2012 03 30 mart kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

35 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 168

30 Mart 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı:5 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Distopya mı, klasik bir “Survivor” hikâyesi mi?

Gerçek, olgularda aranır

İslam tarihinin belirleyicileri

e v n a k r A Hüsnü ’ r a l r u b O , r a l t A , r e l e ş k e n e ‘M

r n a l n a l r k , n ü c Gü an m o r n r a l n a y o ve kar k

Ursula K. Le Guin ve çizgide yürümek

Çocuklar için Sherlock Holmes



Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Sabahattin Ali

s. 4

Boşluktaki tırnak izleri

s. 4

Kütüphane Haftası kutlu olsun!

Distopya mı, klasik bir “Survivor” hikâyesi mi?”* s. 5 Zülal Kalkandelen’den “İdris Küçükömer’in Tezleri / İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” s. 6 “Sızıntı” ya da Gerçeği Olgularda Aramak

s. 7

Stephen Hawking ve “Büyük Tasarım” Bir varmış bir yokmuş!

s. 8

Mecit Ünal: Gülden Terazi

s. 9

Çizgide Yürümek

s. 10

“İslam’da 50 önemli isim”

s. 11

KAPAK: Hüsnü Arkan ve “Menekşeler, Atlar, Oburlar”

s. 12-13

Enver Gökçe üzerine bir kitap

s. 14

Seyyit Nezir: Arakablo

s. 15

Türk Şiiri’nin ayrık sesi: Nilgün Marmara s. 16 Bir kitap bir film

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuklar için

s. 20

Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi

s. 21

Alıntı test ve Bulmaca

s. 22

Irmak Zileli

. KITA P

ÖneriYorum

1)

Spinoza Problemi, Irvin Yalom, Kabalcı Yayınevi Tarihteki iki zıt kişilik üzerinden aklını ve vicdanını hiçbir otoriteye teslim etmemenin felsefesi üzerine düşünmek, özgürlük ile bağsızlığın ayrımına varabilmek için... Yalom’un öteki kitaplarına geçmek için bir köprü de olabilir... Henry ve June, Anais Nin, Everest Yayınları 2) Yazar Anais Nin’in aşkı ve kadınlığı keşif yolculuğuna eşlik ederken, kendimizi de keşfetmek için. Kişinin kendine dönük sorgulayışı, dürüstlüğü ve cesaretin önemi üzerine düşünmek için. 3) Son Adım, Ayhan Geçgin, Metis Yayınları

Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ

Yarım yüzyıla yaklaşan bir süredir, tam olarak 48 yıldır düzenlenen bir “etkinlik haftası” var ülkemizde: Kütüphane Haftası. 26 Mart’ta başladı, 1 Nisan’da sona erecek... Hafta, uluslararası katılımla Hatay’da başlatıldı. Türk Kütüphaneciler Derneği, internetteki kitap satış sitesi idefix ve 800 yayınevinin katılımıyla, 1 milyon kitap yüzde 50 indirimle okurlarla buluşacak. Ayrıca tüm illerde yarım saatlik kitap okuma eylemleri düzenlendi, hafta boyunca kütüphaneler hakkında konuşmalar yapıldı, sempozyumlar gerçekleştirildi... Türk Kütüphaneciler Derneği Genel Başkanı Ali Fuat Kartal, haftanın ana temasının “Bilgi, Toplumu Çoğullaştırır” olduğunu vurguladı, çokkültürlülüğün üzerinde durdu, kütüphanelerin bilgi özgürlüğünü garanti altına alan yerler olduğunun altını çizdi, “Hatay gibi çokkültürlü yapıya sahip olan yerlerde bu etnik grupların dillerine yönelik koleksiyonlar oluşturmalıyız. Bu konuda Kültür ve Turizm bakanlığının iyi niyetli çabalarını destekliyoruz” dedi, “48. Kütüphane Haftası’nın demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye’nin oluşumuna katkılar sağlaması” dileğinde bulundu. Geçen yılki açılış Efes’te yapılmış, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay açılışta yaptığı konuşmada, “Kitabın değerini bilen bir medeniyetten geliyoruz, hayata ‘oku’ emriyle başlayan bir inançtan geliyoruz. Kitaba ve kütüphanelere yapılan hizmet ibadettir” demişti. Kuşkusuz, 48 yıldır kamuoyunda pek heyecan yaratmadan düzenleniyor olsa da böyle bir hafta, en azından pek çok Anadolu kentinde bakımsızlıktan ve personel yetersizliğinden ötürü doğru dürüst hizmet veremeyen kütüphanelerin gündeme gelmesi açısından çok önemli. Bakanların, dernek başkanlarının hafta dolayısıyla yaptıkları konuşmalarda dile getirdikleri de önemli. Ancak işin, daha doğrusu Türkiye’nin bir başka gerçeği daha var ve Kütüphane Haftası boyunca ne yazık ki üzerinde duran pek olmadı. Doğu Perinçek, Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Hikmet Çiçek, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Deniz Yıldırım, Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı ve daha onlarca yazar adı... Onlarca yazarın yüzlerce kitabı... Türkiye, şu an cezaevinde bulunan yazarlarının kitapları üst üste konulsa, ulaşılacak yükseklik açısından kesinlikle dünya rekoru kırar. Kitaplar üst üste değil yan yana konulsa da en azından “dünyanın çevresi” kuşatılmış olur... Acaba “Yazarları Hapiste Olan Kitaplar Kütüphanesi” de kurulur mu? Kütüphane Haftası herkese kutlu olsun!

Dış dünyayla bağları son derece zayıf, sevgi temelli aidiyetleri bile olmayan bir adamın “adım atamama” halini, var olma/olamama sorununu anlamak; hem toplumu, hem de köklerine yabancılaşan bireyi çözümlemek çözümlemek için. Görmek, Jose Saramago, Can Yayınları 4) Günümüz sistemlerinin artık çökmekte olduğunu, insanın ihtiyacına yanıt vermediğini didaktik değil, ironik bir dille anlatan, bu sistemin unsurlarını ti’ye alırken insana, topluma ve çağa ayna tutan bir roman. Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş, İletişim Yayınları Tam bir edebiyat şöleni! Kasaba insanının gerçeküstü dünyasını, büyülü bir dille anlatıyor Toptaş...

5)

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

Boşluktaki Sabahattin Ali tırnak izleri! (1907-1948) HAFTANIN PORTRES

Edebiyatımızda çok özel bir yer edinmiş olan Sabahattin Ali, Uğur Mumcu’nun deyimiyle “Türk yazınının binbir türlü çileden geçmiş soylu yazarlarından biridir.”

“Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi”. Piyade Yüzbaşısı “Hürriyetçi” Selahattin Ali Bey ile Hüsniye Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelen; “Kuyucaklı Yusuf”, “İçimizdeki Şeytan”, “Kürk Mantolu Madonna” adlı romanları; “Değirmen”, “Kağnı”, “Ses”, “Yeni Dünya”, “Sırça Köşk” gibi öykü çalışmaları; “Dağlar ve Rüzgar”, “Kurbağanın Serenadı” gibi şiir kitaplarıyla edebiyatımızda çok özel bir yer edinmiş olan Sabahattin Ali, Uğur Mumcu’nun deyimiyle “Türk yazınının binbir türlü çileden geçmiş soylu yazarlarından biridir.” 1927’de öğretmen okulunu bitirdikten sonra devlet bursuyla Almanya’ya gönderilen, Türkiye’ye döndüğü 1930 yılında ilk toplumsal-gerçekçi öykülerinin yayımlandığı “Resimli Ay” dergisinde Nazım Hikmet’le tanışan ve giderek tutuklamalar, kovuşturmalarla dolu bir yaşam sürmeye başlayan Sabahattin Ali 1932’de 14 aya mahkum olur. Cezaevi günlerinin ardından Almanca öğretmenliği yapmaya başlar, askere gider ve 1937’de kızı Filiz Ali dünyaya gelir. “İçimizdeki Şeytan” adlı ro-

manı dönemin gerici güçleri tarafından büyük tepki toplayan, Nihal Atsız’ın kendisi hakkında yazdığı bir yazıya karşı dava açan Sabahattin Ali, davayı kazanmasına rağmen çok sıkıntılı günler geçirir. Olaylı geçen duruşmalar sonucunda Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki görevinden alınan yazar, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. Tan gazetesi olayları sırasında Sabahattin Ali’nin çalıştığı “La Turquie” ve “Yeni Dünya” gazeteleri de tahrip edilir. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la “Marko Paşa”, “Malum Paşa”, “Merhum Paşa”, “Öküz Paşa” gibi siyasal mizah dergileri çıkaran Ali, bir dava nedeniyle 1948’de üç ay Paşakapısı Cezaevi’nde kalır. Tahliyesinin ardından işsiz kalan ve açlığa mahkum edildiğini anlayan usta yazar, yasal yollardan yurtdışına çıkamayacağını da anlayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Para karşılığı anlaştığı kaçakçı Ali Ertekin tarafından 2 Nisan 1948 günü sınırda öldürülür. Sonradan Ertekin’in milli istihbarat adına çalıştığı iddia edilecektir. “Dağlar” şiirinde “Şehirler bana bir tuzak / İnsan sohbetleri yasak / Uzak olsun benden, uzak / Benim meskenim dağlardır” diyen Sabahattin Ali’yi katledilişinin 64. yılında saygıyla anıyoruz.

Romanın baş kahramanı Victoire, bir sabah uyandığında; sevgilisi Felix’in yatakta, yanı başında ölü olduğunu görür. Önceki gece neler olduğunu, Felix’in neden öldüğünü, bu ölümle kendisinin ilintisi olup olmadığını dahi bilmez

DAĞHAN DÖNMEZ “Victoire kapıyı açık bırakıyordu ve Gerard merdivenleri çıkarken siyah kadifenin kenarları birbirine sürtünüyor, nefesi kesilmiş bir güvercinin, şikayet edercesine çıkardığı kesintili mırıltısını andıran pütürlü bir ses çıkarıyor, bu sesin tonu Gerard yukarı doğru çıkışını hızlandırdıkça tizleşiyordu. Gerard, Victoire’i karanlıkta uyanmış buluyor ve bir iki saat sonra birlikte uyuyorlardı.” Genç kadın, aralık bıraktığı kapıdan; usulca içeri sızan aşığı gibi karşılar hayatı. Uykuda! Şuuru yarı açık ve içgüdüsel. Tıpkı gecenin ortasında erkeğiyle sevişir gibi. Kapıyı kapatıp, zilin çalmasını beklemez veya Gerard’a bir yedek anahtar vermeyi akıl edemez. Mantık devre dışıdır. Gel gelelim, bir kaçağın psikolojisidir bu işte! Gündelik hayatın tüm tasarı ve hareket tarzlarını göz ardı edip, yalnızca uzaklaşma duygusuyla yaşamak… Romanın başkahramanı Victoire, bir sabah uyandığında; sevgilisi Felix’in yatakta, yanı başında ölü olduğunu görür. Önceki gece neler olduğunu, Felix’in neden öldüğünü, bu ölümle kendisinin ilintisi olup olmadığını dahi bilmez. Tek hatırladığı öğleyin Louis-Philippe ile yemek yediğidir. Kuşku ve korku, beyninin tüm hücrelerine yayılan bir hastalığa dönüşür. Victoire o andan itibaren, hayatı sonu gelmez bir uçuruma düşer gibi yaşayacak; birikmiş tüm parasıyla en uzağa giden trene atlayıp, bir yıl boyunca oradan oraya savrulacaktır. Kimi zaman metruk bir kasabada, kimi zaman yağmurdan bitap; tekinsiz bir kuytuda…Yola düşmenin beraberinde getirdiği tüm cefalara boyun eğecek, hatta polislerce yakalanma olasılığının yanında belki de bu uğursuzlukları memnuniyetle kabul edecektir. Romanı okuduğum esnada, zihnimde bir başka romanın ayak seslerini işittim. Echenoz’un Victoire’si ile Camus’un Yabancı’sı arasında, sessiz sedasız bir bağ kurmuştum. Yabancı, bilhassa annesinin ölümünden sonra,

bu istisnasız sonun kesinliği karşısında kayıtsızlaşacak; olağan olanın sınırları dışına taşarak, kaygısız ve müdahalesiz yaşayacaktır. Victoire ise, Felix’in ölümüyle birlikte, akıl almaz bir hayatın içine; Yabancı’nın aksine büyük bir kaygıyla fakat yine olağan olanın dışına çıkarak tabir-i caizse yuvarlanacaktır. İki kahraman ölümün soğuk yüzüne farklı tepkiler verse de, okuyucunun bu iki kahraman karşısında reaksiyonu aynıdır: “Neden böyle davranıyor? Niçin yapması gerekeni yapmıyor? “Victoire, bir yıl sonra yaşadığı kente döndüğünde Felix’in ölmediğini görecektir. Onunla konuştuğunda ise, bu uzun yolculuk boyunca zaman zaman karşısına çıkan Louis-Philippe’in bir yıl önce banyoda ölü bulunduğunu öğrenecektir. Yabancı’dan farklı olarak, Victoire’nin olağan dışılığının belki de tek sebebi; bu şizofrenidir. Tıpkı yarattığı karakter gibi, kaderiyle inatlaşan, ona kur yapan bir yazardır Jean Echenoz. İşsiz kaldığı dönemde, dosyasını 10 yayınevine gönderip; hepsinden red cevabı alan Echenoz, basılma ihtimali olmadığını düşünmesine karşın; son çare dosyasını Fransa’nın saygın yayınevlerinden Minuit Yayınlarına göndermiş ve bizzat yayınevi sahibi Jerome Lindon tarafından aranmıştır. Tesadüfe bakın ki, bu müjdeli haberin geldiği gün; yazar kendi mesleği ile ilgili bir iş teklifi de alacaktır. Lakin edebiyatın dikenli yoluna düşülmüştür bir kere! Sonraları, Türkçe’ye Doğan Kitap tarafından çevrilen, “Ben Gidiyorum” adlı kitabıyla Goncourt Ödülü’nün de sahibi olan yazar, yeni Fransız Romanının en iyilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Helikopter Yayınları’ndan basılan “Bir Yıl”, belki bir başyapıt değil ancak içinde birçok çıkarsamayı barındıran bir esin kaynağı! (Bir Yıl, Jean Echenoz, Helikopter Yayınları, Çev. Mehmet Emin Özcan, 51 s.)


Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

5

Distopya mı, klasik bir “Survivor” hikâyesi mi?”* On altı yaşındaki Katniss Everdeen annesi ve küçük kız kardeşi Prim’le 12. Mıntıka’da yaşamaktadır. Babası bir maden kazasında ölen Katniss ailesine bakmak için evlerinin arkasındaki ormanda avcılık ve toplayıcılık yapmak zorundadır tik müdahale ile kenMELİS YALÇIN dilerini gençleştirme Suzanne Collins’in peşindedir. MıntıkaPegasus Yayınlalarda ise yaşlılara hayrı’ndan çıkan “Açlık ranlıkla bakılır. Çok Oyunları” kitabı, zorlu yaşam koşullaGary Ross yönetrında yaşlanabilmek menliğinde çekilen bir maharet olduğunsinema filminin 23 dan saygı görür ve Mart’ta gösterime uzun yaşamın sırrı girmesiyle yeniden merak edilir. İnsanlar gündeme geldi. genellikle genç yaşDünya çapında çok larda açlıktan ölmeksatanlar listesine tedir çünkü.” Suzanne Collins giren ve kısa sürede On altı yaşındaki sıkı bir hayran kitlesi K a t niss oluşturan üçlemenin ilk kitabı bilimEverdeen annesi ve küçük kurgu özellikleri taşımasının yanı sıra kız kardeşi Prim’le 12. çeşitli felsefi sorunları da ele alıyor. Mıntıka’da yaşamaktadır. Bir zamanlar Kuzey Amerika olarak Babası bir maden kazabilinen bir yerde Panem halkı yaşasında ölen Katniss ailemaktadır, acımasız Capitol’ün etrafında sine bakmak için bir hat boyunca on iki mıntıka sıralanevlerinin arkasındaki ormıştır. Zamanında Capitol’e başkaldımanda avcılık ve toplayıran mıntıkaların isyanı kanlı bir şekilde cılık yapmak zorundadır. bastırılmış, hatta 13. Mıntıka bu sırada Oyunlarda kız kardeşinin yok edilmiştir. Açlık Oyunları Panem yerine geçerek ölüm cehalkına, o günlerin hatırasını canlı tut- zasını üzerine alır. Ancak ması ve tekrar ayaklanmalarını önle- Katniss daha önce de mesi için verilmiştir. Açlık Oyunları’nın ölüme yaklaşmıştır ve bu kuralları basittir; her mıntıka ayaklan- kez kız kardeşine söz malara karşı bir ceza olarak, haraç ola- verdiği için hayatta kalmak zorundadır rak adlandırılan iki evladını oyunlara ki bunun için tüm mıntıkanın da desgöndermek zorundadır. teğini almıştır. “Sonra hiç bekOyunlar toplamda 24 lenmedik bir şey oldu. En Gösteri haraç ile başlar, areazından böyle bir şey olnada yaşı 12-18 toplumu masını beklemiyordum arası değişen çoçünkü 12. Mıntıka’yı ele tem i ele tirisin cukların birbirini beni önemseyen bir alan yazar, popüler öldürüp tek galiyer olarak görmüyorbin olması amakültür ürünü olmay dum. Prim’in yerini cını güder. Bu, almak için öne çıktıydi ese etm cih ter isyan eden mınğım zaman bir kıpırtı e rahatl kla Georg tıkalara karşı olmuştu. Ve şimdi de Orwell, Ursula K. Le Capitol’ün güöyle görünüyor ki oncünü gösterme ların gözünde değer Guin, Aldous Huxley yoludur aynı zakazanıyordum. Önce gibi yazarlarla manda. “Bakın, çobiri, sonra bir diğeri ve nian labilirdi cuklarınızı nasıl hayet kalabalığın neredeyse tamamı sol ellerinin ortadaki elinizden alıp kurban edeüç parmağını dudaklarına götürüp biliyoruz. Ve sizin yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Parmağınızı birazcık benim için havaya uzatıyorlardı. Bu, kıpırdatacak olursanız, hepinizi yok mıntıkamızın çok eski ama nadir rastederiz. Tıpkı 13. Mıntıka’yı yok ettiği- lanan bir hareketiydi. Zaman zaman cenazelerde yapılırdı. Teşekkürler demiz gibi…” Açlık Oyunları kameralar tarafından mekti. Hayranlık ifade eder ve sevdiğisürekli izlenir, arena şartları özenle tasar- niz birine veda etmek anlamına lanır, bütün halk izler çünkü izlemek gelirdi.” Gösteri toplumu eleştirisini temele mecburidir. Ayrıca Capitol halkı özel bir ilgiyle izler. Çünkü Capitol’ün sömürge alan yazar, popüler kültür ürünü olmayı mıntıkaların aksine karınları tok, sırtları tercih etmeseydi rahatlıkla George Orpektir ve bu acımasız oyun, onlar için bir well, Ursula K. Le Guin, Aldous Huxley eğlencedir. “Capitol’de yaşlanmak, yaşlı gibi yazarlarla anılabilirdi. Ancak vergözükmek ayıptır, insanlar her türlü este- diği esaslı mesajlara rağmen kitabın bir

distopyadan çok cihlerini tartışAmerikan “reality mak yerine, show” havasında ol“Şimdi acaba ne duğunu söylersek olacak?” sorusuyazara pek haksızlık nun cevabını buletmiş olmayız. Yine maya çalışacak de yazarın, devlet gibi görünüyor. kontrolü, big brotEdebi niteliği tarher ve kişisel bağımtışmaya açık olsa sızlık gibi temaları da, “Açlık Oyunişlerken bir yandan ları”nın akıcı anda başkarakter Katniss’ın hayatta kalma latımı ve yarattığı heyecan dalgasıyla mücadelesini bize oldukça gerçekçi ve kafa dağıtmak için birebir olduğunu etkileyici bir şekilde anlattığı için övsöyleyebiliriz. güye değer olduğunu düşünüyorum. Filme gelecek olursak, Pleasantville ve Ayrıca yazarın bunu yaparken eserini Seabiscuit gibi başarılı filmlerin yönetsalt maceraya ağırlık veremeni Gary Ross’un bu defa da iyi iş çırek içi boş bir eğlenceliğe kardığını söyleyebiliriz. Eleştirmenlerden dönüştürmediğini, aksine olumlu yorumlar alan yönetmen, kitapta anlatılan kasvetli havayı, kanlı dövüşleri kitabın Stephenie Meyer’in ve aynı zamanda duygusal saharka kapağında da beneleri aynı rahatlıkla kolirttiği gibi bizi birtarmışa benziyor. çok gece Edebi Genç oyuncular uykusuz bıraniteli i Jennifer Lawrence kacak denli tart maya aç k ve Josh Hutcherkafa kurcason da oyunculayacağını olsa da, Açl k luklarıyla umut hatırlatmak Oyunlar ’n n ak c vaat ediyorlar. isterim. anlat m ve Yazarın Kazanmak yaratt heyecan üslubu ve ün ve talih anlakullanılan mına gelir. dalgas yla kafa dilin sadeliği özgün Kaybetmek da tmak için birebir metne bakıldığında çok kesin ölüm anlaoldu unu daha rahat anlaşılabilir, mındadır. kitabın okur tarafından saAçlık Oyunları söyleyebiliriz hiplenilmesi hikâyenin Katbaşlasın… niss’in sade ve akıcı dilinden anlatılmasına bağlanabilir ancak çeviri *Survivor(ing.), hayatta kalan son sürecinde bazı aksamaların olduğu kişi. açıkça belli oluyor. Neyse ki Suzanne (Açlık Oyunları, Collins olay örgüsünü o kadar ustaca Suzanne Collins, Pegasus Yay., oluşturmuş ki, okurlar çevirmenin terÇev. Sevinç Tezcan Yanar, s. 384)

