.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
37 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 133
23 Mart 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı:4 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
“Üs yok, tesis var” diye diye...
Çevirmeni Ahmet Cemal, Stefan Zweig ve “Montaigne”i anlatıyor:
İnsanlığın Amok Koşusu hızlandı
Dünyanın üzerinde yeni bir hayalet: “Yaklaşan İsyan”
Ağaçlar neden gülmesinler ki...
Beatriz Sarlo: “Geçmiş Zaman”
Ahmet Tulgar: “Çocuklar ve Canavarları”
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
İÇİNDEKİLER
3
SUNU
Haftanın Portresi: İlhami Bekir Tez
s. 4
İncirlik Üssü
s. 4
Umberto Eco “Prag Mezarlığı”
s. 5
Beatriz Sarlo: Artık düşünmeye değil, hatırlamaya değer veriliyor
s. 6
Neoliberal masallara karşı...
s. 7
Dünyanın üzerinde yeni bir hayalet: “Yaklaşan İsyan” s. 8 Mecit Ünal: Gülden Terazi
s. 9
Ahmet Tulgar / “Çoçuklar ve Canavarları” s. 10 Mim Kemal Öke’den “Siyonizm ve Filistin Sorunu”
s. 11
Ahmet Cemal’le Stefan Zweıg, Montaıgne, dünya ve Türkiye üzerine söyleşi
s. 12-14
Seyyit Nezir: Arakablo
s. 15
21 Mart Dünya Şiir Günü’nün ardından: Şiirin mucizesi ve herkese bir öneri
s. 16
Bir kitap bir film
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuklar için
s. 20
Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi
s. 21
Alıntı test ve Bulmaca
s. 22
y a d n ü G n a k a H
Şiirsiz olmaz… 2011 Nobel Edebiyat Ödülü’nün bir şaire, “Hüzün Gondolu” ve “İzmir Saat Üç” adlı kitapları 1998 ve 2004’te dilimize çevrilmiş olan İsveçli Tomas Tranströmer’e verilmesi, “Şiir öldü mü kaldı mı?” tartışmasını yeniden alevlendirmişti hatırlanacağı üzere. Tranströmer’in Nobel alması üzerine pek çok gazetemizin kültür-sanat sayfasında soruşturmalar yapılmış, şairlerin görüşlerine yer verilmişti. Çok karamsar olan da vardı, umudunu koruyan da… Sözcüklerin bile doğallığını yitirip mekanikleştiği, plastikleştiği, fabrikasyon hale getirildiği bir dünyada şiirin bir zamanlar sahip olduğu gücü koruyup koruyamadığı elbette ki bir tartışma konusu. Ve biliyoruz ki “çarpıcı cümleler”, miktarı baştan belli olarak, “tweet” şeklinde yazılıyor artık; dizeler halinde değil. Öte yandan, en azından sanat dergilerinin, kitap eklerinin genel manzarasına bakıldığında, şiirin halinin pek iç açıcı olmadığı da söylenebilir. Yayınevlerinin yıllık üretimlerindeki şiir kitabı oranı içinse, en kısa kısa yoldan “üzücü” denilebilir. Şiir kitapları azaldı, şiir okurunun durumu ise meçhul! İspanyol şair Jose Hierro’nun “Şiir çare değildir ama insanı avutmaya yeter” demesi, günümüzde şiirin kendisi için de geçerli sanki… Aydınlık Kitap Eki’nin amaçlarından biri de, şiire ve şairlere mümkün olduğunca geniş yer vermekti ve dört haftadır bu sözümüzü tuttuğumuzu söyleyebiliriz. Şiirsiz olmayacağını biliyoruz çünkü. Seyyit Nezir, Mecit Ünal, Cafer Yıldırım gibi üç önemli şair ve kültür insanının yazarlarımız arasında bulunması, her hafta şiirlerin ve şairlerin dünyalarında renkli yolculuklara çıkmaları da Aydınlık Kitap Eki’nin ayrıcalıklarından biri kuşkusuz. Aydınlık Kitap Eki sayfalarında, eski yeni ayrımı yapmadan şiir kitaplarına, ünlü ünsüz ayrımı yapmadan şairlere yer vermeyi sürdüreceğiz. Çünkü, şiirsiz olmayacağını biliyoruz… Haftaya görüşmek üzere…
ÖneriYorum
1)
Çocuklar ve Canavarları, Ahmet Tulgar, Doğan Kitap, 153 s. Dönüşmek ve yazmaya ilişkin düşünce kaydıraklarıyla tanışmak için. Bir Maskenin İtirafları, Yukio Mişima, Can Yayınları, çev. Zeyyat Selimoğlu, 200 s. Şiddetin ve cinselliğin güzel sanatlar seviyesinde işlenebildiğine tanık olmak için.
2)
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
3)
Eşekarısı Fabrikası, Iain Banks, Ayrıntı Yayınları, çev. Aslı Biçen, 173 s. İçindeki çocuğun, sineklerin kanatlarını kaparıp böcekleri yaktığını hatırlamak için.
4)
İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 261 s. Kötülüğün yapılan bir şey mi, yoksa olunan bir şey mi olduğu sorusuna yanıt aramak için. Amat, İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları, 235 s. Hayal üstüne hayal kurmak için
5)
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
İlhami Bekir Tez (1906-1984) “Ben toplumcu şiiri Rus ozanlarından öğrendim, Mayakovski’den falan. Nazım da onlardan öğrendi.”
40 Kuşağı şair ve romancılarından İlhami Bekir Tez, 1906’da Trablusgarp’da doğdu. Küçük yaşta öksüz kaldı. Kendisini yanına alan subay dayısının şehit olması üzerine yetimhanede büyüdü. İstanbul Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Uzun yıllar çeşitli illerde ilkokul öğretmenliği yaptı. “Cumhuriyet”, “Son Posta”, “Tan” ve “Vatan” gazetelerinde düzeltmenlik, sayfa hazırlama gibi işlerle uğraştı. Şiirimizdeki Toplumcu Gerçekçi akımın önemli isimlerinden olan Tez, şiirlerinde aruz, hece ve serbest ölçüleri kullandı. Sesini sözcüklerin gücünden alan coşkulu söyleyişle dikkat çekti. Şiir ve yazıları “Meş’ale”, “Milli Mecmua”, “Resimli Ay”, “Serveti Fünun”, “Varlık”, “Yeni Adam”, “Yeni Türk” dergilerinde yayımladı. “Sanat El Kitapları” diye adlandırdığı broşür-kitaplar yayımladı. Özgür koşuğu Nâzım’dan önce başlatan şair olarak da tanınan İlhami Bekir Tez’i önemli kılan bir başka nokta da daha 1944’li yıllarda, anlatının öne çıktığı roman çizgisi dışında farklı, ruhbilimsel çözümlemeleri ve sorgulamaları öne çıkaran “Taşlıtarla’daki Ev” adlı romanıdır. “Taşlıtarladaki Ev”, dönemin göre dikkat çekici
nitelikli duru dili ve halkın durumunu, keskinleşen sınıfsal çelişmeleri anlatmasıyla öne çıkar. Siyasi kişiliğini “Sosyalist ve Mustafa Kemalci” olarak tanımlayan Tez, ölümünden kısa süre önce Enver Ercan’la söyleşisinde şöyle demişti: “Ben toplumcu şiiri Rus ozanlarından öğrendim, Mayakovski’den falan. Nazım da onlardan öğrendi. Ama ben Nazım’a nazaran daha milliydim. Şiirlerimde de görülür bu. Bir defa hepimiz aynı coşkuları taşıyorduk, amaçlarımızın doğrultusu aynıydı. Hayata yakın olmak istiyorduk, en başta.” Yönetmen Ali Özgentürk’ün 1981’de çektiği “At” filminde, İstanbul’daki şehir hatları vapurlarındaki yolculara şiirlerini satan bir adamın da görüntüleri yer alır. Gördüğümüz, o dönemde Kadıköy’de bir otelde yaşamakta olan İlhami Bekir Tez’dir. 29 Mart 1984’te İstanbul-Bağcılar Huzurevi’nde yaşama veda eden, “Son Kavga” adlı şiirinde “Ölüm bir kez çalar kapıları / Doğumdan öncesi, ölümden sonrası yalan / Yumruğu, göğsü ve altın başıyla / Ne güzeldir ayakta dimdik insan” diyen İlhami Bekir Tez’i, ölümünün 28. yılında saygıyla anıyoruz.
ABD EMPERYAL ZM N N BA IMIZDAK BELASI: “ NC RL K ÜSSÜ”
“Üs yok, tesis var” diye diye... Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, Çekiç Güç gibi olgular, gerek Türkiye, gerekse ABD’nin çıkarları açısından, İncirlik’le doğrudan bağlantılandırılarak değerlendiriliyor REHA GÖNENÇ Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kore Savaşı’ndan bu yana “dış görev”de en fazla kayıp verdiği Afganistan’daki helikopter kazası da şimdilik “teknik nedenler”le açıklandı ama hiç merak etmeyin, sonuçta İncirlik’e çıkıyor... Selin M. Bölme’nin “İncirlik Üssü / ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye” başlıklı kitabını okuyunca, genelde emperyalizmin, özelde de NATO ve İncirlik Üssü’nün kara yüzünü ve bu tür “kazaların” gerçek nedenini bir kez daha tüm netliğiyle görüyorsunuz. Kitap, üssün tarihine, hukuki statüsüne ve pek çok uluslararası olaydaki rolüne kadar karanlıkta kalmış pek çok noktayı aydınlatıyor. Amerikan üslerinin, bulundukları ülkelerin askeri, ekonomik ve siyasi anlamda ABD hegemonyasına entegrasyonunda nasıl önemli bir işlev yüklendiklerine odaklanan yazar, başından beri Türkiye’deki en önemli üs olması dolayısıyla, İncirlik’in ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan yansıtabilme özelliğinin üzerinde de duruyor. İlk bölümde, üs kavramını ve üslerin ortaya çıkışını irdeleyen Selin M. Bölme, üslerin öteden beri “ikmal noktası” görevi gördüğünü, aynı zamanda da ticaret yollarını ve sınır boylarını koruduklarını belirtiyor. Daha sonra ABD’nin üs politikasına eğilen Bölme, Soğuk Savaş döneminde, sonrasında ve günümüzde üslerin ne işe yaradığını ayrıntılandırıyor. Soğuk Savaş sona erdiğinde ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki “kurtarıcı” imajının da sona erdiğini söyleyen yazar, ekonomik olarak diğer ülkelere bağımlılığı artan ABD’nin, halkının yaşam standartını koruyabilmek ve dünya üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için askeri gücünden başka bir şeyinin kalmadığını vurguluyor. Kitabın, yaklaşık 280 sayfalık üçüncü bölümü İncirlik Üssü’ne ayrılmış. Adana‘nın İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki “gizli üs” konumu, savaş sonrasında Türkiye’nin aldığı pozisyon ve NATO pazarlıkları, üssün kuruluş belgeleri ve ABD’nin Ortadoğu’daki “parlayan yıl-
dızı” haline gelmesi, U-2 uçuşları, Lübnan İç Savaşı sırasındaki faaliyetleri, 1967 Arap-İsrail savaşı, gizli anlaşmalar, belgeler, elimizdeki çalışmayı benzersiz kılacak bir bütünsellik içinde aktarılmış. Körfez Savaşı, Irak’ın işgali dönemi, Çekiç Güç gibi olgular, gerek Türkiye, gerekse ABD’nin çıkarları açısından, İncirlik’le doğrudan bağlantılandırılarak değerlendiriliyor. Selin M. Bölme, baştan sona akademik bir tavırla kaleme almış kitabını. Antiemperyalist okuru heyecanlandıracak “sıcak” bir dil kullanmak yerine “soğukkanlılığını” korumuş. Ama çalışmasının, İncirlik üssünün nasıl bir bela merkezi olduğunu bir kez daha tüm ayrıntılarıyla anlamak isteyenler açısından bulunmaz bir başvuru kaynağı olduğu da çok açık. (İncirlik Üssü / ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye, Selin M. Bölme, İletişim Yay., 430 s.)
KİTAPTAN Bush dönemi ile ciddi bir sarsıntı geçiren Amerikan hegemonyasının yerini sağlamlaştırması küresel ve bölgesel güçlerin giderek artan baskısı altında kolay görünmemektedir. Sistemin işleyişi üzerindeki bu rekabetin giderek kızıştığı bir dönem içinde ABD için iki seçenek söz konusudur; hegemonyası üzerindeki ülkelerin rızasını yenileme veya askeri gücü daha çok kullanarak imparatorluğa dönüşüm evrimini tamamlama. Her iki durumda da ABD’nin tüm dünyaya yayılan üs ağından yararlanma beklentisi içinde olacağı açıktır. Türkiye’de ise bu süreç yansımasını İncirlik Üssü üzerinden gösterecektir.
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
5
UMBERTO ECO / “PRAG MEZARLI I”
Prag Mezarlığı’nda Ergenekon’u bulmak HİKMET ÇİÇEK Düzmece haber yapmak ve Bologna Üniversitesi estetik proföyaymak sahte belge düzenlemek, sörü, yazar komplo kurmak, suç ve suçlu imal Umberto Eco, Mezaretmek, hayali düşmanlar yaratmak... “Prag lığı”ında okurlarını 19. yüzyıl Umberto Eco, okurlarını 19. yüzyıl Avrupa’sında çok renkli, çok zengin, Avrupa’sında öyle bir yolculuğa karnaval gibi bir yolculuğa çıkarır. çıkarıyor ki günümüz Masonik örgütler, Türkiye’sini akla Illuminati tarikatı, Yahudiler, Cizvitler, Katogetirmemek mümkün likler, Protestanlar, Satanistler, Paris Komüncüdeğil leri, komünistler ve İtalyan Carbonari örgütü, Marks, Garibaldi, Dreyfus, Dumas, “Doktor Froide” (Freud değil!) vb. “Prag Mezarlığı”nın zengin dünyasında, Eco’nun engin tarih bilgisiyle kurmaca bir dünyada buluşurlar. Ortaçağa ilişkin bir sahtecilik, sahte bir belge, mektup vs. Eco’nun romanlarında sıkça kullandığı temellerden biridir. “Prag Mezarlığı’nın, Eco’nun deyişiyle “kurgulanmış tek kahramanı”, romanın başkarakteri Simone Simonini’dir. Simonini’nin asıl mesleği sahteciliktir. Her türlü sahte belgeyi düzenleme yeteneğine sahiptir. “Eskici dükkanı, asıl işini gizlemek içindir. Paris’in en tekinsiz mahallelerinde, kendini “noter yardımcısı” olarak tanıtarak yaşar. Para karşılığında her çeşit belgeyi düzenleyebilir. Gerçekte olmayan bir noter sözleşmesi, hiç yazılmamış bir mektup, bir vasiyetname ya da bir “itiraf” yazılır. “Birilerinin mahvına yol açacak bir belge yaratmak çok güzeldir. Sanatın gücü” der, Simonini (s. 29) Simone Simonini, birkaç yıl yardımcısı olarak çalıştığı yaşlı noter Rebaudengo’nun yanında “mesleğin” inceliklerini öğrenir. Noterin asıl işinin diğer meslekleri gibi alım- satım, vasiyet, vs. sözleşmeleri onaylamak olmadığını anlar.
B R KAMU GÖREV OLARAK SAHTEC L K! “Yaşlı noter asla var olmamış bağışları, alım-satımları, vasiyetleri ve sözleşmeleri de onaylıyordu. Daha açık söylemek gerekirse, Noter Rebaudengo, makul fiyatlar karşılığında başkalarının el yazılarını taklit ederek sahte belgeler düzenliyordu ve tanıkları da çevredeki meyhanelerden sağlıyordu.” “Yanlış anlaşılmasın Sevgili Simone diyordu artık yardımcısına sen diye hitap eden noter, ‘ben sahte belge düzenlemiyorum, sadece saçma bir kaza sonucu kaybolmuş, hazırlanabilecekken hazınlanmamış ya da hazırlanmış olması gereken bir özgün belgenin yeni
bir kopyasını düzenliyorum.” (S.109) İşin sırlarına vakıf olan, kaligrafide ustasını geçen, düzmece belge hazırlamakta olağanüstü yetenek gösteren Simonini, Noter’in yalnızca özel müşterilerine değil, “kamu güvenliğiyle ilgilenen kişilere de” hizmet verdiğini öğrenir. Sahtecilik, yalnızca özel çıkar için değil, bir “kamu görevi” olarak da yapılmaktadır! “Şüphelinin adil olarak mahkum olabilmesi için yargıçların, polisin gerekçelerinin boşa gitmediği konusunda ikna olmaları gerekirdi ve bunun için de bazı belgesel kanıtlar olmalıydı.” (S.111) Noter’in ve Simonini’nin işi, -elbette karşılığı Frank olarak ödenerek- hükümet görevlilerinin istediği “çürütülmesi olanaksız” belgeleri düzenlemekti. Örneğin hükümet, Garibaldi veya Carbonari örgütü (ki, Carbonariler, “komünizm denen en büyük musibetin kıllık değiştirmiş hali”nden başka bir şey değildi!) yanlısı gençleri durdurmanın bir yolunu aradığında Noter’e ihtiyaç duyuyordu. “O gençleri hata yapmaktan alıkoymak istiyorsak bunun en iyi yolu kurumlara saldırı suçlamasıyla onları bir süre cezaevine koymak”tı. Böylece gençler hata yapmaktan kurtarılacak, “özgürlüklerine kavuşmuş” olacaklardı. Bu nedenle, “onları komplo hazırlığında suçüstü yakalamak” gerekiyordu. Bunun için isyancı liderlerden gençlere gönderilen bir “mesaj” yeterliydi. Parası ödendiğinde böyle bir mektubu üretmek Simonini için çocuk oyuncağıydı!
