde Güneş Batmayan Katliam”, yerküre iklim sistemimdeki olağanüstü gelişmeler ile geç Viktorya dönemi dünya ekonomisinin ölümcül şekilde iç içe geçmesi üzerinden iletiyor tezlerini. Bunun, tarihin en önemli değişikliklerinden biri olduğunun üzerinde duran Davis, “bu kanlı tarihte doğanın oynadığı role” de ayrıca değer biçmeyi ihmal etmiyor. Ama kıtlık karşısında savunmasızlığa neden olan ve nihayetinde kimin hayatta kalıp kimin kalmayacağına karar veren arka plan güçleri, kuşkusuz ki hep bir adım önde yer alıyor. Üzerinde Güneş Batmayan Katliam / Mike Davis, Yoram Kitap, Çev: Umut Haskan, 456 s.
Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR Ç N
Karıncalardan öğrenecekleriniz var İREM NUR HALIÇ Tudem Yayınları’ndan çıkan, genç ve usta yazar Toprak Işık’ın çocuklar için yazdığı son iki romanından biri olan “Çiftçi Karıncalar Köleci Karıncalara Karşı”, çalışkan ve üretken çiftçi karıncaların, yuvaları işgal edip kölelik yapacak yavru karınca toplayan savaşçı karıncalara karşı direnişini anlatıyor ve konusu ve anlatımıyla çocuklar için klasik olabilecek nitelikte bir kitap. Karıncaları çalışkanlıklarıyla biliriz. Ancak Toprak Işık bize onların arasında da çalışmayıp, çalışanları sömürenler olduğunu gösteriyor. Atalarından öğrendiklerini uygulayan bu köleci karıncalar yıllardan beri aynı sistemi sürdürüyorlar, güç kullanarak korku yaratıyorlar ve namları tüm karınca yuvalarına yayılmış, biri hariç. Kendi ürünleri olan mantar tarlasının ortasına kurdukları yuvalarında yaşayan Anakarınca, Teyzekarınca, Çıtır ve arkadaşları sürekli çalışarak, üreterek, düzenli bir hayat yaşıyorlar. Dışardan yuvaya dahil olan Aylak da onların neşesi oluyor. Bir gün savaşçı karıncalar bu yuvadan haberdar oluyorlar ve işgale geliyorlar ancak bu defa hiç görmedikleri bir direnişle karşılaşıyorlar. Yavrularını teslim etmek istemedikleri için mücadeleye başlayan kahraman karıncalarımız yaratılışları ve görevleri farklı olduğu halde mücadele esnasında tek vücut oluyorlar. Savaşçı karıncaların köleleri de bu mücadelede aslında gerçek kardeşleri olan masum karıncalara karşı savaştırılıyorlar. Ancak yaşlı bir kölenin uyanışıyla köleler de direnişe katılıyorlar. Ayrıca Toprak Işık bu mücadelenin arasına küçük masum bir aşk hikayesi de sıkıştırmış. Bu direniş öyküsünü okurken aslında ayağımızın altında olup biteni görüyoruz. Akıcı ve duru bir dille yazıldığı için de hayal gücümüzü zorlamadan gözümüzün önünde bir
animasyon film gibi canlandırabiliyoruz. Karakterler sevimli, daha da önemlisi gerçekçi. Yani gerçekte var olmayan yaratıkların, cücelerin, cadıların anlatıldığı masallarla çocukların hayal dünyasını bulandırmak yerine, bilimsel gerçeklerle destekleyerek karıncaların küçük dünyalarındaki büyük kahramanlıklarını önümüze getiriyor Toprak Işık. Bu yönüyle konusu önemli ve öğretici. Fakat bence kitaptaki en büyük farklılık konusundan ziyade dili. Akıcı ve anlaşılır olmasının yanısıra çocukların parlak zekasına hitap edebilen kelime oyunları ve esprili ifadeler kullanmış yazarımız. Bu konu çocuk kitaplarında sıkıntı yaratabiliyor, çünkü çocukların hayal dünyasına erişebilmek her yazarın harcı değil. Özellikle yabancı dilden Türkçeye çevrilen çocuk kitaplarında deyimlerin ve kelime oyunların tam karşılığını bulmak zor olduğu için kuru, sıkıcı, anlamsız ifadeler oluşabiliyor. Çocukların dilinden anlayan Toprak Işık gibi yazarlar bu boşluğu dolduruyorlar ve ortaya eğitici olduğu kadar samimi ve keyifli kitaplar ortaya çıkıyor. Bu yüzden Çıtır, Aylak, Miniminnacık ve Camkanat da her çocuğun kütüphanesinde yer almayı hak ediyor.