KİTAPTAN Rue’ya bakmaktan kendimi alamadım. Her zamankinden daha ufak tefek görünüyordu. Yuvasında kıvrılmış uyuyan bir yavru hayvan gibiydi. Onu böyle bırakmaya gönlüm razı olmuyordu. Artık zarar görmeyeceğini biliyordum ama o kadar savunmasız duruyordu ki. Ölü haliyle en az onun kadar savunmasız görünen 1. Mıntıka haracından nefret etmek anlamsız geliyordu. Asıl nefret ettiğim bize, hepimize bunu yapan Capitol’dü. Gale’ın sesi beynimde yankılandı. Capitol aleyhinde atıp tutmaları artık anlamsız ve duymazdan gelinmesi ge-

reken sözler değildi. Rue’nın ölümü beni, Capitol’ün bize empoze ettiği acımasızlığa ve adaletsizliğe olan öfkemle yüzleşmeye zorluyordu. Ancak burada, güçsüzlüğümü evdekinden çok daha fazla hissediyordum. Capitol’den intikam almanın bir yolu yoktu. Değil mi? Sonra Peeta’nın çatıda söylediği sözleri anımsadım. “Ben sadece… Capitol’e bana sahip olamayacaklarını göstermenin bir yolu olmasını çok isterdim. Yani sadece oyunlardaki bir piyon olmadığımı.” Ve ne demek istediğini ilk defa o anda anladım.


6

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

ZÜLAL KALKANDELEN’DEN “ DR S KÜÇÜKÖMER’ N TEZLER / K NC CUMHUR YETÇ L N TEMELLER ”

Ölen bir “yeni”nin kökleri... Eserde İdris Küçükömer’in kişiliği ve tutumu, dönemin tanıklarının ve Küçükömer’in dostlarının dilinden tanıtılıyor. Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma” adlı eserine gönderme yaparak “Batılılaşma” ve “Batılaşma” kavramlarına açıklık getiriliyor CENK ÖZDAĞ “Güneşin altında yeni bir şey yok!” der bir Latin atasözü. Türkiye’de yapılan tartışmalar sıklıkla bu sözü doğrular. Buna karşın “yeniler” eskilerin dilinden geldiği sürece bu söz çok da yanlışlanabilir gözükmüyor. Zülal Kalkandelen’in yüksek lisans tezinin yayıma hazırlanmasıyla Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan “İdris Küçükömer’in Tezleri, İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” adlı kitabı ortaya çıkan “yeni”nin kökü olduğu iddia edilen “eski”yi yeniden ele alıyor. Türkiye televizyonlarının hemen hepsinde tartışılan asker-bürokrasi vesayeti, sivil toplum, Batılılaşma, modernleşme, ilerilik ve gerilik gibi kavramlar zaman içerisinde bükülmüş ve İdris Küçükömer’in tezleri bu bükülmüş düşünsel yapının en sağlam kökü olarak görünür olmuştur. Bu açıdan Zülal Kalkandelen’in eseri konuyu ele alışındaki netliği, bilimsel yaklaşımı ve hakikate bağlılığıyla güncelde yaşayan “eski”yi gözümüzün önüne getiriyor.

“BATILILA MA”YA AÇIKLIK Eserde İdris Küçükömer’in kişiliği ve tutumu, dönemin tanıklarının ve Küçükömer’in dostlarının dilinden tanıtılıyor. Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma” adlı eserine gönderme yaparak “Batılılaşma” ve “Batılaşma” kavramlarına açıklık getiriliyor, farklı Batılılaşma karşıtlarının ve yandaşlarının kullandıkları kavramsal çerçeveler sunularak Batılılaşmaya ilişkin daha nesnel bir kavrayışa ulaşılmaya çalışıyor. Söz konusu kitap salt İdris Küçükömer’in tezlerini ele almıyor, bunların yanı sıra Kemal Karpat’ın, Kemal Tahir’in düşüncelerini de irdeliyor ve tezlerin günümüzdeki uzantılarını İdris Küçükömer’e de haksızlık etmeden masaya yatırıyor. Küçükömer’in tezlerinin dayanakları ve izdüşümleri teker teker ele alınırken İsmail Cem, Mümtaz Soysal, Enver Ziya Karal, Niyazi Berkes, Halil İnalcık, Gülten Kazgan, Taner Timur, Emre Kongar gibi aydınların görüş ve saptamalarına da organik bir bütün içerisinde yer veriliyor. Tezlerin oluşturulduğu bağlamı, tezlerin dayandığı olguları ve bu olgulara “dayanan” yorumları analiz ederek kimi zaman olguların Küçükömer tarafından yanlış ele alındığını, bağlamın yanlış analiz edildiğini kimi zamansa olguların doğru alındığında dahi yorumlamaların yanlışlığını yorumları daha da ileriye götürerek olgularla gösteriyor.

TAR H E P BÜKMEK Sosyalist özlemleri olan fakat şemacı

bakış açısı ve yanlış kabulleri nedeniyle tarihi eğip büken bir aydın olarak tasvir edilmiş Küçükömer. Buna rağmen Küçükömer’in eleştirilerini yaparken kabul ettiği ölçütler o dönemin solunun ölçütlerinin birer kopyası niteliğindeydi ve kitapta da tezler sıralanırken ölçütlere değil olgulara ve olguların yanlış yorumlarına dikkat çekiliyor. Küçükömer’in tezlerinin başat hatasını tek bir cümleyle gösterebilmiş: “Geleceğe ait önerileri şimdiden nihaileştirip teleolojik bir biçimde ortaya atmamak”. Bu cümleye bir yenisini eklersek “sonuçlardan geçmişi ve bugünü analiz edip dünü unutmak” şeklinde özetlenebilecek temel mantıksal yanlışlık tezlerin tamamına yansımış. Küçükömer’in Tek Parti Dönemi’ne ilişkin işlettiği bu mantığı dikkate alırsak kimi başarısız iktisat politikalarının sonuçlarından hareketle en başta yöneticiler tarafından verili koşulların onandığı ve esasında bunların birer başarısızlık değil başarı olduğu kabul edilecektir. Buradan da sonuç olarak 1930’lu yılların ikinci yarısında görülen kişi başına düşen gelirin azalışı bilinçli bir politika olarak yorumlanmış olur ki bu çok zorlama ve olgulara ters düşen bir yorumdur. Küçükömer’in Türkiye’nin ekonomipolitik tarihi üzerine ortaya attığı tezlerin tamamı Osmanlı döneminin Batılılaşmasına koşut olan sözde askersivil bürokrat kesimin iktidarına ve bunun sonucu olarak yine kendisinin kategorileştirdiği iki yeni karşıta (BatıcıLaik ve Doğucu-İslamcı– ki bunlardan ikincisinin sol olduğu savlanırken birincisinin sağcı olduğu belirtiliyor) dayanıyor. Bu temel yanlışlardan kaynaklanan tezler ve bu tezlerle birlikte beliren yeni kabuller Zülal Kalkandelen tarafından teker teker seçilip ele alınıyor.

“BU NSANLAR DEVR M YAPAMAZ!” Türkiye halkının sosyolojik yapısını etnik ve kültürel bir temelde ele alan Küçükömer, verili yapının genetik bir yapı olduğunu ve bu açıdan bakıldığında Türkiye’de Batılılaşmanın (kast edileni daha doğru bir adlandırmayla belirtmek istersek “Modernleşme” yahut “Çağdaşlaşma” da diyebiliriz) halka uygun olmadığı, dahası halkın

buna yeteneksiz olduğu sonucu çıkmaktadır. Kitaptan aktarırsak “Ona (İdris Küçükömer) göre bu toplumun insanları devrim yapamaz”. Bu hatalı yargı Küçükömer’i yapılanın devrim olmadığı ve Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist bir savaş olmadığı şeklindeki (Kitaptan alıntılarsak “Küçükömer’e göre Kurtuluş Savaşı, proletarya öncülüğünde gerçekleştirilmediği için, antikapitalist ve antiemperyalist değildir) daha da büyük yanılgılara sürüklemiştir. Benzer şekilde aynı mantık hataları Anadolu insanının verili koşulları ve geleceğine ilişkin tüm incelemeleri en ufak bir tutarlıktan uzaklaştıran yargıların doğmasına da yol açmıştır. Sözgelimi Anadolu insanının verili koşullarının nedeni halkın etnik ve genetik yapısı olurken iktidarı elinde tutan İttihatçı–Kemalist yönetimin ekonomi-politik müdahalelerinin yetersizliği Anadolu insanının değişimine engel olmaktadır. Dolayısıyla ekonomi-politik ilişkilerinin belirleyiciliği Kemalizm eleştirisi boyunca Küçükömer tarafından sürekli kullanılırken Kemalizm karşıtı hareketlerde halkın değişmesine direnen, ekonomi-politik değişkenler yerine etnik ve genetik etmenleri şişiren anti-emperyalizm, tam bağımsızlık gibi ölçütleri tümüyle atlayan Küçükömerce unutulmaktadır. Özetlersek şemacı bakış açısı Marx’ın öngörülerini ve sosyalist yazının dünyanın değişik deneylerinden çıkardıkları sonuçları doğrudan Türkiye pratiğine aktarmanın sonucu olarak proletarya öncülüğü olmadığı için Kurtuluş Savaşı, bağlamına bakılmadan anti-emperyalist olarak görülmemekte devletçilik ise kapitalizmin gelişimini sekteye uğrattığı için sosyalizmden uzaklaştırıcı bir politik ilke olarak görülmektedir. Zaten Türkiye’deki siyasi özneleri yukarıda anıldığı şekle uygun olarak sol ve sağ diye ayırdığından Küçükömer’in sağcı olarak nitelediği Kemalistlerin devrim yapmaları olanaksız görünüyordu. Şema tarihe uymadığında tarihi şemaya uydurarak olguları çarpıtmak zorunda kalındığı açık bir biçimde gösteriliyor kitapta.

OYNAK KAVRAMLAR “Halka rağmencilik” eleştirisiyle halkın verili koşulları nelerse onlara uyan hatta onları körükleyen eğilimleri sol olarak değerlendiren Küçükömer, tek

parti sonrası DP ve 27 Mayıs sonrasındaki AP iktidarlarının politikalarını halkın istemlerine uygunluğu üzerinden ilerici bulmaktadır. İlerleme ve gerileme ilişkisini belirleme bakımından net bir ölçütün ortaya koyulamadığında bu kavramların ne kadar oynak olduğunu görmek bakımından Küçükömer’in tezleri çok öğreticidir. Gerek niyet gerek yöntem olarak Küçükömer’in, kendilerinin Küçükömer’in tezlerini “benimseyen” 2. Cumhuriyetçi aydınlardan farkları Kalkandelen tarafından göz ardı edilmemiş. Küçükömer anti-emperyalizme, bağımsızlığa, sosyalizme olumlu bir anlam yüklerken ve bunları özlemle anarken 2. Cumhuriyetçiler bu ilkelerin kendileriyle de ideolojik planda hesaplaşmaya kalkışmaktadırlar. Esasında bu kalkışma dahi felsefi temellerden yoksun olduğu halde bu ilkelerin simgesi olmuş tarihsel kişiliklerin ve/veya olayların karartılmasıyla ve bunlara ilişkin bilgilerin bükülmesiyle yapılıyor.

GÜNÜMÜZDE KÜÇÜKÖMER ETK S Kitabın özellikle son iki bölümünde günümüzdeki tartışmalara yoğunlaşılıyor. Başlıkları anmada fayda var: “Türkiye Batılılaşabilir mi?” ve “Günümüz İkinci Cumhuriyetçilerinde İdris Küçükömer Etkisi”. Bunlardan birincisinde Küçükömer ve İkinci Cumhuriyetçiler tarafından saldırılan Aydınlanma ve çağdaşlaşma düşüncesi, “Batı” sözcüğünün olumlu anlamıyla kullanılırsa “Batıyı Batı yapan değerler”in neler olduğu tarihsel olgulara ve felsefi metinlere gönderme yaparak açıklanıyor. İkinci bölümdeyse günümüzün liberal – ikinci cumhuriyetçi aydınlarının tutumlarıyla İdris Küçükömer’in tezleri arasındaki ilişkiler serimleniyor ve eleştirel bir gözle sunuluyor. Zülal Kalkandelen’in 2011’in Aralık ayında ilk baskısını yapan bu kitabı aklın tutulduğu, sansürler ve baskılarla halkın haber alma hakkının çiğnendiği ve halkın bir bütün olarak liberal tezler tarafından bombalandığı bir ortamda insanın büyük özlemlerine uzanan insanlar için bir ilaç niteliğinde. 2. Cumhuriyetçiliğin olguları ayan beyan çiğneyen tutumu karşısında sabırla ve inatla, bilimsel bir bakış açısıyla sorunu tarihsel kökleriyle ve simgesel bir aydın olarak İdris Küçükömer’in tezleri üzerinden ele alan Zülal Kalkandelen’in bu kitabı Türk aydını için bir baş ucu kitabı olmayı çoktan hak etmiş. (Zülâl Kalkandelen, İdris Küçükömer’in Tezleri, Cumhuriyet Kitapları, 159 s.)


Aydınlık KİTAP

“Sızıntı” ya da gerçeği olgularda aramak Mehmet Halit Gökalp “Sızıntı: Wikileaks’te Ünlü Türkler” ilk çıktığı andan itibaren büyük bir yankı yarattı. Nasıl yaratmasın? Kitap Türkiye ve ABD ilişkilerinin röntgenini çekiyor ve ülkenin nasıl bir batağa doğru sürüklendiği konusunda okuyucuya çok önemli bilgiler veriyordu. Neler yoktu ki bu röntgen filminde? Birbirini ABD’lilere gammazlayanlar, emperyalizmden aferin almaya çalışanlar, askerinin başına çuval geçirenlerin temsilcisine kendi genelkurmay başkanı hakkında mahrem bilgi servisi yapanlar, gizli hesaplar… Wikileaks belgeleri Ergenekon Tertibi’nin kimlerin izniyle ve nasıl gerçekleştiğine dair çok değerli ipuçları içeriyordu. Bu haliyle “Sızıntı”nın iktidar açısından bir sıkıntı kaynağı olması son derece doğaldı. Sadece iktidar mı? “Sızıntı” neoliberal çevrelerde de büyük bir sıkıntı yarattı. Kitap, Taraf’ın Wikileaks üzerinde kurmak istediği tekeli ortadan kaldırıyor; söz konusu gazetenin basın özgürlüğü kavramının nasıl ırzına geçtiğini gösteriyordu. Majestelerinin muhalifi Taraf, AKP’yi zor durumda bırakmamak için utanmadan sıkılmadan Wikileaks belgelerini tahrif etmiş, gizlemişti. “Sızıntı”nın yaptıkları bunlarla da sınırlı değildi. İki genç gazetecinin, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun, cezaevi koşullarında kaleme aldıkları bu kitap neoliberallerin Odatv Davası’nı “Ahmet-Nedim Davası”na çevirmesini de engellemişti. Kitabın başarısı, Ahmet Şık ve Nedim Şener dışındakilerin gazeteci olmadığının, yani dolaylı olarak cezalandırılabileceklerinin söylenmesinin önünü kapatmıştı. Görüldüğü üzere “Sızıntı”nın günahı büyüktü. ABD ile AKP arasındaki gizli ilişkileri açık etmiş, Ergenekon Tertibi’nin hazırlanmasında ABD’nin rolünü ve neoliberal çevrelerin ikiyüzlülüğünü göstermişti. Bu günahın karşılığı gelmekte gecikmedi. “Sızıntı” basının önemli bir kesimi tarafından hayalet muamelesi gördü. Birçok “büyük” gazete tartışma yaratan Wikileaks belgelerini ya görmedi ya da “Sızıntı”nın ve Pehlivan ile Terkoğlu’nun isimlerini anmadan kullandı. Geçtiğimiz günlerde Mesele dergisinin Mart sayısında Sarphan Uzunoğlu imzasıyla yayımlanan yazıyı da bu rahatsızlığın bir ürünü saymak gerekiyor. Uzunoğlu yazısında Pehlivan ve Terkoğlu’nun çalışmasının önemli olduğunu belirttikten sonra ikilinin kriptoları yorumlama tarzını pek beğenmediğini ifade ediyor. “Yorumlama tarzını beğenmeme” lafı ilk başta tuhaf gelebilir. Nitekim Uzunoğlu’nun, özensiz ve kötü bir Türkçeyle gereksiz yere uzattığı yazısında iki temel nokta dışında somut hiçbir eleştiri bulunmuyor. Okumaktan ziyade yazmayı sevdiği anlaşılan eleştir-

menimize göre “Sızıntı”daki kriptolar Ergenekon Davası’nın “itibarını” zedelemekte ve Kürt hareketini ABD’nin himayesinde göstererek “muktedirin 1990’lardan kalma konsepti etrafında dolaşmaktadır”. Uzunoğlu’nun yaşı başı “90’lardan kalma konsepti” hatırlamaya yeter mi bilemiyoruz. Ama Ergenekon Tertibi’ne dört elle sarılmasından, onun çeviri kokan Türkçesiyle söylersek, “muktedirlerin 2010 konseptinin etrafında dolaşmayı” pek güzel becerdiği anlaşılıyor. Uzunoğlu’nu rahatsız eden şeyleri daha iyi anlamak için örneklerle devam edelim. “Sızıntı”da yayımlanan kriptolarda bazı Emniyet yetkililerinin Ergenekon Operasyonu’yla ve AKP’ye muhalif kesimlerle ilgili ABD Büyükelçiliği’ne brifing verdiği söyleniyordu. Uzunoğlu’nun bu kriptoya ya da diğerlerine bir itirazı bulunmuyor. Bunların yanlış ya da çarpıtılmış olduğunu düşünmüyor. O halde sorun nedir? Yazısı dikkatle okunduğunda eleştirmenimizin ABD’nin Ergenekon Tertibi içerisindeki rolünün ortaya çıkmasından rahatsız olduğu anlaşılıyor. Bu da son derece normaldir çünkü ABD elçiliklerine rapor vermeyi meslek edinen “sosyalistlerimizin” Ergenekon Tertibi’ne bakış açılarıyla Uzunoğlu’nunki aynıdır. Rahatsızlığın temeli budur. Gelelim Sızıntı’da Kürt meselesiyle ilgili kriptolara. “Sızıntı”da Abdullah Öcalan ile MİT arasındaki görüşmelerle ilgili Wikileaks belgelerinden bahsediliyor. Mesela Bağdat kaynaklı 13 Mart 2008 tarihli bir raporda Başbakan Erdoğan’ın PKK ile müzakerelerle ilgili MİT Müsteşarı Emre Taner’i görevlendirdiği belirtiliyor. Diğer belgelerde Talabani ve Barzani’nin ABD’lilerle nasıl “sıcak ilişki” içerisinde olduğu, PKK ile yapılan görüşmeler ayrıntılarıyla gösteriliyor. Merak edenler için hemen söyleyelim; Wikileaks belgeleri Kürt meselesiyle ilgili çok kıymetli bilgiler içeriyor. Üstelik bunların önemli bir kısmı “Sızıntı”da da yer almıyor. Örnek mi? Akla hemen ABD’nin Beyrut Büyükelçiliği’nden 5 Temmuz 1985 tarihinde “çok gizli” olarak gönderilen raporda Kürt yazar Mehmet Uzun’un ABD Büyükelçiliği’ne giderek ABD’nin Kuzey Irak’a müdahalesini istediğini anlatan Wikileaks belgesi geliyor. Peki, bu belgeler yanlış mı? Çarpıtılmış mı? Hayır. En azından Uzunoğlu böyle bir iddiada bulunmuyor. Ama yine de kafasındaki şablona uymayan bu olgulara “Kürt hareketini ABD’nin himayesinde gösteriyor” diye itiraz ediyor. Himaye ilişkisini gösteren “yorumlama tarzı” değil olgulardır. AKP adına sağa sola saldıranların, Kürt hareketindeki hata ve zaafları eleştirmek yerine gerçeklere savaş açmayı tercih edenlerin etrafa “muhalif olmayı” öğrettiği bir ülkede ideolojik sefalet kavramını hatırlamak gerçekten önemlidir.