G ZL SERV SLER N H ZMET NDE Simone Simonini için artık işin başına geçme zamanı gelmiştir. Sahteciliğin püf noktalarını öğrendiği yaşlı noteri de sahte bir belge hazırlayarak tasfiye etmek zor olmaz. Artık gizli servislerin emrindedir. Sahte belge üretmek için basılı eserlerden yararlanmak, onları bulup değiştirmek gerekmektedir. Bu yüzden Simonini sık sık kütüphaneleri ziyaret etmekte, üreteceği belgeler için gereken bilgileri edinmektedir. Çünkü hazırlanacak belge “güvenilir bir muhbirin aktardıklarının edebi bir uyarlaması gibi” görünmelidir. “Hükümet ajanlarının kafasını fazla bilgiyle doldurmak gereksizdi, onlar sadece beyaz ve siyah, iyi ve kötü gibi açık seçik ve yalın fikirler isterlerdi ve kötü yalnızca bir tane olmalıydı.” (s.123) Simonini hazırladığı belgeleri dolambaçsız ve özlü bir biçimde yazar. Zaten polis ajanları edebiyatçı olmadıkları için iki ya da üç sayfadan fazlarını kaleme alamazlar. “Gizli servis gönüllüleri... gidişatı altüst edebilecekleri belgelere bayılırlardı.” (s.127)
PRAG MEZARLI I Simone Simonini’nin en muhteşem eseri, Yahudiler için kutsal kabul edilen Prag Mezarlığı’nda yapılan “gizli toplantı”dır! Halkın kanını emen Yahudi” karşıtlığının bir pazarı oluşmuştur. Cizvitler, Katolikler Yahudi düşmanıdır. Hatta Cumhuriyetçiler ve sosyalistler kanadında da yahudi karşılığı gelişmekteydi. Zaten “Masonlar ve Tapınak Şövalyeleri’yle işbirliği yaparak Fransız Devrimi’ne yol açanlar” da onlar değil miydi? “İnandırıcı olması için belge sıfırdan oluşturulmalıdır ve mümkünse özgünü asla gösterilmemeli, adından söz edildiği duyulmuş ama kaynağa ulaşılamamış olmalıdır. (s. 232) Paris, Roma, Londra, Viyana, Amsterdam, Berlin, Hamburg, Napoli, vb.’den gelen hahamların, Yahudilerin dünyaya egemen olması için Prag Mezarlığı’nda yaptıkları toplantı ve protokol böyle imal edilir. Hitler’in Yahudi soykırımının gerekçesi olduğu ileri sürülen “Siyon Bilgelerinin Protokolleri” böyle yaratılır! Toplantıya katılanlardan Toredo Hahami Benjamin’in şu sözleri sizce kurmaca bir konuşma mıdır? “Bütün gazetelerin yönetimine bizimkilerin gelmesi şarttır. Basının mutlak hakimi olduğumuzda onur, erdem, namus konusunda kamu görüşünü değiştirebiliriz.” (s. 243)
DÜZMECE HABER YAPILIR! Simone Simonini artık sıradan bir sahtekar değil uluslararası çalışan bir casus gibidir. İsteyene düzmece haber yapma ve yaymayı kotarır, isteyene “düşman”, yaratır. “Halka umut vermek için bir düşman gereklidir” (s. 383) ve bu düşman tanınır ve korkulur olmalıdır! “İnsanların en belli başlı niteliği her şeye inanmaya hazır oluşudur. Öyle olmasa kilise iki bin yıldır inanılırlığını koruyabilir ve ayakta kalabilir miydi? “ (s. 329) Yüzbaşı Dreyfus’un bir casus olarak tutuklanmasına ve Şeytan Adası’na gönderilmesine neden olan mektubu da Simonini hazırlamıştır. Peki Dreyfus suçlu muydu? Simonini, “Dreyfus’un suçlu olduğundan emindi, çünkü buna kendisi karar vermişti.” (s. 415) Umberto Eco, “Prag Mezarlığı”nın “kurgulanmış tek kahramanı”nı şöyle anlatır: “Simone Simonini, başka pek çok kişinin eylemini üzerine yansıttığım bir kolaj ürünü bile olsa, bir şekilde bu dünyada var olmuştur. Hatta gerçeği söylemek gerekirse, hâlâ aramızda yaşamaktadır.” (Prag Mezarlığı, Umberto Eco, Doğan Kitap, Çev: Eren Yücesan Cendey, 494 s.)
6
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
BEATR Z SARLO: ARTIK DÜ ÜNMEYE DE L, HATIRLAMAYA DE ER VER L YOR
Tanıklığın izinde: Özne ve deneyim Son yıllarda tarihi romanların çok sattığını, tarihi film ve dizilerin çok seyredildiğini söylemek mümkün. Raphael Samuel bu dönemi “korumacı çılgınlık” diye nitelerken; Charles Marier, Batı toplumlarının kendi kendilerini arkeoloji nesnesi yaptıkları bir dönem yaşadıklarını söylüyor SERRA YOSMAOĞLU “Geçmiş, her zaman bugüne döner” diyor Beatriz Sarlo “Geçmiş Zaman” isimli kitabında ve sözlerini verdiği şu örnekle destekliyor: “Nazilerin Yahudi kıyımı. Geçmiş zaman, onu zihninde taşıyan özneler tamamen ortadan kaldırılmadığı sürece yok olmayacaktır. Anılar, tanık olan kişiler tarafından söze ve yazıya döküldükten sonra, önü kesilemez şekilde, nesilden nesile aktarılmaya devam edecektir.” Düşüncenin belli bir tarafa çekilmesine karşı çıkan Nietzsche, eleştirel tarihi desteklemiş, anıtsal tarihi “antikacılar tarihi” diye yorumlamıştır. Son yıllarda tarihi romanların çok sattığını, tarihi film ve dizilerin çok seyredildiğini söylemek mümkün. Raphael Samuel bu dönemi “korumacı çılgınlık” diye nitelerken; Charles Marier şöyle demekte: “Batı toplumları kendi kendilerini arkeoloji nesnesi yaptıkları bir dönem yaşıyorlar.”
SÖZLÜ TAR H NEDEN ME RULA TI? Bu dönem tarihçileri ve ideologları tatmin etmese de, kapitalizm pazarını oldukça memnun ediyor! Arjantinli yazar ve kültür tarihçisi Beatriz Sarlo kitabında, tarih üzerine savunulan çeşitli görüşlerden bahsederken, tarihe tanıklık eden kişileri ve onların tanıklığını da sorguluyor. Sözlü tarihin, akademik tarihçiler tarafından ayrı bir yere konulduğu ve tanıklıkların meşrulaştığı son 20-30 otuz yıldır, tanıkların deneyimlerine dayanan tarih yazımının ne denli sağlıklı olduğunu da sorguluyor. Tanıklıkların anlattığı hikayeler artık, belleğin işleyişine dayanıyor olsa da, kaynak olarak kullanılmaya başlanmış durumda. Peki sözlü tarih, tanıkların anlatımı vb. neden meşrulaştı? Diyelim ki 30-40 yıl öncesinde “ben” şüphe uyandırıyorken, neden bugün ayrıcalıklı bir konuma yerleşti? Sarlo, birinci şahıs tanıklığının bu ayrıcalıklı konumunu araştırırken, Susan Sontag’ın şu sözlerini de hatırlatmadan geçemiyor: “Belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken, düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor.”
BEATR Z SARLO
söz konusuydu. Tanıklığın birinci tekil şahıs olması gerekiyordu, yani anlatan kişi Peki neden 1960’lı yıllarda “öznenin anlatıcısı olduğu olaydan doğrudan etkiölümü” ilan edilmişken, zamanımızdan 20 lenmiş olmalıydı. Kitapta, Nazilerin depoyıl öncesine gidildiğinde “öznenin diri- lama yeri olarak tabir ettikleri Lager’den lişi”nden bahsediliyor? Sarlo öncelikle, yola çıkılarak örnekleme yapılmış: La“öznenin ölümü”nü ilan eden savları ince- ger’de tüm tutuklular ve Naziler insanlıkliyor. 1970’li yılların sonlarına doğru oto- larından bir şeyler yitiriyorlardı. Bu biyografi, birinci tekil şahıs romanlardan yüzden, kamp tanıklığı yapan özne gerçek ayırt edilmesinin mümkün olamayacağı bir özne değildi, yalnızca yaralı bir özgörüşünü savunan yazarlar taneydi. Birinci tekil şahıs ise artık rafından, doğrudan yadsıölüydü ve onun tanıklığına başSarlo nan bir tür olmuştu. vurulamazdı. öncelikle, O t o b i y o g r a f i l e r, Beatriz Sarlo kitabında, orada olmayan bir “öznenin ölümü”nü günümüzde kişisel değerbeni sahneye koilan eden savlar lendirmelerin, çözümleyarak, anlatıda ar n y ll menin yerini tuttuğundan 0’li 197 or. eliy inc yer alan deneyibahsediyor. “Hakikat ayafi, ogr biy oto ru min sahiciliğini sonlar na do rıntıda yatmaktadır ve bian ard anl yitirmesine birinci tekil ah s rom reysel anlatıların, tanığın neden olmakay rt edilmesinin mümkün anlatımı sırasında ayrıntaydı. Yani Sargörü ünü a yac ma tılara yer vermesiyle, haola lo’nun söylediği r arla kiki olduğu yönünde algı yaz n una sav gibi, “Kesin olan, oluşmaya başlamaktadır”, an rud do an, maskenin ağzı yotaraf nd diyor Sarlo. luyla çıkardığı sestir, yads nan bir tür “Geçmiş Zaman”, yaşadığıhakikat diye bir şey olmu tu mız çağda tanıklığın ve deneyimyoktu, sadece kendi hakisel anlatımın taşıdığı anlamı katini anlattığını söyleyen bir tartışırken, bu anlatımın verildiği önem açımaske vardır.” Çünkü otobiyografide öznenin, anlattıklarıyla özdeş oldu- sından etik olup olmadığını sorguluyor. ğunu gösterebilecek tek şey imzasıydı. Bu (Geçmiş Zaman, Beatriz Sarlo, Metis türün hakiki olduğunu destekleyen başka Yay. çev. Deniz Ekinci-Peral Bayez Charum, herhangi bir durum yoktu. Öte yandan, 112 s.) öznenin tanıklığıyla ilgili de çeşitli savlar
YARALI ÖZNELER
Aydınlık KİTAP
Neoliberal masallara karşı... CENK ÖZDAĞ SSCB’nin dağılması sonrasında ortaya atılan bazı tezler Türkiye aydınının zihnini ve vicdanını esir aldı. Bu tezler o denli kanıksandı ki birçokları konuşma ve yazılarında şu ifadelere başvurmaktan kendilerini alamıyorlardı: ‘’İdeolojilerin ve tarihin sonu geldi’’, ‘’post-ideolojik çağda yaşıyoruz’’, ‘’devrimcilerin yapamadığını kapitalizm yaptı, dünya küreselleşti’’, ‘’ulus-devletlerin sonu geldi’’, ‘’insancıl bir kapitalizme gidiyoruz’’, ‘’kapitalizm kesin olarak kazandı, sosyalizm bitti’’... TV programlarındaki konuşmalarda ‘’küreselleşen dünyada...’’, ‘’tarihin sonu geldiğinden beri...’’ türünden beylik laflar Türk aydınının gündelik konuşmasının bağlaçları haline geldi. Bütün bu olumsuz iklime karşın vicdanlı, bilimsel ve devrimci tavır takınan aydınlar ve onların eserleri ortaya çıkmaya devam ediyor. Mehmet Ulusoy’un ‘’Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim’’ adlı kitabı bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir çalışma.
likte serimliyor. Bu bölümde ele alınan düşünceleri işlemek için yararlandığı olumsuz örnek Jonah Goldberg’in ‘’Liberal Faşizm’’ kitabıdır. Faşizmle ve liberalizmle ilgili ‘’bilinç kirliliği’’nin bir özeti olması nedeniyle kitap Mehmet Ulusoy tarafından iyi seçilmiş bir polemik aracına dönüştürülmüş.
EMEK PROGRAMININ ÖZET N TEL NDE
Söz konusu eserde neoliberal tezlerin birçoğu yanıtlanmış, karşısına emperyalizm ve milli devrimler çağının politik aygıtı olan ulusal devletin ve ulusal devrimin devrimci bir yaklaşımla ele alınan tezleri serilmiş. Eklektik ve analitik yaklaşımların aksine kitapta teleolojik bir tutum gözlenmekte. Somut durumu tahlil edip sonrasında olası seçeneklerin sıralandığı türden analitik bir eserden çok somut durumun tahlilini devrimci bakış açısına ve devrimci programa göre YEN ORTAÇA ortaya koyan bir eser ortaya çıktığı Mehmet Ulusoy’un Teori dergi- söylenebilir. Kitabın başından sonuna yedirilmiş olan tarihsel bakış sindeki yazılarında da okuduğuneoliberal tezlerin tarihe aykırılığını muz post-modernizm karşıtı tanıtlamak amacıyla sürekli etkin kıdüşünceleri eserin kavramsal çerlınmış ve bu tezler bir diyalog şekçevesini ve neoliberal iklime karşı linde yanıtlandığı için kavramsal ve temel yanıtları içeriyor. Yazar bu tarihsel yanlar iç içe geçiyor. Deviklimin ürünlerinin başlıcalarını rimcilerin programı olan milli deörtük olarak (ürünlere teker teker gönderme yapmadan) ele almış ve mokratik devrim ve ulusal devrimlerle küresel karşıonlara karşı savunduğu görüşdevrimi bozguna uğleri kitabın geri kalanında ratma seçeneği ayakları üzerine oturtet hm Me neoliberal masaltuğu tarihsel gerçeklarla yapılan dilere, Ulusoy’un bu yalog ekonomi-politik a kitab asl nd (tartışma) süsüreçlere ve son neoliberal hurafelere resince canlı bölümde yer alan rin tutuluyor. kle geleceğe dönük rçe ge kar Mehmet bakış açısına bağkazanaca ideolojikUlusoy’un lıyor. Bu yönüyle kültürel emek bu kitabı aseser birbiriyle iç lında neolibeiçe geçmiş birçok n m n progra ral hurafelere yönü olabildiğince bir özeti karşı gerçekleayırmaya çalışsa da niteli indedir rin kazanacağı gerçekliğe bağlı kalaideolojik-kültürel rak bunları tek yanlı olaemek programının bir rak değil, bir bütün özeti niteliğindedir. Bu görevi içerisinde ele alıyor. Giriş bölümünde özetle sunulan Türkiye aydınına veren sistemin neoliberal saldırısının ta kendisidir. ‘’yeni ortaçağ’’ olgusunun faşizan karakteri ‘’Küresel Karşıdevrim ve * Emperyalizmin Doğu Perinçek taLiberal Faşizm’’ başlığı altında sorafından tanımlanan ve saptanan bir mutlanıyor. Yazar, ‘’Liberal faüst aşaması yahut uzantısı – Bu koşizm’’ kavramını yeni dünya nuda Kaynak Yayınları tarafından badüzeninin siyasal rejimini ortaya sılan ‘’Mafyokrasi’’ adlı kitaba bakılabilir. koymak amacıyla, küresel karşıdevrimle ve günümüz kapitalizmi(Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim, nin yeni biçimi olan Yazar: Mehmet Ulusoy, mafyokrasiyle* olan ilişkisiyle birKaynak Yayınları, s. 376)
8
23 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
DÜNYANIN ÜZER NDE YEN B R HAYALET: “YAKLA AN SYAN”
Çünkü hayat tozpembe değil! DAMLA YAZICI Hani bazen olur, adını bilmediğiniz bir kitap beklersiniz. Gelsin ve size koca bir “işte budur” dedirtsin. Gelsin ve size “uzun zamandır seni bekliyordum” dedirtsin. Gelsin ve siz onun her sayfasını okuduktan sonra evde bir tur atın mutluluktan. Evet, beklediğim kitapla karşı karşıya kaldığımda bu tür “deli derler adama” eylemleri sergileyebiliyorum ve şu an size anlatmaya başlayacağım kitap bana bütün bu dediklerimi yaptırmıştır. Yazının nesnel olması şablonculuğunu bir kenara bırakırsak “anarşik”, “gomonist” veya “pis solcu” sıfatlarını üzerime yapıştırmak isteyen herkesi kutlar ve ellerinden öperim! Anlatacağım kitap kesinlikle uslu bir çocuğun diliyle yazılmamıştır ve saygı gereği yorumlanmasının da uslu bir dille yapılmaması gerektiği inancındayım. Bir “şeyi” sevmek ya da sevmemek herkesin kendi tercihidir fakat “gerçekler” tercih edilmez. “Var olan” her zaman görülmez ama bu onun “var olma” durumunu yok etmez. “Gerçekler” böyledir. Heraklitos “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” der ama “gerçekler” asla değişmez.
GÜZEL MASALLAR HEP UYUTUR! Fransız düşünür, sosyolog Jean Baudrillard’ın Simülasyon Kuramı, “gerçeklik” kavramı üzerine yapılmış önemli bir üretimdir. Baudrillard’ın görüşüne göre; insanlar televizyonda Afrika’daki açlık haberini, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemekte. Bu Afrika’daki açlığı yokmuş gibi gösteriyor olabilir ama “Afrika aç!” gerçeği değişmez, sadece bize sunulan simülasyonda görünür durumda değildir. Bütün bu mekanizmaya baktığımızda “siyaset” bu simülasyonu oluşturmada trenin makinisti konumunda. Bir sistem yaratıldı ve bu sistem devamlılığını sağlamak için uslu çocuklar yetiştirmek zorunda. Eğitim kurumlarıyla, dini felsefeleriyle, yüksek çözünürlüklü ahlak öğretileriyle, güzel kıyafetleri ve konforlu koltuklarıyla bizlere, sistemlerini anlattıkları bir kutu karşısında rahat rahat üretilen patates cipslerini yiyerek uykuya dalmamızı sağlamaktalar. Güzel bir masal her zaman uyutur! Peki “isyan”, Halil Sezai abimizin gitarının ucuna sigarasını takarak “isyeeeaaaan” diye şarkı söylemesiyle
“Yaklaşan İsyan”ın yazarı “görünmez bir komite” olarak adlandırılıyor. Fransa’da ulusal demiryolu ağına düzenlenen bir sabotaja karışmakla suçlanan dokuz kişi yazdıkları bu kitapla Fransa İçişleri Bakanı tarafından “terörizmin el kitabı”nı yazmak ve aşırı sol hareketleri teşvik etmekle itham edildi gerçekleşebilecek kadar kolay mı? Onu da geçelim bizler güzel uykumuzdan uyanıp neden isyan edelim? Çünkü yapraklar yeşil, yollar gri, güneş sarı olabilir ama hayat tozpembe değil!
“BU K TAPTAN UZAK DURUN!” “Yaklaşan İsyan” adlı kitap işte bunu gözler önüne seriyor ve simülasyonun gerçekleri örten sistemini darma duman ediyor. Fransa üzerinden anlattığı şeylerin kendi ülkenizde de aynen uygulandığını görmek sizi soğuk suya sokup bir duş alıp çıkmanızı sağlıyor. Çıktığınızda bir şeyleri sorgulamaya başlamışsanız eğer isyana yaklaşıyorsunuz demek oluyor. Ünlü, aşırı sağcı televizyoncu Glenn Beck “Bu kitaptan uzak durun!” diye bangır bangır bağırıyor. Neden? Sistemin bize verdiği bireysellik ve öğütülmüş insan karekteri toplumsal dayanışmanın önüne hep ket vurmuş olsa da artık bir çıkmaza girildiğini gösteren somut isyanlar var. İngiltere’de öğrenci harçlarına getirilmek istenen zamla alevlenen ve eşitsizliğe karşı dinamik bir hareket olan “Occupy” hareketi ( ki Şubat ayında İngiltere’de bulunduğumda, St. Paul Katedrali önünde çadırlarının hâlâ kurulu olduğunu ve mücadelelerine devam ettiklerini gördüğümde büyük bir şaşkınlık ve mutluluk yaşadığımı belirtmeliyim), Yunanistan’da çöken sistem ve başlayan eylemler, Fransa’da 2006 ‘da üniversite ve liselilerin gençlerin iş güvencelerini azaltan yasaya karşı yaptıkları eylem ve Wall Street eylemleri vb. yaklaşan isyana örnek teşkil ediyor. “Yaklaşan İsyan”ın yazarı “görünmez bir komite” olarak adlandırılıyor. Fransa’da ulusal
demiryolu ağına düzenlenen bir sabotaja karışmakla suçlanan dokuz kişi yazdıkları bu kitapla Fransa İçişleri Bakanı tarafından “terörizmin el kitabı”nı yazmak ve aşırı sol hareketleri teşvik etmekle itham edildi. Kitap, söz konusu “terör” davasının temel kanıtlarından biri haline getirildi.
