2012 05 25 mayis kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

40 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 448

25 Mayıs 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 13 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Gerçeğin yalın hali

Dünya üzerinde aktarmalar...

Meşin Güç!

Yunus Nadi Ödülü sahibi

Bir yazarın serüvenleri

Şiir statükonun kontrolünden çıkıyor

Yaz tatilinde tiyatro

Hüseyin Haydar:



Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Edip Cansever

s. 4

Dünya üzerinde aktarmalar

s. 4

Filistin’de enternasyolizm ve anti-emperyalizm

s. 6

Ölümün anlamı üzerine

s. 8

Ateş, Güneş ve Ada

s. 8

“Üstat”ın Genç Şair’lik dönemi

s. 9

ET IN ARCADIA EGO-M. Sahil Kurt Şiir, statükonun kontrolünden çıkıyor!

22-27 May s aras nda düzenlenen TÜYAP Diyarbak r Kitap Fuar , 135 yay nevi ve sivil toplum kurulu unun kat l m yla; konferans, panel, söyle i, iir dinletisi gibi 44 kültür etkinli iyle ve imza günlerine kat lan 300 yazarla, “Yaz n n kadim yurdu” Diyarbak r’da üçüncü kez okurlarla bulu uyor. Kitap Fuar ’n n Fransa’dan gelen iki ara t rmac -yazar konu u hakk nda da k saca bilgi verelim. Dinler tarihi uzman Sébastien de Courtois, 26 May s 2012 Cumartesi günü fuarda olacak. Özellikle Ortado u H ristiyan topluluklar n n durumu ve tarihte b rakt klar izler üstüne çal malar n yo unla t ran ara t rmac , 1999 sonbahar nda Mardin’e yapt bir yolculuk s ras nda Turabdin’in tarihine ilgi duymu . Courtois, Diyarbak r Kitap Fuar ’nda Süryaniler üzerine bir söyle iye konu mac olarak kat lacak ve ard ndan kitaplar n imzalayacak.

s. 10 s. 12-13

‘Metafizik’ Marksizm

s. 14

Bir yazarın serüvenleri

s. 15

Meşin Güç

s. 16

Oğlunu vuran ananın peşinde

s. 17

Yeni Çıkanlar

Diyarbakır Kitap Fuarı, üçüncü kez…

Fuar n bir di er konu u ise Fransa’da ya ayan Kürt kökenli ara t rmac -akademisyen Fawaz Husên. sveç Yazarlar Birli i, Uluslararas PEN ve Fransa Yazarlar Örgütü üyesi olan yazar halen Fransa’da ya amakta. Yazar fuarda “Frans zca Bir Bedende Kürtçe Bir Ruh” ba l kl söyle i ard ndan kitaplar n imzalayacak. “Bir Foto raf Cam Sergisi”, Diyarbak r Kitap Fuar ’n n dikkat çeken etkinliklerinden… 41 y ll k k sa ya am na çok say da eser ve tercüme s d ran, Türkiye’nin farkl yerlerinde ö retmenlik yaparken ö rencileri üzerinde derin izler b rakan, Ankara’da Devlet Konservatuvar ’n n kurulu unda ve ilk ö rencilerinin yeti mesinde büyük eme i olan Sabahattin Ali’nin en büyük tutkular ndan biri olan foto raflar sergileniyor. Sabahattin Ali’nin ya amöyküsünün foto raflarla anlat ld sergi, yazar n ailesi, çocuklu u, gençli i, Almanya’da ya ad y llar, ö retmenlik, askerlik, evlilik ve babal k dönemleri gibi ba l kl bölümlerden olu uyor.

s. 18-19

Çocuklar için Bruni’nin Avlusu

s. 20

“Dünyayı Kurtaran Sahaf”

s. 21

Alıntı test ve Bulmaca

31. Uluslararas stanbul Kitap Fuar ’n n Onur Konu u Hollanda y l boyunca süren etkinlikler kapsam nda Diyarbak r Kitap Fuar ’na da kat l yor. Giri in ücretsiz oldu u fuar 22-26 May s 2012 tarihleri aras nda 10.30-19.30 saatlerinde, kapan günü olan 27 May s 2012 tarihinde ise 10.30-19.00 saatlerinde ziyaret edilebilir.

s. 22

ÖneriYorum

Arda Odabaşı

1)

Harb-i Umumi Eşiğinde - Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi? Mustafa Aksakal, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Hakkında yalan yanlış çok şey söylenen, Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’na katılışına ilişkin yeni ve dikkate değer bir bilimsel çalışma.

Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları, Mehmet Perinçek, Kaynak Yayınları kez yayımlanan resmî belgelerle Sovyetler Birli2) İlkği’nin Kürt isyanlarına ve Cumhuriyet iktidarına ilişkin tespitleri. Sovyet arşivleri çok değerli ve bugünlere

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ

de ışık tutan ayrıntılarla dolu. Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele, Ahmet Bedevi Kuran, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Uzun zamandır ancak sahaflarda bulunabilen kitabın tıpkıbasımı yapıldı. Türk devrim tarihinin başucu kitaplarından.

3)

4)

Matbuat Hatıralarım, Ahmet İhsan Tokgöz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Bu hatırat da bu-

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

günlerde yeniden basıldı. İstibdat ve II. Meşrutiyet dönemleri basın, kültür, siyaset hayatına dair vazgeçilmez bir tanıklık. Özellikle bugün İstibdat dönemini daha iyi tanıma gerekliliği kendini dayatırken okunmalı. Halkçılık Üzerine, Sun Yat-sen, Kaynak Yayınları Çin’in devrimci önderi Sun Yat-sen’in halkçılık / milliyetçilik üzerine yazıları. Bu metinler, emperyalizm çağında gerçekleşen ezilen dünya devrimlerini karşılaştırmak ve kavramak bakımından değerli imkanlar sunuyor.

5)

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

SİNE ERGÜN’ÜN ÖYKÜLERİ: “BAZEN HAYAT”

HAFTANIN PORTRES

Edip Cansever

Gerçeğin yalın hali

(1928-1986)

Sine Ergün

Cemal Süreya, Ece Ayhan ve Turgut Uyar’la birlikte İkinci Yeni şiir akımının en önemli temsilcisi olan Edip Cansever, 8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Kapalıçarşı’daki dükkânında turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. İlk şiiri 1944’te yayımlanan Edip Cansever, düşünceyi dil ve söyleyiş içinde eriten, çarpıcı biçimlere dayanan şiir tarzıyla dikkat çekti. 1957’de yayımlanan “Yerçekimli Karanfil” kitabıyla tümüyle kendine özgü bir şiir evreni oluşturdu, İkinci Yeni’nin özgün örneklerini verdi ve hiçbir zaman “anlamsızlığa” kaymadı. İçine kapalı, anlaşılması güç ve

okurdan yoğun çaba isteyen ama yine de anlamı ve düşünceyi savunan şiirlerinde düzyazının, hatta tiyatronun olanaklarını kullanmaktan çekinmedi. “Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım” diyen Cansever, dizelerinde umutsuzluk, arayış, iletişimsizlik, uyumsuzluk, yalnızlık gibi temalara ağırlık verdi. Cemal Süreya, yakın arkadaşı Edip Cansever’in ardından şöyle demişti: “Her şeyin fazlası zararlıdır ya / Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” 28 Mayıs 1986’da aramızdan ayrılan Edip Cansever’i, 26. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

“Her gün biraz daha yalnız Robespierre ve Fransa biraz uğultulu yalnızdır akşamı yok edilen bir subay bilinmez ürkütülmüş atları ne çok sevdiği her yalnızlık biraz ihtilâl. Çok şeyleri kadınlar için yaptım, kadınlar onlar ki yokmuşum gibi sevdiler beni beğenmek, beğenilmek gibi ayrı kaldılar bir gün de akşamdı, ben o akşamı hiç unutmam her sessizlik biraz ihtilâl. İşte bir tanrı evi, kimler ki geçerken uğruyorlar sonra çılgınlar gibi kalabalığa belki de yarı kalmış bir sevgiye koşuyorlar belki de her boyun eğdikleri, her diz çöküş yavaşça bir ihtilal.” (Robespierre)

CEREN ADALETSEVER “Bazen Hayat” Sine Ergün’ün ikinci öykü kitabı. 2010’da çıkan ilk öykü kitabı “Burası Tekin Değil”deki başarısıyla dikkatleri üzerine çeken yazar, Can Yayınları'ndan çıkan içinde kısa ve çarpıcı 27 kısa öykü barından bu ikinci kitabıyla ismini genç kuşağın iyi öykü yazarları arasına yazdırmayı çoktan başarmış gözüküyor. Can Yayınları'ndan Faruk Duman, daha öncesinde dergilerde öyküleri yayımlanan, yaratıcı drama liderliği yapan, tiyatro oyunları senaryolar yazan yazarın ilk öykü kitabı “Burası Tekin Değil”i keşfetmiş ve sonrasında beraber çalışmak için teklif götürmüş ve Can Yayınları “Bazen Hayat” la birlikte yazarın ilk kitabını da aynı anda çıkarmış. Bu bizlerin genç kuşaktan edebiyatın yeni yeteneği olan Sine Ergün'ü daha yakından tanımamızı, onun bu yoldaki adımlarını yakından takip etmemizi kolaylaştırmak için önemli bir fırsat. Sine Ergün’ün öykülerinin, kitabı elime aldığım andan son sayfasını çevirine kadar bana eşlik eden en göze çarpan özelliği; yalınlığı. Kendi kendimize oldukça karmaşıklaştırdığımız hayatlarımıza yalın bir biçimde bakmayı tercih eden yazar, süslü bir anlatımdan kaçarak gerçekleri daha “göz alıcı” hale getiriyor. Aynı zamanda bu yalın anlatım; size ‘hissetme özgürlüğü’ de sağlıyor. Yazar tarafından gerçeğin içine itiliyor ve orada kendi düşüncelerinizle yalnız bırakılıyorsunuz. “Evet” diyor yazar, “durum bu, sen ne anlıyorsan ve hissediyorsan…” Kısa cümleler ve yalın anlatımıyla kirli realizm akımından izler barındıran öykülerinin kahramanlarını şehrin insanları oluşturuyor. Kimi şehrin ritmini yakalamaya çalışan, kimi yalnız, kimi kendine yer edinemeyen, kimi çoktan gitmeyi tercih eden, kimi bunu göze alamayan. Bana öyle geldi ki; aslında her gün gördüğümüz, “bir selamımızın olduğu” onun dışında hakkında pek de bir şey bilmediğimiz yabancıların hayatlarının altını kazımış Sine Ergün. Uzun yolculuklarımızda karşımızda oturan

teyzenin, her gün işten eve dönerken uğradığımız bakkalın ya da barda beraber çalıştığımız Halil Ağbi'nin, aşçı Murat Ağbi'nin ve müdür Aydan Hanım'ın hayatına ışık tutarak; onlara kendi hayatlarının içinden bakmamızı sağlıyor. Ve bunu öylesine başarıyor ki, her birinin portre fotoğraflarını canlandırabiliyorsunuz kafanızda. Bir fotoğrafı okumak; biraz da onu okuyanla ilgilidir. Bir fotoğrafçı ‘varolanı’ kendi objektifiyle izleyiciye sunar. Bu ‘an’ın izleyicide uyandırdığı his bir çoğuna göre değişir. Yüzü çizgilerle dolu yaşlı bir amcanın fotoğrafı, bende farklı bir duygu yaratıyorken, bir başkası için farklı bir anlam ifade ediyor olabilir. İşte “Bazen Hayat”ta, Sine Ergün de öykülerinde sözcüklerle fotoğraf çekmiş gibi. Varolanı kendi dilinden anlatmış ve gerisini okuyucuya bırakmış. Öyle ki, öykülerinin içinde bir hisse kapılmazsınız eğer, sanki “özellikle” her cümle duygudan arındırılmıştır. Öykülerinde bilerek bıraktığını söylediği bu boşluğu sözlerle doldurmak istememiş, böylelikle okuyucunun hislerine de bir yer açmış. Çünkü sözler; bazen yetersizdir, bazen gereksiz, bazen yersiz ve çoğu zaman yalancı: “Yükseklik Korkusu”ndaki gibi. “Barda” ve “Yükseklik Korkusu” beni özellikle etkileyen iki öyküsü oldu, tıpkı “Burası Tekin Değil” kitabındaki “Suç Değil Becerisizlik”teki gibi. 'Barda’da; etrafımızda olan sıradan insanların sıradanlığı bozan davranışları ve bu sıradan insanların içinde kendine yer edinemeyen “ben”i etkili bir şekilde anlatmış yazar. “Yükseklik Korkusu”nda ise söyleyemediklerimizin aslında söylediklerimizin arkasında gizli olduğunu. Ayrıca “Bazen Hayat”ın son öyküsü olan “Karanlıkta”da ışığını kaybetmiş olanların karanlığa nasıl alıştığını çarpıcı bir şekilde göz önüne koyuyor ve bize kinayeli bir göndermede bulunuyor. Yalın bir anlatım, sade bir dil ve kısa kısa öykülerden oluşan bu kitabı, elinize aldığınız gibi biterecek fakat okuduktan uzun zaman sonra bile hatırlayacaksınız. (Bazen Hayat, Sine Ergün, Can Yay. 96 s.)