8

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

ert Einstein) “Evren hakk nda anla lmas en zor ey, anla labilir olmas d r” (Alb

Bir varmış bir yokmuş

İngiliz fizikçi ve evrenbilimci Stephen Hawking ile Amerikalı fizikçi Leonard Mladinow soru sormayı unutmayan azınlıktan. Büyük Tasarım’da küçükken hepimizin sorduğu ve tatmin edici bir yanıt alamadığı soruların çok benzerlerine yanıt arıyorlar MURAT HATUNOĞLU “Anne ben nasıl oldum?” “Babanla biz evlenince Allah seni karnıma koydu, dokuz ay bekletti, karımda büyüttü; sonra da sen doğdun.” “Peki Allah kim?” “O hepimizi ve her şeyi yaratandır.” “Allah nerede?” “Gökte. Aslında her yerde.” “O zaman niye onu göremiyoruz?” “Onu biz göremeyiz. Ama o bizi görür.” “Niye?” “Çünkü öyle yaratmış. Büyüyünce öğrenirsin.” Çoğumuzun varoluşumuzla ilgili soruları, -muhtemelen bu sorulardan çok da ileri gidemeyecek, zira gitmesine müsaade edilmeyecek olan- varoluş merakı ve öğrenme macerası dinî açıklamalarla kestirilip atılır. Daha fazlasını insan aklının alamayacağı ve bu sorularla uğraşmanın insanı yoldan çıkaracağı yönünde telkinler insanoğluna çocukluk döneminden itibaren işlenir. Önemli olanın “iyi” bir insan olmak olduğu ve gerçeğin öbür dünyada görüleceği de belirtilip, konu başka mecralara kaydırılır. Alışma ve korkma güdüsü hayli güçlü olan insanoğlu da bu konulara fazla kafa yormadan yaşamaya çabucak alışır, gündelik konuların dışında soru sormayı bile unutur.

Stephen Hawking

çıkıyor. Yüz yıllar boyu kabul görmüş, sonra yaşlanıp çürümüş fikirlerin insanoğlunun yolunu kimi zaman açıp kimi zaman tıkadığını, kimi zaman da yeni ve “aykırı” fikir sahiplerinin canını aldığını görüyoruz.

FELSEFE AYAK UYDURAMADI

Filozoflarla başlayan evreni tanıma çabasına “Felsefe ölüdür” diyerek devam ediyor yazarlar: “Felsefe, bilimdeki özellikle fizikteki çağdaş gelişmelere ayak uyduramamıştır. Bilgi arayışımızda kâşiflerin meşalesi artık bilim insanlarının elindedir. Bu kitabın amacı, son keşifler ve kuramsal ilerlemelerin ortaya çıkardığı yanıtları gözden geçirmektir. Bu yanıtlar bize evrenin yeni bir resmini gösteriyor ve bu N Ç N VARIZ? resim, henüz on ya da ar anl ns İngiliz fizikçi ve evyirmi yıl önce çizdinakavt renbilimci Stephen ğimiz resimden Hawking ile Ameribekliyor. Ama, en bile farklı.” kan fizikçi Leonard a, bir rad bu an Sahiden de nd az Mladinow soru sorr, Hawking’in kaiyo em rül gö avt nak mayı unutmayan fasındaki evren , azınlıktan. “Büyük zira Hawking resminin, önTasarım”da küçüknr olabilir, ama “Ta ceki çalışmalara ken hepimizin sorr ya tan eni evr göre çokça dem bili duğu ve tatmin edici ğiştiğini görüyoan ad olm ihtiyaç bir yanıt alamadığı ruz. Einstein’in soruların çok benzeraç klayabilir” son son otuz yılını lerine yanıt arıyorlar: diyor verdiği her şeye cevap -Niçin hiçlik değil de mahiyetinde bir teori varlık var? bulma çabası, Hawking’in de -Niçin varız? kırk yılını almış durumda. Ve vardığı -Niçin başka yasalar değil de bu sonuç, 1988’de yayımlanan “Zamanın bildiğimiz yasalar var? Kısa Tarihi” adlı popüler kitabından Bu sorulara yanıt ararken de evvel belli noktalarda farklılıklar gösterzaman içinde, kalbur saman içinde mek suretiyle, her şeyin nihai nazaridolaşıyor, Antik Yunan filozoflarınyesi olmaya aday bir teoriye işaret dan Viking Mitolojisi’ne; Dünya’yı ediyor: M-kuramı. evrenin merkezi yapan kafalardan, “M-kuramı alışılmış kuramlardan çağdaş kuantum kuramlarına nice dideğil. Farklı kuramlardan oluşan bir yarlara uğruyorlar. Yolculukları sıraaile; içindeki her bir kuram, yalnızca sında karşılarına onlarca filozof, din belli alanlardaki fiziksel durumların adamı, bilim insanı ve onların insangözlemlerini tanımlıyor. Bir haritaya lığa armağan ettiği sayısız yanılgıları

benziyor biraz. Dünyanın bütün yüzeylerini tek bir haritada göstermenin mümkün olmadığını herkes bilir. Merkator Projeksiyonu (dünya üzerindeki bütün enlemlerin ekvator ile aynı uzunlukta olduğu dünya haritası türü – ç.n.) kullanılan dünya haritalarında en kuzey ve en güneydeki bölgeler çok daha büyük görünür ve kutuplar görünmez. Bütün yeryüzünü haritalandırabilmek için, her biri sınırlı bir bölgeyi gösteren bir dizi harita kullanmamız gerekir. Haritaların birbirleri ile örtüştüğü yerler aynı yöntemi olarak düşünülebilir, zira bibölgeleri gösterir. M-kuramı da buna lindiği üzere, bilim -giderek artan bir benzer. M-kuramı ailesindeki kuram- şekilde- daha önceden dinin ilgi alalar birbirlerinden çok farklı görünebi- nına giren soruları cevaplıyor ve bu lir, ama her biri temelde yatan tek bir da insanların din ve bilim adamlarını kuramın farklı yönleri olarak kabul ringde kapışan iki boksör gibi görmeedilebilir. Bunlar M-kuramının yalsine sebep oluyor. Ve insanlar nakavt nızca sınırlı bir alana –örneğin enerji bekliyor. Ama, en azından burada, gibi belirli niceliklerin küçük olduğu bir nakavt görülemiyor, zira Hawdurumlara- uygulanabilen uyarlamaking, “Tanrı olabilir, ama bilim evreni lardır. Tıpkı Merkator Projeksiyotanrıya ihtiyaç olmadan açıklayabilir” nu’nun birbirinin üzerine binen diyor ve okurunun almasını istediği haritaları gibi, üst üste geldikleri yerşeyi ekliyor: “Bilimin evreni açıklayalerde aynı fenomeni öngörürler. bildiği ve ‘Neden yokluk yerine bir Ancak, Dünya’nın bütün yüzeyini en şeyler var?’ ya da ‘Doğa kanunları iyi şekilde gösterecek düz bir neden var?’ gibi şeyleri açıklaharita olmadığı gibi, mak için bir tanrıya ihtiyaç bütün durumlara ait olmadığı.” Tanr n n gözlemleri en iyi Tanrının sanrılığı tarsanr l şekilde ifade edetışmaları belki de tart malar belki de cek tek bir hayat bitene kadar hayat bitene kadar kuram da yokbitmeyecek, hayattur” diyor yabitmeyecek, hayatlar ları bitirmeye cek zarlar ede devam edecek -kim am dev ye bitirme M-kurabilirama umuyor ve r uyo um kim bilir- ama mı’ndan bahseve bekliyoruz ki, evvi bekliyoruz ki, evrenin ma derken ve bize renin mavi tozunun tozunun renkli tozu dillerinin canlı, renkli tozu insanlar akıcı ve kolayca insanlar evrenin evrenin sırlarını çözeanlaşılabilir olducek. Belki de üstüne çay s rlar n ğunu gösteriyor. demleyecek. k ece çöz O zaman onlar erecek K BOKSÖR! muradına, biz çıkacağız kereveKitabın diğer ve popüler yüzü ise, tine. basında, “Stephen Hawking, evrenin oluşması için tanrıya gerek yok, dedi” (Büyük Tasarım, Stephen Hawkingminvalinde manşetlerle tanıtılıyor olLeonard Mladinow, ması ve din adamlarına yorumlatılÇev. Selma Öğünç, ması. Bu başarılı bir pazarlama Doğan Kitap, 161 s.)

KİTAPTAN Birkaç yıl önce İtalya, Monza’da belediye meclisi Japon balıklarının yuvarlak akvaryumlarda tutulmasını yasakladı. Yapılan açıklamaya göre balığı yuvarlak kenarlı bir akvaryumda tutmak zalimlikti, çünkü yuvarlak cam balığa bozulmuş bir gerçeklik görüntüsü sunuyordu. Peki,

biz gerçekliğin doğru ve bozulmamış resmine bakıp bakmadığımızı nasıl bileceğiz? Biz de görüşümüzü bozan dev bir yuvarlak akvaryumun içinde olabilir miyiz? Japon balığının gerçeklik algısı bizimkinden farklıdır ama bizimkinin daha gerçek olduğundan emin miyiz?


Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

30 MART 2012 CUMA

9

“En iyi kalpli üvey ana”… MEC T ÜNAL

Zaman mı, yoksa Ankara mı kapkara?! Arabesk camileri, o İstanbul özentisi post-modern kuleleri, çatal dilli tünelleri, bataklıktan dönme yapay gölleri, gecekondudan yetişme siteleriyle karşıdan karşıya hiçbiri ötekine değmeden geçip giden kalabalıklarını gördükten sonra… Yahya Kemal ne kadar da haklıymış meğer; Ankara’nın en güzel yanı, evet hâlâ, İstanbul’a dönüşü olmalı! “Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmi çesine salland kavak. O her an olu an, de i en eyleri görmeyenler sezmediler bunu. Ö lendi. K z lay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakalt yeri olan Piknik’in oraya ak yordu kalabal k”. Sevgi Soysal’ n “Yeni ehir’de Bir Ö le Vakti” adl roman bu cümlelerle ba l yor. 1976’da henüz çok genç bir ya ta kansere yenik dü en Sevgi Soysal’ n Ankara’da, K z lay’ n göbe inde “günü dolmu ”, “özsuyunu tümüyle tüketmi ” bir kava n y k l s ras nda orada bulunan ya da o anda oradan geçenlerin hayatlar ndan kesitleri anlatt bu roman nda itfaiyecilerin y kmaya çal t kavak, de i mekte, dönü mekte olan toplum yap s nda eskiyi temsil eden bir metafordur asl nda. Her gün bir önceki güne göre daha bir h zla de i en Ankara ve Ankara’n n özgülünde tüm bir Türkiye’nin eskimi yanlar d r y k lan as l. O günkü ko ullarda var olan toplumsal/s n fsal ili kiler, kava n içten içe kurumas gibi -ekonomik ve siyasal de i ikliklerin zorunlu bir sonucu olarak- büyük bir h zla de i mektedir.

ESK Y TEMS L EDEN B R METAFOR Sevgi Soysal romanda, de i en bu ili kileri, o çevrede ya ayan, orada bulunan ya da yollar bir ekilde o anda oradan geçenlerin aras ndan rasgele seçti i, tezgahtar Ahmet, sevgilisi mahalle k z ükran, emekli albay Zeki Bey’in e i Hatice Han m, mirasyedi Necip Bey, banka memuresi Mehtap, mobilyac Güngör, Prof. Salih Bey, e i Mevhibe Han m, k z Olcay, o lu Do an, Olcay’ n sevgilisi Ali, hayat kad n Aysel, ayakkab boyac s Necmi ile apartman kap c s Mevlüt gibi roman ki ileri üzerinden anlat r. Ki ilerin seçimindeki bu rasgelelik, roman n anlatmak istedi i eylere uygun bir düzenlilik içinde, birbirine eklenen baklalardan olu an bir ili kiler zinciri içinde geli ir. Roman ki ilerinin hemen hepsinin birbirleriyle bir ekilde ba lar vard r. Yazar bu rasgelele tirdi i düzenlilikle toplumun s n fsal bir foto raf n çekmek istemektedir. Belli bir insan kalabal n n merakla izledi i kavak, sonunda, bu de i ikliklerden en çok, en çabuk ve en kötü etkilenen kar apartman n ne pahas na olursa olsun K z lay’ n göbe indeki bu i i kaybetmek istemeyen kap c s Mevlüt’ün ba nda patlar. Mevlüt, kar s n n bir ucunu kava a ba lad çama r ipini koparmaya çal rken itfaiyecilerin çelik bir halatla çekerek y kt kava n alt nda kalacakt r.

ÖYKÜYÜ ROMANA YAKLA TIRAN S NEMATOGRAF K KURGU ete.com mecitunal@aydinlikgaz

Fethi Naci “50 Türk Roman ” adl kitab nda “Yürümek”i de buna dahil ederek “Yeni ehir’de Bir Ö le Vakti” için “tam bir roman yap s yoktu; ba l ba na bir hikaye olabilecek kimi sayfalar romana eklenmi ti; hikaye ile roman, bo and ktan sonra birlikte ya amlar n sürdüren baz kar kocalar gibi, ayn çat alt nda

birlikte ya amaya devam ediyorlard ” demektedir. Fethi Naci’ye göre Sevgi Soysal, ilk defa “ afak”ta sa lam bir roman yap s kurmu tur. Gerçekten de, her bak mdan tam bir roman yap s na sahip olan “ afak” kar s nda Sevgi Soysal deyince hemen akl m za gelen “Yeni ehir’de Bir Ö le Vakti” daha bir Sevgi birbirine ulal öyküler Soysal gibi durmaktad r. Her bölümünde farkl ki ilerin anlat ld ayn konu, zaman ve mekân etraf nda geli en “Yeni ehir’de Bir Ö le Vakti”ni bir romana yakla t ran/romanla t ran ey K z lay’ n göbe indeki o kavak imgesi ve o imge çevresinde geli en sinematografik kurgudur. Bu kurgunun saptad görüntülerin ne ölçüde gerçek oldu unu –buna roman n kendi kendini do rulamas da diyebiliriz,- bugünkü Ankara’ya bakarak ölçebiliyoruz. Sevgi Soysal’ n “Yeni ehir’de Bir Ö le Vakti”nde anlatt Ankara’y bilenler, bugünkü Ankara’y tan makta, bugünkü Ankara’dan dünkünü ç kartmakta hayli zorlanacaklard r.

ANKARA: HANG DERDE DERMAN? Ankara söz konusu oldu mu, Falih R fk Atay’ n “Ankara”s ve Yakup Kadri Karaosmano lu’nun ütopya-roman “Ankara” ile Memduh evket Esendal’ n “Aya l ve Kirac lar ”n anmadan geçmek olmaz. Falih R fk ’n n “Ankara”s eski ile yeni aras ndaki mücadeleyi somut gerçekler plan nda ele al r. Ankara’n n bir ba kent olarak kurulu unu, ilk imar planlar –bu planlar n nas l de i tirilip bir tak m kimselerin ç karlar na uygun olarak yozla t r ld klar - da dahil olmak üzere, Falih R fk ’n n tan kl ndan ö reniriz. Yakup Kadri ile Memduh evket ise Ankara’n n toplumsal-siyasal de i imini roman yoluyla ele almaktad rlar. Ba kent Ankara’daki her de i imin tüm ülkeye yans yaca n her iki roman n yaz ld iklimden anlamam z zor olmaz. Yakup Kadri, gerçekle mesini arzu etti i ütopik bir Ankara ve Türkiye resmi çizerken –daha sonra yay mlad ayn kahramanlar n yer ald klar “Panorama”, Yakup Kadri’nin“Ankara”daki ütopyadan rücu etti i, gerçekçi çizgide geli en bir romand r,- Memduh evket Esendal bu de i imi gerçekçi planda, Aya l brahim Efendi’nin oda oda kiraya verdi i bir apartman mekân alarak anlat r. Ba s k an n solu u Ankara’da ald , cumhuriyetin ilk y llar d r “Aya l ve Kirac lar ”ndaki olaylar n

geçti i zaman. Hâlâ da kendilerine Zürih, Brüksel ya da Va ington’u ba kent seçenler d nda Ankara, ba m z s k t nda solu u ald m z tek yer de il mi? Hem de binlerce ki i olarak ve ço u kez de günlerce yürüyerek! Ya Ankara? Peki Ankara hangi derde derman, hangi yaraya çare? Ankara ayd nl k m , ya yoksa zaman m kapkara?!

