.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
24 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 227
13 Nisan 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 7 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Jack London: Çılgın bir hayatın çılgın yolcusu
Erendiz Atasü ve “Dullara Yas Yakışır”
Çocuk gözyaşının ağırlığı nedir?
Soner Yalçın ve SAMİZDAT: Zorbalığa direnme inadı
Bölgeler, tekkeler, mezarlar, gelenekler, rivayetler
Söz sarı-kırmızılı taraftarın
Aydınlık KİTAP İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Anatole France
s. 4
Pierre Hadot ve “Yaşam için felsefe”
s. 4
Silivri’den İzmir’e kitaplar
Antropolojinin söyleyecekleri var
s. 5
İlk 1 Mayıs şiiri ve Yaşar Nezihe Hanım
s. 6
Çocuklar için
s. 8
Bektaşilik incelemeleri / F. W. Hasluck
s. 10
Mecit Ünal / Gülden Terazi
s. 11
M. Salih Kurt / Geleceğe atılan kahkahalar s. 12 UBİK: Talimatlara uygun olarak kullanıldığında güvenlidir*
s. 13
Seyyit Nezir / Arakablo
s. 14
Türkçülük ve Sosyalizmin s. 16-17
Jöntürklerdeki ortak kökleri
KAPAK / “SAMİZDAT” ve Soner Yalçın’ın yıllar sonra verdiği ilk röportaj Aydınlık Kitap’ta Yeni çıkanlar
s. 18-23 s. 24
Aslan Yürekliler / Galatasaray tribün tarihi s. 25 Erendiz Atasü ve “Dullara yas yakışır”
s. 27
Çılgın bir hayatın, çılgın yolcusu
s. 28
Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi
s. 29
Alıntı test ve Bulmaca
s. 30
Levent Kırca
1)
Padişahların Öteki Yüzü, Alinaz Kurt Tarihimizi televizyon dizilerinden öğrenme furyasına inat gerçek bir araştırma kitabı...
. KITA P
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ
SUNU
ÖneriYorum
2)
Aydınlık
3
Yedinci sayımızın kapak dosyası, bir anlamda Silivri’de hazırlandı. Gazeteci-yazar Soner Yalçın’ın kısa süre önce Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Samizdat” adlı kitabını, eski çalışma-yeni cezaevi arkadaşları Hikmet Çiçek, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun değerlendirmeleriyle sunuyoruz. Mehmet Halit Gökalp de kitabın geniş bir tanıtımı kaleme aldı. Çok uzun yıllardır yazılı ve görsel basında herhangi bir röportajına rastlanmayan, kamuoyunun önüne hep kitaplarıyla çıkmayı ilke edinip kişiliğini geride tutan Soner Yalçın da “suskunluğunu” Aydınlık Kitap için bozdu. Türkiye ne yazık ki eskiden beri “değerlerini” demirparmaklıklar ardında tutan bir ülke... 2012’nin Türkiye’sinde de bir kitap dergisinin kapak dosyası, yazarı cezaevinde olan bir kitaba ayrılıyorsa ve dosyaya katkıda bulunan diğer üç yazı da aynı cezaevinde bulunuyorsa, birileri çok yakında bu utancın ağırlığını taşıyamaz hale gelecek demektir. Amerikalı ilerici yazar Lillian Hellman, 1950’lerin McCarthy komisyonlarının damga vurduğu utanç günlerini “Şarlatanlar Dönemi” adlı kitabında anlatmıştı. Soner Yalçın’ın “Samizdat”ı da bir yönüyle Türkiye’de yaşamakta olduğumuz “Şarlatanlar Dönemi”ne bir giriş niteliğinde. Devamının de geleceği şimdiden belli. **** 14-22 Nisan tarihleri arasında 17. kez düzenlenecek olan Tüyapİzmir Kitap Fuarı, 350 yayınevi ve kuruluşun katılımıyla başta İzmir olmak üzere Egeli okurlara renkli bir “kitap bayramı” yaşatacak. Dokuz gün boyunca, panellerden şiir dinletilerine, imza günlerinden dans ve çocuklara yönelik gösterilere kadar toplam 120 etkinliğin düzenleneceği fuar, geçen sayımızın Haftanın Portresi bölümünde andığımız ölümsüz yazar Sabahattin Ali’yi de ilginç bir sergiyle bir kez daha gündeme getiriyor. “Bir Fotoğraf Camı” başlıklı sergi, 41 yıllık kısa yaşamında çok sayıda eser ortaya koyan, Türkiye’nin değişik şehirlerinde öğretmenlik yapan Sabahattin Ali’ye, yaşamındaki en büyük tutkulardan biri olan fotoğraf sanatı aracılığıyla yaklaşacak. Kısa ama dopdolu bir yaşam öyküsünün fotoğraflarla anlatılacağı sergi, Sabahattin Ali’nin çocukluk ve gençlik yıllarını, Almanya dönemini, öğretmenlik, askerlik, evlilik, babalık süreçlerini, en net biçimiyle gözler önüne serecek. 17. İzmir Kitap Fuarı’nın bu yılki onur konuğunun da 1947 İzmir-Karşıyaka doğumlu gazeteci-yazar Yaşar Aksoy olduğunu belirtelim. Aksoy, İzmir ve Ege kültürüne yönelik özgün araştırmalarıyla tanınıyor.
Şili’de Gizlice Miguel Littin’in Serüveni, Gabriel Garcia Marquez Hepimizi yakından ilgilendiren bir hikaye. Okurken yaşanan olaylarla kendi ülkemizde yaşananlar arasındaki paralellik şaşırtıcı...
3)
13 N SAN 2012 CUMA
Hapiste Yatacak Olana Öğütler, Tuncay Özkan Bir gecede okuduğum kitaplardan biridir. Bu de-
virde herkesin öğrenmesi gereken bilgilerle dolu, hapishane hayatını ayrıntılarıyla anlatan değerli kitap. Ayrıca pratik yemek tarifleri içerir.
4)
Takunyalı Führer, Ergün Poyraz Ergün Poyraz’ın neden cezaevinde yattığını daha iyi anlamamızı sağlayan kitap. Başbakanla ilgili ilginç bilgiler içeriyor.
5)
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, Cemal Granda Atatürk’ü daha yakından tanıyacağınız çok keyifli bir kitap...
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
PIERRE HADOT VE “YA AM Ç N FELSEFE”
Anatole France Spagetti üstüne (1844-16 Nisan 1924) felsefe çayı Kiliselerdeki tasvirlerle ilgili olarak sarf ettiği, “Onlar genellikle sokak fahişelerinin portreleridir. Ressamlar, hangisiyle yatıp kalkmışsa, Meryem Ana diye onun resmini yapmıştır kiliseye” sözü olay yaratmıştı
Türkiye'de özellikle başyapıtı kabul edilen “Tanrılar Susamışlardı” adlı romanıyla tanınan ve klasik geleneğin en saygın temsilcilerinden kabul edilen Fransız yazar Anatole France, edebiyatın her türünde ürün vermiş, 1921'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Eserleri, 1920'de Katolik Kilisesi'nin yasaklılar listesine girmiştir. Ünlü “Dreyfus Olayı” sırasında Emile Zola'nın en yakın destekçisi ve hazırladığı bildirgeyi ilk imzalayanlardan olan France, politika, din, tarih, sanat, edebiyat ve felsefe alanlarında Voltaire ve Diderot'nun hümanist aydınlanma geleneğini sürdürmüştür. ABD'deki Sacco-Vanzetti davası nedeniyle yazdığı açık mektup Amerikan gazetelerinde yayımlanan Anatole France, yaşamının son yıllarında Fransız Komünist Partisi'ne üye olmuştu. Kiliselerdeki tasvirlerle ilgili olarak sarf ettiği, “Onlar genellikle sokak fahişelerinin portreleridir. Ressamlar, hangisiyle yatıp
kalkmışsa, Meryem Ana diye onun resmini yapmıştır kiliseye” sözleriyle olay yaratan yazarın, tarihsel bilgi gerektirmesine rağmen heyecanla okunan, akıcı ve akılda kalan romanları günümüzde de etkileyiciliğini sürdürmektedir. 1912'de kaleme aldığı, Fransız Devrimi'nin terör dönemini enfes ayrıntılarla anlattığı “Tanrılar Susamışlardı”da giyotinin aristokrasiye karşı acımasızca işlediği günler ve “Devrimin susamış tanrıları” büyük başarıyla betimlenir. Aynı zamanda da tutkulu bir ruhla ölçülü bir ruh arasındaki aşk öyküsü gelişmektedir. Victor Hugo'nun “1793”üyle birlikte Fransız Devrimi'ni ve Jakobenizmi anlatan en iyi roman olan, okuru devrimcileşmeye iten “Tanrılar Susamışlardı”da Yurttaş Gamelin, bir çocuğa şöyle der: “Yarın büyüyüp koca bir erkek olunca, mutluluğunu, temizliğini bana borçlu olacaksın ve adımı duyduğun zaman da lanetler okuyacaksın.”
Başlarda duruluğuyla dikkat çeken fikirlerin, şimdiye yaklaştıkça düğümlenmesi Hadot’nun canını sıkıyor. Ve o bu düğümleri koparıp yerlerine yaşama dokunan, sadece kitap satırlarını değil, tüm hayatı aydınlatmaya çalışan bağlar diziyor MURAT HATUNOĞLU “İyi yapmışsın, mühendisliği bırakıp felsefeye başlayarak. Mühendisler çok şey oluyorlar, ee, şey, düz. Yani anlamıyorlar pek bir şeyden. Sakın yanlış anlama, sen artık bir felsefe öğrencisisin. Yani benim eski sevgilim mühendislik öğrencisiydi…” dediğini duydum bir üniversite öğrencisinin. Afalladım. Mühendisleri –aslında gerek olmadığı hâlde- savunmak üzere, “ama mühendislerin farklı alanlara yönelenleri işlerinde çok iyidir” derken diyalogun sonlanmasıyla kafamdaki başarı hikâyelerine daldım. Sonra bir popüler bilim dergisinde okuduğum bir makaleyi anımsadım. “Yaratıcı düşünmeye bir formül bulmak çok zor fakat bilim insanları bu konuda kanıta dayalı birkaç ipucu elde etti. Şimdiye kadar kalıplar dışında düşünme yeteneği söz konusu olduğunda en çok sağ beyin üzerinde durulurken kanıtlar sağ ve sol yarımkürelerin işbirliği içinde çalışmasının en iyi sonucu doğurabileceğini gösteriyor. Bilim insanları sol yarımkürenin sabit kurallarının sağ yarımkürenin beyin fırtınası üzerinde mantıksal bir kontrol yürüttüğünü söylüyor. Böylece hem yaratıcılık ürünü hem de pratik fikirler oluşuyor”* diyordu makale ve beynini daha “dengeli” kullanabilen insanların yaratıcılıklarının fazla olacağından dem vuruyordu. Sahiden de öyle değil midir? Mesela lisedeki en başarılı arkadaş büyük ihtimalle sporda da iyidir. Üniversitenin en iyisi muhtemelen sıkı bir sanatseverdir, hobilidir, hobisini isterse işe çevirebilecek kadar da iyi becerir. Bu insanları gözledikçe, çalıştığı alana farklı disiplinlerden geçerek gelen insanları özgünlük ve başarıda hep önde görürüm. İsmi anıldığında akla hemen “Tutunamayanlar”ı gelen Oğuz Atay inşaat mühendisidir mesela ya da Mehmet Âkif okulunu birincilikle bitirmiş bir baytar. Konuyu biraz daha uzatmak istersek, bir de 1.92’lik Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira var; Brezilya Milli Takımı’nın eski kaptanı, hekim ve felsefe doktoralı bir devrimci, “daha ne olsun!” dedirtici. Bunları düşünürken, incelemem gereken bir kitap olduğunu anımsadım ve çantama uzandım. Pierre Hadot’nun “Yaşam İçin Felsefe” adlı kitabını aldım ve ısınma turuna –kitabın künyesini ve arka kapağı okuyarak- başladım.
Kapaktaki fotoğrafta bulunan yığının felsefe çayı** olduğuna, daha doğrusu felsefe çayı diye bir çay olduğunaşaşırdıktan sonra yazarın özgeçmişine geldim. “Pierre Hadot, filozof, filolog ve antik felsefe tarihi uzmanı. 1922 yılında Paris’te doğdu. Çocukluğu Reims’de son derece dindar Katolik bir ailenin içinde geçti. Felsefe ve teoloji eğitimi aldıktan sonra 1942 yılında papazlık görevine getirildi. 1952 yılında papazlığı bırakarak kiliseyle bağlantılarını kesti. 1947 yılında Paris’te lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı” satırını görünce, isabet, dedim kendime, yine farklı disiplin yaratıcılığını göreceğim galiba. Ve kitaba başladım bir çırpıda. Jeannie Carlier ve Arnold I. Davidson ile yapılan konuşmalardan oluşuyor kitap ve bize Hadot’nun hayatını anlattığı bölümle başlıyor. Çocukluğu kilisenin gariplikleri, dinmez baskılar ve baskıdan bağımsızlarla aynı yoldan geçiyor ve bunlar onu yolun kenarına, –kaçamak da olsa- düşünmeye itiyor. Felsefi düşünceler anlatıda birer huzme gibi akıyor ve çocukluğundan Antik Çağ filozoflarına, oradan da modern filozoflara uzanıyor. Başlarda duruluğuyla dikkat çeken fikirlerin, şimdiye yaklaştıkça düğümlenmesi Hadot’nun canını sıkıyor. Ve o bu düğümleri koparıp yerlerine yaşama dokunan, sadece kitap satırlarını değil, tüm hayatı aydınlatmaya çalışan bağlar diziyor. Bu sayede de sadece felsefecilere değil, fikrini ışıtmak isteyen herkese sıcacık bir tabak spagetti gibi geliyor kitap. Işık huzmelerinden yapılmış, lezzetli ve doyurucu bir tabak spagetti. * “http://www.scientificamerican.com/ podcast/episode.cfm?id=boost-your-creativity-with-eye-move-09-11-10”http://www.scientificamerican.com/podcast/episode.cfm?i d=boost-your-creativity-with-eye-move-0911-10 ** Felsefe çayının içindekiler: Fındık yaprağı, kuşburnu, elma, mabet ağacı yaprağı, ebegümeci çiçeği, gül yaprağı, nergis çiçeği, lavanta çiçeği, ayçiçeği. (Yaşam İçin Felsefe, Pierre Hadot, Pinhan Yayıncılık, Çev. Kağan Kahveci, 256 s.)
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
5
Antropolojinin söyleyecekleri var “İlham kaynağını uzun zaman hor görülmüş, son derece mütevazı toplumlar içinde arayan antropoloji, insani olan hiçbir şeyin insana yabancı olamayacağını beyan eder.’’ CENK ÖZDAĞ İnsanlık tarihine konu olan ilerlemenin yahut evrimin merkezlerin bir evrimi olduğunu ileri sürmek yanlış sayılmayacaktır: Önce Dünya merkezli evren tasavvuru, ardından Güneş merkezli evren tasavvuru, ya da bunlara koşut olarak önce doğa merkezli düşünce (büyü – mit – din) sonraysa kültür merkezli düşünce.
birliğe karşı konutlamak yerine birlik zemini olarak ortaya koyarken düşüncesini farklı toplumlardan ve farklı zamanlardaki deneyimlerden örneklerle destekliyor. İş bölümünün sanayileşme öncesi örneklerinin izini Maya MERKEZLER N EVR M toplumunda Kuzey İnsan araştırma nesnesine bulunAvrupa’nın kadim duğu yerden bakar ve bulunduğu halklarının toplumyerin tüm özelliklerini, en başta da sal pratiklerinde sübenliğini ona atfeder. İşte bu alışkanLévi-Strauss rüyor. Bu örneklerin lığa karşı bir başkaldırı öyküsü sunuanlaşılması açısınyor Lévi-Strauss, Tokyo’da 1986 dan “kültür” ve “toplum” kavramlayılında verdiği üç konferansın dökümünden ve elden geçirilmesinden olu- rını bambaşka bir ilişki içerisinde yeniden tanımlıyor: “Kültür, belli bir şan kitabı “Modern Dünya’nın uygarlıktaki insanların dünyayla kurSorunları Karşısında Antropoloji’’de. duğu ilişkilerin toplamından oluşur; Onun ifadeleriyle yineleyecek olursak toplumsa bu insanların birbirleriyle “Doğar doğmaz, aile çevresi ve topkurduğu ilişkilerden’’. Bu alıntıdan da lumsal ortam; değer yargıları, motigörüleceği gibi kültürü insanın, doğayı vasyonlar, ilgi alanları ve ayrıca aşmasının bir sonucu olarak, nesnesi uygarlığımızın geçmişi ve geleceği olan Dünya’yla ilişkisi içerisinde ve hakkında bize telkin edilmiş fikirlerden oluşan karmaşık bir referans siste- normlardan soyut olarak ele alıyor, dahası bu soyutluğun nedenini de çok mini zihnimize işler. Hayatımız yerinde bir biçimde normların kültür boyunca gerçek anlamda bu referans temelinde gelişmesine dayandırıyor. sistemiyle hareket ederiz. Ait olduğuBütün bu süreç içerisinde tanımlamamuz sistemin başka kültürlerin, başka ları ve örnek seçimleri, Marcuse’nin toplumların sistemlerini anlamamıza “Tek Boyutlu İnsan” adlı eserinde imkan tanımadığı durumlarda da tasvir ettiği sanayi devrimi kendi sistemimizin o sistemsonrası ‘’modern topler üzerinde uyguladığı lum’’a karşı yöneltiyor. tahriflerle kavrarız ontropolojinin “An Kapitalizmin bireyları’’. Bu alıntı bir anda u kus leri atomize ettiği tut bir lamda . gerçeğini yukarıtür lük tün bü Lévi-Strauss’un daki tanımlamada am ya Toplumsal kitap boyunca söylarla ur avv lediklerinin özeti öyle bir sistem tas ilişkilendirerek niteliğindedir. Kieder ki bütün yönleriyle ortaya koyutapta meraklıları birbirlerine organik bir yor: ‘’Kültür için alıntıda sözü la ba l d r. unu ba düzen yaratır: edilen “tahriful eder: Belli kab kla Toprağı ekip ayl kol ler’’e birçok iyi bilg kin ili biçer, evler ene om fen bir örnek vermesinin , un yapar, nesneçun kuk hu , için art rmak yanı sıra farklı ler imal ede n, raf og dem kültürlerin sahip iktisatç n n, riz. Buna t yap olduğu düşünsel siyaset bilimcinin karşılık, topkalıpların farklılıgibi, bütünü parçalara lumlarımız fazğına ilişkin oldukça ay rmak artt r. lasıyla entropi başarılı argümanlar Ama antropolo un üretir. Güçlerini sunuyor. dağıtır ve toplumara t rd ey, sal çatışmalar, siyasi ortak “KÜLTÜR mücadeleler ve bireyKÜLTÜR’’ biçimdir lerde yarattığı ruhsal geriDED KLER ... limlerle kendi kendilerini Batı’nın “totaliter” düşüncelere tüketirler. Başta temel aldığı değerler yönelik getirdiği post-modern ve libedurmamacasına yozlaşır. Hatta diyebiral ideolojik yaklaşımı bir kenara bıraliriz ki yaşadığımız toplumlar çatılarını kan Lévi-Strauss, bunların yerini yine gitgide kaybeder, neredeyse darmadabenzer eleştirileri de içeren fakat ilerğın olur ve kendilerini oluşturan bireylemeyi reddetmeyen, dahası savunan, leri birbirlerinin yerine geçebilen kültürel çoğulculuğun yerine kültürkimliksiz atomlara indirger’’. Léviüstücü bir tavır takınıyor. Farklılıkları
Strauss atomize olmuş bireyler yığını olan modern kapitalist toplumdaki oyçokluğuyla davranışa karşı “ilkel eşitlikçi topluluğun” oybirliğiyle davrandığının örneklerini sıralarken yine bu bakış açısıyla hareket ediyor. Benzer bir tutuma karşı (Kapitalist toplumda yaşayan bir araştırmacının, rekabeti insanın özüne dair şaşmaz bir yön olarak ele alan peşin tutumuna) Lévi-Strauss’un verdiği bir örneği anmadan geçmeyelim: “Yeni Gine’nin iç kısımlarında yaşayan halklar misyonerlerin futbol oynadığını görüp, bu oyunu büyük bir hevesle benimsemişlerdi. Ama iki takımdan birinin galibiyeti yerine iki takımın da galibiyet ve mağlubiyet sayısı eşit oluncaya kadar maç yapmaya devam ediyorlardı. Oyun bizdeki gibi, bir taraf galip gelince değil, iki tarafın da mağlup olmadığı kesinleşince sona eriyordu’’. “İlkeller’’ kendilerine yabancı olan bir oyunun, futbolun, eğlence ve oyun şeklinde özetlenebilecek amaçlarına “uygarlar’’dan daha az yabancılaşmışlar. Lévi-Strauss’un verdiği bu örnek rekabetin bir insan doğası belirlenimi olmaktan çok kültürün, dahası belirli bir kültürün insana yüklediği bir belirlenim olduğunu göstermektedir.
‘’OPT MUM FARKLILIK’’ VE TOPLUMLARIN KEND LER NE ÖZGÜLÜ Ü Toplumların ve toplumu oluşturan grupların birbirlerine karşı optimum bir farklılık taşıdığını ve bu farklılığın kültürel evrim için zorunlu olduğunu ortaya koyuyor Lévi-Strauss. Oybirliğiyle hareket etmeye çalışan, eşitliği yüce bir değer olarak benimseyen ‘’ilkel’’ler önlerine çıkan birçok engelden bu tutumlarıyla kurtulmuşlardı. Yine aynı şekilde geçmişten gelen tüm işbölümü örneklerinde, siyasi çatışmaların sonucu olarak gerçekleşen devrimlerde ve büyük atılımlarda, farklı unsurların yeni bir kimlikte tüm biraraya gelişlerinde farklılığın birleştirici doğası örneklenmiş oluyor. Bu doğanın örneklerle ispatlanması, tümevarımsal ispatın yetersizlikleri nedeniyle, olanaksız gözükse de, yaklaşımlarımızı kurmada ve yeni kuramlar oluşturmada etkili olan örnekler sayesinde doğruluğu kabul edilebilir görünüyor. Farklılıkların getirdiği ve dayattığı yeni kuramsal yaklaşımlar sonucu oluşan modellerin genelliği üzerine yürü-
tülecek tartışmaların belki de en önemli sonucu kuramlarının genelliği aksine modellerin belirli örnekleri açıklamayla sınırlandırılabilecek bir tekilliğe sahip oluşudur. Bu açıdan bakıldığında toplumların kendilerine özgü olduğuna ilişkin felsefi görüşler bir adım öne çıkıyor. Söz gelimi bir toplumda oluşmuş hukukun bir başka toplum için kabulü şeklinde tanımlanabilecek resepsiyon antropolojinin yaklaşımına göre başarısızlığa mahkum görünüyor. Önceleri Almanya’nın yasalaşma pratiği sırasında Carl Von Savigny tarafından yapılan karşıçıkış (Tarihçi Hukuk Okulu’nun kuramcısı olan Carl Von Savigny, Fransa’dan alınacak hukuk modeline karşı çıkarak her toplumun kendi tarihinin içinden çıkacak kendine özgü hukuku keşfedip, yasalaşma edimine – kodifikasyon - girişilmesi gerektiğini savunmuştur) şimdi antropolojinin verileriyle desteklenir görünmektedir.