Aydınlık KİTAP NED M GÜRSEL’ N GEZ YAZILARI: “Y NE BANA DÖNECEKS N”

Dünya üzerinde aktarmalar... Nedim Gürsel gitti i her ülkeye kendini götüren de il, gitti i her yerde kendini bulan bir yazar portresi çiziyor. Uza n ça r s na kulak kesilerek edebiyat ve tarihin izinde uzaklara götürüyor okurunu… ELVAN BEŞİKÇİOĞLU Nedim Gürsel, romanları ve denemelerinin yanı sıra, her biri roman ve deneme tadındaki gezi yazılarıyla da geniş okur kitlesine seslenen bir yazar. Ayak bastığı her ülkeyi, şehri, semti ya da bir kafeyi derinliğine duyumsayarak aktarıyor takipçilerine. Son kitabı “Yine Bana Döneceksin” de Gürsel’in kalemine sinmiş olan yarı melankoliyi ve hüznü yumuşak bie sesle yansıtan, farklı iklimlere, farklı insanlara açılan bir yelpaze niteliğinde. Kitap yazarın 1990’lardan bugüne geniş bir coğrafyada yaptığı yolculukları anlatan yazılarından oluşuyor. Önce Yunanistan anılarıyla başlıyor yazar bu yolculuklar serüvenine. Yunanistan’ın Gürsel’in yazarlık serüveninde önemi büyük. Çünkü ilk aşkın, ilk kadının coğrafyası Yunanistan. Gürsel, yalnızca aşkı anlatmıyor ama yazılarında; olası bir savaşın eşiğindeki Türk-Yunan ilişkileri çerçevesinde politik geçmiş ve gündem de önemli bir yer tutuyor. Gerek politik gerek tarihsel altyapısıyla Kıbrıs da başrollerden birinde “YineBanaDönecek-

Nedim Gürsel

sin”de. Akdeniz’deki yolculuğumuzun diğer bir durağı da üç dinin paylaşamadığı Kudüs. Ardından Beyrut, Fas, Mayorka, Rodos, Korsika, Saraybosna, Barselona, Paris, Berlin, Moskovave Rio geliyor. Nedim Gürsel gittiği her ülkeye kendini götüren değil, gittiği her yerde kendini bulan bir yazar portresi çiziyor. Uzağın çağrısına kulak kesilerek edebiyat ve tarihin izinde uzaklara götürüyor okurunu… “Yolculuğun, kendimi bildim bileli hayatımın ayrılmaz bir parçası olduğunu söyleyemem; ama hayal gücümü beslediğini, edebiyata ilk adım attığım ergenlik döneminde kaçıp gitme isteğiyle özdeşleşen bir duyguya, ‘uzağın çağrısı’ diye adlandırdığım kahredici bir özleme, giderek yıkıcı bir arzuya dönüştüğünü söyleyebilirim. Aslında yolculuk hep vardı; çocukluğumun geçtiği Balıkesir’de yatağımın başucundan ayırmadığım, gece ışıl ışıl yanan mavi bir yerküre biçimindeydi belki, ya da Akhisar’a, dedemin evine giderken ailecek bindiğimiz kara trene benziyordu. Yolculuk, o yıllarda, Balıkesir istasyonunun bekleme salonundaki kalabalıkta, kurum kokan duvarların, tahta bavulların yalnızlığındaydı. Kamyonların, külüstür otobüslerin alnına kazınmıştı. Denizi ilk gördüğüm Bandırma Limanı’ndaki mavnalar da onu anlatıyordu…” diyen yazar dünya üzerindeki “aktarmalarını” sürdürüyor, her seferinde ardında belirgin izler bırakarak. (Yine Bana Döneceksin, Nedim Gürsel, Doğan Kitap, 284 s.)


Aydınlık KİTAP MUSA BUDE R 'DEN “F L ST N KOMÜN ST PART S , 1919-1948”

Musa Budeiri

Filistin’de enternasyonalizm ve anti-emperyalizm

REHA GÖNENÇ Halen Doğu Kudüs'te yaşamakta olan ve Birzeit Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan siyaset bilimci Musa Budeiri, kendi deyimiyle “benzersiz nitelikteki bir sömürgeci tehdidin ortasında bir tutunma noktası” kurmaya çabalayan Filistin Komünist Partisi'nin 1919-1948 yılları arasındaki mücadelesini ve dünyadaki pek çok komünist partiden farklı olan yapısını anlatıyor. Alt başlığı “Enternasyonalizm Mücadelesinde Araplar ve Yahudiler” olan kitap, FKP'nin, ulusal bölünmeleri aşma ve kalıcı bir Arap-Yahudi komünist örgütü kurma girişimleri doğrultusundaki başarı ve başarısızlıklarına odaklanıyor. Özetlemek gerekirse, 1919 yılında Zion Partisi'nin bölünmesi sonucu kurulan Filistin Komünist Partisi'nin kuruluş amacı, öncelikle Yahudi işçileri örgütlemekti. Kurucuları yalnızca Yahudilerden oluştuğu ve yalnızca Yahudi işçileri örgütlemeye yöneldikleri için 1921'de Komintern tarafından eleştirilen FKP, bunun sonucunda Arap kitlelere yönelik programlar da geliştirmiş, Arap köylülerin Yahudilerce satın alınan topraklardan sürülmesine karşı çıkmış ve giderek anti-emperyalist bir karakter kazanmıştır. 1929 yılından sonra ise FKP, Arap ve Yahudi işçileri emperyalizme karşı ortak mücadeleye çağırmıştır. “Filistin'de Komünizmin Kökenleri”, “Filistin Komünist Partisi'nin Araplaştırılması”, “Üçüncü Dönemde Parti Politikası ve Ulusal Cephe'nin Kurulması”, “FKP ve Arap Ayaklanması, 1936-1939”, “Savaş Sırasında Parti”, “Komünist Hareket İçinde Ulusal Ayrılık”, “Arap Ulusal Komünist Hareketi” başlıklı yedi bölümden oluşan kitap, FKP'ye ilişkin temel vurgularından birini şöyle yapıyor: “Siyasal olarak parti, Filistin'de hem Arapların hem de Yahudilerin çıkarlarından söz eden ortak bir dil bulmayı bir türlü başaramadı. Yahudi işçilerle konuşurken sınıf mücadelesi dilini, Araplarla konuşurken anti-emperyalizm dilini kullandı. Anti-emperyalist tarafta yer aldığını duyurdu, bu da Yahudi parti üyelerinin ol-

dukça büyük bir kısmının yabancılaşmasına yol açtı. Yalnızca ideolojik doğruluk gerekçeleriyle değil, aynı zamanda da Sovyet ulusal çıkarına ilişkin gerçekliklerin bir yansıması olarak, Britanya baş düşmandı.” FKP deneyi, birleşik Filistin devleti idealine Yahudi kitleleri kazanmayı ve ülkede büyük bir Yahudi azınlığın varlığını Arap ulusal hareketine kabul ettirmeyi başaramamak açısından, günümüz için de büyük önem taşıyor. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin bugünkü seyri düşünüldüğünde, Filistin topraklarındaki “komünist mücadelenin”, pek çok açıdan laboratuvar işlevi gördüğü çok açık. Yayınevinin notu da şöyle: “Bu kitap bir parti tarihi olmanın ötesinde, Arap ve Yahudi komünistlerin İngiliz Mandası olan Filistin topraklarında yürüttüğü enternasyonalizm mücadelesini, tarihe not düşmektedir. Filistin tarihinin ihmal edilen ya da unutulan bir dönemi aydınlatılırken, aslında İsrail Devleti'nin nasıl yaratıldığı da anlatılmaktadır. Kitap hazırlanırken, İngiliz ve İsrail arşivlerindeki konuya ilişkin belgeler titizlikle incelenmiş, gazete ve dergiler taranmış ve hepsinde önemlisi, anlatılan olayların tanığı olmuş parti üyeleriyle yüz yüze yapılan görüşmelerden yararlanılmıştır.” (Filistin Komünist Partisi, 1919-1948, Musa Budeiri, Yordam Kitap, Çev. Şükrü Alpagut, 350 s.)


Aydınlık KİTAP

İnsan: Evrim yolunda arabaya binen yaya MURAT HATUNOĞLU murathatunoğlu@yahoo.com Birkaç sene önce, Beşiktaş’ta ilginç bir sokak köpeği gördüm. İlginçti, çünkü gecenin bir vakti, çok trafik de olmamasına rağmen, yolun karşısına üst geçidi kullanarak geçiyordu. O geçide gelen insanlar da ilginçti, çünkü onlar üst geçidi altını geçit olarak kullanıyorlardı. Motorlu araçların durduğu bir aralıktan yararlanıp, koştura koştura geçiyorlardı karşıya. Bir süre sonra o üst geçidi kaldırdılar, muhtemelen insanlar kullanmadığı için. Bir arkadaşıma bu ilginçlikten bahsedince, “o da bir şey mi?” diye başladı anlatmaya. “Bizim okuldaki köpekler okul içinde dönen servislere biniyor. Durağı gelince de servisten inip yoluna devam ediyor.” Şaşırarak gülümsedim. Anlatmaya devam etti arkadaşım, “Zaten bizim servisler bir acayip. Falanca manken ile filanca oyuncu da biniyor servise. Okula araba girişi yasak çünkü. Ha, bir de okul çıkışında feci taksi kuyruğu oluyor. Öğrenciye taksi yetişmiyor…” diye devam etti arkadaşım. Ben de o magazin mankenleriyle beraberce servise binen kampüs köpeklerini düşünüp gülümsedim; yeşil anarşi düşüncesi geldi aklıma. “Vallaha hayvan insandan akıllı” der kimisi, “hayvan, işinde gücünde. Hiç kimseye zararı yok. İnsan öyle mi…” Yarı şaka, yarı gerçek; ama yine de birine kızdığında ya ona “hayvan” der ya da çeşitli hayvan isimleriyle “hakaret” eder. Hatta kimisi de üstüne, “hayvan demeyeyim, hayvana ayıp olmasın” diye ekler. Burada küfrün saçmalığı bariz olsa da, şakayla gerçek anlam harmanlansa da, içten içe hayvana övgü vardır aslında. İnsandaki hayvan övgüsü, “aslansın, kaplansın, tosunum, koçum…” gibi sözlerle -hafif- özenmeye kayar. Güçlü olan hayvanın adı, insana dolu dolu söylenir. Belki de, evrim düzlemindeki cılız yerimiz var bu sözlerin derininde. Cılızlığa nereden kanaat getiriyorum, Bradford Üniversitesi’nde arkeoloji doktoru olan Timothy Taylor’ın sözlerinden: “İnsanoğlu var olmayabilirdi. Kafataslarımız, doğum mücadelesi verirken sıkışıp ölüme neden olacak kadar geniş. Teknik bir ekibin (doğum uzmanı, ebe ve sinyal makineleri gibi) yardımıyla beceriksiz kafatası, bir memeli için dokunaklı bir sebeple ışığa doğru hareket eder; çığlık atan, saçsız ve aylarca kafasını taşıma şansı bulamayacak kadar fiziksel açıdan güçsüz.” Nisan ayında Alfa Yayınevi, Bilim Kitaplığına Timothy Taylor’ın “Yapay Maymun” adlı kitabını ekledi. Kitapçıda görür görmez merakla elime aldığım bu çirkin kapaklı kitabın alt başlığı merakımı ziyadesiyle celbedince, bana kitabı edinmek düştü. “Teknoloji insan evrimini nasıl değiştirir?” diye soran kapak, derhal arkasını çevirttirdi, yazanları bir solukta bitirttirdi. Giriş bölümünde, “Üreme süreci bu denli ölümcül olabilen ve çocukları, kendi başına giyinebilecek duruma gelene kadar yıllarca yetişkin desteğine ihtiyaç duyan böyle bir tür nasıl olur da evrimleşmekle