CEMAL SÜREYA’NIN B LD Cemal Süreya, “en iyi kalpli üvey ana” dedi i Ankara’y bir kentten, derde derman/yaraya çareden çok “bir acenta dizisi”, “bir umumi mümessillik”, “bahçeli e özenen süpermarketler” bütünü olarak imgeselle tiriyor. 1984’te yay mlanan “Uçurumda Açan” adl kitab ndaki “Oteller Hanlar Hamamlar çin Sürekli iir”de, Ankara’n n “tutulmamak üzere verilmi bir söz gibi”li i devlet bürokrasisinin, o, bakanl k koridorlar nda somutla an “çelikten iradesi” ile “sa lam ve a lmaz” mevzuat ndan olsa gerek. Ankara ehri üzerine yap lm nice sosyo-ekonomik incelemeden daha somut rakamlar ortaya koyar bu iir. Cemal Süreya sa olsayd , bugünkü Ankara için ne derdi acaba; hâlâ ve süre en bir biçimde “en iyi kalpli üvey ana”m ? Bunu bilecek durumda de iliz; ama, Cemal Süreya’n n bu iirde, solu u Ankara’da alma yolunu airlere kadar geni letmi oldu unu saptayabiliriz… Ankara’dan ne umabilir bir air, biz bilemesek de, bir bildi i var ki Cemal Süreya öyle diyor iirde: “- air arkada , Bir derdin mi var Bir eyler ç karmak m istiyorsun derdinden Ankara’ya gelmelisin.” iire uyarak bir derdimiz oldu undan de il, ama TGB’lilerin davetiyle “günümüzde sanat, edebiyat ve sanatç duyarl l ” konulu bir söyle i gerçekle tirmek için Seyyit Nezir ile geçen hafta gitti imiz Ankara’da, her türlü de i imin en önce stanbul’dan ba lad , Ankara’n n çok sonra, arkadan geldi i yolundaki dü üncemi de i tirdim ben. Ankara’n n her zaman en ba ta oldu u bu toplumsal/ekonomik de i imde stanbul, ba kente göre birçok konuda belki de en sonda. Arabesk camileri, o stanbul özentisi postmodern kuleleri, çatal dilli tünelleri, batakl ktan dönme yapay gölleri, gecekondudan yeti me siteleriyle, kar dan kar ya hiçbiri ötekine de meden geçip giden kalabal klar n gördükten sonra… Yahya Kemal ne kadar da hakl ym me er; Ankara’n n en güzel yan , evet hâlâ, stanbul’a dönü ü olmal !


10

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

BABİL BALIĞI

Çizgide yürümek M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

Ursula K. Le Guin

“Tekerleği hiç kullanmamış büyük toplumlar var olmuştur, fakat öyküler anlatmamış tek bir toplum yoktur.” – Ursula K. Le Guin Bir önceki yazımda fantastik kurgu ve bilim kurgu arasındaki ince çizgiden kısaca bahsetmiştim. Bu iki türün dev isimleri çoğunlukla tek bir türde yazmayı tercih etmiş olsa da her iki türde de yazan, hatta iki türün arasında mekik dokuyarak çizgiyi görünmez hale getiren yazarlar da mevcuttur. Aklıma gelen en önemli isimler: Ursula K. Le Guin, C. J. Cherryh, Lois Bujold, Patricia McKillip ve Stephen Donaldson. Bu isimlerden sadece Stephen Donaldson ve Ursula K. Le Guin’in kitaplarının Türkçe tercümesine ulaşma şansına sahibiz –ki Stephen Donaldson’ın hali hazırda sadece fantastik kurgu, Covenant serisine ulaşabiliyoruz. Yazarın bilim kurgu hiçbir eseri henüz Türkçeye kazandırılmadı. Bu nedenle okuyucularımızın da kitaplara ulaşmasını göz önüne alarak konuyu Ursula K. Le Guin üzerinden işlemeyi uygun buldum. Bir türlü Türkçeye tercüme edilmeyen/edilemeyen/edilmesinden kaçınılan yazarlar ve özellikle bilim kurgu eserlerinin büyük çoğunluğunun neden güncel şekilde tercüme edilmediği ile ilgili düşüncelerimi ve kaygılarımı sonraki yazılarda paylaşacağım. Durumun kısaca anlaşılabilmesi için Hugo ve Nebula ödüllerinin son 10 yılda hangi yazarlara verildiğini ve bunların kaçının tercüme edildiğini kontrol etmeniz yeterli. Seiun, Parsec, BSFA gibi daha az bilinen ödüllere ve ödül almamış yazarlara hiç değinmiyorum bile.

ğunun tercüme edilmediği, umursanmadığı, yeterince satmadığı çeviri edebiyatı dünyamızda Le Guin’in kitapları okuyucularımıza ulaştırılıyor. Azımsanmayacak kadar fazla Le Guin takipçisi okurun oluşumunda, Le Guin’in her iki türde de yazmasının ve iki türü inanılamayacak bir yetenekle bir araya getirmesinin önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Keyifle okuduğum “Yerdeniz” serisine saygılarımla beraber, kişisel olarak, bilim kurgu yazarı Le Guin’i daha çok seviyorum. Pek çok araştırmacı Le Guin’in bilimkurgu eserlerinin, bilimkurgu HER ZAMAN öğesinin ağırlıklı olma ST SNALAR VARDIR ması ve yer yer bilimLe sel terminolojiden Okuyucu olarak n Guin’i uzaklaşması seşanssızlıklarımızın eserleri, temel öykü bebi ile “Hafif yanında şanslı olduBilimkurgu” tüğumuz noktalar da dürtülerimize hitap ründe değervar elbet. Ursula bir ük küç i, eder. Yan lendirilmesi Le Guin, yurt dışı iz çocukken dinledi im gerektiğini saedebiyat dünyavunuyor. masallarda, öykülerde, sında hem bilim Yakın zakurgu hem de gözlerimiz kocaman aç lm manda ülkefantastik kurgu ki “pe uz ekilde sordu um mizde türlerinde, diğer sonra ne olmu ?” yayınlanan birdev isimlere oranla kaç yazıda da rastdaha az biliniyor. Bu sorusunu içten içe ladığım, hiçbir nedenle bütün kariyeri sordurur dayanağı olmayan ve ödüllerle dolu Le Guin’in sırf kitaplarındaki dişi kabiraz şanssız olduğu ve daha rakterlerin dünyasını anlatfazla bilinmeyi hak ettiği yolunda mada gösterdiği titizlik ve derinlikten pek çok yabancı makaleye ulaşmak ötürü, yazarı sadece “Feminist Bilimmümkün. Bizde ise durum bunun kurgu” türüne atayan araştırmacıların biraz tersi. Le Guin günümüz Türk bu yakıştırmasını ise en iyi ihtimalle okuru tarafından, Stanislaw Lem, Roçirkin buluyor ve yazarı yeterince okubert Heinlein, Isaac Asimov, Douglas mamış olmalarına veriyorum. YazarAdams, Aldous Huxley gibi dev isimleri dahi geride bırakacak kadar bilini- dan alıntı yapalım: “Yine de her zaman istisnalar vardır. Fakat çoğu kayor ve okunuyor. Daha da tuhafı –ve dının bir erkekle ilişkisi sadece sahip şükranlarımızla elbette- bilim kurgunun temel klasiklerinin dahi henüz ço- olmaktır; ya sahiplenmek ya da sahip-

içine fark ettirmeden gizlemekte de büyük bir ustadır. Üzerinize boca ettiği çılgın hayal gücü, anlamına ancak daha sonra ulaşabileceğiniz rüyalara benzer. Okuyucu kitlesini tıpkı Douglas Adams’ın okur kitlesi gibi, tutkalla kendisine yapıştıran etkenlerin başında da bu gelir: “Onu daha iyi anladığını düşünme” hissiyatı. Bu nedenle paylaşılması güçtür. Belki de belirli türlerin hayranlarının onu kendi türüne adamaya ve sınıflandırmaya çalışmasının nedeni de budur.

TÜRLER ARASINDA...

lenilmek.” Yazar ise kendisine uygulanan bu tür ayrımına karşı çıkıyor ve yazdıklarının belirli türlere bölünüp, parçalanmasından rahatsızlık duyduğunu defalarca dile getiriyor. Kitaplarında, işlemek istediği temalar için türleri, sadece form olarak kullanan bir yazarın bu serzenişi pek de haksız sayılmaz. Yazılarında genel olarak en baskın bulunan faktörler, kavram olarak “ırk”, cinsel kimlik, çevrebilimsel sorunlar, kültür şoku, yalnızlık ve özgürlüktür. Her şeye rağmen onu her an, sadece hayal gücünü sayfalara kusarken yakalamanız da olasıdır. Başarılı bir hikâyenin, anlatının temel prensibi ne yaratıcı yazarlık atölyelerinde, ne edebiyat seminerlerinde, ne sayfalar dolusu argümanlarda saklıdır. Le Guin’in eserleri, temel öykü dürtülerimize hitap eder. Yani, küçük bir çocukken dinlediğimiz masallarda, öykülerde, gözlerimiz kocaman açılmış şekilde sorduğumuz “peki sonra ne olmuş?” sorusunu içten içe sordurur. Üstelik yazar bunu başarırken asla ucuz “gizem” kurgularının arkasına da saklanmaz. Akla Kurt Vonnegut’ın yazdığı kısa öykü kurallarını getirir. Bir maddede şöyle der Vonnegut: “Okuyucularınıza mükün olduğu kadar erken ve bol bilgi verin. Meraklandırmanın canı cehenneme. Okuyucular, öyküyü kendileri bitirebilecek kadar nerede, niçin ve ne olduğu hakkında tam bir anlayışa kavuşabilmeliler. Son sayfaları hamamböcekleri yesin.” Le Guin işlediği temaları, anlatısının

Ayrıntı Yayınları’ndan Ümit Altuğ’un başarılı çevirisiyle çıkan “Rüzgargülü”nde Le Guin’in türler arasında gezinişleri ete ve kemiğe bürünür. Derlemede hemen ilk öyküden itibaren yazarın hayal gücünde savrulup durmaya başlarız. Somut şekilde örneklersek: derlemedeki ilk öykü “Akasya Tohumlarının Yazarı”nı, bilinçli şekilde “dilbilim araştırmaları ve nihilist şiirin son derece eğlenceli bir yergisi” olarak okumak da mümkündür, “katıksız bir fantezi” olarak okumak da mümkündür. Yazar üstüme üstüme gelip türler arasında çılgınca mekik dokurken, elimle defalarca pusula aradığımı itiraf etmeliyim. Elimdeki mevcut baskıda yayınevi, yazarın derin takipçilerini ve benim gibi her şeyde hata bulan ukalaları da göz önüne alarak, öyküler için bir indeks sayfası ile beraber, öykülerin sonuna ilk kez kaç yılında ve nerede yayınlandıkları bilgisini eklemeyi ihmal etmemiş olsaydı daha mutlu olurdum. Daha önce çeşitli dergi ve antolojilerde yayımlanmış öykülerden oluşan bu derleme 1983 yılında Locus ödüllerinde en iyi derleme ödülünü alırken, yazara 1986 yılında ise pek çok ciddi kaynağa niye alınmadığını anlamadığım Ditmar ödülünü kazandırdı. Derlemedeki öyküler bize Le Guin’in zihni hakkında pek çok bilgi sunduğu gibi, türler arasındaki ayrımın zaman zaman ne kadar gereksiz olabileceğinin kanıtını da sunuyor. Hepsinden önemlisi, öyküler aklınıza musallat oluyor. Öyküler bitiyor, kitap rafa kalkıyor ama okumanız devam ediyor. “Kuzey Hattında İki Rötar” öyküsünde olduğu gibi, zamanının hem içinde hem dışında, hayat ve yalnızlık hakkında konuşan bir öyküyü, bu kadar hareket halinde ve düşünceyi provoke edici şekilde sunmak, ne kadar nadir bulunur bir şey… Kitaptan bir alıntıyla vedalaşalım: “Yıldızlara benziyorlar, evet, ama yıldız değiller. Büyük varoluşlar değil gördüklerimiz, sadece küçük hayatlar.” (Rüzgargülü, Ursula K. Le Guin, Ayrıntı Yay., Çev: Ümit Altuğ, s. 272)


Aydınlık KİTAP

“ SLAM’DA 50 ÖNEML S M”

İslam tarihinin belirleyicileri Roy Jackson 1400 yıllık İslam tarihinde derin izler bırakmış şahsiyetleri tanıtıyor, hem yaşadıkları çağ, hem de bugün için nasıl bir anlam taşıdıklarını anlatıyor REHA GÖNENÇ Durham Üniversitesi ve Londra’daki King’s College başta olmak üzere değişik üniversite ve eğitim kurumlarında din ve felsefe dersleri veren, Nietzsche, Platon ve İslam felsefesi üzerine kitapları bulunan Roy Jackson’ın “İslam’da 50 Önemli İsim” adlı kitabı, ansiklopedik bir çalışma. Yazar 1400 yıllık İslam tarihinde derin izler bırakmış şahsiyetleri tanıtıyor, hem yaşadıkları çağ, hem de bugün için nasıl bir anlam taşıdıklarını anlatıyor. Jackson, hemen herkesin bilgi sahibi olduğunu iddia ettiği ama gerçekte çok az kişinin “yeterlilik” gösterdiği bir alanda, yalnızca bir dinin gelişim sürecine değil, onun etkilendiği ve etkilediği dünyaya da farklı pencerelerden bakma olanağı sunuyor. Hz. Muhammed’i ele alarak başlayan, Hz. Ali’den Selahaddin Eyyubi’ye, İbni Sina’dan Mevlana’ya kadar geniş bir yelpazede ilerleyen “İslam’da 50 Önemli İsim”, günümüze kadar uzanarak Seyyid Kutub’dan Ali Şeriati’ye dek etkin pek çok figürü inceliyor.

O MÜSLÜMANLAR... Kitaptaki şu satırlar, doğrudan Soner Yalçın’ın “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” kitabını çağrıştırarak tarihi bir ironiye işaret ediyor sanki: “Hz. Muhammed... Az yemiş ve mütevazı bir yaşam sürmüştür. Binlerce kişinin önderiyken bile kendi nalınlarını kendisi tamir etmiş, diğer gündelik işlerle uğraşmış ve lüksten kaçmıştır. İntikam eylemlerine inanmayan ve özellikle çocukları

seven cömert bir kişi olarak tüm Müslümanlar için bir model oluşturur.” Hz. Muhammed’in, günümüzün karun kadar zengin bazı başbakanlar için model oluşturmadığı çok açık! Tanıttığı her isimle ilgili bölümün sonunda referans kaynaklarına ve ek okuma önerilerine de yer veren Roy Jackson, İslam’ın iç tartışmalarına, çelişki, tartışma ve ayrışmalarına dair de önemli bilgiler aktarıyor.

NESNEL BAKI İlk gerçek sistematik Müslüman filozof olan Farabi; bir Şii Müslüman olarak Müslümanları yeni bir saflık ve esenlik çağına yöneltmek isteyen 10. yüzyıl imamı Ubeydullah El Mehdi; Batı dünyasında “Doktorlar Prensi” olarak tanına İbni Sina; Şii baskınlığı sonucunda zayıflayan Sünni düşünceyi yönlendiren ve yenileyen Gazali ya da tüm eserlerinde merkezi bir İslam devletinin nasıl oluşturulacağına dair tezler ortaya atan Mevdudi’ye (1903-1979) nesnel bilgiler eşliğinde yaklaşan Jackson, günümüzde çok farklı açılardan da olsa yorumlanıp izi sürülen “İslam Büyükleri”ni derli toplu, kolay okunan bir çalışmayla sunmuş okurlara. Yayınevinin, daha önce “Kurtuluş Teolojisi”, “Kirlilik Kavramı ve Aleviliğin Asimilasyonu”, “İslam’ın Geleceği”, “İslam’ın İkinci Mesajı” gibi çalışmaların çıktığı İdeaAyrıntı dizisinden, ilgilisi için dikkat çeken bir yapıt daha... (İslam’da 50 Önemli İsim, Roy Jackson, Ayrıntı Yay., Çev: Nurullah Koltaş, 271 s.)


12

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

KAPAK

HÜSNÜ ARKAN VE “MENEK ELER, ATLAR, OBURLAR”

Gücün, kırılanların ve karşı koyanların romanı Zaman n d nda bir varolu olana na sahip de iliz. Ayr ca, olgunla ma ça m z, çocuklu umuz, alg lar m z n tamamen aç k oldu u bir ça . Kabullenmelerimizin, kar ç k lar m z n, dolay s yla ki ili imizin birçok yönü bu ça da olu uyor. Bu, birey için ideal bir dönemdir. Çünkü bir çe it kendini in a etme dönemidir. lerleyen ya larda böyle bir dönemi özlemek, hatta öykünmek ve kendini yaratmaya devam etmek olumlu bir eydir DAMLA YAZICI Hüsnü Arkan’la birlikte onun haberi olmaksızın tam 6 ay birlikte yolculuk ettik desem bana “deli” diyeceğinizi biliyorum ama oldu bu! Koca bir “Ezginin Günlüğü” diskografisini arşivlemiştim ve bir arkadaşımın isteği üzerine müzikçalarıma bütün albümleri yükleyince benim eski ve çe-

limsiz müzikçalarımın hafızası dumura uğradı. Ne yeni bir şarkı kabul eder oldu ne de kendi içindeki şarkıları bana geri verir oldu. Eh insan bir de öğrenci olmaya görsün, parasızlık saç diplerinizden çekiştirir. Yeni bir müzikçalar alamayacağıma göre artık bütün içeriği Ezginin Günlüğü olan ve sarmakla bitmeyen bir müzik çalarım değil, kasedim olmuştu. Yaklaşık 6 ay boyunca hemen hemen hergün İstanbul trafiğinde, vapurda, uykuya dalmadan önce Hüsnü Arkan’ın sesi mutlaka uğrardı kulağıma. Nazik, içten ve sakin bir sesti gelen. İşte Hüsnü Arkan’ın “Menekşeler, Atlar, Oburlar” romanını okuduğumda da aynı nazik,içten ve sakin ses kulağıma geldi. Hayattaki kırılmışlıklara, bütün sert darbelere karşı sükunetini koruyan bir dil ve çocuk olan, genç olan, yalnız olan, aşık olan, meyhanesini seven ve “Türkiye’de yaşamanın bedeli”ni ödercesine yaşayan Hüseyin’in hikayesi... Geçmişe bakmak sorgulamayı beraberinde getirir çoğunlukla. Sorgularken severiz, nefret ederiz, özleriz, anlarız... “Menekşeler, Atlar, Oburlar” kitabında bütün bu süreç sizi tanımadığınız bir insan “Hüseyin”in hayatına çekerken kendi sorgularınızın da buzdağının üstüne çıkmasına neden olabilir. Müzisyen-Yazar Hüsnü Arkan’la Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yeniden basılan kitabı “Menekşeler, Atlar , Obur-

lar” ve yaşama dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

zın, dolayısıyla kişiliğimizin birçok yönü bu çağda oluşuyor. Bu, birey için ideal bir dönemdir. Çünkü bir çeşit kendini inşa etme dönemidir. İlerleyen yaşlarda böyle bir dönemi özlemek, hatta öykünmek ve kendini yaratmaya devam etmek olumlu bir şeydir.