SORU ARETLER Kitabın ilk bölümünde sisteme yönelik eleştiriler sert, sade ve çarpıcı bir biçimde okuyucuyu sarsmaya yönelik olarak ortaya konmuş. Eğitim sistemi, tüketim kültürü, metropoller ve mülk kavramı, çalışmak ve yaşamak üzerine yorumlar ve içinde bulunduğumuz bireyci toplumun sağlıksız yapısı etkileyici bir dille okuyucuya sunuluyor. Kitabın ikinci bölümünü başlatan “İşe Koyul” cümlesi, örgütlenmeye ve sessiz topluluğu ayağa kaldırıp gerçekleri isteme hakkını eline almasının vaktinin geldiğini, bunu nasıl yapacağını anlatıyor. Doğal, basit, samimi ve gerçek bir toplum olmanın çivisini okuyucunun kafasına çakmaya çalışıyor. Toplumu gerçekleri arama mücadelesinde cesaretlendirmeye çalışıp sisteme doğru eleştiriler getirse de örgütlenmenin
nasıl gerçekleşeceğinin ucunu açık bırakıyor. Kitabın soru işaretiyle bitmesi bu açıklığı ortaya koyuyor.
CANSIZ MANKENLER N SALDIRISI Peter McLaren’in “Kapitalistler & İşgalciler” kitabının önsözünde, küçükken vitrinlerdeki cansız mankenlerin bir gün dünyayı ele geçireceğinden çok korktuğunu söylediğini anımsıyorum ve bugün dünyanın gerçekten o cansız mankenlerin eline geçmiş olduğunu görüyoruz. Her şey vitrinlerde sergilenmek ve deli gibi tüketilmek üzere üretiliyor günümüzde ve kitap bu özenti ve cansız hayata karşı bir mücadele başlatmak için cümleler kuruyor. 20. yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın yazarlarından Ingeborg Bachmann bir şiirini şu cümleyle bitirir: “İstenen, yalnızlıklarda eriyip gitmemiz.” Kitabı okuduğum süre içersinde bir tekrar bandı gibi hep bu cümleyi kurdu beynim ve yalanlarla örülmüş dünyamıza bir gerçek koymanın mutluluğunu yaşadım. Kitaplarda sevdiğim bölümler ve cümlelerle karşılaştığımda o sayfanın köşesini kıvırırım ve bu kitap bittiğinde kitap kıvrıklarla doluydu. Sel Yayıncılık’tan çıkan ve Işık Güngör’ün çevirisiyle okuyacağınız bu kitap size pek çok şey öğretecek.
Kitaptan “2005 Kasımı’ndaki büyük yangın, sık sık ileri sürüldüğü gibi uç noktada bir mülksüzleştirmenin sonucu değildi. Aksine bölgeye tam anlamıyla sahip çıkılmasıydı. İnsanlar tepeleri attığı için arabaları yakabilir ama bir aydır devam eden isyanı sürdürebilmek, hem de polisin sıkı kontrolü altındayken bunu yapabilmek için, örgütlemeyi bilmek, suç ortaklıkları oluşturmak gerekir. Yani bölgeyi mükemmelen bilmen, ortak bir dile ve düşmana sahip olman gerekir. Ateş fersah fersah ve hafta hafta yayıldı. Yeni alevler en
beklenmedik yerlerde ortaya çıkıp yangını harladı. Fısıltı gazetelerinin telefonlar gibi dinlemeye alınmasının imkanı yoktur.” “Eğer Fransa saatlik üretimde Avrupa şampiyonu olmasaydı, bugün olduğu gibi anksiyete haplarının anavatanı, anti-depresan cenneti, nevrozların Kabe’si de olmayacaktı. Hastalık, zihinsel yorgunluk, depresyon tedavi edilmesi gereken bireysel rahatsızlık belirtileri olarak görülebilir. Bütün bunlar sadece var olan düzenin devamına, aptalca normları kuzu kuzu kabullenmeme ve koltuk değneklerimin modernize edilmesine hizmet ediyor.” (Yaklaşan İsyan, Görünmez Komite, Sel Yay. Çev. Işık Güngör, 120 s.)
Aydınlık KİTAP
GÜLDEN TERAZİ
MEC T ÜNAL
23 MART 2012 CUMA
9
Bir tek ölürken yalnız insan, Tanrı’dır yaşayan tek başına Bir yandan yalnızlığı üreten kapitalizm, her insanı en yakınından –kendisinden bile- kopararak kendi ıssız adasının mezarına gömerken, bir yandan da bunu kutsadı ve entelektüel bir tapınç kültü yarattı Köyümüz yakışıklı, güzel sesli Hikmet Abi’sini kaybetti… Recep Birgit’e benzetirlerdi hem kendisini, hem sesini. Tarlada çalışırken söylediği türküler köyden duyulurdu daha düne kadar: “Adatepe yolunda Altın saat kolunda Ay gibi doğdun Sürmeli gözlü Refika, Miralay kızı mısın?” Köyün zeytin budama, aşı yapma ustasıydı Hikmet Abi; Doğrucusu, bilirkişisiydi. Zeytin rekoltesini öğrenmek için gelip onu bulurlardı çevre köylerden çiftçiler. Hasatta ne kadar zeytin elde edilebileceğini kilosu kilosuna bilirdi. Birçok kişi ondan öğrenmiş deliceden akıllı yetiştirmesini, aşı yapmasını. Yakın zamanlara kadar köyün budama grubunun ekipbaşısıydı Hikmet Abi. Onun budadığı zeytinler “keyf”e gelir derlerdi. Gençliğinde iğne yapar, diş de çekermiş. Askerlik hatıralarında İstanbul, avcılık hatıralarında Kazdağları vardı hep. Hayatının geçmiş zamanlarına ilişkin anlattığı hikâyeler, şimdi bir romandan alınmış en nadide parçalar. Onun hayatı da, herkesin hayatı kadar yazılmamış bir roman çünkü.
“DEMEK B R TEK ÖLÜRKEN YALNIZ NSAN”
(Çiçek Senfonisi, Özdemir Asaf, YKY, s.488)
En yakın komşumuzdu Hikmet Abi. Sabah akşam ağzında eski zamanlardan kalma bir türküyle gölge gibi tin tin geçişi dün gibidir. Önce ağzından türküleri alındı. Sonra hatıraları… Gençliğinin hangi hikâyesine düştüyse, birkaç kez kaybolup Kazdağı’na çıkan patikalarda bulundu. Bıçağı, testeresi, çapası düştü birer birer elinden; ne kaşığı tutar oldu, ne çatalı. Ne hekimin yazdığı ilaçlar, ne Müzeyyen Abla’nın anne sevgisi kâr etti; bir başlayınca çabuk ilerlermiş meğer Alzheimer hastalığı. Kısa zamanda bir bitki gibi duygusuz ve tepkisiz olup çıktı köyün yakışıklı, güzel sesli Hikmet Abi’si… Kapısında gece gündüz Müzeyyen Abla’nın beklediği yoğun bakım servisinin soğuk odalarından birinde gözlerini kaparken, kendisinden başka hiç kimse yoktu yanında. “Demek bir tek ölürken yalnız insan, Tanrıdır oysa hep yaşayan tek başına”.
NSANIN KEND KEND S KAR ISINDAK YALNIZLI I
ete.com mecitunal@aydinlikgaz
“Yalnızlık paylaşılmaz Paylaşılsa yalnızlık olmaz”. Kısa şiir ustası Özdemir Asaf’ın iki dizeden oluşan, bir sav söz niteliği kazanmış bulunan bu şiiri, en bilinen şiirlerinden biridir. “Yalnızlık paylaşılmaz” adlı kitabının da adı olmuştur ilk yayımlandığı zaman. Ölümünden yıllar sonra bir araya getirilen toplu şiirlerinde kitabın son bölümünün başlığı ve “Yalnızın Durumları” şiirinin önsözüdür. (Çiçek Senfonisi/Toplu Şiirler, sf. 483, YKY, Ocak 2011, İstanbul). “Jüri” başlıklı “Bütün renkler kirleni-
yordu/Birinciliği beyaza verdiler” şiiri de yine çok bilinen ve sav söz niteliği kazanmış kısa şiirlerinden biridir (Sf. 33). Bana kalırsa, Özdemir Asaf’ı karakterize eden asıl şiirdir “Yalnızlık paylaşılmaz”. “Şiirlerinin özü ve sesiyle, dönemlerin ve akımların ötesinde , çağdaş Türk şiirinin en özgün isimlerinden biri” olduğunda birleşilen Özdemir Asaf, kısalı uzunlu bütün o şiirleri sanki bu Özdemir şiire varmak için yazmışAsaf tır. Bir şair için, şiirinin gelişimi yolunda diyalektik bir süreç söz konusudur doğal olarak; oysa bu durum, Özdemir Asaf için doğal olmayarak söz konusudur. Özdemir Asaf, insanın, ölüm karşısındaki yalnızlığıyla değil; daha çok, hatta tümüyle, hayat, toplum, insanlar ve yek diğeri karşısındaki yalnızlığıyla ilgilidir. Dahası, insanın kendi kendisi karşısındaki yalnızlığının ancak Özdemir Asaf’ta rastlanabilen apayrı bir yalnızlık teması durumunda olduğu da söylenebilir: “Yalnızın odasında İkinci bir yalnızlıktır Ayna” (Sf. 483); “Yalnız Hem kaptanı Hem de tek yolcusudur Batmakta olan gemisinin..” (s. 485); (“Onun için/Ne sonuncu ayrılabilir/Gemisinden,/Ne de ilkin”).
ENTELEKTÜEL TAPINÇ KÜLTÜ İnsanın doğa karşısındaki güçsüzlüğünden doğar başta yalnızlık duygusu. İnsan, bunu, ilkel ve eşitlikçi bir düzenle sürüden topluma geçerek alt ettiyse de, sınıflı toplum düzenleri bu duyguyu yeniden ortaya çıkardı ve üretti. İnsanın doğa karşısındaki yalnızlığı, onun toplum içinde, toplumsal düzen karşısındaki yalnızlığı, giderek güçsüzlüğü, zavallılığı halini aldı. Apayrı bir konu ama, yalnızlığın ya da yalnızlık duygusunun hemen her zaman siyasal bir yanı olması bu yüzden. Kapitalizm bu duyguyu onla, yüzle, binle çarptıkça, yalnızlığın binbir çeşidiyle birlikte felsefesi de doğdu ve sanat ve edebiyatın temel konularından biri oldu. Bir yandan yalnızlığı üreten kapitalizm, her insanı en yakınından – kendisinden bile- kopararak kendi ıssız adasının mezarına gömerken, bir yandan da bunu kutsadı ve entelektüel bir tapınç kültü yarattı. Kapitalist metropollerin gökdelen kulele-
rinde bitişikteki komşusunun kim olduğunu bilmeden yaşayan milyonlarca insan, kapitalizmin yaratıp insanlığın ve insanların içine saldığı işte bu canavarın kurbanı.
YALNIZLIK: “HER LEKE/KEND S YLE ÇIKAR” Özdemir Asaf’ın toplu şiirlerdeki “Yalnızlık Paylaşılmaz” kapsamındaki “Yalnızın Durumları” şiiri, yalnızlığın bu konu üzerine yazılmış en önemli şiirlerden biri bence. Özdemir Asaf’ın “Yalnızın Durumları”nı yazdığı yılların Türkiye’sinde, 1950’li, 60’lı, 70’li yıllarda on kattan yüksek bina yoktu neredeyse; beton, metal ve plastik bir ahtapot gibi bu denli sarmamıştı her yanı. Henüz toprağa basıyordu ayaklarımız, suyu çeşmeden içiyor, meyvayı dalından koparıyorduk. Özdemir Asaf’ın şiirlerindeki yalnızlık kavramı, o çağın Türkiye’sine özgü renkler ve tatlar taşır bu nedenle. Deniz mavidir yalnızın dünyasında; koyudur ama mavidir gene de. Gelen ve gelmeyen mektuplar vardır; zarfı açılarak dökülür içimize sözcükler. Aşklar, ayrılık acıları, vapurlar, trenler, otobüsler, köprüler, evler, odalar, pencereler, kapılar, hayaller, bekleyişler… hep kendi renkleri, tatları, kokuları ve sesleriyledir. O zamanın dünyasında paylaşılamasa da paylaşılabilir bir yanı vardır gene de yalnızlıkların. “Her leke/kendisiyle çıkar” çünkü (s. 487). Yalnız, yalnızdır belki ama, “dünya kaçmıştır gözüne, çıkamaz”! Şimdi İstanbul başta olmak üzere belli başlı şehirlerimiz, mantar gibi biten gökdelenlerle mahvedilmiş durumda. Artık bizde de bilimkurgu filmlerinin dünyasından çıkıp gelmiş gibi birbirini tanımayan binlerce insan aynı kapıdan birbirine selam vermeden girip çıkmakta yalnızlığının farkında olmayan, yakın gelecekte süpüremeyeceği bir sonbahar bile bulamayacak binlerce, on binlerce “modern sürü insanı”!
NSAN TEK BA INA ÖLÜR, KALABALIKLA GÖMÜLÜR! “Sözün bitim yerini/Olay ya da konu seçmez,/Söz seçer” diyor Özdemir Asaf. Ben de sözü başa alarak bitireceğim: İnsan tek başına ölür, ama kalabalıkla gömülür! Köyümüzün yakışıklı, güzel sesli Hikmet Abi’sini artık yalnızca Anadolu kasaba ve köylerinde rastlanan kalabalık bir cemaatle yüzyıllık çam ağaçlarının arasındaki mezarlığımızda -belki de kendisinin diktiği- üç selvinin ortasına sakladık. Evet, bir tek ölürken yalnız insan, Tanrı’dır yaşayan tek başına.
10
23 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
AHMET TULGAR / “ÇOCUKLAR VE CANAVARLARI”
Dünya, âlemdeki çukura düşmüş bir topmuş* gördüğümde “Bazen sokakta bir adamın elini tutmuş, güven içinde yürüyen bir çocuk sorarım kendime: Acaba bu adam evde nasıl biridir? Acaba bu çocuğun annesine neler yapıyordur? Yapıyor mudur?” Çocukluk böyle bir şeydir.” MELİS YALÇIN Yani aslında korkudan değilmiş caGözünüzün önüne bir sorgu odası getirin, karşınavarlar yaratması çocukların, yalnıznızda da cinayet işlemiş ünlü bir yazar olsun. Ve lıktanmış hep. Aslında pek de anlattıklarıyla dünya hakkında bildiğiniz her şeyi şaşırmamak gerek yazarın sözlerine, değiştirsin. Size bir çırpıda mutlu aile portresinin insan kendi yaşamına biraz daha yaiçine sıkışmış yapayalnız bir adam olduğunuzu, kından baktığı zaman anlıyor ne çok sevdiğiniz çocuklarınızın ise sizin rehinelerikadar çok şeyi yalnızlıktan kaçıp kurniz olduğunu söylesin. Her evliliğin daha en batulmak için yaptığını. şından kendi sonunu hazırladığını ve aşkın sadece bir zamanlama hatası olduğunu. Birini ancak ölSORGUDA dürmek istemediğimiz için sevebileceğimizi veya Yaptığı söyleşilerle adından sıkça birinin bize ancak onu öldürmek üzereyken söz ettiren başarılı gazeteci Ahmet Tulgar Doğan masum gelebileceğini. Ve sonunda da ekleyiversin: “Âlemin Efendisi günahla ağırlaşmış bu topu Kitap’tan çıkan ikinci romanı “Çocuklar ve Canayukarıya çekme zahmetine katlanmaz bundan varları” ile karşımızda. Kariyerinin en önemli aşaböyle.” İşte “Çocuklar ve Canavarları”, okurun gö- masında anlaşılmaz bir şekilde bir mafya adamını zünde böyle karanlık bir atmosfer yaratıyor daha baltayla öldürüp teslim olan ünlü yazar Sarp Kailk sayfadan. Hiç umutlanmayın, kitabı elinizden ya’yla onu sorgulayan komiserin yollarının kesişbıraktığınızda mutlu sonun etkisiyle bir gülüm- mesini anlatıyor bu kez. Ancak yalnızca bir sorgu değil anlatılan. Yazarın evlilik, erkeğin topseme olmayacak yüzünüzde; aksine, kitap lumdaki yeri, yalnızlık gibi konulardaki uzunca bir süre okurun aklını kurcalagörüşlerini de öğreniyoruz sayfaları yacak sorulara gebe. Yazar n çevirdikçe. Belki de en önemlisi n e i erk , ilik evl yazmak eylemi anlatılıyor kiÇOCUK B L R, FARK tapta, yazmanın en yüksek i, yer i dak toplum EDER mertebesi, yazarın yazdıklaKorku filmlerinin en gözde yaln zl k gibi konulardaki rında kaybolması. Bakın koözneleridir çocuklar ve onlara uz yor eni ö r de miser Sarp Kaya’yı nasıl i erin ü l gör musallat olan canavarlar. anlatıyor: “Yaptığı yazmaktı de lki sayfalar çevirdikçe. Be Belki de bu tür filmlerin bu onun, yapmadıkları ise yazkadar tutmasının sebebi de en önemlisi yazmak eylemi dıkları. Yaptığı her şey yazhepimizin bir çocukluk travn n ma maktı, yapmadığı her şey yaz , pta anlat l yor kita ması olmasıdır konuyla ilgili. yazdıkları.” Bir de Sarp KaÖyle ya hangimiz korkutulmaen yüksek mertebesi, ya’nın sözlerine kulak verelim: dık öcülerle, yemeğimizi yeme“Ben yazar değil, yazının tam yazar n yazd klar nda miz ya da odamıza gidip kendisi olmak istiyorum.” kaybolmas uyumamız için. Ahmet Tulgar’ın ise “Çocuklar ve Canavarları” semfarklı bir tezi var: “Sadece çocuklar bollerle bezenmiş bir roman, okur her canavarlara bile ihtiyaç duyarlar. Hatta sayfada yeni bir sözcük oyunuyla karşılaçocuklar canavarlara ihtiyaç duyarlar. Canavar şacak olmanın heyecanını yaşıyor adeta. Ahmet hikâyelerini, canavar oyuncaklarını düşünsene. Tulgar bir söyleşisinde Sarp Kaya karakterinde bir Çocukların yalnızlık korkusu, yalnız kalma kor- isim sembolizasyonu olup olkusu o denli ağır bir şeydir ki canavarlara bile ihtiyaç duyar onlar. Bazen sokakta bir adamın elini tutmuş, güven içinde yürüyen bir çocuk gördüğümde sorarım kendime: Acaba bu adam evde nasıl biridir? Acaba bu çocuğun annesine neler yamadığı için Bu memlekette poşet çay kullanıl pıyordur? Yapıyor mudur? Çocuğun bu memnun heba oluyor. her insan ömründen saatler, günler ve güvenli hali hiçbir şey söylemez adama ilişkin. ktan, çay isyata Çay içeceğim diye kalkıyorsun Çocuk baştan bilir, kaçabileceği bir yer yoktur. n. “Şimdi rde ömü ika dak tiyor canın, gidiyor 20 Çocuk bilinçlendiği anda rehine olduğunu da bir gidersin” öyle iç, dak bar bir le, çay koydum, bek şekilde fark eder. Fark etmiştir. Yani her çocuk asaya uğr n adadiye ömründen çalıyorsun şöyle bir lında kaçırılmış bir çocuktur. Çocuklar çocuk kageldin içeri, in mın. Haberi yok adamın, gitt çırma hikâyelerinden tam da bu nedenle çok .” Koca ştum mu koy y adam tam kalkacak, “Ça etkilenir, korkarlar. Çünkü çok iyi deneyimlemişaha basab , dum koy çay , “Eh ı, tam yatacak, kar lerdir bunu, rehin alınmanın anlamını çok iyi birız.” yata öyle yatlar, ziyan mı edeyim, bekle, iç, lirler. Çoğu çocuğun anne, özellikle de baba kamuş kur da n Dikkat ettiysen, burada bir oyu sevgisi Stockholm Sendromu’ndan başka bir şey si ülke in nler leye bek i rısı. Çayın demlenmesin değildir. Çocuk annesini döven, hatta öldüren bazoeye lem bek i esin lenm dem ın burası yani. Çay basıyla bile uzlaşmaya hazırdır yalnız kalmaktansa.