kalmayıp bir de, gezegenin tropik bölgelerinden kutuplarına, kıyılarından yüksek platolarına kadar her ortamına yerleşebilen, dağların altından okyanus zeminine kadar araştırma yapabilen en baskın türü haline gelir?”diye soruyor kitap. Anlatı boyunca sorulan böylesi soruların etkisiyle artıyor merak. Ve yanıtlar sık sık “hadi canım, olur mu öyle?” dedirtiyor; ama devam ettikçe, “a, doğrudur öyleyse canım”a dönebiliyor sözler. Mesela, ilk “hadi canım”, yazarın, “sizi Darwin’in hatalı olduğu konusunda ikna etmeye çalışacağım” sözlerini okuyunca geliyor. “UFO’lardan veya Tanrı’dan gelen bir yabancı müdahaleye inandığım için değil. Akıllı tasarım diye adlandırılan aptalca iddialara inandığım için de değil. Ama Darwin’in doğal dünyayı anlamak için kullandığı birçok araç –HMS Beagle’dan Down House’a, kalem ve kâğıtlardan mikroskop ve neşterlere kadar- biyolojiyi altüst ediyor, evrimin kurallarını yıkıyor ve doğal seçilimi zayıflatıyor” paragrafını tamamlayınca, “hımm, olabilir aslında.” diyor okur. Darwin’in delillerinin ve kimi fikirlerinin kökünden hatalı olduğu düşüncesinin –giderek artan bir şiddetle- belirtilmesiyle de derin okuma fazına çoktan dalmış oluyor: “Artık doğal seçilim tarafından yönetilmediğimize dair artan kanıtlar bulunuyor. Teknoloji, biyolojiyi hükümsüz kılıyor ve bizler, yaşamın, temel olarak Darwinci süreçten uzaklaşan, yeni bir biçimine yöneltiyor. Gezegenimizdeki, doğal seçilimi aşabilen ilk varlık olmanın sonuçları oldukça fazla. Hiçbir zaman tamamen doğal varlıklar olmuyoruz ve giderek yapay hale gelecek şekilde evrimleşiyoruz. İstesek de, teknolojiden uzaklaşmamız artık mümkün değil. Aslında teknoloji bizden uzaklaşabiliyor; teknolojik uygarlığın tüm sisteminin eylemsizliği, gelecekte bize bırakılan kararların türlerini son derece önemsiz hale getiriyor. Şu an izlediğimiz yol sürdürülemez olabilir veya olmayabilir fakat bundan kurtulmaktan aciz olduğumuza inanmak için pek çok neden var. Yere çakılabiliriz veya yapay çıkışımıza devam edebiliriz. Ama artık, ütopyacı ruhların hayal ettiği sakin ve daha dengeli bir yumuşak iniş mümkün değil. ” (Yapay Maymun, Timothy Taylor, Alfa Yay. Çev: Nimat A. Muhaddisoğlu, 304 s.)


8

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

Ölümün anlamı üzerine M. FATİH DEMİRCİ Sokrates felsefeyi ölüme hazırlık olarak tanımlamıştı. Diğer bir ifadeyle bütün dini ve felsefi sistemler esas itibariyle bizi ölüm konusunda teselli etmek ve öncelikle ölümün keskinliğine karşı bir panzehir olmak iddiasındadır. Batılıların bu konudaki kanaatleri de ekseriyetle mutlak yok oluş olarak ölüm fikriyle, derimizden saç telimize kadar ölümsüz olduğumuz varsayımı arasında gider gelir. Arthur Schopenhauer, “Ölümün Anlamı” ismiyle Türkçeye kazandırılan eserinde insanın ölümsüzlük meselesini nasıl ele alması gerektiğinin bir örneğini veriyor. Kitap J. Glenn Gray’ın son dönem Batı felsefesinde ölüm fikrini ele aldığı kısa bir hazırlık yazısıyla başlıyor. Gray burada Batı felsefesinde ölüm fikrinin seyrini özetliyor; Batının Rönesans sonrası ölüm fikrini nasıl ve niçin ihmal ve hatta terk ettiğini, Varoluşçuluğun hangi zeminde neşvünema bulduğunu, onların bu gerçeği nasıl tekrar ve ne gibi eksikliklerle hatırladığını ele alıyor.

NSANIN ÖLÜMSÜZLÜ Ü Schopenhauer’ın bu eseri iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm bir giriştir. Düşünürümüz meseleyi burada bir diyalog çerçevesi içinde kısaca ortaya koyuyor. Bu diyalogda Thrasymachos daha çok kilisenin duvarları içine hapsedilmiş dini, Philalethes ise yakasını kimseye kaptırmayan özgür hakikat arayıcısını temsil ediyor. Bu iki karakterin şahsında birbirinden farklı iki kafa yapısının meseleyi ele alış tarzı açıkça göz önüne seriliyor. Filozofumuz kitabın son ve asıl kısmında ise, insanın ölümsüzlüğünü ele alıyor. Burada bizim hakiki varlığımızın ölümsüz olduğu, dolayısıyla onun ölüm tarafından yok edilemeyeceği ortaya konuyor. Arthur Schopenhauer’in temel felsefesi kâinatın ve insanın özünü iradenin meydana getirdiği, bilginin veya aklın ise iradeye yabancı ve arızi bir ilke olduğu esasına oturur; o, ölümü −felsefesine uygun bir şekilde− onun insanın iradesi ve bilgisiyle ilişkisi çerçevesinde ele alır. Ona göre, bilginin penceresinden bakınca ölümden korkmak için bir sebep yoktur. Ölümden korkan bizim bilen tarafımız değil, kör irademizdir. Bu korku da irademiz için gereklidir. Çünkü o yaşama iradesidir. Onun bütün tabiatı hayat için çabalamaya dayanır.

BATI’DA VE DO U’DA ÖLÜM Filozofumuz bu meseleye biri menfi biri müspet olmak üzere iki noktadan yaklaşıyor. İlk bakış açısına göre, ölümü bu dünyada, zaman içinde ve başkaları üzerinde müşahede ile olumsuz şekilde tecrübe ederiz. Bu görünüşüyle ölüm bir organizmanın yok oluşudur ve bu da her insan teki için ziyadesiyle korkunçtur. Bu noktada Batılılar insanın ölümden sonra da dünyadaki gibi yaşadığını ispat için çeşitli deliller ileri sürerler. Bu delillerin tümü doğumdan önceki varlığımız için de geçerli olabilir. Bu şekilde insanlar aslında dünya hayatından sonraki hayatın değil, öncekinin de varlığını ispat etmiş olurlar. Öte yandan Brahman ve Buda dinine göre, insanın kendi asli varlığı, vücut bulma ve zail olmanın her türüne özü itibariyle yabancı olan Brahma’dır. Kâinattaki bu sürekli ortaya çıkış ve kayboluş nizamı yüzeysel bir görünümden ibarettir, bu nizam hiçbir şekilde insanın hakiki iç varlığı Brahma’yı etkilemez. Dolayısıyla −filozofumuza göre− Batılıların bu ko-

nudaki kanaatleri yanlıştır. Brahman ve Buda dini bu noktada insanın yoktan yaratıldığını ve başkasından elde ettiği hayata gerçekte doğumuyla yeni başladığını öğreten dinlere nazaran çok daha başarılıdır. Filozofumuzun ikinci bakış açısı ise bu meseleye müspet veçhesiyle veya zaman üstü yaklaşmaktır. Ona göre, olumsuz tecrübenin temeli olan zaman, bu yönüyle, kendinde şeye ilişmez. Zira insanlar bu dünyada varlık kazanabilmek için –ilk olarak− hakiki varlıklarıyla doğmadan önce sonsuz olarak var olmalıdırlar. Ancak ondan sonra bu kâinattaki hiçliğe bitişik duran kararsız, ömürsüz varoluşa sahip olabilirler. Arthur Schopenhauer, insanın ölümsüzlüğünü ortaya koyarken, onun hakiki varlığına dayanır. Bu varlık da Platon’un ideaları ve dolayısıyla insanlık türü ile özdeştir. O, ayrıca, bir insanın bireysel varlığının ölümsüz olamayacağını belirtir. Çünkü bireysellik onun bilgi veya bilincine dayanır. İnsanın asıl varlığı onun iradesidir. Bilinç ise, onun bu dünyadaki hayatı ile ortaya çıkar ve bu dünyadan göç etmesiyle de son bulur. Dolayısıyla bireyin ölümsüz olmak arzusu, aslında onun bir hatanın –bu dünyanın− sürüp gitmesini istemesi birbiriyle eşdeğerdir. İnsan, bireyselliğinin devam etmeyecek olması karşısında, ölümle yok olacağını düşünür. Ancak bu durumda insan, −düşünüre göre− bir rüyada rüya gören olmaksızın sadece rüyaların var olduğunu düşünen kimse gibidir. Fakat oluş ve bozuluş sürecinden etkilenen sadece fenomenlerdir, yoksa fenomenlerde kendini gösteren, yani kendinde şey değil.

ÖLÜM VE ÖZGÜRLÜK Burada akla takılan temel sorular şunlardı: Filozofumuz, bu görüşleriyle, birey olarak insan değil de, tür olarak insanlığın ölümsüz olduğunu iddia etmemekte midir? Bu tür bir ölümsüzlük, insanın özgürlüğü meselesine ne kadar cevap olabilir? Özgürlük meselesi bir tarafa, böyle bir ölümsüzlük onun arayışı içinde olduğu ölümsüzlük müdür ve onun bu susuzluğunu dindirir mi? Batının Aydınlanma sonrası metafizik ve ahlaki normları ilerleme inancına, mükemmeliyet fikrine ve dünya düzeninin akla uygun olduğu ilkesine dayanmaktaydı. Bu kabuller onun ölümü hatırlamamasını gerektiriyordu. Fakat Batılı insan, iki dünya savaşından sonra, bu dünyanın onu gözetmediğini ve kayırmadığını gördü. Çünkü varlık onu sınırsız gücü ve doluluğuyla desteklememekteydi. Böylece o, kendi yerinin veya yurdunun dünya olmadığını ve buradan bir gün göçüp gideceğini, öleceğini anladı. Bu durum Batıda o güne kadar kabul edilegelen metafizik ve ahlaki normların tartışılır olmasına ve ölümün tekrar hatırlanmasına sebep oldu. Böylece varoluşçu felsefe ortaya çıktı. Arthur Schopenhauer, Rönesans sonrası Batı felsefesi içinde Varoluşçulardan önce ölüm fikri üzerinde kafa yoran bir isimdir. Onun bu konudaki düşünceleri varoluşçuların düşünceleriyle −J. Glenn Gray’ın kısa bir hazırlık yazısında çizdiği çerçeve içinde− birlikte okunursa önümüzde yeni ufuklar açabilir. Bu eseri okumamız ve üzerinde kafa yormaya başlamamız, ölümü hatırlamak ve ona hazırlanmak için iyi bir ilk adım olabilir. (Ölümün Anlamı, Arthur Schopenhauer, Say Yayınları, çev. Ahmet Aydoğan, 128 s.)