ANAL T K YAKLA IMA KAR I BÜTÜNCÜL YAKLA IM Lévi-Strauss eserinde antropolojinin bütüncüllüğünü öne çıkararak disiplinleri gereği gerçekliği parçalara ayıran hukukçunun, iktisatçının, demografın ve diğerlerinin elinde kalan tek yanlı ve yalıtık bilgiler yığınının (malumatın) daha üst bir kuramsal çerçevede, iddia edildiğinin aksine kültürlerin tekilliğine ilişkin özelliklerde kaybolarak değil, kültürlerin farklılıkları sayesinde keşfedilebilecek genel karakterleri kavrayarak birleştirilmesini savunuyor. Bu yazıya konu olan eserinin yanı sıra yine Metis tarafından yayımlanmış olan “Irk, Tarih ve Kültür” (1994) adlı eseri de meraklılarına ve araştırmacılarına ileriye dönük önemli katkılar yapacak başucu kitaplarıdır. (Modern Dünya’nın sorunları karşısında Antropoloji, Clauda Lévi-Strauss, Metis Yayınları, Çev. A. Terzi 104 s.)
6
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
İlk 1 Mayıs şiiri ve Yaşar Nezihe Hanım Onun hayata tutunduğu ve boy verdiği dönemde yazı, bilgi ve sanat seçkinlerin ayrıcalığındadır. Bunların tümü sarayla bir şekilde bağlantılı olan kişilerdir. Osmanlı aristokrasisinin değişik düzeylerdeki mensuplarıdır. Yaşar Nezihe’nin böylesi bir ayrıcalığı bireysel çabası ile ele geçirmesi ve kendi sınıfının hizmetine sunması bir model tutum olarak da kültürel tarihimizde çok önemlidir CAFER YILDIRIM Şaşırtıcılık yaratmak, ilgi çekmek ve kitle toplamak adına inandırıcılıktan ne kadar uzak kurguların Yeşilçam sinemasında film haline getirildiğini biliyoruz. Yeşilçam ehlileri bazı gerçek hayatların izini sürmeyi deneselerdi şaşırtıcılık temelli ilgiyi arzu ettiklerinden fazlasıyla toplayabilirlerdi. Artısı, yaptıkları filmler bizde gerçeklik duygusu uyandırır, en dramatik filmler bile komedi algısıyla izlenme talihsizliğini yaşamazdı. Yaşar Nezihe Hanım’ın hayatı sözünü ettiğim böyle hayatlardandır. Öyle ki onun hayatında Cumhuriyet öncesi kadınımızın geleneksel ve toplumsal algılanışından tutun da, yoksulluk ve cahillikle de taçlanan bütün acılarını bulmak mümkündür. Yaşar Nezihe Hanım, Türk kadınının adeta kristalize olmuş bir suretidir.
Fransız kültürüyle yetişmiş ve tümü Fransızca bilen yazar ve şairlerin yeni bir edebiyat hareketi başlattıkları bir dönemde Hünkâr İmamı Sokağı’nın her anlamda yıkıntıları arasından on beş yaşında bir kızın sesini gazetelere ulaştırabilmiş olması aslında gerçek bir mucizeden başka bir şey değildir. Bu kızın daha sonraki yıllarda toplumcu gerçekçi şiirlerin ilk örneklerini vermesi, ilk 1 Mayıs şiirini yazması eşyanın tabiatına uygun düşse de sanatın gerçekliğine aykırıdır. Onun hayata tutunduğu ve boy verdiği dönemde yazı, bilgi ve sanat seçkinlerin ayrıcalığındadır. Bunların tümü sarayla bir şekilde bağlantılı olan kişilerdir. Osmanlı aristokrasisinin değişik düzeylerdeki mensuplarıdır. Yaşar Nezihe’nin böylesi bir ayrıcalığı bireysel çabası ile ele geçirmesi ve kendi sınıfının hizmetine sunması bir model tutum olarak da kültürel tarihimizde çok önemlidir.
KAYIPLARIN Ç NDE DO MAK
BERL N’DEK ANTOLOJ DE
Şairemiz 1901’de “Terakki” gazetesiO bizim edebiyatımızda toplumcu nin yazarları arasına girer. “Kadınlara gerçekçi anlayışla ilk şiirleri yazan şair Mahsus Gazete”de sürekli yazılar yazar. olmasının yanında ilk 1 Mayıs şiirini de “Sabah”, “Menekşe”, “Kadın Yolu”, yazan şairimizdir. Silivrikapı’nın Hün- “Kadınlar Dünyası” ve “Aydınlık” gibi kâr İmamı Sokağı’nda derme çatma bir dergilerde şiirleri yayımlanır. Amele Derevde başlayan çocukluktan bu aşamaya neği’ne, Müdafaa-yı Hukuk-ı Nisvân Cegelmesi tabii ki kolay olmamıştır. miyeti’ne (Kadın Haklarını Savunma 1880 Ocağı’nın 17’sinde doğmuştur. Derneği) üye olduğunu da biliyoruz. Yirmi beş yaşındaki annesini kaybetti- Asım Bezirci, Nâzım Hikmet’in kendiğinde altı yaşındadır. Yaşar Nezihe’nin sine çok yakınlık ve saygı gösterdiğini, hayatındaki ilk kayıp değildir bu. O ka- her karşılaşmalarında “abla” diye elini yıpların içine doğmuş bir çocuktur. Ken- öptüğünü, aktarıyor. 1925 yılında Şefik disinden önce dünyaya gelmiş olan dört Hüsnü’nün onu öven bir yazı yazdığı da ablası da veremin pençesinden kurtula- söyleniyor. Bizim edebiyat tarihçilerimimamıştır. Adı bu yüzden Yaşar kon- zin ondan haberdar olması ise Alman muştur. Kantar İdaresi’nde çalışan Profesör Martin Hartmann’ın Berlin’de babası cahildir ve üstelik alkoliktir. yayımladığı antoloji sonrasında olmuştur. Okula babasından saklı gitmiştir. 1919 yılında “Dichter Der Neuen TürHoca hanıma öksüz olduğunu, okumak kei” adıyla yayımlanan bu antolojide istediğini söyler. Ne var ki babası “Bâb- Hartmann, Yaşar Nezihe Hanım’a iki ı Âliye kâtip mi olacaksın?” diye okul- sayfa ayırmıştır. Bu bölük pörçük bilgiler dan alır, iyi bir dayakla birlikte evden de atar. Bir yıl bir komşusunun himayesinde okula devam etme imkânı bulur. Görüp göreceği öğretim bu olur, bundan sonrasını kendi iradesi Ey işçi… ve çabasıyla gerçekleştirir. Kenbugün hür yaşamak hakkı seninken dini aruzla şiir yazabilecek Patronlar o hakkı senin almışlar elinden kadar geliştirir. Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin Kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin 15 YA INDA B R KIZ Râhat yaşıyor, işçi onun ermine münkâd Lâkin seni fakr etmede günden güne berbâd Ahmet Rasim’in çok beğenZenginlere pay verme, yazıktır emeğinden diği ilk şiiri 1895 yılında, Leyla Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden Feride imzasıyla “Malumat” gaSen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün zetesinde yayımlandığında Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün henüz on beş yaşındadır. 1895 aynı zamanda “Servet-i Fünûn” Ey işçi… dergisinin Tevfik Fikret’in yönemayıs birde, bu birleşme gününde timine geçtiği tarihtir. Halit Bîşüphe bugün kalmadı bir mani önünde Ziya, Mehmet Rauf, Cenap ŞaBaştan başa işte koca dünya hareketsiz habettin, Hüseyin Cahit gibi
dışında onun yazı hayatında ve siyasal alanda kimlerle karşılaştığı, toplumsal bilincini nasıl edindiği, hangi aşamalardan geçtiği bütünlüklü olarak araştırılıp ortaya konmuş değildir. Yaşar Nezihe, ilk şiirlerini yazıp bu şiirlerde kendi acıklı halini terennüm ederken içine doğduğu sosyal hayatın sınırları içindedir ve bu hayatın kuşatmasına karşı duracak güçte değildir henüz. İlk evliğini kendinden yirmi yedi yaş büyük Atıf Zahir’le yapmıştır. Kocasını babası seçmiştir. Daha önceki üç evliliğinden de çocuğu olmayan bu adam Yaşar Nezihe’den de kendisine çocuk veremediği gerekçesiyle ayrılır. İkinci eşi Mehmet Fevzi Bey’den üç çocuğu olur, eşinin terk edip gitmesi sonucu büyük geçim sıkıntıları çeker. İki oğlu gıdasızlıktan ölür, altı yıl süren o evlilikten küçük oğlu Vedat ona bir armağan olarak kalır. Yaşar Nezihe Hanım’ın üçüncü evliliği daha bir şaşırtıcı ve o oranda da üzücüdür. Bu seferki evliliğini aydın bir zatla gerçekleştirir. Fakat en kısa süren evliliği de bu olmuştur. Evlendiği kişi hikâye yazarı ve gazeteci Yusuf Niyazi Bey’dir. Evlilik sonrası onun memleketi Cide’de yaşamaya karar verirler. Giderler de. Yaşar Nezihe Hanım bir de neyle karşılaşsın, gazeteci yazarın iki eşi daha vardır. Bu duruma katlanmaz ve İstanbul’a dönerek mahkemeye başvurur. Yusuf Niyazi’nin direnmesine rağmen boşanır da. Elli günlük evlilik böylece sonuçlanır. Yaşar Nezihe Hanım bir daha evlenmemiş, kalan ömrünü oğlu Vedat’la birlikte geçirmiştir. Soyadı kanunundan sonra Bükülmez soyadını almıştır. 1971 Kasımı’nda doksan yaşında vefat eden Yaşar Hanım’ın son yıllarında görme duyusu da kaybolmuştur.
patya ve ebegümeci toplayıp aktarlara satarak para kazanan şairemiz bütün hayatı boyunca da dikiş dikip kasnak işleyerek, okuma yazma bilmeyenlerin mektuplarını yazarak hayatını kazanmıştır. Bütün bu süreçler içinde o yeteri kadar okumasa da yazmaktan asla kopmamış, belki de yazı alanını kendine sığınak edinmiştir. İlk şiirlerini topladığı 1915’te yayımlanan ilk eserinin adı “Bir Deste Menekşe” , 1924’te yayımlanan ikinci eserinin adı ise “Feryatlarım”dır. Bu iki eserde de yaşadığı hayatın acıları bireysel bir perspektiften yansıtılmıştır. Onun toplumcu içerikli şiirleri dergi ve gazete sayfalarında kalmıştır. Türkiye’de ilk 1 Mayıs 1921 yılında işgal altındaki İstanbul’da kutlanmıştır. 1923’te ise “Aydınlık” dergisi 1 Mayısı Yaşar Nezihe Hanım’ın “Bir Mayıs İçin Şiir” adlı şiiriyle karşılamıştır. Bu ilk 1 Mayıs şiirimiz aruz ölçüsüyle, bentler halinde ve mesnevi uyak düzenindedir. Militan bir dili vardır ve duygusallıktan uzak gerçekçi bir söyleme sahiptir. Öyle anlaşılıyor ki Yaşar Nezihe Hanım, 1911’de çıkmaya başlayan “Genç Kalemler” dergisinin öncülüğünde yaygınlaşan dilde sadeleşme hareketinden etkilese de Milli Edebiyat’ın hece ölçüsünü yücelten tarzından uzak durmayı yeğlemiştir. M L TAN B R D L Cumhuriyet’in kazandırdıklarının peyderpey ve sinsice elinden alındığı, Çocukluğunda dere kenarlarında paYaşar Nezihe Hanım’ın insani çabası ve sosyalist bilinciyle ardında bıraktığı karanlık atmosfere Türk kadınının her gün biraz daha itildiği bugünlerde Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz onu hürmet ve şükranla ne Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin kadar ansak azdır. Ayrıca bu Ta’zi ile, hürmetle sana başlar eğilsin anmaların sözde kalmaması Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi için ciddi ve gerçek araştırmacıBak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi larımızın Yaşar Nezihe HaHerkes yaya kaldı, ne tren var ne tramvay nım’ın tozlu raflarda bekleyen Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say ürünlerine bir an önce eğilmeBir gün bırakınca işi halk şaşkına döndü leri gerekmektedir. Toplumcu Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü gerçekçi edebiyatın ilk ürünlerini arşiv mahzenlerinden topSeyende saadetlere mazhar beşeriyet lamak kadar “eski yazı”nın Sen olmasan etmezdi teali medeniyet unutulmuş dünyasından kurtaBoynundan esaret bağını parçala, kes, at rıp gün ışığına çıkarmanın da Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat bir o kadar zor olduğunu biliyoruz ama bu imkânsız olmasa Ölçü: Mef û lü/ me fâ î lü/ me fâ î lü/ fe û lün gerek.
BİR MAYIS İÇİN ŞİİR
Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Çocuk gözyaşının ağırlığı nedir? İREM HALİÇ 1920-1980 yılları arasında yaşayan, Hans Christian Andersen ödüllü usta İtalyan yazar Gianni Rodari’nin çocuklar için yazdığı masal derlemelerinden biri olan “Bir Telefonluk Masallar” bildiğiniz masallar gibi değil. Cüceler yerine yarım yastığı kaplayan çocuklar, cadılar yerine kötü krallar var ama yaratıcılıkta çocuklarla aynı dili konuşan, üstelik bolca da çikolata ve dondurması olan masallar bunlar. Haftanın altı günü tüm İtalya’yı dolaşarak ilaç pazarlaması yapan Bianchi, her akşam kızını arayıp masal anlatırmış. Bu masallar öyle etkileyiciymiş ki santralde çalışanlar bile heyecanla Bianchi’yi dinlermiş. Masalların uzunlukları da Bianchi’nin ne kadar telefon faturasını göze alabildiğine bağlı olarak değişirmiş. İşte bu masalların hepsi bu kitapta toplanmış, birbirinden güzel tam altmış dokuz masal. Masal dinleme devri geçti diye düşünüyorsanız bu düşüncenizi erteleyin. Çünkü karşılaşmanız gereken cümleler bu masalların içinde sizi
bekliyor: “Bir çocuğun gözyaşının ağırlığı nedir? Değişir, şımarık bir çocuğunki rüzgardan hafif, aç bir çocuğunki dünyadan ağır.” Gianni Rodari’nin Can Yayınları’ndan çıkan diğer kitapları: Masal İçinde Masal, Masallar ve Kurgu Masallar, Gökyüzünden Gelen Pasta, Marko ile Mirko’nun Serüvenleri, Televizyona Düşen Çocuk Gip ve Soğan Oğlan. Hem siz hem çocuklarınız basmakalıp hikayelerden sıkıldıysanız, yaratıcı ve özgün şeyler okumak istiyorsanız, bu kitaplar sizin için yazılmış. Son olarak bu bildiriyi tüm yetişkinlerin kuralları nasıl ezberliyorlarsa öyle ezberlemeleri gerektiğini söylemek istiyorum: “Bu dünyaya gelen her çocuk dünyanın dört bir yanının sahibidir, tek kuruş ödemesine gerek yoktur. Sadece kollarını sıvamalı, elini uzatmalı ve almalıdır, dünya onun olacaktır.” Çocuklarınıza eğlenceli dinlemeler diliyoruz. (Gianni Rodari Çev: Eren Cendey Resimleyen: Bruno Munari Can Çocuk, 2012, s. 208, (7 yaş üstü))
Aydede Her Yerde
Sincap – Şiirler
Hacer K lc o lu, Resimleyen: Reha Bar , Gün Kitapl , s.124, (8-12 ya , öyküler) Kitapta yer alan 16 öykünün ortak özelliği, Aydede. Kitap, “Yolumuzu ışığıyla aydınlatan Aydede”nin eşliğinde, okurlarını değişik coğrafyalarda; ülkeler, kentler ve kültürler arasında etkileyici bir yolculuğa çıkarıyor. Yaşantılar ne denli farklılaşsa da sonuçta aynı Dünya’nın canlıları olduğumuzu hatırlatırken, esprili üslubuyla güldürüyor, farklı yaşamların dertlerine dikkat çekip düşündürüyor. Peru’dan İspanya’ya, Vietnam’dan Finlandiya’ya, Bosna’dan Mısır’a, Türkiye’den Çin’e uzanan öykülerde okurun karşısına Atatürk, Barış Manço, Anne Frank gibi sevilen karakterler de çıkıveriyor.
Yalvaç Ural, Resimleyen: Betül Say n, Yap Kredi Yay nlar , s.64, (6-9 ya ) Anneciğim zencilerin terleri siyah mı akar beyaz pamukları toplarken… “Sincap” Yalvaç Ural’ın yazdığı şiirleri içeriyor. Betül Sayın’ın resimlediği kitap doğa, toplumsal hayat, aile, dostluk üzerine, çocuğu çevreleyen her şeyi sorgulayan; çocuğun dil, bilgi, duygu, anlam dünyasına pencereler açan şiirleri bir araya getiriyor.
Aydınlık KİTAP
“Bektaşilik İncelemeleri”
Anadolu ve Rumeli’den renkli bir resim NURİYE BİLİCİ Baş döndürücü bir hızla, sürekli değişen ülke gündeminin geçtiğimiz günlerde en fazla tartışılan konusu Adıyaman’da Alevilere ait evlerin kapılarının “bilinmeyen” kişi ya da kişilerce işaretlenmesiydi. Aynı günlerde, çalışmalarını sürdüren TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu da yeni anayasada din, dil ve ırk eksenli nefret suçlarının önlenmesi konusunu tartışıyordu. Alevi-Bektaşi Dernekleri Federasyonu, Adıyaman olayını örnek göstererek bir takım taleplerde bulundu; Devlet din alanından elini çeksin, zorunlu din dersleri kaldırılsın, cemevleri inanç merkezi kabul edilsin, dergahlar müze statüsünden çıksın ve aşure günü resmi tatil ilan edilsin gibi. Yüzlerce yıllık tarihine rağmen, bırakın yasayı “ne olduğuna” dair bir konsensusun bile olmadığı Bektaşilik kavramı, sıcak gündemin de etkisiyle üzerinde bir kere daha düşünülmeyi hak ediyor. Hal böyleyken,1924 yılında İngiliz tarihçi F. W. Hasluck’un Anadolu’da inanç üzerine yaptığı araştırmalar sonucu kaleme aldığı makalelerinden derlenen ve 1928 yılında eski harflerle basılan, uzun yıllar önce baskısı tükenen “Bektaşilik İncelemeleri” adlı önemli çalışma, Prof. Dr. Mehmet Kanar tarafından Latin harflerine tercüme edilerek Say Yayınları tarafından yayımlandı. İlk baskıya bir önsöz yazan Mehmet Fuad Köprülü’ye göre Hasluck’un makaleleri eski Hıristiyan kaynaklarına vakıf olması bakımından çok önemliydi. Zira ne ülkemizde ne de Avrupa’da Anadolu’nun etnik tarihine dair geniş kapsamlı bir araştırma yapılmamıştı. Anadolu’ya Türklerin yerleşmesinden beri dini akımları ve Türklerin dini etnografyasını araştırmak amacıyla kurulan Türkiyat Enstitüsü’nün bu amacına uygun bulunarak yayınlanan “Bektaşilik İncelemeleri” bugün de önemini koruyor ve araştırmacılar için önemli bir kaynak teşkil ediyor. Kitabın sonuna eklenen notlar ve kaynaklar ise neredeyse bibliyografya zenginliğinde. Kitabın ilk bölümü Bektaşilerin coğrafi dağılımına ayrılmış. Anadolu, Irak, Mısır, İstanbul, Rumeli, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Arnavutluk ve Avusturya-Macaristan’da bulunan Bektaşi tekkelerinin sayıları ve önemli tekkeler belirtildikten sonra, coğrafi dağılım ayrıca bir harita üzerinde de gösteriliyor. En önemlisi sayılan ve tarikatın merkezi konumundaki Hacı Bektaş tekkesinin tarihi, yapısı ve işleyişi ayrıntılı bir şeklide ele alınıyor.
Örneğin, II. Mahmut döneminde Hacı Bektaş’ı Sünni ve Nakşibendi olarak kimliklendiren anlayışın sonucu olarak tekkenin yanında bir cami yapıldığını, vaktiyle 362 Bektaşi köyünün gelirleriyle geçinirken, yine aynı dönemde köy sayısının 24’e indirildiğini öğreniyoruz. Bektaşiliğin, Şii ve Sünni Müslümanlığın Anadolu’daki gelişimi, birbirleriyle olan etkileşimlerinin anlatıldığı bölümde, ilginç varsayımlar ileri sürülüyor. Örneğin Hacı Bektaş Veli’nin ismini taşıyan bu tarikatla hiçbir alakası olmadığı, asıl kurucusunun Fazlullah adında İranlı bir mutasavvıf olduğu belirtildikten sonra Fazlullah’ın yolundan gidenlerin öğretilerini yerleştirmek amacıyla Hacı Bektaş’ın tarikatına sızdıkları, zaman içinde yeniçerilerle bağlantı kurarak büyük bir siyasi önem kazandıkları, bu durumun ancak II. Mahmud tarafından tarafından yapılan darbeyle sona erdiği belirtiliyor. Görüşlerini Esad Efendi’nin yazmış olduğu tarihi çalışmaya dayandıran Hasluck, daha sonraki bölümde ise Bektaşiliğin Hıristiyanlıkla münasebetlerini ele alıyor. Bektaşilerin Anadolu’da özellikle cahil ve eğitimsiz Hıristiyanlar arasında propaganda yaptıkları, bunun için evliyaları kullandıkları, kendi inançlarının Hıristiyanlığa çok da uzak olmadığı yolunda bir takım rivayetler uydurarak onları yanlarına çektikleri örneklerle anlatılıyor. Bu düşüncelerine kanıt olarak Anadolu’daki bazı grupların Ali’nin İsa’da, on iki imamın on iki havaride, Hasan ile Hüseyin’inde Petros ile Pavlos’da temsil edildiğine inandıkları belirtiliyor. “Sultanların kılıç kuşanması” başlıklı bölüm, belki de başka kaynaklarda rastlanamayacak ilginç bilgiler içeriyor. Sultanların tahta çıkışını simgeleyen kılıç kuşanma töreninin tarihi geçmişi, başka kültürlerle ilişkisi incelendikten sonra, bu önemli görevi üstlenen dini guruplara değiniliyor. “Bektaşilik İncelemeleri”, Anadolu’daki mezarlıklardan türbelere, önemli şahsiyetlerden tartışmalı rivayetlere varıncaya kadar ana hatlarıyla Bektaşiliği ele alıyor ve iddialı varsayımlarıyla pek çok tartışmaya kapı aralıyor. 1900’lü yılların Anadolu’sunun sosyal hayatına dair gözlem yapma şansı da kitabın artılarından. (Bektaşilik İncelemeleri, F. W. Hasluck, Say Yayınları, Çev. Ragıp Hulusi, 224 s.