madığı sorusuna şu yanıtı veriyor: “Kesinlikle var. Gerçekten de kendisine ulaşılmasını biraz zorlaştıran bir insan. Diğer taraftan da aslında bütün roman içinde bir Sisiphos efsanesine dair gönderme içeriyor. Zira gerek kendisiyle yapılan sorguda gerekse bize anlattığı kadarıyla, tam yukarıya çıkarırken o büyük kaya kütlesi yeniden aşağı yuvarlanıyor. Çoğu zaman bizi de, onu sorgulayan polisi de altına alarak geri yuvarlanıyor. Metinde onu konuşurken değil, onun konuştuklarını bir başkası tarafından aktarması ile görüyoruz. Yazarın konuşmaması anlamında da şunu söyleyebiliriz; yazar, komiserin yani sorgu şefinin ağzından, onun beynine girerek konuşuyor bizimle. Aslında komiser, alıştığımız anlamdaki ‘anlatıcı’dan ziyade bir ‘aktarıcı’ olarak karşımıza çıkıyor.”
KÖRDÜ ÜM VE A IRTICI SON Ayrıca yazarın da bahsettiği gibi, yazın sürekli gelgitlerden besleniyor. İlk yirmi sayfasını okuyup sonunu tahmin edebileceğimiz klasik romanlardan çok farklı anlayacağınız. Aksine okur tam düğümü çözdüğünü düşündüğü anda daha beter bir kördüğümün içinde bulabiliyor kendini. Ve nihayet yazar şaşırtıcı bir sonla taçlandırıyor eserini. Kitabın konusu kadar ilgi çekici bir diğer nokta ise yazarın üslubu. Bir solukta okunabilecek, kolay hazmedilen bir kitap arıyorsanız “Çocuklar ve Canavarları”nı almayı birkaç kere daha düşünün derim. Çünkü bu kitap hem farklı kurgusuyla hem de pek akıcı olmayan fakat kesinlikle özgün olduğunu düşündüğüm üslubuyla okurları zorlayacak gibi görünüyor. Kitabı bu özellikleriyle belki yeraltı edebiyatı kategorisine yerleştiremeyiz ancak Türkiye’de genç yazarların etkisiyle son yıllarda iyice yaygınlaşan yeraltı edebiyatını takip ediyorsanız, bu kitabı da es geçmeyeceğinizi ümit ediyorum. *Aynı zamanda kitabın ilk bölümünün adı.
KİTAPTAN demlenmesini runlu kılınmış bir toplum. Çayın olamıyor bu beklemekten bir şeye konsantre çay kaşığıO ülke. Önünde hep çay, çay engeli. zamanları ilen bed kay nın tıngırdaması bana hep zamana en geç , ında fark n hatırlatır. Bazısı zate dığı ama yap hayıflanır ama buna karşı bir şey çay anın zam ür, için de uzun uzun karıştırır. Öm ine. dib ın dağ bar rler yaprakları. Öyle süzülü Orada öyle yığılır kalırlar. Tulgar, (Çocuklar ve Canavarları, Ahmet Doğan Kitap, 153 s.)
Aydınlık KİTAP
M M KEMAL ÖKE’DEN “S YON ZM VE F L ST N SORUNU”
Ortadoğu’yu anlamak için... BARIŞ DOSTER “Dünyanın en önemli ve en karmaşık diplomatik meselelerini sıralayın” deseler, kuvvetle muhtemel, Filistin sorunu ilk sırada yer alır. Ortadoğu gibi dünyanın en karışık, en sorunlu bölgesiyle sınırlı olmadığı görülür. Dahası sadece diplomatik yönüyle, büyük güçlerin, emperyalist merkezlerin, bölge ülkelerinin güç ve çıkar kavgasıyla değil, tarihle, dinle, ekonomiyle, toplumsal yapıyla, psikolojiyle, kültürle, enerji rekabeti, su kıtlığıyla birlikte ele alınır. Filistin meselesi, Siyonizm, işin Osmanlı’yı ilgilendiren bölümü, İsrail’in kuruluşu, büyük güçlerin rolü üzerine ülkemizde ve dünyada çok fazla eser verilmiştir. Sorun, hiçbir zaman bir bölgenin, iki farklı dine inananların, iki halkın sorunu olmakla kalmamıştır. Tersine her zaman uluslararası boyutuyla öne çıktığından, konu üzerinde çalışanların farklı kaynaklara ulaşmasını, değişik ülkelerin arşivlerinde çalışmasını da zorunlu kılmıştır. Tarih söz konusu olduğunda, meselenin emperyalist merkezlerle bağı kurulduğunda, hem de işin içinde din ve İsrail varsa, ideolojik tutumlar da o ya da bu oranda, ama kaçınılmaz olarak devreye girdiğinden, Filistin meselesi üzerine yazılan eserlerde, bu boyut da mutlaka öne çıkmıştır. Türkiye’de bu tartışmalara bir de Osmanlı dönemine ilişkin farklı yaklaşımlar ve Sultan Abdülhamit’e yönelik bakış açıları eklenir.
S YON ZM N DO U U VE GEL MES Ülkemizde bu alanda yazılmış değerli yapıtlar vardır. Prof. Dr. Mim Kemal Öke’nin “Siyonizm ve Filistin Sorunu” adlı eseri de bunlardan biridir. Öke’nin çalışması, İngiliz, Osmanlı, Alman, İsrail ve ABD arşivleri başta olmak üzere zengin bir arşiv çalışmasına dayanmasının yanında, yazarın BM Genel Sekreterliği Filistin Dairesi’ndeki görevi nedeniyle, diplomatik sahadaki gözlemleriyle de beslenmiştir. Meselenin tarihsel boyutunu incelerken, siyasal boyutun evrimini de gözetmiştir Öke. Örneğin 2000’li yıllara gelindiğinde, uluslararası konjonktürün nasıl değiştiğini ya da Arap aleminin bu sorundan nasıl sıkılıp, soğuduğunu ele almıştır. Ayrıca, kitabını her baskıda, laf olsun, adet yerini bulsun diye değil, gerçekten gözden geçirmiş, genişletmiştir. Öke’nin çalışmasının temelini, İngilizlerin dünyaca ünlü Cambridge Üniversitesi’nde verdiği yüksek lisans tezi oluşturur. Giriş bölümü de Yahudi sorununun tarihiyle başlamıştır. Bu bölümde antisemitizm, Yahudi karşıtlığının örgütlenmesi, Siyonizmin doğuşu ve gelişmesi, öncüleri ve elbette Baron Rothschild ve T. Herzl gibi isim-
ler üzerinde durulmuştur. Kitabın birinci bölümünde Sultan II. Abdülhamit dönemi (1880-1908) ele alınmıştır. Siyonistlerin Osmanlılarla ilk temasları, Arap milliyetçiliğinin doğuşu, Osmanlı sultanının Panislamizm siyaseti, Filistin’deki Musevi kolonizasyonu ve Arapların tepkisi, dönemin büyük güçlerinin olaya müdahaleleri incelenmiştir. İkinci bölümde, Osmanlı’da 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet ile Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olan 1914 arasındaki dönem incelenmiştir. Siyonistlerin İttihatçılar ve İngilizlerle ilişkileri, Filistin topraklarının Musevileşmesi karşısında Arapların tepkisi, İttihatçıların “Müslüman – Musevi İttifakı” projesi, İngilizlerin Arapları ve Siyonistleri kazanma çabaları üzerinde durulmuştur. Üçüncü bölüm, 1914-1918 arası savaş yıllarını, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı cihadını, ittifak arayışlarını, iki düşman cephe arasında sıkışan Osmanlı Devleti’ni, Şerif Hüseyin’in isyanını, Balfour Deklarasyonu’nu, Almanya’nın Osmanlılarla Siyonistleri uzlaştırma çabalarını ve İttihatçıların Siyonizme karşı nihai kararlarını anlatmaktadır. Kitabın dördüncü bölümünde ise 1919-1923 yılları, yani Milli Mücadele dönemindeki gelişmeler incelenmiştir. Siyonistlerin Arap Sorunu’nu değerlendirmeleri, Filistin’in istiklal davasının başlaması, Arap-Türk uzlaşması, Filistin halkının Türkiye’den beklentileri ve Ankara’nın tutumu, imparatorluktan Cumhuriyet’e geçişte Musevi cemaati ve Siyonizm ele alınmıştır.
TÜRK YE’N N DENGE S YASET Çalışmasında tarihselliği, dönemin nesnel koşullarını, güç denelerini dikkate almasının yanında, bu konu etrafında örülen komplo teorilerinin çokluğuna da dikkat çeken Öke, sorunun tek bir nedene bağlanamayacağını, tek bir belirleyiciye indirgenemeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. 1948’de İsrail’in kuruluşuyla yeni bir dönüm noktasına girildiğini, o tarihten bu yana mücadele veren Filistinlilerin çabalarının sürdüğünü belirtmekte, Türkiye’nin ise iki taraf arasında ilkeli bir denge siyaseti güttüğünü ifade etmektedir. Özetle Mim Kemal Öke’nin kitabı, hem zengin arşiv taraması ve kaynakçasıyla, hem tarihten günümüze süregelen gelişmeleri akıcı bir dille, ama asla bilimsel düzeyinden ödün vermeden ortaya koymasıyla, önemli bir çalışmadır. Konunun sürekli gündemde olması, Türkiye’nin dış politikasındaki eksen kayması tartışmaları ve “komşularla sıfır sorun” politikasının iflası da dikkate alındığında, beşinci kez basılan bu kaynak eserin önemi daha iyi anlaşılır. (Siyonizm ve Filistin Sorunu, Mim Kemal Öke, Kırmızı Kedi Yay., 432 s.)
12
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
KAPAK
AHMET CEMAL’LE STEFAN ZWE G, MONTA GNE, DÜNYA VE TÜRK YE ÜZER NE
“İnsanlığın Amok Koşusu hızlandı”
“Stefan Zweig’ın ‘kalıcılığı’ öncelikle üslubundan kaynaklanıyor. Özellikle ülkemizde pek sık rastlanmayan ‘dili anlaşılır aydın’lardan biri. Ne yazarsa yazsın, dev bir birikimi çok iyi anlaşılan bir dilin kalıbına dökebiliyor…”
Ahmet Cemal: Stefan Zweig, ne yazarsa yazs n, dev bir birikimi çok iyi anla lan bir dilin kal b na dökebiliyor…
dirençtir” demişti ve “insanlık”la birlikte PINAR AKKOÇ Stefan Zweig, ünlü hikayesi “Amok Ko- yenildiğini kabul etti. Geride, büyük çoşucusu”nda, sonu ölümle biten bir cinnet ğunluğu, “İnsanlığın büyük kahramanlıkhalini anlatır. Malezya, Endonezya, Hin- larında hep inanılmaz bir şeyler vardır, distan gibi ülkelerde görüldüğü söylenen çünkü ortalama dünyevi ölçülerin çok bir hastalıktır Amok. Daha doğrusu, çıl- üzerindedirler, ama insanlık kendine dırmanın bir türüdür ve erkeklerde görü- olan inancını onların inanılmaz başarıları lür. Eline herhangi bir silah alan çıldırmış sayesinde geri kazanır” diye tanımladığı adam deli gibi koşmaya başlar; karşısına insanların yaşamlarına odaklanan, çok çıkan ilk kalabalığa, çarşı pazara dalarak sayıda yapıt bıraktı. Ülkemizde de öldürmeye başlar. Sonunda kendisi de “Dünün Tarihi”nden “Lyon’da Düğün”e, “Yarının Tarihi”nden “Fouche: Bir Poliölür. İçinde bulunduğu çağın çılgınlık ve tikacının Portresi”ne, “İnsanlığın Yıldızıcinnet halini en iyi kavramış yazarlardan nın Parladığı Anlar”dan “Macellan”a, “Sabırsız Yürek”ten “Bir Kadının biri olan Stefan Zweig, 1942’de 61 24 Saati”ne, “Bir Satranç Öyyaşındayken Brezilya’nın Perküsü”nden üç ciltlik sepolis kentinde karısıyla e ikl ell Öz “Dünya Fikir Mimarbirlikte intihar ettiğinde, ları”na kadar geniş Erasmus ve arkasında “artık günebir Zweig külliyatı şin doğmasını bekleigne nta Mo mevcut. yecek gücünün Zweig’ı, kısa e nd eli tem kalmadığını” belirsüre önce yayımten bir not bırakrsek, “insan n nü ü dü lanan “Montamıştı. Aynı notta, ” igne” adlı ü rlü gü öz iç dostlarına tavsiyesi denemesini ve n ise onların yeni güvram n Zweig’da ka daha birçok kitaneşi mutlaka beklebını dilimize kaö renmi meleri gerektiğiydi. zandıran usta 1933’te Nazilerin oldu umu ç e v i r m e n y a zar yaktığı kitaplar arasında irim bil ye Ahmet Cemal’le koyle sö Stefan Zweig’ınkiler de nuştuk: vardı. 1934’te Gestapo evini bastı ve Zweig Almanya’yı terk Sayın Ahmet Cemal, Steetmek zorunda kaldı. İngiltere, ABD, fan Zweig çok uzun yıllardır, nereArjantin, Paraguay ve Brezilya’ya gitti. deyse kitaplarının tamamı Türkçeye “Her kuvvetin en güvenli ölçüsü, yendiği çevrilen bir yazar-denemeci-tarihçi…
Örneğin Tolstoy, Dostoyevski vb. bir klasik yazarı olmamakla birlikte Zweig’in ülkemiz okurları açısından da bu “kalıcılığını” neye bağlıyorsunuz? Her şeyden önce üslubuna bağlıyorum. Zweig, özellikle ülkemizde pek sık rastlanmayan “dili anlaşılır aydın”lardan biri. Ne yazarsa yazsın, dev bir birikimi çok iyi anlaşılan bir dilin kalıbına dökebiliyor… Stefan Zweig’ın, biyografilerini yazdığı tarihi kişilikler, örneğin Balzac,
KAPAK
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
13
Erasmus ve Montaigne’le arasında düşünsel bir bağ olduğunu kabul edersek, Zweig ile sizin aranızda da benzer bir bağdan söz edilebilir mi? Özellikle Erasmus ve Montaigne temelinde düşünürsek, “insanın iç özgürlüğü” kavramını Zweig’dan öğrenmiş olduğumu söyleyebilirim. Bu iki eseri okuduğumdan ve çevirdiğimden bu yana, iç özgürlüğün, daha doğru bir deyişle insanın böyle bir özgürlüğü kendisi için geliştirebilmesinin özgür ve eleştirel düşünebilmek açısından ne kadar önem taşıdığını her geçen gün daha iyi anlıyorum. Yıllardır öğrencilerime de anlatmak çabasında olduğum bu özgürlük açısından Zweig ile aramızda böyle bir bağın bulunduğu söylenebilir.