B R GENEL YAYIN YÖNETMEN N T RAFLARI:

Erkeklerin iç dünyası YASİN SARI Yayıncılık dünyasının, Destek Yayınları Genel Yayın Yönetmeni olarak tanıdığı Ertürk Akşun, “Ateş, Güneş ve Ada” adlı kitabında gençlik sırlarını anlattı. Genç bir erkeğin 17 ile 22 yaş arasındaki hikâyesini anlatan Akşun, kitaptaki kahraman, ya da kendi deyişiyle anti-kahraman siz misiniz sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Okuyucular kahramanı benimle özdeşleştirdi, evet. Ama tamamen ben değilim. Galiba fazla samimi bir dil kullandım. Bir kısmı benim ama en az yarısı da başka kişilerin hayatları. Genelde tam da o yaş erkeğinin hissettikleri anlatılan. Biz erkekler aynen böyle hissediyoruz işte.” Akşun’un kitabında aşk, seks, dostluk, kavga ve pek çok insan var. Özellikle de hayatına giren kadınlar… Akşun, “Ben samimi olması için, kendimi deşebildiğim kadar deşmek istedim. Kitabın içindeki tüm olaylar bana ait değil tabii ki. Ama birçoğunda ben de varım, benim olmadığım yerde benim gibi olan başka erkekler var… Korkmadan yazmaya çalıştım” diyor.

HEDEF GENÇLER

oynatıyor Akşun ve şu yorumu yapıyor: “Kadınlar anlatmayı severler. Kadınlar konuşarak, erkekler sevişerek boşalırlar ama bu iki durum da faydalıdır… Biraz erkeklerin, özellikle genç erkeklerin iç dünyalarını yansıtmak istedim. Bunu yaparken cesur olmaya çalıştım. Şunları irdeledim: Aile hakkında ne düşünürler, ahlak hakkında, aşk hakkında, sevgi hakkında? Mutluluk nedir, haz nedir? Kitaptan bir alıntı; "Erkeklerin ömürlerinin büyük kısmı erkek olmaya çabalamakla geçer. Bizim erkek olma çabamız bitmiyor maalesef… Bu bizi çok yıpratıyor. İşte ancak 40’lı yaşlarda bundan vazgeçiyoruz, neyse ne diyoruz. Dede kıvamında baba oluyoruz.” Ertürk Akşun kitabı yazarken beslendiği kaynaklar hakkında da şunları anlatıyor:

ORTAKLIK KURMAK “İçindeki tüm bilgiler benden önce vardı, hepsini aldım, kullandım, ortak oldum, son olarak siz okuyucuları da bu ortaklığa katmak için yayımlıyorum. Aramızda bir ortaklık kurulursa büyük bir iş yapmış olacağım. Bu kitaba o yüzden benim diyemiyorum, çünkü hepimizin. Dünyanın en güzel şeyi ortaklıktır, ortaklık zenginlik demektir… Ama bu kitabın serüveninde en çok iki kitap etkili oldu diyebilirim. O kitaplardaki iki kahraman, ya da anti kahraman. Albert Camus’un "Düşüş" kitabı. Bir de Mithat Cemal Kuntay’ın "Üç İstanbul"undaki Adnan karakteri. Bu iki karakterde toplum içinde düzgün, iyi eğitim almış, iyi bir işi olan, iyi birer insandır. Ama iç dünyalarında bu iki erkek karakterinin de başka şeyler olduğunu görürüz. Genç erkeklerin iç dünyalarını, algılarını, sorularını, hislerini, çaplarını, çapsızlıklarını, hatalarını, yarımlıklarını gün yüzüne çıkarmak istedim. Bir nevi anti kahraman, ama aslında tüm o yaş erkeklerini temsil eden bir kişilik…” “Ateş, Güneş ve Ada” bir yanıyla da sosyal medya ürünü. Akşun, bu hikâyeyi önce orada anlattığını, çok ilgi çektiğini görünce de yayımlamaya karar verdiğini anlatıyor.

Akşun, aslında kitabın kahramanı olan genç erkeği oldukça hırpalıyor. “İnsan yazdığı zaman, bir yere gitmeli yazdıkları. Ama bu beni herkes okusun, entelektüeli de, cahili de, kadını da, erkeği de diyerek olmaz” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Gerçekten yazdıklarınızın bir hedefi olmalı. Ben hedefime ağırlıklı olarak gençleri koydum . Genç bir erkeği, en içten nasıl yazılabilirse öyle yazmaya kalktım. Sonucunda da belki de kimsenin söylemediğini söylemiş oldum.” Akşun’a göre anlatılan sadece genç bir erkek değil, insan ilişkilerinde kadınla erkeğin hastalıklı halleri. Akşun, “iyi bir ilişkiye nasıl gidilir” sorusunun yolunu sorularla açmaya çalıştığı kanısında. "İyi ilişki şudur" demeden yapıyor bunu. Sadece soruyor. Devamı şöyle: “Kadın ve erkek birbirinden farklıdır. Ama asıl sorunlardan biriside bu bence. Kadınla erkeği sadece bir başlarına bir eve tıkmaya çalışıyorlar. Hâlbuki insan sadece bir kadın veya bir (Ateş, Güneş ve Ada, Ertürk erkek değildir. İnsan arkadaşlarAkşun, Destek Yay., 317 s.) dır, erkek için erkek arkadaşlar, kadın için kadın arkadaşlar, dostlar, başka paylaşımlar. Artık sadece mutluluğu iki kişi arasında Ertürk bulmamız gerektiğine dair gizli Ak un bir önerme var sürekli.” Akşun’un kitabının yeniliği bir erkeğin iç dünyasını çok samimi bir biçimde anlatması. Kadınların iç dünyasının birçok kez anlatılmasına karşın, erkekler bu konuda hep çekingen davrandı. Kadınların cesur, erkeklerin ketum olduğu bu tehlikeli alanda kalem


Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

9

NEC P FAZIL VE KEND S NE SIRLAR ATFEDEN B R KARAKTER N OTOPS S CAFER YILDIRIM

“Üstat”ın Genç Şair’lik dönemi kadar alelâde” ifadeleriyle müfettişi küçümseAnadolu’nun işlenmemiş bozkırında itinayla yen ve böylece kendisine üstün bir nitelik bahkorunan bir filiz, özenle sulanan bir fide gibi şeden kişi idealist Cumhuriyet’in yoktan boy veren Cumhuriyet’in, Avrupa’nın var ederek burs bağladığı ve öğredüşünce tarzını, bilim yöntemini, Cumhuriyetin nim için Avrupa’ya gönderdiği kültür ve sanat atılımlarını öğverdi i “son ayl k ve Necip Fazıl Kısakürek’ten başrenmeleri için öncelikle Franmemlekete dönü kası değildir. Bursunun kesa’ya gönderdiği öğrenci paras ”n da o gün itibarl silme sebebi ise Sorbonne’un grupları içinde birisi var ki mü terisi oldu u kumarhanede derslikleri yerine Paris’in kuonun öyküsü Cumhuriyet’in marhanelerini mekân tutmadeğerini anlamak, içeriğini ö ütüyor. Ve gündüzlerini sıdır. ve önemini kavramak bakıgörmedi i Paris’in gece karanl mından bütün kuşaklara içinde d md zlak kalan Genç air BÜYÜK ED B N iletilmesi gereken ibretlik için oradaki ço u ö renci olan bir vaka örneği gösteriyor. BUHRANLI HAYATI Türkler kendi aralar nda para Bu ibretlik vakanın ilk etabını Necip Fazıl 1975 yılında topluyor, Marsilya trenine öykü kahramanının kendi ağ“Bâbıâli” adıyla yazdığı anılarıbilet al yorlar zından aktarmak istiyorum: nın “ Vapur” bölümünde kendisi “Bütün bir mevsim, Paris’te güniçin diyor ki: düz ışığını görmedim. Paris’te gündüz na“Onu, 1934’e kadar hep Genç Şair diye gösıldır, haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, recek, 1934-43 arası komünist ağzından Mistik gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağım- Şair diye gösterecek, 1943’ten bu yana, Fikret dan fırlayıp kulübe koşuyordum.” Adil’in tabiriyle Sabık Şair diye belirteceğiz.” “Bu söz, Paris dönüşü, Bâbıâli’de onun her Kendisi için başkalarının yaptığı bir tasnifleedasını hayranlıkla seyreden kuklalara Genç meye uyması, Necip Fazıl’ın anıları boyunca Şairin kendi kendisini tarif edişi…” dir. rastladığım ilk ve son alçakgönüllülük belirtisi“Ya üniversite, şu namlı Sorbon Üniversidir. Bu nedenle biz de onunla ilgili anlatesi?... Sormayın!.. Karşısında ve Sorbon Sokatımlarımızda bu adlandırmaya sadık ğı’ndaki Ermeni lokantasını tanıyor ama kalacağız. Sorbon diye içinde nefes aldığı bir mekândan Olay anlatımlarının arasına sıhaberi yok… kıştırdığı kendini yüksekte tutan, yüceltmeye yönelik ruh MEMLEKETE tahlilleri, düşünce analizleri DÖNÜ PARASI “büyük edibin buhranlı hayatı” gibi bir imge oluşturBir gün, Berlin’de oturup da Paris’e teftişe gelen talebe müfettişi Zeki Mesut Bey’in kendi- maktan ziyade gerçek bir karakter otopsisine temel sini aradığını bildirdiler, Genç Şaire… Gündüz olacak özellikler taşıyor. olmasına rağmen uyandı, üst kattaki BurBaşka bir deyişle gerçek kahan’dan metro parasını aldı ve doğru Zeki rakterini ele vermekten başka Mesut Bey’in oteline… Mareşal Ney’in heykeli bir işe yaramıyor. Fakat o kenkarşısında, orta halli bir otelde Müfettiş Bey… dine sırlar atfetmekten, kendini İlk defa gördüğü müfettişi o kadar alelâde derinlerin derini göstermekten buldu ki Oskar Vayld’ı hatırladı: Filan adam o kadar siliktir ki onu bir daha bıkıp usanmıyor. Bunu en yakınlarına hatırlamamak için yüzünü bir kez görmek yeter. yapıyor üstelik. Müfettişten ayrıldıktan sonra karşılaştığı arkadaşı Burhan Ümit’le araMüfettiş Bey ona kısaca: larındaki diyaloğu da aktarması böylesi bir kur Vekalet, sürdüğünüz hayat bakımından gunun ürünü izlenimini veriyor. Burhan Ümit tahsisatınızı kesiyor, dedi; işte son aylığınız ve diyor ki: memlekete dönüş paranız!..” -Bırak şu kumarı, kuzum; derslerine Gündüzünü görmediğini söyleyerek Paris’i, sarıl!.. Yeni ihtiraslar ara kendine!.. Seninle ti“Berlin’de oturup Paris’e teftişe gelen” ve “o yatro, sanat, sergileri, müze, konferans, kütüphane, bohem kahveleri, serseri meyhaneleri, dansig, kabare, bütün Paris’i delik deşik edelim… Ama şu öldürücü illeti silk at üzerinden!.. Kendine acımıyor musun? Kendime acımak için böyle yapıyorum. Öyleyse?.. Eğer benim dipsiz uçuruma düşmemdeki sırrı bilseydin yakamı bırakırdın!”