Aydınlık KİTAP
GÜLDEN TERAZİ
13 N SAN 2012 CUMA
11
B R SEHL MÜMTEN …
Eğil Dağlar ve dünle bugünün farkı
MEC T ÜNAL
Daha önce başka bir nedenle değindiğim “Eğil Dağlar”, son zamanlarda dönüp dönüp okuduğum bir kitap. Kitapta, “Eski Şiirin Rüzgârıyla”da, “Aziz İstanbul” ve “Kendi Gök Kubbemiz”de olmayan başka bir Yahya Kemal var... Benim Yahya Kemal’im büyük ölçüde işte bu “Eğil Dağlar”da Ağaçlar vaktinden önce çiçeklendi bu yıl. Yüksek çam ağaçlarının, sıra sıra zeytinlerin arasında gelinlik kızlar gibi dolaşan badem ağaçlarının çiçekleri, sabah yelinin saçlarında savruldukça toprağın koynunda beslenen kuş otları, kuzukulakları, eşek helvaları, şevket-i bostanlar canlandı, karıncalar yuvalarından çıktı, köstebekler başlarını topraktan kaldırıp baktı. Havada, suda, yerde bir telaşpür telaş. Doğa, yüzünü yeniden dönüyor hayata...
GÜL BADE ÇMEN N VAKT
Yahya Kemal
“Bülbüller ötüşüyor seher vaktidir Gül bade içelim bahar vaktidir…” diyor türkü. Mehteran Bölüğü’nün repertuvarına “tapulanmış” bu Rumeli ezgisini fütuhatçı bir kahramanlık türküsü kalıbına sokan şey, ritim olsa gerek. “İki ileri bir geri” diye nitelenen –aslında iki adım attıktan sonra durup sağa, iki adım attıktan sonra durup sola selam verildiği için “iki ileri bir geri” imiş gibi görünen- mehter yürüyüşünün yarattığı bu ritim, ezgiye belli bir söyleyiş kolaylığı kazandırırken, sözlerini de kendine uydurmuş, büyük ölçüde de yeniden oluşturmuş olmalıdır. “Yine de şahlanıyor kolbaşının kıratı” türküsü gibi bölüğe “tapulu” eserlerin birçoğu için de söylenebilir bu. En bariz örneği, “Estergon Kal’ası” türküsüdür bana kalırsa. Türkünün ritmini değiştirin, ezgi biraz yayılsın sözler de, türkünün kendisi de bir aşk ve ayrılık türküsü olmanın rahatlığıyla asıl güzelliğine kavuşacaktır: “Estergon Kal’ası su başı durak Kemirir gönlümü bir sinsi firak Gönül yar peşinde yâr ondan ırak Akma Tuna akma ben bir dertliyim Yâr peşinde ben bir kara bahtlıyım”. İkinci, üçüncü dörtlükleri de benzer anlam ve sözlerle gelişen ve Rumeli türkülerinin en esaslılarından bir tanesi olan “Estergon Kal’ası”, sanki zorla mehterleştirilmiş gibidir. Türkünün ezgisi de sezdirir bize bunu. Mehter türkülerinin makam, usûl ve ölçüleri ile bu türkülerin bir çoğunun kaynak kişisinin Kemal Altınkaya olmasının mehterleşme de ne ölçüde etkisi vardır bilinmez ama, benzer yapıdaki başka Rumeli kökenli türkülerde bu yoktur. Birçoğu yeniçerilik zamanlarından kalan ya da bu havaya sokulan mehter türkülerinin nağmelerinin arasında hışırtısı ve getirdiği türlü çiçek kokularını duyduğumuz bad-ı saba, muzaffer Osmanlı ordularının sefere çıktığı bahar aylarından kalmış olmalı. “Tuna nehri akmam diyor”, “Havada bulut yok”, “Sivastopol önünde yatan gemiler” gibi türkülerdeki bad-ı hazan ise aynı orduların üç yüz yıl sonra yaralı, aç, bî ilaç, yorgun ve yenilmiş döndüğü sonbahar aylarının kan, çürümüş et, çürümüş kemik kokularını getirmektedir.
“E L DA LAR E L ÜSTÜNDEN A AM” ete.com mecitunal@aydinlikgaz
Bunlardan, sözlerine ilk kez Yahya Kemal’in işgal ve mütareke günlerinde yazdığı bir yazıda rastlanan, bu yazıların toplandığı kitaba da ad olan “Eğil dağlar” türküsü, türkülerin kendi anlamlarından başka anlamlar kazanabileceğine ve-
rilebilecek örneklerden biridir. Yahya Kemal’in; “Ah bu türkü! Yirmi dört sene evvel hangi şehirden, hangi köyden, hangi kulübeden birdenbire aksetti? Türkleri daima şen olan İzmir’den mi? Daima kahramanca olan Aydın’dan mı? Yoksa daima bağrı yanık olan Edirne’den mi? Nereden? Güftesini üslubu gibi bestesinin zevkinden de nereden çıktığı belli değil; her türkünün iklimi şivesinden az çok belli olur, bunun bilakis menşei Rumeli midir? Anadolu mu anlaşılamıyor, o kadar millî!” dediği, 1897 “Yunan Harbi”nde Gazi Edhem Paşa’nın Atina’ya yürüyüşü sırasında yakılmış olan türkü, Dar’ül Elhan’ın 1929’daki derleme gezisinde Çankırı’dan derlenen türküler arasında yer almıştır. Yörede “Ta’lim Türküsü” ve “Yunan Türküsü” olarak anılan “Eğil Dağlar”, ilk kez 2002’de, aynı adın verildiği Çankırı türküleri albümünde seslendirilmiş. Yahya Kemal, ilk çıktığında “vatanın bütün sokaklarında, Tesalya’ya doğru redif taşıyan Anadolu ve Rumeli trenlerinde yalnız bu türkü”nün duyulduğunu söylemektedir: “Eğil dağlar eğil üstünden aşam Yeni tâlim çıkmış varam alışam! O harbin redifleri bu türküyü geçtikleri bütün şehirlere bıraktılar, İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut, Halep, Üsküp, Manastır kafeşantanları sabahlara kadar tekrar ettiler. Erzurum’dan Yanya’ya kadar, Alasonya’dan Dökeme Tepeleri’ne kadar her tarafta bu türkü aksediyordu.” (Eğil Dağlar, sf. 144, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981)
B R SEHL MÜMTEN Türkünün o yıllarda yaygın olarak bilinip söylendiğini Süleyman Nazif’in Faik Reşat’a yazdığı bir mektuptan da anlıyoruz: “Geçen Yunan Muharebesi esnasında Anadolu’nun “Eğil dağlar eğil üstünden aşam!” mısraıyla başlayan bir türküsü bütün memleketin gönül tellerinden bir cereyan geçirmiştir. Bir kur’a veya redif askerlerinin köyünden kıtasına giderken torbası omzunda geçtiği şimendifersiz, yolsuz, köprüsüz, geçit vermez dağlar karşısında keder ve boyun eğmişliğini fakat pek kahramanca bir surette ortaya koyan bu saf mısra, erkân-ı harp muhtıralarından daha veciz ve manidardır. ‘Al yeşil bayrağı gelin mi sandın!’ ilk söyleyen köylü bu sehli mümteni, belki söylenmesi çok güç mısraına ne kadar duygular, manzaralar ve tablolar dercetmiş... Bizim gibi şiiri aruz ve belagat kitaplarından öğrenmiş olan bin kişi bir araya gelse şu iki mısraı tanzir ve taklit edemez.” (Ahmet Talat Onay, Türk Halk Şiirlerinin Şekil Ve Nev’i, Akçağ Yay., sf. 171). Türkünün dizelerindeki sehli mümteniyi Yahya Kemal de görmüş: “Bu türkü yeni Türk şiirinin ilk ve maatteessüf son güzel eseridir; çünkü ondan beri bu kadar şevkli, atılışlı, canlı mısralar söylenemedi. Üst tabakanın edebiyatı ya bir nazire gevelemesi, yahut da sıkıntı veren bir sinir iniltisi hâlinde iken alt tabakanın insanları köylüler: ‘Eğil dağlar! Eğil!’ tar-
zında ne kadar atılışlı bir hayâlle kıyâm ediyorlardı, yeni talim çıktığını haber almış koşuyorlardı, yeni ve muntazam bir millet olmağa ne kadar şâyân-ı dikkat bir heves gösteriyorlardı.” (Age.sf 144). “Aldılar yarimi elimden cihan uyansın/Buna taştan yürek ister can nasıl dayansın?” kavuştaklı türkünün geri kalan sözleri de kavuştaktaki gibi ilk dizelerle bambaşka bir havada: “Atılan topları davul mu sandın Al yeşil bayrağı gelin mi sandın Yunan’a gideni gelir mi sandın Gümüş cezvelerim kaynar ocakta Yunan çöllerinde kaldım sıcakta Altı aylık yavrum kodum kucakta”.
GAZ OSMAN PA A VE DÜNLE BUGÜN FARKI Yahya Kemal, Sultan Abdülhamid yönetiminin bu türküyü anlayacak durumda olmadığından “bizim içün bir intibah ve hayat devri”nin başlayamadığını söyler. Gazi Osman Paşa gibi en başarılı generallerini kendisine darbe yapabileceği korkusuyla Yıldız Sarayı’na kapatan Abdülhamid’in, paşaya bir kez saraydan çıkma izni verdiğini yazar. Adına, mehteran repertuvarının en nadide parçalarından biri olan “Tuna nehri akmam diyor” türküsü yakılan “Plevne Kahramanı”, 1897 yılının o bahar aylarında Dömeke’ye kadar koşan ancak Yunan ordusunun arkasından yetişemeyen Gazi Ethem Paşa’nın kazandığı zafer üzerine, orduların toplanma yeri Selanik’e gider. Kendisini görmek için şehre koşan Rumeli halkını selamlamaya çıkan Gazi Osman Paşa’ya yaverinin uzattığı telgraf’ta Yenişehir’in kurtarıldığı haber verilmektedir. Gözleri yaşaran Paşa halkı selamlarken bu müjdeyi de verir: “Bütün milletin kalbi o an orada lisanla tarif edilmez bir an yaşadı, göz yaşlarıyla karışık bir ses ve alkış fırtınası yükseldiği kadar yükseldikten, devam edebildiği kadar ettikten sonra Teselya’nın türküsü birdenbire alev gibi patladı: ‘Eğil dağlar eğil üstünden aşam’ Gazi Osman paşa o gün, o saat Rumeli’yi dünya gözüyle bir daha gördü ve akşama girmeden İstanbul’dan şedid bir telgrafla çağrıldı, hususi trenle derhal döndü, yıldız sarayına kapandı. Hayatının sonuna kadar çıkamadı.” (Agy., sf 145).
BA KA B R YAHYA KEMAL Yahya Kemal, türkünün, yazının yazıldığı günlerle olan bağını, 1921’in 1897’den farkını vurgulayarak kurar. Kıral Konstantin, Papulas ve arkadaşlarının da benzer bir hezimeti yaşayacaklarına emin ve Anadolu’ya ilk ayak bastıkları İzmir’den denize döküleceklerini hissetmiş gibidir: “O zaman böyle bir heyecandan doğan ‘Eğil dağlar’ şimdi bir daha Anadolu dağlarından işitiliyor: bu türküyü Kıral Konstantin de hatırlar, Papulas da, arkadaşları da, lâkin bu defa söyleyen ordular değil, önünden kaçamayacakları bir çığdır.” (Sf. 145). Bugünün 1921’le ayrıldığı nokta ise, küçük ama çok önemli bir farkla büyük ölçüde Gazi Osman Paşa’nın encamında saklı. O da şu; Gazi Osman Paşa bu zamanda yaşasa Silivri’de olurdu.
12
13 N SAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
BABİL BALIĞI
Geleceğe atılan kahkahalar M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Mizah, gülüp geçmen gerektiği halde gülmediğin şeyleri alaya almaktır.” – Langston Hughes Hayatta yol alabilmek, zorlukları aşmak ve en önemlisi hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğumuz dürtülerden biri de mizahtır. Mizahın dokunamadığı, onunla harmanlanmamış tek bir insani kavram yoktur. Bu nedenle, her ne kadar yunus balıkları yirmi dört saat sırıtarak dolaşsa da rahatlıkla söyleyebiliriz ki “mizah, insanların icat ettiğine ikna olabileceğimiz tek şeydir.” Mizahın bu nüfuzundan elbette bilim-kurgu ve fantastik kurgu edebiyatı da nasibini alır. Mizahi bilim kurguyu, elbette pek çok araştırmacının da güncel şekilde kullandığı üzere modern mizah olarak adlandırmak da mümkündür. Ancak “modern mizah” daha suni, kaygan bir tanımdır ve gerek mizahi bilim-kurguyu gerek fantastik mizahı anlatırken, içlerindeki hiciv ve ironi unsurunu ön plana çıkarmada yetersiz kalır. Her iki melezleme veya başka deyişle form kullanımının etkin şekilde gözlenen özelliği, günümüz dünyasına, dogmalara, medeniyete, yer yer tarihe ve insan ruhuna yönelik eleştirilerini zekice yazılmış şakaların altına saklamalarıdır. Neil Gaiman’ın Douglas Adams için yaptığı tespit aslında bütün -gerek bilim kurgu, gerek fantastik kurgu ilemizah melezlemeleri için geçerlidir; “Size gülmeyen ama sizi de şakanın bir parçası yapan bir yazarın yanınızda olduğunu bilirsiniz.” Türün en iyi örneklerine gelirsek kişisel kütüphanemden yola çıkarak ve henüz keşfedemediğim isimlere saygılarla elbette: Mark Twain’in 1889 tarihli “A Connecticut Yankee in King Arthur’s Court” eseri, fantastik kurguyu mizahla yoğurarak yıllardır hayatıma ışık tutan ve kitapları Türkçeye arzu ettiğimden daha yavaş tercüme edilen Terry Pratchett ve Disk Dünya serisini (seri İthaki yayınları tarafından dilimize kazandırılıyor), Harry Harrison’ın Paslanmaz Çelik Sıçan’larını (Metis Yayınları), Robert Silverberg’in derlediği ve büyük bilim kurgu isimlerinin yazdığı mizah öykülerine yer verdiği “Infinite Jests” derlemesini, yine aynı şekilde George H. Scithers’ın öykülerden derlediği “Spaceport Bar” serisi, Isaac Asimov’un “Laughing Space” derlemesi, Robert Bloch’un “Lefty Feep” öykülerini sayabiliriz. Elbette bunların hepsinin üstüne, melezlemeyi en başarılı şekilde ortaya koyan, köşeye verdiğim adı atfettiğim ve bütün insanlığa “Otostopçu’nun Galaksi Rehberi”ni (serinin tamamı Kabalcı Yayınları tarafından dilimize hem seri halinde hem de toplama bir cilt olarak kazandırıldı) hediye eden Douglas Noel Adams’ı, bir başka deyişle “DNA”yı
yerleştirmeliyiz. Arthur Dent’in evi, yeni bir yolun yapımı için yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Belediye çalışanlarıyla aralarındaki tartışma sürerken dev bir uzaylı gemi filosu, galaksiler arası yeni bir uzay yolunun inşası için dünyayı yok etmek üzere yaklaşmaktadır. Yıkımdan önce kibarca anons etmeyi de ihmal etmezler. Çılgınca, her şeyi ters yüz eden, bilim kurgudan nefret edenlerin kütüphanesinde bile rastlayacağınız, bittiğinde, bir süre sonra tekrar okumak isteyeceğiniz “Otostopçunun Galaksi Rehberi” macerası bu şekilde başlar. Kitapların daha sonra televizyon dizileri, çizgi romanları, bilgisayar oyunları ve nihayetinde sinemaya varan uyarlamaları söz konusu olsa da hiçbir şey kitaplarının yerini tutamamıştır. Yazar, 49 yaşında hayatını kaybettiği 2001 yılından bu yana, hayranları tarafından özlenmektedir. Adams’ın mizahında en etkin olarak göreceğimiz faktör, mizahını hep ezberin tersine kullanarak öyküsünü ve fikirlerini anlatabilmesidir. Kitapları bilimsel gerçekleri dahi okuyucuyu sıkacak faktörler olarak sunmaktan kaçınır. Adams için bilim eğlencelidir ve ancak bu şekilde anlatılabilir. Aynı zamanda, türleri tükenmeyle karşı karşıya olan canlılar için hem belgeselini çektiği hem de kaleme aldığı “Last Chance To See” (Görmek İçin Son Şans) gibi eserlerinden de takip edile-
bileceği üzere ciddi bir çevre aktivistidir. Yazardan alıntı yapalım; “Örneğin, dünya gezegeninde, insanlar her zaman, yunus balıklarından zeki olduklarını varsaydılar, çünkü çok şey başarmışlardı –tekerlek, New York, savaşlar ve bunun gibi. Bu arada yunusların yaptığı tek şey ise su içinde debelenmek ve iyi vakit geçirmekti. Öte yandan, yunuslar da insanlardan hep daha zeki olduklarını düşündüler – tam da aynı nedenlerden ötürü.” Douglas Adams kendisini “radikal atesit” olarak tanımlar. “Radikal” kelimesini eklemesinin nedeninin, kendisine ateizm ile agnostisizmi mi kastettiğinin sorulmamasını umması olduğunu söyler. Evrim biyologu Richard Dawkins “Tanrı Yanılsaması” isimli kitabında Adams’ın etkisinden sıkça bahseder. Hatta kitabı Adams’tan şu alıntıyla ona ithaf eder: “Altında perilerin yaşadığına inanmaya mecbur olmadan da bir bahçenin güzel olduğunu anlamak için, görmek yeterli değil midir?” Adams’ın bütün güzellik anlayışı ve sorgulayıcı kişiliği mizahına da yansır. Çoğu eleştirmenin kolaya kaçarak “İngiliz durum komedisi” şeklinde açıkladığı şakalarının altında bütün birikimlerinin izlerine rastlamak mümkündür. Douglas Adams’ın bilim kurguya ka-
zandırdığı bu mizah anlayışının fantastik kurguda tam karşılığı ise yine bir başka İngiliz yazar Terry Pratchett’tır. Mizahi unsurlarındaki benzerlikler dışında her iki yazarın sosyal yaşamında da benzerlikler görünür. Pratchett da tutkulu bir çevre aktivistidir, gazetecilikten gelmedir, Alzheimer hastalığına karşı bilgilendirici belgeseller çekmektedir vb. Bu köşede Douglas Adams ve bilim kurguda mizah hakkında yazmayı düşünürken, Kabalcı yayınlarından Neil Gaiman’ın kaleminden “Paniğe Kapılma”nın tercümesinin yayınlandığı haberi gelince artık bu yazı kaçınılmaz hale gelmişti. Yazıldığı dilde çıkar çıkmaz okuduğum kitabın, “Otostopçu” çevirilerini takdir ettiğim yayın evinden, hem de seriyi tamamlayıcı şekilde bir tasarımla çıkması okur olarak beni mutlu ettiği gibi kütüphanesinin düzenine önem veren herkesi de memnun edecektir. “Otostopçunun Galaksi Rehberi”ni okuyan her okuyucuda hep aynı hastalık belirtileri gözlemlenir: 1- “Keşke daha fazla olsa, devam etse, neden bitti, neden, neden ve neden” söylevleri –ki genellikle Adams’ın yarattığı depresif robot Marvin gibi davranılır. 2- Bu hınzır zekânın, yazma ve yaratma sürecine duyulan merak. 3- İlk iki madde hiç olmamış gibi unutulup normal hayatına devam etme süreci. Semptomları bu şekilde sıralanan ve bizim “Uydurmasyon” dilinde “DNA özlemi” olarak adlandırdığımız bu hastalığın tedavisi, ancak ve ancak Neil Gaiman’ın yazdığı “Paniğe Kapılma!” kitabı ile mümkün. Yazarın yaratım sürecinde, tıpkı yazarın kendisi gibi ciddi, komik ve şaşkın şekilde yol alırken Douglas Adams’ın daha önce hiçbir yerde okumadığımız yazıları, Otostopçu’nun ilk radyo oyunu metinleri, “havlu” ve daha birçok kavramın kökenine de ulaşmış oluyoruz. Daha önce Richard Hollis ve Kim Newman’a yar olmayan bir “Otostopçu” kitabını da bu şekilde ancak Neil Gaiman yazabilirdi. Sıradan bir biyografi eserinin çok ötesinde, ancak Adams’ın sıkı bir hayranı tarafından yaratılmış olabilecek derece özenli ve bir kez daha bizleri Douglas Adams’la baş başa bırakacak incelikle karşımıza çıkıyor. Temel olarak, hayatın anlamını açıklayan bir kitap ve yazarı hakkındaki bir inceleme de daha azını hak etmezdi doğrusu. Acil uyarı: Bir önceki cümle mizah unsuru içermemektedir. Yazar gerçekten hayatın anlamını “Otostopçunun Galaksi Rehberi” serisinde açıklamaktadır. Hemen buraya kısaca yazarsam bütün sürprizi kaçacaktır. Bu nedenle “neymiş peki bakalım?” diyerek bu satırlarda aranmaması rica olunur. Kırk ikinci, bu sefer yavaş uyarı: Bir önceki uyarıda da mizah unsuru yoktur.
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
13
UBİK: Talimatlara uygun olarak kullanıldığında güvenlidir* Kendini bir Philip K. Dick romanı kahramanı olarak tanımlayan PKD’nin hayatı gerçekten de kendi kurgularına benzer. 16 Aralık 1928 tarihinde Chicago’da doğan yazar, ikiz kız kardeşinin doğumdan kısa bir süre sonra anne sütüne karşı alerjik olması sebebiyle ölmesi nedeniyle hayatı boyunca annesinden nefret eder ve kardeşinin özlemini içinde taşır
ben ne dersem onu yaparlar. Ben sözüm ve adım asla söylenmedi, kimse bilmez benim adımı. Bana Ubik diyorlar, ama adım bu değil. Ben varım. Her zaman var olacağım.”