“MONTA GNE, OKURU YÖNLEND RMEKTEN KAÇINIR” Montaigne’nin “karar almaktan kaçınan”, “sorumluluğu reddeden” tavrı ile Stefan Zweig’ın genel tavrının çok örtüşmediği söylenebilir. Biraz fanteziye kaçma pahasına soracak olursak, Montaigne bir Stefan Zweig portresi çizmek isteseydi, kısaca neler söyleyebilirdi? Sanırım Montaigne, Zweig’ı kendisine göre daha “radikal” bulabilirdi! Ancak bir noktayı belirtmem gerekiyor. Bence “karar almaktan kaçınma”, Montaigne’in bilinçli aldığı bir tavır ve bu tavrı, bir deneme yazarı olmasından kaynaklanıyor. Adı üstünde, kendisi kesin sonuçlara varmaktan çok “deniyor” ya da tartışıyor ve okurunu da böyle bir tavır almaya itiyor. Kesin denilebilecek bir sonucu dile getirdiği zaman bile okurunu, “Bu, yalnızca benim düşüncem, siz de kendi düşüncenizi geliştirin!” diye sanki uyarıyor. Kendi kararlarıyla okuru aşırı yönlendirmekten kaçınıyor. Bu tavrı, onu zaman zaman “sorumluluktan kaçan” biri gibi gösterebilir. Fakat bence öte yandan okuru “kendi sorumluluğunu üstlenmek” hedefine yöneltmekle, aslında çok büyük bir sorumluluğu üstleniyor. Zweig’a gelince, o, içinde yaşadığı zaman diliminden kaynaklanan sorunlar karşısında kendi düşüncesini her zaman daha net, daha kesin bir ifadeyle dile getirmeyi gerekli görmüş olan bir yazar. Değer bildikleri, aslında hep insanı insan kullanılmıştı, ama o da sadece “cephe” ile kılan değerler dağarcığının bir parçası, ve sınırlı kalmıştı. Buna karşılık İkinci iki dünya savaşı görmüş olan Zweig, bun- Dünya Savaşı’nda örneğin zehirli gaz, ların nasıl yıkıma sürüklendiğine Nazi Almanyasının cellatları tarafıntanıklık etmiş olan bir dan cephe için değil, fakat yazar. Bence bu durucephe gerisinde oluşturulat Demokr mun zorlamasıyla, muş ölüm kamplarında Parti iktidar ile Montaigne’inkintoplanan siviller için üreden daha radikal birlikte Türkiye tildi. Bütün bir Yahudi bir tavır almayı , as itik ırkının böylece yok pol nin eti’ Cumhuriy gerekli görüedilmesi hedeflendi. r “kendi” olarak “muas yor… Yani “soykırım” diye medeniyet seviyesi”ne eri me yeni bir suç ortaya “KÜÇÜK ta ba p, sap çıktı. Bu suçun kurden efin hed AMER KA” banları Yahudiydi, ali hay a olm “Küçük Amerika” ama bu suçun etkileri, VE ALINTI gibi bir ucubeyle daha doğrusu kanıtlaAYDINLARI dıkları sadece Yahudipompalanan bir “ba kas İnsanlık bir lerle sınırlı kalmadı. ne esi üng yör olma” “Amok Koşusu” Genelde insanın ne kadar oturdu içinde mi sizce? Dünya korkunçlaşabileceği, hiçbir ve Türkiye açısından ayrı zaman son dünya savaşındaki ayrı neler söyleyebilirsiniz… kadar açık ve seçik bir biçimde gözler İnsanlık, bence Birinci Dünya Sa- önüne serilmemişti. Bence “insanlık vaşı’ndan bu yana hızı zamanla artan bir suçu” kavramı asıl bu noktada gerçek iç“Amok Koşusu” içinde. Birkaç ayda bi- eriğini buluyor. Ve bence son büyük teceği yanılsaması ile başlatılan ilk dünya savaş, insanlığın ilk dünya savaşı ile başsavaşının süresi ve sonuçları, insanlık açı- layan Amok Koşusu’nu dünyada daha da sından, o zamana kadar geçerliliği tartı- hızlandırdı. Kanımca dünya, ikinci savaş şılmamış değerlerin görece duruma ile uğradığı değerler erozyonunu hâlâ gelmesi açısından tam bir şok oldu. tam anlamıyla ortadan kaldırabilmiş Ancak, ilk dünya savaşında “cephe” ve değil. “cephe gerisi” ayrımı varlığını henüz koTürkiye’ye gelince, bence bu ülke ruyordu; öte yandan ilk kez zehirli gaz asıl Amok Koşusu’na 1950 yılında,
Zweig ve Montaigne... Yazar ve kahraman
yanlış bir Batılılaşma hayaline kapıl“ESK STANBUL makla başlamıştı ve bu durum bugün T YATRO DEKORUNA de son bulmadı. Demokrat Parti iktiDÖNÜ ÜYOR” darı ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin politikası, “kendi” olarak Zweig, “İnsanlığın Yıldızının Parla“muasır medeniyet seviyesi”ne erişme dığı Anlar”da İstanbul’un fethini de ashedefinden sapıp, başta “Küçük Ame- keri açıdan muazzam bir başarı olarak rika” olma hayali gibi bir ucubeyle değerlendirir ve dünya tarihi açısından pompalanan bir “başkası olma” yörün- önemini vurgular. “Fetih-1453” filmini gesine oturdu. Ve sonunda Türkiye, seyredebildiniz mi, nasıl buldunuz? çağdaşlaşma adına aslında kendi olO filmi henüz görmedim, bu yüzden maktan bir an önce çıkmanın sorunuza karşılık veremeyeceAmok Koşusu’na başladı. ğim. Koşuya katılanlar için Bence İstanbul’un dünü ve durum, elbette böyle ve bugünü hakkındaki jik tra l as değil, çünkü onlar, yorumlarınız? adı üstünde, artık ac kl olan, Buna benzer sobirer “Amok Korulara cevap verenşucusu” olduklaülkemizde zamanla ler, söze genellikle rından, nereye “değişim” kavrakendilerini “bural koştuklarının bimıyla başlarlar. lincinde değiller. ar ölçüde kl ad olm Yani İstanbul’un Üstelik bu bugününde, düne bir n” ya durum, yalnızca ayd n sa oranla nelerin deresmi politikalar ğiştiğini sayıp dökerayd nlar öbe inin ve iktidarlarla da sıler. Ben daha farklı nırlı değil. Bence asıl türemi düşündüğümden, değitrajik ve acıklı olan, ülşimden söz etmeyeceğim. olmas kemizde zamanla kendiÇünkü bana göre “dün” bağlerini “buralı olmadıkları lamında İstanbul’un geçirdiği, deölçüde aydın sayan” bir aydınlar ğişim değil fakat olumsuz bir öbeğinin türemiş olması. Ben, böylele“dönüşüm”dür, yani bir tür metamorfozrini hep “Alıntı Aydınları” diye nitedur. Dünün İstanbul’u bugün değişmelendiriyorum…
14
23 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
Türkiye bence Amok Ko usu’na 1950 y l nda, yanl bir Bat l la ma hayaline kap lmakla ba lam t
mekte, fakat yıkıma uğramaktadır. Ve bu rin arasındaki ve önündeki “Eski İstancinayet “çağdaş kentleşme” ya da “mo- bul”, artık yavaş yavaş bir tiyatro dekodernleşme” gibi kavramların çatısı altına runa dönüşmektedir … Uzayıp gider, sığınılarak işlenmektedir! İstanbul gibi onun için bu konuda daha fazla bir şey tarihi bir kentin “tarihi” karakterini ko- söylemek istemiyorum! rumak, yalnızca müzelerle, bazı tarihi yapıları onarmakla sınırlı tutulabilecek bir ÇEVR LECEK YAZARLA iş değildir. “Tarihi karakter”, bir şehrin D YALOG KURAB LMEK tarihinin bütününden kaynaklanabilecek Biraz da çeviri sanatından bahsedebir kimliktir. Anıt niteliğindeki yapıların lim isterseniz. Genelde kendinize yakın yanında tek tek semtlerin atmosferleri, gördüğünüz yazarların eserini mi çeviyaşam biçimleri ve nihayet bir kentin “si- rirsiniz? Stefan Zweig’in biyografik delueti” gibi öğeler de bu kimliğin kurucu nemelerinde yer verdiği isimler öğelerdir. İstanbul, bu kimliği genelde kendine ilham kaykorunan bir şehir değil, nağı aldığı isimler. Monfakat zaman içersinde Çevirmeye taigne’in Zweig için ayrı gittikçe daha hızlanan di im bir yeri olduğunu biliver ar kar bir tempo ile hiçbir yoruz. Sizin de çevirt iya eb ed her ölçü tanımayan, diğiniz yazarlarla vahşi bir rant yarışmetninde çok aranızda benzer ması uğruna kurzorlan r m. Çünkü bir bağ var mı? ban edilmiş bir ebiyat Stefan Zweig meed her im ce ire çev tarihi şehir kalıntısela.. metnini önce felsefe sıdır. Bizans İmpaBu konuda ratorluk Sarayı’nın aç s nan sorgular m, o söze, rahmetli kalıntıları üzerinde dostum, değerli metne felsefenin kurucu bir işhanının katları yazar ve çevirmen ” ir? ed sorusu olan “N yükselebildikten Tomris Uyar’ın kensorusunu sonra, bu konuda daha dine ait bir saptamafazla konuşmak bilmem yöneltirim sıyla başlamak isterim. gerekli mi? Öte yandan, saBir defasında şöyle demişti dece Kadıköy’den köprüye gitTomris Uyar: “Ben, ancak diyamekte olan bir vapurdan şehri log kurabildiğim yazarları çevirebilirim. seyretmek, İstanbul’un nasıl bir yıkıma Aksi takdirde uygun üslubu bulmakta uğramış olduğunu görmeye yeterlidir. zorlanırım…” Bu, aynen benim için de Bugün arka planda yükselen gökdelenle- geçerli. Yani siz buna sorunuzda “ara-
nızda benzer bir bağ var mı?” demişsiniz; ben de aynı durumu çevireceğim yazar ile aramda mutlaka bir diyalogun kurulması diye nitelendireceğim. Çevireceğim yazar ile, Türkçede onun ağzıyla veya ağzından konuşabilecek kadar yakınlaşmış olmalıyım. Bu bağ da doğal olarak her yazar ile kurulamaz…
getiremezsiniz. Ama yüzde seksen, yüzde doksan gibi bir başarı oranı yakalarsanız, o çeviri de başarılı bir çeviri olmuş olur.
Şu anki çalışmanız hakkında bilgi verebilir misiniz? Benim yalnızca tek bir çeviri üzerinde çalıştığım çok enderdir. Her Bertolt Brecht, Ingeborg Bachmann, zaman birkaç çeviri üzerinde birden Franz Kafka gibi son derece özgün yaçalışırım. O yüzden evimde dört tane zarların eserlerini Türkçeye kazandırçalışma masam var. Şu anda yirminci dınız. Çevirirken hiç zorlandığınız bir yüzyıl Roman edebiyatının en büyükmetin oldu mu. Veya bu metin aslerinden sayılan Avusturyalı lında çevrilmez, çevrildiğinde Hermann Broch’un başçok şey kaybeder dediğiniz? yapıtı “Vergilius’un Yabanc Çevirmeye karar verdiÖlümü”nü bitirme dildeki hiçbir ğim her edebiyat metaşamasındayım. edebiyat metnini ninde çok zorlanırım. Robert Musil’in Çünkü çevireceğim daha önce iki yüzde yüz o metin her edebiyat metnini cildini çevirdiek irm olarak çev önce felsefe açısınan ğim “Nitelikistedi iniz dile sorgularım, o metne siz Adam”ın felsefenin kurucu soüçüncü ve son getiremezsiniz. Ama yüzde rusu olan “Nedir?” cildi de gün seksen, yüzde doksan gibi sorusunu yöneltirim. sayıyor. Erich bir ba ar oran Ancak bu soruya aldıAuerbach’ın ğım cevaplardan sonrahâlâ Batı edebiyakalarsan z, o çeviri dır ki, çeviriyi yatı estetiğinin de ba ar l bir çeviri şekillendirmeye başlarım. başyapıtlarından olmu olur Hiçbir metin için “Bu biri olmayı koruyan metin aslında çevrilmez” dedi“Mimesis”i de ağır, ğim olmadı, çünkü aslında her metin fakat emin adımlarla ilerliçevrilebilir ve hiçbir metin çevrilemez. yor. Bunların dışında birkaç önemli Şunu demek istiyorum: Yabancı dildeki çalışmam daha var, fakat onlardan hiçbir edebiyat metnini yüzde yüz o bazı nedenlerle şimdilik söz etmek ismetin olarak çevirmek istediğiniz dile temiyorum …
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
23 MART 2012 CUMA
15
Goethe’nin yaşamında şiir ve hakikat Goethe’nin düşüncesinde doğanın kuşatıcı ve yönlendirici bir yeri vardır. “İnsan nereye yönelirse yönelsin, ne yaparsa yapsın, sürekli olarak doğanın kendisine çizdiği yola geri dönüyor” der ve doğaya bağlılık, hakikati şiire doğadan taşımak düşüncesini sık sık vurgular Ortaöğrenim yıllarında Faust’u, Werther’i çarpılarak okumamış kaç kişi vardır? Edebiyat, sanat, felsefe ve doğa bilimleriyle yakından ilgilenenlerin mutlaka zaman zaman uğradığı bir yazar olmakla birlikte nedense bir üçüncü kitabı ülkemizin geniş okur kitlesinde pek yaygınlık kazanmamış olan Goethe’nin dünyasını daha tam anlamak için “Yaşamımdan Şiir ve Hakikat” kitabı önemli bir uğrak... Kitap, bir özyaşam romanı niteliğinde. İçinde kimlerden söz edildiğini anlamak için sondaki adlar dizinine bakmak yeterli. Aristoteles’ten Voltaire’e kimler yok ki! Kendi edebiyat ve deneyim ortamını kuşatan hakikatleri okura taşıyarak yapıtlarıyla daha güvenilir ilişkiler kurulmasını düşünen Goethe, Önsöz’de bunu şöyle belirtiyor: “İnsanı yaşadığı dönemin şartları içinde anlatmak, her şeyin onu ne kadar engellediğini ya da desteklediğini, bunların nasıl bir dünya görüşü ve düşünce yapısı oluşturduğunu, eğer kendisi sanatçı, şair, yazar ise bunu dış dünyaya nasıl yansıttığını göstermek bir biyografinin temel amacı olmalı.” (s. 5)
ÇOCUKLARIN REKABET VE YET K NLER Yazar, kendi dünyasını ilginç ayrıntılarla bir roman tadında sunarken çocukluk günlerinden de çok ilginç ve tanıdık gelen deneyimlerini, farklı uğraşılar seçse bile her insanda bulunan rekabet gerçeğini nice anısında olanca duygusal saflığıyla aktarırken yetişkinleri de çağrıştırmasıyla sık sık insanı gülümsetiyor: “Biz erkek çocukları pazar günleri buluşurduk, o gün herkes şiir yazardı. ... Nasıl olursa olsun, şiirlerimin her zaman diğerlerininkine göre daha iyi olduğunu düşünüyordum. Ama kısa bir süre içinde, çok yetersiz şeyler yazan rakiplerimin kendileriyle ilgili düşüncelerinin de benimkinden farklı olmadığını anladım, kendilerini bir şey sanıyorlardı...” (s. 32) Olayları sade bir akış içinde anlatırken çocuklarınkiyle yetişkinlerin dünyası arasında yakınlıklar kurmayı ihmal etmeyen Goethe, okuru birdenbire büyük bir düşüncenin eşiğine getirip bırakmayı çok seviyor: “Gerek çocuklar, gerekse halk büyük ve yüce olanı bir oyuna, hatta bir farsa çevirmeye çalışır; yoksa buna sabretme ve tahammül gücünü nasıl bulabilirler ki!” (s. 82) Böyle dese de gülünç olanı küçümsemeyi ihmal etmez: “... biz güzel olanın zaferini coşkulu bir sevinçle kutlayabildik, her tür çirkin şeyi de, bu dünyadan büsbütün kovmak mümkün olmayacağından, sadece sanat dünyasının düşük seviyedeki gülünç şeyler alanına kattık.” (s. 331)
B Z DO AMIZ HAZIRLAR
zete.com seyyitnezir@aydinlikga
Goethe’nin düşüncesinde doğanın kuşatıcı ve yönlendirici bir yeri vardır: “İnsan nereye yönelirse yönelsin, ne yaparsa yapsın, sürekli olarak doğanın kendisine çizdiği yola geri dönüyor.” (s. 132) Doğaya bağlılık, hakikati şiire doğadan taşımak düşüncesini sık sık vurgular: “Gerçi kendimde, başkalarında ve doğada farkına vardığım şeyleri yazınsal yolla anlatmaktan hep çok büyük
bir zevk alıyordum.” (s. 249) Feministleri kızdıracak ama Goethe, kadın ve erkeğin birbirinde kendi yaratıcısını görmesini şu olguya dayandırıyor: “Doğanın birbirine uyumlu yarattığı genç bir çift için kızın öğrenme, erkeğin öğretme aşkıyla dolu olmasından daha güzel bir birliktelik olamaz. Böyle bir durumdan hem temeli sağlam hem de güzel bir ilişki doğar.” (s. 193) Bu nedenle kalıplaşmış düşünce biçimlerine karşıdır. Dahası öğretilerin ilke ve kalıplarının birbirinin yerine kolayca geçirilebildiğini varsayar: “Dogmatik konuşmalardan hiç hoşlanmadığım için, arkadaşımın benimle çalışma ihtiyacını duyduğu felsefe tarihi beni çok ilgilendiriyordu, ama sadece şu anlamda: nüfuz edebildiğim takdirde bir öğreti, bir fikir bana bir diğerinden daha farklı görünmüyordu.” (s. 229) Bu bağlamda düşüncelerimizle başkalarına üstün gelme istek ve gerçeğini yüzümüze vurur: “Başkalarının düşüncelerini değiştirmek her insanın içinden gelen bir arzudur...” (s. 80) Goethe, geleneği bile doğayla uyumun biçimi olarak ele alır: “Sıradan bir varlığın mevcut şartlarından doğan tüm gelenekler ölümsüzdür...” (s. 262) Geçenlerde tarihin ironileri konusunda Zizek’te okuduğum bir yorumun ilk biçimine Goethe’de rastlayınca onun kalıcı düşüncelerinin gerisinde doğaya ve hakikate sadakatinin varlığını daha bir duyumsadım: “Tüm önemli ve tehlikeli olaylar, her barış antlaşmasından sonra olduğu gibi, mutlu ve dertsiz insanlar adeta eğlensin diye olmuştu.” (s. 20)
E T M VE KO ULLANDIRMA Yeni Ortaçağ’da insanı, düşünen varlık olmaktan çıkarıp, yalnızca izleyen ve böylece güdülen varlığa dönüştürme programının nasıl başarıldığına dair ipucunu da iki yüzyıl önceden veriyor Goethe: “İnsan ruhunu çok mutlu eden iki şey vardır: Seyretmek ve düşünmek. Fakat seyretmek için her zaman bulunamayan değerli bir konu ve sıra dışı önemli bir eğitim gerekir. Oysa düşünmek için gerekli şey duyarlılıktır; düşünce, içeriği kavrar, eğitimin aracı da budur.” (s. 330) Nitekim günümüzde eğitim, başta TV olmak üzere bütün araçlarla, insanları düşünmeyen seyircilere dönüştürme yöntem ve düzeninden başka bir nitelik taşımıyor. Dinsel eğitimdeki koşullandırmaların insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerine de dikkat çeken Goethe, olguyu kendi yaşamından izlerle örnekliyor: “Hak etmediği halde şaraplı ekmeği yiyen biri, Tanrı’nın bedenini yemiş, kanını içmiş olur... sözü çok erken yaşlarda üzerimde korkunç bir etki uyandırmıştı.” (s. 306) Kendisini “Muhammed” adlı oyunu yazmaya yönelten düşüncelere de yer veren yazar, İslâmi-
yet’in “kurtuluşa değil felakete sürükleyen yollarını” oyunda nasıl sergilediğini anlatır (s. 659662). Goethe, yapıtında sık sık Yahudilik’ten de söz açarak çarpıcı değerlendirmelerde bulunur. Hele bir yerde burjuvazi sayesinde “Alman topraklarının ulusal bütünlük ve uyumunun” kurulmasından söz ederken şaşırtıcı bir saptamaya yer verir: “En üstten en alta, kraldan Yahudi’ye kadar çok çeşitli grupların tüm insanları ayırmak yerine birleştiriyor görünmesinin bu huzuru oluşturmakta belli bir katkısı vardı.” (s. 743)
ÇER K ÖNDED R Şu saptaması, postmodernizmin ülkemizde ve tüm dünyada yol açtığı sonuca da ışık tutuyor: “Alman edebiyatının eksiği nedir diye incelendiğinde, ortaya çıkan şey içerikti, hem de yerel özellikler taşıması gereken içerik; yetenek sıkıntısı yoktu.” (s. 276) Bu nedenle, içeriği zayıflatıcı, sıkıcı biçimsel uygulamaları eleştirir: “Bir kitleyi etkilemek istiyorsanız, sade bir anlatım her zaman daha iyidir. Özgür metinle yarışan açıklamalı çeviriler aslında sadece üniversite profesörlerinin kendi aralarındaki sohbete yarar.” (s. 515) Yine de kimi yapıtlarında estetik değerleri etik ilkelerin önüne koymaktan kendini alamaz: “O arada sanatsal kaygıyı insan sevgisinin önüne çekerek bazı şeyleri feda etmiş oldum.” (s. 598) Yazar, sık sık deneyimin önemine değinirken, “deneyimin bilinmesi arzu edilmeyen şeylerin öğrenilmesinden başka bir şey olmadığını” (s. 321), “hem ruhunu, hem de duygularını hakiki sanata hazırladığını” (s. 338) özellikle vurgulayarak yer yer Zimmermann’ın “Deneyim Hakkında” adlı kitabından esinlendiğini ise saklamaz. İnsanlığın tarih boyunca kuşatıldığı yanlışlardan pek öyle kolayca kurtulamayışına ilişkin deneyimini ise dahice bir örnekle belirtir: “Bir geminin yardığı su, nasıl hemen önceki haline dönerse, mükemmel insanlar da bir yanlışı kenara itip kendilerine yer açtıklarında, arkalarından bu yanlış büyük bir hızla, doğal bir biçimde, yeniden başkalarıyla işbirliğine soyunur.” (s. 690) Goethe’nin yaşamında ışık ve aydınlığın, bu nedenle Rembrandt’ın ayrı bir önemi vardır. Nitekim ölürken de “Işık... biraz daha ışık...” diyecektir (Işık... Biraz Daha Işık, Salâh Birsel, Broy Y., Ekim 1992) Che Guevara’nın “Sırt çantamdan hiç eksik etmediğim tek yazar” dediği Goethe’yi Nietzsche ise şöyle selamlıyor: “Goethe, kendisine saygı duyduğum son Alman’dır.” (Yaşamımdan Şiir ve Hakikat, Goethe, çev: Mahmure Kahraman, Türkiye İş Bankası Kültür Y., 840 s.) (ARAKABLO’da değinilmesini istediğiniz yayınları [Cağaloğlu, Ankara Cd., Pamir Han, 22/14, Sirkeci-İST.] adresine gönderebilirsiniz.)