KUMARHANELER N T BARLI MÜ TER S

cfryildirim@hotmail.com

Necip Faz l K sakürek

Cumhuriyetin verdiği “son aylık ve memlekete dönüş parası”nı da o gün üstelik itibarlı müşterisi olduğu kumarhanede öğütüyor. Ve gündüzlerini görmediği Paris’in gece karanlığı içinde dımdızlak kalan Genç Şair için oradaki çoğu öğrenci olan Türkler kendi aralarında para topluyor, Marsilya trenine bilet alıyorlar. Çünkü onu Türkiye’ye götürecek gemi Marsilya’dan kalkmaktadır. Genç Şair Marsilya’ya geldiğini söylüyor. Ne var ki onu, orada daha bir rezillik içinde görüyoruz. Çünkü bilet parasını da kumara yatırmıştır. Beş parasız Türk konsolosluğunun kapısı çalıyor. Reddediliyor. At yarışı sahasında dolaşıyor, sahiller-

den keçiboynuzu toplayarak karnını doyuruyor. Sabahla birlikte kalabalıklaşan yarış meydanında konsolosu fark ediyor. O sahneyi bakın nasıl anlatıyor: “(İnsanlar) En cicili bicili kılıklarıyla, tahta parmaklığın sınırladığı dış yol üzerinde cevelan halindeler… Aman!.. Aralarında silindir şapkalı, dolama ipek kravatlı, göğsü dürbünlü bizim konsolos cenapları!.. Parmaklığa koştu. Konsolos tam önünde… Elini uzattı ve konsolosu omuz başından kavradı. Konsolos dehşetle: Siz misiniz? Ne yapıyorsunuz? Yabancılardan çekinmiyor musunuz? İsterseniz beni polise teslim edin! Sizi asla bırakmam! Ne istiyorsunuz? Para! Çekiniz elinizi yakamdan! Çekmem! Para! Akşama konsolosluğa gelin de görüşelim. Konsoloslukta bir makbuz, imza ve 1000 frank…”

K N B R EGO Necip Fazıl “Bâbıâli”de portresini çizmeye bu hikâyelerle başlıyor. Öyle anlaşılıyor ki herkesin bildiğinden emin olduğu olayları üstelik kendi penceresinden anlatarak bir anı kurgusuna sahip eserini “nesnellik”le etiketlemiş olduğunu düşünüyor. Oysa ortalama bir okur bile onun söylediği her sözde, anlattığı her olayda şişkin bir egonun ağzından ve öznelliğin en cıvık aşamasından etrafa sıçrama gayreti içinde olduğunu rahatlıkla sezebilir. Paris’ten bin bir rezillik sonucu kendini İstanbul’a atan Genç Şair kendisini hasretle bekleyen ve yirmi yedi yaşında dul kalmış olan annesini es geçerek doğruca her birini lanetle andığı ama aynı zamanda arkadaşları olan o dönem edebiyatçılarının toplandığı Meserret’e, İkbal’e gider. Annesine tercih ettiği İkbal kendi deyişiyle “Bâbıâli’de kahramanlaşmaya bakan, dehâ hasretlisi mustarip cücelerin yatağı”dır.

“PES DO RUSU!” DEM YORUM... Emin Âli dehâ hasretlisi mustarip bu cücelere “Esafil-i Şark (Şarkın Sefilleri) adını koymuştur. Genç Şair'in beğendiği bu adlandırmaya dáhil olanlar içinde o gün Mustafa Nihat, Ahmet Hamdi, Hilmi Ziya, Mükrimin Halil ve Nurullah Ataç vardır. Her biri Genç Şair'le teker teker öpüşür. Onun burada gösterdiği ve övündüğü atraksiyonu ise Nurullah Ataç’a tokat atmaktır. Onun dilinde Nurullah Ataç “kirpi saçlı, nefsine hakaret ettirmek hastası Dostoyevski mukallidi”, Yusuf Ziya, “Orhan Seyfi ile birlikte işi fikirsiz güldürücülüğe dökmüş kelle koltukta bir kofluk”, Hamdullah Suphi, “babası Rum dönmesi olduğu söylenen Türkçülük kuyumcusu”, Vâlâ Nurettin, “komünist dönmesi ve fıstık-üzüm soyundan eğlence muharriri”, Abdullah Cevdet “çiçek bozuğu derisinin altı iltihap dolu İslam düşmanı ve çingenece hasis”, Nazım Hikmet “heykelleşmiş bir ahmak”, “Edebiyat-ı Cedide baştan başa bir geri zekalılar meşheri”dir. Bütün Türk edebiyatının onun algı dünyasındaki karşılığı ise “ölüler mahşeri”dir. Pes doğrusu demiyorum. Bunu, bilim yararına ampirik bir durum söz konusu olduğu için yapmak istemiyorum.


10

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

BABİL BALIĞI

ET IN ARCADIA EGO alacağınız zevki baltalamamak adına -ne kadar paylaşmak için kaşınsam da- alıntı yapmayacağım. İpucu verebilirim; bkz. 28. sayfa 1. dipnot, 353. sayfa sondan ikinci paragraf. Kitaba yönelik tek eleştirim, Taşçıoğlu’nun karakterlerine duyduğu “aşk” olacaktır. Karakterlerinin aptallaşmasına (aptallık yapmasına demiyorum) ne izin veriyor ne de olanak sağlıyor. Kitabın en can alıcı noktası olan sonuna kadar, okur olarak zaten yakınlık hissettiğimiz ve kitap boyunca artan bir sevgi duyduğumuz karakterlerindeki bu kısıtlama –veya tahammülsüzlük- bir “kahramanlaştırma” gayreti olarak algılanabilir ve okuyucuya zaman zaman batabilir (en azından bende öyle oldu, tamamen yanılıyor da olabilirim). Kitabın formunu biraz daha açarsak, kurgusuyla benzerliklerini gözlemliyoruz. Yazar, bütün formları alaşağı ediyor, kurgu duvarlarını bir balyozla deliyor ve aralıklardan birikimini elinize bırakıyor. Ursula LeGuin’in dediği gibi; “Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Sadece devrimin kendisi olabilirsiniz. Ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde.”

M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

“Bir zamanlar dünyada, hiç kimsenin sahibi olmadığı ormanlar vardı.” Cormac McCarthy İşte! Ben bu kitabı bekliyordum sayın okur! Kitapla ilgili fikirlerimden önce birkaç şeye değinmem gerekiyor. E-postalarıyla fikirlerini paylaşan ve bu köşenin şekillenmesinde gizli birer kahraman olan okuyucularımın yoğunlukla bahsettikleri serzeniş şu: “Neden hiç Türk yazarlardan bahsetmiyorsun?” Asıl sorulması gereken “Türk yazarlar nerede?” sorusu olmalıdır. Ne yazık ki (hâlâ) ülkemizde fantastik kurgu, bilim kurgu, alternatif kurgu, korku edebiyatı konularında düzenli eser vermekte olan yazar adedi iki elin parmaklarını geçmez. Genellemeye maruz bırakarak kimseyi kırmak istemem (bu nedenle sadece bazı kitapları diyelim) ancak yazan isimlerin pek çoğu da kendi söylencesini oluşturmaktan çok uzakta, türün yabancı örneklerine öykünerek ve tutarsızlıklarla boğuşan kurguların içerisinde hapis olmuş görünümdedirler. Türkçe tercümeleri bir hayli geç zamanda dilimize kazandırıldığı için “fantastik kurgu klasikleri” kapsamındaki kitaplara öykünerek, taklit kurgular oluşturmanın ne edebi ne de okuyucu açısından bir önemi olmadığının, kurguya ve türe yeni bir şey, yeni bir açılım veya soyut ifadeyle “soluk” kazandırmadıktan sonra, herhangi bir kitabı yazmayla fotokopi makinesi başında sabahlamak arasında bir farkın bulunmadığının anlaşılması gerekir. Dahası bilim kurgu –ki en büyük sorunla karşılaşılan türdür- gibi belirli temellerle örtüşmesi gereken bir türde “yazarım” diyebilmek için, hiç olmazsa bilimin yakınından geçmiş olmak, tutarlı, güncel bilime uygun romanlar, öyküler kurgulayabilmek gerekmektedir fakat bu alanda da bir başarısızlık hüküm sürmektedir. Dahası, gerek kitabının tanıtımı için gerek eleştiri talebi için, kitap ekleri dâhil kitap incelemesine dayalı yayıncılık yapan bütün yayınlara kitaplarını, bir tanıtım bülteniyle beraber gönderme sorumluluğunu taşımalıdırlar.

ELE T RMEN SIKINTISI Barış Müstecaplıoğlu’nun geçenlerde dinlediğim bir söyleşisindeki tespiti çarpıcıydı: “Yazdığımız türlerde eleştiri ve eleştirmen sıkıntısı da bulunduğu için yaptığımız şeyin neresinde olduğumuzu anlamakta sıkıntı çekiyoruz.” Müstecaplıoğlu belirttiği şeyde yüzde yüz haklıdır. Ancak atlanılan konu, bu türlerde yazan Türk yazarların, kendilerini “Neil Gaiman,” (popülerlik anlamında benzetmedir, lütfen edebi seviyeyi işaret eden bir benzetme zannetmeyiniz) sanmalarıdır. Sanki kitapları yayımlanır yayımlanmaz inanılmaz bir ilgi seliyle karşılaşıyor ve kitapçıların önünde kuyruklar oluşuyormuş gibi “kitap inceleme ve eleştirisi” üzerine yayın yapan organlarla ve eleştirmenlerle bağlantı kurmaya ne yazık ki üşenmektedirler. Burada tabii ki yazarlardan çok yayınevlerine ve ülkemizde

YAZMAYA ODAKLANMAK

kavram olarak henüz oturmamış olan “yazar temsilcilerine” daha büyük sorumluluklar düşmektedir. Kabul etmelilerdir ki her hafta onlarca, yüzlerce kitabın yayımına başlanan bir ülkede, her kitabın eleştirmenler tarafından fark edilmesi ve değerlendirilmesi mümkün değildir. Her eve giren, hayatımızdan eksik olmayan, hatta gazetelerin promosyon amaçlı dağıttıkları çizgi romanların günümüzdeki durumu ise oldukça geniş bir konudur ve önümüzdeki hafta bu köşede uzun bir yazıyla incelenmeye çalışılacaktır. Özetle, “Babil Balığı”nda yazar, milliyet, yayınevi ayrımı bulunmaz, nitelik ve keşif farkı bulunur.

KARANLIK KUYU “Salı”nın yazarı Cihat Taşçıoğlu daha önce başarılı tercümelerinden ve yayımlandığında inceleme fırsatı bulamadığım (tekrar yayıma hazırlandığı müjdesini verelim) “Gereği Düşünüldü: İstanbul’da Seri Cinayetler” romanından tanıdığımız bir isim. “Salı”yı ikinci kez okumamın ardından bencilce tek arzum, Taşçıoğlu’nun bu kitapla birlikte artık sadece yazmaya yönelmesi olacaktır. “Salı”yı bu kadar özel kılan ve beğenmeme yol açan şeylerin başında, beni, tür belirleme konusunda karanlık bir kuyuya atması gelir. Yoğun şekilde ütopya öğeleri, karakterlerin ağzından zaman zaman didaktik anlatımlar mevcutken, aynı zamanda alternatif kurguların oyunculuğuna, distopyaların buhranına ve hatta gözden kaçırılamayacak derecede “new weird” kurgularının detaycılığına ve alaycılığına da rastlamak mümkün. Kitabın gerek alt metninde

gerek kurgusunda geniş çerçevede, sisteme yönelik ele alınan konuların da çokluğunu göz önüne alarak ve haddimi de biraz aşarak kitabı bir yakın gelecek bilim kurgusu çerçevesinde değerlendirmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Tabii daha önemlisi, Taşçıoğlu’nun sadece kendine ait, ele avuca sığmayan özel kurgusunu uygulamaya dökmekte ve anlatım diline çevirmekte de göstermiş olduğu özgünlük… İki kitaba bölümlenmiş kitabın her iki bölümü de farklı fakat aynı derecede zevkli birer okuma serüveni sunuyor. Sistemle anlaşmazlığa düşen insanların öyküsü, adım adım okuyucuyu da içine alan, bütün detayları özenle inşa edilmiş bir yapıya dönüşüyor. Yazarın detaylarına gösterdiği özen ve özellikle iyice araştırılıp düşünülmemiş hiçbir şeyi kurgusuna eklememesi saygı duyulacak bir öğe olduğu kadar, aynı zamanda yazma gayretinde olan bütün genç arkadaşlarımıza da ders olacak nitelikte. Hatta yazar “hadi canım sende?” sorusunu sürekli sordurmayı çok seviyor ve birkaç sayfa sonra inanamadığınız öğenin nasıl gerçekleşebileceğini okuyunca, suratınıza tokat yemiş gibi oluyorsunuz. Kitaptan her tokat yediğinizde, yazarının bir yerlerden size bakıp kahkaha attığından emin olabilirsiniz. Anarşizmi kurgusal olarak ele alırken, kimi okuyucu kızabilecek, kimi okuyucu ise memnuniyetle gülümseyecektir. Kitabın ilk kısmındaki dipnotların oyunculuğu sağ olsun, en kızgın halinizde bile iddia ediyorum yazara kızamayacaksınız. Harika bir tempoyla sayfa ardına sayfa çevirmenize ve kolayca okumanıza olanak sağlayan kitabı okurken