Aydınlık KİTAP
18 2 MART 2012 CUMA Uluma
Sırça Anahtarlar
Allen Ginsberg Alt k rkbe Yay nlar Çev: Melisa Oflas 100 s.
Dashiell Hammett Everest Yay nlar , Çev: Sinan Fi ek, 258 s.
Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu
YENİ ÇIKANLAR
Turing’in Hezeyanı
“Uluma ve Öteki Şiirler” Amerikan edebiyatında bir dönüm noktası ve bir manifesto kitap olarak karşımıza çıkıyor. Beat Kuşağı’nın ve özellikle Frisco Şiir Rönesansı’nın lokomotifi olmuş iki şiir ve öncül bir şair: Allen Ginsberg’in “America”sı ve “Howl”u. İkisi de bu kitapta yer alıyor. Basıldığında Amerikan hükümetince yasaklanmış ve yayıncıları mahkemede yargılanmış, serbest kaldığındaysa defalarca baskı yapmış bir kitap. Tom Waits gibi pek çok büyük müzisyenin de yorumladığı şiirler hâlâ önemini koruyor. Hepsi birbirinden farklı el yapımı ciltleriyle 6.45 özel bir baskı sunuyor okuyucuya.
Demokrasi denen politik oyunun kulisinde sahnelenen karanlık bir oyun. Oyunun başrolünde iki erkek. Bileğine sıkı, gözü kara. İki yeraltı adamı. İki sıkı dost... Önlerinde fırsatlar. Güç ve para... Zirveye uzanan merdivenler. Omuz omuza tırmanılacak basamaklar... Ama aşk denilen bela. Tıpkı cinayet gibi planları bozmak için vardır. Hayatın o benzersiz mantığını bize dayatması için. Ve yazgı kendi lisanınla konuşmaya başlar. Politik çıkarlar. İnsan olduğunu söyleyen mahlukların ne menem canavarlar olduğunu gözler önüne sererken, dostluklar da aşkın mihenk taşında bir bir sınanır, iç içe açılan entrika dolu odaların kapılarının kilitleri sırça anahtarlarla açılır. Karşımıza çıkan gerçek hiç de güzel değildir... Ama yaşam ne kadar sert olursa olsun yine de güzeldir... Elbette yeterince cesur olanlar için... -Ahmet Ümit-
Halis Çetin, leti im Yay nlar 400 s.
Edmundo Paz Soldan Ayr nt Yay nlar Çev: Zeynep Öztekin Y ld r m 288 s.
“Korku mu siyaseti yaratmıştır yoksa siyaset mi korkuyu yaratmıştır? Korkutan, korku ve korkan arasındaki ilişki mi siyasettir yoksa iktidar, meşruiyet ve itaat arasındaki ilişki mi korkudur? Tanrı mı korkuyu yaratmıştır yoksa korku mu Tanrı’yı yaratmıştır?.. İnsan korkudan korunmak için mi iktidar üretir yoksa iktidarlar insandan korunmak için mi korku üretir? Neden ve Niçin korktuğumuz mudur siyaset yoksa Neden ve Niçin sorularından korkutulduğumuz mudur siyaset?” Korku siyasetinin ve siyaset korkusunun izini sürüyor bu kitap. Güncel ve politik tansiyonu yüksek bir alana, siyaset felsefesinin görüş derinliğini getiriyor.