16
23 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
21 MART DÜNYA R GÜNÜ’NÜN ARDINDAN
Şiirin mucizesi ve herkese bir öneri Bazı dizeler vardır, dilimizden düşmez. Sık sık kendimizi onları mırıldanırken buluruz. Şarkılar gibi günümüzü, an’ımızı keyiflendirirler. Bazı dizeler vardır, kimi duygu halleri içinde, bazı olaylardan, bazı yaşanmışlıklardan sonra onları anımsarız CAFER YILDIRIM Önce kısa bir tarihçe sunmalıyım. Kimsenin hakkı kimsede kalmasın. “Dünya Şiir Günü” düşüncesi, sanılacağının aksine Amerikalılardan değil bizden çıkıyor. Şairlerimiz Gülseli İnal ve Tarık Günersel böyle bir gün kutlamasının iyi olacağını düşünüyorlar. Yıl 1996. Sonra icraat safhası geliyor. Türk PEN’ine bir dilekçeyle başvuruyorlar. Türk PEN’i öneriyi benimsiyor ve 1997 yılında Edinburg’da yapılan uluslararası PEN Merkezi Dünya Kongresi’ne taşıyor. Öneri İskoçya’da yapılan toplantıda delegeler tarafından olağanüstü bir ilgiyle karşılanıyor ve UNESCO’ya iletiliyor. UNESCO da 1999 yılından itibaren 21 Mart’ı “Dünya Şiir Günü” olarak ilan ediyor. O tarihten itibaren her yıl bir şairimiz “Dünya Şiir Günü” bildirisi yayımlıyor. Değişik alanlarda şiir etkinlikleri düzenleniyor. 21 Mart, şiiri toplumun gündemine taşımak için bir vesile oluyor. Ben de bu yazıyı bu gün vesilesiyle yazdım.
YALNIZSAK, KALABALI IN SES ... Bazı dizeler vardır, dilimizden düşmez. Sık sık kendimizi onları Batur mırıldanırken buluruz. Şarkılar gibi günümüzü, an’ımızı keyiflendirirler. Bazı dizeler vardır, kimi duygu halleri içinde, bazı olaylardan, bazı yaşanmışlıklardan sonra onları anımsarız. Taptaze yaramıza iyi geldiğini, öfkeyse içimizi darlaştıranın esenlikler taşıdığını, çaresizlikse umut pencereleri açtığını hissederiz o dizelerin. Yalnızsak kalabalığın sesi olurlar. Düşüyorsak dayanma gücü verirler. En önemlisi de bu dizeler herkesin yaşadığı gündelik rahatlığın, o bildik huzurun dışında kaldığımız duygusuyla içimiz içimizi yerken bize bir nefes, bir arkadaş, bir dost olurlar. Herkesten farklı olmadığımızı, birçok insanın benzer tünellerin mesafelerini kat ettiğini, çıkış aradığını, ışık aradığını, arandığını, acı çektiğini söylerler. Benzerlerinin bulunduğunu bilmek kuşkusuz teselli veriyor insana. Türdeşlerimizin halleri sağaltıcı bir ayna oluyor yaşantımızda. Yüzüme, ruhuma, benliğime dikkatle ve ısrarla baktığım işte bu aynalar, şiirin temiz ve tertipkâr elleriyle tutuldu bana. Yalnız olmadığımı o aynalara baktığımda anlardım. Her güçlüğün aşılabileceğini, her darlıktan çıkılabileceğini, zehir varsa panzehirin de olduğunu, kalbin zamanla yatışacağını, sızının şiddetini kaybedeceğini, kara düşüncelerin durulacağını, bulanık bakışların yeniden ışığına kavuşacağını o aynalar fısıldadılar bana.
HAYAT BOYU VEFA İçime bir sıcaklığın yayıldığını, damarlarımda ılık bir nefesin ilerlemeye başladığını, ruhumu üşüten gecenin ve kara gün imgelerinin perde perde dağıldığını hissederdim. Gücümün biriktiğini bilirdim ve ayağa kalkaca-
ğım günleri beklerdim. Şiirin mucizesidir bu. Herkese öneririm: Mırıldanmanız için sizi arayıp bulacak dizeleriniz olsun. Öyle bir güven duygusu verin ki onlara yanınızdan bir an olsun ayrılmasınlar. Sizi bir hayat boyu gözetecek vefaları vardır onların. Hayatımın değişik dönemlerine ait gündelik ya da iç yaşantılarımla ilgili anısı bulunan o kadar çok dizem oldu ki. İşte onlardan birkaçı: Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk…(Tevfik Fikret) * Haberin var mı taş duvar, Demir kapı, kör pencere...? (Ahmet Arif) * İşte böyle Laz İsmail Mesele esir düşmekte değil Teslim olmamakta bütün mesele… (Nazım Hikmet) * Geceleyin bir ses böler uykumu, İçim ürpermeyle dolar:- Nerdesin? (Ahmet Kutsi Tecer) * Gitsem de gitsem… Bir an için terk-i diyar etsem. (Enver Gökçe) * Bir zaman da böyle geçsin. (Enis Batur) * Beşir Fuat, benim yanlış kardeşim. ( Enis Batur) * Ölüm ardımda dolaşıp da yorulma Var git ölüm bir zamanda yine gel. (Karacaoğlan) * Ağlamak istiyorum En siyah sesiyle şiirimin. (İsmail Uyaroğlu) * Bu sana son bakışım Elveda mavi çiçek Elveda tarla kuşum… (Nihat Behram) * Elimizden ne gelir ki insan olmaktan başka. (Edip Cansever) * Burada bir Ahmet Erhan var uzakta. (Ahmet Erhan) * Anne gel, yanıma otur. (Ahmet Erhan) * Dün gece ellerimdeydi ellerin. Kırların yüzündeki yeni hüzün çiçeklerini gösterdin bana. (Soysal Ekinci)
* o gözleri ben ırgat pazarlarında gördüm. (Hasan Hüseyin) * Ey iki adımlık yer küre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben. (Nilgün Marmara)
“ R G B EVLER” SATANLARA... Artık rahatlıkla şunları söyleyebilirim: İlköğretim yıllarındaki ulusal törenlerden, Karacao lan krapon kâğıtların, kırmızı bayrakların ve çıngıraklı çocuk seslerinin kuşattığı o törenlerden sonra şiirle bir daha hiç karşılaşmayanlara, hayatın gailesi içinde şiiri anımsamayanlara, şiirden her ne nedenle olursa olsun ayrı kalanlara, uzak düşenlere, şiirle arasına perde girenlere, şiiri romantik bir saflık olarak görenlere, şiirle yol alanlara bir istihza mevkiinden bakanlara, yaşamın başka katmanlarında şiirin anlamını değiştirip gülümseyenlere, örneğin şiir gibi kadın diyenlere, şiir gibi evler satanlara, şiir gibi otomobillere binenlere, şiir gibi seyahatler edenlere, şiir gibi hayatlar yaşadığına inanan ama hiçbir şiir kitabını okumayanlara, kısacası şiire dokunmayan, şiirin dokunmadığı herkese karşı şöyle konuşmalıyız: -Hatta her fırsatta bıkmadan ve büyük bir gönül üstünlüğüyle sözlerimizi tekrar etmeliyiz.Ruhumuzun belleğidir şiir. İç sıkıntılarımızın, iç saklanışlarımızın özenle düzenlenmiş hafızasıdır. Gün olup koskoca dünyaya sığamazken, varlığına karışacak kuytu bir sokak dahi bulamazken bize kendi evimizin, kendi odamızın rahatlığını sunandır şiir. Sanatlar içinde sadece odur, iç zamanların, iç ırmakların bütün seslerini duyabilen, acıyan taraflarımızla birlikte sızlayan; bizi teselli eden, avutan, arındıran, mırıltılarımızı çözen, sustuklarımıza anlam düşüren, konuştuğumuz bütün sesleri konuşabilen, bize dert ortağı olabilen yegâne sanattır şiir. İnsanın ruhu suretine ancak şiirde kavuşur.* Marmara
Geçmiş Dünya Şiir Günü’nüz kutlu ve şiir gününüz sürekli olsun.
Aydınlık KİTAP
Saray müzisyeni ve ustası TUNCA ARSLAN Pascal Quignard’ın ülkemizde 1993’te Sevim Akten çevirisiyle Can Yayınları’nca yayımlanan 85 sayfalık incecik romanı “Dünyanın Bütün Sabahları”, 17. yüzyıl Fransa’sında, karısının ölümünden sonra çiftliğindeki küçük bir kulübede inzivaya çekilen besteci ve viyola sanatçısı Sainte-Colombe ile iki kızının yaşadıkları etrafında gelişir. Yalnızca soyadı anımsanan müzisyenin öğrencilerinden Marin Marais (16571728) ile ilişkisi de romanın temasını belirleyen ana boyutu oluşturur. Kralın sunduğu olanakları ve ünü reddeden usta ile ün, kadın, para ve kolay yaşam peşinde koşan, sanatsal yaratının mistik derinliğini fark edemeyen öğrencisinin çelişik kişilikleri romanın ana çatışmasını çizerken, çağın entelektüel dünyası da gözler önüne serilir.
ASLA SARAYDA ÇALMAYACAKSIN... Roman, 29 Ağustos 2010’da yaşama veda eden Fransız yönetmen Alain Corneau tarafından 1991’de beyazperdeye aktarılmış, Sainte-Colombe’u Jean-Pierre Marielle, Marin Marais’yi Gerard Depardieu, onun gençliğini de Guillaume Depardieu canlandırmıştır. Filmin açılış sahnesinde, Marin Marais adlı saray müzisyenini, çökkün ve bezgin bir şekilde, sarayın geniş bir salonunda öğrencilerine ders verirken görürüz. Belli ki epeyce görmüş geçirmiş ve mutsuz bir insandır Marais. Birden, “Benim bir ustam vardı” diyerek anlatmaya başlar. Sainte-Colombe, sanat konusunda sarsılmaz ilkeleri olan, örneğin saray müzisyenliği yapmaya asla yanaşmayan, saraydan gelen her teklifi elinin tersiyle iten, “Sizin saraylarınız benim müziğime yakışmaz” diyen, kızlarını da bu ilkeler doğrultusunda yetiştiren bir dehadır. Müzikte, şan şöhret ya da para değil, yaşamın ve sanatın özünü aramaktadır. Ölen karısına duyduğu ölümsüz aşkın bir yansıması, karısının hayaliyle kurduğu benzersiz bağın ifadesidir müzik. Bir gün kapısına dayanan, genç ve başarısız bir müzisyen olan Marin Marais, Sainte-Colombe’dan kendisine ders vermesini ister. Yaşlı usta, önce reddeder, fakat genç adam ısrarlıdır.
Sonunda hocalık yapmayı kabul ettiğinde yeni öğrencisine tek bir şart koşar Sainte-Colombe: “Müziğini asla satmayacaksın, asla sarayda çalmayacaksın.” İşte filmin açılışında Marin Marais’nin pişmanlıkla hatırladığı süreç budur. Genç adam, hocasından ders alacak, kendisini geliştirecek, güzel kızlarından biriyle aşk yaşayacak ama bir süre sonra Sainte-Colombe ve ailesine ihanet ederek, büyük acılar yaşatacaktır. Kolay yolu seçerek bir “saray müzisyeni” olmuş, paraya pula şöhrete ulaşmış ama ahlaken yozlaşmış, düşkünleşmiştir.
SANAT K MLER Ç N YAPILIR? Her şeyden önce yaşamın anlamı üzerine bir roman-filmdir “Dünyanın Bütün Sabahları”. İnsan ne için yaşar sorusuna, Sainte-Colombe karakteri üzerinden sağlam yanıtlar verilir. Bunun gibi, sanatın anlamı, sanatın ne için, kimler için yapıldığı konunda da alabildiğine derin bir tartışma yürütülür. Aynı zamanda da alabildiğine etkili bir aşk öyküsü vardır karşımızda. Yaşlı müzisyenin karısına yönelik aşkı, karısının hayalinin ona yol göstermeye devam etmesi ile Marin Marais’nin hocasının kızına yönelik yanıltıcı aşkı arasında, aşkın “kendini düşünmek”ten vazgeçmek demek olduğu da bir kez daha vurgulanır. Birkaç yıl önce konser vermek için ülkemize de gelen Jordi Saval’ın sarsıcı müzik düzenlemesi, Gerard Depardieu ve oğlu Guillaume’nin kusursuz oyunculukları, Anne Brochet’nin duru güzelliğiyle ve tabii ki başroldeki Jean-Pierre Marielle’nin unutulmayacak performansıyla, kusursuz bir filmdir “Dünyanın Bütün Sabahları”.
Aydınlık KİTAP
18 23 MART 2012 CUMA Lamb
Bonnie Nadzam, thaki Yay. Çev. Özlem Yükselebildikten 208 s.
Gece Tabloları
E.T.A. Hoffman Can Yay. Çev.Ersel Kayao lu, Sami Türk 328 s.
Aşkın Cep Defteri
Murathan Mungan Metis Yay. 160 s.
YENİ ÇIKANLAR
Öfke
Philip Roth, YKY Çev. eyda Öztürk, 144 s.
Gece Tabloları, Aydınlanmacı aklın “bilinmeyen” olarak damgaladığı, ürkütücü bulduğu için hayatın dışına attığı dünyalara kapı aralıyor. Bu öyküler okurunu uçurumun kenarındaki hastalıklı ruhların, suçun ve kötülüğün, fantazmanın ve deliliğin, doğa üstünün ve bilinmezin dünyasına taşıyor. Geceyi mekân edinen öyküler değil bunlar; gecenin karanlığını gündüze taşıyan, dolayısıyla da insanı kendi karanlığına hapsederek geceyi büyüten, uzatan, sürekli kılan öyküler... Kitabı oluşturan sekiz öyküden her biri, bu açıdan insan ruhunun en dip, en kuytu köşelerine ayrı bir noktadan ışık tutuyor. Resmin bütünündeyse Hoffmann’ın sonsuz gecemize yüklediği anlam var. Öykülerini, gerçekliğinden şüphe duyulmadan hayalle bezeyen E.T.A. Hoffmann’ın eserleri, fantastik realizmin başyapıtlarıdır.
Şair, romancı ve öykücü, şarkı sözü ve oyun yazarı Murathan Mungan’ın yeni kitabı çok ilgi göreceğe benziyor. Çok yönlü sanatçı “Yazınca da Geçmiyor”, “Kedi Kapısı”, “Fal Metinleri”, “Bende Kalanlar” ve “Aşkın Cep Defteri” başlıklı beş bölümden oluşan ve bilinen edebi türlerden birine kolay dahil edilemeyecek olan kitapta şiir, öykü, metin ve aforizmalar yer alıyor. Bir deftere yazılabilecek şeyler... Aşk her zaman ardında okunacak bir şeyler bırakır. Kadın ve aşk üzerine yapıtlarıyla ses getiren Murathan Mungan bu eserinde de aşka dair yeni sözlerle karşımızda...
Spinoza Problemi
Menekşeler Atlar Oburlar
Ağlama Smyrna Döneceğim
Zamansız: Bir Chat Hikayesi
rvin D. Yalom Kabalc Yay. Çev. Ahmet Ergenç, 446 s.
Hüsnü Arkan K rm z Kedi Yay. 208 s.
Gülseren Engin Remzi Kitabevi, 248 s.
İzmir yakınlarındaki küçük bir kasabada yaşayan varlıklı bir ailenin tek çocuğudur Hüseyin. Malların ve çiftliğin yönetimini yüklenen amcası, geleneklere uymayıp meyhane işletmeyi seçen babası, menekşe kokulu annesi, çiftlikteki sevgili atları, yengesi, halaları ve komşu kadınlar arasında büyür. Ancak hep mutluluk içinde geçmez kasaba hayatı. Babasını küçük yaşta kaybeder. Okulda ise sorunlu bir öğrencidir, yine de kazanır üniversiteyi. Kişiliğindeki bölünmeler o yıllarda başlar. Ve bir Cumartesi günü bütün yaşam öyküsü değişir; her şey tersine dönmüş, birbirine geçmiş, ortada kendisinin figüran olduğu bir oyun kalmıştır. Yakın tarihin yaşanmış siyasi olaylarına yapılan göndermelerle dokunmuş Menekşeler Atlar Oburlar, bir düş kırıklığının, boşa geçen, kaybedilmiş bir hayatın romanı.