MELİS YALÇIN Ubik de nedir? Bu konuda tek ipucumuz İngilizce’de “aynı anda her yerde bulunma” anlamına gelen ubiquity kelimesinden türetilmiş olduğudur. Bir de kitabın her bölümünün başında okuduğumuz Ubik reklamları var; kimi zaman bir deodorantı denememizi, kimi zaman da Ubik Yapı ve Kredi’deki kadını ziyaret etmemizi salık veren reklamlar. “Saçlarım öylesine kuru ki, bir türlü şekle girmiyor. Böyle bir durumda kız ne yapmalıdır? Basitçe söylememiz gerekirse Ubik saç kremi kullanın. Sadece beş gün içinde, saçınızın daha parlak ve hacimli olduğunu göreceksiniz. Ubik saç kremi talimatlara göre kullanıldığında tamamen güvenlidir.” İlk bakışta hikâyeden kopuk gibi görünen bu reklamlarla, yazarın, Philip K. Dick’in, okura bir mesaj vermeye çalıştığı açıkça anlaşılıyor, ancak kitabı okumak bile bu mesajı anlamaya yetmiyor. Sanırım bu reklamlardan ne anlayacağı okura bırakılmış, bize de “Okuyun da görün o zaman.” demekten başka şans kalmıyor. “Ben Ubik’im. Evrenden önce ben vardım. Güneşleri ben yarattım. Dünyaları ben yarattım. Yaşamları ve yaşanacak yerleri ben yarattım; Onları buraya getirdim ve onları oraya koydum. Benim istediğim gibi davranırlar,
1950’den itibaren roman ve öyküler yazmaya başlar. Başarısız evlilikleri ve iş hayatında yaşadığı olumsuzluklar nedeniyle oldukça hırpalanır, çok az ücret ödeyen yayınevleri ile çalışır, ilk avans dışında, kitapları ne kadar satarsa satsın, hiç para alamaz. Üretkenliği, dehasının yanında, bu devamlı para ihtiyacı içinde olma durumu ile de açıklanabilir. Bir ara, 1962’de, tek başına bir kulübeye taşınır ve burada kaldığı iki-üç yıla on bir roman sığdırır. Philip K. Dick’in ciddi bir lsd bağımlısı olduğu söylenegelmiştir. Hatta yazar bir ara gerçeklikten o kadar kopmuştur ki, yaşamının bir kısmını 1. yüzyıl Roma’sında, diğer kısmını da 20. yüzyıl California’sında geçirdiğini iddia etmiştir. Yaşamının son dönemlerinde akli melekelerini iyice kaybetmiş, hatta FBI’a ünlü Polonyalı bilim-kurgu yazarı Stanislaw Lem’in gerçek bir insan olmayıp, Amerikan bilim-kurgusu edebiyatına zarar vermek amacıyla oluşturulmuş bir komünist örgütün kod adı olduğunu belirten bir ihbar mektubu yollamıştır. Mektubun orijinal metni, suçlanan yazarın oğlu tarafından idare edilen resmi web sitesinde mevcuttur. Buna rağmen Lem, batı bilimkurgusunda eserleri sığ olmayan tek yazarın Philip K. Dick olduğunu üzerine basa basa söylemiştir.
“Eğer ölü bir insanın içinden dışarı baksaydın yine de görebilirdin, ama göz kaslarını çalıştıramadığın için odaklayamazdın. Başını veya göz kürelerini çeviremezdin. Bütün yapabileceğin, görüş alanından bir şey geçene kadar beklemek olurdu. Donup kalırdın. Devamlı beklerdin. Ber- GERÇEK VE GERÇEKL K bat bir sahne olurdu” diyecek kadar ger- NED R? çekçi bir yazar olan Philip K. Dick, Amerikalı bilimkurgu yazarı Philip K. bilim-kurguyu yaşadığı dünyayı ve çağı Dick’in 1969’da yazdığı “Ubik”, Ece Gamze eleştirebilmek için kullandığından, Asi- Atıcı tarafından dilimize kazandırıldı ve mov ve Arthur C. Clarke gibi isimlerin 6:45 Yayınları tarafından basıldı. Siberpunk temsil ettiği bilim-teknoloji hayranı hardakımının gizli yaratıcılarından olan core bilim-kurgudan ayrılır. OkuPhilip K. Dick, neredeyse tüm yucusunu etkilemek için Bu romanlarında gerçeğin ve bilim-kurgunun vazgeçilmezgerçekliğin ne olduğunu da roman nda leri olan uzay gemilerine, sorgular. Bu romanında yazar n ya am, çılgın buluşlara gerek da yazarın yaşam, duymaz. Onun için her ölüm ve gerçeklik gibi ölüm ve gerçeklik gibi zaman önemli olan insan kavramları irdelerken lar irdelerken alt ram kav etkenidir, derin felsefi alt metinde vahşi kaist ital metinde vah i kap tartışmaları, varoluşu, pitalist düzeni ve bu gerçekliği, iktidarı sordüzeni ve bu düzenden düzenden gocunmagulamayı tercih eder. gocunmayan bireyleri yan bireyleri eleştir-
HIRPALAYICI B R YA AM
ele tirmesine tan kl k ediyoruz
Kendini bir Philip K. Dick romanı kahramanı olarak tanımlayan PKD’nin hayatı gerçekten de kendi kurgularına benzer. 16 Aralık 1928 tarihinde Chicago’da doğan yazar, ikiz kız kardeşinin doğumdan kısa bir süre sonra anne sütüne karşı alerjik olması sebebiyle ölmesi üzerine hayatı boyunca annesinden nefret eder ve kardeşinin özlemini içinde taşır. Ebeveynlerinin boşanması ve açık alan korkusu okul yaşamının zor geçmesine neden olur. Çocukluğunda takip ettiği bilimkurgu dergilerinde Van Vogt ve Heinlein’ın yapıtlarıyla tanışıp onlardan etkilenir. Gençliğinde uzun süre radyo ve müzik ortamlarında çalışır;
mesine tanıklık ediyoruz. Okurun telepatlar, önbiliciler, durdurucular, bir anlamda modern kâhinlerle ve hiç bir zaman ispatlanamayacak felsefi sorularla dolu esrarengiz bir kurguyla karşılaşacağını söyleyebiliriz. Hikâye sayfalar çevrildikçe çözülen, aynı zamanda da karmaşıklaşan bir yapıya sahip, okur tam her şeyi çözdüğünü düşünürken son iki sayfada ters köşe oluyor. Kısacası, rahat bir uyku çekmek istiyorsanız, uyumadan önce bu kitabı okumamanızı tavsiye edebiliriz. *Kitaptan alıntı yapılmıştır. (UBİK, Philip K. Dick, Altıkardeş Yayınları, Çev. Ece Gamze Atıcı 252 s.)
14
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
SEYY T NEZ R
ARAKABLO
“Yeniden lirik şiire yönelmenin zamanıdır” Ahmet Telli’ye göre: “İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, bir gençlik olgusundan söz etmek zor...” Ama bu yaklaşım, Tevfik Fikret’in Promete şiiriyle seslenerek 1908 Devrimi’ne ve çağdaşlığa yönelttiği kuşağa haksızlık olmuyor mu? Son derece önemli ve çarpıcı şiir tartışmalarına değinmeden geçemediğim için dergilerde geçen ayki zaman tünelinde (Mart 2012) şiir yolculuğumuz sürüyor: “Karagöz”de (S: 18), şiir üstüne birbirinden ilginç yazılar var. “Kanonsuzlar” üst başlığı altında Osman Özbahçe ve Serkan Işın, Türk şiirinin modernizmle gelen sorunlarını ele alıyorlar. Özbahçe’nin ilginç olduğu kadar kafa karışıklığı ve tutarsızlıklar da yansıtan “Kopuş ve Devam Fikri: Resmî İdeolojinin Eleştirisi” yazısı, başlı başına ele alınmayı gerektiriyor. Serkan Işın, Yalçın Armağan’ın “İmkânsız Özerklik: Türk Şiirinde Moderrnizm” ( İletişim Y., 2011) kitabından yola çıkarak yazdığı eleştiride Tanzimat’tan günümüze şiir estetiği konusunda çok önemli olguları vurgulayarak yazıyı şöyle bitiriyor: “Batı şiirine ‘çalışan’ ve bunu bildiği için ‘ödüllendirilen’ ama kendi açmazlarına bir türlü cevap bulamayan, Batı-dışı modernleşmelerden bîhaber tuhaf bir mahlûk bizde şair.” Yazar, bu vargıyı bir de soruyla pekiştiriyor: “Dilden kurtulmayı önerebilen ve bunu başarmak için adım atan bir tek şair tanıyor muyuz?” O zaman Işın’a 1970’lerin başında “Yeni a”da İkinci Yeni şiirinin dili üstüne Ferit Öngören’in yazdıklarında bu sorunun yanıtının yer aldığını anımsatıyoruz... “Karagöz”, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Modern Şiir Toplantıları’nda Musab Kırca’nın Turgut Uyar, Murat Üstübal’ın Ece Ayhan, Bülent Keçeli’nin Metin Eloğlu, Hayriye Ünal’ın Cahit Zarifoğlu, Yavuz Altınışık’ın İsmet Özel üstüne sundukları incelemeleri yayımlamakla çok iyi bir iş yapmış... İdris Ekinci’nin Şiirde Yenilik yazısı, Hayriye Ünal’ın çok ses getirmesi umulan “Eşikteki Özgürlük: Çoksesli Şiir” (Hece Y., 2011) kitabı üstüne Evren Kuçlu’nun değerlendirmesi, Hilmi Çakaoğlu’nun “Rus Avantgardı” tanıtımı, Hakan Şarkdemir’in Frye’dan “Eleştirinin Anatomisi” çevirisi hep şairleri etkin şiir tartışmalarına çeken yazılar...
“ A R N KAPANMA SIKINTISI”
zete.com seyyitnezir@aydinlikga
Perde Gazeli bölümündeki “Ölü Hürlük” sunusunda vurgulanan “hep aynı şeyler ve kimseler”e kapanma sıkıntısını aşmaya yönelik içten çaba, eleştirilerde olduğu kadar ürünlerde de gözleniyor: Özbahçe, bu sıkıntıyı, “Israrlı bir tekrarım ben onların dilinde / Dua kalıbı sürekli tekrarlanan cümle” dizesinde verirken, Ekinci, şiirinin ilk dizesinde meramını yüzümüze vuruyor: “beni yoran biraz da herkesin kendine kapanması”... Özgür Ballı’nın, “yaralarım benden önce de vardı // bandista” alıntısıyla girilen şiiri de, bu kapanma duygusuyla başlıyor: “otuzüçlük bir tespihim ellerinde hayatın”... Derya Vural, aynı durumu, “sıfır noktasında konuşalım sonuç her zaman garanti”; Keçeli, “bende vakit beş bende vakit beş bende vakit”; Yavuz Emre Altuntaş, “kıvılcımı belki semayı kapatacak” dizesiyle anlatıyor. Rafet Arslan, kapanmayı, “ölüm ışık, ölüm sonsuz huzur / ölüm kutsal gizli bahçe / aç kocaman kanatlarını / ve al içine bu evladını!” dizelerinde, Kuran’daki “bu dünya hüsrandır” yargısına göndererek imgesel düzeyde anlatıyor. Dergideki en etkili şiiri veren Altınışık, bu hüs-
ranı, “Ve ikimizi de aynı tenhada ayartan bir kaltak olarak / Gömleğimizi arkadan yırtacak dünya” dizelerinde, bu kez, Özel şiirinde kapanmış bir söylemle dışa vuruyor. “Beni tüzüklerle güzelim beni soğuk dudaklarıyla devletin / Resmî söylemiyle öptüler. Beni ipten döndürdüler ölmedim” dizeleri ise, Özel’le açılan parantezin Ece Ayhan’la kapanması olarak da okunabilir. Bu tür söylemler, yaşama da kapalı oldukları için, hiç hesapta olmayan dil yanlışlarına sürükleyen tuzakları gizleyebiliyor. Örneğin “beni ipten alırlar”, döndürmezler; çünkü “ipten ben dönerim”. İpten alınan ya da ipten dönen adam, ölmemiştir; bu nedenle, bir de “ölmedim” demesi komik kaçmıyor mu?... Karagöz, laboratuvar dergilerimizden biri...
AUSCHWITZ’TEN SONRA R “Kitap-lık”ta (S: 158) Hüseyin Ferhad, “Edebiyatın Gizli Dikişleri” başlıklı yazısında, LacanZizek çizgisinde bir söylemle ilginç konulara değiniyor, yanı sıra söküklere el atıyor incecik iğnesiyle; sonra elindeki iğne birden çuvaldıza dönüyor: “Ezcümle, okur incitilmiştir. Bizzat şairler tarafından, yakın çevresi, yol arkadaşları tarafından incitilmiştir.” Orhan Kâhyaoğlu, Mehmet Müfit’i şairin çeyrek yüzyıl sonra gelen yeni şiir kitabı dolayısıyla incelediği yazısında, bütünlüklü bir yaklaşımın ürünü olarak şu sonuca varıyor: “İşçilikten uzaklaşılınca, şiir de çoğu kez sizden uzaklaşmayı seçebiliyor. Müfit’e daha sıkı, daha rafine ve eskisi gibi tamamen kendinin olan bir şiiri özlemeye devam ettiğimizi söyleyebiliriz.” Dergide, Ali Asker Barut’un Sezai Karakoç’a adanmış iki şiirini Zafer Şenocak’ın adsız metni izliyor. Serhat Uyurkulak’ın “ağzımda dalgın dolaştırdığım hasta sarı bir tırnak” dizesiyle başlayan yazdıklarını okumaya cebinizde bir tırnak makası iriliğinde psikolog taşıyorsanız buyurun!... Arif Erguvan, “kesilen duyguların yerinden yenisi çıkmıyor”; Cem Kurtuluş, “kiminde duvara marmelat karılı kolları babamların”; Mehmet Sait Aydın, “büyüdüğünü bir ölümün, ölüm büyümezse ne büyür ki” dizelerini, Adorno’nun, “Auschwitz’ten sonra şiir yazılmaz” savını kanıtlama amacıyla yazmışlar belli ki...
M L TAN B R SANAT Ç N KOLLARI SIVAMAK “Simurg”, daha ilk sayısında. “Toplumu tüm kesimleriyle müritleştirmek” üzere, Yeni Ortaçağ’ın taşlarını döşeyen, karşıdevrimci bir sanat ve kültür programına karşı, “bugünün ve geleceğin tüm sanatçılarını direnişe” çağırıyor. İdil Işık Turgut, Melih Okyay, Ece Kırbaş, İrfan Atav’ın eleştirel yazılarında, yer yer didaktik bir söylemle, militan bir sanat anlayışı ortaya konuyor. Nadir Temeloğlu, “Postmodernizm ve Edebiyat” yazısında, tüketim kültürüne biat yerine sorgulayıp direnen, yaratıcı bir edebiyat tutumunun yaklaşım ilkelerini belirleme amacında. Sanatçılar Girişimi’nin “Reddediyoruz” başlıklı bildirisine de yer veren dergiden yeni sayılarında kışkırtıcı ürünler umuyoruz.
“YOKSULLARIN R N YAZAN” YOK MU? “Sincan İstasyonu”nda “Yazının kumaşı kâğıt” diyor editör, kapak yazısında. Muzaffer İlhan Erdost, Cemalettin Aykın’ın ölümü üstüne anılarını yazmış. Ahmet Ada, “Minör şair, majör şair” yazısında, “majör şairler, izleksel genişliği, yaşantı ve bilinç içeriklerinin bileşimiyle sağlamışlardır” diyerek, günümüz şairlerinin bu bileşimden ve tazelikten yoksun olduklarını belirtiyor. “Çok Yaşa şiir!” bölümünde Altay Ömer Erdoğan, Hüseyin Peker, Hasan Efe, Halil İbrahim Özbay, Fergun Özelli, Seçil Özcan “2011 yılında şiir”i tartışıyor. Özbay, yıllık tartışmalarının bitirilmesini istiyor; Efe, dergilerde niteliğin giderek yükseldiğini saptıyor; Özcan, kimsenin birbirini okumayışına değiniyor; Erdoğan, “Hepimiz İkinci Yeni’yiz!” sözünü yineliyor... Nedret Gürcan, Âşık Veysel’in 1956’da Dinar’a konser için gelişini anlatırken, sahne arkasına kurdukları çilingir sofrasından bugüne izler taşıyor... Tuncer Uçarol, “Şiirde usta çırak ilişkisi” araştırmasının ilk bölümünü veriyor... Seyhan Kurt, kendi kitabı Seyyah’ı anlatırken, ayna yerine suya bakmanın taşıdığı anlamı şiirde bulduğunu söylüyor... Geçen hafta Refik Durbaş’tan “ayın en güzel şiiri” olarak birlikte okuduğumuz “Makine”nin yanı sıra, Ahmet Telli, Gülseli İnal, Ramazan Teknikel, İlkiz Kucur, Mine Ömer’in şiirleri öne çıkıyor dergide. Abdülkadir Budak’ın Sincan İstasyonu şiirinin son dörtlüğünü birlikte okuyalım: “Eve ekmek götürürken derse girmek gibiydi / Gelen tren düdüğüydü teneffüs zilim / Yoksulların şiirini yazan kalmadı / Kendimi yazmışsam özür dilerim!”
“ R V CDAN B R ÇA RIDIR” “Şiirsaati”nde okuru fotoğraf ve mektubuyla kapaktan karşılıyor Ahmet Telli: “İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, bir gençlik olgusundan söz etmek zor gözüküyor.” Ama bu yaklaşım; Tevfik Fikret’in Promete şiiriyle seslenerek 1908 Devrimi’ne ve çağdaşlığa yönelttiği kuşağa haksızlık olmuyor mu?... Haydar Ergülen, “...mektup yoluyla da olsa edebi bir tahakküm kurmak istemem” diyerek, yazdığı için, “mektup değildir” başlığını kullanmış... İsmail Mert Başat, yazısında, “Yabancılaşmanın şiirdeki izleri nelerdir?” sorusunu tartışıyor... Tuğrul Ediz, Betül Tarıman, Tozan Alkan, Gülümser Çankaya, Ogün Kaymak’ın şiirlerinin yer aldığı dergide Hüseyin Peker, “Yalnızlık başlamıştır çoğu şairde. Çünkü devrini tamamladı çoğu” savını getiriyor... Haluk Cengiz’se, “Yeniden lirik şiire yönelme zamanı gelmiştir” diyor yazısında... Asuman Susam, şiirin vicdani bir çağrı olduğunu anımsatarak, şiire yeni okur kazanmak için gerekli kopuş yeteneği ve girişim gücünün önemine değiniyor... (ARAKABLO’da değinilmesini istediğiniz yayınları (Cağaloğlu, Ankara Cd., Pamir Han, 22/14, Sirkeci-İST.) adresine gönderebilirsiniz. Bu arada, 14-22 Nisan günleri arasında, TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda, Sis Çanı-Broy Yayınevi standında şiirseverlerle her gün söyleşi olanağımızın bulunduğunu anımsatmak isterim.)
Aydınlık KİTAP
Türkçülük ve sosyalizmin Jöntürklerdeki ortak kökleri Son yıllarda, Türkçülük/milliyetçilikle devrimcilik arasına emperyalizm ve gericilik tarafından örülen duvarlar hızla yıkılıyor. Aynı zamanda, Atatürkçü devrimci milliyetçilikle ırkçı milliyetçilik arasında karşıtlık da netleşiyor MEHMET ULUSOY Bugün Türkiye’de vatanseverlik ve ulusalcılık/milliyetçilik, yani ulusal bağımsızlığı ve ulusun birliğini savunmak, sosyalist olmanın temel bir koşulu haline geldi. Bazı sosyalistler bu saptamamızı tuhaf karşılamakta, anlayamamakta. Bazıları da, kendilerinden çok emin, ulusalcı (millici) olmayı, ulusal devleti savunmayı, sosyalizmi terk etmek, şovenizme, ırkçılığa sapmak olarak değerlendirmekteler. Ne var ki, böyle düşünenler, Türk Devrimi’nin, Türkiye sosyalist hareketinin köklerine, doğuş koşullarına biraz dikkatlice baksalar, gerçeğin hiç de öyle, düşündükleri gibi olmadığını göreceklerdir. Hele 1970’lerden günümüze, son kırk yılın gerek sol, gerekse sağdaki fikri kaynaklarına ve söylemlerine baktığımızda, sosyalizmin de milliyetçiliğin de ulusal ve tarihsel köklerinden kopartıldığını, kendi ulusal, özgün içeriklerinin çarpıtılıp saptırıldığını rahatlıkla görebiliyoruz. Son yıllarda, Türkçülük/milliyetçilikle devrimcilik arasına emperyalizm ve gericilik tarafından örülen duvarlar hızla yıkılıyor. Aynı zamanda, Atatürkçü devrimci milliyetçilikle ırkçı milliyetçilik arasında karşıtlık da netleşiyor. Böylece, halkçı Türkçülüğün doğuşundaki devrimcilik aydınlandıkça, sosyalizm ile Türkçülük, sosyalizm ile İttihatçılık ve Kemalizm arasındaki ortak devrimci temel de giderek berraklaşmakta.
SO UK SAVA DÖNEM TÜRKÇÜLÜK-HALKÇILIK BÖLÜNMES Bugüne kadar Türkçülük ile sosyalizm/devrimcilik arasındaki ilişkiyi parça parça, bölük pörçük, ipucu düzeyinde veren çalışmalar yapıldı. Ancak bunlar, Türk okurunun ve aydınının kafasındaki soruları yanıtlayacak, kuşkuları giderecek düzeyde kapsamlı ve doyurucu çalışmalar değildi. Dahası, bu çalışmalara, milliyetçilik ile halkçılık ve devrimcilik arasındaki Kemalist Devrimle kurulan bütünsel bağın tamamen birbirin-
den kopartıldığı 1945’lerden sonraki Soğuk Savaş kamplaşması damgasını vurdu. Yakın dönem Osmanlı tarihi, ya ırkçı/gerici milliyetçiliğe bir tarihsel geçmiş aramak için, ya da milliyetçilikten ve ulusal devrimden kopartılmış bir sosyalizm tarihi yazma amacına yönelik incelendi. Bu alanda, beklenen niteliklere sahip ve gündemdeki bir çok soruya doyurucu yanıtlar verebilecek içerikte bir çalışma var artık elimizde. Dr. Arda Odabaşı’nın Kaynak Yayınları’ndan Ekim 2011’de çıkan “Osmanlı’da Sosyalizm, Türkçülük ve İttihatçılık –Rasim Haşmet Bey” adlı kitabından söz ediyoruz. 1900’lerden 1920’lere yaklaşık 20 yıllık İkinci Meşrutiyet dönemi diyebileceğimiz bir tarih dilimini inceleyen Odabaşı’nın 360 sayfalık kitabının önemi üzerine söylenecek çok şey var. Ama genel bir çerçeve çizmek için ilk başta şunları vurgulayabiliriz: Bugüne kadar özellikle sosyalizm ve Türkçülük konusunda yapılan çalışmaların günümüz perspektifinden hem bir toplu değerlendirmesi, hem de onlarda yer almayan çok daha geniş ve titiz bir kaynak taramasıyla gerçeği çok daha bütünsel kavrayan, yansıtan ve büyük ölçüde onları aşan bir çalışma olmasıdır. Özetle Odabaşı, ancak bilim insanına özgü bir tutku, zahmet ve sabırla, sanki iğneyle kuyu kazarcasına ayrıntılarda gizlenen gerçeğin peşine düşmüş. Konu ile ilgili en birikimlimizin bile kafalarımızdaki bilgi kopukluklarını –bazen çok fazla ayrıntıya düşme pahasına- gidermeye odaklanmış ve bunu başarmış.
