2012 04 6 nisan kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

35 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 203

6 Nisan 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 6 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Başkaldırıyorum öyleyse varım!

Margaret Meserve’nin araştırmalarıyla “TÜRK”

Ömer Serim’den “Son Kale Fenerbahçe” / Bir Linç Belgeseli

n ı n ı r a l n a m a r h a k k ü l r ü g z ö n e “B ” m u r o y ı z a y i n i r e l ü k yaşam öy

Kedi nerede beşik nerede?

Şanslı Aile



Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Ümit Kaftancıoğlu

s. 4

Başkaldırıyorum öyleyse varım

s. 4

Erdem, Her Dem

Avrupa’ya ulaşan tek kitap eki oluyoruz

s. 5

Ömer Serim’den “Son Kale Fenerbahçe” / Bir Linç Belgeseli

s. 6

Margaret Meserve’in araştırmalarıyla “Türk”

s. 7

Kurt Vonnegut ve “Kedi nerede beşik nerede?

s. 8

Mecit Ünal: Gülden Terazi

s. 9

Seyyit Nezir: Ara Kablo

s. 10

KAPAK:: Hıfzı Topuz’la son kitabı “Elbet s. 11-14

Sabah Olacaktır” üzerine... Arthur Asa Berger’den “Kültür Eleştirisi”

s. 15

Cafer Yıldırım, Arkadaş Z. Özger’i yazdı

s. 16

Bir kitap bir film

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuklar için

s. 20

Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi

s. 21

Alıntı test ve Bulmaca

s. 22

Ayşe Kulin

ÖneriYorum Son okudğum kitapları söyle sıralıyorum:

1)

2) AŞKIN CEP DEFTERİ / Murathan Mungan

3)

3) ELDEBRAB’A GİDEYİM Mİ? / Selçuk Erez

Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ

1) SU / Buket Uzuner

2)

4)

. KITA P

Altıncı sayımızda, tüm okurlarımıza, tüm kitapseverlere bir kez daha merhaba derken, gerçekleştirmek üzere olduğumuz önemli bir atılımdan da söz etmek istiyoruz... Aydınlık Kitap’ın, Aydınlık gazetesinin tirajına bağlı olarak Türkiye’de en çok okura ulaşan haftalık kitap eki olduğunu belirtmiştik geçen sayılarımızda. Şimdi bir adım daha... 16 Mart’tan itibaren Aydınlık gazetesi bir ilki gerçekleştirerek, kitap ekimizi Avrupa’daki okurlarına da ulaştıracak. Yani Aydınlık Kitap Eki, yurtdışında da dağıtılan ilk ve tek kitap eki olma özelliğine kavuşacak. Milyonlarca vatandaşımızın yaşadığı, Türkiye’de yayımlanan binlerce kitabın okur bulduğu Avrupa ülkeleri bugüne dek yayınevlerimizin gündemine yalnızca, başta Frankfurt olmak üzere uluslararası kitap fuarları nedeniyle girmişken, bundan sonra Aydınlık Kitap Eki de önemli bir tanıtım köprüsü işlevi görecek. Bunun tersi de geçerli olacak kuşkusuz ki... Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre, İngiltere, Danimarka, Norveç, İsveç... Tüm bu ülkeler, çok iyi biliyoruz ki Türkiye’de yayınevlerinin, dergilerin, kitap eklerinin gündemine girme olanağı ne yazık ki çok kısıtlı olan yazarlar ve kitaplar da demek. Zorlu süreçler sonucunda yayımlattıkları kitaplarının sesini Türkiye’de de duyurmak isteyen “gurbetçi yazarlarımız”, 16 Mart’tan itibaren Aydınlık Kitap sayfalarında kendilerine daha geniş bir yer bulabilecekler. Aydınlık Kitap’ın sayfaları, bundan böyle Avrupa’da yaşayan yazarlarımızın ürünlerine yönelik tanıtımlarla daha da zenginleşecek... *** Yurtdışına dair birkaç satır daha... Aydınlık Kitap’ın editörü Pınar Akkoç 21-27 Mart tarihleri arasında Mexico’daydı... Panço Villa’nın, Emiliano Zapata’nın, Carlos Fuentes’in ülkesinin başkentinde düzenlenen uluslararası bir toplantıya katılan Akkoç, zaman bulduğu ölçüde bol bol da kitabevi gezdi. 20 Mart’ta Meksika’nın güneyinde yaşanan 7.9 şiddetindeki deprem, başkentte de hissedilmiş. Pınar Akkoç’un tanıştığı kitapçıların çoğu, Türkiye’den gelen konuklarını, deprem nedeniyle devrilen kitap raflarını göstererek, “Biraz dağınık durumdayız, özür dileriz...” diyerek karşılaşasa da, açıkçası editörümüzün çektiği fotoğraflar bizde Meksikalı kitabevi ve sahafların hayli düzenli tertipli oldukları gibi bir izlenim bıraktı! Büyük bir depremle karşılaşan Meksika halkına geçmiş olsun dileklerimizi ve Meksika’daki tüm kitabevlerine sevgilerimizi gönderiyoruz.

4) OD / İskender Pala

5)

İlk dört kitap ters sıralamayla son altı ayın kitapları. Yazarların hepsi benim dostlarım. Onların yayımlanan her kitaplarını önce mesleki bir merakla sonra da arkadaşlarım oldukları için okurum. Her birinin kitabından değişik bir tat alırım. İskender Pala’nın kitaplarının benim için ayrıca öğretici bir yanı da vardır her zaman. Tarihi ayrıntıları romanlarda yakalamak keyiflidir. 5. sıradaki Levant’ı ise, yakın tarihl ve benim ülkemin yer aldığı coğrafyayı anlattığı için ilgiyle okudum.

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

5) LEVANT / Philip Mansel

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Ümit Kaftancıoğlu (1935-1980) “Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır”

Asıl adı Garip Tatar olan Ümit Kaftancıoğlu 1935 yılında Ardahan'ın Hanak ilçesinin Koyunpınarı (Saskara) köyünde dünyaya geldi. Çocukluğu Dede Korkut boylarının zengin anlatım geleneği içerisinde, halk âşıklarının, söz sohbet bilenlerin dizinin dibinde destan, masal, türkü, efsane dinleyerek, okuyarak geçti. Köyündeki ilkokula gittiğinde diploma alacak durumdaydı. İlkokulu bitirdikten sonra köy çocuklarına açık tek kapı olan Köy Enstitüsü’ne girmek için yıllarca uğraştı, yollara düştü, Cılavuz Köy Enstitüsü’ne girdi. Kaftancıoğlu, Cılavuz Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Mardin’in Derik ilçesinde ilkokul öğretmeni olarak görevine başladı. Daha sonra Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirip bir süre Rize’nın Pazar ilçesinde Türkçe öğretmenliği yaptı. Yedeksubay olarak görev yaptığı askerlik dönüşü, TRT'nin açtığı sınavı kazanarak, Köy Yayınları bölümünde göreve başladı. TRT İstanbul Radyosu'nda “Av Bizim Avlak Bizim”, “Dilden Dile” ve “Yurdun Dört Bu-

cağından” gibi programlarla halk kültürünü, halk âşıklarını, halkın eksiğini ve sıkıntılarını mikrofona taşıdı. “Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır” demişti. Bu gözlemlerini doğrularcasına, Anadolu'yu gezerek derlemelerle halkın sözlü yazınını ve halk türkülerini yazıya döktü. Günümüzde bile sevilerek dinlenen “Evreşe Yolları Dar” ve “Yüksek Yüksek Tepeler Ev Kurmasınlar” türküleri Kaftancıoğlu'nun derlemeleri arasındadır. Radyo programcılığı yanında edebiyat dünyasında da adını duyuran Kaftancıoğlu, “Dönemeç”le (Öykü) TRT Büyük Ödülü birincilik (1970), “Hakullah”la (Röportaj) Milliyet Gazetesi Karacan Ödülü birinciliği (1972) aldı. 11 Nisan 1980’de görev yaptığı TRT İstanbul Radyosu’na gitmek için çıktığı evinin önünde, kültürün ve aydınlığın düşmanlarınca katledildi. Ümit Kaftancıoğlu’nu ölümünün 32. yılında saygıyla anıyoruz.

Başkaldırıyorum öyleyse varım! Modern kültüre ve insanların çılgınlıklarına karşı sade görünen ama bir o kadar da hırçın ve güçlü mücadele üzerinden, Habil ile Kabil, Tanrı ile Lilith gibi mitolojik kahramanlara göndermeler... CEREN ADALETSEVER Sel Yayıncılık’tan çıkan “Lilith” yazarın ilk romanı olma özelliğiyle önemini benim açımdan artıran bir kitap oldu. Yazarın başka insanların dünyalarına kendi hikayesiyle girdiği ilk roman, ilk heyecanı paylaşıyormuş gibi bir duygu hissediyorum hep ilk kitapları okurken. Beni sarsacak yeni bir yazarla mı tanışıyorum duygusunu hissediyorum kitabın kapağını açmadan önce. Esra Pekin beni hayal kırıklığına uğratmayan yazarlardan oldu diyebilirim. Yazar ilk romanında fi tarihinden bugüne taşıyor bizi. “Dün olmasaydı bugün olmazdı. Bugün dünün devamı, bugün düne bağımlı, oysa dün bugüne kayıtsızdı” diyor yazar ve yaratılmış efsaneleri Lamia’nın hikayesiyle sunuyor bize. Bir başkaldırının sembolü olan Lilith aynı zamanda feminizmin de sembolü olarak kabul görüyor. Peki kim bu Lilith? Yazar kendi diliyle şöyle tanımlıyor Lilith’i: “İsmim Lilith. Tanrı’nın Adem’le aynı anda yarattığını unutmak için adını utanmasızca tüm kutsal kitaplardan sildiği ve cennetinden kovduğu, buna karşılık ölümsüzlükle ödüllendirdiği ve yalnızlıkla cezalandırdığı, yalnızlığı şeytanla düşüp kalkarak gideren, şeytandan olma bebekleri Tanrı tarafından katledilen, Adem’in ilk karısı Lilith’im. Tanrıya başkaldıran ilk kadınım.” Kitabın ileri sayfalarındaysa yazar gözkapaklarımızı açıyor, bizi uykumuzdan uyandırıp Lilith’in gerçek hikayesini anlatıyor. Lamia’nın hikayesinde ise; var olmanın tüketimle bir olduğu dünyada insanın kendine yabancılaşmasını, hayatın sıradanlığını ölümü ve acının hayatımızdaki yerini işliyor yazar. Bu eşitsiz düzenin içinde Lamia; tüm gücüyle, güçsüzlüğüyle, suçuyla cezasıyla eşitliği sağlamaya çalışarak başkaldırıyor var olan düzene. Günümüzün tüketim toplumunda geçerlilik kazanan “Tüketiyorum, o halde varım”a cevabı ‘Başkaldırıyorum o halde varım’ oluyor Lamia’nın. Başkaldırıyor alışkanlıklara, başkaldırıyor ölüme ve başkaldırıyor acıya. Lamia; Fadiş Hanım’dan öğrendiği tahnit sanatıyla kitaplığına taşıyor ölülerini.Ve kitaplığında biriken gri Afrika papağanı, kınalı keklik, muhabbetkuşlarıyla ölüme meydan okuyor adeta ve acılarıyla birlikte ya-

şamayı tercih ediyor. “Baktıkça hatırlamak, hatırladıkça acılanmak, acılandıkça nefes almak için.” Yazara göre; ölüm kaçınılmaz bir şeydi, bir yergezendi. Sinsi, haris, selis... Belli bir istikameti yoktu ölümün ve sınır tanımıyordu. Tüm diğerleri, ölümden köşe bucak kaçadursun; Lamia’ nın hikayesinde bir alıp bir verdiği nefes kadar yeri vardı ölümün.O tıpkı Lilith’in Tanrı’dan intikamını aldığı gibi ölümü kullanıyordu öcünü almak için. Yazar, Lamia’nın modern kültüre ve insanların çılgınlıklarına karşı sade görünen ama bir o kadar da hırçın ve güçlü mücadelesi üzerinden, Habil ile Kabil, Tanrı ile Lilith gibi mitolojik kahramanlara göndermeler yapıyor. O mitolojik kahramanları Lamia’nın hikayesine aşılıyor. Bu karşılaştırmalar modern hayatın mitoloji üzerindeki gölgesini gözle görünür hale getiriyor. Aynı anda hem gerçek ve basit, hem de efsanevi. “Islakkarga; çok korkan, çekingen, ürkek demektir. Halbuki karga, ötücü kuşlar takımı içindeki en şaklaban, en cevval, en şakacı ve en zeki kuştur. Karga insanoğlunun canını öyle çok acıtmıştır ki insanoğlu da karganın suretinden öcünü alamayınca k-a-r-g-a’ nın harflerini ıslatmıştır.” Lilith’in yani Lamia’nın hikayesine tanıklık ederken sizler de birer “ıslakkarga”ya dönüşebilirsiniz. (Lilith, Esra Pekin ,Sel Yay., 120 s.)

K TAPTAN “Kendini tanrı zanneden insan, bir hayvan oldugunu unutmak için doğasını unutmaya yemin etti. Ve bu yemini tutmak için ne gerekiyorsa yapmaktan sakınmadı. Kendi koyduğu yasaların bir örümcek ağı gibi kendini hareketsizleştirdiğini anladığında, şimdiden sonra yapılabilecek bir şey olmadığını biliyordu. Bazıları için yapılabilecek tek bir şey kalmıştı: Bireysel başkaldırılarla yaşamaya çalışmak.”


Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Ümit Kaftancıoğlu

s. 4

Başkaldırıyorum öyleyse varım

s. 4

Erdem, Her Dem

Avrupa’ya ulaşan tek kitap eki oluyoruz

s. 5

Ömer Serim’den “Son Kale Fenerbahçe” / Bir Linç Belgeseli

s. 6

Margaret Meserve’in araştırmalarıyla “Türk”

s. 7

Kurt Vonnegut ve “Kedi nerede beşik nerede?

s. 8

Mecit Ünal: Gülden Terazi

s. 9

Seyyit Nezir: Ara Kablo

s. 10

KAPAK:: Hıfzı Topuz’la son kitabı “Elbet s. 11-14

Sabah Olacaktır” üzerine... Arthur Asa Berger’den “Kültür Eleştirisi”

s. 15

Cafer Yıldırım, Arkadaş Z. Özger’i yazdı

s. 16

Bir kitap bir film

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuklar için

s. 20

Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi

s. 21

Alıntı test ve Bulmaca

s. 22

Ayşe Kulin

ÖneriYorum Son okudğum kitapları söyle sıralıyorum:

1)

2) AŞKIN CEP DEFTERİ / Murathan Mungan

3)

3) ELDEBRAB’A GİDEYİM Mİ? / Selçuk Erez

Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ

1) SU / Buket Uzuner

2)

4)

. KITA P

Altıncı sayımızda, tüm okurlarımıza, tüm kitapseverlere bir kez daha merhaba derken, gerçekleştirmek üzere olduğumuz önemli bir atılımdan da söz etmek istiyoruz... Aydınlık Kitap’ın, Aydınlık gazetesinin tirajına bağlı olarak Türkiye’de en çok okura ulaşan haftalık kitap eki olduğunu belirtmiştik geçen sayılarımızda. Şimdi bir adım daha... 16 Mart’tan itibaren Aydınlık gazetesi bir ilki gerçekleştirerek, kitap ekimizi Avrupa’daki okurlarına da ulaştıracak. Yani Aydınlık Kitap Eki, yurtdışında da dağıtılan ilk ve tek kitap eki olma özelliğine kavuşacak. Milyonlarca vatandaşımızın yaşadığı, Türkiye’de yayımlanan binlerce kitabın okur bulduğu Avrupa ülkeleri bugüne dek yayınevlerimizin gündemine yalnızca, başta Frankfurt olmak üzere uluslararası kitap fuarları nedeniyle girmişken, bundan sonra Aydınlık Kitap Eki de önemli bir tanıtım köprüsü işlevi görecek. Bunun tersi de geçerli olacak kuşkusuz ki... Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre, İngiltere, Danimarka, Norveç, İsveç... Tüm bu ülkeler, çok iyi biliyoruz ki Türkiye’de yayınevlerinin, dergilerin, kitap eklerinin gündemine girme olanağı ne yazık ki çok kısıtlı olan yazarlar ve kitaplar da demek. Zorlu süreçler sonucunda yayımlattıkları kitaplarının sesini Türkiye’de de duyurmak isteyen “gurbetçi yazarlarımız”, 16 Mart’tan itibaren Aydınlık Kitap sayfalarında kendilerine daha geniş bir yer bulabilecekler. Aydınlık Kitap’ın sayfaları, bundan böyle Avrupa’da yaşayan yazarlarımızın ürünlerine yönelik tanıtımlarla daha da zenginleşecek... *** Yurtdışına dair birkaç satır daha... Aydınlık Kitap’ın editörü Pınar Akkoç 21-27 Mart tarihleri arasında Mexico’daydı... Panço Villa’nın, Emiliano Zapata’nın, Carlos Fuentes’in ülkesinin başkentinde düzenlenen uluslararası bir toplantıya katılan Akkoç, zaman bulduğu ölçüde bol bol da kitabevi gezdi. 20 Mart’ta Meksika’nın güneyinde yaşanan 7.9 şiddetindeki deprem, başkentte de hissedilmiş. Pınar Akkoç’un tanıştığı kitapçıların çoğu, Türkiye’den gelen konuklarını, deprem nedeniyle devrilen kitap raflarını göstererek, “Biraz dağınık durumdayız, özür dileriz...” diyerek karşılaşasa da, açıkçası editörümüzün çektiği fotoğraflar bizde Meksikalı kitabevi ve sahafların hayli düzenli tertipli oldukları gibi bir izlenim bıraktı! Büyük bir depremle karşılaşan Meksika halkına geçmiş olsun dileklerimizi ve Meksika’daki tüm kitabevlerine sevgilerimizi gönderiyoruz.

4) OD / İskender Pala

5)

İlk dört kitap ters sıralamayla son altı ayın kitapları. Yazarların hepsi benim dostlarım. Onların yayımlanan her kitaplarını önce mesleki bir merakla sonra da arkadaşlarım oldukları için okurum. Her birinin kitabından değişik bir tat alırım. İskender Pala’nın kitaplarının benim için ayrıca öğretici bir yanı da vardır her zaman. Tarihi ayrıntıları romanlarda yakalamak keyiflidir. 5. sıradaki Levant’ı ise, yakın tarihl ve benim ülkemin yer aldığı coğrafyayı anlattığı için ilgiyle okudum.

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

5) LEVANT / Philip Mansel

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Ümit Kaftancıoğlu (1935-1980) “Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır”

Asıl adı Garip Tatar olan Ümit Kaftancıoğlu 1935 yılında Ardahan'ın Hanak ilçesinin Koyunpınarı (Saskara) köyünde dünyaya geldi. Çocukluğu Dede Korkut boylarının zengin anlatım geleneği içerisinde, halk âşıklarının, söz sohbet bilenlerin dizinin dibinde destan, masal, türkü, efsane dinleyerek, okuyarak geçti. Köyündeki ilkokula gittiğinde diploma alacak durumdaydı. İlkokulu bitirdikten sonra köy çocuklarına açık tek kapı olan Köy Enstitüsü’ne girmek için yıllarca uğraştı, yollara düştü, Cılavuz Köy Enstitüsü’ne girdi. Kaftancıoğlu, Cılavuz Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Mardin’in Derik ilçesinde ilkokul öğretmeni olarak görevine başladı. Daha sonra Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirip bir süre Rize’nın Pazar ilçesinde Türkçe öğretmenliği yaptı. Yedeksubay olarak görev yaptığı askerlik dönüşü, TRT'nin açtığı sınavı kazanarak, Köy Yayınları bölümünde göreve başladı. TRT İstanbul Radyosu'nda “Av Bizim Avlak Bizim”, “Dilden Dile” ve “Yurdun Dört Bu-

cağından” gibi programlarla halk kültürünü, halk âşıklarını, halkın eksiğini ve sıkıntılarını mikrofona taşıdı. “Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır” demişti. Bu gözlemlerini doğrularcasına, Anadolu'yu gezerek derlemelerle halkın sözlü yazınını ve halk türkülerini yazıya döktü. Günümüzde bile sevilerek dinlenen “Evreşe Yolları Dar” ve “Yüksek Yüksek Tepeler Ev Kurmasınlar” türküleri Kaftancıoğlu'nun derlemeleri arasındadır. Radyo programcılığı yanında edebiyat dünyasında da adını duyuran Kaftancıoğlu, “Dönemeç”le (Öykü) TRT Büyük Ödülü birincilik (1970), “Hakullah”la (Röportaj) Milliyet Gazetesi Karacan Ödülü birinciliği (1972) aldı. 11 Nisan 1980’de görev yaptığı TRT İstanbul Radyosu’na gitmek için çıktığı evinin önünde, kültürün ve aydınlığın düşmanlarınca katledildi. Ümit Kaftancıoğlu’nu ölümünün 32. yılında saygıyla anıyoruz.