José Edmundo Paz Soldán “Turing’in Hezeyanı” adlı bu romanında neoliberal posta bürünmüş antidemokratik iktidarların karakteristiğini, sanal dünyada bir nevi gerilla savaşı sürdüren “hacker”lar üzerinden anlatıyor. Yedi karakter arasında gidip gelerek aktarılan hikâye kimi zaman başkent sokaklarında kimi zaman ülkeyi kasıp kavuran sofistike bir bilgisayar oyunu olan “Playground”un sanal dünyasında, polisiye bir kurguyla baş döndürücü bir tempoda ilerliyor. Felsefi, ahlaki, toplumsal ve kültürel pek çok alana doğru genişleyen hikâyesinde suçluluk ve travma, kişisel ve kolektif sorumluluk gibi temaları ele alan ve yanı sıra, bir diktatörün ayakta kalmak için bürokrasi ve orta sınıflarla kurduğu suçortaklığını da teşhir ediyor.
Yaklaşan İsyan
Bütün İsimler
İnsan ve Uygarlık
Türkiye’yi Düşünmek
Görünmez Komite Çev: R. I k Güngör Sel Yay nc l k 120 s.
Jose Saramago K rm z Kedi Çev: Nesrin Akyüz 256 s.
Cafer Tiryaki Berfin Yay nlar 508 s.
Feridun Andaç Bilgi Yay nevi 288 s.
“Son otuz yılın ‘krizler’le geçmesine, işsiz kitlelere ve iyiden iyiye yavaşlayan büyümeye rağmen hâlâ ekonomiye inanmamızı bekliyorlar. Ekonominin krizde olmadığını, ekonominin kendisinin bir kriz olduğunu artık görmemiz gerek...” Görünmez bir komite tarafından kaleme alınan kitap dünyanın üzerinde dolaşan isyan hayaletini gözler önüne seriyor. Paris ve Londra banliyöleri, Atina sokakları, Puerta del Sol ve Tahrir meydanları, “ekonominin kalbi” Wall Street... Yaklaşan İsyan, hepsini birleştiren ruhun manifestosu.
Don José, yirmi beş yıldır Nüfus Kayıt Merkez Arşivi’nde çalışmaktadır. Sağların ve ölenlerin kayıtlarının tutulduğu, hiyerarşik bir düzenin uygulandığı Arşiv’de, günlerini doğum, evlilik, boşanma ve ölüm belgeleriyle geçirir. Ancak Don José’nin herkesten sakladığı bir tutkusu vardır: Gazete ve dergilerden kestiği, ünlü kişilerle ilgili kupürleri biriktirmek. Koleksiyonuna eklemek için Arşiv’den gizlice aldığı dosyaların arasına meçhul bir kadının fişinin karışmasıyla Don José’nin sıradan hayatı yön değiştirir. Araştırmaya devam ettikçe meçhul kadınla ve kendisiyle ilgili sarsıcı şeyler öğrenecektir.
- Tarihe uygarlık kurucu olarak giren topluluklarla onları yağmalayarak yaşayan ekonomiler... - Tarihe yön veren ve insana boyun eğdiren kadim güç cesaretin öyküsü - Zorun ve köleliğin tarihsel kökleri -İnsanlık, yabanıl doğadan kapitalist ulusal parka nasıl geldi? -İnsanı sürüden topluluğa, kabileden halka ve sonunda ulusa götüren sürecin zorunlu toplumsal ve genetik yasaları... “İnsan ve Uygarlık”, bütün bunları yaratan nedensellik zincirini halka halka irdeleyerek odağında insanın doğruluk ve özgürlük tutkusunun yer aldığı bu hem görkemli hem de alabildiğine trajik tarihsel sürece köklü ve devrimci bir açıklama getiriyor.