SELAN K: M LL YETÇ L K, HALKÇILIK VE SOSYAL ZM N HARMANLANIP BÜTÜNLE T MEKAN Ve Selanik!.. Bugün Türkiye’nin dışında kalmış bir kent… Atatürk’ün, Şefik Hüsnü’nün, dahası Türk Devriminin ve sosyalizmin bütün önemli önder ve düşünürünün, sanatçısının, 1912 Balkan Savaşı yenilgisi ve “elveda Rumeli” yılları öncesi yetiştiği,
Aydınlık KİTAP mayalandığı, bize özgü özelliklerini ve bileşimlerini kazandığı coğrafya. Atatürk’ün sosyalizmle ilişkisini de açıklayan toplumsal, siyasi, tarihi bir zemin… Bu, bizim aydınlanma/çağdaşlaşma ve devrimler tarihimiz açısından çok önemli bir gerçeğimiz. Odabaşı’nın, kitabında, bütün bu sürecin ortak özelliklerini, zaaflarını ve üstünlüklerini kendinde somutlaştıran bir şahsiyeti, tipik Selanikli sosyalist ve Türkçü/İttihatçı Rasim Haşmet Bey’i, kitabının merkezine koyması da, incelemenin başarısını sağlayan, ona daha bir somutluk, canlılık kazandıran önemli bir faktör. İsterseniz sorularla kitapta şöyle bir gezinti yapalım. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ile Rasim Haşmet Bey’in sorumluluğunda çıkan Federasyon’ın Türkçe yayın organı “Amele Gazetesi”ni destekleyen İttihatçıların ortak temeli neydi? İttihatçıların 1908-1910’larda Selanik’te çıkan yayın organlarında savundukları “devlet sosyalizmi”nin kaynağı nedir, daha sonra bunun pratiğe, siyasete yansımaları nasıl oldu? HalkçıTürkçü akımın öncüleri ve Selanik’te çıkan “Yeni Hayat”çı Genç Kalemler’in yazarları, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Aka Gündüz, Ali Canip, Rasim Haşmet, Mustafa Nermi, neden aynı zamanda sosyalisttiler; nasıl bir sosyalizmi savunuyorlardı? Sosyalist Türkçüler, 1912 Balkan yenilgisi ve İtalya’nın Libya’yı işgalinden sonra neden İkinci Enternasyonal’e karşı tavır aldılar? Türkçü/halkçı sosyalizmin gelişmesinde, Fransız (Jean Jaures) sosyalizminin ve Rus halkçılığının (Narodnizmin) etkisi nedir, hangisi daha baskındır? Sorular çoğaltılabilir. Hepsine de kitapta doyurucu yanıtlar var.
TT HATÇILARIN HALKÇI M LL YETÇ L K Ç ZG DE EMPERYAL ZME VE II. ENTERNASYONAL’E TAVRI II. Meşrutiyet Meclislerine İttihatçıların da desteğiyle seçilen II. Enternasyonal’e bağlı Bulgar, Rum, Ermeni sosyalistleri ve İştirakçi Hilmi çevresi ile İttihatçılar arasındaki bağları koparan temel görüş ayrılığı emperyalizme karşı tavırda kendini gösteriyor. Bilindiği gibi, II. Enternasyonal partileri Birinci Dünya Savaşı’nda kendi emperyalist devletlerinin savaş siyasetlerini, Osmanlının paylaşılmasını ve Anadolu’nun İngiliz/Yunan kuv-
vetlerince işgalini desteklemişlerdir. İttihatçılar ise, bütün hatalarına karşın emperyalist paylaşıma karşı vatan savunması yaptılar. II. Enternasyonalle İttihatçılar arasındaki Selanik’te mayalanan birliğin kırılma noktası, 1912’de İtalyanların Trablusgarb’ı işgali ve Batılı devletlerin kışkırttığı Balkan Savaşı yenilgisidir. II. Enternasyonal, bu olaylarda emperyalizmin yanında yer aldı. “Meclisi Mebusan’daki II. Enternasyonal’e bağlı bu mebusların Osmanlı Devletinin Kapitülasyon gibi hayati sorunları için önerebilecekleri pek bir şey yoktur. (…) Sosyalist mebuslar ülkede yabancı yatırımların artmasının en yararlı yol olacağını öne sürmüşlerdir. Mesela SİF (Sosyalist İşçi Federasyonu) önderlerinden Vlahov, yabancı sermayeyi teşvik etmek ve daha çoğunu imparatorluğa çekmek için bir açık kapı siyasetini savunurken, İttihatçılar kapının Kapitülasyonlar sayesinde zaten ardına kadar açık olduğunu kendi amaçlarından birinin de mali özerklik ve siyasal egemenliği yeniden kazanmak için kapıyı kapamak olduğunu vurgulamışlardır” (s.321).
TÜRK YE DEVR M N N ÖZGÜNLÜ ÜNÜN FRELER 1900-1920 DÖNEM TARTI MALARINDA “Osmanlı solunun İştirakçi Hilmi’nin temsil ettiği kolu ise, (Şefik Hüsnü’nün, “İngiliz ve Fransız emperyalizminin adamları” dediği) Hürriyet ve İtilaf fayına yerleştiği ve hiçbir zaman emperyalizm-vatan savunması gibi bir derdi olmadığı için tükenecek, 1918’den sonra ‘enternasyonalimi’ İngiliz kuvvetlerinden para almaya vardıracaktır”(s.321). Görüldüğü gibi, 20. yüzyılda da günümüzde de Tanzimatçı-Batıcı sosyalistliğin ve Türkiye’ye özgü devrimciliğin/sosyalistliğin şifreleri, kökleri, hala 1900-1920 dönemindeki fikri-siyasi oluşumlarda, tartışmalarda ve emperyalizme karşı tavrın belirlediği saflaşmalarda gizlidir. Arda Odabaşı’nın bu başarılı çalışması, bağımsız, başı dik, onurlu bir ulusun sosyalisti olarak devrim yapmayı ve dünyayı değiştirmeyi dert edinenler için tartışmasız bir başucu kitabıdır. (Mehmet Ulusoy, Osmanlı’da Sosyalizm, Türkçülük ve İttihatçılık, Arda Odabaşı, Kaynak Yayınları, 360 s.)
18 13 N SAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
SONER YALÇIN’IN YILLAR SONRA VERD LK RÖPORTAJ AYDINLIK K TAP’TA
“Satın alınamayınca, hedef oldum”
“Hep zorluklar, zor dönemler bana kitap yazdırdı. Binbaşı Ersever’i öldürüp, anlattıklarını yazmamam için nüfus cüzdanını bana göndererek ölümle tehdit ettiler. Kaçtım, saklandım ve yazdım. Aynı süreci; daha Susurluk kazası olmadan, “Behçet Cantürk’ün Anıları” kitabımda da yaşadım. Korka korka, saklanarak Susurluk Çetesi’nin cinayetini/ cinayetlerini yazdım.” Yılların gazetecisi, arşivlik televizyon programlarına, 100 binlerce satan kitaplara imza atan, Türkiye’nin en çok izlenen haber-yorum sitesi Odatv’nin kurucusu Soner Yalçın, medyaya çıkmaması ve “röportaj vermemesiyle” tanınır. Yalçın, bu prensibinden Aydınlık Kitap için vazgeçti ve sorularımızı yanıtladı. Öncelikle kendisine teşekkür ediyoruz. Kitabın adı neden “Samizdat”? “Samizdat” bir terim; gizlice yazılan, basılan, dağıtılan; kaçak yayınları tanımlıyor. Kökeni aslında 17. yüzyıl Fransa’sına kadar gidiyor. Ama “Samizdat” etimolojik olarak Rusçadır. Kitabı yazmaya başladığımda adı; “Sicil No: Terör” idi; cezaevinde verilen kimliğimde suç bölümü karşısında bu yazıyordu. Sonra, cezaevinde kitabın yazılış süresi ve dışarıya çıkarılmasında yaşanan güçlükler; ayrıca yayınevine yapılan baskı sonucu yeni yayınevine geçmek zorunda kalmam, kitabın adının değişmesine sebep oldu. Sanıyorum, “Samizdat” adı bu dönemi
anlatması bakımından da iyi oldu; basılma- birikiminizi, zekanızı kim için kullanacakmış kitabı bile toplamadı mı bu despotlar... sınız; yazacak mısınız, gözününüzü kapatıp Düşünüyorum da; hep zorluklar, zor dö- kurulu düzene mi uyacaksınız? Soruya yanemler bana kitap yazdırdı. Binbaşı Erse- nıtı, kişiliğiniz veriyor. Bu sebeple artık ülver’i öldürüp, anlattıklarını kemizde doğruyu bulmak yazmamam için nüfus cüzdanını yazmak; zeka ve bilgi meselebana göndererek ölümle tehsinden çok, kişilik ve ahlak Afrika dit ettiler. Kaçtım, saklansorunudur. atasözüdür; dım ve yazdım. Aynı Sonuçta mesleğinizi “Aslanlar kendi süreci; daha Susurluk ya yaparsınız ya da kazası olmadan, “Behkaleminizi kırıp yaptarihçilerine çet Cantürk’ün Anımazsınız. “Mış” gibi ar kad kavu uncaya ları” kitabımda da yapmak, yaşamak tarihler avc lar yaşadım. Korka korka, benim karakterime saklanarak Susurluk uygun değil. Şuna övecektir.” Çetesi’nin cinayetini/ inandım, hakikat n” lar lan Ben “as cinayetlerini yazdım. için geçerli olan muti tarihçisi - gazetecis Bunları niye söylüyoluluk için de geçerliolmaya rum; eğer gazeteci iseniz dir: Kişi ona sahip ve sürekli olağanüstü bir hal olmaz, onun içinde olur. çal yorum içindeki bir ülkede yaşıyorsanız Eğer siz gerçeğe aşkla bağlı bunlar kaçınılmazdır. Tüm gazeteiseniz başka bir hayat yaşayacilerin önüne bu tür haberler geliyor ve gamazsınız; Adorno’nun sözünü tersine zeteciler bir ikilemle karşılaşıyor; bilginizi, çevirirsem; doğru hayat yanlış yaşanamaz!
Soyut iyiliğin hiçbir anlamı yoktur; insanlar şeytani bir hilekarlıkla zindanlara sokuluyor; ve siz buna gözünüzü kapatırsanız, sesinizi çıkarmazsanız iyi olamazsanız, iyi kalamazsınız. Gandi’nin sözüdür; kin, utanç ya da korkunun olduğu yerde Allah ortaya çıkmazmış! İşte böyle zor anlarda iyi insan ortaya çıkmalıdır. Gandi’nin, Nehru’nun iyiliği kendilerini ortaya koymalarıdır; bugün sonsuzluğa ulaşmalarının, hâlâ yaşıyor olmalarının sebebi budur. Niye “Samizdat”ı yazdığıma umarım yanıt verebilmişmişimdir. Ben iyi gazetecelikte ısrar ediyorum; çünkü iyilik eylemle ortaya çıkar... Gazetecilik mesleğinin kimilerince alabildiğine alçaltıldığı bir dönemde, safınız çok net belli yani... Afrika atasözüdür; “Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar tarihler avcıları övecektir.” Ben “aslanların” tarihçisi - gazetecisi olmaya çalışıyorum. Gazetecinin tarafı, olgunun tarafıdır. Gazeteci gerçeğe bağlıdır.
KAPAK
Aydınlık KİTAP
Lenin’in dediği gibi, en büyük devrimci, ol- yatan; insan. O insan tek başına değil, tüm gudur. İş gerçeğe dayanırsa babamı bile ta- sevdikleriyle yani hayatıyla mahpusluk yanımam, yazarım. Habere hiç kişisel şıyor. Kimse bunun farkında değil. Tıpkı yaklaşmam; ne yazık ki medyaya göre, in- ABD’nin Irak’ı bombalamasının canlı yasanların suçlu - suçsuz olmaları; tanıdık yınlanması gibi. O bombaların kimlerin kafasına yağdığının farkında değildi olup olmamalarından geçiyor. Kavramtelevizyon seyircisi. larla düşünmeyen gelişmemiş Zindandaki insanın bu sübir toplum olmamızın sonureci nasıl yaşadığını yazdım. cudur bu. Cemaat Gazeteci olduğum için, aya m n Merkez medyada, Silivri’de karşılaştığım Hürriyet gazetesinde k rm z hal na alt tutukluları da kendi yazarlık, CNN t penceremden anlatvaa ler ne , serdi Türk’te program tım; onlara da nasıl yapan, kitapları ettiler. Ama ben tezgah kurulduğunu 100 binlerce satan ça na un lem ka belgeleriyle yazdım. bu bir gazeteciydiniz; Sorularımın peşinden uyum sa lamak tutuklanacağınız koşarken, neler düşünaklınıza gelmiş istemedim. Yaramaz düğümü, neler hissettimiydi? ğimi, neler yaşadığımı da çocuklukta srar “Samizdat”ın ilk derinliğiyle anlattım. ettim cümlesi, “Kırmızı Pazar“Keşke edebiyatçı olsaydım” tesi”dir. Marquez’in ünlü rodiye içimden çok geçirdim. Tumanının adı... Romanda herkes tukluların ruh dünyalarını kaleme kahramanın öldürüleceğini bilir ama hiç almak isterdim ama benimkisi sadece gakimse bir şey yapmaz. Sorunun yanıtını zetecilik çalışması oldu. Gerçi biraz edebi“Samizdat”ta ayrıntılarıyla anlattım. Ceyata da kaymışım galiba!.. maat ayağımın altına kırmızı halı serdi, neler vaat ettiler. Ama ben bukalemun çaSilivri cezaevinde sizi en çok etkileyen ğına uyum sağlamak istemedim. Yaramaz ne oldu? çocuklukta ısrar ettim. Sevdiklerim, “sana Doğu Ağabey’in elleri... Cezaevi rutumı kaldı; tek başına ne yapabilirsin ki; betinden, romatizmadan eğilmişti. Yetmiş yazma artık - odatv’yi kapat” dediler. Evet, yaşında; ömrünü daha güzel bir hayata bunları yapmak beni kurtarırdı; peki ya adamış bir düşün adamını, siyasal bir lideri sonra? Sonra yaşamımı nasıl sürdürecek- her olağanüstü dönemde zindana atmaya tim; bu kaçış insana daha büyük yük getirir, kimse utanmıyor. Bu ceberrut devlet 13 yıl taşımak zordur; ya alkolik olursunuz ya da Doğu Perinçek’i hapiste tuttu ve hâlâ da kanser! Halbuki mücadele gençleştirir, ha- utanmadan buna devam ediyor. Türkiye’de yatı güzelleştirir. bırakın şucusunu - bucusunu insan olan Sonuçta parayla - şöhretle satın alama- herkes buna isyan etmelidir. Oysa, Doğu yınca, hedefe konuldum. Biliyorsunuz önce Perinçek’in adını ağızlarına almıyor, köşeyandaş medya sizi hedef haline getiriyor; lerinde yazmıyorlar. Aynı şey Yalçın Küçük sonra operasyon başlıyor; ayrıntılarını “Sa- için de geçerli; Batı’da olsa el üstünde tumizdat”ta yazdım. tulacak sıradışı zekaya sahip bir aydına, kuKitabınızda “anlı şanlı” köşeyazarla- ramcıya yaptığımıza bakın; o da kaç yıl cezaevinde yattı. Bakınız düşünce öğretilrına sert eleştiriler yöneltiyorsunuz... İnsan yaptığı şeydir. 25 yıllık gazeteci- diği gibi utanma da öğretilir; biz insanlarıyim. Çeyrek asırlık tecrübemde gördüm ki; mıza utanmayı öğretmemişiz ne yazıkki. geri döndürülemez olanla uzlaşılmaz. Prof. Hilmioğlu, Prof. Haberal hangisini Bunu şu nedenle söylüyorum; sandım ki söyleyeyim; acı çekiyorum. Bizim ülkebazı “ismi büyükler” süreci analiz edemi- mizde düşünen insanın korunağı yok maayorlar, yanlış bilgilere sahipler, doğruyu lesef. gösterirsem anlarlar! Benim kafamda, anCezaevinde yeni bir çalışmanız var mı layışımda; gerçek gazeteci yanlışlığı gördüşu an? ğünde bunu yalnızca doğruyu istemek için Aman aman tehlikeli bir soru bu! Silivri yazar, söyler; başka bir niyeti olmaz. BeCezaevi’nde kitap yazanların başına neler nimki çocukluk hastalığı! Diğer yanda getirildiğini biliyorsunuz. Ülkemizde hâlâ Cengiz Çandar’ı, Oral Çalışlar’ı vb. gazeyazıdan korkuluyor. Düşünce hayatın düşteci olarak görmüyorum. Gerçek gazeteci kimsenin hizmetine girmez, düşünsel ba- manı, kötülüğün simgesi olarak görülüyor. Elle yazmaktan sağ orta parmağımda ğımsızlığını korur, satın alınamamanın yüacı veren iki nasır oluştu; onların iyileşmeceliğini taşır. Bunlar öyle mi; iradelerini sini bekliyorum; bu sıralar bol bol okuyozorba bir gücün emrine vermişler. Kendi rum. yalanlarını dinleye dinleye artık uyuşturucu bağımlısı gibi olmuşlar; hiçbir gerçeği ayırt Son olarak neler söylemek istersiniz... edemiyorlar. “Samizdat”ta nasıl satın alın“Samizdat” sessizliğe ve unutuşa mahdıklarını ayrıntılarıyla yazdım; kuşkusuz sa- kum edilmeye çalışılıyor, aynı dece ikisini değil... Nazlı Ilıcak ve onun yazarına yapıldığı gibi. Ve Bu “paltosundan” çıkan sığ kızlar da var; da- fakat bu sefalet medyada; yanışma içindeler. Bayağılık zayıf insanla- alçalmayarak “Samizceberrut rın dayanağı değil midir; nasıl buldular dat” hakkında yazı devlet 13 y l Do u birbirlerini!... Evet, hepsini yazdım; tarihe yazan meslektaşlaPerinçek’i hapiste tuttu not düştüm. rıma sizin aracılığıve hâlâ da utanmadan teşekkür Ortalıkta pek görünmeyen, televizyon- nızla buna devam ediyor. lara çıkmayan birisiniz. Sizi yalnızca ça- ederim. Umarım moral Türkiye’de b rak n ucusunu lışmalarınızla, kitaplarınızla tanırdık. “Samizdat”ta ise özel hayatınızı da derin- bozucu bir röpor- bucusunu insan olan herkes olmamıştır. liğiyle dile getirmişsiniz... Bunun bir ne- taj buna isyan etmelidir. Oysa, Kimse unutmasın, deni olmalı. Do u Perinçek’in ad n Ergenekon süreci öyle bir noktaya geldi umutsuz ölen kişi a zlar na alm yor, ömrünü boşuna yaki, yabancılaşma başladı. Gazetelerde, televizyonlarda iddianameler üzerinde (ne- şamıştır... kö elerinde yazm yorlar. Herkese selam, dense beş yıl oldu hâlâ iddianame üzerinAyn ey Yalç n den konuşuluyor, kimse savunmayı dile “Samizdat”a sahip çıkıKüçük için de getirmiyor) duruluyor. İyi de zindanda nız...
geçerli
13 N SAN 2012 CUMA
19
“Silivri’de kar la t m tutuklular da kendi penceremden anlatt m; onlara da nas l tezgah kuruldu unu belgeleriyle yazd m.”
20
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
Soner Yalçın gazeteciliği ve “Samizdat’’ HİKMET ÇİÇEK Keyfi yerinde olduğu zamanlar biz muhabirlere takılmayı severdi, Hasan Yalçın. O anlarda Hasan Yalçın değil de sanki “Selim Uslu’’ oluverirdi! “Akira Kurosawa’nın ‘Yedi Samuray’ını bilirsiniz. Hani yoksul köyü korumak için birer birer toplanan samuraylar. İşte ben de sizleri öyle birer birer topladım’’ derdi. “İşte bu’’ diye beni gösterir, “Kahve işletiyordu, orada buldum, gazeteci yaptım.’’ Sonra da Soner’e dönerek “Bunu Çorum’dan buldum, getirdim’’ derdi. Sonra Selami’ye (İnce) döner “Nereden bulduğunu’’ anlatır sonra Güner’i (Tokgöz)... Aslında biri birini bulduysa, Soner Yalçın, Hasan Yalçın’ı bulmuştur. “2000’e Doğru” dergisinin Necatibey Caddesi’ndeki Ankara bürosuna gelip “Ben de bu dergide çalışmak istiyorum diyerek!’’ Derginin Ankara temsilcisi Hasan Yalçın’ın sade döşenmiş odasındaki en görkemli eşya, masasının yanındaki devasa iki maroken siyah koltuktur. Büro açılırken kimbilir hangi yurttaş bağışlamıştır. El konacak yerleri erimiş, astarı görülmüştür. Hasan Yalçın, “Şu koltuğu görüyor musunuz? Soner, benimle ilk görüşmeye geldiğinde çok heyecanlıydı, koltuğu tırnaklarıyla bu hale Soner getirdi!” diye takılırdı! Doğrusunu söylemek gerekirse, bizlere gazetecilikten önce Türkçeyi öğreten ustamız, hocamız, ağabeyimiz Hasan Yalçın oldu. Masalarımızın arkasındaki panoda ki’lerin, de’lerin, da’ların ne zaman ayrı, ne zaman bitişik yazılacağını gösteren notlar asılıdır. Daktilolarımızın yanında da TDK’nın yazım kılavuzları olacaktır. Hasan Yalçın’ın talimatı böyledir.
GERÇEK A KI Nereden nereye? Soner Yalçın’ın gazeteciliğinden ve Silivri’de yazdığı ilk kitabı “Samizdat’’tan söz edecektik, 25 yıl geriye döndük! Fakat Soner’in gazeteciliğinin sırrı da işte o 25 yıl öncesindedir. “2000’e Doğru” dergisinin bir sloganı, ilkeleri vardı ve bugün için de geçerlidir: ‘’Haberde sınırın ötesi.’’ Bu sınırı hem Türk devleti, hem de “büyük ağabey’’ ABD çizmektedir. Bu hattın içinde kalmak koşuluyla eğer “gazetecilik’’ denirse yaptığınız işte “özgürsünüz.’’ Fakat gazetecilik tam da bu sınırın ötesinde başlar. Soner Yalçın da böyledir, bu sınırı aşacak bilince, iradeye yani gerçeği arama aşkına sahiptir. Ve Soner’de bu aşk, 25 yıl boyunca hiç sönmemiştir. “Samizdat’’, Soner Yalçın’ın ve ar-
kadaşlarının akıldışı bir tertiple nasıl tutuklandıklarını, Soner’in cezaevi koridorlarında karşılaştığı Ergenekon, Balyoz vs. sanıklarının öykülerini anlatıyor. Fakat “Samizdat’’ bununla sınırlı değil bir hesaplaşma, hesap sorma kitabıdır.