Başkaldırıyorum öyleyse varım! Modern kültüre ve insanların çılgınlıklarına karşı sade görünen ama bir o kadar da hırçın ve güçlü mücadele üzerinden, Habil ile Kabil, Tanrı ile Lilith gibi mitolojik kahramanlara göndermeler... CEREN ADALETSEVER Sel Yayıncılık’tan çıkan “Lilith” yazarın ilk romanı olma özelliğiyle önemini benim açımdan artıran bir kitap oldu. Yazarın başka insanların dünyalarına kendi hikayesiyle girdiği ilk roman, ilk heyecanı paylaşıyormuş gibi bir duygu hissediyorum hep ilk kitapları okurken. Beni sarsacak yeni bir yazarla mı tanışıyorum duygusunu hissediyorum kitabın kapağını açmadan önce. Esra Pekin beni hayal kırıklığına uğratmayan yazarlardan oldu diyebilirim. Yazar ilk romanında fi tarihinden bugüne taşıyor bizi. “Dün olmasaydı bugün olmazdı. Bugün dünün devamı, bugün düne bağımlı, oysa dün bugüne kayıtsızdı” diyor yazar ve yaratılmış efsaneleri Lamia’nın hikayesiyle sunuyor bize. Bir başkaldırının sembolü olan Lilith aynı zamanda feminizmin de sembolü olarak kabul görüyor. Peki kim bu Lilith? Yazar kendi diliyle şöyle tanımlıyor Lilith’i: “İsmim Lilith. Tanrı’nın Adem’le aynı anda yarattığını unutmak için adını utanmasızca tüm kutsal kitaplardan sildiği ve cennetinden kovduğu, buna karşılık ölümsüzlükle ödüllendirdiği ve yalnızlıkla cezalandırdığı, yalnızlığı şeytanla düşüp kalkarak gideren, şeytandan olma bebekleri Tanrı tarafından katledilen, Adem’in ilk karısı Lilith’im. Tanrıya başkaldıran ilk kadınım.” Kitabın ileri sayfalarındaysa yazar gözkapaklarımızı açıyor, bizi uykumuzdan uyandırıp Lilith’in gerçek hikayesini anlatıyor. Lamia’nın hikayesinde ise; var olmanın tüketimle bir olduğu dünyada insanın kendine yabancılaşmasını, hayatın sıradanlığını ölümü ve acının hayatımızdaki yerini işliyor yazar. Bu eşitsiz düzenin içinde Lamia; tüm gücüyle, güçsüzlüğüyle, suçuyla cezasıyla eşitliği sağlamaya çalışarak başkaldırıyor var olan düzene. Günümüzün tüketim toplumunda geçerlilik kazanan “Tüketiyorum, o halde varım”a cevabı ‘Başkaldırıyorum o halde varım’ oluyor Lamia’nın. Başkaldırıyor alışkanlıklara, başkaldırıyor ölüme ve başkaldırıyor acıya. Lamia; Fadiş Hanım’dan öğrendiği tahnit sanatıyla kitaplığına taşıyor ölülerini.Ve kitaplığında biriken gri Afrika papağanı, kınalı keklik, muhabbetkuşlarıyla ölüme meydan okuyor adeta ve acılarıyla birlikte ya-

şamayı tercih ediyor. “Baktıkça hatırlamak, hatırladıkça acılanmak, acılandıkça nefes almak için.” Yazara göre; ölüm kaçınılmaz bir şeydi, bir yergezendi. Sinsi, haris, selis... Belli bir istikameti yoktu ölümün ve sınır tanımıyordu. Tüm diğerleri, ölümden köşe bucak kaçadursun; Lamia’ nın hikayesinde bir alıp bir verdiği nefes kadar yeri vardı ölümün.O tıpkı Lilith’in Tanrı’dan intikamını aldığı gibi ölümü kullanıyordu öcünü almak için. Yazar, Lamia’nın modern kültüre ve insanların çılgınlıklarına karşı sade görünen ama bir o kadar da hırçın ve güçlü mücadelesi üzerinden, Habil ile Kabil, Tanrı ile Lilith gibi mitolojik kahramanlara göndermeler yapıyor. O mitolojik kahramanları Lamia’nın hikayesine aşılıyor. Bu karşılaştırmalar modern hayatın mitoloji üzerindeki gölgesini gözle görünür hale getiriyor. Aynı anda hem gerçek ve basit, hem de efsanevi. “Islakkarga; çok korkan, çekingen, ürkek demektir. Halbuki karga, ötücü kuşlar takımı içindeki en şaklaban, en cevval, en şakacı ve en zeki kuştur. Karga insanoğlunun canını öyle çok acıtmıştır ki insanoğlu da karganın suretinden öcünü alamayınca k-a-r-g-a’ nın harflerini ıslatmıştır.” Lilith’in yani Lamia’nın hikayesine tanıklık ederken sizler de birer “ıslakkarga”ya dönüşebilirsiniz. (Lilith, Esra Pekin ,Sel Yay., 120 s.)

K TAPTAN “Kendini tanrı zanneden insan, bir hayvan oldugunu unutmak için doğasını unutmaya yemin etti. Ve bu yemini tutmak için ne gerekiyorsa yapmaktan sakınmadı. Kendi koyduğu yasaların bir örümcek ağı gibi kendini hareketsizleştirdiğini anladığında, şimdiden sonra yapılabilecek bir şey olmadığını biliyordu. Bazıları için yapılabilecek tek bir şey kalmıştı: Bireysel başkaldırılarla yaşamaya çalışmak.”


Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

5

Erdem, her dem MURAT HATUNOĞLU Zordur, herkese lazım olan bazı şeylerin tanıtımını yapmak. Mesela bir takvimin reklamını yapamazsınız kolay kolay ya da bir terazinin. Terazidir, takvimdir işte ve herkese lazım gelir. Ömrün son yaprağı kopana kadar bakılandır takvim; yaprağın komşusu yemişi, göveriyi ağırlayandır terazi. Diyemez ki insan, benim takvimim daha doğru, daha güzel diye; ancak bakar, öğrenir, geçer. Antik Yunan filozofları da böyledir, âdeta attığımız her adımda, konuştuğumuz her konuda ve hatta beyin kıvrımlarımızdan çıkan her fısıltıda vardır nefesleri. Kimin söylediğini biliriz ya da bilmeyiz, “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” cümlesini söyleriz örneğin. “İnsan önce kendini tanımalı, kendini bilmeli”, vazgeçilmez öğütleridir ninelerin. Hâlbuki bu sözler milattan dört yüz elli yıl evvel yaşamış Sokrates’in. Nereden biliyoruz? Onun mirasını bin yıllarca sildirmeyen öğrencisi Platon’dan, onun Sokrates adıyla yazdığı diyaloglarından. Malumdur, Platon, Devlet’inde de, “Şölen”inde nice eserinde de hocasını sordurur, konuşturur. Yazılı hiçbir eser bırakmayan hocasının binlerce yıllık taşıyıcısı olur. Böylece, Platon Sokrates’le, Sokrates Platon’da var olmuş olur. Felsefe ve matematiğin 20. yüzyıldaki ileri gelenlerinden Alfred North Whitehead, “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir” der. Acaba ona bunları söyleten şey nedir? Platon’un erdemi midir? Eğer öyleyse ondaki erdem nereden gelmektedir?

Acaba erdem öğrenilebilir bir şey midir? Sahi, erdem tam olarak nedir? Bu sorulara –büyük ölçüde- yanıt veren “Menon”u okumadan ve konuşmadan önce Platon’a ve onun hayatındaki uğrak noktalarına göz atmak gerekir. Furkan Akderin’in Eski Yunancadan çevirdiği Menon’u yayıma hazırlayan Ahmet Cevizci, kitabın ilk bölümünde bu uğraklardan gayet doyurucu bir şekilde bahseder, böylece bu kıymetli çalışmayı “önsözü okunmadan atlanan kitap” olmaktan kurtarır. Bilindiği üzere, Platon’un Sokrates’le tanışması, politik kariyerinden, tragedya yazarlığından ve doğa felsefesi araştırmalarından kopuşuna ve Sokrates’in yaşadıklarına en yakından şahit oluşuna vesile olur. Bu sayede “gelmiş geçmiş en adil insan” olan hocasına reva görülen haksızlıkları ve düzenin bozukluğunu gözlemler ve Sokrates’in idamı Platon’a Devlet’i yazdıran itici erki verir. Bu arada da Mısır’a, oradan da İtalya’ya uzanan ve yıllar yılı sürecek bir görüm ve öğrenim seyahatine çıkar. Seyahatin sonunda –korsanların eline düşüp köle olmaktan son anda kurtulup- meşhur Akademi’yi, Avrupa’nın ilk büyük eğitim ve araştırma merkezini kurar. Akademi’de bilim ve felsefe temelli bir politika eğitimi verilir. Platon’un yaklaşık otuz yapıtı sayesinde de Akademi dışındaki insanlar da aydınlanmış olur. Menon, Platon’un diyalogları arasında en çok göze çarpan diyaloglardandır. Matematikle alakası olmayan bir köleye geometri problemi çözdürmeye çalışmak gibi ilginç bir deneyimi de içeren metin, Menon isimli bir

gencin, “Sokrates sence erdem öğretilebilir midir? Yoksa erdem eylemlerle mi anlaşılır? Belki de bir insanı erdemli yapan şey eğitim ya da eylemler değil doğal bir yetenek ya da başka bir şeydir” demesiyle başlar, erdemi işler, anımsama kuramına dokunur. Ve Platon’un edebiyatla felsefeyi birleştirdiği muhteşem papirüsünü önümüze serer. Bizler de terazimize bakar, anlattıkları iki bin beş yüz yıllık takvim yapraklarından ağır gelen Platon’a şaşarız. (Menon Platon (Eflatun) Say Yayınları Çev. Furkan Akderin, 96 s.)


6

6 N SAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

ÖMER SER M’DEN “SON KALE FENERBAHÇE / B R L NÇ BELGESEL ”

Fenerbahçe’yle başa çıkamazlar! Asl nda “Futbol’da da Birinci Cumhuriyet’in sonuna gelindi” diye “müjde” veren Taraf ya da yanda medyan n di er numunelerinin yay nlar na bakmak bile “ ike operasyonu” ad alt nda asl nda ne gerçekle tirilmek istendi ini anlamaya yetecekken, bir de kitap yaz ld ve iyi ki de yaz ld maat Fener’le başa çıkamaz…” TUNCA ARSLAN Aydınlık yazarı Hikmet Çiçek, ATILMAK STENEN “Futbolun İmamı Kim?” başlıklı ÇAMURUN BELGESEL yazısında futbol dünyamızda Aslında Taraf ya da yanyürütülen “şike” soruşdaş medyanın diğer nuturmaları ve operasÖmer munelerinin yonla ilgili olarak, 3 , rim Se yayınlarına bakmak Fenerbahçe ve z mu Tem bile “şike operasErgenekon bağz yonu” adı altında Azi e 1’d 201 lantısı kurmaya aslında ne gerçekçalışanlar olY ld r m’ n leştirilmek istenduğunu ileri gözalt na al nmas yla diğini anlamaya sürmüş, “Feba layan süreci yetecekken, bir nerbahçe tarigün gün izliyor, bölüm de kitap yazıldı ve katların nüfuz ç “lin da a nd iyi ki de yazıldı. lar ara edemediği 1969’da çalışden ender kulüplerikültürü”n maya başladığı mizden biridir. örnekler TRT’de pek çok Galatasaray, Beşikveriyor önemli program ve “Yortaş, Trabzonspor, Burgun Savaşçı” gibi dizilerin saspor ve daha birçok yapımcılığını üstlenen ve bu dizikulüpte tarikatlar hem yönetici nin 12 Eylülcülerce yakılması hem de futbolcu düzeyinde fink hakkında “Devlet Yapar, Devlet atarken Fenerbahçe bunlara kapıYakar-Yorgun Savaşçı Olayı” sını sıkıca örttü. Kuşkusuz bunda (2002) başlıklı bir kitap yayımlaAziz Yıldırım’ın rolü büyüktü” deyan, 2006’da “Türk Televizyon mişti. Tarihi”, 2010’da “Ver Bi TV Bol Yalnızca, Galatasaray taraftarı Küfürlü Olsun” adlı iki kitaba olduğu yakın çevresi tarafından iyi bilinen Çiçek değil, olayları ve Tür- daha imza atan Ömer Serim, bu kiye’yi iyi izleyen başka yazar ve yo- kez “Son Kale Fenerbahçe-Bir Linç Belgeseli” adlı çalışmasıyla rumcular tarafından da dile okurlara sesleniyor. Hemen begetirilen bu gerçek, çok farklı bir odak tarafından, Taraf gazetesi ara- lirtelim, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Spor Yacılığıyla da “Futbol cazarları Derneği menmiasında da Birinci subu olan Serim, Taraf Cumhuriyet’in soFenerbahçe’nin nuna gelindiği” in gazetesin de kongre şeklinde “müjtbol “Fu üyesi. deleniyordu”. da a nd ias cam “Medya Fenerbahdediğimiz, i inc Bir çe’ye karşı benim de Başkan Aziz Cumhuriyet’in mensubu Yıldırım sonuna gelindi i” olduğum üzerinden demesi bile ve sürekli yürütülen basın karher eyi tüm operasyon ve tını taşıdıgri propaganda ç plakl yla ğım camiadaki kampanyası, Feanlat yor bazılarının haknerbahçe Yüksek sızca ve art niyetli Divan Kurulu Başkanı davranışını gün yüzüne çıYüksel Günay’a göre ancak karmak için yazıldı bu kitap. bir “polis devleti”nde görülebilirdi. Bu kitap Fenerbahçe’ye atılFenerbahçe taraftarları ise olan mak istenen kir ve çamurun, bitene teşhisi şöyle koymuştu: “Ce-

vurulmak istenen kara lekenin belgeselidir. Bu kitap ona yapılan haksız ve dayanaksız linçin belgeselidir” diyen yazar, ilginç bir kurguyla tarihteki belli başlı fiziksel-sosyal linç olaylarını ve gözden düşürme-karalama kampanyalarını da çalışmasına dahil etmiş. Çalışmasına Fenerbahçe’nin anlamını ve kulüp tarihinden bazı unutulmaz olayları anlatarak başlayan Ömer Serim, Cumhuriyetin kazanımlarının birer birer yok edildiğini, Ergenekon adıyla ne olduğu belli olmayan bir kavram yaratılarak gazetecilerin, siyasetçilerin, bilim adamlarının yazarların cezaevlerine tıkıldığını, yazılmayan kitapların yasaklandığını, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin “hasta” haline getirildiğini, Fenerbahçe’ye saldırının da bunun bir parçası olduğunu vurguluyor.

Aziz Y ld r m

GÜNÜMÜZDE “LYNCH KÜLTÜRÜ” “Son Kale Fenerbahçe 3 Mayıs 1918 günü Mustafa Kemal Paşa’nın arkadaşlarıyla birlikte oturduğu sırada o günün oynanan FenerbahçeGalatasaray maçının 3-3 bittiğini öğrenmesi üzerine Galatasaraylı olduklarını bildiği Necati Bey, Ruşen Eşref Ünaydın Bey, Necmettin Sadak Bey’e dönerek, Vasıf Çınar Bey ve Sabri Toprak Bey’i işaret ettikten sonra ‘Biz de burada üçe üçüz; çünkü ben de Fenerbahçeliyim’ dediği kulüptür” diyen Serim, sonrasında 3 Temmuz 2011’de Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınmasıyla başlayan süreci gün gün izliyor, bölüm aralarında da, yukarıda belirttiğimiz gibi “linç kültürü”nden örnekler veriyor. Örneğin kavrama adını veren, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında astığı astık kestiği kestik bir mahkeme başkanı olan Charles Lynch’in, sonradan “Lynch Kanunları” olarak adlandırılacak keyfi ve işkenceli yargılamalarını vurgulayan Ömer Serim, Fenerbahçe’nin de tıpkı Türkiye’de son beş yılda yaşanan keyfi yargılamalar gibi bir “linç kanununa” kurban edilmek istendiğini vurguluyor. Operasyonla, “Ben herkese dokunurum” mesajının verilmek istendiğini belirten yazar Serim, dileriz ki yakın gelecekte elimizdeki kitabın belgesel filmini çekmeye de fırsat bulsun. (Son Kale Fenerbahçe, Ömer Serim, Nokta Kitap, 304 s.)


Aydınlık KİTAP

MARGARET MESERVE’IN ARA TIRMALARIYLA “TÜRK”

Avrupa’nın “öteki”si... Avrupa’nın Türkleri tanıma çabasının, Türk korkusunun ve Türklere karşı önlem alma arzusunun ilginç yansımalarından biri de ortaya çıkıyor Meserve’nin kitabında...

REHA GÖNENÇ Latince bir atasözü, “No es facile ser turco” der, yani “Türk olmak zordur!”... Bundan daha zor olanı ise hiç kuşku yok ki Türk’ün tanımını yapmak, kökenini bulmaktır. Özellikle Avrupalılar bu konuda çeşitli teoriler geliştirmişler, Türklerin kökeni konusunda da en az “Türlerin Kökeni” kadar kafa yormuşlar. Birisi, “İri yapılı, beyaz tenli, güzel Osmanlı”nın Türk olduğuna dair fikir yürütürken, bir diğeri “Küçük Asya kanı ile Tatar-Moğol ve sarı ırk kanının birleşiminden” ortaya çıkartmış Türkleri... Avrupa tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan ve halen Notre Dam Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Margaret Meserve de “Türk” adlı çalışmasında benzer bir çalışmanın içine girmiş, Batı-Doğu, Hıristiyanlık-İslamiyet eksenleri üzerinden Türk kimliğinin peşine düşmüş. Elbette ki Batı bakış açısından ve Batılıların meraklarını gidermek üzere kaleme alınmış bir kitap elimizdeki ve önemli vurgularda bulunmakla birlikte ortaya attığı sorulara yüzde 100 net yanıtlar verdiğini söylemek zor. “Türkleri araştırmak da zordur” gerçeğinin üstünden gelmek için ciddi ve oldukça bir titiz bir çalışma gerçekleştiren Meserve, ilk kez gün ışığına çıkar-

tılan belgelere de yer veriyor. Ünlü tarihçi Cemal Kafadar’ın “Özenli bir araştırma ve zengin kaynak kullanımı sonucu ortaya çıkmış özgün ve etkileyici bir çalışma. Rönesans, Ortaçağ, Osmanlı, Türk ve İslam üzerine araştırmalar yapanlar ile birlikte Avrupa’nın kendisi dışındaki toplumlara dair bakışını öğrenmek isteyen okurlar için eşi bulunmaz bir kitap” dediği “Türk”, 552 yılına ait Çin vakayınamelerinde, Moğolistan’da efendilerine karşı isyan eden ve bağımsızlık ilanında bulunan bir klana “Türkler” denilmesinden Bizans belgelerine, Osmanlı döneminde “Türk” kavramının aşağılayıcı anlamından Truva Türklerinin kroniklerine kadar geniş bir alanda at sürüyor bir bakıma... Avrupa’nın Türkleri tanıma çabasının, Türk korkusunun ve Türklere karşı önlem alma arzusunun ilginç yansımalarından biri de ortaya çıkıyor Meserve’nin kitabında... Yazar tarafından bizzat vurgulanmasa da anlıyoruz ki Türk, Avrupalı için “öteki”dir ve tarihte olduğu gibi bugün de büyük bir “ötekileştirme”ye maruz kalmıştır. Bunu da çaya çorbaya “ötekileştirmeme” ekseninden yaklaşan liberallerimizin dikkatine sunmuş olalım. (Türk, April Yay., Çev: Mehmet Tanju Akad, 552 s.)