İzmir kentine ve burada kaderini arayan İzmirli genç Rum kızına ağıt… Yıl 1914… Osmanlı İmparatorluğu giderek zayıflamaktadır. Başta İngilizler olmak üzere tüm Avrupalıların planı, “hasta adam” ilan ettikleri Osmanlı’yı parçalamak, topraklarını işgal etmektir. İngilizlerin Yunanlılarla birlikte hedefi İzmir´dir. Böylece hem Ege’nin zenginlikleri ele geçirilecek, hem de İzmir, İstanbul’un işgali için üs olarak kullanılacaktır. İlk adım, İzmir Körfezi’nin girişini bir tıpa gibi tıkayan Kösten Adası’nı ele geçirmekle atılır. Adanın kendi halinde masum güzeli Rum kızı Smyrna henüz on üç yaşındadır. Ancak İngilizlerin işgali, her şeyi değiştirir. Genç kızın bir anda altüst olan yaşamındaki tek ışık, Çakır Osman’a duyduğu tutkulu aşk olur. Bu aşkın gücü, Smyrna’nın kaderini değiştirmeye yetecek midir?
Füsun Saka Mephisto Kitapl 180 s.
Her seferinde tek bir şehrin ışıklandırılmış adını gösteren kestirilmez bir harita gibi. Kafanızın içindeki mengeneyi gevşetmek ve dümeni kalbinize bırakmak gibi bir şey. Üstelik söylendiği kadar da kolay değil.” “Bonnie Nadzam’ın ilk romanı sürükleyici ve son derece orijinal. Öyküsü kolaya kaçan sınıflandırmalara direniyor; çocukluk, yetişkinlik, acı, güzellik ve aşka dair bildiklerimize meydan okuyor. Sarsılacaksınız.” Anna North kitap için “Bonnie Nadzam’ın romanındaki her cümle bize sevgiyi, mecburiyeti ve kalbin gizemlerini öğretiyor. Ana karakterleri de birlikte çıktıkları yolculuğu da aklımdan çıkaramıyorum. Kitap, Amerikan romanında yeni bir akım başlattı” diyor.
Irvin D. Yalom, aynı anda 5 ülkede yayımlanan, Alfred Rosenberg ile ondan üç asır sonra yaşayan ve ona tamamen zıt gibi görünen Spinoza’nın iç dünyasına yaptığı bu gizemli yolculuğu ustaca işleyip, olayları iç içe ama birbirine karıştırmadan, dolu dolu ama sıkmadan anlattığı bu romanı için şöyle diyor: “Yaşanmış olabilecek olaylara dair bir roman yazmaya çalıştım. Tarihsel olaylara mümkün olduğunca sadık kalarak ve bir psikiyatr olarak birikimlerime dayanarak ana karakterlerimin, Bento Spinoza ve Alfred Rosenberg’in iç dünyalarını hayal etmeye çalıştım...”
Philip Roth, büyük övgü toplayan romanı Öfke’de, 50’li yılların günümüze bile ulaşan adabı muaşeret kuralları arasında boğulan insan ruhunu, baskının ağırlığı altında ezilen arzuyu ve belleğin acımasızca tutsak edebilme gücünü anlatırken, düzenin genç insanları nasıl hoyratça ve hor kullandığını bir kez daha hatırlatıyor. 1951. Kore Savaşı’nın ikinci yılı. Çalışkan, itaatkâr, duygusal bir delikanlı olan Marcus Messner, ailesinin tek çocuğudur. Önünde parlak bir gelecek uzanan bu genç Yahudi, koşer bir mahalle kasabı işleten halim selim bir adamın oğludur. Her köşede sevgili oğlunu beklediğini düşündüğü tehlikeler yüzünden çılgına dönen babasının baskısından kaçmak için ailesinin yaşadığı New Jersey’den uzakta bir taşra üniversitesini tercih eder...
Mephisto Kitaplığı’nın ikinci kitabı, Füsun Saka’nın ilk romanı Zamansız’da bir kadının çarpıcı öyküsüne tanık olacaksınız. Hastane odasında yatarken vakit geçirmek için bir yabancıyla internet üzerinden yazışmaya başlayan kadın kahramanın iç dünyasını, chat diyalogları üzerinden aktarıyor Zamansız. Geçmişi sarsıntılı, bugünü sıkıntılı, geleceği belirsiz bir kadını anlatıyor. Taşradaki bir istasyon şefinin kızı kabuslarla dolu çocukluk günlerini, sorunlu cinsel ilişkilerini, 12 Eylül dönemi işkencelerini, mutsuz evliliğini anlatırken bir kadının öyküsünü bir dönemin öyküsüyle buluşturuyor. Zamansız bir yolculuk romanı. Bu yolculukta daima ara istasyonlardayız. Ara istasyonlarda, “Bu ülkede bir kadın için gelecek mümkün mü?” sorusunun yanıtı aranıyor.
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Çılgın Türkler Kıbrıs
Turgut Özakman Bilgi Yay. 464 s. Türk kalmak için verilen 100 yıllık şaşırtıcı, dehşet verici mücadele. T. Özakman’ın Diriliş, Şu Çılgın Türkler ve Cumhuriyet-Türk Mucizesi eserlerinden oluşan Türkiye Üçlemesi, toplam 623 baskı yaptı. Yazar bu kez yine yakın tarihimizin önemli konularından biri olan Kıbrıs sorununu yazdı. Kıbrıs’ın fethinden günümüze kadarki çarpıcı olayları, direniş destanlarını, Kıbrıs’ın yüz yıllık Milli Mücadelesini ve Barış Harekâtını bir bütün olarak yine belge-roman tarzında işledi.
Tarih Hırsızlığı
Jack Goody Bankas Kültür Yay. Çev. Gül Ça al Güven, 420 s. Tarih Hırsızlığı, geçmişin çoğu zaman Batı Avrupa ölçeğinde yaşanmış süreçlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını ifade ediyor. Bazı tarihçilere göre Rönesans’tan, bazılarına göre ise ancak 19. yüzyıldan itibaren küresel ölçekte üstünlüğü ele geçiren Batı’nın bu öne geçişinin nedenlerinin araştırılması 19. ve 20. yüzyıl tarihyazımının tercihli konularından biri oldu. Jack Goody bu tarihyazımını inceleyip eleştirel bir bakış geliştirirken, “Batı niye üstün geldi? Doğu niye geri kaldı?” sorusunu hem Avrupa-merkezci perspektifi, hem de dayandırıldığı olgusal zemindeki hatalar bakımından çok ciddi bir eleştiriye tabi tutuyor.
Kara Fırtına
Amatör Kamera Gerçekliği
23 MART 2012 CUMA
19
Tanrıların Doğuşu
Clive Cussler, Dirk Cussler Alt n Kitaplar Çev. Esat Ören, 528 s.
Selda H zal Agora Kitapl , 144 s.
Ludwig Feuerbach Say Yay. Çev. O uz Özügül, 352 s.
Güçlendirilmiş çiçek virüsü taşıyan füzelerle yüklü iki denizaltı gizlice Amerika’nın batı sahillerine gönderilir. Kıyıya yaklaştıklarında ölümcül silahlarını ateşleyecek olan bu denizaltılar Amerika’yı bir kaosa sürükleyecek ve bundan faydalanan Japonlar da düşmanlarına son darbeyi indirecektir. Ancak belirlenen hedefe ulaşamadan Amerikan donanması tarafından fark edilerek okyanusun dibine gönderilirler. Altmış küsur yıl sonra, bu denizaltıların nerede batırıldığından ve taşıdıkları korkunç kargodan haberdar olan karanlık bir güç, olağanüstü bir plan hazırlar. Bu plana göre, yörüngeye uydu fırlatan dev bir okyanus platformu kullanılarak Japonların yarım bıraktığı iş tamamlanacak ve yalnızca Amerika’ya değil tüm dünyaya yeni bir düzen getirilecektir..
Saddam Hüseyin’in idam sahnesini cep telefonu kamerasından değil de profesyonel bir çekim kamerasından izleseydik ne hissederdik? Kaddafi’nin ölüm görüntülerini bir kurgudan ayıran neydi? Gerçeklik ile onu aktaran araç arasındaki ilişki her daim merak konusuydu. Bugün gelişen teknikler iki düşünürü de doğrularken hayatımızı sarmalayan MOBESE ve güvenlik kameraları gerçekliğin tespitinde sık sık kullanılıyor. Haber bültenlerinden yeni sinemaya birçok alanda kullanılan amatör kameraların yansıttığı hipergerçekliği ve bu hiper-gerçekliğin ifade ettiklerini anlatan bu kitapsa, medyanın ideolojik bir aygıt haline geldiği bu dönemde bir karşı iletişim taktiği olarak ortaya çıkarılan amatör kamera görüntüleriyle iletilen mesajları ve o mesajların etkisinin boyutunu inceliyor.
“Tanrı, menşe ve öz itibariyle bir ‘akıl nesnesi’ değildir, onu bu hale, daha sonraki kuşakların akılsızlığı ya da aklı getirmiştir. O, spekülasyonun, felsefenin nesnesi ya da ürünü de değildir, çünkü ortada henüz filozoflar yokken tanrılar vardı ve evrenin nedenleri, ateşten ya da sudan ya da hatta hiçlikten meydana gelişi konusunda saçmalamak kimsenin aklına gelmediği zaman da onlar vardı. Tanrı, aslında bir talebin, dileğin nesnesidir; o, talep edildiği, içten arzu edildiği, istendiği için, tasarlanmış, düşünülmüş, inanılmış bir varlıktır. Gözün özüne denk düşen bir varlık olarak, ışığın sadece göz için gerekli bir nesne olması gibi, tanrı da sadece genel olarak bir talebin nesnesidir, çünkü tanrıların doğası insani dileklerin doğasına denk düşer.”
Kartal Gözüyle Milliyetçilik
Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Su
TATLI ŞİDDET
Cazim Gürbüz Asya afak Yay. 533 s. 1968 yılında “Milliyetçi Türkiye” diye slogan atarak başlamış Türk Milliyetçiliği mücadelesine. Hiç vazgeçmemiş, bilinçlenerek, derinleşerek, düzelterek, daha eleştirel olarak, ama eksenini hiç yitirmeden, hiç kaydırmadan bugünlere gelmiş. Cazim Gürbüz’ün kendi deyimiyle “hayatı milliyetçilik”… Millet, milliyetçilik, kimlik tartışmaları dünyada ve ülkemizde alevlenerek sürüyor. Herkes kendi meşrebince, inancınca ya da küresel efendilerinin isteği ve istencince katılıyor bu tartışmalara. Katılıyor da birilerinin amacı kafa ve kavram karıştırmak olunca; bilgi, çözüm, hüküm ve yöntem çıkmıyor bu milliyetçilik atışmalarından.
Buket Uzuner Everest Yay., 344 s. Gazeteci Defne Kaman bir yaz akşamı bindiği vapurda arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolur. Onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit ile arkadaşı Sahaf Semahat kendilerini aniden tuhaf olaylar ve esrarengiz semboller arasında bulurlar. Bir yandan kendi hayatlarını sakatlayan yasak ve tabulara rağmen ayakta kalmaya çalışırken, kayıp gazeteci Defne Kaman’ın peşinde bir maceraya sürüklenirler. Buket Uzuner, Su romanında bütün canlı varlıkları eşit değerde kabul ederek doğayı ve yaşamı kutsayan kadim Türk geleneği Kamanlık’a (Şamanlık) selam ederken, okurları hem eko-feminist bir okumaya, hem de 1000 yıl önce Uygur harfleriyle önTürkçe yazılmış olduğu düşünülen (Mutluluk Bilgisi) Kutadgu Bilig Şifresi ile zihin oyunlarına davet ediyor.
Terry Eagleton Ayr nt Yay. Çev. Kutlu Tunca, 400 s. Eagleton, dramadan edebiyat ve felsefeye, dinden teoloji ve antropolojiye kadar disiplinler arası geniş bir alanda gezinen bu eleştirel çalışma, antik çağ bereket kültleri ve kurban ritimleriyle modern çağ devrimleri arasında bağlantı ve kümelenmeleri açığa vuran radikal bir güzergâh yaratıyor. “Acı”yı ortak bir anlam değişkeni, ortak olanın paylaşımını sağlayan ve farklı yaşam biçimlerinin diyaloga girebileceği bir “dil” olarak tanımlayan Eagleton, kültürcü ve tarihselci “kibir” ve göreliliğe karşı, insanın türsel, varoluşsal doğasına içkin süreklilikler temelinde trajik sanatı, insanda kısıtlı, kırılgan ve yavaş işleyen şeyi aydınlatıcı bir bağlama yerleştiriyor.
Aydınlık KİTAP
20 23 MART 2012 CUMA “DEDEM K RAZ A ACI”
Çılgın Babam
Madem ağaçlar nefes alıyor, neden gülmesinler ki? Anneannesinin ani ölümüyle, “ölüm”le tanışan Tonino, dedesiyle daha fazla vakit geçirmeye başladığında kendine bazı sorular soruyor. Bu soruları zaman zaman annesine de soruyor ama istediği yanıtları alamayınca sormaktan vazgeçiyor İREM HALIÇ Bir kısmını vapurda “O Magnum Mysterium” eşliğinde, bir kısmını evde Çaykovski’nin “Old French Song” parçası eşliğinde, iki solukta okuyup bitirdiğim “Dedem Bir Kiraz Ağacı”, henüz hayatta olan dedem ve anneannemi gözümün önüne getirdikçe genzimin yanmasına sebep olan hüzünlü bir çocuk romanı. Hans Christian Andersen Ödülü sahibi İtalyan yazar Angela Nanetti, hak ettiği ilgiyi görmüş, bu kitabıyla da 2006’da Chronos Ödülü’nü (Fransa) kazanmış. Biz de aslı İtalyanca olan bu kitabı kendi yazmışçasına iyi Türkçeleştiren Sema Tuksavul’a bize aynı tatta okuma sağladığı için teşekkür etmeyi unutmuyoruz. Ölüm, çocukluğumuzda kelimeyi duyduğumuz andan itibaren düşündüğümüz, bir yakınımızı kaybettiğimiz andan itibaren anlamaya başladığımız, bize ne zaman uğrayacağını bilmediğimiz tuhaf bir kavram. Yaşlılar için ölüm korkusu ölümden sonrasını kestirememek gibi olsa gerek; yetişkinler içinse dünya zevklerinden mahrum kalmak gibi... Emin olduğumsa bir çocuk için ölüm korkusu, sevdiklerini kaybetmenin korkusudur. Sevdiklerinden birini kaybettiğinde ona ne olduğunu anlamaya başlar ve kendini diğerlerine hazırlar. Ama sevdiklerini henüz kaybetmemiş benim gibiler bu korkuyu hâlâ içlerinde taşırlar. Şimdi hayattaysa dedeleriniz ve nineleriniz, “çocukken çok severdim ama şimdi işimdeyim gücümdeyim, arayıp soramıyorum” diyorsanız, demeyin. Gidin, sarılın, öpün. 30 yaşınızda da olsanız, torun torundur.
TON NO’NUN TEOR S “Dedem Bir Kiraz Ağacı” romanının kahramanı olan Tonino’nun iki dedesi ve iki ninesi var. Babasının anne ve babası olanlarla birlikte yaşıyorlar. Annesinin anne ve babası olanlar ise 40 kilometre uzakta bir köyde yaşadıkları için Tonino onları ayda bir ya da iki kez görebiliyor. Anneannesinin ani ölümüyle, “ölüm”le tanışan Tonino, dedesiyle daha fazla vakit geçirmeye başladığında kendine bazı sorular soruyor.
Bu soruları zaman zaman annesine de soruyor ama istediği yanıtları alamayınca sormaktan vazgeçiyor. Tonino ölen anneannesine ne olduğunu anlamaya çalışırken bir teori üretiyor: Ölen insanları bir daha göremiyorsak başka bir şeye dönüşüyor olabilirler, bu şey de onların sevdikleri bir şey olabilir. Bu durumda Tonino’nun anneannesi bir kaza dönüşmüş olabilir. Peki, eğer dedesi de ölecek olursa neye dönüşebilir? “Hiç kuşkum yoktu. ‘Bir kiraz ağacına,’ diye cevap verdim. ‘Ya sen?’ ‘Henüz düşünmedim, belki bir kuş olmak hoşuma gider. Böylece, gelip seninle arkadaşlık eder ve bütün kirazlarını yerdim.’ Dedem gülümsedi, ama yorgun bir hali vardı.”
KAZ LE KÖPEK Tonino beni aynı anda hem gülümsetip hem hüzne boğmayı başardı. Ara ara kaz ile köpeğin davranışlarını inceleyip, zekalarını kıyaslıyor. Bir kaz, evcil bir köpekten daha akıllı olabilir mi? Eğer kaz çok sevdiğiniz dedenizin kazıysa muhakkak daha akıllıdır. Ama bu kaz bir de Ottaviano Dede’nin Alfonsina’sıysa tüm canlılardan da zeki olması mümkün. Yine de Alfonsina’nın zekası bizi gülümseten bir ayrıntı sadece, onu asıl değerli yapan Anneanne Teodolinda’nın emaneti olması. Tonino anneannesinden dedesine, de-
ÇOCUKLAR İÇİN
desinden de kendisine emanet edilen her şeye sahip çıkacak: Alfonsina’ya, dedesinin belediye tarafından alınmaya çalışılan evine ve dalları üstünde birlikte anıları olan, zaman zaman anneannesinin bir melek olarak gelip dallarındaki kuşlara ağzıyla yem verdiği Kiraz Ağacı’na… Yaklaşık yirmi dile çevrilen, çağdaş çocuk klasikleri arasında kabul edilen ve Türkçede ilk kez Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan “Dedem Bir Kiraz Ağacı”, dede ile torun ilişkisini olabilecek en sevimli dilde anlatan, unuttuğumuz şeyleri hatırlatan ve mutlaka çocuğunuzun kütüphanesinde bulunması gereken değerli bir kitap. Hatta bazı kısımlar dönüp dolaşıp tekrar okumak isteyeceğiniz kadar içten, çocuksu ve hüzünlü. Bunlardan biri Tonino’nun, anneannesinin kalbindeki diken yüzünden çekip gitmesinden sonra, bu diken dedesinde de varlığını göstermeye başlayınca çocuk kalbindeki sevgiden türeyen korkular yüzünden gördüğü rüya: “O gece rüyamda anneannem Teodolinda’yı gördüm. Üstünde beyaz bir doktor önlüğü, kucağında da Alfonsina vardı. Anneannem çok neşeliydi ve gülümsüyordu; dedeme, kalbindeki dikeni çıkaracağını söylüyordu. Dedemse, bir yatağa uzanmıştı. Tıpkı nehirde yıkandığımız günkü gibi, üstünde yalnızca donuyla salam gibi bağlanmıştı. Dedem de gülümsüyor ve anneanneme, çabuk olmasını, çünkü bostana gitmesi gerektiğini söylüyordu. Bunun üzerine anneannem, Alfonsina’nın kanatlarından bir tüy çekip çıkardı ve dedemi gıdıklamaya başladı. Dedem bir yandan gülerken, bir yandan da, ‘Dur Linda, dur!’ diyordu. Sonra hiçbir şey görmedim; daha sonra da, anneannem avluda hayalet giysileri içinde, elinde o tüyle kazları kovalıyordu. ‘Dedemin dikenini çıkardın mı?’ diye sordum. Ama anneannem cevap vermedi. Uyandığımda, ne düşüneceğimi bilmiyordum.” İyi okumalar diliyorum. (Dedem Bir Kiraz Ağacı, Angela Nanetti, Resimleyenler: Anna ve Elena Balbusso, çev: Sema Tuksavul, Günışığı Kitaplığı, 158 s. (8-12 yaş)
Çocuk edebiyatımızın güçlü öykü yazarı Zeynep Cemali, bu kez İstanbul’da geçen birbirinden ilginç çocukluk anılarını aktarıyor. Yazarın tarih sırasıyla kaleme aldığı öykülerdeki, her çocuğun hayranlıkla bağlanacağı, sürprizlerle dolu, sıradışı baba karakteri, usta bir öykücü olan Cemali’nin tüm yaşamını biçimlemiş. Her yaştan insanın severek okuyacağı bu kitabı, baştan sona ya da tek tek öyküler halinde okumak mümkün.