Beyaz tavşan, Alice Harikalar Diyarında’dan, sayfalara, kelimelere sıçrıyor. En önemlisi yıkımı enkaz halinde bırakmıyor, yeni, kendine özgü bir form şekillendiriyor. Form, protestoyu hakkıyla taşıyor. Taşçıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz kısa sohbette şu sözü ilgi çekiciydi: “Ben artık bir yazarım diyebiliyorum, çünkü çevremde ne olursa olsun sadece yazmaya odaklanabiliyorum ve günde otuz sayfa yazabiliyorum.” Bu cümlenin özellikle, yazma tembelliği içinde kıvranan, yazmayı özenle hazırlanan bir ritüel haline indirgeyen, dahası “kullanımı azalan, eskiyen şeyler sanatlaşır,” sözünü haklı çıkarırcasına formların, kalıpların arasına sıkışan günümüz yazarlarının kulaklarını çınlatması dileğiyle ve kişisel son mesajımla vedalaşalım. Bütün okurlarıma açık şekilde ifade ediyorum ki “Salı”, son bir yıldır okuduğum en iyi kitap! (Salı, Cihat Taşçıoğlu, April Yay., 504 s.)


Aydınlık KİTAP MET N SOYDEVEL 'N N LK R K TABI: “ NSANA GÖMÜLÜR A K

Aşka gömülen şiirler... Çok söze gerek yok. Türk iirini iyi özümsemi ve kendi sesini bulmu bir air ve onun ilk kitab var kar m zda MEHMET GÖKYAYLA

henüz dosya boyutundayken, işin ne kadar ciddiye alındığını gösteriyor olsa gerek. Şair zaman zaman bir liseli tedirginliğiyle aşkı anlatırken, yer yer de “Yerleş artık gözlerime, al, al ki canımı... / Değsin seviştiğimize” (s. 42, “Değsin Seviştiğimize”) ya da “Al, al şu canımı da kurtulayım / Yakama yapışan yalnızlıktan” (s. 58, “Yüreğim Öncedendi”) diyerek ömür senfonisinde bir gezintiye çıkarıyor bizleri. Özellikle ölüm temasına bu kadar çok yer vermesi, Metin Soydeveli'yi Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba çizgisine yaklaştırıyor kanımca. Söz konusu şiirlerde uyağa verilen önem de bu saptamaya yönlendiren bir diğer etken olarak çıkıyor karşımıza. Fakat elbette tek değil Soydeveli'nin şiir ırmağında yıkandığı sesler.

Kitap fuarlarının birçok işlevi var. Piyasayı canlı tutmak, okurları binlerce kitapla bir araya getirmek gibi. Fakat bana kalırsa bunlardan en önemlisi, okurla yazarı, şairi ve edebiyatseverleri buluşturması. Özellikle merkezdeki yayınevi ve dergilerin tekelleşmeye başladığı günümüzde, edebiyatın atardamarı olan taşra dergi ve yayınevlerinin tüm çeşitleriyle kitap fuarlarında okurun önüne gelmesi kesinlikle küçümsenmeyecek önemde1. Çünkü aslında bir tezadı da içinde barındırıyor taşra dergileri ve yayınevleri. Bu tezat da taşra dergilerinin taşrada bulunamıyor olmaları! İstanbul'da yayınlanıp dağıtım tekeli eliyle neredeyse yurdun her yanına dağıtılan dergileri bir yana bırakırsak, edebiyat dergilerinin çok büyük bölümü yazık ki, büyükşehirlerdeki bazı kitapGAR P’ N ZLER çılardaki “ulaşılabilirlikle” “Kastı yok rüzgârın sınırlı durumda. Böyleyaprağa / Dallar düşüSoydeveli, likle büyükşehirde yaşarüp önüne katmamayan bir okur bu bu iirlerinde dıkça” (s. 9, “Gözden dergilerdeki nitelikli yaln zl k, a k ve Düşer Aşk”) dizeleedebiyattan uzak kalıölüm temalar rinde Garip şiirinin yor. izlerini görürken, etraf nda geziniyor HÜZÜN MAKAMI “Bir telkâri işçiliği dihüzün makam renişim” (s. 41, “Bile Bir şair çıkıyor, dergie li inde Bile”) dizesine gelince lerde birçok şiirini yayın1970'li yılların toplumcu selatıyor ve ardından ilk sini duyuyorsunuz. Hemen arkitabıyla geliyor okurun karşıdından kurduğu dizede ise, “Testiler sına. Yukarıda saydığım nedenlerden bile terliyor suyunu soğuturken” deyidolayı çok kısıtlı bir çevreye ulaşabilişiyle, alışılmamış ve yaşamda gerçekyor yapıt. İşte tam da burada TÜYAP ten nesnel karşılığı olan bir imgeleme 15. İzmir Kitap Fuarı giriyor devreye yaslanıyor, sevginin emeksiz olamayave çok şükür ki beni şair Metin Soydecağını vurguluyor. Dolayısıyla çok söze veli ile tanıştırıyor. gerek yok. Türk şiirini iyi özümsemiş “İnsana Gömülür Aşk”, Soydeveve kendi sesini bulmuş bir şair ve onun li'nin ilk şiir toplamı. Nisan 2010 tariilk kitabı var karşımızda. “Sararan hini taşıyan kitap Etki Yayınları'ndan yaprakların dilinden” (s. 8, “Farkındaçıkmış. Bir ilk kitap olmasına rağmen, lık”), “beklemekten yorgun heykelilk öykü ve şiir kitaplarında genellikle ler”den (s. 14, “Toprağım”) sesler rastlanan karmaşa ve kararsızlık söz duymak istiyorsanız okuyun, kaçırmakonusu değil. Soydeveli, bu şiirlerinde yın “İnsana Gömülür Aşk”ı. yalnızlık, aşk ve ölüm temaları etrafında geziniyor hüzün makamı eşliğinde. Bunların dışında kalan yalnızca (İnsana Gömülür Aşk, Metin “Politik” isimli şiir var. Bu da şiirler Soydeveli, Etki Yayınları, 80 s.)


12

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

KAPAK

“DO U TABLETLER ”YLE 2012 YUNUS NAD R ÖDÜLÜ'NÜ KAZANAN HÜSEY N HAYDAR:

Şiir, statükonun kontrolünden çıkıyor! “Dilde mirasyediler gibi davranmamal y z. E er bize babadan bir k l ç, bir keser, bir ba b ça kald ysa, onlar n i lek tutulmas , düzenli bak m n n yap lmas artt r. Bir de yeni söz varl klar n n ke fedilmesi airin görevleri aras ndad r: Kökle tirmek, ekle tirmek, ula t rmak, üle tirmek…” B. SADIK ALBAYRAK Bu yıl Türkiye’nin iki önemli ödülünü birden kazandınız: 2012 Yunus Nadi Şiir Ödülü ve 2012 Troya Kültür, Sanat Şiir ödülü. Sanat ve ödül ilişkisi üzerine ne düşünüyorsunuz? -Her iki ödül de çok saygın, çok değerlidir. Başta Yunus Nadi Şiir Ödülü olmak üzere onlarla onur duyuyorum. Ödüller yaşamın her alanında yadsınamaz derecede işlevsel kurumlardır. Karşı olunamaz. Önemli olan ödülü kimin, kime, ve hangi kıstaslara göre verdiğidir. Ne yazık ki bugün dünyada en “itibarlı” sayılan Nobel Ödülü’nün itibarsızlığı tartışılmaktadır. Bu kanıya, ödülün emperyalist amaçlara alet edilmesi yol açmıştır. Sartre, bu nedenle Nobel’i reddetmiştir. Ülkemizde ise bir ödül yozlaşmasından söz edebiliriz. Pek çok ödül kurumunun kendisini, jürisini, ilkelerini gözden geçirmesi kaçınılmazdır. Ödül kurumları “müesses edebiyat”ın, sistemin, yani statükonun değerlerine değil, ona karşı direnen özgürlükçü, bağımsızlıkçı, halkçı değerlere destek vermelidir.

1993’te çıkan dördüncü şiir kitabınız “Sudan Gövde”nin ardından uzun süre şiir kitabı yayımlamadınız. 18 yıl aradan sonra ise “Zor Günlerin Şiirleri” ve “Doğu Tabletleri” geldi. Buradan bakarak, şiirinizi iki evreye ayırabilir miyiz? Öyleyse, yeni evreyi nasıl tanımlarsınız? -İki ayrı evreden söz edebiliriz. Birinci evre daha başka ilginçliklerle dolu. Örneğin Akademi Kitabevi Birincilik Ödülü alan ilk kitabım “Acı Türkücü”, 1981 yılında yayımlandı. Kitap altı ayda tükendi, “Kara Şarkılar” 1983’te yayımlandı ve bir yıldan önce tükendi. Sonra diğer iki kitabım hemen hemen yayımlandığı yıllar içinde tükendi. Kitapların baskı sayıları 3 bin civarındaydı. Bunların yeni baskılarını 32 yıl içinde yapmadım. Niçin? Ancak şimdi, “Acı Türkücü”nün ikinci baskısı 32 yıl sonra çıkacak. Benzeri pek görünmeyen bu tutumun ne anlama geldiğini ayrıca konuşuruz. İkinci evre, “Doğu Tabletleri”nin yazılmasıyla, 12 yıl önce başladı. Bu dönem benim kendimi, şiirimi baştan alarak ortaya koyma evremdir. Demek istediğim ikinci evrede iş çok başkadır. “Zor Günlerin Şiirleri”nin 2008 kışında gelip araya girmesi, başlatılan büyük ve topyekün mücadelenin edebiyat cephesindeki zorunluluğuydu. Şiir, 1980 sonrasında, özellikle 1990’larda çekilip hapsedildiği alandan tekrar çıkarak göğüs göğüse çarpışmanın ateş hattına girdi.