Öncelikle kitabın adının oldukça hoşuma gittiğini belirtmeliyim, “Menekşeler, Atlar, Oburlar” neyi simgeliyor? Kitabı okuyanlar elbette ki anlayacak ama biraz açıklaŞöyle bir bölüm var kimak iyi olur sanki... Hayat n tapta: Emin, Hüseyin’e Dediğiniz yal sos tamamen “madem edebiyatı sevigibi, bu okuyucuya i di irle çevrenin bel yorsun, edebiyat oku” bırakılmalı. Ama için biri olmad m diyor ve şöyle bir şunu söyleyebilikendimi ansl buluyorum. karşılık alıyor: “Dorim; kitabın başSeçme özgürlüklerimi ğuştan ziraat faküllığı romanın tesine kayıtlıyım genel hatlarını s n rlayan engellerle ben de Bir . ben.” t m la kar ar vurguluyor. herkes kad Günümüzde Gücü elinde tuanlamda, bireyin özgürlük gençler hâlâ istediktanları, bu güç , ey her an kal alan d nda lerini ailelerinin istek altında kırılanları bireyin önünde engeldir. ve arzuları, sistemin ve bir biçimde bu Bunlara direnç dayatmaları nedeniyle güce karşı koyanları ek term gös gerçekleştiremiyorlar. simgeliyor. Cesaret mi gerekli yoksa bu gerekiyor Kitabın ana karakteri devran böyle mi gider? Ne düHüseyin’in geçmişe, çocukluşünüyorsunuz bu konuda? ğuna dair sorgulamasının yanında Bu, kişinin seçimlerini özgürce yapıp büyük bir özlemi var. “Geçmiş” genelde yapamadığına ilişkin bir şey… Kişiden kiözlenen olur. Sizin için de böyle mi? şiye değişiyor. Size, tutkularınız, eğilimleGeçmiş, bizim hâlâ içinde olduğumuz riniz ve çevre koşulları arasında dengeli bir şey. Bizi belirliyor, etkiliyor ve bu etki bir ortam sunulmuyorsa seçimlerinizi özyaşam boyu sürüyor. Zamanın dışında bir gürce yapamazsınız ve nasıl bir hayat yavaroluş olanağına sahip değiliz. Ayrıca, şayacağınıza başkaları karar verir. olgunlaşma çağımız, çocukluğumuz, algı- Sanırım cesaretten çok sosyolojik bünyelarımızın tamamen açık olduğu bir çağ. nin size ne sunduğuyla ilgili. Bu durumun böyle gidip gitmeyeceği Kabullenmelerimizin, karşı çıkışlarımı-


Aydınlık KİTAP

KAPAK

30 MART 2012 CUMA

13

hakkında bir şey söyleyemem. Ama toplumsal süreçlerin ağır ve derinden işlediğini söyleyebilirim.

Bence stanbul’da da zmir’de de sürekli ya anmaz. Arada bir “KEND M ANSLI ikisinden de kaçmak laz m. BULUYORUM” ehirler hakk ndaki mitoslara Ankara’da üç yıl mipek itibar etmem. Öte yandan, marlık okudunuz, ardıngençler için zmir’de ya da dan hukuk fakültesi, stanbul’da olmak, hâlâ Hollanda’da geçen sekiz önemli ve anlaml d r. yıl, müzik, şiir... Hüsnü Zamana göre Arkan hayallerini gerçekleşde i iyor tirdi diyebilir miyiz? Peki bu süreçte Hüseyin’in karşısına demek ki çıkan zorluklarla karşılaştı mı? Hayatını tamamen sosyal çevrenin belirlediği biri olmadığım için kendimi şanslı buluyorum. Seçme özgürlüklerimi sınırlayan engellerle ben de herkes kadar karşılaştım. Bir anlamda, bireyin özgürlük alanı dışında kalan her şey, bireyin önünde engeldir. Bunlara direnç göstermek gerekiyor. İnsan, kendini ve çevre koşullarını değiştirme isteğini kaybetmemeli. Siyaset olgusunun Türkiye’nin geçmişinde acı süreçler yaşatmasına kitapta da yer verilmiş. O çalkantılı dönemlerde sizin siyasetle ilişkiniz neydi? Türkiye’de, dünyada yaşananlara ilgiliydik. Adil ve eşitlikçi bir yaşam istiyorduk ve ben bunu hâlâ istiyorum.

“KORKAKLI IN A ILMASI ZAMAN ALIR” Bugün gençlik geçmişte yaşananlar yüzünden duyduğu korkaklığı yenebildi mi? Bu, toplumsal bir durum; korkaklıkla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum. Her adımda gençliğe yüklenmeyi de anlamlı bulmuyorum. 1980’lerden sonra işçi sınıfının da iyi bir performans gösterdiği söylenemez. Ama öte yandan birkaç kuşağın baskı marifetiyle, zorbalıkla susturulduğu bir dönem yaşadık. Ekonomik gücü elinde tutanlar, yalnızca Türkiye’de değil bütün dünyada konumlarını güçlendirdiler. Çalışanlar, koşullara burjuvaziden daha geç intibak eder. Sözünü ettiğiniz “korkaklığın” aşılması zaman alacaktır. Kitaplarınızda İzmir işlenen bir şehir, şarkılarınızda ise İstanbul var genelde. Bu iki şehrin sizdeki yeri nedir? Bence bu iki şehirde de sürekli yaşanmaz. Arada bir ikisinden de kaçmak lazım. Şehirler hakkındaki mitoslara pek itibar etmem. 19. yüzyıl, şehirlerin yüzyılıydı. Şehirde yaşamak önemli ve anlamlıydı. Öte yandan, gençler için İzmir’de ya da İstanbul’da olmak, hâlâ önemli ve anlamlıdır. Zamana göre değişiyor demek ki.

“OKUYUCU VE D NLEY C FARKLI” Müzisyen kimliğinizle çok geniş bir kitle tarafından tanınıyorsunuz, fakat yazarlık yönünüz -genelde şiir yazdığınız tahmin edilse de- özellikle romancılık yönünüz insanları şaşırtıyor mu? Bazen karşılaşıyorum, şaşıranlar var. Tabii, müziğin etki alanı günümüzde edebiyatınkinden daha geniş. Okuyucuyla dinleyici profilleri farklı. Bugüne dek roman okurundan böyle bir tepki almadım. Müzik ve edebiyat yaşamınızda içiçe geçmiş durumda, birbirlerini ne gibi besliyorlar(olumlu-olumsuz) sizin içinizde? Bu konunun benim için bir sorun oluşturduğunu söyleyemem. Hayatımda başka bir iş yapmadım. Ama bir banka memuru olsaydım belki yazmayı hâlâ sürdüremezdim. Ya da tam tersi olurdu. Daha çok yazardım.

OKURA AÇIK ALAN BIRAKMAK Kitapta fark ettiğim bir şey insanla-

Hüsnü Arkan: iir ve tarih okuyuculu unu b rakmamaya çal yorum

Masaya oturup çal man n d nda ba ka bir üretim yolu bilmiyorum. Müzik ya da edebiyat n beslenme mak herhalde kirın, mekanların ve kaynaklar , müzisyenine, şiliğime uygun hissedilenlerin yazar na göre de i iyor. Bir değil. Söyledikleçok güzel benzetinsan belki i ime yarar diye rimin içeriğini melerle aktarılgözlemlemenin pek yarar okuyucunun göması ve doğallığın olaca n sanm yorum. Niye züne sokmak isteegemenliği. Aynı öyle davrand m za, niye mem. Ona bir açık durum şarkılarıböyle dü ündü ümüze alan bırakmak ve dernızda da bize geçen ili kin sorular daha dimi anlamasını sağlaşey. Bu insanların önemli gibime mak yeterli geliyor. içinde, vapurda, dolgeliyor muşta, meyhanede bulunmakla mı doğuyor? Masaya oturup çalışmanın dışında başka bir üretim yolu bilmiyorum. Müzik ya da edebiyatın beslenme kaynakları, müzisyenine, yazarına göre değişiyor. Bir insanı belki işime yarar diye gözlemlemenin pek yararı olacağını sanmıyorum. Niye şöyle davrandığımıza, niye böyle düşündüğümüze ilişkin sorular daha önemli gibime geliyor.

Şarkı sözlerinizdeki, müziğinizdeki dil kitapta da aynı naiflikle karşımıza çıkıyor. Hüsnü Arkan derdini hep bu dinginlikle anlatan biri midir? Yüksek sesle, bağırıp çağırarak yaz-

Son dönemde takip ettiğiniz ve severek okuduğunuz yazar veya ki-

taplar oldu mu, bunlar nelerdir? Yazdığım konuyla ilgili şeyler okumaktan, diğerlerine pek zaman kalmıyor. Şu aralar da, yeni romanla ilgili şeyler okuyorum. Ama şiir ve tarih okuyuculuğunu bırakmamaya çalışıyorum.

KİTAPTAN “O baharı bir tren olarak yaşadım ben. Hızla gidiyordum, hiçbir yerde durmuyordum. İstasyonlarda insan yüzleri görüyordum ama birden gelip geçtiğim için hiçbirini tanıyamıyordum. O halleriyle birer cenini andırıyorlardı; öyle biçimsizdiler. Anlamsızlığın bir anlamı vardı, bir adı vardı; hayat diyorlardı buna. Her sıradan sözcük gibi, içine girince, yineleyince bir şey ifade etmiyordu. Sıradan olmayan sözcükler arıyordum. Yoktu. Çevremdeki insanlar, sözcükleri kendilerini iyi hissetmek, çıldırmamak için kullanıyorlardı. Aslında hepsi evreni saran boşluğa aittiler ama bunu kabul etmektense, o boşluğa bir anla yükleyip varlıklarını birbirlerine onaylatmayı yeğliyorlardı.”


14

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

ENVER GÖKÇE, TÜRK YE SOLUNUN VE EDEB YATININ T P K TEMS LC S YD

Oryantalizme başkaldırı “Neden mi Enver Gökçe? Bizim düşünü kurduğumuz, özlemini çektiğimiz, uğrunda yaşamımızı ortaya koyduğumuz her şey gözümüzün önünde, Enver Gökçe’nin tavrında, insan ilişkilerinde capcanlı duruyordu. Demek ki bizimkisi boş bir hayal, olmaz bir talep değildi.” ORHAN SADIK Araştırmacı-yazar Celil Denktaş, yaşadığı ve çalışmalarını sürdürdüğü Hamburg’da uzun yılların ürünü son çalışmasını kitap haline getirmeyi başardı ve okur karşısına çıktı: “Berceste Mısraı Yazan Komünist – Enver Gökçe”. Gerek Türkiye solunun gerekse çağdaş şiirimizin trajik kahramanlarından biri olan Enver Gökçe’nin yaşamı ve yapıtlarını içeren bu kitapta, 30 yıl önce karanlık 12 Eylül günlerinde aramızdan ayrılan şairle ilgili gün yüzüne çıkmamış çok sayıda bilgi, belge, tanıklık ve fotoğrafa da yer verildi. Uzun bir süredir kendi kurduğu ”www.envergokce.org” adlı siteyi de yöneten yazar Celil Denktaş, yeni kitabından hareketle Enver Gökçe ve zamanı üzerine sorularımızı yanıtladı. Bir “konu” olarak Enver Gökçe sizin için neden böylesine önemli? Öncelikle, Enver Gökçe benim bizzat yaşadığım bir örnek. Bu örnek benim için önemli olan pek çok şeyi içerisinde barındırıyor. Enver Gökçe’nin benim ve kuşağımın yaşamımıza girmiş olduğu zaman dilimi de belirleyici elbette. Bizler, 70’lerin gençliği iyinin, doğrunun, güzelin arayışı içerisindeyken Enver Gökçe’yi tanıdık. Bunların arayışı içerisinde olmayan zaten Enver Gökçe’yle kapı komşusu olsa onu bizler kadar tanıyamazdı. Öncelikle şiirlerinde kendi haklılığımızı görüyorduk. Bize güven, güç veriyordu. Nitekim onun dizeleri bir daha hiç çıkmamacasına yaşamlarımıza girdi. Daha sonra da, yani onu bizzat tanıdıktan sonra, başka bir dünyanın insanıyla karşı karşıya olduğumuzu gördük. Yani o özlemi çekilen dünya, kolektif dünya, kolektif yaşam... Bizimle 1977 yılında konuşurken, DevSan-Der adına yaptığımız röportaj sırasında -Sadık Gürbüz’ün bestelediği- “Oy Beni” şiirindeki o meşhur dizeyi değiştirdi. Web sitesindeki ses kaydında var, “şu dizeyi değiştirelim mi?” diye soruyor. Ve “Oy Beni” şiirindeki, “Kardeşçe hayat!”, hani o özlemini çektiğimiz, kurulabilmesi uğrunda kendi yaşamlarımızı ortaya koyduğumuz yaşam tarzı, o dize, o andan itibaren artık, “Kollektif hayat!”tır. Bu dize, “Dost Dost İlle Kavga”nın ilk baskılarında, “Kardeşçe hayat!” olarak geçer. Hatta Sadık Gürbüz’ün bestesinde de böyledir. “Kollektif hayat!”ı belki de şiirin yazıldığı 1947 yılında açıkça yayımlayamamıştı. Ama 1977’de artık, “As-

lında bu, böyledir!” diyor. Ve şiirin sonraki basımını düzelttiriyor. Daha sonra Enver Gökçe’nin yaşamını oradan buradan deştikçe, onu tanımış olanlar konuştukça, “geleceğin kollektif yaşamında bugünden yaşamaya başlamış” bir insanı görebiliyoruz. Pablo Neruda’nın ilk kez Türkçede yayımlanış hikayesiyle, kendi yaşam ve eylem sorumluluğunu kimselere bölmeye, fatura etmeye kalkışmayıp gidip sessizce köyüne çekilmesiyle... Kitapta daha birçok örnek var. Şiir antolojilerine hiç kimsenin okumadığı, adını bile duymadığı pek çok isim girerken, Enver Gökçe’nin girişi ta 1969’dadır. Yazarlar Sendikası’na üye kabul edilişiyse, 1976! O da, onu Bulgaristan’a tedavi için davet etmek isteyen, Bulgaristan Yazarlar Birliği’nin daveti geçerli olabilsin diye. Bulgaristan’a gitti, yurdundan, evinden uzak kalmaya dayanamadı. Tedavisi henüz bitmeden çıkıp geldi. Daha sonra da, tekrar ağırlaştığında Ankara’da Numune Hastanesi’ne yattı bu kez. Yine ilgisizlik, yine umursamazlık. Bizler işte o zaman isyan etmiştik. O sıralar yayınında çalışmakta olduğumuz “Halkevi” gazetesinin Temmuz 1979 sayısının arka sayfasını Enver Gökçe’ye ayırdık ve buradaki bir yazının başlığını da, “Enver Gökçe Yaşıyor” olarak attık.

AYDINLANMA SÜREC Neden mi Enver Gökçe? Bizim düşünü kurduğumuz, özlemini çektiğimiz, uğrunda yaşamımızı ortaya koyduğumuz her şey gözümüzün önünde, Enver Gökçe’nin tavrında, insan ilişkilerinde capcanlı duruyordu. Demek ki bizimkisi boş bir hayal, olmaz bir talep değildi. O günlerden bugüne bu düşüncenin, bu umudun bende canlı kalmasında Enver Gökçe’nin katkısı büyüktür. İlk kez bu kadar kapsamlı bir Enver Gökçe kitabı yayımlanıyor. Birçok bilgi, belge, tanıklık bu kitapla gün yüzüne çıkıyor. Bir tür “sözlü tarih” çalışması da yapmış oldunuz yıllar içinde... Bütün bunların ışığında “Enver Gökçe ve zamanının” daha yeni bir görüntü veya resim verdiği söylenebilir mi? Tamamen öyle. Enver Gökçe ve zamanı bize bugün daha yeni bir resim vermekte. Çünkü Enver Gökçe’yi, Enver Gökçeleri ortaya çıkartan tümüyle onların içerisinde büyüdükleri tarihsel süreç. Kitaptaki söyleşi metinleri zaten bunu yansıtıyor. Bu, az çok aynı kuşak insanı-

Celil Denkta

nın sesidir. Bu sesi, bu gücü onlara veren bu toprakların insanlarına büyük bir aydınlanma getiren bir süreçtir. Nasıl Enver Gökçe büyük bir aydınlanmanın, insanlık adına bir ilerlemenin içerisinde doğup yetiştiyse, bugünkü kuşaklar da tam tersine, büyük bir geriye dönüşün, bir bataklığın içerisinde doğdular, büyüdüler. Bu nedenle 12 Eylül öncesinin öyküsü onlara tüm ideolojik, ekonomik ve işçi sınıfı mücadeleleri süreçleriyle verilmeli, anlatılmalı. “Hafıza kaybı” ve “akıl tutulması” tuzaklarının bozulması gerekiyor. Ben bu görevin hâlâ bizim kuşağın sırtında olduğunu düşünüyorum. Enver Gökçe ve zamanının bugün vermekte olduğu resimden de bunu okuyorum.

TÜRK YE AVRUPA’DAN NASIL GÖRÜNÜYOR! Kitabınızı ve Gökçe’nin yaşamını “oryantalizme bir karşı çıkış” olarak tanımlıyorsunuz? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve modern Türk edebiyatını da, en azından ana hatları itibariyle, böyle görmek gerekmez mi? Aslında yalnızca Türkiye Cumhuriyeti ve Türk edebiyatı değil, tüm mazlum, sömürülen ülke halklarının mücadeleleri, kendi özgün kültürlerini ayağa kaldırmaları, emperyalizmle hesaplaşmaları oryantalizmi gerileten darbelerdir. Türk edebiyatının çok köklü bir geçmişe uzanan kaynakları, geliştiği topraklarda edindiği folklorik zenginlik gerçekten eşsizdir. Biraz dışardan bakılırsa oryantalizmin bu birikim karşısında pek bir şansı yokmuş gibi görünebilir. Zaten belki de oryantalizmin bu topraklarda bugün almış olduğu mesafe biraz da bu aldanmayla ilgili. Folklorik zenginlik sizi rehavete, umursamazlığa, giderek “aymazlığa” da sürükleyebiliyor demek ki. Siz kenara çekildikçe karşıdakinin iştahı daha fazla kabarıyor. Bizler geniş hoşgörü, efendilik, alçakgönüllülük, konukseverlik vs erdemlerine biraz fazlaca sığınıyoruz.

Kendi içimizde belki öylesi gerek. Fakat emperyalizm bunları birer “yumuşak karın” olarak, sızma noktası olarak görüyor. Öyleyse kendimizi toparlayıp içimize işlemeye başlayan bu zehire karşı panzehirleri birer birer ortaya koymamız gerekiyor. Size kendimden çarpıcı bir örnek vereyim. Türkiye’ye her gidişimde karşılaştığım ilk sorulardan biri mutlaka: “Ee söyle bakalım, Türkiye Avrupa’dan nasıl görünüyor?” oluyor. Son zamanlarda artık dayanamayıp bu soruya: “Kolay lokma!” diye cevap vermeye başladım. Belki soruyu soran biraz silkinir, “Yahu ben ne diyorum?” diye kendi kendine sorar umuduyla... Bence işte bu, zehirlenme belirtisidir. Siz, ne olduğunuzun ayırdında değilsiniz. Ne olduğunuzu size Batı söyleyecek! Tabii güzel şeyler söyleyecek. Sizi sevindirecek, gevşetecek. Sevinirsiniz elbet. Ama herhalde Türkiye’nin -mesela- Kongo’dan nasıl göründüğü pek kimsenin umrunda olmaz. Ne olduğumuzu, ne olmamız gerektiğini bize illa Batı söyleyecek. Bu, tabii biraz da, AB üyeliğiyle demokrasinin geleceği sanısına eklemleniyor. Enver Gökçe’de ve Enver Gökçeleri ortaya çıkartan tarihsel koşullarda, bunlara karşı çıkışı, kendini bulmayı ve tanımlamayı görebiliyoruz. Bu kendini buluş, tabii ki yukarıda değindiğim zeminin sürdürülebilir olması sayesinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla zemini kaybetmemek öncelikli görev. Türkiye Cumhuriyeti işte bu zemindir. İçerisinde barındırdığı halklar ve kültürleriyle birlikte. Zaten Türk edebiyatı da bunun bir bileşenidir.