(Zeynep Cemali, Gün Kitapl , 160 s., 8-12 ya )
Kanatlı Düşler “Kanatlı Düşler”, usta bir şairin kaleminden süzülen hayat dolu dizeleri ve Serap Deliorman’ın resimleriyle harikalar diyarına aralanan bir kapı gibi. Etkileyici tasarımı ve renkli sunumuyla “Kanatlı Düşler”, hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı çocuk kitaplarından biri… Şair, doğa, hayvan, aile, arkadaş ve çevre sevgisi ile ilişkileri konulu şiirlerine yer verdiği kitabında ayrıca, kısa üçlüklerden oluşan serpmelerini de gün yüzüne çıkararak farklı bir tat sunmuş şiir sever çocuklara…
(Erol Büyükmeriç, Resimleyen: Serap Deliorman, Tudem Yay nlar , 64 s.)
Aydınlık KİTAP
SAHAF
23 MART 2012 CUMA
21
Yedi ülkeden izlenimler “Şu Bizim Rumeli”, dört ay süren Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Yunanistan ve Romanya gezilerinden notlar içeriyor
Basın tarihimize, özellikle röportaj ve izlenim-gezi yazılarındaki ustalığı nedeniyle “duayen” olarak geçen isimlerden Yılmaz Çetiner (1927-2006), 1964’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “İnanç Sömürücüleri / Nurcular Arasında” ile “Amerikan Yardımı ve Gerçekler” başlıklı yazı dizileriyle büyük ses getirmiş, Gazetecilik Başarı Armağanı’na değer görülmüştü. Çetiner’in sahaflardaki “gömülü hazineler”den biri niteliğindeki “Şu Bizim Rumeli” adlı kitabı ise 25 Eylül-9 Kasım 1966 tarihleri arasında Cumhuriyet’te yayımlanan gezi yazılarından oluşuyor. Kitabın kapak tasarımının Fikret Otyam tarafından yapıldığını da belirtelim. “Şu Bizim Rumeli”, dört ay süren Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Yunanistan ve Romanya gezilerinden notlar içeriyor. Kitabın önsözünü Yakup Kadri Karaosmanoğlu yazmış ve şöyle demiş: “O zamanlardan bugünlere kadar arada geçen bir sürü facialı olaylara rağmen Yılmaz Çetiner’in bu kitabında da Rumeli’ye ‘Şu Bizim Rumeli’ dedirtecek olayların hikayesile karşılaşıyoruz. Zehra nine hâlâ bir türlü Tuna kı-
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Samsun / Filiz Kitabevi
Özveriyle yaşayan kitap yuvası Nazlı Çetin Samsun dendiğinde akla ilk 19 Mayıs 1919 gelir genellikle. Milli mücadelenin başladığı bu güzel şehir 9 Eylül 1993’ten beri sıfatlarına büyükşehiri de ekledi. 1975 yılından beri eğitim veren Ondokuz Mayıs Üniversitesi ve üniversite hastahanesiyle, limanıyla Karadeniz’in en önemli şehri olan Samsun’da aradığınız birçok şeyi bulmak mümkün. Fakat konu kitabevi olunca iş değişiyor. Karşımıza Filiz Kitabevi’nden başka pek bir yer ne yazık ki çıkmıyor. Filiz Teyze ile Hüdaverdi Amca’nın büyük zorluklara rağmen özveriyle ayakta tuttukları Filiz Kitabevi’nin 50 yıllık bir tarihi var, o zamanlar Hüdaverdi amcalar kitapları ve bir araba ile tüm Karadeniz’i dolaşıp kitap dağıtımı yapmış, Aziz Nesin’den, Orhan
Kemal’e birçok yazarımızın kitaplarını tüm Karadeniz’e ulaştırmışlar. Hatta bu yüzden çok defa da gözaltılar görmüş ama umutlarını ve cesaretlerini hiç yitirmemişler. Filiz teyze “Çok paramız yok ama 50 yıldır gencinden yaşlısına birçok insanın uğramadan edemediği küçük bir kitapçı dükkanımız var, bizi mutlu eden de bu ama daha da çok kitap okunması gerekiyor” diyor. Bugünlerde ise Filiz Kitabevi sahaf olarak işliyor. Hüdaverdi Amcayı yakın zamanda kaybeden Filiz Teyze hâlâ kitapçıyı her gün açıp okuyucuları bekliyor. Samsun’un kitabevi eksikliğini büyük ölçüde gideriyor. Özellikle de gençlere ucuza kitap imkânı sunuyor. Son olarak Filiz Teyze’nin küçük ricasıyla bitirelim. Okuyucuya daha çok ve daha ucuza kitap sağlamaya çalışan Filiz Teyze kitaplarınızı bekliyor.
yılarını terk etmek istemiyor; buralarda belki açlığından ölüp kalmayı, çocuklarının yanına gitmeye tercih ediyor. Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya köylerinde hâlâ bizim türkülerimiz söylenip, bizim sazlarımız çalınıyor.” Yılmaz Çetiner de “Altı asır üzerinde beraber yaşadığımız, kaynaştığımız, bugün o toprakların sahibi olan kardeş milletlerle acı tatlı hatıralarımızı tazelemek, anmak, herhalde bizi birbirimize daha yakınlaştıracaktır. Dostluk ve kardeşlik temennisiyle…” diyor kitabın girişinde. Dolaştığı ülkelerdeki Türk izlerini şovenizme kaçmadan süren, günlük yaşamdan ilginç ayrıntılar yakalayan, tarihe bakışı ile güncel durumu birbirine karıştırmadan sunan Yılmaz Çetiner, çarşılardan, köprülerden, türbelerden, kahvelerden, kuaförlerden Rumeli manzaraları aktarıyor. Yayınevi ve yayın tarihi yazmayan, yalnızca Ankara’da Başnur Matbaası’nda basıldığı belirtilen kitabın o zamanki fiyatının 10 lira olduğunu da belirtelim. (Şu Bizim Rumeli, Yılmaz Çetiner, 314 s.)
22
Aydınlık KİTAP
23 MART 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Derslerin çoğunu kendi okuturdu. Bilgiç bilgiç sözler etmeden, tumturaklı fikirler ileri sürmeden kalkar, bir bilimin ruhuna inmeyi ve genç öğrenciler için bile bunun faydasını bir bir anlatmayı bilirdi. Zaten, vatandaşları yaratmaya gerekli bilimleri okuturdu yalnız. Derslerinin büyük bölümü genç delikanlılara okuldan çıkarken kendilerini bekleyen şeyi anlatmaya dayanırdı; onlara yarınki mesleklerini o kadar derli toplu açıklardı ki öğrenciler bu mesleği daha şimdiden hayallerinde yaşatırlardı.
2
Yüzbaşıya göre, emri altında bulunan bütün jandarmalar, bir işe yaramaz reziller, bencil kişiler, sahtekarlar ve içki ile biradan başka hiçbir şey anlamaz insanlardı. Maaşları da çok az olduğundan rüşvet alıyorlar ve böylece yavaştan batırıyorlardı asil Avusturya İmparatorluğunu. Tek emniyet ettiği kimse, kumandanlıktaki çavuşuydu ki, çavuş her meyhaneye gidişte şöyle derdi çevredekilere: Bugün bizim sallabaş inekten gene bir aferin aldım.
3
“Kim senden korkuyorsa, sen ondan daha çok korkmalısın. Teşkilatı Mahsusa’da öğrendiğim tek doğru şey bu oldu. Doktor Nazım, ne kadar azılı mahpus varsa hepsini Teşkilat’a alırken sinmiş korkularla, açık hayranlıkları arayıp durdu. Doktor, kullanacağı kumaşı avucunda okşamaya meraklıdır.” Gazi, tek bir hareket göstermeksizin dinliyordu. Sonuna kadar sessiz kalıp, bir sevgi gösterisiyle ağzı açılmış bu sır küpünün içindekileri bilmek istiyordu.
a) Cengiz Aytmatov / İlk Öğretmen
a) James Joyce / Dublinliler
a) Kemal Tahir / Kurt Kanunu
b) Reşat Nuri Güntekin / Çalıkuşu
b) Yaroslav Haçek / Kahraman Asker Şvayk
b) Attila İlhan / Allahın Askerleri
c) Nikolay Gogol / Ölü Canlar
c) Gunther Grass / Teneke Trampet
c) Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Bir Sürgün
d) Maksim Gorki / Benim Üniversitelerim
d) Peter Handke / Karanlık Bir Gecede
d) Falih Rıfkı Atay / Çankaya
e) Jack London / Martin Eden
e) Mario Vargas Llosa / Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu
e) Yılmaz Karakoyunlu / Üç Aliler Divanı
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(b)
2-(a)
3-(c)
Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA Soldan sağa 1. Resimdeki yazar - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü 2. nce, yumu ak tüylü f rça - lemelerde kullan lan, gümü görünümünde parlak s rma ya da metal tel iplik - Brom’un simgesi - Holmiyum’un simgesi 3. Kas - eytani, ifritçe niyet, kötü dü ünce 4. Kay nbirader - Beden yap s - Polonyal 5. ki veya daha çok katl ev - H rvatistan’da bir liman kenti - Fas’ n plakas 6. Yemek, yiyecek - Bir tar m arac - Türk Standartlar
Enstitüsü (k sa) 7. ridyum’un simgesi - Bir tembih sözü - talya’da bir rmak - Hayvanlarda semizlik 8. Bir sebze - Su yosunu - Bir cetvel türü 9. En küçük sosyolojik birim; familya - öhret 10. Uyku - Ba lama, mazur görme - Herhangi bir eye göre daha ötede olan yer 11. “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Duman lekesi - Öç almay güden öfke, kin, intikam duygusu - Beyaz 12. Vilayet - Dolmu yapan at arabas - Doyma, doymu luk 13. Manzumenin sat rlar ndan her biri, dize - Elma, armut
kurusu - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s 14. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Bir tür tatl çörek nci Aral’ n “Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay k görülmü kitab - Bal yapan böcek 15. Halit Ziya U akl gil’in bir roman - lkel bir silah Yukarıdan aşağıya 1. Niyobyum’un simgesi - lk edebi roman m x - Bir kimsenin kendisine ili kin olarak ba kalar nda yaratmak istedi i ya da b rakt izlenim 2. Saha, meydan - “... Güler” (foto rafç ) - Anlama, dü ünme gücü, bilme yetisi 3. Övgü için yaz lm iir - ncelikten yoksun, terbiyesi, görgüsü k t, nezaketsiz - Çölde esen rüzgar 4. Seciye, karakter - Tatbiki, pratik, uygulamal - S k gözlü bir bal k a türü 5. Semer veya eyer ba lamakta kullan lan yass kemer - Harç al p sürmeye yarayan, yass demirden yap lm , tahta sapl bir duvarc ve s vac arac - Akdeniz bitki örtüsü 6. Bön, avanak, budala - Ard ç a ac n n meyvesi - Bir kimsenin veya ailenin içinde ya ad yer, konut, hane 7. Notada duraklama i areti - Avuç içi - Madeni para 8. Kullanma süresi - Baryum’un simgesi 9. ki kulplu antik testi - Hükümle ilgili, tüzel 10. Japonya’da buda rahibesi - Temiz - Sahip - Rey 11. Parlak beyaz kal n ka t - Küçük ma ara - “... Güler” (foto rafç ) 12. Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü Favori - Gül toplayan 13. Türk liras (k sa) - M s r’ n plakas - Bir soru sözü - I n 14. “Fena de il” anlam nda bir söz - laç, merhem - Bir binek hayvan - Tanr - Yunanca’da bir harf 15. Bir airimiz
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
KHA9;BB :;DÞÖ7B`Û7DB7H7ÞfP;BÞ8?HÞAKBmF
59H;JI?PÝmO;ÝEBC7AÝ?Õ?D
HE<;IOED;BB;HÞ KBm8m L7DJ7@B`ÝAEDKÚC7ÝF7A;JB;H?D:;DÝ=?O?C}ÝO;C; ?ÕC;}ÝI;O7>7J}ÝI?D;C7ÝL;Ý 7A`BB`ÝJ;B;<EDÝA7CF7DO7B7H`D7ÝA7:7HÝÕ7B`Ú7DB7H`DÝ?>J?O7ÕB7H`D7ÝfP;BÝ F;AÝÕEAÝ7L7DJ7@Ý8KÝAKBmFJ;ÝI?P?Ý8;AB?OEH
7CF7DO7B7HÝ KHA9;BBÝ HE<;IOED;BB;HÝ KBm8mÝmO;I?Ý8?H;OI;BÝ>7JB`Ý78ED;B;HÝ?Õ?DÝ=;Õ;HB?:?H Ý KBm8;ÝmO;ÝEBC7AÝm9H;JI?P:?H Ý 7CF7DO7B7H`D:7DÝO7H7HB7DC7AÝ?Õ?D}ÝAKBmFÝÚ?<H;I?D?DÝ7B`ÚL;H?ÚÝ;ID7I`D:7}Ý 7CF7DO7B7HÝ KHA9;BB HE< E ;IOED;BB;H KBm8m mO;I? 8?H;OI;BÝ>77JB` 78ED;B;H ?Õ?D =;Õ;HB?:?H KBm8; mO m ; EBC7A m9H;JI?P:?H 7CF7DO7B7H`DD:7DÝO7H7HB7DC7A ?Õ?D}ÝAKBmF Ú?<H;I?D??D 7B`ÚL;H?ÚÝ;ID7I`D:7} >7JÝDKC7H7I`Ý?B;Ý8?HB?AJ;ÝA7I?O;H;Ý ÝI7J`ÚÝ=fH;LB?I?D;Ý8?B:?H?BC;I?ÝO;J;HB?:?H Ý KBmFÝÚ?<H;I?ݱ±±± O;Ý Ý ÝO7P`FÝ7B`DC7AJ7:`H ÝÙ?<H;Ý7BC7ÝJ7B;8?Ý°Ý Ý Ý¯}³Ý ÝEB7H7AÝm9H;JB;D:?H?B?H Ý HE<;IOED;BÝ >7J DKC7H7I` ?B; 8?HB?AJ; A7I?O;H; ÝI7J`Ú =fH;LB?I?D; 8?B:?H?BC;II? O;J;HB?:?H KBmF Ú?<H;I? ±±±± O; O7P`F 7B`DC7AJ7:`H Ù?<H; 7BC C7 J7B;8? ° ¯}³Ý EB7H7A m9H;JBB;D:?H?B?H HE<;IOED;B C7AI?C KBmFÝ =;Õ;HB?Ý EB:K×KÝ EB7DÝ <?HC7B7H`DÝ KBmF Ù?<H;I?}Ý Ù?<H;I?}Ý =;Õ;HB? EB::K×KÝ ²¯Ý ²¯ =mDBmAÝ ImH;Ý ImH;Ý ?Õ?D:;Ý ?Õ?D:; C7AI?CKCÝ CKC °¯Ý °¯ A;PÝ A;P AKBB7D`B78?B?H Ý AKBB7D`B78?B?H ØD:?H?CB;H}Ý ØD:?H?CB;HH}}Ý A7CF7DO7O7Ý A7CF7DO7O7 :7>?BÝ EB7D <?HC7B7H`DDÝ 8;B?HB;:?×?Ý mHmDB;H:;Ý mHmDB;H:;Ý L;Ý L; Ú7HJB7HÝ Ú7HJB7H ?B;Ý ?B;; =;Õ;HB?:?HÝ L;Ý L;Ý 87ÚA7Ý 87ÚA7Ý A7CF7DO7B7HB7 8?HB;ÚJ?H?B;;C;P Ý 7CF7DO7 A7FI7C`D:7 I7J`D 7B`D7DÝmHmDB;H:;D C7HA7 I7>?8?Ý<?HC7 L; C7×7P7 IEHKCBK:KH Ý5HmDB;HÝ?B;Ý?B=?B? ?7:;}Ý:;×?ÚJ?HC;} J7C?H7J =?8?ÝJ7B;FFB;H:;DÝ KHA9;BBÝ>?Õ8?HÝ A7CF7DO7B7HB7Ý8?HB;ÚJ?H?B;C;P Ý 7CF7DO7ÝA7FI7C`D:7ÝI7J`DÝ7B`D7DÝmHmDB;H:;DÝC7HA7ÝI7>?8?Ý<?HC7ÝL;ÝC7×7P7ÝIEHKCBK:KH Ý5HmDB;HÝ?B;Ý?B=?B?Ý?7:;}Ý:;×?ÚJ?HC;}ÝJ7C?H7JÝ=?8?ÝJ7B;FB;H:;DÝ KHA9;BBÝ>?Õ8?HÝ Ú;A?B:;Ý IEHKCBK :;×?B:?H KHA9;BB A7CF7DO7 ImH;I?D? :;×?ÚJ?HHC;}Ý A7FI7C`D`Ý I`D`HB7C7 L; L;O7 =;D?ÚB;JC; >7AA`D` I7AB` JKJ7HH} <?HC77 J7H7<`D:7D =;J?H?B;D I`D`HB7C7B7H:7DD IEHKCBK JKJKB7C7P Ú;A?B:;ÝIEHKCBKÝ:;×?B:?H Ý KHA9;BBÝA7CF7DO7ÝImH;I?D?Ý:;×?ÚJ?HC;}ÝA7FI7C`D`ÝI`D`HB7C7ÝL;Ý ÝL;O7Ý=;D?ÚB;JC;Ý>7AA`D`ÝI7AB`ÝJKJ7H}Ý<?HC7ÝJ7H7<`D:7DÝ=;J?H?B;DÝI`D`HB7C7B7H:7DÝIEHKCBKÝJKJKB7C7P Ý 7CF7DO7ÝÚ7HJB7H`D`D <7HAAB`ÝKO=KB7D:`×`Ý:KHKCB7HÝL; JmCÝ:;J7OB`Ý8?B=?Ý?Õ?D ÝMMM JKHA9;BB 9EC JH 7CF7DO7ÝÚ7HJB7H`D`DÝ<7HAB`ÝKO=KB7D:`×`Ý:KHKCB7HÝL;ÝJmCÝ:;J7OB`Ý8?B=?Ý?Õ?D ÝMMM JKHA9;BB 9EC JH