Aydınlık KİTAP

Kedi nerede beşik nerede? MELİS YALÇIN Amerikan yazın tarihinin en büyük hiciv ustalarından Kurt Vonnegut’ın 1963 yılında yayımlandığında olay yaratan gezegenin sonuna dair kitabı “Kedi Beşiği” yeni çevirisiyle April Yayıncılık’tan çıktı. Yazar, “Kedi Beşiği”nde diğer kitaplarında da olduğu gibi bilimkurguyu savaşı lanetlemenin ve Amerikan rüyasını topa tutmanın bir aracı olarak kullanıyor. Öte yandan Bokononculuk diye sahte bir din inşa edip din icat etmenin ne kadar kolay olduğunu okuyucuya göstererek bir anlamda Tanrı’yla hesaplaşıyor. “Daha genç bir adam olsaydım, insanın aptallığının tarihini yazardım; McCabe Dağı’nın zirvesine tırmanır, tarihçemi yastık yapıp sırtüstü uzanırdım; sonra da insanları heykele çeviren mavi-beyaz zehirden bir parça alırdım yerden; yüzünde korkunç bir sırıtmayla sırtüstü uzanmış bir heykele çevirirdim kendimi, yukarıya doğru nanik yaparken, İsmi Lazım Değil’e.” Mizah ve ironiyle yoğrulmuş hikâyemiz, John’un ilk atom bombasının Japonya’daki Hiroşima’ya atıldığı gün, bu işle ilgili insanların neler yaptığıyla ilgili bir kitap yazmaya başlaması ve atom bombasının mimarlarından Fenix Hoenikker’in çocuklarına ulaşmasıyla başlıyor. Saf bilimle uğraşan, ne ailesi, ne insanlığı ne de icatlarının sonuçlarını umursamayan Hoenikker daha önce atom bombası yüzünden iki kentte hayatın sonunu getirmiş olmakla yetinmeyecek ve ölümünden sonra buz-dokuz gibi bir icadı pervasızca ortalığa bırakarak tüm dünyanın sonunu getirecektir. John ise “Dünya’nın Sona Erdiği Gün” adını vermeyi planladığı kitabı yazarken, kitabın sonunda kitabı okuyacak kimsenin kalmayacağı gerçeğiyle yüz yüze kalacaktır. Ve bu ona insanlığın kendi kendini yok eden aptallığını düşünme fırsatı verecektir. “Bir de aklıma önceki gece

okuduğum Bokonon’un On Dördüncü Kitabı geldi. On Dördüncü Kitap’ın başlığı şöyledir: ‘Son Bir Milyon Yılın Deneyimleri Göz Önüne Alındığında Düşünceli Bir İnsan İnsanlık İçin Ne Kadar Umut Besleyebilir?’ On Dördüncü Kitap’ı okumak pek uzun sürmez. Yalnızca bir kelime ve bir noktadan ibarettir. Şöyle yazar: ‘Hiç.’” 20. yüzyıl Amerikan post-modern bilimkurgu yazarı Kurt Vonnegut’un romanlarında genel olarak savaşın anlamsızlığından ve modern insanın deliliklerinden dem vurmasında kuşkusuz İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da askerlik yapmasının ve savaştan çok etkilenmesinin payı vardır. Yüz yirmi bin kişinin öldüğü Dresden Bombardımanı’nda hayatta kalan ve 1945’te Almanlar tarafından savaş tutsağı yapılan yazar, savaştan sonra antropoloji eğitimi alıp, gazeteci ve reklam yazarı olarak çalışmıştır. Başlangıçta bilimkurgu üzerinde yoğunlaşan yazarın ilk romanı “Player Piano” (Otomatik Piyano) bu dalda yazara büyük övgü kazandırmıştır. Sonraki eserlerinde bilimkurgudan uzaklaştığını belirtse de yazdığı kitaplarda etkisi hâlâ görülebilir. “On iki yaşımdan beri filtresiz Pall Mall’dan başka sigara içmedim. Ve yıllar var ki Brown & Williamson, hem de paketin üstüne yazarak, beni öldürmeyi vaat ediyor. Ama artık seksen iki yaşına geldim. Eksik olmayın sizi pislikler” diyerek paketin üstündeki taahhüdüne uymadığı gerekçesiyle, sigara şirketine milyon dolarlık dava açacağı şeklinde bir espri yapan Vonnegut, 11 Nisan 2007’de seksen dört yaşında hayata veda etmiştir. (Kedi Beşiği Kurt Vonnegut April Yay. çev. Serkan Göktaş 256 s.)

sulanan kurbağa Ağzı bira bardağına sevgidir’

de ona ‘Tanrı r muydu- girmişti. Ben “Dr. Hoenikker ile konuşu .” dedim Faust’a. nuz?” diye sordum Bayan “O ne dedi?” ko sık k pe la un ? Sevgi “Aaa, tabii ki. On “Şöyle: ‘Tanrı nedir nuşurdum.” ngi bir nedir?’” “Aklınızda kalan herha “Hımm.” sevgidir, sohbetiniz var mı?” “Fakat Tanrı gerçekten e kesin, “Dr. ust Fa yan Ba “Bir defasında kendisin di bilirsiniz,” de eem ley söy şey bir led rse desin öy ir.” likle doğru olan hse Hoenikker ne de ba le nim be ir da yeceğime


Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

MEC T ÜNAL

6 N SAN 2012 CUMA

9

Ahmet Rasim ve gözetim altında muharrir olmak… İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında, yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan Ayaklarını bir leğen dolusu suya sokmadan başlayamayanlar… Yatağa girip başına bir buz torbası oturtmadan kendilerine gelemeyenler… Birkaç saat kestirmeden, bir bardak su, bir kadeh içki içmeden, bir lokma bir şey yemeden, her günkü alışkın olduğu yer ve zamanı, kağıt ve kalemi, daktilo veya bilgisayar olmadan tek sözcük yazamayanlar… Yazarların nasıl yazdıkları öteden beri merak edilen, zaman zaman dergilerin soruşturma yaptıkları konulardan biridir. Anılar, inceleme yazıları, konuyu enine boyuna ele alan tezler, kitaplar var. Bunlardan biri de Ahmet Köklügiller’in IQ Kültür Sanat Yayıncılık’tan çıkan “Nasıl Yazıyorlar” adlı kitabı. Kitap, ortalama okurun merak edeceği soruların cevaplarını verme amacı dışında öğretmenler ve öğrenciler için de bir kaynak durumunda. Yazarlar yazmaya nasıl hazırlanıyorlar, nasıl, hangi ruhsal ve fiziksel ortamda yazıyorlar, yazmak için günün belirli bir saatini mi seçiyorlar? Konuyu nasıl buluyorlar? Yazarken duydukları dinsel, siyasal bir endişe var mı; kendilerini özgür hissederek mi yazıyorlar? Okuru düşündükleri oluyor mu gibi soruların yanıtları aranarak hazırlanan kitap Türkiye’den 150’yi aşkın şair ve yazarın hangi ortamda ve nasıl yazdıklarına yer vermiş.

RLER N TIRNAKLARININ ÜSTÜNE YAZAN A R Yakup Kadri, bir sayfada aynı kelimenin iki defa tekrarlanmasına razı olamayıp gece uykusundan uyanır, onu siler, yerine başkasını yazarmış örneğin. Uzun yıllar bir çalışma masasına sahip olamayan Haldun Taner, vapurda, dolmuşta, yürürken, ayakta veya evdeyse ya ütü masasında ya da yemek masasında yazarmış. Aziz Nesin, odanın kapısını, penceresini sımsıkı kapatanlardanmış. Cahit Sıtkı ise, nasıl yazdığını bilmeyenlerden… Yemek yerken veya yolda giderken ansızın bir dizenin gelivermesiyle dünyası birdenbire aydınlanırmış şairin. Kendisi değişik saatlerde, değişik durumlarda, yavaş ilerleyerek, sıkıntısını yaşayarak, yanlışıyla doğrusuyla artık ortaya bir şey çıkmalı sabırsızlığıyla esinin bir birikim olduğunu söylemişse de; Cemal Süreya, Behçet Necatigil’in daha çok nereye yazdığını araştırmıştır “Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı” başlıklı şiirde. Şairin şiirlerini “bir şey çıkmamış biletlerin arkasına”, “İlaç kutularının üstüne”, “kâğıt peçetelere”, “plastikten oyuncakların üstüne” yazmış olduğu kanısındadır Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın ustaya küçük bir çalışma odası istediği şiirin son kısmı şöyle: “Koca Barbaros’a karşın Beşiktaş biraz odur artık, Küçük bir oda versinler Kehribar yüzü öylece kalsın - Nereye mi yazardı dizelerini Tırnaklarının üstüne yazardı” ete.com mecitunal@aydinlikgaz

MÜSTEAR ADLA YAYIMLANAN DERG Benzer bir soruşturmaya verilen bir yanıt da taa 86 yıl önceden: “Sayın Yazar Hanım, İstekli olarak çalıştığım, yazı yazdığım zamanlar beş altı saatlik deliksiz denilen uykulardan

sonradır. Uyandığım zaman gece olmalıdır. Güneş doğmuşsa hemen tembellik basar. Arada öğleden sonra da çalışır, yazarım. Ama her halde sabaha bir iki saat kala çalıştığımın, yazdığımın tadını, zevkini öğleden sonraki çalışmalarımda bulamam.” (Anılar ve Söyleşiler, Çağdaş Yayınları, 1983, sf. 13). “Sevimli Ay” dergisinin “Muharrir ve ediplerimiz nasıl yazarlar” başlıklı soruşturmasına verdiği yanıtlara Ahmet Rasim, bu sözlerle başlıyor. Hitaptaki “Sayın Yazar Hanım”, Sabiha Sertel’den başkası değil. “Sevimli Ay” ise, basın yayın ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri olan, yayınını bir süre de böyle sürdürmesi zorunluluğu ortaya çıkmış bulunan “Resimli Ay” dergisinin, denilebilirse, “müstear” adlarından biri. Bugün de pek çok örneğini görüp yaşadığımız, doğrudan ya da dolaylı yollardan gelen hükümet baskısıyla yayınından alıkonulan dergi ve gazetelerin ne ilki ne de sonuncusu “Resimli Ay”. 1 Şubat 1924’te yayın hayatına başlayan derginin hedefi de, bu türlü baskıları mukadder kılacak nitelikte zaten o zamanlar. Sorumlu müdür Zekeriya Sertel’in hedeflediği şey son derece mutevazı oysa: Okuyucuların okuma ihtiyaçlarının doyurmak ve memleketimizde gerçek bir halk dergisi kurmak! Tevazu tersinden alınınca, daha yayınının başında Cevat Şakir’in “Asker Kaçakları Nasıl Asılır?” başlıklı yazısı Zekeriya Sertel’in de yazarla birlikte İstiklal Mahkemesi’nce 3 yıl Sinop’ta kalebentliğe mahkûm edilmesine neden olur. Yönetimini Sabiha Sertel’in üstleneceği dergi, bundan sonraki yayınını, önce “Sevimli Ay” daha sonra da “Resimli Perşembe” adlarıyla sürdürecektir.

NÂZIM H KMET VE PUTLARI YIKMA KAMPANYASI “Resimli Ay”ın 1924-28 ile 1928-30 yıllarını kapsayan iki dönemi var. İlk dönemdeki kadrosunda Ahmet Rasim, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Yusuf Ziya Ortaç, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem Talu, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Ahmet Nuri, Selim Sırrı Tarcan, Mahmut Yesari, İbn-ül Refik gibi yazarları toplayan “Resimli Ay”, dergi yayıncılığına biçim ve içerikte de yenilik getirecektir. İkinci döneminde toplumcu-gerçekçi bir çizgiye yönelen dergi, kadrosunu Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin gibi yazarlarla birlikte ilerici ve sosyalist görüşlere açar. Derginin bu dönemdeki en önemli yayını, “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıdır. “Resimli Ay”ın, kısa zamanda sol yazarların toplandığı bir dergi haline gelmesi ve polis tarafından izlenmesi, derginin Zekeriya Sertel dışındaki ortaklarını tedirgin eder. Bu ortaklar, Nâzım Hikmet başta olmak üzere ilericisosyalist yazarların kadrodan çıkarılmasını isterlerse de Sertel’ler buna karşı dururlar. Bu da derginin sonu olur.

HAF YELER N GÖZET M ALTINDA YAZMAK Ahmet Rasim’in, “Sevimli Ay”ın “nasıl yazıyorlar” soruşturmasına verdiği yanıt, derginin Ha-

ziran 1926 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır. “Resimli Ay”ın birinci döneminin sürekli yazarlarından olan Ahmet Rasim’in ölümünün 50. yılı için Nuri Erten’in hazırladığı, ancak 51. yılında yayımlanabilen “Anılar ve Söyleşiler”de yer alan yazıların büyük çoğunluğu “Resimli Ay”, “Sevimli Ay” ve “Resimli Perşembe”de yayımlanan yazılardan oluşmaktadır. Ahmet Rasim’in kitapta yer alan, Abdülhamit döneminde yazarlık yüzünden neler çektiğini anlattığı, Vedat Günyol’un deyişiyle “birbirini bütünleyen on dört nefis yazı”sının her biri yazarın soruşturmaya verdiği yanıtların açılımı olarak da algılanabilir. Nitekim on dört yazının, yanıtın hemen ardından sıralanması da bu görüşü doğrular nitelikte. “Yazarlık Yüzünden Neler Çektim/Ekmekçi de Veresiye Vermeyeceğini Söyledi”, “Eşim Doğurmak Üzereydi, Cebimde On Para Yoktu”, “İlk Tutuklanmamdı, Ama Tutukevinde Kimse Yoktu”, “Avrupa’dan Para Alıyorum Diye Nasıl Jurnal Edilmiş, Sonra Nasıl Kurtulmuştum?”, “Evim Basılarak Cephane Araması Yapılmıştı”, “İki İmparator Arasında Aç Susuz”, “Muhabirliğe mi Geldik, Dilenciliğe mi” başlıklı, konusunu hemen daha başlığında veren yazılar, yazarın Abdülhamit’in “gölge hafiye”lerinin sürekli gözetim ve denetimi altında nasıl yazı yazıldığını gösteren birer tanığı durumunda.

GERÇE N D LE GET R LMES N N BEDEL İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan. Gazetecilikte başına gelenleri –bir tarihte hovardalıkta baskına uğramasını bile- başkasının başından geçmiş gibi anlatması, “her gerçek güzeldir” diyen Ahmet Rasim’i bugün de güncel ve okunur kılan özelliklerin başında geliyor. Her gerçek güzeldir ancak, gerçeğin dile getirilmesinin de bir bedeli vardır. Bu bedel de çoğu kez işsizlik, yoksulluk, açlık ya da hapislikle ödenir. “Nasıl yazıyorlar” türünden soruşturmalarda biçimsel şeyler değil ilgi çekici, özgün ve önemli olan; yazarın içinde var olduğu – bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel- bütünlüklü yaratıcı ortam elbette. Bu bir “fildişi kule” de konforlu ve geniş bir çalışma masası da olabilir, yoksul bir evde bir dikiş makinesinin üstü de, bir hapishane hücresinde karton kutulardan yapılma dizüstü tahtası da. Bir sarayda gecekondudaki gibi yazılmaz. Ne yaşıyorsa onu yazar insan, nasıl yaşıyorsa öyle yazar. Zaman akar, her şey geçer, yazı kalır sonuçta. Son sözü Ahmet Rasim söylesin o halde: “Bence, istediğim gibi yazılmış bir makalenin, bir kitap bölümünün verdiği hazzı anlatacak hiçbir deyim yoktur. Sıkıntı ve üzüntümü bile bunların karşısında unuttuğum pek çoktur”.


10

6 N SAN 2012 CUMA

SEYY T NEZ R

Aydınlık KİTAP

ARA KABLO

Şair sesleniyor: “Kaldır başını magazinden Türkiye” Deniz Saraç, “Kuru aklın estetize edilmesidir aşk” dedikten sonra, Brecht ve Neruda’ya yaslanarak, şöyle belirliyor tavrını: “Bizim şiirimiz geleceğin güzelliğine inananların düşüdür. Bir ütopyanın peşinden koşar gece gündüz.”

zete.com seyyitnezir@aydinlikga

Şiirin geçen ayki zaman tünelinde (Mart 2012) ilginç ayrıntılara yakalandıkça es geçemiyor ve değinmek zorunda kalıyorum. Umarım şiirseverleri sıkmıyorumdur. Türkiye’nin onca yoğun gündeminde şiire bu kadar kafayı takmak da ne ayak? sorusunu sözcük başı işitir gibiyim. Yenişehirli Avnî’nin beyitiyse kulaklarımda çınlıyor: “Kimse idrâk etmedi mânâsını dâvâmızın / Biz dahi hayranıyız dâvâ-yı bî-manâmızın”. Kaldığımız yerden devam: “Baykuş”, çok gösterişli ama umulanı 2. sayısında bile vermekten halâ uzak bir dergi. Sanki yazılar okunmasın diye tasarlanmış karanlık görsellik baykuşun doğasına uygun olabilir ama insanın değil. Ramazan Bayat’ın “Üçüncü Şahsın Şiiri” üzerine değerlendirmesi de, tıpkı Kafka ve Neyzen Tevfik üstüne yazılanlar gibi güme gitmiş... Dergide Gökbörü Mete, Doğacan Onaran, Oğuz Tutal, Anıl Akbulut, Figen Çelik, Tülay Karahasan’ın şiirleri var. “BerfinBahar”da, Mehmet Genç, Atatürk’ün Yahya Kemal’e verdiği dersi anımsatıyor (S: 169): “Hiçbir şair divan edebiyatına yeni kelimelerle nefes veremez... Ölü, ölüdür şair!” Yenişehirli Avnî, 50 yıl sonra bu sözlerin edileceğini bilmiş gibidir: “Alimallah garazım bir yola hâk olmaktır / Âlemin devlet ü ikbaline mâil değilim”... Hasan Hüseyin Yalvaç ve Semih Poroy, 18 Şubat’ta yitirdiğimiz Nebi Dadaloğlu’nu anlatıyorlar. Poroy, “yaşamındaki acılarla yürümesini bilmiş bir ozan evliya” diyor... Hakan Bilge’nin “Ölümde Aşk” yazısı, hem felsefe hem sanat açısından önemli bir temayı irdeliyor: “Arzunun nesnesi ulaşılmaz mıdır? Öteki imkânsız mıdır?” Dergide, Sanatçılar Girişimi bildirisi, Aydınlık’ın haberi (01.03.12) ve Seyyit Nezir’in “Sanatçılar Girişimi Umut Veriyor mu?” başlıklı, sessiz ama yaygın tartışılan yazısı (04.03.12) da yer alıyor... Vecihi Timuroğlu, “Kürşat’a” adlı anma şiirini, “Devrim bahçesinde gezer gibi / Girerler dünyama tekmil / Güzelliğin seher kapısından” dizeleriyle bitiriyor... “Çarmıhtaki Yeni Mehmet” şiirlerini bugün daha da etkilenerek okuduğumuz Yılmaz Gruda, “Josef Fuşe”yi şöyle anlatıyor şiirinde: “Bir insan kıymığıydı o: / Üç murç vuruşuyla yontulmuş / Küften, pastan, hırstan /…/ Halâ sürüyor kalıtı: / Yok gerek şimdi / Dökmeye tek tek / Hileyi, desiseyi / Yetiyor / Yetiyor işte / ‘Fuşe!’ demek”... İbrahim Eroğlu; Metin Göktepe, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Turan Dursun ve Ceylan Önkol’u da anarak, “Uyanış”a çağırıyor okurunu: “Kaldır başını magazinden Türkiye / Biraz da yarım metrelik bir duvardaki ölüm öyküsünü dinle”... Güngör Gençay, gülsuyu içenlerle ülkenin nöbetçilerini şiirinde aynı zamirde buluşturmakla iyi mi ediyor: “Nöbeti sürdürenler öylesine mutlu ki / Gülsuyu içiyorlar maşrapalarla”... Evin Okçuoğlu, “devrim şarkısı dudaklarımızda” diye bitiriyor şiirini; oysa alanlar dudaktan daha çok yakışır devrim şarkısına... Cihan Barış Budak’ın şiiri nefes darlığına girdi bu aralar: “Dağınık, darmadağınık sol dünyam”... Alpaslan Akdağ, adı bir garip şiirinde, ülkenin bugünlerine uyan bir imge ve söylem yakalamış: “bir cinayet mahallinde suçüstüyüm sevgili!” Ne ki yakaladığı anda kaçırmış; tıpkı şiirinde söz ettiği düş gibi... Süleyman Unutmaz’ın çok incelikli eleştirilerle yüklü “Zamanımızın Bir Kahramanı” şiiri “Dergâh”ın kapısında karşılıyor bizi (S: 265): “Tanrının