Feridun Andaç’ın “Türkiye’yi Düşünmek” kitabı bir edebiyat insanının, çağının çağdaşı olmak düşüncesinden hareketle yaşadığımız günlere bakışını, dünyada ve Türkiye’deki değişim süreçlerini anlama ve yorumlama biçimini yansıtıyor. Tarih bilinci, güncele bakış, tarihsel kültürel dokunun insan yaşamındaki yeri ve anlamı, yaşanan değişim/dönüşüm süreçlerinin toplumsal hayattaki izleri, yansıları bir bir irdeleniyor kitapta. Türkiye üzerine düşünen bir edebiyat insanının bakışı, gözlemevine yansıyanların dile getirilişi olarak da okunabilir.
YENİ ÇIKANLAR
Türk Toplumbilimcileri
Emre Kongar Remzi Kitabevi 816 s.
Aydınlık KİTAP
İzlanda Balıkçısı
Pierre Loti Can Yay nlar , Çev: Bar Behramo lu 208 s.
Emre Kongar ve arkada lar bu kitapta, Türkiye’de toplumbilimin geli mesine katk da bulunmu dü ünürleri inceliyor ve ara t r yorlar. Böylece Türkiye´de toplumbilimin geli me a amalar n da saptamaya çal yorlar. Bir “ortak çaba”n n ürünü olan bu çal man n amac yeni ku aklara, eski ku aklar n birikimini aktarmak olarak ifade ediliyor. Bir ulusun kültürü belli birikimleri olu turabildi i ölçüde ve toplumsal bilimleriyle yak n bir ili ki içinde geli ir, serpilir. Bu aç dan, Türk Toplumbilimcileri, Türk toplumbilimine oldu u kadar kültürümüze de yönelmi bir çal mad r.
“İzlanda Balıkçısı”, bir aşkın öyküsü, aynı zamanda da denizin destanıdır. Kendisi de bir denizci olan Pierre Loti, kitapta Bretagne bölgesindeki Paimpol kasabasını anlatır. Burada her avlanma mevsimi öncesinde hummalı bir çalışma vardır. Yıl ikiye ayrılır: balıkçıların kasabada olduğu aylar ve denize gittikleri zamanlar... Onlar yokken ne kadar kaygılı bir bekleyiş egemense döndüklerinde de o kadar mutluluk vardır (ya da dönemeyenlerin kasabanın üzerine çöken matemi)... Romanın fonunda bir balıkçı kasabası olsa da İzlanda Balıkçısı üç aileye odaklanır: Kuşaklar boyu denizci olmuş Gaos’lar, Moan’lar ve zengin bir aile olan Mevel’ler... Asıl adı Louis Marie Julien Viaud olan Fransız yazarın bu romanı Barış Behramoğlu’nun çevirisiyle yeniden okura sunulmuş.
2666
Öldürmeyeceksin
Roberto Bolano Pegasus Yay nlar Çev: Zeynep Heyzen Ate 992 s.
Hermann Hesse Yap Kredi Yay nlar Çev: Kamuran ipal 228 s.
ilili romanc Roberto Bolaño, ölümünden hemen önce tamamlad kitab “2666”da, kötülü ün en yal n halinin günümüz Meksika’s ndan bir gazete haberiyle ba layan hikâyesini anlat yor. Hikâyenin geçti i Santa Teresa’da ya anan olaylar buray adeta bir cehenneme çevirirken ayn zamanda da bir ayna i levi görüyor; sürekli bir de i im içinde olan zengin ve yoksul yanlar yla Amerika’n n gayet hüzünlü bir aynas .
“Öldürmeyeceksin”, Hermann Hesse’nin yazd çok say da denemeden yap lm bir seçkiyi içeriyor. Kitap be bölümden olu uyor: “Erken Dönem Dü ünceler”, “Birinci Dünya Sava ’na Dair Siyasi Görü ler”, “Dünya Görü üne Dair”, “Edebiyat Yaz lar ”, “Geç Dönem Dü ünceler”. Türk okurunun özellikle Bozk rkurdu, Boncuk Oyunu, Siddhartha adl kitaplar yla tan d Hermann Hesse’nin bu kitab Almanca asl ndan Kamuran ipal taraf nda çevrildi.