Aydınlık KİTAP

ARAKABLO

SEYY T NEZ R

30 MART 2012 CUMA

15

“Hepimizi birbirimize benzettiler” Enis Batur, son yazısında şöyle diyor: “Sorun, ‘sıra’nın size gelip gelmemesine bağlanamaz: Başkalarına gelmişse, bir ülkenin içinde yaşanabilirlik katsayısı enikonu düşmüş demektir.” iirin dergi takviminde son y llarda Mart ay daha ayr bir dilim olu turmaya ba lad . Özellikle Dünya iir Günü’nden ötürü, iir tart malar tüm dergilerde öne ç k yor. Dergilerde iirin ve iir tart malar n n yay l m n sergilemeyi hep istemi imdir*. Bu yaz da, bir iir laboratuvar olarak Akatalpa’n n yan s ra, ustala t varsay lan airlerle söyle ilere a rl k veren Gösteri dergilerini sergileyebilece im. Akatalpa, en çok iir yay mlayan dergi olmay sürdürüyor. Mart 2012 say s nda 28 iir yer al yor. Oresay Özgür Do an, iirli bir anlat ma yasland “Ona Kellemi Götürün” adl denemesiyle Dünya iir Günü’nü kar layan çarp c bir polemik örne i veriyor; derginin lamel özelli i ta yan sayfalar ndaki iirlere de ipuçlar sa l yor. Postmodern anlay n iki tipik özelli i, yaz da öyle yer al yor: “Yaratmak, a rmakt r art k. Gönül rahatl yla a rabilir ve yaratabilirsiniz, ... Nas l olsa gelecekten konu mak bir eyleme yol açm yor art k.”

“BÜTÜNLÜK F KR N Y T RD K!”

zete.com seyyitnezir@aydinlikga

Adil zci, günlü üne Pascal’ n bir sözüyle ba l yor: “Kalbin kendine özgü nedenleri vard r ki ak l hiçbir zaman onlar anlayamaz.” Gerçekli i kavramaktan kaytarma tutumunun gerekçesi çok aç k biçimde verilmi bu sözde... Mehmet Gökyayla, Haydar Ergülen’in Üvey Sokak kitab n ele al yor; airin, “Bütünlük fikrini çoktan yitirdi imizden olmal bu yeni durum” saptamas ndan yola ç karak gelinen noktada, “... hepimizi birbirimize benzettiler, bir nevi tek tip olduk say l r. ki üç farkl ses, birkaç c l z itiraz, onlar da ço u kez duyulmaz” sonucuna var n irdeliyor. brahim Oluklu, Özge Kocatürk’ün “Bu Kalp Seni Ö ütür mü?” iirini irdelerken, “bireyin hallerini dünyan n hallerinin yerine geçirme” tutumunun kar s nda konumlan n veriyor... Alper B çakç , Tamer Sa r’ n ilk kitab K rç l’ (Yasakmeyve Y.) tan t rken airin “kafa kar t r c ” izleklere yöneli ine dikkat çekiyor... Uç iirler’ini (Enis Batur, K rm z Y., 2011) de erlendirirken Gültekin Emre’nin Hilmi Yavuz’u hiç anmamas yad rgat c . öyle ki, Batur’un “b(ulu)t, ya(zar)ak, b(irin)ci, k(ayna)k” vb. sözcüklerin içinde çok farkl sözcüklerin de harflerini ta mas olgusunun çarp c örneklerini Hurûfî iirler (2004) kitab nda sözcüklere mistik serüvenler yükleyerek Hilmi Yavuz vermi ti: “tü/kendi”...

“HEP AYNI B Ç MDEN R SIKILIR” Musa Öz, postmodern söylemin ilginç örne ini sunuyor: “Unutup gidiyorsun kokunu aceleyle”... brahim Dervi o lu, “Hiçbir kolonyan n aç s gönyeyle ölçülmez çünkü” dizesinde, abesle i tigalin ayn çizgide imgesini veriyor “Pisuvar”da... Bünyamin Demir, “Duvar na boyan rm elini kalbine koyan f rça” diyerek i i daha ileri götürüyor... Naci Bahtiyar, “Bo luk”u son dizede tan ml yor: “tarife s m yor soka n verdi i namus”... Perihan Baykal, “hep ayn biçimde yazamam iir s k l r” dizesiyle ba lad iirinde bu tutumu sürdürüyor... Melih Kabalak, tüketimi kutsalla t r yor: “Tüketti im her eyin getirdi i hafiflikle yürüdüm”... Pelin Özer, “Beni bir sokak lambas olarak hat rla” diyor Afrika’ya... Seçil Özcan, “kendini toplamaya ötekilerden ba la!” diyor genel havaya uygun olarak... P nar Do u, “kim sevebilmi kendini / görmeden aynay ” dizesiyle yan tl yor onu... M. Sinan Karadeniz, nice uzun dizelerden sonra söylüyor iiri için gerekli esin kayna n : “kar n, suyun evime indirdi i harflerden içeri / girmeli bir ya mur edimi”... Emin Kaya, “ya da bo bir çarm hta birbirine kanayan / suskun iki m h” olarak iirle valse kalk yor. Rahman Y ld z, “yemin, güruh, mahv” bölümlerinden olu an, “beni uzun sedyeler olarak hat rlayacak annem” gibi etkili ve yal n imgelerin, “d msa arap toku turan iki ahmak battaniye” gibi abur cuburla ayn çuvala t k t r ld “Âh Mine’l Mevt” ba l kl mevlitsi iirinde, “hepimize terörist diyecekse de / Malta art k çok uzaktad r sevgilim” diyerek yak nlara hiç bakmad itiraf n “benim cesedimi kim y kayacak?” dizesiyle noktalarken, emperyalizmin insandan geriye bir ceset bile b rakmad n m ima ediyor? Ozan Öztepe, Akatalpa laboratuvar ndaki tüm airlerden farkl olarak, gerçeklik duygusu çok güçlü, ama i lenmeye muhtaç bir anlat m örne iyle görünüyor Dacat Reis’te: “ nce bir anne eli efkati ile aç ls n penceresi kap s .”

“ RDEN FELSEFEYE GEN LEMEK” Gösteri’nin 306. say s nda iir de erlendirmelerinin belirgin bir a rl var. Do an H zlan, “So uk k günlerinde iirler s tacak içinizi” diyor “Editörden” sayfas nda. Cenk Gündo du, Haydar Ergülen’le “A k iirleri Antolojisi” (K rm z Kedi Y.) üstüne söyle iyor. Ergülen, her türlü ki iselli i silen teknoloji kar s nda Fecr-i Âtî’ye gönderme gere i duyuyor: “A k, ahsi ve muhteremdir”... Mustafa

erif Onaran, Yunus’tan hsani’ye “Halk edebiyat gelene inde ba kald ran iir”i vurguluyor... Gültekin Emre, “ iirlere, Gurbete, Trenlere, Göçe Sar n Beni” yaz s , ad nda “tren” geçen iir ve öykülerle gurbete dal p gidi in hüzünlü istasyonu gibi... Deniz Durukan, “Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a Modern Türk iirinde Kad n mgesi” (Everest Y.) kitab n anlatt yaz s n “kad n n zaten sivil” kimli inin sergilenmesi üstüne kuruyor... Yavuz Özdem; Rüzgâr Odas ’nda Kemal Ate , Murat Üstübal, Egemen Berköz, Hayati Baki ve Volkan Hac o lu’nun iirleri üstüne izlenimlerini keyifli bir anlat mla veriyor... Onur Bilge Kula, Hegel’den yola ç k p Jean Paul’de noktalad “Yaz nsalla t r c fantezi ve gösterge” yaz s nda dil ve imge konusundaki ili kiyi, Goethe’den esinlenerek öyle tan ml yor: “Dilin genel özelli i imgeselliktir”... Adnan Özer’in “Gizledikçe A k” iiri üstüne air olarak niyetiyle Baki Ayhan T.’nin okur niyeti pe pe e yorumlarla sunuluyor... Arife Kalender, Gültekin Emre’nin yeni iirlerini irdelerken okura air hakk nda ilginç ipuçlar veriyor... Hüseyin Peker, Mustafa Ergin K l ç’ n sorular n yan tlarken, “ iir ya anm l ktan do mal ” diyor ve ekliyor: “Dönemsel vurgular önce airi etkiler”... Mustafa Köz, “Gerçekli i lirizmin içinden gösteren air” ba l yla iiri üstüne görü lerini belirttikten sonra Ahmet Ada’yla söyle iye geçti inde öyle diyor Ada: “ iirden felsefeye bakmak hem evrensel söyleyi e hem de izleksel geni li e yol aç yor”... Görüldü ü gibi, iir üstüne ileri geri çok söz edilen Gösteri’de, söyle ilen airlerin daha önce yay mlanm iirleri d nda üstünde durulmaya de er ürün yok neredeyse... Levent Karata ’ n sorular n yan tlarken Vural Bahad r Bayr l’ n söyledi i de bunu duyumsat yor: “ nsan ancak iir yazmak air yapar”... Ne yaz k! airlerimizin söyledikleri de incir çekirde i doldurmuyor... Enis Batur, ülkenin durumuyla entelijensiyan nki aras nda ba kurdu u son yaz s nda öyle diyor: “Sorun, ‘s ra’n n size gelip gelmemesine ba lanamaz: Ba kalar na gelmi se, bir ülkenin içinde ya anabilirlik katsay s enikonu dü mü demektir.” (22 Mart) Veysel Çolak 40 y ld r air, iiri ve okur ba lam nda tam da bunu söylüyor ama anlatam yor... *Bu amaçla, iirin dergi takvimine tam bir y l önce Hurûfat’ta Lamelif kö esiyle ba lam t m. Araya a amad m kimi nedenlerle kopukluk girince, bu kez Ayd nl kK TAP’taki Arakablo’yu her ay n son cumas nda dergilere ay rarak iirin dergi takvimini burada sürdürmeye yöneldim. Bu takvimde ay n iiri önerisi de yer alacak... [ARAKABLO’da de inilmesini istedi iniz yay nlar (Ca alo lu, Ankara Cd., Pamir Han, 22/14, Sirkeci- ST.) adresine gönderebilirsiniz.]


16

30 MART 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

YERLE K DE ERLER N ZLER NDEN ARINDIRILMI B R R

Türk Şiiri’nin ayrık sesi: Nilgün Marmara Marmara’nın şiiri, geleneksel söyleyiş ve bu söyleyişin hitap ettiği zevk bakımından da Türk okurunun beğeni kalıplarının dışında bir yerde duruyor. İlle de bir belirleme yapmak istersek onun şirinin çeviri tadında olduğunu söyleyebiliriz CAFER YILDIRIM Adının gazete sayfalarında geçtiği günlerde, Nilgün Marmara’nın şiirini olağandışı bir merakla okumuştum. Daha sonraki yıllar içinde onun şirine tekrar tekrar döndüm, şiiri üzerinde uzun uzadıya düşündüğüm zamanlarım oldu. Ondan çok uzaklardaydım üstelik. Kendini çok yükseklerden boşluğun sonsuzluğa karışan mesafelerine bırakışındaki sarsıcı gerçekliğin ardındaki ruh halini anlayabilme isteğinin ürünüydü belki bu çabam. Belki de o gerçekliğe neden olan sırra ışık düşürecek ipuçlarına rastlayabilme ihtimalinin büyüttüğü bir merakla hareket etmiştim. 1977’den 87’ye, on yıllık bir zaman diliminin, arada bir açılıp yazılan ve sonra kapatılan yapraklarındaki şiirlerini defalarca okudum. Zor, hem de çok zor, neresinden tutarsanız tutun kendini bir türlü ele vermeyen ama o oranda da güçlü bir şiirle karşılaşmam beni şaşırtmadı işin doğrusu.

nun beğeni kalıplarının dışında bir yerde duruyor. İlle de bir belirleme yapmak istersek onun şirinin çeviri tadında olduğunu söyleyebiliriz.

SER VER P SIR VERMEZ B R D L Bu tat, ana besinini Türkçenin sentaksına aykırılıktan alıyor. Marmara’nın, sözdizimini sürekli bozması, bunu bir anlatım tekniği olarak benimsediğini gösteriyor. Üstelik o bu tekniği, bir dönem etkilendiği bütün İkinci Yenicilerden daha farklı ve yetkin biçimde kullanıyor. Alışılmışın dışına taşınmış sentaksın alışılmamış bağdaştırmalarla örgülenmesi sonucu kolay anlamalara kapılarını sımsıkı kapatmış elit bir dil ile yüz yüze kalıyoruz. Şairin tercihini seçkin öz Türkçeden yana yapması da dilinin ser verip sır vermezliğine yeterli katkıyı fazlasıyla sunuyor. İçerik bakımından ise Marmara’nın şiiri bütünüyle soyutluk üzerine kurulmuş bir şiir. Bir dünya görüşünün, bir hayat tarzının, felsefi akımın, düşünce sisteminin taraftarı olan, bunlarla ilgili çağrışım yaratan emarelere rastlanmıyor onda. Yerel ve yerleşik değerlere sırt çevirmede ahenk, söyleyiş ve biçimde izlenen tutum bu mecrada da kendini gösteriyor. Marmara şiirindeki en belirgin izlek, içeriğini “hayatın sorgulanması” olarak ele veriyor. Tematik serpintiler bu izlek üzerinden kristal zerreler halinde onun şiirinin en ücra hücrelerinde bile gülümsüyor, En azından gülümseme efektleri sunuyor. Ki Marmara bu tarzında oldukça istekli görünüyor. Tematik parçacıklar, lifler

BAMBA KA B R PENCEREDEN… Şaşırtıcı olan Nilgün Marmara’nın bütünüyle mahalli olanın, yerelin dışına çıkmış olması, yerleşik değerlerin izlerinden arındırılmış bir şiir kurabilmiş olmasıydı. O sadece bize ait toplumsal hayata değil, kendi hayatına da, ama asla artistik bir tutumla değil, olağan bir eda ile başka, bambaşka bir dünyanın penceresinden bakıyordu. Üstelik tanıklıkları ve yaşadıklarıyla ilgili hiçbir şaşırmışlık izine rastlamadım onda. Kazanılmış bir olağanlık halindeydi. Şiirini mana boyutuyla mahalli olanın dışında inşa etme iradesi ahenk alanında da var gücüyle bir çalışma içinde olduğunu gösteriyor. Marmara, Türk şiirindeki hiçbir geleneksel ahenk unsurunu rastlantısallık dışında kullanmadığı gibi hiçbir biçimsellik içine de sıkışmıyor. Anlam dünyası nasıl gerektiriyorsa şiirini biçimsel olarak öyle yapılandırıyor. Dizeler bazen merdiven basamakları gibi bazen de bölünmüş parçalar halinde diziliyor. Bazen üç bazen beş bazen ikilikler halinde öbekleniyor. Bazense şairimiz nesrin tekniğine başvuruyor. Sessel uyumsa hiç ilgilendirmiyor onu. Bambaşka biçimler içinde soluk alıp veren dizelerinde ne uyağın tok sesini ne de aliterasyonun fısıltısını işitebiliyorsunuz. Marmara şiiri, geleneksel söyleyiş ve bu söyleyişin hitap ettiği zevk bakımından da Türk okuru-

SAVRULAN BEDEN Pek az zamanı kaldı bu zora sokulmuş bedenimin, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi… Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden, Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın! Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm bu solgun yürek için. Sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir, bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi. Yitiyor işte göz ardı edilen bedenim, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi… Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle! Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri, Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu? Şendim, şendim ben, Kahkahalarım insanları ürkütürdü! Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin, Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi… Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden, Kalıvermeliyim öylece kaskatı!

halindeki anlam çeşitlenmeleri tabii ki sonunda bir bütünlüğe ulaşıyor. Onca anlam kıvılcımı, onca imge, onca çağrışım, düş ve duygu kımıldanışı yaratan bir okumadan sonra Nilgün Marmara şiirinden size bildik fakat ürpertici bir gerçekliğin ağırlığı kalıyor. Bu ağırlığın adı ölümdür. Böyle bir durumdan en azından kendim için söz edebilirim. Marmara’nın şiirinde bir temin o ölçüde açıklıkla işlendiği yegâne şiirin, “Savrulan Beden” olması bir tesadüf olmasa gerek. Her harfini bir parçası haline getirdiği ölüm teminin üzerine inşa edilmiş olan” Savrulan Beden” anlam belirginleşmesinin en yoğun yaşandığı, bir başka deyişle anlamını en cömertçe sunan şiir. Dize öbeklenişi, ses akışı, taşıdığı tını bakımından ise bu şiir gelenekten çokça izler taşıyor, büyük oranda yerli olana uygun düşüyor.

BA AT TEMA: ÖLÜM Savrulan bedenin penceresinden ölüme bakarken şairin, dilinin kilidinden çözülmesinin, herkese benzediği bir yerde durmasının bir anlamı olmalıdır kuşkusuz. Hiçbir yoruma kapı aralamamak, yanlış anlamalara imkân tanımayacak biçimde görünmek istediği için bunca açık olma gereği duymuştur belki. Kendi şiir evreninin sınırları dışına çıkmamasının nedeni belki de sözlerinin başat teması ölümle ilgili olmasındandır. Şiirinin temel izleği olan ölüm gerçekliğiyle onca yüzleşemeden sonra Nilgün’e en yaygın olarak bilinen ve gerçekte bir veda olan o dizeleri yazmak kalıyor artık: Ey iki adımlık yerküre Senin bütün arka bahçelerini Gördüm ben! Nilgün Marmara ile benzer bir seçim yapmış olan başka bir şair, Soysal Ekinci için yazdığım bir yazının son cümlelerini burada da tekrar etmek istiyorum: Dünyayı anlamlandıranın varoluşumuz olduğunu biliyoruz ki yaşamakla bedellidir. Onca acı vericiliğine karşın insanın en güzel duruşu hayat değil midir… NOT: Nilgün Marmara 1958’de İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesinde okudu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Eserleri: “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” (1988), “Metinler” (1990), “Kırmızı Kahverengi Defter” (1993), “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”(2006). 13 Ekim 1987’de yaşamını yitirdi.


Aydınlık KİTAP

RUSSELL BANKS, ATOM EGOYAN VE “BA KA B R DÜNYA”

Büyüklerin günahını, çocuklar mı öder? Atom Egoyan’ın 1997’de çektiği ve romanla aynı adı taşıyan film de “Fareli Köyün Kavalcısı”nın izleği üzerine oturur, büyüklerin yaptıklarından (ya da yapmadıklarından) ötürü “başka diyarlara sürüklenen” çocukların üzerinden dünyayı yorumlar yani. Romanın özgün adı da karakterTUNCA ARSLAN lerin felakete ilişkin anlatımlarına Kanada taşrasında öğrencileri taşıyan hakim olan “araf” duygusundan kayservis otobüsü karla kaplı yoldan naklanıyor. çıkar, donmuş göle uçar ve 14 çocuk Filmlerinde, Banks’in genel temayaşamını kaybeder. sına uygun öyküler Olaydan bir süre anlatan; suç mu, ceza sonra orta yaşlı bir mı, kader mi sorulaavukat olan Mitchell rını ortaya atan KaStephens, kasabaya nadalı yönetmen gelir, kazada ihmal Atom Egoyan’ın olduğunu ileri süre1997’de çektiği ve rorek acılı aileleri tazmanla aynı adı taşıminat davası yan film de “Fareli açmaları için ikna Köyün Kavalcısı”nın etmeye çalışır. Stepizleği üzerine oturur, hens, ailelerle tek büyüklerin yaptıklatek görüştükçe, bazı rından (ya da yapmagerçeklerle yüzleşir. dıklarından) ötürü Ölen çocuklar, tıpkı “başka diyarlara sü“Fareli Köyün Karüklenen” çocukların valcısı” masalındaki üzerinden dünyayı gibi hata ve günah yorumlar. Dünya, içindeki anne babamasumların öldüğü, larının kefaretini mi masum olmayanların ödemişlerdir ise öldüğü bir dünyaacaba… dır. Egoyan, son deEmekçi sınıfınrece etkileyici dan bir ailenin dört çocuğundan biri illüstrasyonlar eşliğinde ünlü masalı olan 1940 doğumlu Russell Banks, ya- filmine ekler ve “araf” duygusunu mazarlıktan para kazanmadan önce sıhhi salımsı bir anlatımla aktarır. tesisatçılıktan ayakkabı satıcılığına Sorular soran ama kesin yanıtlar kadar pek çok işe girip çıkmış. Hanvermeyen, karakterleri acımasızca yardan Balkara’nın çevirisiyle Dost gılamak yerine tanıtmaya Yayınları’ndan 2000 yılında çalışan, seyirciye yal“Başka Bir Dünya” adıyla nızca ipuçları sunan; Emekçi Türkçeye çevrilen “The Ian Holm, Bruce s n f ndan bir Sweet Hereafter”i, Greenwood, ailenin dört 1991’de bir gazete haSarah Polley berinden yola çıkarak gibi drama geçocu undan biri olan yazmış. Banks’ın karll leneğinden sse Ru lu 1940 do um deşinin de nedeni bir gelen oyuncuBanks, yazarl ktan para türlü açıklanmayan ların çok etkive tıpkı romandaki kazanmadan önce s hhi leyici olduğu, b gibi muammaya dökka özellikle çocuk aya n kta tç l tesisa nüşen bir tren kazasahibi olanları pek sat c l na kadar sında öldüğünü, ürperticilik ve çok i e girip annesinin yaşamı bobüyük bir acıyla yunca bu kazanın etkisinyüzleştiren bir filmç km den kurtulamadığını dir “Başka Bir Dünya”. belirtelim. Yazar, bu tür felaketFilmin iki dalda Oscar’a lerin ardından geride kalanların yaşaaday olduğunu, 1997 Cannes’da simının kazadan önce-kazadan sonra nema eleştirmenleri-Fipresci ve jüri diye ikiye bölündüğünü bizzat yaşamış özel ödülü kazandığını da belirtelim.