dizi dibinden ayrılmayansın / Kelimelerimizi boşa çıkaran”... Selçuk Küpçük, ülkenin şiir birikimini söylem olarak çok iyi içselleştirdiği izlenimi uyandırıyor: “bir resul mutlak geçmiş olmalı buradan geceleyin konuşarak / yoksa nerden bileceğiz biz kitabı, inciri ve zeytini”... Hakan Özçelik, aruzu günümüz Türkçesine uygulamanın imrendirici bir örneğini veriyor; ne ki içeriği tazelikten yoksun: “Vakit biter ve güneş, ben uyandığımda uyur. / İçimde eski hüzünler kıpırdanır yeniden”... Kübra Nur Duran’ın, “sen teneffüse geç kalmama telaşıyla bahçeye fırlayan çocuklar gibi şen” dizesiyle başlayıp, “peygamber ehemmiyeti gibiydi / sesinin âyetlere dokunuşu. / alllahu ekber” diye biten şiiri biçim ve içerik olarak ilginç tartışmaları kışkırtıyor... M. Ertuğrul Fındık, “Orta Sayfa” sorularını yanıtlarken çok önemli bir saptamada bulunuyor: “Tarih, matbaayı ülkeye geç getiren yöneticileri yargıladığı gibi, bugün de sosyal paylaşımda Amerika’nın dümen suyunsa ilerleyip, sadece kullanıcı olup, kendi kurallarımızı ve mecralarımızı oluşturmadığımız için hesap soracak bizden.”... Nazire Erbay, Edirneli Şâhidî’nin önemini belirttiği yazısında Fuzûlî’nin ona naziresini de anımsatır: “Hâli etmiştir beni benden muhabbet dostlar / Ayb kılman görseniz âlemde bi-pervâ beni”... “Düşkent”, Tanseli Polikar’ın çıkardığı bu “uçarı kentlilerin fanzini”, 35. sayısına ulaşmış. Emine Erbaş’ın “Soğukta ‘Öğleden Sonra Aşk’ ” şiirini Melahat Babalık, Ümit Öztürk, Hüseyin Kocatürk, Hale Oyal, Mürsel Üstün, Kenan Yalçın, Sevim Yazar, Esin Üçüncüoğlu, Cihat Kemal’in şiirleri izliyor... C. Kemal, ayrıca, Erbaş’ın toplu şiirler kitabı “Korku’ya Doğru Yürüdüm”ü (Broy Y., 2011) tanıtıyor. Son cümlesi şöyle: “Evet evet, yapamayacaklar şiir yazan bir bilgisayarı içine Emine Erbaş’ı koymadıkça...” “Hayal” (S: 40), “Şiir ve Ütopik Aşk” adlı dosya konusuyla bir belgelik oluşturmayı başarmış... Ahmet Ada, ödül alan kitabı üstüne ayın sorusunu yanıtlarken şöyle bitiriyor: “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi de kendinden emin adımlarla ilerleyen bir kitap”... Veysel Çolak, 1950-95 arasında şiirle toplumsal ve tarihsel koşullar ilişkisini belirlemeye yönelik bir giriş izlenimi veren yazısında, dipnotla da olsa İkinci Yeni şiirinin köklerini de işaret ediyor... Ertan Mısırlı, “Dağlarca Günlüğü”; Aslıhan Tüylüoğlu ve Atalay Saraç ise Metin Eloğlu üstüne yazılarıyla dergiye katkıda bulunuyorlar... Çolak’ın “İçkanama” şiiriyle de göründüğü dergide, Nihat Ziyalan, Ahmet Ada, Nalan Çelik’in de şiirleri ilgi topluyor. Hilmi Tezgör, “Sincap”ta yalın, atak ve oldukça süzülmüş bir şiiri kovalıyor. “İnsancıl”da (S: 260) Sennur Sezer’in atölye konuşması yer alıyor. Sezer, sözü Necatî ve Mihrî’den alıp Pir Sultan’a, Yunus’a taşır: “Yediği insan eti / İçtiği kan olısar”. En sonda gençlere şu öğüdü veriyor: “Hepiniz ne yazarsanız yazın, ‘Ben kimim?’ sorusunu kendinize sorun”... Asım Öztürk, “Değersizleştirilemeyendir Şiir” yazısının ana düşüncesini şu cümlede buluyoruz: “Şiir yazma oylu-

munun dışından gelen tüm seslendirmelerin asıl değerler olduğu yanılgısına düşmeden, şiirin gerçekliklerinden yola çıkarak üretmeliyiz”... 2012 İnsancıl Dünya Şiir Günü Bildirisi’ni kaleme alan Deniz Saraç, “Kuru aklın estetize edilmesidir aşk” dedikten sonra, Brecht ve Neruda’ya yaslanarak, şöyle belirliyor tavrını: “Bizim şiirimiz geleceğin güzelliğine inananların düşüdür. Bir ütopyanın peşinden koşar gece gündüz.” Elime geçen her dergi için birer cümle ettiğimde bir de bakıyorum üç bin vuruş olmuş. Sayfanın sınırıysa altı bin... “Karagöz”de kaldık. Üstelik ayın şiirini öneremeden Nisan’a da girdik. Anlaşılıyor ki, vuruş sayısında çok daha eli sıkı davranmak gerekecek... Sanatçılar Girişimi’nin çağrısına uyarak, günübirlik ulaşım mesafesindeki dostlara bugün (6 Nisan Cuma) duruşmayı izlemek üzere Silivri Cezaevi önünde, elimizde Mart ayının dergilerde yayımlanmış en güzel şiiri, Refik Durbaş’ın “Makine”siyle buluşmayı öneriyorum. [ARAKABLO’da değinilmesini istediğiniz yayınları (Cağaloğlu, Ankara Cd., Pamir Han, 22/14, Sirkeci-İST.) adresine gönderebilirsiniz.] Refik Durbaş MAKİNE Alüminyum tencere yağdan kararmış tava tutacağı kırık çaydanlık Yatak yorgan kilime sarılı Annesinin kucağında Kundakta çocuk Anne kağnıda Baba öküzlerin önünde Sabahın köyden çıktılar birazdan köprüyü geçerler Köprünün ötesi kasaba yolu Baba sigara sarıyor anne ağzına kilit vurmuş Akşama doğru “makine”, yani kamyon gelir yatağı yorganı, acılarını hüzünlerini, sevinçlerini sevdalarını yüklerler Gurbet yolun bittiği yerde uzakta, çok uzakta yolun ufukla kesiştiği yerde bir toz bulutu Gurbet bulutun içinde bulutun içinde çocuğun kundağa sarılı sesi... (Sincan İstasyonu, Mart 2012)


KAPAK

Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

11

H fz Topuz’la son kitab “Elbet Sabah Olacakt r” üzerine...

“Ben özgürlük kahramanlarının yaşam öykülerini yazıyorum”

“Çocukluğumda Atatürk’ü tanıyan insanların arasında büyüdüm. Akrabalarım, yakınlarım... Evde onun hikayeleri anlatılırdı ve o zaman zaten o dönemde okulda, bizim sınıfta Atatürkçü olmayan yoktu. Bugün koşullar değişti ama Atatürk hâlâ canlı.” PINAR AKKOÇ “..siz ey, gelecek günlerin küçük güneşleri, birer birer uyanmanın vakti geldi işte, ufuklar aydınlığa öyle susadı, öyle susadı ki! aydınlık tek özlediğimiz şey çağımızda, haydi silin bulutları, uğursuz gölgeleri atın, ışıklar içinde koşun mutlu özgürlüğe doğru..” Tevfik Fikret bir aydınlanma savaşçısı. Bir Hümanist. Bilimin yol göstericiliğini hiçbir zaman elden bırakmayan bir aydın. Hem yaşadığı dönemde hem de ölümünden sonra birçok insanı derinden etkileyen Tevfik Fikret’i bu kez Hıfzı Topuz anlatıyor. Tevfik Fikret’in “Sabah Olursa” şiirinden dizeler aklımızda, tutuyoruz Hıfzı Topuz’un evinin yolunu. Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor. İçeri girmeden sırılsıklam olmuş üstümüzü başımızı şöyle bir toparlarız diye düşünürken bir de bakıyoruz, evinin kapısında bekliyor bizi Hıfzı Topuz. Haliyle herhangi bir düzeltme yapmaya vakit kalmıyor. “Ne kadar gençsiniz, ben de sizin yaşlarda başlamıştım bu işlere” diye kucaklaşıyor bizimle. Ve başlıyor yeni çıkacak kitabını anlatmaya... Mithat Paşa, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet ve şimdi de Tevfik Fikret, yaşamla-

rını romanlaştırdığınız isimler... Bu isimleri tercih etmenizin sebebi nedir? Ben niye bu insanları seçiyorum? Niye Fikret’i seçtim? Ben özgürlük kahramanlarını romanıma kahraman olarak seçiyorum. Önce Mithat Paşa ile başladım. Mithat Paşa özgürlük kahramanıydı. Onun için savaştı. Ödün vermedi ve bunun bedelini hayatıyla ödedi. Daha sonra Atatürk’ü ele aldım. Atatürk hakkında üç kitabım var biliyorsunuz. Biri “Devrim Yılları”, biri “Gazi ve Fikriye”, diğeri de “Bana Atatürk’ü Anlattılar”. Ben Atatürk hayranıydım. Çocukluğumda Atatürk’ü tanıyan insanların arasında büyüdüm. Akrabalarım, yakınlarım... Evde onun hikayeleri anlatılırdı ve o zaman zaten o dönemde okulda, bizim sınıfta Atatürkçü olmayan yoktu. Bazı arkadaşlarımın babası milletvekiliydi. Yani hepsi Atatürk’ün arkadaşlarıydı. Öyle bir havada büyüdük. Atatürk’ün bir gün tartışılacağı aklımıza bile gelmezdi. Şimdi Atatürk hayranlığı şu; bir defa ben kendimi her zaman Atatürkçü olarak tanıyorum, biliyorum. Atatürk’ü çok beğeniyorum. Ama Atatürk kendi koşulları içinde bir şeyler yaptı. Bugün aynı şeyler yapılır mı? Bugün koşullar değişti ama Atatürk hala canlı. Sonra Sabahattin Ali’yi aldım. O da benim gözümde bir kahra-

mandı. Sabahattin’i tanıdım. Dostluk ettik. Çok sevdiğim bir insandı Sabahattin. Ve hayatıyla ilgilendim sonra. Sabahattin çok güç şartlar altında yaşam mücadelesi verdi. Sabahattin’in fikirleri bugün gizlenecek fikirler değil. Açık açık söylenen, yazılan şeyler. Komünist Parti üyesi değildi. Komünist değildi. Moskova’ya gitmeyi de düşünmedi. Buradan kaçarken niyeti Fransa’ya, İtalya’ya yahut İngiltere’ye gitmekti. Ve eğilimleriyle sosyalistti. Bırakmayı hiç düşünmüyordu. Solcu, aydın bir insandı. Ama ödün vermedi. İşte benim buna hayranlığım vardı. Onu yazdım. Sonra Nazım’ı ele aldım.

NAZIM’LA TANI MADAN ÖNCE… Nazım Hikmet’i anlatır mısınız biraz… Tanışıklığınız da var ayrıca… Nazım, benim çocukluğumdan beri şiirlerini okuduğum, duyduğum bir şairdi. Ben Nazım’ın şiirlerini ilk kez ilkokuldayken ağabeylerimden dinledim. Şiirleri elden ele dolaşırdı. Daha sonra Nazım yasaklandı. Bir daha Nazım’la temasımız olmadı. Şiirlerini, yazılarını okuyamadık. 1947’de, Nazım Moskova’ya gittikten sonra ben gazeteciliğe başladım. Nazım hapisteydi. Gazetede Vala Nureddin vardı o zaman. Bir de onun karısı vardır, Müzehher Hanım.

Bunlar Nazım’ın çok yakın arkadaşlarıydı. Hapishaneye gidip geliyorlardı. Hapishaneden döndükten sonra bize Nazım’ı anlatırlardı. Nazım’ın şiirlerini getirirlerdi, okurlardı. “Aman çocuklar, sakın kimseye vermeyin. Nazım’ın başı derde girer. Başına iş açılır” derlerdi. Ama biz yine de aramızda dağıtırdık şiirleri. Vala’ların evinde toplanırdık. Orada kimler olurdu? Mehmet Ali Aybar olurdu, Melih Cevdet olurdu, Oktay Rıfat olurdu. Bazen Ruhi olurdu. Şevket Süreya katılırdı bazen. Yani böyle bir topluluktu ve hep Nazım’ı seven insanlardı. 1952’de Fransa’ya gittim. Nazım o zaman Moskova’daydı ve Fransa’da bir kitabı çıkmıştı, “Les Poem” diye. Ben Paris’teyken haber aldım. Nazım telif ücretinin karısına, Münevver Hanım’a verilmesini istiyormuş. Benden telif ücretini editörden istememi rica ettiler. Paris’te, St. Germain’de bir apartmanda yaşıyordu editör. Konuştum, anlattım. Aldım telif ücretini. Ertesi gün gidip Vala’lara yolladım. Böyle de bir ilişkim oldu Nazım’la, henüz onu tanımadan evvel. İlk ne zaman tanıştınız? 1959’da UNESCO’da çalışmaya başladım. O zaman UNESCO’da göreve giderken Nazım’ı görürsün demişlerdi. Hatta Orhan Kemal demişti ki, “Görür-


12

6 N SAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

oldu bunda sanırım. Anneannem de çok sen Nazım’a söyle. Beni o yetiştirdi. Nazım olmasaydı ben Orhan Kemal ola- roman okuyan bir kadındı. Fransızca bimazdım. Kendisine şükranlarımı söyle.” lirdi. Evde Servet-i Fünun koleksiyonu Ben göreceğimi zannetmiyordum. Haki- vardı. Dedemin de Fikret’e büyük bir katen ertesi yıl Nazım Paris’e geldi. Abi- hayranlığı vardı. Ailemin tamamının din Dino, Nazım’a benden bahsetmiş. O vardı. Bir dayımın adı Fikret olmuş. Benim bir teyzem – Meyyale’de bahsettida beni görmek istemiş. Aman, ne mutlu bana. Ertesi gün buluştuk. Nazım ğim kadın benim aslında büyükannem onun kızı Reviye Hanım’ın kızı Makbir otelde kalıyordu. Gittiğimde Nabule Hanım. Makbule Hanım zım’la Abidin lobide beni bekiyorEsad Paşa’yla evli. Esad lardı. Beni güleryüzle Paşa, Fikret’in arkadaşı... karşıladı. Kucaklaştık NaNaz m’dan Esad Paşa oğluna zım’la. Ondan sonra ayFikret adını veriyor. rıntılarına sonra yeni bir Yani ben böyle bir girmeyeyim ama sık na ba k ma yaz p kita aileden geldim, sık beraber olduk. güç geliyordu. Ben böyle bir çevrede Bir gün hep birbüyüdüm. E tabii, likte yemeğe gitsevmedi im insan n bir de Galatasatik. Avni Arbaş, hayat n yazamam. raylıyım (gülükarısı Henriette, Abdülmecit’i yazd m ama yor). Düşünün… Nazım, karısı hayranl mdan de il. Fikret GalatasaVera, ben ve karım ray’da okumuş, zaNezihe beraber bir Ac yarak yazd m. Bir de manında lokantada yemek Abdülmecit’in kim öğretmenlik yapmış, yedik. Bir Kafkas looldu u bilinsin müdürlük yapmış. kantasıydı. Orada NaBöyle bir Tevfik Fikret zım’ı Rus zannettiler. diye… hayranlığı var. Yazmaya kalHatta Rus asilzadesi zannetkınca Tevfik Fikret hakkında tiler. Nazım dedi ki bana: “Be20’den fazla kitap yazılmış olduğunu ğendin mi yaptığın işi, beni bunların gördüm. Hepsi burada (eliyle kitaplığını arasına soktun. Ben bunlardan kurtulgösteriyor). Onlara baktım. Ben başka mak için buraya geldim.” Böyle şakalabir şey yazacağım dedim. Nazım’da da şıyordu benimle. Derken biz kalkalım öyleydi. Nazım hakkında 110 kitap yazıldedik, hesap istedik. Şef garson geldi. “Grandük ailesinden birini çağırdım, bi- mıştı. Ben başka bir şey yazacağım dedim ve yazdım. Fikret’te de öyle oldu. razdan gelecek, gitmeyin sizin için geleBen başka türlü yazacağım dedim, yazcek” dedi. Epeyi güldük. Böyle bir dım. hikayem var Nazım’la. Bir gün Nazım’la yine buluştuk. TEVF K F KRET: BA IRAN B R ADAM Nazım, Abidin, Avni ve ben. Arabayla bir toplantıya gidiyoruz. Arabayı ben Bu çalışmaları yaparken, kitabı kullanıyorum. Nazım’ın sesini kayda yazma sürecinde Tevfik Fikret’i yeniden almak istedim. Kabul etti. Anlatmaya keşfetttiniz kuşkusuz. Nedir Tevfik başladı. Fakat bittikten sonra baktık, ses Fikret’i farklı kılan? bozuk çıkmış. Ama orada anlattığı bazı Fikret bugün çok güncel adam. Yani şeyler çok önemli anılar oldu benim bir defa o önemli. Fikret özgürlük şairi. için. Onları daha sonra kullandım. Bir Fikret, istibdada başkaldıran bir adam. seferinde yine Nazım’ın oteline gittim. Abdülhamit döneminde, 1908’den önce, Birkaç şiirini saklamak istiyordum. kafa tutan bir adam. Sis’i yazmış. Sis’te Bana yaklaşık bir saat şiir okudu. Onun haykırıyor: “Ey mahkemelerden mütekopyaları var. İşte böyle ahbaplıklarımız mâdî sürülen hak; ey mimlenme korkuvar Nazım’la. Nazım vatan haini falan suyla kilitlenmiş ağızlar”… Böyle şeyler değildi. Vatan aşkıyla yaşadı. Vatanına yazıyor. Bugün Sis çok güncel. Arkasınçok bağlıydı. Özgürlükçüydü Nazım. dan gene o dönemde Tarih-i Kadim’i Özgürlüğünden ödün vermedi. Her zaman bağımsız kalmayı bildi. Düşüncelerini bar bar bağıran, haykıran bir insan... Hiçbir zaman uşak olmadı Nazım. Moskova uşağı hiç olmadı. Ben Nazım’ı çok sevdim. Bilinmeyen yönlerini yazmaya çalıştım hep. Çok ortak dostumuz vardı Nazım’la. Bütün bu kişiler önemli kişiler. Ben Nazım’ı onlardan da dinledim. Hayranlıkla yazdım Nazım’ı.

yazmış. Hem savaş karşıtı hem de düyız. Aynı şekilde savaş karşıtı, yani buşünceye önem veriyor. “Artık yeter egegünün deyimiyle barışsever. O zaman menliğiniz” diyor. Yönetimin düşünceye öyle denmiyor ama tam bir barışsever. el koymasına, denetim altına almasına Bütün bunlardan sonra Fikret, Aşiyan’a karşı koyuyor. “En gerçek özgürlük dükapanıyor. Orada da ilginç bir şey var. şümüzdeki gelecek çağlarda: Ne savaş, Fikret, zamanında Fransız şairlerine ne savaşan, ne salgın, ne saltanat, ne hayran. 18. yüzyıl, 19. yüzyıl şairlerine, yoksulluk, ne ezen ne ezilen” diye bar yazarlara hayran. Rousseau’ya hayran, bar bağırıyor, değil mi. Arkasından MilVictor Hugo’ya hayran, Montaigne, let Şarkısı’nı yazmış. Bütün bunlar AbMontesquieu... Bütün aydınlanma ekodülhamit dönemi. Abdülhamit lüne hayran. Orada özgürlüğü bağıran yıkıldıktan sonra 1908’de İttihatçılar insanlar var. Özellikle Rousseau’dan Tevfik Fikret’e yaklaşıyorlar. Fikret, İtti- çok etkilenmiş Fikret. Mesela epeyi bir hatçılara güvenmiyor. Onu aralarına uğraş ve mücadeleden sonra Rousseau almak istiyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı çekip gidiyor, uzaklaşıyor. Paris dışında teklif ediyorlar. Kitapta var. Kabul etmi- bir yerlere yerleşiyor. “İnsanlar beni anyor. Bir süre sonra Doksan Beşe Doğlasalar da anlamasalar da ben bunları ru’yu yazıyor. Doksan Beşe Doğru yazmaya devam edeceğim” diyor. Bir İttihatçılara bir başkaldırı. “Bir devr-i bakıyorsun, Fikret Aşiyan’a gitmiş, yazışeamet, yine çiğnendi yeminler; Çiğyor. Ben burada Rousseau’nun çok etkinendi, yazık, milletin ümmid-i bülendi! sini görüyorum. Fikret’in hayatında bir Kanun diye topraklara sürtündü cebintaraftan böyle başkaldırı şiirleri var, bir ler; Kanun diye, kanun diye kanun tepe- taraftan da böyle inzivaya çekilmek var. lendi... Sussun diye vicdanına Küsmek var. Çok alıngan bir insan. Dayumruklar inerse…” Böyle rılıyor gidiyor kimi zaman. bar bar bağıran bir adam. Fikret’in önemli bir diğer Fikret O zaman İttihatçıların yönü: Kadın haklarını sahatalarını görüyor. vunuyor. Türkiye’de bugün çok Ve İttihatçılar buna basında kadın haklani güncel adam. Ya düşman oluyorlar rını ilk savunan bir defa o önemli. tabii. “Kanun diinsan bence Fikret. ri. ai ük yoruz; nerde o Bu, pek kimsenin ürl özg Fikret muhayyel? Düşüzerinde durduğu Fikret, istibdada man diyoruz bir şey değildir. ba kald ran bir adam. nerde bu. HaPek bilinmeyen bir riçte mi biz mi?” şey galiba. ŞiirleAbdülhamit döneminde, diye bağıran rinde yazıyor. a 1908’den önce, kaf adam. “Hürriyeti“Kadın ezilirse alçatutan bir adam. Sis‘i miz var diyoruz lır beşer” diyor. ‘te nerde?” diye bağırıKadın haklarına saygılı Sis . yazm yor. İttihatçıları karşıbiri olarak çıkıyor karşıhayk r yor sına alıyor. Uyarıyor mıza. Bu da çok önemli bir onları. Ve sonra İttihatçıların şey. Ayrıca geleceğe güveni var. bizi sürüklediği Birinci Dünya SaSabah olursa… Elbet sabah olacaktır… vaşı… Ondan sonra yazıyor. İttihatçılara “Sabah olur gençler”.. Ve hep gençliğe karşı “Harb-i Mukaddes“ şiirini yazıyor. güveniyor. Kendisinden artık ümidi kesYine İttihatçılara karşı Han-ı Yağma, miş. “Ben görmeyeceğim belki” diyor “Yiyin efendiler yiyin” dediği şiir. Günama Haluk’a hep “Sen göreceksin” cel yani, değil mi… O zaman Türkiye’yi diyor. Bütün bunlar güncel şeyler. Bunsavaşa sürükleme heveslileri var. Bugün ları bilmekte çok yarar olduğu kanısıngüncel. Yine bugün yolsuzluklar çok dayım. Ben bundan yola çıktım. En şükür o zamankinden az değil. Özgürönemlisi akılcı olması. Akılcı olması, bilük meselesi yine gündemde. Demek ki lime inanması… Fikret, “Yaşamak dini bir özgürlük kahramanıyla karşı karşıya- benim dinimdir. Müminim. Varlığa ima-

“ANNEM LER C B R KADINDI” Nazım’dan sonra yeni bir kitap yazmak bana güç geliyordu. Ben sevmediğim insanın hayatını yazamam. Abdülmecit’i yazdım ama hayranlığımdan değil. Acıyarak yazdım. Bir de Abdülmecit’in kim olduğu bilinsin diye… Tevfik Fikret’i daha önce de düşünmüştüm. Fikret hakkında üç beş konuşma yapmıştım çeşitli tarihlerde. Yeniden üzerine eğildim. Ben çocukken, okuma yazma bilmeden daha, annem bana Şermin’den şiirler okurdu. Ben 5-6 yaşında şiirleri ezbere bilirdim. Annem ilerici bir kadındı. Odasında Tevfik Fikret’in resmi vardı. İçerde hâlâ durur. Ölümüne kadar odasında durdu o. Şermin’den sonra Sis’i okuduk. Bu sayede Fikret’i daha iyi tanıdık. Böyle, öteden beri bir Fikret hayranlığı vardı. Annemin de anneannemin de büyük etkisi

KAPAK

Ayd nl k Kitap Editörü P nar Akkoç, H fz Topuz’la...