2 MART 2012 CUMA
19
Büyük Dedem Karl Marx
Nehirde Kayan Yıldızlar
Robert-Jean Longuet Yordam Kitap Çev: Renan Akman 224 s.
Hakan Karahan Alt n Kitaplar, 256 s.
Robert-Jean Longuet, “Büyük Dedem Karl Marx” adlı kitapta büyük dedesinin ve Marx ailesinin yaşamını tanıtıyor. Robert-Jean Longuet; Le Populaire adlı günlük gazetenin kurucusu ve sosyalist önder Jean Longuet’nin oğlu, Jenny Marx ile komünar Charles Longuet’nin torunu, Karl Marx’ın torununun oğlu. Sade, kolay okunur bir biyografi özelliği taşıyan kitap, Longuet’in aileden olmasının getirdiği imkanlardan da faydalanarak yapılmış yoğun bir araştırmanın ürünü. Kitap, aile bireylerinin, ayrıntıları canlandıran anılarına da başvurarak, hem Marx’ın araştırmalarına, bilimsel çalışmalarına ve olağanüstü siyasi etkinliğine hem de kişiliğine, özel düşüncelerine ve aile yaşamına dengeli bir şekilde yer veriyor.
Hakan Karahan son romanı “Nehirde Kayan Yıldızlar” aracılığıyla pek çok soru yöneltiyor okuruna, üstelik hiç cevap beklemeden. Aile baskısının en naif ve en korumacı halini yaşayıp kariyerini buna göre düzenleyen kahramanının yaşlılık zamanlarını derin bir yüzleşmeye ayırıyor. Karahan’ın kahramanı Cem, çocukluğunun ve gençliğinin otoriter figürü babasının kansere yakalanmasıyla birlikte, kendi geçmişi ile karşı karşıya kalıyor. Ailesi, başarıları, aşkları ile yürüttüğü bu hesaplaşmada her köşe başında kendisi ile yüzleşiyor. Bu yüzleşme sırasında ilk gençliğinde yaşadığı bir macera aklına pek düşmüyor ama o macera gelip onu buluyor. Hayat, her zaman son sözü söylüyor…
Sherlock Holmes ve Ölülerin Bilgeliği
Osmanlı Anonim Şirketleri
Rodolfo Martínez thaki Yay nlar Çev: Sinan Okan, 304 s. Ünlü dedektif, garip bir kimlik aldatmacası vakasının ardından, şeytani tarikatlar, efsanevi Altın Şafak ve Mısırlı masonlar arasında müthiş bir büyü kitabının peşinde süregiden zalimce entrikaların ortasına düşer. Bu emanet, cehennemin kapılarını açabilecek kudrette, El Azif, Çölün Ruhları Kitabı, Ölü İsimler Kitabı veya Necronomicon gibi çok değişik isimlerle bilinen bir kitaptır. Rodolfo Martinez, en büyük iki edebi efsaneyi yanyana koyuyor: Baker Sokağı’nın dedektifi ve İlahi Yalnız. Sonuç, o ünlü peri fotoğrafını çeken ve Arthur C. Doyle’a tapan birine ait olabilecek hararetli bir anlatı.