Aydınlık KİTAP

18 30 MART 2012 CUMA Korkunç İvan

Isabel de Madariaga Bankas Kültür Yay nlar Çev. Emin Tanr yar 572 s. Çar olarak taç giyen ilk Rus hükümdarı olan IV. İvan, Osmanlı padişahları Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat’a denk düşen uzun iktidarı (1547-1584) süresince bir korku imparatorluğu yaratmıştır. İktidarına rakip çıkacağından korktuğu kuzenini ve ona destek olduğundan şüphelendiği ileri gelenleri öldürtmüş, kazayla oğlunun da ölümüne neden olmuştur. Novgorod şehrinin imhasını emretmiş, binlerce kişi katledilmiş, onbinlerce kişi sürülmüştür. “Hem korku hem de hayranlık uyandıran, müthiş” anlamındaki “Grozny” lakabını da bu nedenle kazanmış ve tarihe Korkunç İvan olarak geçmiştir. Rusya tarihinin önde gelen otoritesi Isabel de Madariaga’nın, Korkunç İvan’ı kendi çağının içinde ve ortaya koyduğu kişiliğin yakın tarihe kadar uzanan çağrışımları çerçevesinde ele aldığı bu muhteşem biyografi, Rusya’nın derin tarihine ışık tutuyor.

Gölgede Yaşamak

Fadime Uslu Everest Yay nlar 112 s. “Fadime Uslu çağdaş öykücülüğümüzün ana izleklerinden “küçük insan” dünyasını gizlendikleri yerden bulup çıkarmada, onların öykülerini edebiyata aktarmada çok başarılı.” Turgay Fişekçi “Daha ilk satırlarda öyküsünü kuruyor yazar, sonra adım adım öykünün merkezine ilerliyorsunuz. Vardığınız yerde, o büyük sarsıntının özellikle kadın ruhunda nasıl derinleştiğini ve artçıların hâlâ devam ettiğini görüyorsunuz.” Ethem Baran 2011 Yunus Nadi Öykü Ödülü‘nü “Gölgede Yaşamak” başlıklı dosyasıyla kazanan Fadime Uslu, anlaşılmayı bekleyen duyarlı, kırılgan insanları, onların iç hesaplaşmalarını kendine özgü bir dille öyküleştirirken, günümüzde gittikçe sığlaşan yaşamları da mercek altına alıp irdeliyor.

Dul Kadının Öyküsü

K rm z Kedi Yay nevi Joyce Carol Oates Çev. Alev Bulut Kerimo lu 416 s. “Ölüm sonrası dul kadının yapması gereken sayısız iş arasında bir tanesi çok önemli: Kocasının birinci ölüm yıldönümünde dul kadın şunu düşünmeli: Hayatta kalabildim.” 2008 yılının Şubat ayı. Joyce Carol Oates, rahatsızlanan kocası Raymond Smith’i bir hastanenin acil servisine götürür. Teşhis zatürredir. Her ikisi de Ray’in birkaç gün içinde taburcu edileceğini düşünür. Ne yazık ki bir enfeksiyon sonucu Ray yaşamını yitirir. Joyce Carol Oates beklemediği bir anda ve tamamen hazırlıksız olarak “dulluk” gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır. Çağdaş Amerikan edebiyatının en verimli ve önemli yazarlarından biri olan Joyce Carol Oates, kocasının ani ölümünün ardından yaşadıklarını, bu kayıpla nasıl başa çıktığını bu anı kitabında tüm açıklığıyla ve içtenliğiyle anlatıyor.

Meyhaneci Kadehlerin Ardındaki Dünya

Çin Yüzyılını Anlamak

Kerem Gökten Nota Bene Yay. 392 s.

YENİ ÇIKANLAR

Harita ve Topraklar

Can Yay nlar Michel Houellebecq Çev. Orçun Türkay 352 s.

Çin, içinde bulunduğumuz yüzyılın en tartışılan ülkesi. Ülke gerek içinde bulunduğu iktisadi atılım gerek devletler sisteminde etkisi giderek artan bir aktör olması nedeniyle dikkatleri üzerine çekmektedir. Sahibi olduğu büyük uygarlık birikimi de göz önüne alındığında ülke hem merak hem de endişe uyandırıyor. Çin’in, günümüz kapitalist uygarlığı ile olan ilişkisini ele alan bu çalışmanın kapsadığı zaman diliminin başlangıcı; Çin’in dünya-sistemi ile olan ilişkisinin uzun mesafe ticaretinin ötesine geçerek, hiyerarşik bir ilişki biçimine bürünmeye başladığı Afyon Savaşları’na kadar uzanmaktadır. Politikasını Mao’nun ölümünün ardından değiştiren Çin’in bugün gelinen noktada Sermaye birikim rejiminin, Mao dönemi sermaye birikim rejimi ile taban tabana zıt olduğu ileri sürülebilir.

Olanları, romanın başkahramanı Jed Martin anlatsaydı, söze bir 15 Aralık günü evdeki ısıtıcının bozulmasıyla başlardı belki. Belki de Noel yemeklerini baş başa geçirdiği, işine yürekten bağlı, tanınmış bir mimar olan babasından konu açardı. Ayrıca Komiser Jasselin’in polis ekiplerini bile dehşete düşüren, korkunç bir cinayeti aydınlatmasına yardım ettiğini de atlayamazdı. Meslek yaşamının başlarında, fotoğraf sergisinin açılışında tanıştığı güzelim Rus kızı Olga’yı anlatmadan da geçemezdi elbette. Her çevreden ünlülerin (Michel Houellebecq de o ünlüler arasındaydı) portreleriyle kurduğu “Meslekler” dizisiyle dünya çapında üne kavuşmadan önceydi kızla tanışması... Michel Houellebecq’in 2010’da Goncourt Ödülü kazanan romanı, sanata, paraya, aşka, baba oğul ilişkisine, ölüme, iş hayatına, turistik bir cennete dönüşmüş Fransa’ya dair çetrefil bir labirent...

Alçaktan Uçan Güvercin

Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

Sel Yay nc l k Eduardo Galeano Çev. Süleyman Do ru, 200 s.

Turgay Noyan Naviga 180 s.

Tar k Dursun K. Yap Kredi Yay nlar 200 s.

Turgay Noyan’ın yıllarca işlettiği ve orkestra şefliğini yaptığı İstanbul Bostancı’daki Turgay’ın Tavernası Derya, 1970-80’li yıllarda Türkiye’nin en önemli eğlence yerlerinden biridir. Bu kitapta Noyan, akıcı üslubuyla o günleri anlatıyor. Kitaptaki öykülerin arasında; taverna anılarının yanı sıra Demokrat Parti, 28-29 Nisan 1961öğrenci hareketleri, 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası da yer alıyor. Sovyetler Birliği’ne yapılan uzunca bir turnede geçen olaylar ise keyif ve ilgiyle okuyacağınız bir başka bölüm olacak… Meyhaneci’de anlatılan, “Kadehlerin Ardındaki Dünya”da Türkiye’nin popüler ve siyasi tarihine ait pek çok iz bulacaksınız…

Türk edebiyatının büyük ustası, Aydınlık yazarlarından Tarık Dursun K.’dan doyumsuz bir eser... “Alçaktan Uçan Güvercin”, babasının dağ çadırından kaçırıldıktan sonra iki ay süreyle çeşitli kişilerin tecavüzüne uğrayan on yedi yaşındaki Menekşe’nin hikâyesi. Menekşe’ye tecavüzle suçlanan on dört kişinin yargılanma süreci içinde yer yer geriye dönüşlerle verilen bu hikâye çevresinde roman, 1970’ler Türkiye’sinin taşra hayatını güç ilişkileri, siyasi çekişmeleri, her sınıf ve tabakadan insanlarıyla; bütün bayağılığı, sahteliği ve sığlığıyla yansıtıyor.

“Kimse gidecek kadar kahraman, kalacak kadar vatansever değil.” Bir yanda işkenceler, kayıplar, ölümler, katliamlar, sürgünler... Diğer yanda umut, mücadele ve direnç... Sevincin ve coşkunun, acı ve umutsuzluğun yanıbaşında filizlenişinin tanıklığı. Çaresizlikten mücadele, baskılardan direniş yaratan bir halkın fotoğrafı. Kitap sahne sahne ilerleyen bir günce niteliğinde. Röportajlardan anılara, tarihsel kısa öykülerden aforizmalara yayılan, Latin Amerika halkının geçmişine ayna tutan, acıları ve umudu yan yana ve keskin bir dille anlatan alışılmadık bir yaşam öyküsü. İnsanın insanlık savaşına dair bu sahneleri okurken hissettikleriniz sizi, nerede olursanız olun, yakın çağrışımlara sürükleyecek. Galeano, dünyanın vicdanı olmaya devam ediyor.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Atatürk’ün İstanbul’daki Günleri

Beşlerin Çağı

Niyazi Ahmet Bano lu Alfa Yay nc l k, 756 s.

Erbu Kaya thaki Yay nlar 440 s.

“Atatürk’ün İstanbul’daki Günleri” 1899-1919 ve 1927-1938 yılları arasındaki dönemi kapsar. Atatürk, bu yıllar içerisinde sık sık İstanbul’a gelmiştir. İlk kez Harp Okulu’na başladığı günlerde geldiği İstanbul’da, hayata gözlerini kapamasına kadar yaşamıştır. Atatürk’ün İstanbul’a her gelişi başlı başına siyasi ve kültürel bir olay olmuştur: üniversite ziyaretleri ve profesörlerle görüşmesi, sanat eserlerinin açılışları, deniz manevraları, prens ve prensesleri kabulü, gazetecilerle sohbeti, Türk-Yunan dostluk görüşmeleri, dil konuları üzerinde çalışmaları, Florya ziyaretleri, çok sevdiği halkıyla buluşmaları, Savarona yatında geçen 65 günü ve Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasında geçirdiği tedavi devresi... ve ölümü.

Giddar’da güneş binlerce kez doğdu, binlerce kez battı. Bu yaşlı topraklar; anlatılamaz sırlar, yürek dayanmaz yıkımlar, akıl almaz yücelikler gördü. Akıllıların, aptalların, iyilerin, kötülerin, büyüklerin, küçüklerin efsanelerini tarihin derinliklerine gömdü. Dağlar, denizler kendini tanrı sananların ellerinde yer değiştirdi. Umutlar, korkular, acılar, mutluluklar bir koza gibi ince ince örüldü. Ve beşinci çağın başında bir şeyler değişmeye başladı. En baştan beri bu topraklarda olan tanrıların, tanrıçaların çocukları artık onlardan daha uzağa bakmaya başladılar. Beşinci çağın başında, insan ilk kez tanrısına karşı gelmeye başladı.

Einstein’ın Düşleri

Hafiyenin El Kitabı

Alan Lightman Çev. Algan Sezgintüredi Aylak Kitap, 120 s.

Jedediah Berry Siren Yay nlar Çev: Algan Sezgintüredi, 296 s.

Alan Lightman’ın modern klasikler arasında sayılan ve otuzdan fazla dile çevrilen çoksatar romanı “Einstein’ın Düşleri” dünyanın birçok yerinde tiyatroya, dansa hatta müziğe uyarlandı, ressamlara esin kaynağı oldu. Italo Calvino’nun büyüleyici ve şiirsel diline benzer bir üslupla anlatılan hikayeler Einstein’ın 1905’te İsviçre’de bir patent bürosunda çalıştığı sıralarda zamanın doğasına dair kurduğu düşlere dayanıyor. Her bir düş zamanın bildiğimizden farklı aktığı olası dünyalara açılan bir kapı... “Bu dünyada zaman dairesel ve insanlar sevinçlerini ve kederlerini tekrar tekrar yaşıyorlar...” “Bu dünyada iki zaman var. Biri mekanik zaman, diğeri bedenin zamanı. İki zamanın karşılaştığı yer, umutsuzluk. İki zamanın ayrıldığı yer, hoşnutluk...”

Rüyalar ve gerçekler... İkisini ayırt edebildiğinizden emin misiniz? Hatırladığınız bir şeyi kaç kere rüyanızda gördüğünüzü, ama aslında yaşamadığınızı fark ettiniz? Rüyanızda gördüklerinizin gündelik yaşantınızda karşınıza çıktığı oldu mu hiç? Kaç kere belki bir gün öncesinde çözülmez görünen bir uyanınca çözüverdiniz? Yağmurun hiç durmadan yağdığı bir kent. Masa başında çalışan, hayat yoksunu bir adam. Kentin orta yerinde, paslanmış, küflenmiş, çürümüş bir panayır. Düşleri bile belgeleyen, herkesi izleyen amansız bir takip sistemi. Ve tüm bunların ortasında, olanca şaşkınlığıyla, durmaksızın düşlere uyanan bir adam. “Hafiyenin El Kitabı”, cinayetler, filler ve düşler ekseninde dönen amansız bir macera. Algının tüm kapılarını zorlayan, yakanıza yapışan, ısrarlı bir rüya gibi.

Douglas Adams ve Otostopçunun Galaksi Rehberi Paniğe Kapılma!

Neil Gaiman Kabalc Yay nevi Çev. Hamide Koyukan, 352 s. Önce Douglas Adams, biz dünyalıları “Otostopçunun Galaksi Rehberi”yle tanıştırdı; şimdi de Neil Gaiman, bize onunla ilgili her şeyi içeren bu kitabı sunuyor. Peki bu kitapta neler var? *Otostopçunun radyo oyunu senaryolarından hiç yayımlanmamış bölümler *Otostop yaparak yabancı ülkeleri dolaşıp tavuk kümesi temizleyen asi bir gençken galaksilerarası mega-stara dönüşen Douglas Adamsın yaşamından kesitler *Douglas Adamsın Dr. Who, Monty Python ve Snow Seven and the White Dwarfs üzerine yaptığı ilk çalışmalar *Arthur Dentin bornozla gezmesinin asıl sebebi ve daha fazlası! En iyisi kendinize bir kadeh Pan Galaktik Gargara Bombası hazırlayın, arkanıza yaslanın ve PANİĞE KAPILMAYIN!

Şişmanlayamayan Sumocu

Eric Emmanuel Schmitt Do an Kitap Çev. Bahad r Bozkurt, 64 s. Bulutların arkasında her zaman bir gök vardır. On beşindeki vahşi, asi Cun, Tokyo’nun caddelerinde sürtüyor, plastikten ıvır zıvır satıyor. Ailesinden uzakta; zaten onların sözünü etmeyi bile reddediyor. Bir gün, Japonların “milli spor”u sumo güreşinin namlı hocalarından Şomintsu ona “Sende bir şişman görüyorum!” diyecek ve Cun’un hayatı tamamen değişecek. Yalnız bir sorun var: Cun, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, şişmanlayamıyor! Sonrası, Cun’un sumo ve Zen Budizm aracılığıyla gücünü, aklını, kendini, “melek” annesiyle bir “isim”den ibaret olan babasını ve aşkı keşfetmesinin öyküsü. Kahramanı Cun gibi incecik, esin kaynağı ve temel konusu Zen gibi özlü bir roman.

30 MART 2012 CUMA

19

Romantik Sürgünler

Edward Hallett Carr Çev. Selda Somuncuo lu leti im Yay nc l k 383 s. Rus entelijansiyasının 1840’larda Avrupaya sürgün edilen kuşağı, Rus siyasal düşüncesinde romantizmden Marksizme uzanan sürecin taşlarını döşemişti. E. H. Carr, “Romantik Sürgünler”de bu tarihsel dönüşümü ele alıyor. 40’lar kuşağının en göze çarpan figürü Aleksandr Herzen etrafındaki tartışmalar, çatışmalar, tanışıklıklar ve kopuşlarla yaşanan, romanlara taş çıkarır maceraları başarılı bir tarih anlatısına çeviriyor. Herzen’den Bakunin’e, Ogaryov’dan Neçayev’e, Puşkin’den Dostoyevski’ye uzanan kahramanlar, devrimciler, edebiyatçılar, filozoflar ve entrikacılarla çevrelenmiş bir 19. yüzyıl panaroması çiziyor. Siyasi fikirlerin romantizmle çarpıştığı, siyasi mültecilerin aşkla savruldukları bir 19. yüzyıl Carr’ın anlattığı... Düşünceler ve fikirler kadar huzursuz kişiliklerce de yoğrulmuş bir çağın, bir kuşağın hikâyesi...

Korsakov

Eric Fottorino Pinhan Yay. Çev. Hakan Tansel, 232 s. Korsakov, anıların sabitlenmesinde baş gösteren hafıza kaybının, bir uydurmacalar ve sahte anılar karışımıyla telafi edilmesinden oluşan bir sendrom. Korsakov hastası, zihinsel karışıklıktan mustariptir, dikkati dağılır, zaman ve mekân içinde yönünü şaşırır. Bu hastalardan biri de Fottorino’nun romanının baş kahramanı Français. Baskıcı bir Katolik ortamda, kayıplarla dünyaya gelen Fronçais, çocukluktan başlayarak hayatın kendisine sunduğu üç adet soyadının (Ardanuit, Mamman, Signorelli) peşinden şiirsel bir yolculuğa çıkıyor. Bu adlar ve onların arkasına saklı hayatlar, bir çocuğun kum kaçmış gözlerini ve huzursuz belleğini Nice’ten Sicilya’ya, Tunus’a kadar sürüklüyor.