KAPAK nım var” diyor. Bunun üzerine dinsiz diyorlar. Herkesin bir inancı var, oysa mesele bu değil. Ama bugün bunu söylemek kolay değil. Dönemine göre çok ilerici bir insan. Aydınlanmacı olması, bilime inanması. Mesela bunlardan Atatürk çok esinleniyor. “Maalesef sohbetlerinde bulunamadım” diyor Atatürk. Çok söylüyor. Yaveri Şükrü Tezer’in yayımladığı anılardan öğreniyoruz bunları. Atatürk’ü tanımak için müthiş bir fırsat. Orada görüyoruz, cepheye giderken yanında kitap taşıyan insan. Ve Fikret’i okuyor orada. Namık Kemal’i beğeniyor. Fikret’i beğeniyor. Bunları da o anılarda okuyoruz. Atatürk cepheden İstanbul’a döndüğünde Aşiyan’a gidiyor. Tevfik Fikret’i ziyaret ediyor Aşiyan’da. Böyle bir hayranlığı var Atatürk’ün Fikret’e. Fikret’in, Atatürk’ün Atatürk olmasında önemli rolü var. Atatürk bunu kendisi de söylüyor. Onları okumasaydı böyle olamayacağını biliyor. Ben Atatük’ün bu kitap hayranlığını biliyordum biraz. 1949’da Ankara’da gazeteci olarak Çankaya’ya gittim. O zaman Atatürk’ün kitap odasına baktım. Neler okuduğuna baktım. Hepsinin altını çize çize okumuş. Böyle bir adamın Fikret’ten de esinlenmesi çok doğal bence. Demek ki dürüstlük, ödün vermeme bakımından müthiş bir hayranlığı var. Kitapta onu belirtmeye çalıştım.

Aydınlık KİTAP miz Osmanlılardan olmadığını anlatmış. Fransızca, Fransız edebiyatını gayet iyi bilen bir adam olduğundan bahsediyor annesine. O da çok etkilenmiş. Sonra birden Fikret sofrada “Ben size aşığım” diyor. Duygusal bir konuşma yapıyor. Kadın fena halde bozuluyor. “Ben sizin metresiniz olmam” diyor. “İkinci karınız da olmam”, diyor… Karakteri olan bir kadın. Bavulunu toplayıp gidiyor. Fikret etkileniyor herhalde bundan. Aradan bir süre geçiyor. Fikret ile Halid Ziya beraber Beyoğlu’nda bir mağazaya gidiyorlar. Galatasaray’ın karşısında bir pasaja gidiyorlar. Bir de bakıyorlar, uzaktan bir kız geliyor. Satıcı olduğunu anlıyorlar. Bir de bakıyorlar, Matmazel! Fikret çarpılıyor. Ama kız gözlerini kaçırıyor. Yakalamaya çalışıyorlar ama kız hiç yüz vermiyor. Öyle

lanıyor. Aile bağları, sağlık sorunları vs. Bunlar Fikret’in çok bilinmeyen yanları. Bunları da mümkün olduğu kadar belirtmeye çalıştım. Evet, işte böyle bir kitap çıktı ortaya. Ben bu kitabı çok seviyorum. Çünkü Fikret’i çok seviyorum. Ve Fikret çok güncel. O açıdan yansıtmaya çalıştım. Güncelliği, direnişi, özgürlük savaşımı, ödün vermemesi… Bu gibi çok ders alacağımız yanları var Fikret’in.

“TAR HE BA LI KALIYORUM” Siz de bahsettiniz. Hakkında daha önce çok fazla yazılıp çizilen isimleri anlatıyorsunuz. Yine de kitaplarınızda bilinmedik şeylere rastlayabiliyoruz bu insanlara dair. Nasıl bir araştırma süreci gerçekleşiyor kitap oluşana dek? Bu tür “bilinmeyenlere” nasıl ulaşıyorsunuz? Genel olarak söyleyeyim. Benim bir ar-

“Fikret’in önemli bir yönü güçlü aile ba lar .”

“BEN S Z N METRES N Z OLAMAM” Kitabınızda Tevfik Fikret’in hayatından kesitler var. Birçok yaşanmışlık var. Bunlar pek bilinmiyor. Bu yaşanmışlıklardan birini paylaşır mısınız okurlarımızla… Fikret’in önemli bir yönü güçlü aile bağları. Karısına bağlı. Başka kadına bakmak istemiyor. Başka kadın görmek istemiyor. Yani kendisini çok kontrol altında tutuyor. Ama bazı şeyler olmuyor yine de arada. Ne kadar inat ederse etsin. Kitapta orijinal olarak bir hikaye anlattım. Okurlarımızla paylaşalım. Fikret’in bilinmeyen bir özelliği. Haluk doğmuş, dört yaşında. Bir yere gidiyorlar. Çocuğa bakması için birini arıyorlar. Aynı zamanda dil öğretmesi için tabii. Bunlar genelde levantenlerden oluyor. Rum, Fransız, İtalyan yahut Alman. “Mademoiselle”ler var eski ailelerde. Bütün eski ailelerde böyle kadınlar vardır. Hatta bir arkadaşımın ailesine böyle bir kadın gelmişti. Ben tanıdığım zaman 80 yaşındaydı matmazel. Büyükanne olmuş, hâlâ o evdeydi. Kim olduğunu da söyleyeyim. Rasih Nuri İleri’nin evindeydi bu matmazel. İsviçreliydi. O evde yaşlanmıştı. Neyse, bir matmazel bulunuyor. Levantenlerden yine. Hıristiyan, Katolik genelde. Yirmili yaşlarda genç bir kadın… Kitapta var bunlar uzun uzun. Matmazel eve geliyor. Nazime Hanım kabul ediyor kendisini. Fikret de tanıyor. Evde başlaması üzere anlaşıyorlar. Orada kalmaya başlıyor. Kız Fikret’in çok hoşuna gidiyor. Bir de bakıyor ki Fransızcayı anadili gibi bilen, Fransız edebiyatını gayet iyi bilen bir kadın. Fikret’in bildiği şairleri o da biliyor. Yazarları biliyor. Büyüleniyor. Karısına sadık evet ama karşısında da böyle bir kız var. Yirmi yaşında güzel bir kız var. Kendisi de o zaman 28 civarı. Genç bir adam yani. Ama kendine hakim. Yüz vermiyor. Bir ara yalnız kalıyorlar. Sabahleyin Nazime Hanım bir yere gitmiş. Kahvaltıda oturuyorlar. Laf açılıyor, konuşuyorlar. Aslında kız da Fikret’ten çok hoşlanıyor. Daha önce eve gitmiş, annesine söylemiş. Bildiği-

görevini yapıyor. Fikret pelerin bile alamıyor. Halid Ziya alıyor galiba. Çıkıp gidiyorlar. Ve üç şiir yazıyor. Tesadüf değil. En meşhur şiirleri yazılıyor. E sevmeden, aşık olmadan bu şiirler yazılmaz. Sonra aradan bir sene geçiyor. Bir gün Boğaz’da dolaşırken bir de bakıyor ki, kız karşıdan geliyor. Kolunda sevgilisiyle beraber. Yine çarpılıyor Fikret. Bir şiir daha yazıyor. Bunlar Fikret’in iç savaşını anlatıyor. Kendisiyle mücadelesini anlatıyor. Bir taraftan da duyguları var, tutkuları var. Böyle bunalımlar geçiriyor. İkinci bir olay daha anlatayım. Artık Fikret ölüm döşeğinde. Şeker hastası. Durumu kötü. Vücudunun her tarafı fena, kolunu kesiyorlar. Kötü durumda yani. O yıkıntı döneminde bir kadın geliyor. Nazime Hanım kapıyı açıyor. Heykeltıraş olduğunu söylüyor. Fikret’in resmini yapmak istediğini söylüyor. Yanına çıkıyor. Fikret bir de bakıyor ki bir kadın. O an çarpılıyor. Alışık olmadığı bir Türk kadını. Dünya güzeli bir kadın. Bunu anlata anlata bitiremiyorlar. Kitapta resmi var. Fikret, o halde bile vurulabiliyor, bir güzelliğe hayran kalabiliyor. Tutkulu olmasından kaynak-

şivim vardır. Yıllardan beri bana gelen bütün mektupları saklarım. Çocukluğumdan beri biriktiririm. Dosya dosya bütün mektuplar vardır. Bazı şeyleri kesit olarak saklamışımdır. İlginç olanları “yarın bu bana lazım olur” diye saklamışım. Belge toplarım. Bir konuyu ele almadan önce o konuda yazılmış bütün kitapları okumaya çalışırım. Benim için bir şey yazmak bir araştırma konusu. Ben araştırmacı olarak yazıyorum. Kitaplarım biyografik roman. Tarihsel roman da denebilir. Ben tarihi tahrif etmiyorum. Tarihe çok bağlı kalıyorum. Ama bazı boşluklara da kurmacalar ekliyorum. Gerçek kişilerle pek ilgili değil bunlar. Kurmacalar tarihi değiştirmez. “Fiction” dediğimiz öğeleri çok az oranda kullanıyorum. Ben kitabıma biyografi demiyorum, roman diyorum. Ben bir yapıtta bir kişinin bütün yaşamını anlatmıyorum. Beni en çok ilgilendiren, en güzel olan taraflarını seçiyorum. Bu yüzden de tam biyografi sayılmaz. Birçok şeyi atlıyorum mesela. Kişinin yaşamından kesitleri seçiyorum. Onları anlatmaya çalışıyorum. Bunu yapabilmek için de ikincil insanlar koyuyorum. Bütün romanlarımda böyle ikincil insanlar var. Fakat bu kitapta ikin-

6 N SAN 2012 CUMA

13

cil bir insan da yaratmadım. Fikret’in hayatı o kadar zengin ki. Mesela Rıza Tevfik’in anlattıkları o kadar zengin ki, romanı çok süslüyor. Fikret’in hayatı o kadar zengin ki, kurmaca ilave etmedim. Yani bu kadar ilginç şeyleri ben yaşamlarda buluyorum. Bir kurgu içinde topluyorum. Bir de ben insanların anlayacağı dili kullanıyorum. Fikret mesela bugün anlaşılır değil. Birçok kimse anlamaz Fikret’i. Ben onları mümkün olduğu kadar anlatmaya çalışıyorum. Bütün romanlarımda okuyucunun anlayacağı sözcükler kullanmaya çalışıyorum. Benim okurum lise ve üniversite mezunlarından oluşuyor daha çok. Bunu göz önünde tutuyorum. Yabancı sözcük kullanmıyorum. Okuyucuya sadık kalıyorum. Böylece imza günlerinde onlarla karşılaşmaktan zevk alıyorum. Yazdıklarımı bir iletişim süreci içinde görüyorum. O da şu demek; Ben bir mesaj oluşturuyorum. Okuduklarımdan, yazdıklarımdan bir mesaj oluşturuyorum. Bu mesaj benim yaşadıklarımın, okuduklarımın, kültürümün, bilgimin muhasebesi sonucu ortaya çıkıyor. O mesajı iletiyorum. Bu sırada verici durumundayım. O, birilerine ulaşıyor. Algılanmasını istiyorum. Okuyucu bunu algılarsa mesajım yerine ulaşmış oluyor. O algılama sonucu okuyucu bir tepki gösterir. Ya insanlar arasında konuşulur, ya bir yazı yazılır, ya bana bir telefon gelir ya da ben bir konuşmada karşılaşırım. Yani bu iletişim çok yönlü oluyor, karşılıklı oluyor. Bir tür demokrasi bu aslında. İletiyorum ve karşıdan tepki bekliyorum. O tepkinin bana ulaşmasını bekliyorum. Yeni bir şey yazarken ondan esinleniyorum. Daha kitabımı yazarken konuşuyorum insanlarla, özellikle gençlerle. Onlarla fikir alışverişinde bulunuyorum. Ben iletişimciyim aynı zamanda. Bütün bu yazdıklarımı bir iletişim süreci olarak görüyorum. Sanırım bu da okuyucuyla daha iyi anlaşmaya neden oluyor. Ben bunu her zaman yapmaya çalışıyorum. Geçen gün Kabataş Lisesi’ne çağırdılar. Gençler aydın, öğretmenler aydın. Onlarla çok rahat konuştum. Sansür etmedim kendimi hiç, Geçenlerde yine Ataşehir’deydim. Çocuğun imzalatmak için kitap alacak parası yok. Kolunu açıyor. İmza atmamı istiyor. İşte benim telif ücretim bunlar!

“BASIN TAR H , MÜCADELELER TAR H ” Sizin bir de gazeteci yönünüz var. Günümüz Türkiye’sinde gazeteciliğin geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz? Yüzlerce gazeteci cezaevlerinde. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Gazetecilik, basın tarihi… Baskının tarihine bakıyorsunuz. Gazetelere karşı daima önlem alınmış. Gazeteler toplatılmış, gazeteciler içeri alınmış. 1908’de gazetecilerin öldürülmesi başlıyor. Hasan Fehmi, Ahmet Samim, Hasan Tahsin… Şehit vermeye başlıyoruz. Basın şehitleri! Daha sonra Sabahattin Ali basın şehidi oluyor. Bazen tutuklayarak bazen de öldürerek susturulmaya çalışılmış gazeteciler hep. Devlet terörüyle olmuş bunlar. Ya öldürülüyorlar ya hapse atılıyorlar. Nazım neden gidiyor? Sabahattin’i öldürmüşler. Sabahatin neden kaçıyor? Burada yaşama imkanı bırakmamışlar artık. Basın tarihi bütün bu mücadeleler tarihi… Gazetecilere yapılan bütün bu işkencelerin tarihi. Bütün kitaplarımda, özellikle basın tarihi üzerine yazdığım kitabımda da bu olayları vurgulamaya çalıştım.


14

6 N SAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

“Elbet Sabah Olacaktır” üzerine birkaç söz Hıfzı Topuz’un yazım dilinin ne denli yalın ne denli doğrudan olduğunu biliyoruz. Sözünü dolandırmadan söylüyor, amacı, süslemelerle konu dışına çıkmak değil, “biçim değil özdür önemli olan” düşüncesiyle Tevfik Fikret’in yaşam öyküsünü ön plana çıkarıyor

Tevfik Fikret

AYDIN ERGİL aydinergil@gmail.com Hıfzı Topuz bir süredir bir kişinin yaşam öyküsünden hareket ederek onun çevresini ve o dönemde yaşanan toplumsal olayları işliyor. “İşliyor” yerine “derliyor” ya da “sıralıyor” da diyebilirdim, üstüne basa basa “işliyor” diyorum, çünkü Hıfzı Topuz, tüm bu bilgileri özenle kendi kurgusunun içine oturtuyor, sonuçlarını da okura keşfettiriyor. “Elbet Sabah Olacaktır”, Türkiye’deki aydınlanma hareketinin öncülerinden Tevfik Fikret’in yaşam öyküsünü ve yaşadığı dönemin toplumsal gelişmelerini anlatmakla kalmıyor, Tevfik Fikret’in kişiliğinden hareketle “aydın” kavramını irdeliyor. Hıfzı Topuz’un yazım dilinin ne denli yalın ne denli doğrudan olduğunu biliyoruz. Sözünü dolandırmadan söylüyor, amacı, süslemelerle konu dışına çıkmak değil, “biçim değil özdür önemli olan” düşüncesiyle Tevfik Fikret’in yaşam öyküsünü ön plana çıkarıyor. Yazın derslerinde bir şiiriyle anılan (belki de şimdi anılRoman n mıyordur) ama yaşam öyyse tümü ede ner küsünden hiç söz konu malar ya da edilmeyen Tevfik Fikret, “aydın” nitelemeyaz malar eklinde sine tam olarak uyan kurgulanm , bu nedenle bir kişi. Kimdir didaktik olma sav n da “aydın insan”? “Muta m yor. Ke ke bu haliflik” aydın olmak romandan hareketle Tevfik için yeterli mi? Aydın insan neye muhaliftir? Fikret’in ya am öyküsü “Aydın” insan olmasinemaya ya da nın ilk koşulu “haksızlıktiyatroya da lara karşı olmak”tır. İkinci sini yapmıyor, ama Fikret’in yaşamından yer almış. Nedir bu olaylar? Kısaca sıralayayım: uyarlansa koşulu ise toplumun çıkarlahareketle övmeden ve yermeden bu konuya 1822 Nisan’ında Sakız Adası’nda yaşanan başkalrını kendi çıkarlarının önüne tada değiniyor. dırı ve kırım (Tevfik Fikret’in dedesinden hareketle) şımak, yaşanan tüm olayları Hıfzı Topuz, Tevfik Fikret’in yazınsal yaşamı93 Savaşı sorgulamaktır. nın ayrıntılarına inmiyor, onun değerlendirmesini 31 Mart Olayı İşte, Tevfik Fikret, adını koymadan, kendine yapmadığını belirtiyor, ancak bazı şiirlerin de yaMilli Eğitim’de dönen oyunlar “aydın” demeden, bütün yaşamında bu iki kuralı zılma öykülerini kitabına eklemiş. Bu öyküler ise Fikret’in yaşadığı dönemde basın, gazeteler, gagerçekleştiriyor tam olarak. Tevfik Fikret’in nere- Fikret’in yaşamını daha iyi anlamamızda önemli zeteciler deyse tüm şiirleri toplumdaki haksızlıkları sergili- birer ipucu oluyorlar, kitaba alınmalarının Fikret’in yaşadığı dönemde yazın yor, içinde yer aldığı topluluklar haksızlık yapmaya nedeni bu. akımları (Servetifünun), yazarlar ret’in Fik ya da kişisel çıkarlara araç olmaya başladığında da Hıfzı Topuz konuşmalarında Tevfik Hıfzı Topuz, araştırmacı kişilineredeyse tüm o topluluklardan ayrılmasını biliyor. Fikret’in aydın kişiliğinin yanında ğiyle aydınlığını Romanın neredeyse tümü konuşmalar ya da ya- dünyadaki gelişmeleri yeterince izharmanlamış, bu kez Tevfik Fi iirleri toplumdaki zışmalar şeklinde kurgulanmış, bu nedenle didak- lememesinin de altını çiziyor. Fikret kret’ten hareket ederek yine , yor gili ser haks zl klar tik olma savını da taşımıyor. Keşke bu romandan hâlâ birkaç büyük Fransız şairinin günümüze ışık tutmuş. İşte güiçinde yer ald hareketle Tevfik Fikret’in yaşam öyküsü sinemaya dizelerine takılıp kalmış. Oysa o nümüz aydınının sorumlulukya da tiyatroya da uyarlansa. dönemde Avrupa kaynıyor, Rusya larından biri de bu, yani topluluklar haks zl k İttihat ve Terakki Cemiyeti günümüzde az bili- 1905 devrimini yaşıyor, Fikret onyaşadığı topluma ışık tutmak, yapmaya nen kurumlardan biri. Önceleri Atatürk de bu ce- lara karşı ilgisiz kalmış. Ama bu Hıfzı Topuz da tam bunu yapmiyetin üyesi olmuş, sonradan ayrılmış. Bilgiler olgu kitapta yer almıyor, ancak okur ba lad nda da o mış “Elbet Sabah Olacaktır” yüzeysel olduğundan bu konudaki fikirler de yü- düşündüğünde ortaya çıkabiliyor. romanında. n rda kla lulu top zeysel. İnsanlar ya o cemiyeti yurtsever buluyorlar Not: Hıfzı Topuz 18 Nisan Çarşamba Kitapta Tevfik Fikret’in yaşamının ayr lmas n ya da tam tersi, ikisinin ortası yok. Hıfzı Topuz, ki- yanında onun çevresinde ve döneminde günü saat: 14.00’da İzmir Tüyap Kitap tabında, bu cemiyetin eleştirisini, değerlendirme- yaşanan toplumsal olaylar da bir o kadar biliyor Fuarı’nda okurlarıyla buluşuyor.


Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

15

ARTHUR ASA BERGER’DEN “KÜLTÜR ELE T R S ”

Bizi sarmalayan hayat ne kadar bizim? “Kültür Eleştirisi, sadece sanat ve edebiyatta değil, hem estetik hem de antropolojik anlamlarda da kültürün şeylerin düzeninde oynadığı rolle ilgilidir. Şimdi bu rolün, sadece bizim toplumsal, ekonomik ve siyasal kurumlarımız hakkında açığa vurduğu şeyler değil, aynı zamanda bu kurumları ve zihniyet yapımızı nasıl şekillendirdiği için de gitgide önem kazandığını görüyoruz. Anlıyoruz ki, kültürün sonuçları vardır’’ CENK ÖZDAĞ “Büyük bir konu hakkında küçük bir kitap yazmak epey zor bir iş’’. Arthur Asa Berger, Özgür Emir tarafından Türkçe’ye Pinhan Yayıncılık aracılığıyla kazandırılan “Kültür Eleştirisi” (Kültürel Kavramlara Giriş) adlı kitabına bu cümleyle başlıyor. Yapmaya çalıştığı işin zorluğunu en başta öne sürerek belki de en haklı eleştirilerin üzerinden atlamış ve bilincinde olduğu eksiklik dışında hedefine layıkıyla ulaşmış bulunuyor.

YEN B R “G ZEM D N ”

reğine ve aklına kapalı bir hal alıyor. Bu bağlamda, Berger’in eseri önemli bir işleve sahip. Kültürel Çalışmalar’ın dilini, terminolojisini, gönderme yapılan metinleri (bu metinlerden can alıcı alıntılar yaparak) bu disiplin dışındaki insanların hizmetine sunuyor.

MAHÇUP ELE T RMEN

Arthur Asa Berger, Kültürel Çalışmalar, özeleserde, kültürel ürünlere (melikle II. Dünya Savaşı sontinlere) ilişkin eleştirinin darasında kendi başına rger’in Be yandığı farklı kuramsal bir disiplin haline bir li yaklaşımları bütüncül em ön ri ese gelmiş bir akadebir bakış açısıyla yalın mik çalışma alanı. i leve sahip. bir dille sunuyor. BuTürkiye’nin seçr’ n ala l m Ça rada aldığı riski kenel ltür Kü kin üniversiteledisi en başta rinin yüksek dilini, terminolojisini, belirtiyor. Bu yaklalisans programlaşımların her biri için gönderme yap lan rına dahil oluyor ciltler dolusu yazılave gitgide yaygınmetinleri bu disiplin bilecekken kuramcılalaşıyor. Kültürel d ndaki insanlar n rın özgün Çalışmalar, insan, metinlerinden can alıcı daha doğrusu tophizmetine alıntılarla alan dışı okulum, yaratısı olan r uyo sun yucu bütün kültür nesnelerini için son ele alarak (ya da en azından A. A. Berger derece soyut ele almaya çalışarak) topluma ve olan kuramsal insana ilişkin daha hayatın içinden bir yaklaşımları ete kavrayışa ulaşmaya çalışır. Kendine kemiğe bürünaraştırma alanı olarak edindiği nesnedürüyor. nin (hayatın) yalınlığının ötesinde dar Kitaba ilişkin bir entelektüel çevreye seslenen bu (içeriğine yönealan halkın (hatta doğrudan kültürel lik) belki de en çalışmalar alanının dışındaki tüm inbelirleyici eleştiri sanların) dilinden ve gündeminden biMarksist Eleşlerek ya da bilmeyerek uzak durmaktadır. Burada herhangi bir niyet tiri’yi konu edindiği bölümde sorgusuna girişmeden bunun en büyük nedeninin bir adlandırma sorunu oldu- başvurulan anlatım biçimi. Süğunu ve bu alanda yapılan çalışmaların üstü örtülü (dahası mistifiye edilmiş-gi- rekli olarak SSCB ve benzeri zemlileştirilmiş) bir dil kullanan kişiler tarafından yapılmasından kaynaklandı- sosyalizm deneylerinin Marksist ğını söyleyebiliriz. Bu mistik konum Eleştiri’yi kenara daha öncelerde Dante’nin “İlahi Koatmamız gerektimedya”sı için de söylendiği gibi, “İlahi ğini (daha doğKomedya’nın ünü her geçen gün artıyor, çünkü onu kimse okumuyor!” Kül- rusu Amerikalı okuyucuya yönelik olarak atmaması gerektiğini), bu detürel Çalışmalar’ın ününün ona ilişkin neyleri yerin dibine geçirerek anlatcehaletle paralellik göstermesini sağlımaya çalışması kitabın niteliğine zarar yor. Bu yönüyle yeni bir gizem dini gibi vermiş. beliren bu “kutsal metinler” halkın yü-

eleştirinin özünü ve göreli ilerleyişini şöyle özetliyor: ‘’Eleştiri daima bir bakış açısından doğar. Çoğu eleştirmenin ilgilendikleri metne en iyi uyan Kitle davranışlarının, perspektifin kendilerininki olduğuna beğenisinin, dahası elitinanmasına rağmen eleştiri objektif delerin davranış ve düşünce ğildir’’. Burada bir ölçütsüzlük sakalıplarının ardında vunulmuyor. Öznel işleyen mekaeleştiriler türlülüğüne nizmaları sor“Ele tiri teslim olmayı salık gulayan vermek bir yana bu k daima bir ba kuramlara tür bir ölçütsüzaç s ndan do ar. özel olalük ve ölçüsüzrak yakÇo u ele tirmenin lük eleştiriliyor en laşan ve ölçüt yalın tne me i ler ilgilendik Berger, olarak şöyle suiyi uyan perspektifin okuyunuluyor: ‘’… kendilerininki oldu una cuyu bu mekanizmaAkla gelen soru ları deşifre etmeye hangi yorumun inanmas na yöneltiyor. George Laen açıklayıcı, en ra men ele tiri koff ve Mark Johnanlamlı olduğuobjektif son’dan şunları aktarıyor: dur. Kimin yorumu ‘’Kavramlarımız neyi algılametnin daha çok unde ildir’’ yacağımızı, dünyada nasıl yaşasuruna değiniyor, anlatıyacağımızı ve diğer insanlarla nasıl lan karakterlerin pek çoğunu ilişki kuracağımızı belirler. Kavramsal açıklıyor ve metnin toplumu ve kültürü dizgemiz böylelikle günlük gerçeklikleyansıtışına en fazla ışık tutuyor?’’ rimizi tanımlayarak merkezi bir rol ZEVKLER VE RENKLER oynar’’. Bu yalın ifadelerden Gramsci’nin “Hegemonya” kavramına, Mark- TARTI ILIR sist anlamda ve Leninist anlamda Yunan sofisti Protagoras ‘’insan her“ideoloji” kavramına ilerleyen Berger, şeyin ölçüsüdür’’ demiş ve postmoderKültür Empernist ölçütsüzlüğünün, öznelciliğin belki yalizmi, kitle de ilk nüvelerinden biri olmuştur. iletişim araçBugün etrafımızı sarmalayan bu beylik ları yoluyla lafın ardındaki gerçekleri bize aralayan tahrip edilen kültürel çalışmaları hepimiz tarafından ve dahası bianlaşılabilecek bir yolda önümüze çimlendiren seren bu eser, savunduğu apaçık bir tez estetik algı üzerine özlü ve olmasa da çok önemli bir işlevi yerine getiriyor: Kültürel çalışmalar alanını net bir betimleme işine giri- kültürün öznelerine, halka açıyor. Akıl tutulmasının yaşandığı çağımızda görüşiyor. Kültürel Çalışmalar içe- nenin ardında yatan aklı yeniden yakarisinde yer lama olanağını bizlere sunan bu eser, alan kişilerin bununla kalmıyor yazarının ve yayınevigöstergebilim, nin de katkılarıyla bu konuda derinleşMarksist mek isteyenler için büyük bir özveriyle kuram, psikaseçilmiş ileri okumalar listesi de sununalitik kuram yor. Kültürü deşecek yeni kuşaklara ve anlambilim- güzel bir başlangıç denemesi olan kitap den nasıl yatüm kültür-düşün meraklılarının merarlandıklarını raklarını artıracak. ve bunların her(Kültür eleştirisi, hangi birinin böylesi bir çalışma için yeterli olamayacağını halka açık bir dille Arthur Asa Berger, anlatıyor. Berger mutlak anlamda poziPinhan Yayıncılık, tivist nesnellik anlayışından ayrılarak Çev: Özgür Emir, s.208)

ÖZGÜRLÜ E YÖNEL OLARAK ELE T R


16

6 N SAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

ARKADA Z. ÖZGER VE KALPLER HARMANLAYAN SYAN

Herkese armağan: “Aşkla Sana” CAFER YILDIRIM Bir iç savaş içinde Türkiye yaralı kanatlarıyla çırpına çırpına geleceğini ararken, onun şiirleri, ölümü gül ile simgeliyor, gülün isyanla bütünleştiği bir estetiği dokuyordu. O estetik, acıyı lafızda değil, gerçekten umuda taşıyor, kalpleri cesaretle yoğuruyor, özgür ve aydınlık bir Türkiye idealiyle mücadele edenlerin azmini yükseltiyordu. Bu nedenle kesif kalabalıkların dirençli adımlarla yürüdüğü bulvarlarda, bütün miting meydanlarında, tuzağa düşürülmüş, kalleşçe katledilmiş devrimcilerin cenaze törenlerinde onun bir şiiri vardı ki mutlaka okunuyordu. Okunuyordu demek de aslında yanlış bir ifadedir, ezberden söyleniyordu: “alnını dağ ateşiyle ısıtan yüzünü kanla yıkayan dostum senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül benim kalbimi harmanlayan isyan olsun” Şiirlerinin altına attığı imzasıyla Arkadaş Z. Özger, gerçek adıyla Zekai Özger’den söz ediyorum. Arkadaş’ın bir bölümünü aktardığım “Aşkla Sana” şiiri 1972 yılında yayımlanmış. Bu tarihte o yirmi dört yaşındadır. Zaten bir yıl sonra da yirmi beş yaşının gençliği, şüphelerle dolu o trajik bir olay sonucu ölümün geri dönülmez ülkesince teslim alınacaktır.

HÜZÜN, ÇOCUKSULUK, RON Adli Tıp ölüm nedenini beyin kanaması olarak belirliyor. Başta Sina Akyol olmak üzere birçok arkadaşı ve akrabası bu kanamayı SBF yurdunun basılması sonrasında polislerin işkence düzeyine varan dayağına bağlıyorlar TRT’ye yaptığı bir programı televizyon olan bir yerde izlemek için bir akşam evinden çıkıyor, gece dönerken yolda düşüyor. Düşüş o düşüş, bir daha ayağa kalkamıyor. Düştüğü yerde sabaha karşı görülüyor. Onu merak edip arayanlar ise Numune Hastanesi’nde henüz buğusu üzerinde cesediyle karşılaşıyorlar.. Arkadaş’ın 1967’de yayımlanan ilk şiiri “Sakalsız Oğlanın Tragedyası”ndan 1973’ün Mayısı’ndaki ölümüne kadar beş yıllık bir zaman diliminden kalan şiirler toplamı ise bizim tesellimiz oluyor. “Sakalsız Oğlanın Tragedyası”ndan “Aşkla Sana”ya, yani anlamın gizeme kurban edildiği bir şiir anlayışından şiirin toplumun hizmetine sunulduğu bir tarza uzanan yolu çabuk adımlarla kat ettiği için de onu kutlamalıyız. Ne kadar minnet duysak az olduğunu bilmeliyiz. Arkadaş’ın şiiriyle eleştirel anlamda ilgilenmiş olanlar “hüzün, çocuksuluk” ve “ironi”nin onun şiirinin en belirgin çizgiler olduğunu söylüyorlar. Gerçekten de çocuksu bir duyarlık onun şiir toplamında yer yer ama bir süreklilik arz ederek gülümsüyor. İroni de öyle, canınızın tam acıdığı anda size el veriyor, sızı kuyusundan çekip çıkarıyor, ruhunuza şenlik katıyor. “O Eski Bir”de olduğu gibi kimi zamansa ironi çocuksu bir duyarlık ve söylemle birlikte gösteriyor yüzünü. “bir gün ben çocuk olucam. olucam kanıma güller takıcam eskitip yüreğimi çarşılarda pazarlarda tanrıya şeker alıcam Yalnızlık ise onun şiirinde gerçek bir hal ve halin sonucu hissedilen bir duygu değil. İçten besleniyor,

sürekli bir sızı olarak var oluyor ve tamamen varoluş algısı üzerinden yansımasını buluyor. “kendime kendimden başka kendim yok ne utancımı kuşanan bir sevgi ne çirkinliğimi öpen bir kız” * “hep kurşunlamışlar yalnızlığı çoklar sokağında herkesler var olmuş bir sen ben ölmüşüm” Yalnızlığın türevi olarak Arkadaş şiirinde izleksel belirginlik kazanan hüzün ve umutsuzluğun da gündelik hayat içindeki nedensel kaynakları açıkça görülemiyor. Bu duygulara daha çok iç yaşantıların davranışsal yansımaları olarak bakmak gerekiyor.

YOKSULLUKLA YARALI Arkadaş’ın, imgelerin gerçek hayatta hiçbir karşılığına kavuşmadığı, sözcüklerin sırasının gelişigüzel değiştirilerek bir artistik zevk yaratılmaya çabalandığı, bütün bunlarla yetinilmeyerek şifresi bir türlü çözülemeyen anlam düğümlerinin oluşturulduğu ilk şiirlerinin kapalı dünyasından çıkmasında dönemin sert politik ortamının etkili olduğu aşikârdır. Bunun yanında içinden geldiği hayatın şekillendirdiği kişiliği de böylesi bir şiirin yükünü uzun süre taşıyabilecek ruh köküne ve kültürel kimliğe sahip değildir. Göçmen bir ailedendir; babası işçi, annesi ise ev hanımıdır. Arkadaş, yaşayanlar içinde yedi kardeşten beşincisidir. Çocukluğu ve ilk gençliği Bursa’nın arka sokaklarındaki iki göz bir evde geçmiştir. O her şeyden önce yoksullukla yaralanmıştır. Daha sonra bir bacağının kısa kalmasına neden olan kemik hastalığının tıbbi ve sosyal sonuçlarını “cenin zayıflığı”ndaki bedeni ve çocuk ruhuyla taşımak zorunda kalmıştır. Uzak olmayan bu geçmişin politik ortamla da bütünleşen çağrısının onda yankısını bulmaması imkânsızdı. Çünkü o bir şairdi. Çocukluğunu ve gençliğini şekillendirmiş olan toplumsal gerçekliğe sanatçı sezgisinin özgüveniyle yönünü döndü. Orada ise ilk olarak kendi bireysel tarihiyle karşılaştı ve onunla kucaklaşmakta hiç zorluk çekmedi. Onun 1969’da yayımlanan “Tamirat” şiiri bu dönüşün ve buluşmanın ürünüdür: “benim bir abim iki abim varmış açlık ve yoksulluk kötü bir şefin döneminde ikisini de almış çünkü dönem o dönemmiş ablalarım kalıntı toplarmış pazardan ağabeylerim buz satarmış babamsa memur ayakkabılarının tamiratına nefretini yamarmış ben işte eksik bir birikimin tortusuyum geçmişlerde yoğrularak çocukluğum bana hep acıyı ve hüznü öğretti” Yanılsamaların evreninden çıkıp gerçekliğin dünyasına dönme yolunda kararlı olduğunu ise “Aygın” şiirinde konuşan kişi söylüyor: “ey bana titrek kırallığımdan miras kalan yüreğimle isyancı askerlerine şefkat dağıtan sevdalı tekliğim, artık

çöz salgınının iplerini ve kavruk bir çarpıntı olan bireyci gizemini dünyaya bırak, senin yırtıcı kuşlar ve güvercinler arasından ustalıkla geçirdiğin ışıltısız kargın elbet saplanacak ilençli bir bulut bulur gökyüzü arenasında.” Tevazu ile “ışıltısız” olarak nitelediği kargısını sonunda eline almış, yüreğini kuşanmış ve cephesini seçmiştir. Bu yeni durumu: “yangına körükle giden erlere ARKADA körük yapan ellerle geldim. Z. ÖZGER ben yalnız körük yapmasını bilirim. körük kullanmasını bilmem” diye ifade eder bir hesaplaşma şiiri olan “Müfreze” de. Arkadaş’ın şiir serüveninde ben hem öz hem biçim bakımında daima arayış içinde olan, her yeni yazdığı şiirde kendine ait olmayan yüklerden biraz daha kurtulan, öz kimliğine doğru yol alma çabasından asla vazgeçmeyen bir şairin suretini ve o şairin yükselişini görmüşümdür. İlk şiirinden bir iki yıl sonra sadece İkinci Yeni’ninkinden değil diğer etkilerden de sıyrılarak toplumcu gerçekçi şiir alanında kendi sesini taşıyan bir şair olarak yerini alması güzel olmaktan da öte muhteşemdir. Türkiye, şiddeti ve kanı giderek artan bir iç savaş içinde geleceğini ararken yüz binlerce devrimcinin kalbini cesaret ve umutla ısıtan, acısını yoldaşlık duygusuyla hafifleten “Aşkla Sana”nın ardında işte böyle bir şiir serüveni var. Sağdan yana ayrılmış hafif dalgalı, bir bölümü alnına düşmüş sarı saçları, incecik bedenini saran yatay şeritli tişörtü, her an kırılacak bir dal, düşecek yaprak hissi veren duruşu ile Arkadaş Z. Özger bana nedense güzü değil de daima baharı çağrıştırmıştır. Arkadaş, benim duygu dünyamda bahara en çok yakışan şair olmuştur. *** Arkadaş Z. Özger 1948 yılında Bursa’da doğmuştur. Babası düşük ücretli bir işçi, annesi ise ev hanımıdır. Sağ kalan yedi kardeşten beşincisidir Arkadaş. Bursa’nın arka sokaklarında iki katlı bir evde büyümüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olmuştur. TRT Ankara Televizyonu’nda kurgucu olarak çalışmıştır. TRT’deki programını izlemek için çıktığı bir günün akşamından evine dönememiştir. Evine dönerken Meşrutiyet Caddesi’nde bir yerde düşmüştür. Sabaha doğru fark edilmiş ve Ankara Numune Hastanesine kaldırılmıştır. Yakınlarının ve arkadaşlarının söylediğine göre o hastanede 5 Mayıs 1973’te yaşamını yitirmiştir. Arkadaş, 9 Mayıs 1973’te toprağa verilmiştir. Bunu yakın arkadaşı Sina Akyol söylüyor. Şiirleri, Nadas Yayınları’nca “Şiirler” adıyla 1974’te toplu olarak basılmıştır. Arkadaş Z. Özgerin şiirlerinin ikinci basımını ise Mayıs Yayınları tam 10 yıl sonra, 1984’te gerçekleştirmiştir. Bu tarihten itibaren de Mayıs Yayınları şairimiz adına genç şairlere bir ödül vermektedir.