KAPAK
Koğuş arkadaşım Soner Yalçın “Nasıl dayanmışız onca yalana, üzerimizde tepinmelerine, manevi işkencelere. Nasıl bitmeyen bir kinmiş ne kadar insanlıktan uzak ne kadar vahşilermiş”
YALANIN SALTANATI Kimlerden mi? Bugün Türkiye medyasının yüzde 90’ı yandaşıyla, merkeziyle “mütareke basını’’dır. Habercilik alanında esas olarak yalanın saltanatı egemendir. Şu yaşanan tertipler gösterdi ki, yandaş medyada artık en güçlü servis “yalan servisi’’dir. İşte “Samizdat’’ gazetelerde, TV’lerde sıkça gördüğümüz bu yalancıları teşhir ediyor. Tayyarlar, Baransular, Mercanlar, Alçılar, Altanlar vb... Yalanın saltanatı kurulunca vicdan da kalmadı. “Samizdat’’ bu vicdansızlarla hesaplaşmanın kitabıdır. Soner Yalçın için ise gazetecilik haber demektir. Canlı, çarpıcı, kaliteli haberi esas alarak tarafını belli eder. “Pembe haberciliğe’’ hiçbir zaman itibar etmedi. Kamu yararına, halkın çıkarlarına bağlı kaldı ve gazeteciliğin halkı aydınlatma mesleği olduğunu hiç unutmadı ve mesleğini yaparken de tutuklandı. Muhalif bir gazeteci olmanın bedelini ödedi. “Samizdat’’ bu serüvenin öyküsüdür. “Samizdat’’ın bir de çıkış öyküsü var, kitaptan öğreniyoruz. Soner, gözaltına alındığı 14 Şubat 2011’den 14 Mart 2011’e kadar bir aylık süreci yazmayı, kendisine ve Oda Tv’ye yönelik kara propagandaya bu kitapla yanıt vermeyi düşünmüş. Kitabı, daha önceki tüm kitaplarını çıkaran Doğan Kitap’a göndermiş. Kitap çok beğenilmiş, ancak kitabı “12 Haziran seçimleri sonrasında çıkaralım’’ demişler, sonra “hele şu iddianame çıksın’’ daha sonra da “hele şu ilk duruşma yapılsın’’... Türkiye’de kitapları en çok satan gazetecinin kitabını, Doğan Kitap basmaktan korkuyordu. 11 yıldır bünyesinde çalıştığı üç yıldır da yazarlığını yaptığı Doğan Grubu korkuya boyun eğmişti! Kitap şöyle bitiyor: “Biz kazanacağız. Bu baskıcı, kabus günler bir gün sona erecek, gerçekler mutlaka gün yüzüne çıkacak. Yeter ki kendimize, mesleğimize, hayata yabancılaşmayın, alçalmayın. İnsan kalmakta inat ediniz, kazanan hep insan olmuştur çünkü...’’ Son sözü gene Soner’e bırakayım. Henüz kitap çıkmamıştı. Avukat görüş yerinde karşılaşmıştık. “Biliyor musun?’’ dedi, “Hasan Yalçın’ın öğrencileri arasında hiç dönek çıkmadı!’’ (Samizdat, Soner Yalçın, Kırmızı Kedi Yayınevi, 550 s.)
BARIŞ PEHLİVAN Linç edilmişiz. Sürekli bunu düşündüm “Samizdat”ı okurken. İnsan üzerinden aylar geçtikten sonra tekrar o günlere dönünce, yaşadıklarından ürperiyor. Nasıl dayanmışız onca yalana, üzerimizde tepinmelerine, manevi işkencelere. Nasıl bitmeyen bir kinmiş ne
sinde, avluda, hatta tuvalette bile ayrı ayrı okuduğu kitaplar vardı. Zweig, Marquez ve Zola onunla birlikte F-2 koğuşunu geziyorlardı. Benim de hiç boş durmamı istemedi. Öğleden sonra hücreme çekildiğimde avludan seslenirdi: -Oğlum okuyor musun, uyuyor musun? -(Uykulu bir sesle) Okuyorum! Bilirdi ki; cezaevinin en bulaşıcı ve tehlikeli hastalığı uyumaktı. O yüzden beni sürekli spor yapmaya davet eder, ben de “hele bir yaz gelsin, başlayacağım spora’’ diye bahaneler uydururdum. İnanmadığını biliyorum. Soner Yalçın bugüne kadar kendisinden bahsedilmesini hiç istemedi. Ünün sanal ve doymak bilmez açlığına kendini kaptırmaktan hep uzak durdu. İstedi ki; sadece yazdıklarıyla var olsun hatta yüzü bile bilinmesin. Ama işte gözü dönmüş bir kasırga yarattı ona bunu. Zalimce bir linç kampanyası boyunca ben koğuşta öfkeden dört dönerken, o sakindi. En azından içindekilerini bana yansıtmıyordu. Hep tarihin akışına güveniyordu, aydınlanmanın kazanacağına inanıyordu. Her yeriyle vasat ve komik olan iddianameye karşı savunma da yapmayacaktı. Zül geliyordu. Benim de içinde bulunduğum bir avuç insanın zorlamasıyla tarihe not düşmek için iddianameyi paramparça etti. BiliSoner Yalç n ve Bar Pehlivan Silivri hücresinde. yordu bunun özgürlüğün anahtarı olmadığını ve haklı çıktı. Hâlâ tutuklu. Hâlâ tutukluyuz. kadar insanlıktan uzak ne kadar vahşiDedim ya; Soner Yalçın’ı buraya lermiş. atanlar onun susması için ellerinden Aylarca her gün haberlerde, proggelen her şeyi yaptılar. Ama hesap ederamlarda, köşelerde biz vardık ve öyle medikleri bir şey vardı. O zaten hep bir bizden bahsediyorlardı ki, insan böyle zamanlarda gazetecilik yapmıştı. kendisinden korkuyordu. Her gün “Binbaşı Ersever’in İtirafları”nı ya da manşetlerle, canlı yayınlarla izliyorduk “Behçet Cantürk’ün Anıları”nı okuadam asmaca oyunlarına kurban ediliyanlar ne demek istediğimi bilirler. İşte şimizi. Ve en çok da Soner Yalçın... En çok “Samizdat” da aynı zor dönemlerin, 25 da onu gömmek istediler bu dört duvar yıllık gazetecilik birikiminin, bugünün değil yarının kitabı. Bundan seneler arasına. Fırsat bu fırsattı, ellerindeki sonra bugünleri anlamak isteyenlerin her çamuru attılar. İstediler ki sussun; başucu eseri olacağını biliyorum. Okuistediler ki artık yazmasın, istediler ki yunca göreceksiniz ki; bunlar size anlauslansın. tılmamış, kandırılmışsınız. Soner Yalçın’la bir yıl boyunca Şimdi başka bir koğuşta masamda koğuş arkadaşlığı yaptım. Cezaevinin “Samizdat”la yazdım bu satırları. Siliven onur verici yanıydı. Çırağıydım ri’de yağmur yağıyor. çünkü, onun yanında öğrenmiştim gaHele bir yaz gelsin, başlayacağım zeteciliği ve şimdi ustamla birlikte gaspora! zeteciliğimizin bedelini ödüyorduk. Silivri 1 No’lu L Tipi Cezaevi/F-11 Yakından tanıyanlar bilir; Soner Koğuşu Yalçın tam bir kitap aşığıydı. Hücre-
Aydınlık KİTAP
KAPAK
13 N SAN 2012 CUMA
21
“SAM ZDAT”: ZORBALI A D RENME NADI
Hapishane kitabı değil, Ergenekon Ansiklopedisi Soner Yalçın çalışmasını gözaltına alınışından sonraki bir ayın etrafında kurmuş. Kitabın sonundaysa bir yıllık sürecin değerlendirilmesine yer verilmiş. Kitapta insana dair her şey var: Özgürlük tutkusu, arkadaşlık, evlat sevgisi, gerçeğe duyulan bağlılık ve zorbalığa direnme inadı. Ama bütün bunlara rağmen “Samizdat” için bir hapishane kitabı demek yanlış olur MEHMET HALİT GÖKALP Soner Yalçın’ın son kitabı “Samizdat / Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var Mı?” geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. “Samizdat” Rusça bir terim. Rusça “sam” (kendi) ve “izdat” (yayım) kelimelerinden türemiş olan “Samizdat” cezaevlerinde elle yazılan ve sansürden korunmak için el altından dağıtılan yayınlara verilen isim. Yalçın, yeni kitabında bu konuda şunları yazıyor: “Binbaşı Ersever’in İtirafları” kitabımı daktiloda; “Behçet Cantürk’ün Anıları”nı bilgisayarda yazmıştım. Samizdat’ı elimle kaleme aldım! Bu süreç bile, Türkiye yakın tarihi konusunda neler yaşandığını gözler önüne sermiyor mu?”. Evet, “ileri demokrasi” tarihin çarkını geriye doğru çevirmeye çalışıyor; yayımlanmadan kitapların toplatıldığı, kitabın bomba
kadar tehlikeli ilan edildiği yeni dönemde yayıncılık böyle oluyor. Soner Yalçın çalışmasını gözaltına alınışından sonraki bir ayın etrafında kurmuş. Kitabın sonundaysa bir yıllık sürecin değerlendirilmesine yer verilmiş. Kitapta insana dair her şey var: Özgürlük tutkusu, arkadaşlık, evlat sevgisi, gerçeğe duyulan bağlılık ve zorbalığa direnme inadı. Ama bütün bunlara rağmen “Samizdat” için bir hapishane kitabı demek yanlış olur. Yalçın’ın kitabını daha çok bir tür Ergenekon Ansiklopedisi olarak ele almak gerekiyor.
HAP SHANE KO ULLARINDA T T Z ÇALI MA Gerçekten de Yalçın “Samizdat”ı yazarken sadece yaşadıklarıyla yetinmemiş. Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz da-
valarının iddianamelerini bütün ayrıntılarıyla incelemiş. Duruşma zabıtlarını, sanıkların savunmalarını didik didik etmiş. Yalçın, hapishane koşullarında yaptığı bu titiz çalışmayla bütün bu malzemeden yola çıkarak büyük bir resme ulaşmış. “Samizdat”ta anlatılan yüzlerce olay aslında Türkiye’de hukuksuzluğun geldiği noktayı gözler önüne seriyor. Okuyucuyla paylaşılan bu büyük resim iktidarın ve yandaş basının çizmeye çalıştığı pespembe tablodan çok farklı. Bu yüzden Yalçın’ın kitabın başında sorduğu “Hakikatlere dayanacak gücünüz var mı?” sorusu çok anlamlı.
DO AN VE ÖLEN CD’LER “Samizda” Soner Yalçın’ın evinin aranmasıyla başlıyor. Ama Yalçın bununla ye-
tinmiyor; evinin aranmasını anlatırken birden Ergenekon, Balyoz ve diğer operasyonlarda yapılan ev aramalarına geçiyor. Söz konusu aramalar esnasında sıklıkla karşılaşılan uygulamalardan, “esrarengiz” ihbarlardan, “sehven” yapılan hatalardan, birden bire “bulunuveren” krokilerden ve CD’lerden bahsediyor. Operasyonları yürütenlerin yetenekleri sadece CD’leri “elleriyle koymuş” gibi
Kitaptan Gözaltına alındığım 14 Şubat 2011’den, 14 Mart 2011’e kadar bir aylık süreci yazmayı planlamıştım. Yoğun bir itibarsızlaştırma kampanyasının merkezi haline getirilmiştim; bu kitapla yanıt vermek istedim. İçimi yazıya dökmesem boğulurdum. Yazdım ve daha önceki kitaplarımı çıkaran yayınevine gönderdim. Çok beğenildi, hemen dizgiye verildi, kapak ve arka kapak yazılarını belirleyip, sonsözü yazdım. Sonra... Yayınevi, “kitabı 12 Haziran seçim sonrası çıkaralım” dedi. Seçim bitti. “İddianame çıksın”, “Yaz mevsimi geçsin,” dendi. Sonbahar geldi. Bu kez “ilk duruşma yapılsın” gibi sebepler ileri sürülünce, nihayet anladım. Söyleyemiyorlardı. Kitabı yayınlamaya korkuyorlardı... Türkiye’nin kitapları en çok satan bir gazetecisinin kitabını bir yayınevi basmaya çekiniyordu... “Ne yayıncımı ne okuyucumu zor duruma sokamam” diye düşündüm. … Beklemeye karar verdim... Yayınevimin bağlı olduğu yayın grubunun aynı zamanda yazarıydım. Yazdım; artık yazı istemediklerini söylemişlerdi. Fakat bir süre sonra, hiç haber vermeden maaşımı da kesiverdiler. Evet hiç haber vermeden, “Çoluğun çocuğun var, hapistesin, ihtiyacın var mı?” diye sorma ihtiyacı duymadan. Demek dışarıda bu derece zalim bir atmosfer vardı.
Herkes birbirinin “cesedinin” üzerine basarak ayakta kalmaya çabalıyordu. Belki çoğu insanı inandıramam ama sadece bana haber vermeden bunu yapmalarına kırıldım. Daha doğrusu onlar adına utandım. Demek 11 yıldır bünyesinde çalıştığım, 3 yıldır da yazarlığını yaptığım yayın grubu korkuya bu derece boyun eğmişti. Haber verip yapsalardı ne diyebilirdim ki; bir zorba gücün onları da nasıl “esir” aldığını bilmeyen biri miyim? … Tamam, Hürriyet yazarı olduğumdan bahsetmeyin; tamam, haberlerde adımı bile geçirmeyin; tamam, beni yok sayın; tamam, haber bile vermeyen bir hoyratlıkla maaşımı kesin, işsiz bırakın, sahip çıkmayın, hepsi kabul. Ama işte, insan bir nezaket bekliyor. “Soner Yalçın bizi anlar” demelerini bekledim. Hayır yok, umursamıyorlar bile. Demek ki zamanla birlikte yaşayan bir ölü olmayı seçtiler; daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkmayı beceremiyorlar. Ne diyebilirim ki... Ve fakat: Tüm bu tavır, cemaatçi çevrenin beni “vebalı” göstermesine katkı sağlıyordu. Öyle ya, demek ki bir “mikropluk” vardı bende! Gazetesinin, yayınevinin sahip çıkmadığı biriyim ben. … Binbaşı Ersever’in İtirafları kitabımı daktiloda; Behçet Cantürk’ün Anıları’nı bilgisayarda yazmış-
tım. Samizdat’ı elimle kaleme aldım! Bu süreç bile, Türkiye yakın tarihi konusunda neler yaşandığını gözler önüne sermiyor mu? Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun Sızıntı adlı kitabı çıkınca, Silivri’de bir gece gelip Barış Pehlivan’ı yanımdan alıp başka koğuşa koydular! Kitap yazmanın cezasıydı bu. Samizdat yayımlanınca Silivri zindanında başıma ne gelecek hiç bilmiyorum. Bildiğim, cezaevi insanı hep test eder; ama insanın ruhundaki soyluluk düşmesini önler, insan haline gelmek için felaketlerle didik didik edilmek gerekir. “Kim acısının üstüne çıkarsa, o yükselecektir,” der Hyperion... Gelelim kitabın adına, “Samizdat”a.. Olağanüstü dönemlerde, baskıdan-sansürden kaçabilmek için kitaplar, tüm tehlikeler göze alınarak gizlice yazılıp, gizlice basılıp, gizlice dağıtılır. Ruslar bu tür kitaplara “Samizdat” adını koydu ve bu isim evrensel hale geldi. Ayrıntılarını bugün yazamayacağım, elinizdeki “Samizdat” zor koşullarda “doğdu.” Kırmızı Kedi; basılmamış kitapların toplatıldığı, kitap yazdığı için gazetecilerin cezaevlerine atıldığı böyle bir despotik dönemde, düşüncenin ve gerçeğin özgürleşmesini sağladı. “Samizdat”ın basımında, dağıtımında engeller-güçlükler çıkarılacak mı bilemiyorum. Bildiğim “Samizdat” adının bu yaşadığımız döneme çok uygun olduğudur.
22
13 N SAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
bulmakla sınırlı değil. Söz konusu CD’ler, şenlik bulunuşu hakkında daha önce dirmek de mümkün. Soner Yalçın kitap dele edeceğini ilan ediyor. Herkes duNasreddin Hoca’nın kazanı gibi, doğura- birçok şey yazıldı, çizildi. Ama bu öy- boyunca ne insan ne de gazeteci olmayı rumdan, kendi kumaşının kalitesine biliyor. Örneğin Emekli Orgeneral küyü bir de Soner Yalçın’ın ka- beceremeyenlerle hesaplaşıyor. göre, bir vazife çıkarıyor. Düne Hurşit Tolon’un evdeyken 28 leminden okumak Kimler yok ki Yalçın’ın hekadar dost olanlar araya metane olan CD’leri, Emniyet’te gerekiyor. Samizdat’ta saplaştıkları arasında… safe koymayı tercih ediyorKitapta 40 oluyor. Aklınıza yatmadı bunların dışında da Cengiz Çandar’dan Oral lar. Yayınevi yazdıklarını “Samizdat”ta e mid mı? O halde “ölen” sayısız bilgi ve olÇalışlar’a, Emre yayımlamaktan imtina ya dya yanda me CD’lere hiç inanmazsıguya yer veriliyor. Aköz’den Fatih Alediyor. Yalçın, tıpkı Si c d r lan bu r. da geni yer ayr l yo nız! Bazı CD’ler ise yok Liste oldukça ka- taylı’ya, Yiğit Bulivri Cezaevi’ndeki dia nd d in bilgiler Soner Yalç n oluyor, adli emanette barık. Yalçın ki- lut’tan İsmail ğerleri gibi, sessizliğe umut da var. Bask ve kırılıyorlar. Ama sözde tapta Mehmet K ü ç ü k k a y a ’ y a , gömülmeye çalışılıtutukland nda büyük bir ar anl ins z yas içerikleri yüzünden inFikri Karadağ’ın Emre Uslu’dan yor. ba pan l k ba kam zor linç ve ma ala kar sanlar içeride tutuklu başına gelenler- Mahmut Övür’e, “Samizdat”ta bu n, rke de tiri em le dön O cek bö t . ba lat lm kalmaya devam ediyorden, İbrahim Mehmet Baranmide bulandırıcı bilkahramanlar n do al olarak Yalç n’ n bu lar. Şahin ile Fatma su’dan Yasemin gilerin dışında umut ortaya kampanyaya cevap “Samizdat” 550 sayCengiz’in telefon- Çongar’a, Nagehan da var. Baskı ve zorbaün mk falık bir kitap. İlk bakışta laşmalarına, Ergin Alçı’dan Sevilay Yüklık bazı insanları böcekmü verebilmesi ç kmas n da okuyucuya biraz kalın geleGeldikaya’nın ceza- selir’e kadar bir yığın leştirirken, kahramanların de ildi sa l yor bilir. Ama okurken Yalçın’ın evinde ney çalmayı öğ- isim… Soner Yalçın bütün ortaya çıkmasını da sağlıyor. başka bir çaresi olmadığı anlaşırenmesinden Savcı bu isimlere hak ettikleri sertYalçın, kitabında operasyon lacaktır. Yalçın kitabında başına gelenZekeriya Öz’ün sorgu esnasında likte yanıtlar veriyor. Sadece bu başladığı andan itibaren hukuku ve leri anlatırken kendisine yapılanlara aniden ortaya çıkan Vahdettin sevgisine kadar da değil. Yalçın tutuklanmadan basın özgürlüğünü savunanlardan, gazebenzer diğer hukuksuzluklara da deği- kadar birçok ilginç olay anlatıyor. “Sa- önce kendisiyle program hazırlamak iste- teciliğin ve yayıncılığın ne olduğunu niyor. Bu hukuksuzlukların aktarılması mizdat”ın her sayfasını çevirişte Erge- yen Faruk Mercan ile Odatv’de yazmak unutmayarak “ileri demokrasi”nin tehbile yüzlerce sayfa tutuyor. Fakat bu nekon tertibinin iç yüzü daha da için defalarca ricalarda bulunan Önder ditlerine pabuç bırakmayanlardan da durum okuyucunun gözünü korkutma- anlaşılır hale geliyor. Aytaç’ın operasyon sonrasında nasıl saldı- bahsetmeyi ihmal etmiyor. Basın ahlamalı. Yalçın’ın akıcı üslubu sayesinde rıya geçtiklerini ayrıntılarıyla anlatıyor. kına sahip gazetecilerin hakkını teslim bazen trajik bazen de komik bir hâl alan L NÇ KAMPANYASINA Yalçın’ın başına gelenler sadece “linç” ediyor. Bu haliyle Samizdat ileride iletibütün bu süreç bir çırpıda okunuyor. değil. İlk bir ay boyunca cezaşim fakültelerinde ders olarak okutulSERT YANIT Yalçın “Samizdat”ta Silivri Cezaevinde sürekli Hürriyet’teki mayı hak ediyor. Soner Yalçın “Samizdat”ta evi’nde karşılaştığı Ergenekon, Balyoz, “Samizdat” hukukun ayaklar altına yazılarını düşünüyor. Bu , ç n Yal Kafes, Poyrazköy davalarının Doğu Pe- yandaş medyaya da geniş alındığı zorlu bir dönemde ve hapisyazılar onun nefes boda b n kita rinçek, Oktay Yıldırım, Muzaffer Tekin, bir yer ayırıyor. Hatırlahane koşullarında kaleme alınmış bir rusu durumunda. lad operasyon ba Levent Bektaş, Mehmet Fikri Karadağ, nacağı üzere Soner Yalkitap. Ama bu zorluklar kitabın değeGünün birinde bu andan itibaren hukuku Ergin Geldikaya gibi ünlü simalarıyla çın tutuklandığında nefes borusu insaf- rini azaltmak bir yana artırmış. Gazebüyük bir karalama ve tecilik yaptığı için hapse atılan Soner karşılaşmalarını, sohbetlerini ve anılave bas n özgürlü ünü sızca kesiliveriyor. Yalçın Silivri’de de gazeteciliği bırakrını aktarıyor. Örneğin Silivri’de ilk ola- linç kampanyası başSon olarak Özdeunanlardan, sav mamış. Ortaya Türkiye’nin son yıllarak Oktay Yıldırım’la kalıyor. latılmıştı. O dönemde mir İnce ve Latif n l nc gazetecili in ve yay rına damgasını vuran tertiplerin iç Samizdat’ın bu bölümü Oktay Yıldı- doğal olarak Yalçın’ın Demirci’nin işine ak ne oldu unu unutmayar yüzünü gözler önüne seren cesur ve rım’ın başına gelenlere ve Ümraniye bu kampanyaya cevap son verdiren “ileri “ileri demokrasi”nin sözünü sakınmayan bir kitap çıkmış. Bombaları’nın dünya hukuk tarihine verebilmesi mümkün demokrasi” kenditehditlerine pabuç geçmesi gereken ilginç hikâyesine ayrıl- değildi. Samizdat’ı bu sine itiraz edenlerle “Samizdat”, önümüzdeki günlerde mış. Ergenekon tertibinin temelini oluş- iğrenç kampanyaya karşı her türlü bel altı yön- birçok tartışmanın merkezinde olab rakmayanlardan da bir yanıt olarak değerlenturan Ümraniye Bombaları’nın evlere temi kullanarak müca- cağa benziyor. bahsetmeyi ihmal
etmiyor
Soner Yalç n’ n hücre duvar nda o lunun yapt tablo as l
Aydınlık KİTAP
KAPAK
13 N SAN 2012 CUMA
23
Öğretmen Soner Yalçın BARIŞ TERKOĞLU Soner Yalçın’la tanışmamız dört yıl önce, Odatv’nin henüz emeklediği günlerde oldu. Heyecanlıydı. Türk medyasının sıkıştığı, yazılamayanların yazılanlardan çok olduğu günlerde yeni bir kapı açacaktı. Gerçeğin sözünün dünyayı değiştirecek en güçlü eylem olduğuna inanıyordu. Arşimet’in sopası gibi Odatv’nin satırları Türkiye’yi yerinden oynatacaktı. Öyle de oldu. Odatv, kiminin sevdiği kiminin nefret ettiği ama kesinlikle etkili bir yayına dönüştü. Güncel olanla entelektüel olan Odatv’de birbirini tamamladı. Bizans kurumlarının Osmanlı’ya etkisi de Odatv’de tartışıldı, Ergenekon Davası da. Bu haliyle Odatv, güncele dudak büken aydınlarımızı güne bağladı. Günlük bakanlara ise teorik bir kapı açtı.