ÇÖZÜM, TAR H N DER NL NDE “Zor Günlerin Şiirleri” için, “bugünün şiirle yazılmış tarihi” diyenler oldu; Örneğin Özdemir İnce, Ulusal Kanal’da böyle söyledi. “Doğu Tabletleri” için de beş bin yıllık tarihin bugünle harmanlanması diyesim geliyor. Tarih bilinci, şiirinizin ana eksenini oluşturuyor diyebilir miyiz? Buna bağlı olarak şiirinizin içerdiği gelecek tasarımını açımlar mısınız? -Yüksek tarih bilinci, şairin önde gelen donanımlarındandır. Ben tarihin birikimine diyalektik materyalizmin ilkeleriyle yaklaşıyorum. Bu insana, taHüseyin Haydar

rihi canlı bir organizma olarak kavrama Masalları”, “Evliya Çelebi Seyahatnayetisi kazandırıyor. “Zor Günlerin Şiirmesi”, “Kur’an”, Pertev Naili Boraleri”nde çözüm masası bugüne kurulutav’ın “Nasreddin Hoca”sı ve daha dur ve tarih masaya çağrılmıştır. Oradan birçok Doğu klasiğini bulundurmakta çıkan sonuç tarihin denetiminden geçyarar var. Şiirimizde bütün bu imge ve miştir. Onun tanıklığındadır ve yeni tadeğerler bir biçimde belki saçılmış olanıklıklar oluşturur. “Doğu rak yer buldu fakat sizin şiirinizde büTabletleri”nde ise çözüm masası bu kez tünlüklü bir biçimde işleniyorlar. Bu tarihin derinliğine kuruludur ve üzerintutumunuzu nasıl açıklarsınız? deki sorun dosyası yine bugüne aittir. - Nicedir unutulan değerleri anımYani işimiz bugünledir; bugündeki geçsatma çabası… Tarih boyunca bize ulamiş ve bugündeki gelecek. Böylece yeni şan bütün söylenceler, destanlar, büyük tanıklar, tanıklıklar kazanırız. Bu tutum şiirler birbirinin içinden ulanarak, birbisanatsal dayanıklılık için çok önemlirinin nesnesine bağlanarak gelebilmiş. dir… Şairin gelecek tasarımı da işte buBuna şiirin tunç kanunu diyelim. Şiir radan başlar. Tarihin huzurunda, olup bütün geçmişi yıkıp harap etmez. Bazı bitene müdahale etme: Hesap sorma, harabeleri onarır, bazılarını sahadan sorgulama, hesap verme vs. Sıkı bir kaldırır. Ölmüş değerleri yıkar, hurafedoku içinde yol alma… Tarih şairi disip- lere savaş açar, yaprak açmayan, içi kof line eder. gövdeleri yere serer. Ve insanlığın yeryüzündeki ölüm kalım savaşına, yine insa“Doğu Tabletleri”, adının da çağrışnın köklerine bağlanarak katılır… Bu tırdığı biçimde hem “Doğu” imgelerini aynı zamanda taşlaşmış Batıya bir el hem de yazının henüz kil tablet üzerine uzatmadır. kazınmaya başladığı eski tarihleri, söylediğiniz gibi bugünün mücadeleÖyle de yapıyorsunuz. Kuşkusuz siyle buluşturuyor. Bugünün yalnızca Doğu değil, emperyaBatı merkezli emperyalist Batı’ya karşı aydınlanlizmine dili ve imgeleÖdüller “müesmacı ve insancıl Batı’yı riyle, Doğu merkezli n, at” da çıkarıyorsunuz. Otubiy ede ses bir şiirle cevap verzuncu Tablet, “Basstatükonun de erlerini diğinizi söyleyebitil”deki gibi lir miyiz? de il, ona kar de erleri sözgelimi… Bütün -Bizim şiirimiz olarak insanlığın ileüretmelidir. “Do u ç Batı aydınlanmarici birikimine kucak gen Tabletleri”, Do u’nun sından büyük kaaçan bir şiir sizinki, devrimcilerinin Bo açzanımlar edinmiş. insanı belirleyen “tahan’lar gibi meydana ç - rihsel, ekonomik, topDenilebilir ki, yüzyıllarca ortaçağa kaylumsal zaruri şartları” kaca günlerin mış kantar topuzunu hep göz önünde bulunduhabercisidir Batı ile dengeye getirmiran bir şiir diyebilir miyiz? şiz… Sonra topuz Batı merke- Evet. Bunun dışına çıkan bir zine iyice kayarak oraya kilitlenmiş ve amaç söz konusu olamaz. İnsanlığın siyasal, sanatsal çürüme o zaman başlaDoğu ile Batı yakalarının hem kendi içmış. Türk modernizminin bedeni, Türk lerinde, hem geniş zamanda karşılıklı Devrimi'nin aldığı yaraların izlerini taşır. çatışması (rekabeti), bir yere kadar, Kesikler, çürükler, çıkıklar… Bugün bu bana insanın tür olarak yetkinleşme müzaaflarla yürüyen şiirin iyileştirilmesi, cadelesini anımsatıyor. Ancak, eskiyen sağlığına kavuşturulması zamanıdır. bir “yeni dünya” olarak Batı’nın, yenileBunu, kapıya dayanan devrimci süreç nen bir “eski dünya” olan Doğu’dan öğgerçekleştirecek. Doğu’nun ve Türkİslam uygarlığının şiir ve kültürel birikimi, Nazım Hikmet vb. birkaç şairimiz dışında çağdaş şiirimizin beslenme kanalları dışında kaldı. Kitap aynı zamanda ya da bir anlamda, o büyük kaynağı değerlendiriyor ve ona yaslanıyor. “Doğu Tabletleri”, Doğu’nun genç devrimcilerinin Boğaçhan’lar gibi meydana çıkacağı günlerin habercisidir…

R BAZEN ONARIR, BAZEN ORTADAN KALDIRIR “Doğu Tabletleri”, deyim yerindeyse şiirsel ezberimizi bozan bir çalışma. Kitabı okurken masanın üstünde “Divânü Lugât’itTürk”, “Dedem Korkut Öyküleri”, “Köroğlu Kolları”, “Gılgamış Destanı”, “Binbir Gece


KAPAK

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

13

reneceği çok şey olduğunu eklemeliyim.

MAYAKOVSK 'N N “TOPLUMSAL BUYRUK”U “Doğu Tabletleri”, bence bir destandır. Doğu halklarının ve onların içinde Türk halkının destanı. Destan şiir ve “Doğu Tabletleri”nin bu çerçevede değerlendirilmesi için neler söyleyebilirsiniz? -Teşekkür ederim. Tamamlanmamış olmasına karşın bütüncül bir yapı gösteriyorsa benim için sevindiricidir. Tespitiniz doğrudur. Kitap bir bu kadar yeni şiirle birlikte yayımlanınca, insanlık tragedyası daha net görülecek. “Destan şiir” tanımına gelince bu, “Doğu Tabletleri”ni onurlandırır. Bunu tam olarak hak edecek çalışmayı yakın zamanda gerçekleştireceğim. Sizin şiiri oluşturmada çok önemsediğiniz bir “buyruk” var; “toplumsal buyruk”, bunu açımlar mısınız? “Toplumsal buyruk” benim bütünüyle benimsediğim, öne çıkarmaya çabaladığım bir kavramdır. Sahibi, büyük Rus şairi Mayakovski’dir. Toplumsal buyruk, kamunun vicdanının kavrayıp da dilinin dönüp söyleyemediği, şairin duyularıyla ve donanımıyla algıladığı şeydir. Aşk dertleri dahil, bireylerin toplumsal bir olgu olarak içine düştükleri bunalım aşamasında şair, ortak vicdan olarak devreye girer, görevi üstlenir. Çözümü, kendi yaşamsal deneylerinden çıkarak, tarihin huzurunda ortaya koyar.

B L M KAVRAM YASAKLAMAZ Şiirin önemli imgelerinden biri, Ellinci Tablet, Ergenekon destanından esinleniyor: Destanın imgelerinden yola çıkıp, “Selam sana ey çatlayan nar, ey yarılan çanak, / Işık taşan kapıdan sırayla geçiyor özgürleşen halk.” Dizelerinden sonra Nâzım Hikmet’in tarifine selam çakıp bugüne bağlıyorsunuz: “Kısrak başı damgamızı dört denizin arasına vurduk,/ Yerlere göklere duyurduk karıncanın sesini, / Yetmiş iki burçlu güneşi evimize buyurduk… / Geniş Anadolularda dar günlerimiz ne tezmiş meğer. / Ne de kolay aldattılar eğri giden kardeşi, / Çakal hesabına bozkurt kanı dökene, 'Ergenekon' dediler. / Ant içtiler ve Asena’nın en yiğitlerini biçtiler. / Adları Uğur’du, Doğan’dı, Taner’di, Turan’dı, Muammer’di, / Adları Bahriye’ydi, Bedrettin’di, Eşref’ti, Necip’ti… / Daha acı olacak kiralık katil toplayanların akibeti.” Bugüne kadar sağcıların, gericilerin kullandığı ve simgesi olmuş kavramları ilerici bir bağlama oturtma çabanızı nasıl açıklayabilirsiniz? Statüko ne diyor! Şiirinizin yol açtığı tepkiler, bu konuda ne gibi ipuçları veriyor? -Kavram katli! Modern, sol şiirimizin en temel sorunudur bu. Kan satırlar arasında akar durur da kimse bir şey demez, diyemez. Hilal, Bozkurt, Ülkü, Başbuğ, Oba, Alperen, Türk, Dede Korkut, Oğuz Han, Bilge Kağan, Asena, Kabe, Hacerül Esved, Bedir, Manas, Ayet, Namaz vs. Bu kavramlar, İslam ve Türkçü geçmişe tepki olarak arkaya itilmiş, sosyalizmin adına kaba soyutlamalar öne çıkarılmış. Yok sayılan kavramları aklamak bizim işimiz değil

B. Sad k Albayrak ve Hüseyin Haydar

mi? Ne de çabuk küsmüşüz. Yerlerine nize yeni nitelikler kazandırması açısınyenilerini koyamadığınız söz varlıklarını dan… görmezden gelmemiz affedilemez. Tür- Bugün şairler arasında egemen olan kiye’de karşı devrim, önce bu tarihsel bir görüş var: “Toplum bizi okumuyor, kazanımlarımızı kirletmiş, biz de bunu çünkü okur bozuldu, yozlaştı, bayağı desineye çekmişiz. Tecavüze uğrayan kızığerlerin esiri oldu. Biz elimizden geleni mızı kurtarmak yerine, tıpkı töre cinayaptık, ama ne yazık ki buraya kadar.” yetlerinde olduğu gibi kafasına sıkarak Ben bu görüşe katılmıyorum. Şiirin gözinfaz etmişiz. Böylece insan yüzüne çıden düştüğünü ileri süren şair, bunu kacağımızı düşünmüşüz. Ne kırmak için ne yaptığını cesakadar acı değil mi? Biliretle sorgulamalıdır. Önmin kavram yasaklaceki ustaların dığı nerede Türk modernizmiokurlarına yaslangörülmüş? Her ridev k Tür , makla olmaz. eni nin bed bir kavramın güMiras kalan minin ald yaralar n izlerini cünü ve yayılokur geliştirilta r. Bu yaralar ancak yeni bir dığı sosyal, meliydi. Yakıkültürel, sadevrimle sa al r. iir içindeki nan şair öyle ta natsal alanları yak erli yet ak yapmadı ve yac ta ü a r yük düşünelim. har vurup haraolm ip ve kanat geni li ine sah Onları infaz man savurdu. l d r. Yani, iire kanat açt rmak ederek, kuru O değerleri koyiğitlik taslamıiçin, imgenin alt ndaki nesnel rumak için yeni şız. “Doğu Tabbir “yazılım” gegerçek çekilip al nmamal , letleri” buna açıkça liştirmedi, bunu fakat beslenmeli… ve tepkileri göze alagöze alamadı. Şimdi rak son vermeye girişmişise küsüp kenara çekilitir… Tepkilere gelince. yor. Benim deneyimim zor Saldırılar var, zavallıca yaftalar... Değer olanı göze almanın ürünüdür. Şiirin telvermiyorum. Tabu, gözler önünde, taevizyon ekranından milyonlarca insana sevdirilmesi, benimsetilmesi yepyeni bir pınma günlerinde kırılmıştır, iş bitmişdeneyimdir. Ama bu salt aracın iyi kullatir… Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye’de yepyeni bir sürece girildi. Şiir nılması meselesi değildir. Olayın girdisi küreselci statükonun kontrolünden çıkı- çıktısı fazladır, karmaşıktır. Önce beklenen şiirin ortaya konulması gerek. yor... Hava dönmektedir. Elli Üçüncü Tablet, “Dil Ata”, KaşM RAS KALAN OKUR garlı’ya ve Türk dilinin ilk ansiklopedisi GEL T R LMEL YD “Divânü Lugât’it-Türk”e bir güzelleme. Kitabın da son sözü, son dize şöyle: Size göre, şair kendi okurunu yarat“Kökleştirin, ekleştirin, ulaştırın, üleşmalı… Siz de okura ulaşmada benzertirin!” Şiirinizde yeni bir dil arayışı gösiz bir yol denediniz. Aydınlık rülüyor. Şiirinizin dili için neler dergisinde ilk sayfada her hafta bir şiir söyleyebilirsiniz? Kitabın son sözü yayımladınız. Şiirleriniz başarılı bir Türkçe üzerine olduğuna göre, genel seslendirmeyle müzik ve görüntüler eşolarak dil anlayışınızı açıklar mısınız? liğinde Ulusal Kanal’da yıllardır yayınlanıyor. Bunun etkisi nasıl oldu? Hem -Şu sıralarda Hürriyet gazetesi için okur yaratma açısından hem de şiiribir söyleşi gerçekleştirdik. Soruları yö-

nelten değerli yazar Çağlayan Çetin, “Doğu Tabletleri”ni bütünüyle şiirimizde bir manifesto olarak tanımladı. İlk olarak böyle bir değerlendirme yaptı. Benimsedim. Aynı şekilde “Doğu Tabletleri”nin dilinin de şiir dilimize bir manifesto olduğunu söyledi. Bunu da benimsedim. Senin yaklaşımın da böyle. Dilde de mirasyediler gibi davranmamalıyız. Eğer bize babadan bir kılıç, bir keser, bir bağ bıçağı kaldıysa, onların işlek tutulması, düzenli bakımının yapılması şarttır. Bir de yeni söz varlıklarının keşfedilmesi şairin görevleri arasındadır: Kökleştirmek, ekleştirmek, ulaştırmak, üleştirmek…