Celali Y lmaz Scala Yay nc l k 455 s. Celali Yılmaz’ın hazırladığı kitap, sermaye piyasalarının gelişmesinde rol oynayan anonim şirketlerin tarihini derinlemesine inceliyor. Geçmiş anonim şirket tecrübeleri sadece finans tarihi açısından değil, ticaret hukuku tarihi açısından da büyük öneme sahip. Osmanlı anonim şirketleri tarihi konusundaki bilinmezlerin sayısının azaltılmasını sağlayacak bu çalışma, üç kitaplık bir serinin ilk cildi olarak planlanmıştır. Diğer ciltlerde Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren, ancak OAŞ niteliğinde olmayan şirketlerin kapsanması hedefleniyor.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
2 MART 2012 CUMA
21
Mor Jokai ve dünyaya yayılan hikayeleri 1825’de doğup 1904’te ölen Macar yazar Mor Jokai, yaşamı boyunca yüzden fazla roman, pek çok kısa hikaye yazmış. Hukuk öğrenimi gören 1848 İhtilaline katılan Jokai’nin yazarlığının 30. yıldönümü 1896’da kutlanmış ve bu münasebetle yüz ciltlik külliyatı yayımlanmış. Almancadan İsveççeye, Finceden Japoncaya, Ermeniceden İbraniceye kadar neredeyse tüm dünya dillerine çevrilmiş bu ünlü yazarın yapıtları. Hatta Esperanto dilinde de iki kitabı varmış. Macar edebiyatına egzotik bir zevk armağan ettiği söylenen Jokai’nin “20 Yıl Sonra” başlığını taşıyan bir kitabına rastladık, sahafların “en alttakileri” arasında sürdürdüğümüz yolcuğumuz sırasında. Necmi Seren’in 1968 yılında Macarca’dan çevirdiği kitapta Jokai’nin 15 hikayesi bulunuyor. Elimizdeki kitaba adını veren “Yirmi Yıl Sonra adlı hikaye, küçük bir çocuğun tanık olduğu cinayeti aydınlatması sonucu içine düştüğü ölüm korkusunu ve bu korkuyu yirmi yıl boyunca yüreğinde taşımasını anlatıyor. Rüyasız,tatlı bir “çocuk uykusundan” uyanan küçük kahramanımız, “piç kurusu senin yüzünden yirmi yıl bu zincirleri sürükleyeceğim. Dur hele,çıkayım da ben sana gösteririm.” tehdidiyle bir kabusun içine dalar.
Ama sonuç,jokai’nin genellikle tercih ettiği gibi mutlu bitecektir. Afrika savaşlarının korkusuz kralı Birinci Peter’in, karısı Aragonlu Elenora’dan çektiklerini anlatan “bir kadın sözü” nişanlısı için mücevher almak için Peşte’ye gelen ama matem çerçeveli bir mektup alıp nişanlısının öldüğünü öğrenen ve intihar etmeye karar veren Todor’un, kızın bir başka nişanlısıyla tanışmasını anlatan “Ölünün Sahibi Kim?”; Abela adlı mavi gözlü bir Arap kızının gözlerine baktığı zman cennetei de cehennemi de gördüğünü söyleyen Ebu Yusuf’un serüvenini anlatan “Ebu Yusuf” adlı öyküler Jokai’yi tanımak için yeterli ipuçları veriyorlar. Çin’den İspanya’ya Arabistan’dan Türkiye’ye kadar uzanan geniş bir kültür coğrafyasından yararlanmış yazar hikayelerinde. Hemen hepsinde de kadınlar önemli roller üstleniyorlar ve erkek kahramanları çeşitli yönlere sevk etmeyi, kaderleri üzerinde söz sahibi olmayı beceriyorlar. Magribiler devrinde Kurtuba şehrinin duvarları arasında yaşayan hayırsever kişi Don Hurtado Garcias Eceqias Eleazaro de Estalimena el Seneron Beneficentisimo’nun maceralarının anlatıldığı “Oyuncu”yu bilhassa tavsiye ederek bu bahsi kapatalım ve yolumuza devam edelim.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
HALİKARNAS KİTABEVİ / DENİZLİ
1 Lira’ya kitap okumaya var mısınız? BEHİYE YARAŞÇI “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.” 2001 yılında küçük bir mekanda serüvenine başlayan Halikarnas Kitabevi, 2008’de Nusaybin’de ve 2009’da Denizli Çınar Çarşısı’nda iki şube daha açarak adreslerine yenilerini ekledi. Aynı zamanda sahaf olan ve abonelik sistemi ile de çalışan kitabevi, 2 bin abonesine 1 TL karşılığında kitap vererek bir nevi kütüphane görevini de yerine getiriyor. Okuyucuların daha çok çocuk, gençlik ve macera kitaplarına ilgi gösterdiğini söyleyen kitabevi çalışanları, 2012’de hayata geçirmeyi planladıkları bir projeyi de bizlerle paylaştı. Çalışanların anlatımına göre Halikarnas Kitabevi önümüzdeki dönem kitap, sahaf, kırtasiye ve çocuk oyunlarından oluşan beş katlı bir yapı ile kitap severleri ağırlayacak... Amaçlarının gençlere daha çok kitap okutmak olduğunu altını çizen kitabevi çalışanları, açtıkları yeni kitabevleri ile gençlerin uygun fiyata kitap bulmalarını sağlamaya devam edeceklerini vurguladılar.