YEN YAZAR KU A I Soner Yalçın, Türk medyasının karanlık bir döneme girdiğini erken görmüştü. Siyasi iktidar medyayı kendi kabıyla şekillendirecekti. Sansür, otosansür, işsizlik ve nihayetinde hapis, kurallara uymayan yeni gazeteci kuşağının seçeneklerinden birkaçı olacaktı.
Bu kuşak için gerçeği anlatmak, kalemden fazlasını gerektiriyordu. Bir ahlak, bir duruş, bir bakış meselesiydi. Doğaldır ki aydın emeğinin ürünüydü. Soner Yalçın, Odatv’nin bu yeni kuşağın filizlendiği bir toprak olmasını istiyordu. Genç yazarlar hem Odatv’yi büyütecek hem de Odatv’yle büyüyecekti.
GAZETEC L K Ö RETMEN Bu haliyle Soner Yalçın, benim gazetecilik öğretmenlerimden biri, birincisidir diyebilirim, O, bilim adamının ve sanatçının sahip olduğu sezgilerin, gazetecinin de yaratıcılığının kaynağı olduğuna inanıyordu. Sezgiler gazeteciye karanlıkta yolunu buldurandı. Soner Yalçın; benim gibi pek çok genç yazarın algılarını açtı. Gerçeğin kulakları sağır eden bir sesi olduğunu keşfettik. Gazeteciliğin en basit sorusu herhalde “haber nedir” olmalı. Soner Yalçın, haberin kağıtta değil önce akılda varolduğuna, orada tamamlandığına inanıyordu. Bir aydın olarak gazeteci, gözüyle değil aklıyla dünyaya bakandı. Birlikte bakmayı öğrendik. Peki olguların akılla dengesi nasıl sağlanacaktı? Hakikati anlatmayı iş edinen her faaliyetin en doğal sorusu buydu.
Marks’ın “Kapital”inde “meta”nın tüm iktisadın açıklayanı, tüm ekonomiyi soyutlama nesnesi, bütün ilişkileri kendisinde toplayan en küçük hücre olması gibi. Bir aydın olarak gazeteci için de olay, en büyük resmi içinde taşıyan çekirdekti. Resmin bütününü görmek ancak olayı soyutlamakla mümkündü. O da ancak bütün içinde görülebilir hale geliyordu. Beraber gördük. Kuşkusuz duruşu olmayan gazetecinin ışığı yitip gitmeye mahkumdu. Bir aydın olarak gazeteci, katma değer üretmekle toplumsal değer üretmek arasındaki gerilimin her zaman ortasındaydı. Gerçeğin peşinden gitmek, onu herkese göstermek önce ahlaki bir seçimdi. Toplumculuğun, toplumcu gazeteciliğin kaynağı da bu tercihten doğuyordu. Her zaman mutluluk getirmese de yazarı, gazeteciyi kalıcı kılan kendini kısmen temsilcisi saydığına ilişkin bir tavırdı. Bu tavır, kalemini satmak yerine gerektiğinde kırmayı gerektiriyordu. Halkı kandırmadan, onu yanıltmadan her fırtınada, her dalgada ayakta kalmak iskeletin duruşuyla ilgiliydi. Toplumcu gazetecilik, kaleme ve gerçeklere paha biçilmez bir değer yüklüyordu. Dört yıl önce başlayan yolculuğumuzun bizi beraberce hapishaneye taşıması, bu değeri üretmekteki ısrarımızın sonucuydu. Du-
varların ardındayız ama özgürüz. “Sızıntı”dan sonra “Samizdat” özgürlüğümüzü, inadımızı büyüttü. 20’li yaşlarındaki çocuklar gerçeğin peşinde aşkla koşarken hücrelerinin kapılarını kendi arkalarından kendileri kapatıyorlarsa bu duruşun, bu inadın ve bu özgürlüğün payı büyük.
Ö RENEN Ö RETMENLER Evet, Soner Yalçın biz genç yazarlara bir kapı açtı. Yaklaşan fırtınada akıntıya karşı kürek çekecek gemiyi beraber büyüttük. İyi öğretmenler, öğrencilerinden öğrenenlerdir. İnanıyorum ki o da bizden çok şey öğrendi. Beraber ürettiklerimiz onun eserlerindeki niteliği, niceliği artırdı. “Samizdat”ta Soner Yalçın’ın kaleminden Ergenekon, Balyoz gibi davaların yüzeysellikten arındırılmış hikayesi var. “Sizin yalanınız sizin olsun” diye bağıran hakikatın başkaldırısı var. “Ne dokunurum ne de yanarım” diyenlerin asla gösteremeyeceği bir cesaret ve onun ürettiği gerçekler var. Soner Yalçın’ın “Samizdat”ında öğretmenlikle başlayan hapishanede kardeşlikle süren hikayemiz var. Biz varız, hepimiz...
Aydınlık KİTAP
24 13 N SAN 2012 CUMA Sultanı Öldürmek
Ahmet Ümit, Everest Yay nlar , 528 s.
Baba, Oğul ve Kutsal Roman
Murat Gülsoy, Can Yay nlar , 256 s.
Türk Hukukunun Kökenleri ve Türk Hukuk Devrimi
YENİ ÇIKANLAR
Zamanın Kıyısındaki Kadın
Cahit Can, Kaynak Yay nlar , 216 s.
Marge Piercy, Ayr nt Yay nlar , çev. Füsun Tülek, 416 s.
“Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?” “Sultanı Öldürmek” bu satırlarla başlıyor. Yıllardır aynı kadını bekleyen bir tarihçinin hikâyesi bu. Şahane bir aşk için harcanmış bir ömrün hikâyesi... Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin’in başından geçen dört günlük tuhaf bir serüven. Sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü... Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri “Ulu Hakan”ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin bir imparatorluğa dönüştüğü o zaferler ve ihanetlerle dolu günlere yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu yolculuk boyunca kulaklardan eksik olmayan o kadim soru: Tarih, geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?
Murat Gülsoy okurları bilir: Âlemler Süreklidir. Zamanda kaybolan Tanpınar, oyunda kaybolan Oğuz Atay, rüyada kaybolan Borges, şehvette kaybolan Nabokov, davasında kaybolan Kafka, kendi hikâyelerinden kaçıp gelen Olric, Gollum, Doktor Ramiz ve daha pek çok yaratıcı ruh, “Baba, Oğul ve Kutsal Roman”ın labirentinde birbirlerini arıyorlar. Murat Gülsoy bu romanında kurduğu eğlenceli ve kendine özgü âlemde, hem büyü yapmaya hem büyü bozmaya davet ediyor okurlarını. Karanlığın aynasına koyu bir ironiyle, acımasız bir yalınlıkla güle oynaya giriyor, kırıp parçalarına ayırdığı bir hayatı gözlerimizin önüne seriyor. “Baba, Oğul ve Kutsal Roman”, edebiyatın başkalarının hayatlarına kaçıp saklanmanın değil kendi dehlizlerinde dolaşmanın bir yolu olduğuna inananlar için...
Prof. Dr. Cahit Can’ın kitabı, Cumhuriyet Devrimi’nin karakterini, onun yarattığı hukukun beslenme kaynaklarından biri olan “resepsiyon” (dıştan alma) üzerinden incelemektedir. Kitap bu bakımdan, hem Türk hukuk tarihi çalışmaları içinde önemli bir yere sahiptir hem de Cumhuriyet Devrimi’nin siyasi ve toplumsal karakterini, beslendiği ve kendi toplumsal koşulları ile birleştirerek içselleştirdiği hukuk üzerinden inceleyen yönüyle, siyasi ve toplumsal devrim tarihçiliğimiz alanında özgün bir çalışmadır. “Türk Hukukunun Kökenleri ve Türk Hukuk Devrimi” kitabı aynı zamanda bir karşıdevrim tarihi... Bir yandan da “Cumhuriyet devriminin öngörülmeyen bugünü” ne gelişi irdeleyen bu kitap, neden öngörülemediğini açıklamaya çalışıyor.
Connie, zihinsel yetenekleri çok gelişmiş, hayat dolu bir kadındır. Ama bu özellikleri “düzen”e sürekli yenik düşmesini engelleyememiştir. Sevdiği insanlar devlet ya da ölüm tarafından elinden alınmış; bütün bunların yanı sıra, şiddet eğilimleri göstermeye başladığı için tımarhaneye kapatılmıştır. Bu kez de doktorlar, üzerinde deney yapmak isterler. Karşı koyar ve zihin gücüyle ilişkiye geçtiği bir ütopya halkının yardımıyla mücadeleye girişir. Ütopyada çekirdek aile, devlet, hapishane, hastane, okul ve çocukluk gibi kurumların hiçbiri yoktur; üretim kadar doğanın dengesini gözetmek de önemlidir... Romanın en önemli özelliği ise gelecek özleminin gerçekleşmesi için aktif bir mücadele ve yaratıcılık faaliyeti içinde olmanın önemine işaret etmesidir. Piercy, bu “siyasi bilim-kurgu” romanında, edebiyatı feminizme, feminizmi edebiyata kurban etmeden, kışkırtıcılığın doruğuna çıkmış.
Hammurabi
Selman-ı Pak
Rüştü Onur
Camus - Bir Ahlakçının Portresi
Marc Van de Mieroop, Bankas Kültür Yay nlar , çev. Bülent Ö. Do an, 172 s.
Eren Erdem, Destek Yay nlar , 232 s.
Hammurabi (saltanatı M.Ö. 1792-1750), birbiriyle sürekli çekişen irili ufaklı onlarca Mezopotamya şehir devletinden biri olan Babil’in kralı olduktan sonra uzun bir süre kendisi de bu iktidar savaşı içinde yer almıştır. Fakat onu bugünlere taşıyan asıl başarısı savaşçılığı değil, yaklaşık 300 yasadan oluşan ve kendisinden önce kanun derlemeleri yapan hükümdarlardan farklı olarak ülkesinin çeşitli yerlerine diktirdiği dikilitaşlarla kamuya ilan ettiği Hammurabi Kanunları’dır. Kanunlarının temel mantığı çoktandır terk edilmiş olan “göze göz, dişe diş” yaklaşımıdır. Gerek bu açıdan, gerekse eldeki bilgi ve malzeme açısından Hammurabi, yazarın sözleriyle, belki de biyografisi yazılabilecek ilk insanoğludur.
Selman, benim ailemdendir... (Hz. Muhammed) Selman, mistik bir derviş gibi tanıtıldı. Din dışı gelenekleri meşrulaştırmak için kullanıldı. Kimine göre bir molla, kimine göre sufi bir derviş, kimine göre büyük bir devrimci... Selman-ı Farisi, bütün tarikatların, tasavvuf gruplarının ortak benimsediği bir isimdir. Lakin Türkiye’de hakkında yazılıp çizilmemiş ender sahabelerdendir. Selman-ı Farisi’yi insanlık âlemine tanıtma gayesi ile kalemi eline alan Ali Şeriati’nin eseri, İran Şahı tarafından yaktırılmıştır. Ve maalesef bugün bir kopyası dahi yoktur. Bu kitap, Hz. Muhammed’in en seçkin sahabelerinden Selman-ı Farisi’nin sıra dışı öyküsünü ve “Gerçek İslam Tarihini” gözleri önüne sermektedir.
Salah Birsel, Sel Yay nc l k, 128 s.
Stephen Eric Bronner, leti im yay nlar , çev. Tu ba Sa lam, 189 s.
Zonguldaklı şair Rüştü Onur bir mektubunda “Ben ölecek adam değilim,” dese de, arkasında kitaplaşmamış şiir, mektup, hikâye ve denemeler bırakarak 22 yaşında yaşama veda etti. Salâh Birsel, çok önemsediği dostunun anısına şiirlerinin tamamına yakınını, mektuplarını, bazı hikâyeleri ile ölümünden sonra onun için yazılanları bir araya getirerek bu saygı kitabını hazırlamıştı. Mektuplara yansıyan dostluklarla edebiyat tarihimizin bir kesitini de yansıtan bu önemli kaynak aynı zamanda umutlarla dolu, “yerel”den “merkez”e uzanmaya çalışan, şiire vakfolunmuş bir yaşamın hazin hikâyesini de anlatmaktadır.
20. yüzyılın en önemli entelektüel figürlerinden biri olan Albert Camus (1913-1960) felsefi duruşunu yaşamına ve kişiliğine yansıtmasıyla da özel bir yere sahiptir. Camus’nün düşünsel ve sanatsal üretimini bir arada inceleyen S.E. Bronner, bir “ahlakçı” olarak nitelediği yazarın eserlerini yaşam öyküsüyle birlikte ele alarak bu önemli noktayı yakalıyor. Camus’nün yokluk içinde geçen çocukluğunu, varoluşsal kaygılarını, anti-faşist direnişteki rolünü ve yaşadığı ihtilafları aydınlatan kitap, bu sıradışı figürün günümüz dünyasıyla olan ilişkisini de ortaya koyuyor. Bronner, Camus’nün bireysel sorumluluk, sahicilik, absürd deneyim, yaşanmışlık gibi kavramlarını ve bunun yanında hoşgörü, dürüstlük gibi kişisel özelliklerini işleyerek derinlikli bir portre çalışmasına imza atıyor.
Aydınlık KİTAP
“ASLAN YÜREKL LER / GALATASARAY TR BÜN TAR H ”
Söz sarı-kırmızılı taraftarın…
MEHMET M. KAYNAK Futbol, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de çoktandır adeta bir yaşam biçimi ve “hayat memat meselesi” haline dönüşmüş durumda. Futbolla yatıp futbolla kalkan milyonlar söz konusu ve özellikle bu sezon işin tadının çokça kaçmış olması bile tribündeki insanın ruh durumunu ve fanatizmini pek etkilemiyor. Buna karşılık futbola dair kitapların az sattığı, futbola bakışlar atan filmlerin pek seyirci toplamadığı da bir gerçek. Sanki şöyle bir durum söz konusu: Tribündeki insan, takımı ile kendisinin arasına pek bir şeyin girmesini istemiyor, “kendisinin kendisine” yazarlar ve sinemacılar tarafından anlatılmasını tercih etmiyor. 1968 doğumlu, yaklaşık 12 yaşından beri başta Ali Sami Yen Stadı olmak üzere Galatasaray tribünlerinde kendisine ayrı bir yaşam kuran iş adamı Orhan Ölçen’in hazırladığı “Aslan Yürekliler / Galatasaray Tribün Tarihi” adlı kitap ise tribünlerin baştan sona bir “tribün adamı” tarafından anlatıldığı ilk kitap. “Aslan Yürekliler” söz önceliğinin futbolculara, teknik direktörlere, futbol yorumcularına değil, taraftarlara, amigolara, futbol sevdalılarına tanındığı bir çalışma… Kısacası bu kitapta, “Tribündekiler” konuşuyor. Galatasaray futbol kulübünün tarihine, maçlara, deplasmanlara ve büyük zaferlere tribünlerden bir bakış gerçekleştiren, çok samimi, alabildiğine gerçekçi, çok özel bir çalışma var karşımızda. “Tribün insanı” kimdir? Takım, forma ve renk aşkı insana neler yaptırabilir? Kuruluş tarihi 1905’ten itibaren Galatasaray’ı sahada ve tribünlerde
kimler temsil etti… Tribün lideri olmak nedir, nasıl olunur… Sarı-Kırmızı renkler uğruna her şeyi bir kenara iten, en uzak deplasmanlarda bile takımlarını yalnız bırakmayan bu insanların başından neler geçti, neleri göze aldılar… Unutulmaz maçlar hangileriydi, tribünlerde neler yaşandı… Kadıköylü Aslanlar’dan ultrAslan’a açılan yelpazede, Galatasaray’ın taraftar grupları… Tribün bestelerini kim yapıyor, tezahüratlar nasıl yaygınlaşıyor… gibi sorulara yanıt arayan çalışmanın yazarı da yıllarını tribüne vermiş, 12 yaşından beri Ali Sami Yen Stadı’nın değişmez simalarından, Galatasaray sevgisiyle binlerce kilometre yol almış Orhan Ölçen, yazdığı tribün besteleri nedeniyle nam-ı diğer “Bestekâr Orhan. “Aslan Yürekliler”de Karıncaezmez Şevki’den Amigo Orhan’a, Flamacı Uğur’dan James Burak’a, Pronto Arif’ten Fil Ali’ye, Optik Turgut’tan Laylay Metin’e, Çarli’den İngiliz Metin’e, Gazo Ramazan’dan İkizler’e kadar, futbolu, Galatasaray’ı, tribünleri yaşayanlar anlatıyor. “İki günün yorgunluğu bir yana, bir de yenilmiş olmak yok mu? İnsanı en sinir eden şey de pazartesi günü okulda Fenerli ve Beşiktaşlılara dalga geçecekleri fırsatı vermiş olmaktı” diyen yazar, önsözü Fatih Terim tarafından yazılan kitapta yalnızca Galatasaraylıların değil, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Trabzonsporlusuyla tüm futbol tutkunlarının severek okuyacakları, kendilerini de bulacakları uzun bir öykü anlatmış. (Aslan Yürekliler, Orhan Ölçen, Doğan Kitap, büyük boy, 415 s.)