Aydınlık KİTAP

HORACE MCCOY’UN ROMANINDAN, SIDNEY POLLACK’IN F LM NE: “ATLARI DA VURURLAR”

Bir avuç dolar için ölümüne dans

TUNCA ARSLAN 1930’ların ekonomik ve insani çöküntü içindeki ABD’sini en iyi anlatan romanlardan biridir Horace McCoy’un (1897-1955) kısacık ama efsane romanı “Atları da Vururlar” (They Shoot Horses, Don’t They?). Sidney Pollack’ın 1935’te yayımlanan bu romandan 1969’da uyarladığı, sinemalarımızda özgün adı değiştirilerek “Son Gerçek” başlığıyla gösterilen aynı adlı film de sinema klasiklerinden biridir. En uzun süre dayanan çiftin 1500 dolar kazanacağı insanlık dışı bir dans yarışmasını anlatan “Atları da Vururlar” 1970’de Hasan Aslan’ın çevirisiyle E Yayınları’nca dilimize kazandırılmıştı. Pollack, öykünün barındırdığı dramatik boyutu ve keskin toplumsal eleştiriyi olduğu gibi yansıtmayı başarmış ve bu filmle ustalık mertebesine yükselmişti. Öykünün başlangıcında, çok sevdiği atının, ayağı kırıldığı için vurularak öldürülmesine tanık olan küçük bir çocukla tanışırız. Yaralı at, daha fazla acı çekmemesi ama aynı zamanda da artık hiçbir işe yaramayacağı için vurulmuştur. Küçük Robert daha sonra, Hollywood’un kenarlarında gezinen, yönetmen olma hayalleri kuran işsiz bir yetişkin olarak çıkar karşımıza. Yolu tesadüfen bir dans maratonunun düzenlendiği salona düşer ve Gloria’yla tanışır. Birkaç filmde figüranlık yapmış, gözü yıldızlarda, depresif, umutsuz, sürekli ölümden ve hatta hiç doğmamış olmaktan söz eden, yaşam sevincini yitirmiş, dünyadan bezmiş genç bir kadındır Gloria. Ülkenin yaşadığı “Büyük Depresyon”a tutulmuş bir ayna gibidir. Elindeki mikrofondan sürekli cafcaflı laflar eden çığırtkan ve fırsatçı organizatör Rocky tarafından eşleştirilen “iki kaybeden”, 150’ye yakın çiftin piste çıkıp yüzlerce saat dans edecekleri acımasız bir yarışta bulurlar kendilerini. Kanun kaçaklarının ve hamile kadınların da “bir avuç dolar için” dans edeceği bu akıl almaz rekabet, dönem ABD’sinin tokat gibi gerçeklerini ve çarpıcı insan portrelerini adeta gözümüze sokar. Başta Gloria ve Robert olmak üzere tüm karakterleri aracılığıyla okuru ve seyirciyi de bu sinir bozucu yarışın içine sokan, zaman zaman gerçekten baş döndürücü bir dil tutturan “Atları da

Vururlar”ın neredeyse tamamına yakını tek mekânda geçer. Horace McCoy ve Pollack, adeta bir ölüm-kalım arenasına dönüşen dans salonunu, yarışmacıların 10 dakikalık dinlenme anlarını, bilet parası ödeyerek dans edenleri görmeye gelen ve kendilerini “güvende hisseden” seyircileri, Rocky ve yardımcılarını, yere yığılanları, ayakta zor duranları, kısacası eşi benzeri görülmedik sömürü panayırını, unutulmaz anlar, akıldan çıkmayacak karelerle betimlerler.

BATAKLI IN D B Günümüzde televizyon ekranlarındaki “yarışmaları” izlediğimizde, romanın yazılmasından ve filmin çekilmesinden bu yana Türkiye ve dünyaya izdüşümlerinde herhangi değişme olmadığı ısrarla söylenebilecek bu sert öykünün ana hatları, kuşkusuz ki her şeyden önce Gloria karakteri üzerinden çizilir. Robert’ın “Senin kadar kasvetli birine rastlamadım” dediği, herkesten nefret eden, ölmek isteyen ama intihar edecek gücü de olmayan Gloria, tüm yarışmacılar arasında içinde bulunduğu durumun bilincine varan, yaşadıklarının farkında olan tek kişidir aslında. Çaresizliğinin farkındadır… Çare bulmak için daldığı bataklığın en dibinde olduğunun da… Kariyerinin en parlak performanslarından birini sergileyen Jane Fonda’nın, Gloria rolüne eldiven gibi uyduğu filmde oyunculuk yaşamının en akılda kalıcı rolünde izlediğimiz Michael Sarrazin ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında filme tek Oscar’ını kazandıran Gig Young mükemmeldirler. Edebiyat ve sinema tarihindeki en karamsar yapıtlardan biridir “Atları da Vururlar”. Başından sonuna dek bir iç sızısı eşlik eder okura ve seyirciye. Robert, “Onu neden öldürdün?” diye soran polise “İstedi de ondan” diye karşılık verir. Bir soru daha gelir: “Tek gerekçen bu muydu evlat?”. Robert’ın yanıtı hâlâ yankılanmaktadır: “Atları da vururlar, değil mi?” Yankılanan bir şey daha var elbette, Rocky’nin sesi: “Maratonumuz sürdükçe sürüyor… Evet efendim, işte yine piste çıktılar. Ne kadar dayanabilecekler… Alkışlarınızı duyalım… Haydi, alkışlarınızı duyalım…” (Atları da Vururlar, Horace McCoy, E Yay., çev: Hasan Aslan, 155 s.)


Aydınlık KİTAP

18 6 N SAN 2012 CUMA Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu

Ha im Akman Bankas Kültür Yay., 684 s. Dört isimden oluşmuş bir kişi o: Güngör Uras, Ali Rıza Kardüz, Tevfik Güngör ve Ayşe Hanım Teyze. Türkiye’nin ekonomik-gastronomik tarihinin önde gelen izleyicisi. Tahran’dan Washington’a, Londra’dan Mekke’ye, adımını attığı her toprak parçasından, siyasetten iktisada, yemekten müziğe anlatılacak bir şeyler çıkartıp okurlarıyla paylaşmaya can atan bir yazı makinesi. “Konuya yabancı olanların yazıyı sıkılmadan okuyabilmelerini temin etmek, konuya ilgi duymalarını sağlamak gerekiyor. Arada sırada olayları hafife almak, okuyucunun tanıdığı kişileri, yazının içine oturtmak ilgi çekiyor. Nasıl ki ‘Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu’ olarak kendi üzerimden, başkalarının sorunlarını anlatıyorsam, aynı şekilde halkımızın çoğunluğunun temsilcisi olan Ayşe Hanım Teyzem, Ali Rıza Bey Amcam ve İşçi Memed üzerinden de halkın sorunlarını tartışmaya açıyor, halka bilgi veriyorum.”

Hepsi Senin İçin

Atilla Dorsay Alt n Kitaplar, 128 s. Atilla Dorsay, bunca kitaptan sonra ilk kez hikâyeyi deniyor. Ana tema olarak “tuhaf aşkları” seçiyor ve biraz gözlemlerinden, biraz da hayal gücünden çıkıp gelen garip, aykırı, kimi zaman ölümcül tutkuları yazıyor. “Dünyanın Öyküsü dergisinin ilk sayısı geldi ve orada “Müze Memuru Mithat’la Şişman Ayten” çıktı karşıma: Yazan, Atilla Dorsay. İlgiyle okudum o kahramanları; İstanbul’un, güzelim Samatya’nın kokusunu soluyarak, gülümseyerek kendini bana hemen sevdiren Ayten ve Mithat’la tanışmış oldum. Bu binlerce yıllık kentin kalabalıklarında, dikkat etme çabası bile göstermediğimiz o kavgasız, sıcacık aşk öyküsünü bize yaklaştıran yazarını da yanımda duyumsayarak...” (Füruzan.)

Sığlıklar

Minna Canth, Kanat Kitap Çev. Ritta Cankoçak, 112 s. Fin edebiyatının kurucularından, yazar ve kadın hakları savunucusu Minna Canth ilk kez Türkçede! “Sığlıklar”, Minna Canth’ın Zola’nın etkisi altında kalarak doğalcı bir üslupla kaleme aldığı, kadının toplumsal konumunu sorgulayan romanlarından biri. Daha Finlandiya diye bir ülke yokken Fince yazan Minna Canth, Fin edebiyatının kurucuları arasında yer alan ilk kadın yazarlarından ve kuşkusuz, dönemine en çok damga vuran, yaşadığı toplumu en çok dönüştürenlerden biriydi. Kadınların toplum içindeki konumunu sorgulayan, doğalcı üslupla yazdığı kitapların yanı sıra, yorulmaksızın verdiği kadın hakları mücadelesiyle de saygın bir konuma erişti Canth. “Sığlıklar”, toplumun görünmeyen zincirleriyle eli kolu bağlanmış, hayat dolu bir kadının, Alma’nın hazin hikâyesi.

21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası

Foti Benlisoy Agora Kitapl , 368 s. Muhammed Buazizi’nin kendini ateşe vermesiyle Tunus’ta başlayan Arap devrimci süreci, “devrim” kelimesini “bölgede” ve dünyada gündelik kullanıma sokmuştu. Sonra, başta İspanya ve Yunanistan bir dizi Avrupa ülkesindeki kitle eylemleri, “öfkeliler” (indignados) hareketi geldi, daha sonra da özellikle ABD’de “işgal et” (occupy) hareketleri. Bu kez bir İspanyol devriminden, Avrupa ya da Amerikan devriminden bahsedilir oldu. Şili’deki devasa öğrenci muhalefetine “penguen devrimi” dendi. Benlisoy’un kitabı devrimin ansızın ve “vakitsizce” yeniden siyasal tahayyül dünyamıza dahil oluşuna dair sorular soruyor ve bu sorulara uçarı olmayan, teori ve gerçekle aynı anda bağını koruyan cevaplar veriyor…

YENİ ÇIKANLAR

Özgürlüğün İcadı ve Aklın Amblemleri

Boğaz

Jean Starobinski, Metis Yay. Çev. Haldun Bayr , 400 s.

Peter Straub, thaki Yay. Çev. Dost Körpe, 784 s.

Sanatın, felsefenin, siyasetin ayrı ayrı kıtalar olduğunu varsaymıştır tarih uzun süre. Ayrı olsalar da aynı dünyanın kıtaları olduklarını, aralarında onca yolculuk, alışveriş, iletişim ve etkileşim olduğunu çeşitli nedenlerle görmezden gelmeyi tercih etmiştir. İşte Jean Starobinski’nin 18. yüzyıl üstüne yaptığı bu çalışmanın başlıca hedefi, sözünü ettiğimiz bu bölümlemeyi aşmak, en azından onun dışında kalmak. Resim, mimari, müzik gibi sanatlar ile 18. yüzyılın Aydınlanma felsefesi ve Fransız Devrimi’ni dünyaya getiren sosyal, siyasi gelişmeler arasındaki ilişkileri araştırmış, sanatı sosyal bağlamına yerleştirirken, bir yandan da hayatın başka yollarla belki kolay öğrenilemeyecek birtakım önemli yanlarını sanata sormuş. Ortaya da sanat tarihi ile sosyal tarihi iç içe geçiren zengin bir düşünce tarihi tablosu çıkmış.

Underhill çocukluk arkadaşı John Ransom tarafından memleketi Millhaven’a, eskiden korkunç olaylara sahne olmuş ve şimdi yeni iblislerin cirit attığı şehre çağrılmıştır. Görünüşe göre Mavi Gül katili onyıllar süren sessizliğinden sonra tekrar harekete geçmiş ve Ransom’ın karısını acımasızca öldürmüştür. İnzivaya çekilmiş amatör dedektif arkadaşı Tom Pasmore’un yardımıyla gerçeğin peşine düşen Tim Underhill, kendini yalanlardan ve hilelerden oluşan karanlık bir labirentin içinde buluverir; her köşenin ardında bekleyen sarsıcı şoklar, Underhill’i kendi geçmişindeki korkunçluklara, Vietnam ormanlarında yaşadığı tüyler ürpertici olaylara, dokuz yaşındaki ablasının öldürülmesine tanık olduğu güne ve ardından şehri sarsan bir dizi cinayete geri götürür.

Suçumuz Köy Enstitülü Olmak

Gitmek – Yola Çıkış

Hamdi lker, E Yay nlar , 336 s. Bu kitapta Türkiyede ve dünyada iktidar değişimi süreçlerinde yaşanan insanlık dramı zincirlerinin yalnızca bir halkasını, Köy Enstitülü Hamdi İlker ve arkadaşlarının başına gelenleri okuyacaksınız. Gerçekte var olmayan bir dernek ve gerçekte var olmayan üyelerinin başına gelenlere duruşma tutanaklarıyla tanık olacaksınız. Bu kitap sonraki kuşak aydınlarına not düşen bir belgedir. Ayrıca aydınların adalet, demokrasi ve bilimselliğin hayata geçirilmesi konularındaki talepleri sürdürmelerinde onlara güç verecek ve yol gösterecek rehberdir. (Prof. Dr. Güler Yalçın)

Jean – Luc Nancy, MonoKL Çev. Murat Er en, 67 s. Gitmek daima aşina olanın (bir) parçasını; yabancı olan, aşina olmayan ve önceden kesinlikle bilmediğimiz bir parça için, bir yer için, yaşamın bir parçası için terk etmektir. Gitmek söz konusu olduğu zaman bizi bekleyenin ne olduğunu asla bilemeyiz. Bizler insanız çünkü gitmekteyiz, hiçbir nihai varışın mümkün ya da vaat edilmiş olmadığını bilebileceğimiz, bilmek zorunda olduğumuz bir gidişe/yola çıkışa ayarlıyız. Yaşamaya değer bir hayatı, ancak böyle bir atılım içinde, gidişin zorunluluğu içinde zira başka türlüsü elimizden gelmez- ve bu risk alış içinde, gidişin bahsi içinde yaşayabiliriz. Bu aynı anda hem çok zor, hem çok tedirgin edici hem de çok heyecan vericidir. Ölüyoruz ve eski bir özdeyiş der ki: “gitmek, biraz ölmektir; ölmekse tamamen gitmektir”.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

İsmet İnönü’nün Dış Politikası (1938- 1950)

Nabız

Uygarlık

Niall Ferguson, YKY Çev. Nurettin Elhüseyni, 392 s. Hüner Tuncer Kaynak Yay., 224 s. Doç, Dr. Hüner Tuncer, bu kitabında, İkinci Dünya Savaşı yılları olan 1938-1945 döneminde ve 1950 yılına değin geçen sürede, Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün izlediği dış politikayı genel hatlarıyla anlatmakta ve bu politikaya ilişkin kişisel yorumlarını dile getirmektedir. İkinci Dünya Savaşı yılları, savaşın izlediği genel seyir ve Türkiye’nin savaşan devletlerle ilişkileri olmak üzere, ayrı bölümler halinde irdelenmektedir. Tarihimizde Büyük Atatürk’ten sonra “İkinci Adam” konumunu hak etmiş olan İsmet İnönü, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Avrupa’nın büyük devletlerinin baskılarına karşın, savaş dışında tutabilmeyi başarmış olan bir devlet adamıdır. Hüner Tuncer’in bu kitabında, İnönü’nün bu amaçla uyguladığı hünerli diplomasiyi izleyebilmeniz mümkün olabilecektir.

Julian Barnes, Ayr nt Yay. Çev. Serhat Rifat K rko lu, 240 s. Pek çok öykünün toplandığı kitap adını güçlü öyküsü “Nabız”dan alıyor. “Nabız”da, meslek seçimi ve özel yaşamında sorunları olan ve annesiyle babasına fazla bağlı bir yaşam sürdüren birinin dokunaklı olduğu kadar matrak hikâyesi anlatılıyor. Hiç kuşku yok ki, öteki kitaplarına olduğu gibi “Nabız”a da damgasını vuran şey, Julian Barnes’ın psikolojik gerçekçiliğine çok iyi entegre ettiği, kahramanlarını asla güdükleştirmeyen, onları tek boyutluluğa indirgemeyen benzersiz ironisi. Nabız aynı zamanda, farklı öyküler arasındaki içmetinselliğiyle de dikkat çekiyor; bir öyküde yer alan bir ayrıntı, bir başka öyküde son derece değişik bir kılıkta karşımıza çıkıyor. Son romanı “Son Verme Duygusu” ile 2011 Booker Ödülü’ne layık görülmüş olan Julian Barnes’tan, her biri ayrı bir yazınsal tat veren öyküler…

6 N SAN 2012 CUMA

19

Doğu İsyanları

Ayhan Ayd n Togan Yay., 224 s.

Bu kitabın ele aldığı ana soru gittikçe bana bir modern çağ tarihçisinin ortaya atabileceği en ilginç soru gibi görünüyor. Avrasya kara kütlesinin batı ucundaki birkaç küçük siyasal yapı, 1500 dolaylarından itibaren Doğu Avrasya’nın daha kalabalık ve birçok bakımdan daha gelişkin toplumlarını da kapsamak üzere dünyanın geri kalan kesimine egemen olma yoluna tam olarak niçin girdi? Buna bağlı ikinci sorum şu: Batı’nın geçmişteki üstünlüğüne ilişkin iyi bir açıklama bulabilirsek, geleceği konusunda bir öngörü ortaya koyabilir miyiz? Bu gerçekten Batı dünyasının sonu ve yeni bir Doğu çağına geçiş mi demektir? Başka bir ifadeyle, insanlığın daha büyük kısmının Batı Avrupa’da Rönesans’ın ve Reform hareketinin ardından ortaya çıkan uygarlığa – bilim devrimiyle ve Aydınlanma süreciyle harekete geçen, Atlantik’in öteki yakasına ve ta Avustralezya’ya kadar yayılan, devrim, sanayi ve imparatorluk çağlarında doruğuna ulaşan uygarlığa – az çok bağlı olduğu bir çağın sönüşüne mi tanık olmaktayız?

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da XIX. Yüzyılın ilk yarısından itibaren ortaya çıkan aşiret isyanlarına geçmeden önce Batılı emperyalist devletlerin doğu politikalarının temel taşlarından birini oluşturan “Şark Meselesi” terimi üzerinde durmak gereklidir. İlk defa 1815 Viyana Kongresi’nde Rus delegasyonu tarafından kullanılan terim, çeşitli manalarda tarif edilmiştir. Genel olarak ise Şark Meselesi, XIX. Yüzyılın ilk yarısında -özellikle İngiltere için- Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma, değişen dünya konjonktürüne göre yüzyılın ikinci yarısında Türkler’in Avrupa’daki topraklarının paylaşılması ve XX. Yüzyılda ise, imparatorluğun bütün topraklarının paylaşılması anlamlarında kullanılmıştır. Hangi tanım esas alınırsa alınsın, Osmanlı Devleti’nin XIX. ve XX. yüzyılın başlarında yaşadığı çoğu olumsuz gelişmelerin temelinde “Şark Meselesi” politikası yatmaktadır.

Sen ve Ben

Kahperengi

Daha Vakit Var

Tanrıların Doğası

Niccolo Ammaniti, Can Yay. Çev. emsa Gezgin, 120 s.

Hande Altayl Do an Kitap, 324 s.

Yusuf Çopur K rm z Kedi Yay., 120 s.

Duygusal, zeki, düş gücü kuvvetli ama içedönük ve yalnızlığı seven on dört yaşında bir genç. Roma’nın zengin bir semtinde bir apartmanın bodrum dairesi. Safça söylenmiş ama çığ gibi büyüyen bir yalan.Aileden, okul arkadaşlarından, gösterişi seven, yapmacık davranan herkesten uzaklaşma isteği ve hayalî bir kayak tatili bahanesiyle tek başına kalma, korkusuz, kaygısız bir hafta geçirme dileği.Ve beklenmedik bir konuk. Gerçek dünyayla karşılaşma. Ammaniti bir avuç malzemeyle en akıl ermez sırlardan biri üzerine –insanın nasıl büyüdüğü konusunda– okurun içine işleyen kusursuz bir öykü kurguluyor.

Küçük bir Anadolu kasabasından İstanbul’un ışıklı gecelerine uzanan bir yolculuğun hikâyesi. Sevginin değil, mecburiyetin birlikte tuttuğu bir ailede büyüyen Narin ilk kez âşık olduğunda yolların nihayet daha büyük yollara bağlandığını, o büyük yolların da başka şehirlere, ülkelere kavuştuğunu anlar. Ve biri gittiğinde arkasında bir yol bıraktığını. Ama o yolların nefrete, ihanete de açıldığını anlaması için aradan yılların geçmesi, dostlukların sınanması, kaybedilenlerin bulunması gerekecektir. “Aşka Şeytan Karışır” ve “Maraz” adlı romanları yayımlandığı yıllarda en çok satanlar listesinden aylarca inmeyen Hande Altaylı’dan yaşamın içinden, samimi ve sarsıcı yeni bir roman.

İlkokulu bitirdikten sonra “okumaya” devam edebilmek için evinden ve annesinden ayrılan Kenan, zor günler geçirse de annesinin sevgisi, yurt arkadaşlıklarının desteği ve paylaşımıyla hedefine ulaşır, öğretmen olur. Ancak bu arada hastalanan ve yoğun bakıma alınan annesinin başucundan bir an olsun ayrılmayan Kenan, daha doğmadan kaybettiği babasının da yokluğunda, annesinin onun için yaptığı fedakârlıkları, pek çok sıkıntıya göğüs gererek paylaştıkları yılları ve acı-tatlı anları tek tek hatırlar. Yusuf Çopur, ilk romanı “Daha Vakit Var” ile kırsalda doğup büyüyen bir çocuğun tüm güçlüklere ve engellere rağmen annesinin sevgisi ve desteğiyle, umudunu ve iyimserliğini yitirmeden kendisine bir gelecek kurma çabasını içtenlikle anlatıyor.

Marcus Tullius Cicero Kabalc Yay. Çev. Çi dem Menzilcio lu, 492 s. Romalı hatip ve düşünür Cicero’nun tanrıların varlığı, doğası ve dünya işlerine karışıp karışmadıklarının sorgulandığı “De Natura Deorum” adlı eseri, filozoflardan oluşan hayali bir tartışma meclisinde, eski Yunan dünyasının üç önemli felsefe okulunun (Epicurus, Stoa, Academia) konuya ilişkin yaklaşımlarını toplu halde sunan bir eserdir. Ama bunun ötesinde yapıtları günümüze ulaşmamış pek çok filozofun tanrı kavrayışıyla ilgili öğretilerini bize tanıtmakla da düşünce tarihinde Cicero’nun bile tahmin edemeyeceği nitelikte evrensel bir göreve hizmet eder.