22
2 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
“Alman olmak kolay de ildir. Di er Avrupal lar görece a rl ks z seyahat ederken, siz s rt n zda yak n tarihin fazla bagajlar n ta rs n z. Yirminci yüzy l n ortas na rastlayan on iki y l, emsalsiz kötülü ün s radanla t o on iki y l, bin y ll k kültürü ve ba ar lar gölgelemi tir. Bu on iki y l, dünyaya Alman olman n tarifini yapm t r; ço u Alman’a Alman olman n tarifini yapm t r. Art k Almanlara güvenilmemektedir. Ve Almanlar bir daha asla kendilerine güvenmeyeceklerdir. Bu güvensizlik her Alman’da farkl bir yere odaklan r; her Alman, Alman ya am nda, uyumsuz ve huzursuz edici bir yank lanmas olan bir yan bulur.” a) Herman Hesse / Boncuk Oyunu b) Craig Russell / Kanl Kartal c) Stefan Zweig / Yar n n Tarihi d) Ahmet Ha im / Frankfurt Seyahatnamesi e) Jose Pablo Feinmann / Heidegger’in Gölgesi
2 “Benim incecik ahlak defterimde, ba dertte insanlara sald r p kendini temize ç karmak diye bir ey yazmaz. Tan d m komünistlerin ço u, daha iyi bir dünya yaratma çabas nda ki iler olarak görünmü lerdir bana; bir bölü ü budalayd , birkaç da tepeden t rna a z p rd ; yine de bu gerçek, ihbarlara, suçlamalara giri mek ve onlar gazete man etlerine geçirip i hayatlar nda yükselmekten ba ka kayg lar gütmeyen insanlar n eline teslim edecek kan tlar bulup ç karmay gerektirmezdi kesinlikle. Bizim yerli komünistlerin en büyük yan lg lar Ruslara öykünmeleriydi. Amerikal komünistler, Ruslar n kuram ve uygulamas na ate li bir a k gibi sar ld lar, dilini pek bilemedi i için a ndan pek yak namayan bir kad na sar l rcas na; gerçi birçok erke in dü üne girmi tir böyle bir ey ama yatakta i e yarar, siyasa alan nda de il.” a) Henry Miller / O lak Dönencesi b) Petros Markaris / Alan Savunmas c) Lillian Hellman / arlatanlar Dönemi d) lya Ehrenburg / Dipten Gelen Dalga e) Malcolm Lowry / Yanarda n Alt nda
3 “Ölesiye yaln z, ölesiye mesudum. çim kalabal k çekiyor. nsanlar çekiyor. Çocuklar istiyorum: Ha ar , sar n, esmer, edepsiz… Seyahatler çekiyor içim. Dünya yüzündeki tuzlu sularda kl vapurlar n gitti ini, Paris’te k rm z l , ye illi, turunculu i aret fenerlerinin bulvarlar boyunca akan köhne taksilere sisi içinde yol gösterdiklerini; caddelerde, meydanlarda gotik binalar n kayalar misali yükseliverdi ini; bisikletine tünemi genç bir kad n n türkü söyleyerek geçti ini; p r l p r l matru bir adam n p r l p r l bir b çakla bonfile kesti ini; yalanc inciler içinde dolgun bir kad n n Napoli’de, ark l bir kahvede f st kl dondurma yedi ini; tayyare meydanlar n n lokantalar nda konyak içerek garip valizleriyle yolcular bekle ti