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
27
EREND Z ATASÜ VE “DULLARA YAS YAKI IR”IN 6. BASIMI
Hikâyenin ana gövdesi kadınlar OSMAN BAYRAM Geçmiş, zamanı yutarak yükünü şişirir. Bazen gözümün önüne gelen eşya, kulağımıza çalınan aheste bir parça, burnumuza taşınan koku, geçmişin topladıkları arasından bir parçayı çıkartır, önümüze koyar, vücudumuz biyolojik işlevini sürdürürken zihnimiz başka alemlere göç eder. Bazen de biz, anın umutsuzluğu ve ya zorluğuyla görüntülere dalarız, yaşanmışlıklar ararız, andan kurtulmak, sorgulamak, mutlu olmak gayemizdir. Erendiz Atasü’nün “Dullara Yas Yakışır” hikâyeleri geçmişin izlerinde yürüyerek bugünü bulma çabasıdır. Hikâyelerde yer alan karakter geçmişin yollarını elimizden tutarak yürütür, çıkmazlarını, toplum ve kendisiyle ters düşüşlerini gösterir
MAZ DE ARAYI LAR Akıp giden anın değerini ve değersizliğini geçmiş ile kıyaslanmasında buluruz. Değer, karşısına koyup kıyaslama yapacağımız kıstas var ise ortaya çıkar. Atasü’nün geçmişe yönelişi böyledir. Kitaba adını veren “Dullara Yas Yakışır” hikâyesi, 1960’lı yıllarda devrimci mücadelenin içine atılan üç kadının ilişkilerini çiziyor. Hikâye Fikriye Abla’nın ölümüyle başlar. “Unutmak istiyordum, geçmişi kurcalayan sorulardan vazgeçmek, Erendiz Atasü dinlenmek…” diye devam ederek geçmişi yaratan olaylara dalar. sebep olan etmenler ortaya Fakat geçmiş öyle yaralıdır konmuştur. Bir başka hiki, anlatıcı üçü arasında “Dullara kayede “Sanki geçmicereyan eden ne varsa Yas Yak r” n 6. şinde yaşanmaya unutmak ister. “Yaldeğen, yalnızca nızca o geceyi hatırbask s Everest p adamla paylaşılmış Kita ld . lamalıydım. Fikriye yap ca r ’n Yay nla zamandı. Sanki geAbla’nın bahçedört ana ba l kta (“A ka leceğin en ışıltılı sinde üçümüzün “Ve r”, “Yaln zl a Dai r”, Dai vaadi, gene o günyaşamının özünü Kad nlara Dair”, lere dönmek olave incir çekirdeğini “Çocuklu umu stiyorum caktı.” Hikâyeler doldurmayan ayrınaynı zamanda konuÇocuklu umu tılardan kopup rakı nun geçtiği dönem, içtiğimiz gün batıVerin Bana”), oluştuğu kültür ve sosmını. Nermin’e ceza14 hikâyeden yal grubun analizini akevindeki kocasını, bana olu uyor tarıyor. Kadının çıkmazını, yalnızlığımı, Fikriye Abçevrenin tutumuyla beraber orla’ya hastalığını unutturan kaytaya koyuyor. naşmayı.” Çünkü mazideki arayışları zifiri karanlıkta kayboluşlara dönüşmMADAM BUTTERFLY’IN üştür sürekli. İyiyi göremiyor, altları çizgilerle dolan gözleri hüznü, yalnızca SYANI Madam Butterfly’ın söylencesi, 19. yüzhüznü seçebiliyordur. Yıllar payına yılın başlarında Amerikan değerli miras bırakmamıştır. Fikriye Abla ayaklarını toprağa kök emperyalizminin sarmalasalmış gibi yere basarak başını her şeye dığı Japonya’da yaşanan bir rağmen dik tutarak durmaktadır. Fik- aşktan doğmuştur. Teğmen riye Abla’nın terk edilmeye, yalnızlığa Pikerton Amerikan donanhatta ölüme karşı “korkusuz hatta kor- masında teğmendir, karaya kunç” duruşu anlatıcıyı etkilemektedir. çıktığında Çoi Çoi San adlı Mutlu mudur, mutsuz mu? Atasü, hi- geyşaya aşık olur. Geyşa ailekayenin genel akışı içerisinde Fikriye sini, kültürünü, adını PikerAbla’nın mutsuzluğunu hissettiriyor. ton için bırakarak Madam Butterfly olur. Fakat PikerNermin ve anlatıcı zaten mutsuzdur. Diğer hikayelerinde de rastladığımız ton görev süresi bittiğinde gibi mutsuzluk Atasü’nün kelimelerine Amerika’ya karısının yanına sinmiştir. Maziye dalarak hatanın kök- geri döner, geride adından leri araştırılmış, hatanın büyümesine başka bir şeyi kalmamış
sabit kalmış, an durmuştur, iyisiyle kötüsüyle gelecekte ne olacağını göremeyiz. Madam Butterfly da yorgundur, isyanı ölümdür, “kendisini yitirdiği için ölümü seçer”
YORGUN KADINLAR Atasü’nün kitaplarında kadın vardır. Süs ya da destekleyici unsur değil, hikâyenin üzerine kurulduğu gövdedir; aşkıyla, yalnızlığıyla, mücadelesiyle, yitişleriyle, mutsuzluğuyla, amacıyla, hayal kırıklarıyla… Bir zamanlar ümidi ve hedefleri olan kadınlardır. Zaman içerisinde her şey değişir. Toplumdaki konumları önceden belirlenmiştir çünkü onların. Yaşamın sırtına yükledikleriyle belleri bükülmüş, geleceğe dair umutları silinmiştir. Kitabın arka kapağına taşınan “Yazarın Notu” kısmında kurguladığı kadının konumlanışını anlatmaktadır Atasü: “… Ve kadınlar oyunlarını kendileri yazmazlar, onlar için önceden yazılmış rolleri sürdürürler. Birer ‘oyun kişisi’ olup çıkarlar. Bu yapıntı kişiliğin gerisinde gerçek kimlikleri büyüyüp gelişmez, belki de ölüp gider. Oyuncu bile yok olur, geriye kostümlü bir yapıntı kalır. Kadınların yaşamı budur işte.” Hikayelerine, notunda belirttiği düzlemden bakar. Oradan görünen kadınlar yorgundur. Zaman ve içinde bulundukları yaşam onları yormuştur. Bu yüzden geçmişe dalar, tozlu sayfalarda, parlaklığını yitirmeMadam Butterfly’ı karnında çomiş fotoğrafları cuğuyla bırakır. Ve eski geyşa Ve bulurlar veya yırtıp yeni Madam Butterfly ufka atılması gerekenlekad nlar bakarak gemileri gözleyerin üzerini bir ri dile ken oyunlar n rek yaşamaya başlar. Söydaha karalarlar. yazmazlar, onlar için lencenin sonunda da Huzuru geçharakiri yaparak yaşaönceden yaz lm rolleri mişe dalıp bumına son verir. Ataun ‘oy er Bir r. ürle labileceklerini dür sür sü’nün “Yorgun Kadın”ı Bu zannetmeleri, r. arla ki isi’ olup ç k bu anda devreye girer, bu yanılgıya yap nt ki ili in söylencede değişikliğe gimahkum oluşdilir: “Yeter! dedi. Bunca gerisinde gerçek ları, ümidin sonu zamandır bu söylencede rol kimlikleri büyüyüp anlamına gelmekaldığım. Artık oyundan çıkıtedir. Kurgulanan geli mez yorum.” der, Madam Butterfly. kişide takat kalmamışİsyan eder “Bıktım artık… Ölürken tır bu yüzden. Yorgundur, ölümün bir işe yarayacağını sanmıştım.” benliğine yüklenen anılar, ileriye Hikâyenin sonunda Madam Butterfly doğru bir adım daha atmasına engel kadın olarak ortaya çıkar. “Yalnız küçük olmaktadır. bir sorununuz var, dedi Madam Pikerton. İlk basımı 1988 yılında yapılan “DulSöylencenizde ufak değişik yapmak zolara Yas Yakışır”ın 6. baskısı Everest rundasınız. Aşkımı yitirdiğimden kıymıyoYayınları’nca yapıldı. Kitap dört ana rum canıma; o seksen yıl başlıkta (“Aşka Dair”, “Yalnızlığa öncede kaldı. Dünya 30. Dair”, “Ve Kadınlara Dair”, “Çocukyüzyıldan 21. Yüzyıla dönerken ağır ağır, başka luğumu İstiyorum Çocukluğumu Verin bir nedenle harakiri ya- Bana”), 14 hikâyeden oluşuyor. Başlıkpacağım. Kendimi yitir- ların altında yer alan hikayeler, başlıkdiğim için öleceğim” ları irdeleyerek farklı açılardan diyerek intihar eder. değerlendirmemizi sağlıyor. Cümlelerin kaygan geçişleri, sayfaMadam Butterfly tavrını ları peş peşe ilerletiyor. Kalem, satırlaortaya koymuştur. Sahrın altını çizerken farkına varmadan nesini ve rolünü terk arka kapağa ulaşıyorsunuz. etmek istemektedir. Atasü’nün çizdiği “Yorgun (Dullara Yas Yakışır, Erendiz Kadın”nın geleceğe yöAtasü, Everest Yayınları, 202 s.) nelik ümidi yoktur. Saat
28
13 N SAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Çılgın bir hayatın, çılgın yolcusu! Anton Çehov o veciz sözünde, “Hayat sizi yeterince güldürmüyorsa, espriyi anlamamışsınızdır” demişti. Genç London, espriyi anlamış ve aynı espriyle hayata mukabele ediyordu. Gel gelelim, yola düşüşün yegane sebebi bu değildi. Serseriler kralının ruhunu dalgalandıran serüven tutkusu, yine onu anaforuna çekmişti rede; günde 12,5 ton demir külçesi yükDAĞHAN DÖNMEZ leyen işçinin bu ağırlığı 47 tona kadar Trenin vahşi ıslıkları, ayak seslerinin cılız mırıltısını boğuyordu. Gecenin bu- artırdığını kanıtlamış oldu. İnsanın metalaştığı, üzerine deneyler yapılan bir caksız karanlığında, kapı aralığından kobaya dönüştüğü çağda, Jack Lonsızan ışık gibi parlıyordu ay. İnsanlar don’un serseriliği ne bir avarelik, ne de yürüyordu göğün altında. Sefil, aç ve bir serkeşlik olabilirdi. Bu olsa olsa işsiz insanlar. 1893 Amerika mali buhokumaya meraklı, seranının hemen erterüvenci gencin bir siydi. Ülke başkaldırısıydı! genelinde sekiz bin Türkçeye “Yol” işyeri iflas etmiş, süadıyla çevrilen kitarüyle insan işinden bında Jack London, olmuş ve hayati kestirmeden bunu önem arz edenler dısöyleyecektir. 5 yaşında bütün iş sahaşında çalışmaya başları kapanmıştı. layan, 9 yaşından Coxey adında biri, işitibaren ağır beden sizleri örgütleyerek işçiliği yaparak aileWashington üzerine sinin geçimini sağbir gösteri yürüyüşü layan, cebinde kaç düzenlemişti. Başcent olursa olsun kentte toplanmış olan bunu olduğu gibi Kongre’den, beş milannesine teslim yon dolarlık bir banka eden genç adam, kredisi sağlanması isbunca ezaya karşın tenecek, bu parayla aç kalıyorsa; bir bir yandan ülkenin kez olsun serseriyolları yapılırken, bir lik yapsa da bunyandan da işsizlere isdan kötü tihdam yaratılmış oluolamazdı. Anton Çehov o veciz sönacaktı. Talepleri reddedilecek olan zünde, “Hayat sizi yeterince güldürmüumutlu kalabalığın içinde biri vardı ki; yorsa, espriyi anlamamışsınızdır” diğerlerine hiç benzemiyordu. Zehirli demişti. Genç London, espriyi anlamış sarışınlığını rüzgarın gözüne sokan, ve aynı espriyle hayata mukabele edihenüz on sekizinde gözü pek bir delikanlı… Jack London! Nam-ı diğer; ser- yordu. Gel gelelim, yola düşüşün yegane seseriler kralı! bebi bu değildi. Serseriler kralının ruİşsizler Ordusu’nun yürüyüş tertibi, hunu dalgalandıran serüven aynı zamanda Sanayi Devrimi’nin tutkusu, yine onu anaforuna giderek tesirini hissettirdiği çekmişti. Henüz bir yıl döneme tesadüf eder. DevTalepleri önce, 17 yaşındayken; rim ile birlikte bilhassa ek ilec ded fok avına çıkan üç red Birleşik Amerika’da, işdirekli bir uskuutlu um n ola çileri yalnızca makinenaya tayfa yazılıp, lerin birer devamı kalabal n içinde biri Japonya açıklaolarak gören anlayış, vard ki; di erlerine hiç rına avlanmaya pratik hayatta işçile. Zehirli rdu iyo giden de o değil zem ben rin; günde ortalama miydi? Sonraları n sar nl n rüzgar 14-15 saat, hatta bazı bu soluksuz yolcuzamanlarda 18 saat gözüne sokan, henüz on luk, kaleminden çalışmaları şeklinde sekizinde gözü pek bir çıkan lirik bir mecereyan etmekteydi. Bik Jac tinle hikayeleşecekti. nl … ika del limsel yönetim teknikleri İnsan ömrü için orta! don Lon ile makineden farksız görülama bir hayattan, onlen insandan daha çok verimlilarca roman çıkaran yazarlar liğin sağlanabilmesi için bazı vardır. Jack London’sa 40 yıllık yaşadenemeler yapılıyordu. 19. yüzyılın mından, hem onlarca roman çıkarmış; sonlarında, bu deneylerin en maruf hem de bu yaşama onlarca roman sığismi ise Frederick Taylor olacaktı. dırmış bir yazardır. Hatta bizatihi bir Bethlehem Çelik Şirketi’nde çalışmaya roman karakteri! Şu sözler, yazarın başlayan bilimsel yönetici Taylor, işçikendi ağzından dökülecektir: “ …Ouilerden birini seçti ve ona takma isim da’nın Signa’sını okuyun. Ben onu 8 yaolarak Schmidt adını verdi. İşçiyi yaşımda okudum. Öykü şöyle başlar; kından izlemeye alan Taylor, kısa sü-
sadece küçük bir delikankurallar üzerine konuşup lıydı. Küçük delikanlı, duran, sahte nezaketleri İtalyan bir dağ köylüsügösterişten ibaret olan, dür. Bütün İtalya’da bakımlı ve hoş hatanınan bir sanatçı nımların temelde haline gelir. Bunu maddeci ve bencil okuduğumda, yokolan davranışlasul bir California rından dem vuruçiftliğindeki yordu. Hatta küçük bir köylüybunu “kral çıpdüm. Okuduğum lak” dercesine öykü, dar ufhaykırıyordu. kumu genişletti. Sevdiği kadın Cüret ettiğim takMabel, romantirde dünyadaki daki ismiyle her şey mümkün Ruth da, burjuva Jack London olacaktı. Cüret ahlakı içinde yetişettim!” miş genç bir kızdı. London’ın içinde 16 Ocak 1899’da yaşadığı yıllar, Alman Posta İdaresi’nin meiktisatçı ve düşünür Max muriyetliğine kabul ediWeber’in “Protestan Ahlen London, bunu kabul lakı” kavramının önce kıta Avetmiş olsa; tasvip edilen hayatı rupasını, sonra tüm düşün alemini yaşayabilecek, balolarda boy gösterebisarstığı yıllardı. Bu teoriye göre, burlecek ve hepsinden önemlisi aristokrat juva ile kol kola giren kilise, Katoliklebir aileden olan sevgilisi ile izdivacına rin dünya hayatını ikinci plana atan, bir engel kalmayacaktı. Ama o ideallerikendilerini yalnızca ibadete veren, nin kan kokan yolundan asla dönemünzevi yaşama biçimlerinin aksine; mezdi! Büyük bir yazar olmalıydı. çalışmanın da ibadet sayılabileceği, bu Kapitalizmin ezdiği kenar mahallerinin, sayede en çok çalışanın cenneti hak gürültülü sesi olan bir yazar! edeceği savını zihinlere yayıyordu. Bu, Irving Stone, Van Gogh, Freud, Mickapitalizmin bir nevi meşruiyetini ilahelangelo ve Darwin gibi başka önemli nıydı! London, 1907 yılında kaleme alisimlerin hayatını da biyografik bir dığı “Demir Ökçe” kitabında, roman şeklinde yazarak ün kazanmış kapitalizmi demirden bir ökçeye benze- bir yazardır. Van Gogh’un hayatını yazterek, onu halkı ve işçi sınıfını ezmekle dığı eseri, sinemaya da uyarlanan itham ediyordu. İlk gençlik yıllarındaki Stone, Türk edebiyatında biyografik her şeye razı bireyciliğinden roman alanındaki bakirlik düşünülkurtulup; ufkuna engin düğünde, kanaatimce daha da O okyanus suyundan önem kazanacaktır. bulaştıran bir sosStone’nun, “Doludizgin ideallerinin yaliste dönüşmBir Denizci – Jack Lonkan kokan üştü! Demir don” adıyla dilimize çevyolundan asla Ökçe’de yaratrilen ve Destek dönemezdi! tığı Ernst kaYayınevinden çıkan kirakteri, yazarın tabı, böylesine tumtuBüyük bir yazar dehasını gözler raklı ve serüven dolu min aliz pit Ka d . al y olm önüne koyan; bir hayatı; okuyucunun ezdi i kenar 100 yıl sonrası belleğine çok akıcı bir mahallerinin, öngörerek buüslup ve dille sunuyor. günlere ışık tutan 364 sayfalık eser, kolaygürültülü sesi bir karakterdir. lıkla okunabilecek niteolan bir yazar! Ernst, halkı sömürelikte… rek semiren kapitalizmin, Ancak sıkı Jack London okubu şişkinliğini sanatı fonlayarak yucusunun kulağına kaçırılması gereattığını, bu sayede hem halka şirin göken kar suyu şu: London’un hayatını züktüğünü hem de kendi aleyhine olaanlatan bu biyografik roman, ne denli bilecek aydın zümresini avucunda okunaklı olursa olsun; asla bir Jack tuttuğunu söylemektedir. Manidar! London romanının lezzetini taşımıyor! London, Martin Eden isimli kendi (Doludizgin Bir Denizci Jack otobiyografisi kabul edilen muazzam London, Destek Yayınevi, eserinde ise, bir başka ahlaktan söz etÇev: Burak Sazlı, 364 sy.) mektedir. Burjuva ahlakı! Toplumsal
Aydınlık KİTAP
SAHAF
13 N SAN 2012 CUMA
29
Firariler ve gezginler Wilfried McNeilly yazmış, Emine Aras çevirmiş ve Balamur Yayınları 1971 yılında “övünçle” sunmuş “Kaç Korkak Kaç”ı… Rastlanabilecek en sempatik kitap adlarından biri… İkinci Dünya Savaşı’nda ordularından firar etmiş üç kahramanı var romanın. Biri Alman, biri Amerikalı, biri İngiliz. Devletleri ölümüne bir kavgaya tutuşmuş ama kader onları arkadaş kılmış. “Hiç şansım yoktur. Hayat boyu hep mat edildim” diye düşünen, amansız tepeleri aşmak zorunda kalan adamları ve hepsinin rüyalarına eşit uzaklıktaki bir kadını anlatıyor roman. “Barmen radyoyu açtı. Savaş haberleri… Her şey normal gidiyordu. İtalya’da ilerleme olmuş. Burma’da çarpışmalar… Ayrıca denizde bir gemi batmıştı. Kızıl Ordu Rusya’da ismi kolay telaffuz edilemeyen bir şehri geri almıştı. Memlekette ise tereyağı ihracatında yükselme ihtimali vardı.” İşte bu tür savaş haberlerinin, her biri için
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Eski ehir-Ad mlar Kitabevi
Çok işlevli kültür mekânı Bir öğrenci kenti olan Eskişehir ülkemizde okur-yazarlık oranının en yüksek olduğu kentlerimizden biri. Buna paralel olarak kentte son yıllarda açılan kültür mekanları ve kitabevlerinin sayısındada gözle görülür bir artış var. Adımlar Kitabevi de 21 Ocak 2006 Eskişehir’de hizmete açıldı. Haziran 2010 yılından bu yana ise ilk katı kitabevi, ikinci katı okuma salonu, üçüncü katı kafe ve dördüncü katında cep sinemasıyla kültür merkezi olma özelliğini kazandı. Ayrıca Doktorlar ve Adalar’da iki şubesi bulunuyor. Kültüre ve sanata verilen önemin ve çabanın artması için, açılışından 2008 yılına kadar ‘’Adımizi’‘ diye bir yerel dergi tecrübesi de var Adımlar’ın. Geniş bir kitap yelpazesine sahip olan kitabevinde yeni çıkmış olan bütün kitapları raflarda görmek mümkün. Çizgi romandan tiyatroya, siyasete, sosyolojiye, şiire kadar bir çok türe seslenen kitapkafede, rüzgarla birlikte Porsuk çayının eşsiz güzelliğini izlemek de seçenekler arasında.
ayrı anlamlar taşıdığı ama varılacak hedef açısından da ortak bir yol taşıdığı üç asker kaçağının öyküsünü anlatıyor bu 41 yıllık kitap. “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”tan “Çıplak ve Ölü”ye kadar dünya edebiyatında çok zengin bir aile konumundaki savaş romanlarının, sessiz sedasız üvey evlatlarından birisi “Kaç Korkak Kaç”. Sahafların tozlu raflarındaki kitap yığınlarının arasında rastlarsanız kaçırmayın. *** 1976 yılında Milliyet Yayınları’nın mizah serisinden Osman Canberk’in çevirisiyle çıkmış Fransız gezgin-yazar Andre Dahl’ın “Gittim Gezdim Gördüm” adlı üç bölümden oluşan 181 sayfalık kitabı. İlk bölümde Amerika gezisinin notları var. Dahl, New York, Chicago, Texas, Los Angeles ve uçsuz bucaksız, fıkır fıkır plajlardan edindiği izlenimlerini aktarıyor. İkinci bölüm İtalya’nın, son bölüm ise üç ayrı kentin; Moskova, Londra ve Normandiya
kıyısındaki Deauville’in anlatımlarını barındırıyor. Özgürlük Heykeli’nin sırtını neden Amerika’ya çevirdiğinden, turistlerin eşyalarına; gümrük kapılarındaki küçük işlemlerden yedi tepeli Roma’nın neden ezeli bir şehir olduğuna ve her yolun nasıl olup da Roma’ya çıktığına kadar kolay okunan bir kitap. Dahl’ın yumurtanın (katı pişmiş olanının) yararlarını halka anlatmak için bir reklam şirketi kurduğunu ve örneğin Londra’ya bu amaçla “iş icabı” gitmiş olduğunu da belirtelim.
30
Aydınlık KİTAP
13 N SAN 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Onlar gibi olması gerektiğini sanki biliyordu. Başını eğip duruyor, büyük masanın başındakilerin nasıl konuştuğuna bakıyordu. Gözlerini birine, sonra bir başkasına dikiyordu ve baktığı kişi bu ısrarlı bakışın ayırdına vararak susuyor ya da çocuğu görmemek için sırtını dönüyor, başını çeviriyordu. Salt varlığı bile bir oda dolusu insanı susturmaya, hatta dağıtmaya yetiyordu.
2
Çölün ortasında, her şeyiyle son derece düzenli bir otel işletiyorsun -en ufak işlerin bile bir talimatnamesi var, sen de çölün ortasında tek başına duran bir oteli aksilik çıkmadan yönetebilmek için yapılması gereken tüm işleri düşünmüşsün. Otelinin iki kapısı var elbette – biri gelişler, diğeri de yalnızca gidişler için; bu ikisi asla birbirine karıştırılmıyor.
3 güçHerkesin düşündüğünün aksine, mutlak mutlak kölelik anlamına geliyordu. O kadar ileri gittiğinde, hiçbir şeyi feda etmek istemiyorsun. Her zaman, tırmanılacak yeni bir dağ çıkıyor. İkna edilecek ya da kafası ezilecek bir rakip mutlaka bulunuyor.
a) Paul Bowles / Çölde Çay
a) Paulo Coelho / Kazanan Yalnızdır
b) J. L. Borges / Yolları Çatallanan Bahçe
b) Paul Auster / Yükseklik Korkusu
c) Tekerleksiz Bisikletler / Cem Akaş
c) Henry Miller / Oğlak Dönencesi
d) Nermin Yıldırım / Rüyalar Anlatılmaz
d) Saul Bellow / Boşlukta Sallanan Adam
d) Cortazar / Mırıldandığım Öyküler
e) John Steinbeck / Ay Battı
e) Nilüfer Açıkalın / Çıldırtan Öyküler
e) Muriel Spark / Sempozyum
a) Doris Lessing / Beşinci Çocuk b) H.G. Konsalik / Korkunç Yüzlüler Koğuşu c) P. D. James / Kadınlara Göre Değil
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(b)
BULMACA Soldan sağa
1. Resimdeki yazar m z - Bir a rl k ölçüsü birimi 2. Kalça kemi i - Plastik ya da tahta ta larla ve stakalarla oynanan bir oyun - Geni - Kiloamper (k sa) 3. Belli bir anlam olan iz, i aret - S n r ni an - ikar - Küçük görülen, hafife al nan bir kimse veya bir ey için kullan lan bir sözcük 4. Uzun süreden beri - At e itimi - Samaryum’un simgesi 5. Kal p izlerini önce kauçu a oradan da ka da geçirmeye dayanan çift kopyal bask yöntemi - Yüz yaprakl k alt n varak paketi - Seryum’un simgesi 6. Rütbesiz asker - Bir haber ajans - Eski bir Hindu tap na tipi - Rus imparatoru 7. Favori - Tantal’ n simgesi - Düzgün konu an
2-(e)
3-(c)
8. Yunan mitolojisinde güzelli iyle me hur delikanl Tutturgaç 9. Kuma ta süs k vr m - nce urgan - Kay nbirader 10. Çal m, caka - Sodyum’un simgesi - Antiseptik ve dezenfektan özellikleri olan bir element 11. Herhangi bir eyi resmi olarak kaydetme, kütü e geçirme - Lümen (k sa) - Bir yüzölçümü birimi Pi irilerek haz rlanm yemek 12. Bir cetvel türü - Üçgenlerle ilgili baz teoremleriyle tan nan Yunanl gökbilimci, filozof ve matematikçi - “... Ayhan” ( air) 13. Milattan önce (k sa) - Medeni Kanun (k sa) Arnavutluk’un plakas - Bozk r 14. Dervi selam - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir
Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
ta - di etmek 15. Resimdeki yazar m z bir roman - Ek çizgisi
Yukarıdan aşağıya 1. Kad n dansç lar n dans ayakkab lar n n ucuna yerle tirilen ve aya n yere en dar yüzeyiyle basmas na olanak veren, ustal k al t rmalar yapmay sa layan destek - Afrika yerlilerinin çal ç rp dan yapt klar çardak gibi bar nak 2. Halk dilinde amca - K yamet gününde çal naca na inan lan surun ikinci üfleni i - Öksürme sesi 3. Bir hayret ünlemi - Kobalt’ n simgesi - Solo okuyan veya solo çalan kimse - e yatk n, becerikli 4. Avrupa Futbol Birli i (orijinal-k sa) - Bir soru sözü Toplama, bir araya getirme 5. nci Aral’ n “Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay k görülmü kitab - Dul kalan kad n n sadakatini göstermek üzere kendini kurban etmesi eklinde bir Hindu gelene i - Nikel’in simgesi - Güre te bir oyun 6. Yerine kullanma - Bir yol kaplama malzemesi - Beyaz 7. Tavlada “üç” say s - Cet - Yünden dokunmu yer yayg s 8. Belli, aç k - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta 9. Bilgi anlam na gelen Sanskritçe bir sözcük - Mililitre (k sa) - Yabanc 10. Bir kan grubu - Sinema filmlerinin ba ndaki tan tma yaz s - Bir i in yap ld an 11. Toparlak kemik ucu - Gelece i ö renmek, ans ve k smetini anlamak amac yla oyun ka d , kahve telvesi, avuç içi, vb.’ye bakarak anlam ç kartma, bak - laçl yara band 12. Pastac l k ve ekercilikte kullan lan çok ince ö ütülmü eker - Bir dilek art eki - Ordu (k sa) - laç, merhem 13. Türk Mal (k sa) - lemeli, büyük boyutlu mendil Oldukça, hayli 14. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Sevgili (kad n) Aktinyum’un simgesi - lgi eki 15. Resimdeki yazar m z bir roman - Resimdeki yazar m z bir roman
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