20 6 N SAN 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Şanslı Aile Kitabın çocuk kahramanı Paule Afrikalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, fakat ailesinin Paule’ye bakacak gücü olmadığı için Alman bir aile onu evlatlık edinmiş. Paule’nin maddi olarak daha iyi bir hayatı olacağı kesin, ancak... beyaz olmak gerekmediğini şahane İREM HALIÇ oyunculuğuyla kanıtlıyor ve şimdilik Çağdaş Alman Edebiyatının sevilen işler yoluna giriyor. yazarı Kirsten Boie’nin Türkçeye Paule’nin siyah teninden başka baş çevrilen ilk kitabı “Arkana Bakma” etmesi gereken bir konu daha var: isimli gençlik romanıydı. Şimdi de Evlatlık edinilmesi. Arkadaşlarının 1985’te yayımlanan, birçok ödüle evinde sadece doğum günleri kutlaaday gösterilen ve yazarın ilk kitabı nırken, Paule’lerin olan “Şanslı Aile” evinde ayrıca “geliş Suzan Geridönmez’in günü” de kutlanıyor, çevirisiyle Günışığı yani anne babasının Kitaplığı’nda çocuklaonu yurttan aldıkları rınızı bekliyor. gün. Doğum günüyle Kitabın çocuk kahraarasında az zaman manı Paule Afrikalı olduğundan ikisi için bir ailenin çocuğu tek bir hediye alıyor olarak dünyaya gelPaule. Ek hediye kamiş, fakat ailesinin zancı da olmadığına Paule’ye bakacak göre Paule’nin bu gücü olmadığı için “geliş günü” meseleAlman bir aile onu sini bir an önce anneevlatlık edinmiş. Pausinden öğrenmesi le’nin maddi olarak lazım. Paule akıllı bir daha iyi bir hayatı çocuk olduğu için olacağı kesin, ancak nasıl evlatlık edinildisiyah teni beyaz arkağini anlaması zor daşlarının arasında değil. Ancak sorular hep ardı ardına kendini hep belli edecek ve dolayıgeliyor: Evlatlıksa şimdiki anne basıyla Paule neden arkadaşları gibi bası onun üvey anne babası mı olur? beyaz olmadığını, ya da onların Diyelim ki üveyler, öyleyse masallarneden kendisi gibi siyah olmadığını daki üvey anneler gibi Paule’ye kötü sorgulamaya başlayacak. davranırlar mı? Mesela Paule çok Alışveriş merkezlerinde, sokaklarda, kötü bir yalan söylese onu kolayca gittiği her yerde kendisini gören diğer evden atabilirler mi? Paule bu soruçocukların, siyah teni hakkında fısır lara cevap bulabilmek için evden fısır konuştuklarını duyan Paule onlar- kaçmayı bile deniyor. Ancak tüm dan gerçekten nefret ediyor. Ancak maceralarının sonunda anlıyor ki; babasının öğrettiği üzere fazla umuranne ve babası onu gerçekten kendi samamaya çalışıyor. Ama bir gün sıçocuklarıymışçasına çok seviyorlar. nıfta, müsamerede oynanacak bir İnsanlar arasındaki fiziksel farklılıktiyatrodaki rollerin dağıtılması sıraları, bu farklılıkların ilişkilere nasıl sında, Paule bu renk meselesine cidyansıdığını, toplum içinde yalnızlaşden bozuluyor. Çünkü İsa’nın konu mayı ve aile ilişkilerini bir çocuğun edildiği tiyatroda Paule, melek gözünden komik bir dille anolan Cebrail’i oynamak istilatan “Şanslı Aile”, renyor. Ancak arkadaşları garenk resimleri ve meleklerin siyah olaArkada lar n n canlı baskısıyla çomayacağı gerekçecuklarınızın ece sad e nd evi siyle buna karşı okuma isteğini ri nle do um gü çıkıyorlar. Pauarttıracak, ayrıca le’nin sadece üç kutlan rken, sıklıkla karşılaşbilge kraldan tığımız toplum’lerin evinde ule Pa siyah olan Gassal sorunların de ” nü gü li ayr ca “ge par’ı canlandırabibireylere ve çoleceğini kutlan yor, yani cuklara nasıl söylüyorlar. Bu yansıdığıyla ilgili anne babas n n Paule’yi gerçekten fikir edinmelerini onu yurttan çok sinirlendiriyor ve sağlayacak. Belki de ald klar gün sınıfı terk ediyor. Eve kendilerinden farklı gittiğinde annesi onu teolduğunu düşündükleri selli etmek için siyah melekarkadaşlarıyla olan ilişkileri lerin de olabileceğini söylüyor ama için önemli ipuçları da yakalayabilirbu konuda ısrar etmemesi gerektiğini, ler. mecbur kalırsa Gaspar’ı oynaması geÇocuklarınıza eğlenceli okumalar direktiğini söylüyor. Bu Paule’nin hiç liyoruz. işine gelmiyor, ya Cebrail’i oynamalı (Şanslı Aile, Kırsten Boie ya da hiç oynamamalı. Ama öğretmen Çeviren: Suzan Geridönmez Paule’nin daha fazla üzülmemesi için Resimleyen: Silke Briks rolü ona veriyor ve Paule müsamere Günışığı Kitaplığı, 2012, günü geldiğinde melek olmak için 152 s. (8.12 yaş))

Okulla Nasıl Baş Etsem? Okul sana göre değil mi? Ödevler çok, çalışıyorsun olmuyor, öğretmen sana kafayı taktı ve dahası okuldaki çete senin peşinde... Gerçekten öyle olduğuna emin misin? Hayatının çoğu okulda geçiyor. Bu kitapta okul hayatını daha çekilir kılacak birbirinden güzel ipuçları bulacaksın. Haydi bakalım, oyun sırası sende!

ROLAND BELLER, Can Çocuk Yay nlar , Çev: Saadet Özen, 176 s. (8-12 ya )

ÇOCUKLAR İÇİN

Korkak Kumandan Eskimeyen bir yazardan çocuklara bir sürpriz: “Korkak Kumandan”. Pinokyo’nun yaratıcısı Carlo Collodi’nin Türkçede ilk kez yayımlanan bir hikâyesi. Tatil için amcasının yazlık köşküne giden Leoncino, beş haylaz kuzeninden oluşan bir ordu kurup başına geçer. Hayali düşmanlarla savaşırken çok eğlenirler. Derken bir gün, karşısına çıkan bir kaplumbağacık, Leoncino’nun bütün zafer başarılarını tersine çevirir. Collodi’nin eğlenceli dilinden bir hayat dersi: İçi boş ve göstermelik duygular, insanı değil kumandan, olsa olsa rezil eder.

CARLO COLLODI, Çev: Filiz Özdem, Resimleyen: Emine Bora, Yap Kredi Yay nlar , 120 s. (6-8 ya )

Havlayan Harfler

MEHMET AT LLA, Tudem Yay nlar , 2011, 204 s. (10-12 ya ) Ödüllü şair-yazar Mehmet Atilla, büyük beğeni kazanan Tansel Tozan Serüvenleri dizisinin üçüncü kitabı “Havlayan Harfler” ile raflardaki yerini alıyor. Günlerden bir gün, Oktay Bey köpeklerini sabah yürüyüşüne çıkardığı sırada bir ayının saldırısına uğrar ve el parmakları kırılır. Hemen akabinde, Laika adlı köpeği de ortadan kaybolur. Olaylar ilerledikçe, Oktay Dağdere’nin uzmanlık alanının köpeklerle insanlar arasında iletişim kurmak olduğu ve hatta bunun için “Havdikon” adında bir de aygıt geliştirdiği öğrenilir.

Peki, ama bir insan köpeğiyle nasıl iletişim kurabilir? “Havdikon” adlı bu cihaz ne işe yarayabilir? Aniden ortadan kaybolan Laika nerelerdedir? Birileri köpeği kaçırmış olabilir mi? Profesör Oktay Dağdere ve Kıvırcık Ender’le Laika’nın izini süren Tansel ve Kayra’yı son derece karmaşık bir kördüğüm beklemektedir. Mehmet Atilla, “Havlayan Harfler” adını verdiği yeni kitabında esrarengiz bir kayboluş hikâyesine ayna tutarken, köpekleri anlamak üzere onların iç dünyalarına doğru ilginç bir yolculuğa çıkarıyor okurlarını.


Aydınlık KİTAP

SAHAF

6 N SAN 2012 CUMA

21

HAN SUY N VE “A K GÜZEL EYD R” “Han Suyin, foto raf ndan anla ld gibi güzel bir kad nd r. Fakat ne yaz k ki talih genç kad na yar olmam ve ya ad o harikulade a k maceras ndan kendine ancak birkaç hat ra kalm t r.”

Hong Kong’da aşk Ülkemiz okurlarının Mao Zedung’un yaşamı ve Çin Devrimi’ni anlatan iki ciltlik dev eseri “Sabah Tufanı”ndan hatırlayacakları yazar Han Suyin, 1917’de Çin’de Belçikalı anne ve Çinli babanın kızı olarak doğdu. Genç yaşlarda yazmaya başladı, Doğu ile Batı’nın kültürel farkları ile sömürgecilik üzerine yoğunlaştı. Elimizdeki romanı “Aşk Güzel Şeydir” (Love is Many Splendored Thing), adını popüler bir şarkıdan alır ve Han Suyin’in yaşamından izler taşır. “Aşk Güzel Şeydir”in ilk basımı 1956’da, ikinci basım ise 1958 Şubat ayında yapılmış. Yayınevi, Altın Kitaplar; çeviren Leyla Yazıcıoğlu. 256 sayfa... Kitabın arka kapağında şöyle denmiş: “... biyografisini naklederken birçok münasebetlerle tekrarladığı gibi, Çin’de herhangi bir insanın aşkından başkalarına bahsetmesi ve mahrumiyetini ortaya dökmesi ayıp değildir. Çünkü Çinliler, o diller destan nezaketlerinin yanı sıra son derece açık sözlü insanlardır. Han Suyin’in şahane romanı, yaşadığı hareketli harp sonrası devrini en mükemmel fotoğraf objektifinden de daha mükemmel bir şekilde aksettiren ve ancak harika kelimesi ile vasıflandırılabilecek tabolarla süslüdür.” Arka kapakta, yazarın bir de fotoğrafına yer verilmiş ve şu not düşülmüş: “Han Suyin, yukarıdaki fotoğrafından anlaşıldığı gibi güzel bir kadındır. Fakat ne yazık ki

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

ANTALYA-KELEP R K TABEV

Aynı zamanda sahaf da... KEREM ÇOLAKOĞLU Elbette kitapla ilgili söylenecek çok şey var; bunula birlikte pek çok ülkeye oranla -matbaanın da geç gelmesiyletoplumumuzun kitaba henüz yeterince ısınamadığı da bir gerçek. Şu da bir gerçektir ki, Türkiye’de kitapla ilgili bir geçmiş araştırması yapıldığında, geçmişe oranla bugün, hem okuyucunun hem yazarın yaşamımızda daha çok yer aldığını bariz gözlemlemekteyiz. Bu gelişim ve dönüşüm evresine katkıda bulunmak, ülkemizde kitap duygusuyla henüz tanışmamış insanlara kitabı sevdirme çabasında faaliyet göstermekteyiz. Tabii bununla birlikte okuyucu ve yazar kitlesi içerisinde olmak, onlarla sürekli bir iletişim ve paylaşım halinde olmak bize oldukça gurur veriyor. Dünyanın nadide kentlerinden biri olan Antalya şehrinde bu hizmeti vermek, bizi bir o kadar da mutlu ediyor. Ayrıca kitabevimizi diğer kitabevlerinden veya kitapçılardan ayıran özellik aynı zamanda bir sahaf olması. Antalya’da yaşayan kitapseverler, dilediklerinde satın aldıkları kitapları

ikinci el kitaplarla değiştirebilmektedirler. Böylece ekonomik anlamda kitaba ulaşmakta güçlük yaşayan okuyucular arasındada bir denge unsuru oluşturduğumuza inanmaktayız. Kelepir Kitabevi olarak, kitabı salt ticari yada ideolojik anlamda bir malzeme olarak görülmesinin sanatı, sanatçıyı ve eserlerini itibarsızlaştırdığını üzülerek belirtmek isteriz. Son olarak, pozitif, akılcı, bilinçli insanların bir arada sağlıklı bir iletişimle barış içinde yaşamalarının tek yolunun “okumak” olduğu düşüncesindeyiz. Kelepir, kişisel veya kurumsal kütüphane oluşturabileceğiniz bir kitabevi. İnsanların ellerinde mevcut olan eski( antika) ve yeni kitap, dergi, kaset, plak, efemera vb. objeleri getirdikleri, bunların alımının, satımının ve değişiminin yapıldığı bu dükkan, Antalyalıların ellerindekini paylaşarak bilgi dönüşümü sağladıkları sıcak bir mekan oluşturmak amacına hizmet etmekte. Halkın kitap vb. eserleri bulmasını kolaylaştırmak, hızlandırmak için de üç yıldır internet üzerinden de hizmet vermekte.

talih genç kadına yar olmamış ve yaşadığı o harikulade aşk macerasından kendine ancak birkaç hatıra kalmıştır.” Bir sahafın tozlu raflarındaki uzun süredir el değmemiş kitaplar arasında rastladığımız “Aşk Güzel Şeydir”in kadın kahramanı melez bir doktordur ve duldur. Hayatında aşka yer yoktur. Derken Avrupalı gazeteci Mark Elliott’la tanışır. Mark evlidir ancak karıyla ayrı yaşamaktadır. İkili Hong Kong’da büyük bir aşk yaşamaya başlarlar. Mark’ın karısı boşanmayı reddeder ancak bu bile aşıklarımızı durduramaz. Sonunda Mark Kore’de ölür ve Suyin perişan olur. 1955 yılında yönetmen Henry King tarafından beyazperdeye aktarılmış olan “Aşk Güzel Şeydir”le ilgili bir de Yeşilçam notu düşelim: Orhan Aksoy’un 1966’da çektiği, başrollerini Filiz Akın ile Cüneyt Arkın’ın üstlendiği “Çıtkırıldım” adlı filmin ortalarına doğru, öğretmen Orhan ile ders verdiği zengin ve şımarık kız Filiz bir kitapçıda karşılaşırlar. İkisinin de eli farkında olmadan bir kitaba, Han Suyin’in “Aşk Güzel Şeydir”ine uzanır... 1950’lerin Çin ve Hong Kong gerçeklerini, romantizm dozu yüksek bir aşk öyküsü aracılığıyla öğrenmek isterseniz, “Aşk Güzel Şeydir”i sahaflarda ya da internet sitelerinde ısrarla arayınız.


22

Aydınlık KİTAP

6 N SAN 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Unutulmuş olmak düşüncesi beni zehirliyordu. Düşünün bir kere: Unutulmuşsunuz, üzerinize bir karanlık çökmüş, kimsenin haberi yok varlığınızdan, herkes ölmüş olduğunuzu biliyor, ya da bir geziye çıktığınızı, gitmeyi arzuladığınız yere gittiğinizi, orada mutlu olduğunuzu düşünüyor, belki de sizi kıskanıyorlardır; oysa siz boşu boşuna bekliyorsunuzdur.

2

a) Feodor Dostoyevski / Yeraltından Notlar b) Selimoviç / Derviş ve Ölüm c) Albert Camus / Yabancı d) Demir Özlü / Sürgünde 10 Yıl e) J. P. Sartre / Bulantı

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(d)

BULMACA Soldan sağa

1. Resimdeki yazar m z - H rvatistan’da bir liman kenti 2. Gezegenimizin uydusu - Bir say - C va’n n simgesi - Hak ve hukuka uygunluk, hakk gözetme, do ruluk, e itlik, türe 3. Bir gemiye veya k y ya göre aç k deniz taraf - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi - Seciye, karakter 4. Çe it - Ürdün Bat eria’da 1967’den beri srai i gali alt nda olan kent - Evren pulu 5. Yabanc - Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Bir i i yapmak için verilen söz - Kilometre (k sa) 6. Güre te bir oyun - Ha in, kaba - Belli bir anlam olan iz, i aret 7. Daha çok radyo için haz rlanm , genellikle güldürü niteli inde k sa oyun - Sat larda arac l k yapan kimse 8. Saman rengi - “... Güler” (foto rafç ) - Köpek

Zeus yeryüzünün göbeğini belirlemek istediği zaman, birbirine en uzak iki noktadan iki kartalı salıvermiş ve uçarken izledikleri yolun hangi noktada birleştiğini saptamış. Delphoi imiş bu nokta, böylece Yunanistan, Doğu’nun Batı’dan, Kuzey’in Güney’den ayrıldığı nokta olmuş, birbirini reddeden kültürlerin buluşma yeri, dünyanın yağmacı ve gezgin ordularının geçiş yolu haline gelmiş.

a) Adele Geras / İthaka b) Konsatantin Kavafis / Barbarları Beklerken c) Dominique Eudes / Kapetanios d) Odisseus Elitis / Çılgın Nar Ağacı e) Louis de Bernieres / Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini

2-(e)

3-(c)

9. öhret - Hem ire ba l - Bizmut’un simgesi - Kekli in boynundaki siyah halka 10. Kara ta tlar nda yolu ayd nlatan çok kl fener Berilyum’un simgesi - Bir i te bilgisi olan, erbap 11. Petrol türevlerinden elde edilen, temizleme özelli i bulunan, toz, s v veya krem durumunda olabilen kimyasal bir madde - Tayin etme 12. Hz Muhammed’in hayat n anlatan kitap - Bedevi Araplar’ n ba l olan kefiyeyi tutturmakta kullan lan dü ümlü kordon - Aç klama 13. Bir seslenme sözü - Stanislaw Lem’in bir eseri - Soru Bir nota 14. Gerçek - Bir tiyatro edebiyat türü - Baz hayvanlar yakalamak için kullan lan tuzak

3

Evinizin hiç paparazziler tarafından kuşatıldığı oldu mu? Bunun olmasını sağlamak kolaydır. Eski günlerde, doğru kişilere söylenen birkaç kelime, insanları linç etmeye hazırlanan kalabalıkların toplanmasını sağlamaya yeterdi. O kalabalıklarla kıyaslandığında, birkaç gazeteciyi heyecanlandırmak ne ki?

a) Paul Nizan / Fesat b) Maeve Binchy / Leylak Zamanı c) Henning Mankell / Pekin’den Gelen Adam d) Nermin Bezmen / Sırça Tuzak e) Zülfü Livaneli / Engereğin Gözü Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

15. Son, sona erme - Kan n kolayca p ht la mamas hastal

Yukarıdan aşağıya 1. “Ne yaz k ki” anlam nda bir sözcük - H zl 2. lk psikolojik roman m z - Üstten cepli, astars z, bol ve geni dikimli bir ceket türü 3. Bir yüzölçümü birimi - Kötü, fena - Oy - M s r’ n plakas 4. nci Aral’ n “Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay k görülmü kitab - “Yüksek” kar t - Yücelme, yüksek bir dereceye ula ma 5. Deprem, rügar, sel, vb. iç ve d güçlerin etkisiyle olu an, yayla, ova, koyak, çukur, da , vb. biçimlerin bütünü, yüzey ekilleri - Sava , mücadele 6. “... Güler” (foto rafç ) - Genellikle bir traktörün arkas na monte edilen ve zemini derince kazmaya yarayan bir alet - Tav r, davran 7. Rodyum’un simgesi - Yapma, meydana getirme - Avrupa resim sanat nda günlük ya am , ev ya am n , festivalleri ya da içki sahnelerin betimleyen yap tlara verilen ad 8. Bilgili, haberli - Gümü ’ün simgesi - Bir ac ünlemi 9. Bir resmi suland r lm renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi - Nefes, ruh 10. Gelece i ö renmek, ans ve k smetini anlamak amac yla oyun ka d , kahve telvesi, avuç içi, vb.’ye bakarak anlam ç kartma, bak - Güne biçiminde yap lan mücevher - Lütesyum’un simgesi 11. Bir damla gözya - Ürdün Bat eria’da 1967’den beri srai i gali alt nda olan kent - Bir Afrika a ac 12. Radyum’un simgesi - Bulundu u yerden yukar ya do ru ç kma, yükselme, yücelme - Uyu ma, anla ma 13. Ak ls z, sersem, budala, ebleh - Mililitre (k sa) - Alev, yalaz - Matematikte 3.14 say s 14. Buzuldan kopmu buz parças - Ailesinin geçimini sa layan - Halk n hayal gücü ile meydana gelip ku aktan ku a a geçen ve ço unlukla ola anüstü olaylar n anlat ld hikaye 15. Cet - Ba rolünde “egzantrik özel dedektif”i oynayan Humphrey Bogart’ n yer ald 1941 tarihli bir John Huston filmi

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.