ini...” a) Salah Birsel / Seyirci Sahneye Ç k yor b) Ernest Hemingway / Ö leden Sonra Ölüm c) Nazl Eray / Kay p Gölgeler Kenti d) John Steinbeck / Tutku Otobüsü e) Sait Faik Abas yan k / Son Ku lar Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA Soldan sağa 1. Resimdeki yazar - Ben, benlik 2. K l, tüy - Sümerler'de su tanr s - Kad lar 3. Bir seslenme sözü - Kal p izlerini önce kauçu a oradan da ka da geçirmeye dayanan çift kopyal bask yöntemi - Arnavutluk'un plakas - Bir sevinç
ünlemi 4. Alt n renginde olan - Dince kutsal say lan bir yeri ziyaret etmek - Ba budamaya yarayan e ri b çak 5. Pi irilerek haz rlanm yemek - Helyum'un simgesi Bir spor dal nda eri ilmi olan derecelerin en üstünü 6. Zeka - Molibden'in simgesi - Fas' n plakas - Ek çizgisi
7. Tantal' n simgesi - Ceviz - Oturma, oturu 8. Türk Standartlar Enstitüsü (k sa) - Tavlada "iki" say s Mitolojik bir çalg - Yabanc 9. tterbiyum'un simgesi - Bozk r 10. Bir soru sözü - Çocuk dilinde "umac " - nsan yüzü kal b 11. Kaba baston - Yank , aksi seda - Geri; pe skambilde "papaz" 12. Sevgili - Boru sesi - Bir tür cila 13. Çal ma, meslek - lk say - Irmak ile dere aras akarsu - Çocuk bak c s kad n 14. Bir çalg türü - Kendi - Eyerin alt na konulan bez Beyaz 15. Kasidenin son beyti - Bir peygamber ad - Kafiye Yukarıdan aşağıya 1. Kuyucakl Yusuf adl eserin yazar 2. Lübnan' n plakas - Dogma, inak - Notada duraklama i areti - I n 3. Metal olmayan - Bir seslenme sözü - Gezegenimizin uydusu - Tak m (k sa) 4. Kurçatovyum'un simgesi - Erkek hizmetçi - Zehirli bir örümcek türü - Bir kan grubu 5. Bir say - Bir bilgiyi temsil eden semboller sistemi - Yara 6. Zevk ve e lenceye dü kün, uçar - 1980'de ba rolünü Kemal Sunal' n oynad Aziz Nesin'in roman ndan uyarlanan bir film - Yunanca'da bir harf 7. Su içinde ve nemli havada; metallerin, özellikle demirin yüzeyinde oksitlenme sonucu olu an madde laç, merhem - Argoda "esrar" - Bir geçmi zaman eki 8. "Fena de il" anlam nda bir söz - çeri taraf, dahil 9. Güzel kokular ve baharat gibi eyler satan kimse Kabaca i te orada 10. Rutenyum'un simgesi - Üvercinka adl iir kitab n n yazar 11. Üzme, s k nt verme - Kiloamper (k sa) - Köpek Türk Mal (k sa) - Bir i aret s fat 12. Viyola - Cilde yumu akl k vermek veya d etkilerden korumak için sürülen güzel kokulu merhem - Bir i , bir görev için yeti tirilmekte olan kimse, namzet 13. M s r’ n plakas - Operada tek solist taraf ndan söylenilen ark - Herkes taraf ndan a a lanan kimse, ayak tak m 14. Ordu (k sa) - Fikir, dü ünce - Ba l ca içece imiz Anadolu'da kullan lan bir dövme türü 15. Garip akmn n temsilcilerinden olan ünlü airimiz