20 30 MART 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Sherlock Holmes İnsanları bir denklemin elemanları olarak ele alan ve dolayısıyla duygusal yönlere kaymayan, olayları sadece mantık çerçevesinde değerlendiren ve amacına ulaşmak için zaman zaman aldatıcı olabilen Holmes’ün polisiye edebiyattaki yeri ayrıdır için diğer öykülerden ayrı tutulur. İrem Halıç İnsanları bir denklemin elemanları “Baskerville’lerin Köpeği”, Sir Artolarak ele alan ve hur Conan Doyle dolayısıyla duygutarafından yaratısal yönlere kaymalan,1854 doğumlu yan, olayları sadece ünlü İngiliz Dedekmantık çerçevetif Sherlock Holsinde değerlendimes’un geniş ren ve amacına kitlelerce takip ediulaşmak için len maceralarından zaman zaman aldabiri. Orijinal dilintıcı olabilen Holden kısaltılmadan mes’ün polisiye çevrilen kitap, İş edebiyattaki yeri Çocuk Kütüphaneayrıdır. Yaratıcısınsi’nde polisiye dan daha çok üne roman seven çosahip olan ve geniş cukları bekliyor. kitlelerce sevilen Doyle’un Sherlock Holmes 1902’de yazdığı bu roman kahramanı romanda Sherlock olmasına rağmen Holmes, yardımcısı adeta insanlar araDr. John Watson ile sına karışmış, yaşabirlikte esrarengiz dığına inanılan bir köpeğin lanetini İngiltere’deki evi araştırıyor. Amcası müze haline getirilmiştir. James Bond Sir Charles Baskerville’in tuhaf bir dahil tüm dedektiflerin atası kabul hayvan tarafından parçalanarak öldüedilmiş, sokaklara ismi verilmiş, rülmesi üzerine Sir Henry Basheykelleri dikilmiştir. Haykerville, atalarından birinin ranları Holmes’e o daha aynı şekilde öldüdan s n kadar sadıktır ki; at c Yar rüldüğünü öğrenip, aiyazar Doyle’un üne çok a dah lenin üzerinde bir “Son Soruşturma” sahip olan ve geni lânet olduğuna inaadlı öyküsünde nıyor ve hayatının kitlelerce sevilen Holmes’ü düştehlikede olduSherlock Holmes roman manı tarafından ğunu düşünerek raman olmas na kah öldürtmesi üzeLondra’nın ünlü ta insanlar ade n me rine, Holmes’ün ra dedektifi Sherlock , m hayranları buna kar a s n ara Holmes’le görüşüsessiz kalmamış n n la ina a n ad ya yor. Birçok kez sive büyük tepkiler nemaya da ngiltere’deki evi müze gelmesi üzerine uyarlanan bu öykü, efhaline Holmes tekrar hasanevi bir olay içermesi getirilmi tir yata dönmüştür. Holnedeniyle Holmes’un rasmes’ün sürekli “Bu yonalist yapısına aykırı olduğu önemsiz bir ayrıntı Watson, ama dünyada ayrıntılardan daha önemli bir şey yoktur” dediği yardımcısı John Watson da Holmes kadar çok sevilir çünkü en az onun kadar zeki ve “Nesillerdir ailesinin peşini bıyeteneklidir. Watson Holmes’e çok rakmayan lanet, Baskerville’lerin özenir ve onun tarafından takdir edilsonuncusu Sir Henry’nin hayatını mek ister, ancak Holmes’ün söyleyebilda tehdit etmeye başlamıştır. Amdiği en iyi şey “Senin yanlışların cası Charles Baskerville’in şüpheli sayesinde doğruyu buluyoruz” olur. ölümünün ardından atalarından Bu kitap Ender Gürol’un yaptığı başakalan topraklara dönen Sir Henry, rılı çeviri ile, çocuklarınızın Sherlock Holünlü dedektif Sherlock Holmes’ten mes’u tanıması için bir başlangıç olabilir. yardım ister. Holmes, Doktor Watİyi ve heyecanlı okumalar diliyoruz. son’u Sir Henry ile birlikte bozkırdaki uğursuz malikaneye yollar ve (Baskerville’lerin Köpeği, söylentiler, garip komşular, karanArthur Conan Doyle, lık, bataklık ve doğaüstü olaylardan Çev: Ender Gürol oluşan bu gizemli davayı çözmek Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, için harekete geçer.” 2012, 164 s.)

Kitap arkası

ÇOCUKLAR İÇİN

Küçücek

Karikatür Kitabı

Çağdaş şiirimizin önemli isimlerinden Müslim Çelik, imgelem dünyasında keşfe çıkaran 52 şiiriyle çocuklara merhaba diyor. Uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yapan usta şairin, sıra dışı çağrışımlarla zenginleşen kaleminden süzülen şiirler, çocukluğu, doğayı ve insan zekâsını yüceltiyor. Renkli sözcük oyunları, alışılmışın dışında imgeleri, düşündürücü metaforları, yapı bozucu ifade seçimleriyle okurlarına özgün bir okuma deneyimi sunarken; oyunlu anlatımı aracılığıyla çocukları dilden aldığı keyfe ortak olmaya davet ediyor. “Peryavşan” kitabıyla 1989 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’ne, Necatigül ile 2008 Cemal Süreya Şiir Ödülü’ne değer görülen Çelik’in okurla yeniden buluşan kitabı, şairin kendi desenleriyle renkleniyor.

Karikatürist ve yazar Behiç Ak, 30 yıllık karikatür birikimini taçlandıran özel bir albümle Günışığı Kitaplığı’nda. Öncelikle çocuklar düşünülerek her yaş için hazırlanan bu özel albümde yer alan 120 karikatür, sanatçının 1982’den beri günlük gazetede yayımlanan binlerce bant karikatürü arasından seçildi. Gündelik yaşamdan ufak tefek ama önemli ayrıntılara dikkat çekerek çocukluğu yücelten karikatürler, okul yaşamından arkadaşlığa, çevre duyarlılığından hak ve özgürlüklere, büyümekten meslek seçimine birçok farklı temada mizahla harmanlanmış bir felsefe sunuyor. İnsanı ve toplumu derinlemesine yorumlayan kitap, mizahın hınzır diliyle eleştiriyor.

Yazan ve resimleyen: Müslim Çelik, Gün Kitapl , 88 s.

Yazan ve resimleyen: Behiç Ak, Gün Kitapl , 160 s.

Adamı Zorla Cadı Yaparlar

Beş Kilitli Sandık

Yazar kimliğinin yanı sıra çevirmenliğiyle de tanınan Niran Elçi’den sevimli mi sevimli bir çocuk romanı: “Adamı Zorla Cadı Yaparlar”. Serap Deliorman’ın muhteşem çizimleriyle ete kemiğe bürünen, yakınımızdaki bir çocuğa dönüşen Cimcime’nin yaşadığı tatsız olaylara bağlı olarak hissettiği sıkıntı, farklı olduğu için alay edilen tüm çocukların üzüntülerine adeta ayna tutuyor. Niran Elçi, Cimcime’nin farklılık durumu üzerine kurduğu hikâye ile yabancılaşma, kıyaslama ve eleştiri üzerine çocukların anlayabileceği dilden açıklamalarda bulunuyor. Gerek resimleri gerekse hareketli konusuyla son derece renkli bir kitap olan “Adamı Zorla Cadı Yaparlar”, çocuklara kitapları sevdirecek keyifli bir okuma deneyimi vaat ediyor.

Niran Elçi, Resimleyen: Serap Deliorman, Tudem Yay nlar , 88 s.

Lort Filibooster kötü bir önseziye kapılarak vasiyetini yazmaya karar verir. Bütün servetini Hide Park’ın ördeklerine, çok çocuklu taksi şoförlerine ve adını telefon rehberinden rastgele seçtiği Timothy’ye bırakır. Hindistan’a kaplan avlamaya giden lort esrarengiz bir biçimde kaybolur. Kendi hâlinde bir piyano akortçusu olan Timothy, bu beklenmedik miras karşısında çok şaşırır. Ancak paha biçilmez definesine kavuşmak için Ege’deki Sisam Adası’na gitmesi gerekmektedir. Orada Timothy’den dünyanın dört bir yanını dolaşarak beş anahtar bulması istenir. Genç piyano akortçusu, Brezilya, Macaristan, Nijerya ve Avustralya’da akıl almaz maceralar yaşar. Esrarengiz bir düşmanı her adımını takip etmekte, ona tuzaklar kurmaktadır. Çeşitli tehlikelerle burun buruna gelen Timothy, sonunda güzel bir genç kıza âşık olur. Timothy, bin bir zorlukla bulduğu anahtarlarla define sandığını açınca bir sürprizle karşılaşır.

Evgene Trivizas, Çev: Ari Çokona, Alt n Çocuk


Aydınlık KİTAP

SAHAF

30 MART 2012 CUMA

21

“Jön Türklere Dair Vesikalar” “Bunlar o cins ihtilallerdir ki kalem ve kılıç birlikte yürümüş, manevi (fikri) kuvvet ve maddi (askeri) kuvvet bir arada rol oynamıştır. Esasen son çağı kasıp kavuran ihtilallerin hiçbirinde kalemin gösterdiği bir hedef olmadan kılıç harekete geçmemiştir.”

Doç. Dr. Bilal Emil’in “Jön Türklere Dair Vesikalar-I / Edebiyatçı Jön Türklerin Mektupları” adlı çalışması, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları’nca 1982’de basılmış. Elimizdeki kitap, üç ciltlik bir çalışmanın ilk adımı. 1876-Birinci Meşrutiyet ve 1908-İkinci Meşrutiyet’in mutlak saltanat yönetimini değiştirmekle birlikte bu uğurda mücadele edenlerin fikir ve edebiyat eserlerinin de Türk edebiyatnın sahasını genişlettiğini söyleyen Emil, ortaya sosyal ve politik bir edebiyatın çıktığını, hatta bir “ihtilal edebiyatı”nın vücuda geldiğini belirtiyor. Cumhuriyet’ten önce kültür, edebiyat ve politika hayatımızı değiştiren en önemli fikir ve aksiyon gücü olarak Yeni Osmanlılar hareketini gösteren yazar, ikinci sıraya da Jön Türkler’i koyuyor: “Bunlar o cins ihtilallerdir ki kalem ve kılıç birlikte yürümüş, manevi (fikri) kuvvet ve maddi (askeri) kuvvet bir arada rol oynamıştır. Esasen son çağı kasıp kavuran ihtilallerin hiçbirinde kalemin gösterdiği bir hedef olmadan kılıç harekete geçmemiştir.” Önsöz, Giriş ve Notlar dışında “Ali Kemal ve Murad Bey”, “Ali Kemal’in Mektuplarına Dair”, “Ali Kemal’den Murad Bey’e”, “Süleyman Nazif’den Murad Bey’e”, “Süleyman Nazif ve Murad Bey” başlıklı bölümlerden oluşan kitap, Mizancı Murad Bey ve Ali

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

KOCAELI / SU KITAP KAFE

Kitap, çay ve film Özge Erdoğan Pek çok insanın en büyük hayallerindendir bir kitap cafe açmak. Kocaeli’de bu hayali gerçeğe dönüştüren Elif Koçyiğit kitap severler için muhteşem bir mekan yaratmış. Su Kitap Kafe henüz iki yaşını doldurmamış olsa da bu şehirde benzeri olmayan bir yer. Elif Hanımın daha önce de bir kitapevi varmış. Oradaki kitaplar buranın temeli olmuş. Zamanla, bir yapbozu tamamlar gibi, el birliğiyle şu anki haline getirmişler burayı. İnsanlara müşteri gözüyle bakmak yerine misafir sıcaklığıyla yaklaşan çalışanların olduğu, sadece kitap satın alabileceğiniz değil aynı zamanda çayınızı kahvenizi içebileceğiniz, bir kitap seçip okuyabileceğiniz, arkadaşlarınızla hoş vakit

geçirebileceğiniz fevkalade bir ortam burası. Kitapların çoğu ikinci el. Korsan kitaba karşı ikinci el kitap sunarak insanları ucuz fiyatlarla orijinal kitaplara kavuşturuyorlar. Dünya edebiyatından ve Türk edebiyatından pek cok yazarın kitaplarını bulabiliyorsunuz raflarda. Bu sene Toplum Gönüllüleri Vakfı ile birlikte toplu kitap okuma etkinlikleri düzenlemişler. Cumartesi ve Pazar günleri de film gösterimlerinin yapıldığı bu mekan sakin müzikleri, güler yüzlü çalışanları ve sıcacık ortamıyla sizlere evinizin rahatlığını sunuyor. Onların deyimiyle kitapların sıcaklığı eşliğinde çay tadında sohbetlerin yeri burası. Tabii yazmakla anlatılmıyor, mutlaka gitmenizi ve o sıcaklığa şahit olmanızı tavsiye ediyorum.

Kemal gibi, Jön Türkler’den “ricat” eden, günümüzün deyimiyle “dönekleşen” ve saray tahsisatıyla Avrupa’daki sefarethanelerde “birer vazifeye tayin edilen” şahsiyetlerin mektupları aracılığıyla tarihin karanlık sayfalarına ışık tutuyor. Örneğin Ali Kemal, 24 Nisan 1898 tarihli mektubunda, eski bir öğrencisi olduğu ve hep bağlı kaldığı Mizancı Murad Bey’e şöyle diyor: “Bu yolda elime öyle malumat geçti ki, dinleyen olsa da söylesem, hayretlere düşersiniz. Aman yarabbi! Yazık! Hükümetimizi hainane iğfal ediyorlar. Fakat kabahatin en büyüğü Jön Türklük diye bütün bu fesadlara meydan veren hazelenindir.” Yine Ali Kemal, 1 Eylül 1900’da Murad Bey’e yazdığı mektupta, “Sizin zamanınızda Jön Türklük başka idi, şimdi başkadır. İshak’lar, Cevdet’ler, Hilmi’ler bilmem kimler, bir sürü esafil bu mesleği öyle telvis eylediler ki herkes Murad Bey’i mumla arıyor” diyor ve şöyle devam ediyor: “Ben hayattan yorgunum, bahusus hayatımın hiçliğinden yorgunum. Yaşım otuza geldi, henüz otuz paralık bir hayır işleyemedim, ne nefsime, ne

memlekete,ne aileme, ne de insaniyete hizmet edemedim, edemiyorum. İşte bu halettir ki beni perişan eyliyor. Elimden gelse sefahata döküleceğim, dökülemiyorum. Geçen senelerde neşr-i asar, o küçücük hizmet bir teselli idi, şimdi o da kalmadı.”


22

Aydınlık KİTAP

30 MART 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Derken bütün şehir ayaklandı, bilirsiniz ya Paris’liler o kadar kolay ayaklanırlar ki, yabancı milletler Fransız krallarının sabrına şaşarlar, nasıl oluyor da bu krallar bu ayaklanmaların günden güne artan tehlikelerini görüp bunları gereğince bastırmıyorlar diye. Keşke bu kopuşmaların, bu başkaldırmaların hangi fırında piştiklerini bilsem de hemcinslerime açıklasam.

2

a) Nedim Gürsel / Paris Yazıları b) Melih Cevdet Anday / Paris Yazıları c) Charles Baudelaire / Paris Sıkıntısı d) Rabelais / Gargantua e) David Harvey / Paris, Modernitenin Başkenti

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(c)

Yasak Kent’te doğallık yasaktı. Doğallık halka ve barbarlara özgü bir kusur olarak kabul ediliyordu, hareketlerdeki zarafatin sırrı, katı kurallara olan büyük ve kesin saygıdaydı. Bakmak, yemek, içmek, oturmak, kalkmak, uyumak, konuşmak, dinlemek, yaşamın en basit ve temel hareketleri, çok katı estetik ve bazen mantıkdışı kurallara bağlanmıştı.

a) Eva Siao / Çin: Hayallerim Hayatım b) Anchee Min / Madam Mao Olmak c) Pu Yi / Son İmparator d) Han Suyin / Sabah Tufanı e) Shan Sa / İmparatoriçe

2-(b)

3 Bu halsizliğime, ne halsizliği, bu kendimi

bırakmışlığıma işte şu buz gibi soğukta kara teslim olmuş sokakta akıp giden hayattaki şifanın iyi geleceğini de biliyordum. Hamamböceğinden bir kaplana dönüşemezdim belki ama hamamböceğiysem bile korkup saklandığım o eski püskü şeylerin arasından çıkmalıydım. Birazcık kıpırdamalıydım.

a) Elif Şafak / İskender b) Justin Cronin / Hiçlikten Gelen Kız c) Derviş Şentekin / Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi d) Oğuz Atay / Tutunamayanlar e) Yusuf Atılgan / Aylak Adam

3-(e)

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

BULMACA Soldan sa a 1. Resimdeki yazar - Belirli ölçülere, yasaya, kullan ma uygun olan 2. Kas k - A a lama, onur k rma, onuruna dokunma Sümerler’de su tanr s 3. Bir i i, bir görevi yerine getirme - K laptan ipekle i lenmi , kal n ve iri desenli bir tür kuma - Bir binek hayvan - Maddenin üç halinden biri 4. A tabaka - Medeni Kanun (k sa) - Konya’da bir baraj 5. Geni lik - Hiçbir zaman; katiyen - nce beyaz et ya da bal k dilimi 6. Bir kimseyi, hatas n söyleyerek kötülükten koruma, do ru yola sokma - Eyere al t r lmam binek hayvan - Tanr

7. Ö retmenin ö renciye belirli bir sürede verdi i bilgi Bir peygamber ad - E ek sesi 8. Otlar - Köpek - Bir zeka oyunu 9. Yak n dost, arkada - Eskiden belli bir i kolunun usta, kalfa ve ç raklar n içine alan dernek 10. Vilayet - Jüpiter’in bir uydusu - Genellikle uluslararas karayolu ta mac l nda kullan lan büyük kamyon 11. M s r’ n plakas - Tutsak - talya’da bir yanarda Seryum’un simgesi 12. iddetli sald r - Kaba baston - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü 13. Yapma, meydana getirme - Ha lanm dövülmü bu day - Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan 14. Azarlama, paylama - Yunan mitolojisinde “bar

tanr ças ” - Toparlak kemik ucu 15. Türk Mal (k sa) - Esas maddesi gümü sülfür olan siyah bir minenin, gümü bir levhan n önceden haz rlanm bölümlerine kak lmas yla gerçekle tirilen süsleme tekni i - Büyük me in heybe

Yukar dan a a ya 1. Bat tekni iyle yaz lm ilk tiyatromuz 2. Kötü, üzücü - Bir nota - Mikroptan ar nd rma, sterilize etme 3. Hz.Muhammed’i övmek amac yla yaz lan kaside - Eskiden lise derecesindeki okullara verilen ad - Motor güç birimi 4. En k sa zaman parças , lahza - Geri verme - A r dereceye varan al kanl klar - Favori 5. Sinema, tiyatro, konser gibi sanat dallar nda yap lan gösterilerden gösterilerin her biri - Roma’n n eski ad - Küçük masa 6. Tren raylar alt na konulan k rma ta - Nas l, niçin 7. Tantal’ n simgesi - Arnavutluk’un plakas - Satürn gezegeninin be inci uydusu 8. Oruç tutan, oruçlu - Birle imindeki hidrojenin yerine maden alarak tuz olu turan hidrojenli birle ik, ham z 9. Toryum’un simgesi - Ya al nm sütten ya da yo urttan yap lan peynir - Yap t 10. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Sevap kazanm Verme, ödeme - “Fena de il” anlam nda bir söz 11. Kemer, bele ba lanan ku ak - Evin bir bölümü Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s 12. Doktor (k sa) - And Da lar ’ndaki yüksek otlaklara verilen ad - Roma y ma toprak in aat 13. Bir filmin veya tiyatronun ilk gösterimi - Kutsal say lan bir ey üzerine kutsal say lan bir varl k tan k gösterilerek verilen söz, edilen yemin - Yunanca’da bir harf 14. Satürn gezegeninin be inci uydusu - Göçebelerin konaklad yer - M.Ö.106-43 y llar aras nda ya am Romal devlet adam , hatip ve yazar 15. Azaba sokma, üzme - Çabucak gönderme, acele yollama - Japonya’da buda rahibesi

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ ø ø

ø

ø

ø

ø ø ø

ø

ø ø

ø ø

ø ù ø




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.