A R DERSE... Şiirinizdeki isyan sahnelerini tarih de doğrulayacak mı? “Yerin közüne düştü, omuzlarımızın üstünden gül / Gibi kızıl isyan, karıştı on bin yılın tözüne.” Tabletlerde yazanlar geleceğin tarihi mi olacak? Şair gözü, hepimizden önce görse gerek… Kutlarken kutsamak, ulularken ülküleştirmek, yükseltirken yüceltmek… Bu tuzağa düşmekten dikkatle kaçınırım. Şiirin nesnesine ve nedenselliğe bağlı kalmaya çabaladım hep. Şiir, içindeki ağır yükü taşıyacak yeterli yakıta ve kanat genişliğine sahip olmalıdır. Yani, şiire kanat açtırmak için, imgenin altındaki nesnel gerçek çekilip alınmamalı, fakat gerçeklik beslenmeli… Şiir kendi yüküyle kanat açarsa bir değeri vardır. Maddesini bulmuş şiirden daha değerli ve daha sonsuz bilgi kaynağı yoktur. Bunu yakalandığınız an dikkatle gözlemleyin, söze kulak verin. Şair, devrim olacak diyorsa, olacaktır! Devrim kapıya dayandı diyorsa, devrim başlamıştır! Kazanacağız diyorsa, kaçarı yoktur!


14

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

‘METAFİZİK’ MARKSİZM nsan n türsel varl n , özünü ve toplumsall n tarihsel bir süreç içerisinde ve felsefi bir sava alan nda ele alan Nanshi, eserinin özellikle son bölümünde Marksist Özgürlük anlay n , Marx' n temel eserlerine dayand rarak ortaya koyuyor. Özgürlü ün, nesnelli in ve bilimselli in tart ld u ortamda Marksist Pratik Materyalizm önemli bir ba ucu kitab niteli indedir. CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com ''Metafizik'' sözcüğü Marksizm kavramının civarında gezinenler için olumsuz imlere sahip bir sözcüktür. ''Metafizik''in zihindeki çağrışımları arasında neler yok ki: parapsikolojik, saçma, hurafe, batıl, bilimdışı, kavranamaz, soyut, vb. Bu sözcüğü Aristoteles'in eserlerinin derleyicisi ve sınıflandırıcısı olan Rodoslu Andronikus'a (M.Ö. 70 yılları) borçluyuz. Andronikus, Aristoteles'in doğayı konu edinen yazılarının peşine dizdiği yazıları sınıflandırmak için doğa felsefesinden (doğadan) sonrakiler anlamında “ta meta ta physika” terimini kullanıyor. Burada meta sözcüğü ''sonra'', physica ise ''doğa'' anlamına geliyor. Sözcük, sonraları, Skolastikler (Ortaçağ filozofları) tarafından yanlış yorumlanarak (Aristoteles'e atıfta bulunulduğu için yanlış diyoruz) doğanın ötesindekilere, daha doğrusu evrenin dışındaki bir varlık alanına atıfta bulunma amacıyla kullanılıyor. Daha sonraları ise Aristoteles'e daha sadık bir yorum benimseyenler de ortaya çıkıyor. Örneğin Spinoza, Leibniz ve Descartes, metafiziği görülenin ardında yatan ilk nedenleri, temelleri kavrama ediminin alanı olarak görüyor.

DE M N ARDINDA DE MEYEN ARAMAK Metafizik kavramsal köklerini ise felsefeyle birlikte bulmaktadır. Denebilir ki (her) felsefe özsel olarak metafiziktir. Görünenin, doğanın, fiziksel ve toplumsal değişimlerin ardındaki yasaların peşinde olan felsefe, en başından beri değişimin ardında değişmeyeni aradığından zorunlu olarak bir dayanak arayışındadır. Arşimet'in ''bana yeterince uzun bir levye ve sağlam bir dayanak noktası verin, tek elimle Dünya'yı yerinden oynatayım'' şeklindeki sözünü anımsarsak, filozofun işte bu dayanak noktasını ve

Dünya'yı yerinden oynatabileceği malzemeyi aradığını söyleyebiliriz. Bu açıdan bakarsak hiçbir şeyin oluşta olmadığını, görünüşlerin ardında değişmeyen ve göremediğimiz BİRin olduğunu söyleyen Parmenides de, bütün bir görünüşler dünyasının ve gerçeklikteki çeşitliliğin ardında herşeyin kökeni olarak SU elementini gören Tales de, nesnelliği öznelerararası bir gerçekliğe indirgeyen Kant da, sağlam bir kavrayış için dayanak noktası olarak Düşünen Ben (Cogito Düşünüyorum) kavramına sarılan Descartes da, ''görünenle gerçek bir olsaydı bilime gerek olmazdı'' diyen Marx da metafizikçidir.

TEOR K FELSEFEPRAT K FELSEFE Yukarıdakiler doğru olsa bile yine de Marksizmi Karl Marx yukarıda anılan diğer felsefelerden ayıran bir yön olduğunu görmeden edemeyiz. Kendinden önceki felsefelerden ayrılan Marksizm, aynı zamanda çağdaşlarından da ayrılmaktaydı. Marksizmin bu iki özgün yönü önceleri ''diyalektik'' ve ''materyalist'' olmasıyla açıklanmaya çalışıldı. Bunların ötesinde Marksizmin sosyal bilimlerdeki sonuçlarına atıfta bulunarak da ''Tarihsel Materyalizm'' ifadesine başvuruldu. Marx ve Engels'in nadiren kullandıkları bu ifadeler (kullandıkları zamanlarda da bunları birer sıfat tamlaması olarak kullanmıyorlardı) Stalin dönemindeki ders kitaplarıyla Pulitzer'in “Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri” adlı eserleriyle yaygınlaştı ve Marksizmle eşitlendi. Oysa Marx ve Engels kendi felsefelerini “Feuerbach Üzerine Tezler” adlı eserlerinde yer alan 11. tezde (Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir) pratik (praxis) olarak görüyorlardı. Yine Gramsci “Hapishane Defterleri”nde Marksizmi, biraz da gardiyanlardan ve diğer cezaevi görevlilerinden oluşan sıkı okuyucu kitlesini aldatmak için, Praxis Felsefesi olarak adlandırıyordu. Bunların yalnızca adlandırmadan kaynaklanmadığını görmek isteyenler için Çinli Marksist Filozof Wang Nanshi'nin Kalkedon Yayınları tarafından basılan “Marksist Pratik Materyalizm (Post-Öznelci Felsefenin Ufku)” adındaki eserini öneriyoruz. Wang Nanshi, felsefe tarihinde geçilen başlıca döne-

meçleri belirtirken, Descartes öncesi felsefeyi, Descartes ile başlayan ve özellikle Kant'tan sonra özne-nesne ayrımı ve gerilimi ile doruğa ulaşan teorik felsefeyi anıyor. Marx, Nanshi'ye göre Hegel'in teorik felsefeyi radikalleştirmesinden ve bir anlamda bitirmesinden sonra teorik felsefeyi, praxis'i kendi felsefesinin merkezine koyarak aşmıştır. Aslında bu ifade dahi teorik felsefenin kapsamında görülebilir. Marx'ın yaptığı, daha tam olarak, felsefesini praxis'in merkezine koymaktır.

PRAT K MATERYAL ST FELSEFE Kant'ın aşkınsal ve eleştirel felsefesinin bir sonucu olan özne-nesne gerilimi (uçurumu da diyebiliriz), tüm Alman İdealistleri tarafından aşılmaya çalışılmıştı. Fakat, özne-nesne geriliminin aşılması sırasında bu ikiliden birini diğerine indirgemeye çalışan teorik eğilimden vazgeçilemediği için bu çabalar başarısız olmuştu. Bu girişimler arasından en başarılısı Hegel'e ait idi. Hegel kavramların tarihselliğine başvuruyor, özne ile nesneyi birarada ele alıyor, kavramları yalıtmak yerine birlikleri içerisinde ve içerisinden doğdukları sürecin birer parçası olarak kavrıyordu. Hegel'in zeminini hazırladığı yol, Marx ile inşa edilecekti. Nanshi'ye göre teorik felsefeye (herhangi bir kavramı sarsılmaz ve değişmez bir dayanak noktası olarak evrenin merkezine yerleştiren felsefe) karşı pratik felsefe cephesinin tek filozofu Marx değildir. Bu açıdan bakıldığında pratik felsefe adlandırması da Marksizmi anlatmakta yetersiz kalacaktır. Nanshi'nin ulaştığı daha tam bir ifade Pratik Materyalist Felsefe'dir. Bu ise klasik metafiziğin durağanlığının, tek düzeliğinin, tekçiliğinin ötesinde türlülüğe olanak sağlayan, daha bütüncül, daha hakiki ve dolayısıyla daha genel bir metafiziktir. Fakat bu kez metafizik tarihselliğine uygun olarak ele alınmakta, varolanın doğasını anlama çabası olarak görülmektedir. Aristoteles'in Proto philosophiae (ilk felsefe, varolanın kökenine dair felsefe) kavramının da ötesinde bir ilk aramak yerine zamansal olanı arayan, fakat şu veya bu zamandan bugünü belirleyen değil, zamana sürekli içkin olan ama zamanı da var eden maddenin yasalılığı olarak metafizik anlaşıldığında, Marksizm metafiziktir. Nanshi, pratik ile tekniği (teknik kavramını Aristoteles'in tekhne – zanaat

kavramına götürerek) ayırmakta, materyalizmi ise araçsallığa yaklaştırmakta ve bu araçsallığın belirleyiciliğine vurgu yaparak araç-amaç ilişkisine odaklanan bir materyalist anlayış ortaya koymaktadır. Nanshi'nin eseri, 20. yüzyılın filozoflarının ürünlerinin Marksizmle ilgisi bağlamında değerlendirildiği ender eserlerden biridir. Söz konusu eserinde Heidegger'i, Frankfurt Okulu filozoflarını ve Wittgenstein'ı, Althusser ve diğer Stalinist yorumcularla birlikte ele almakta ve daha özgün bir Marksist yoruma ulaşmaktadır. İnsanın türsel varlığını, özünü ve toplumsallığını tarihsel bir süreç içerisinde ve felsefi bir savaş alanında ele alan Nanshi, eserinin özellikle son bölümünde Marksist Özgürlük anlayışını, Marx'ın temel eserlerine dayandırarak ortaya koyuyor. Özgürlüğün, nesnelliğin ve bilimselliğin tartışıldığı şu ortamda “Marksist Pratik Materyalizm” önemli bir başucu kitabı niteliğindedir. (Marksist Pratik Materyalizm, Wang Nanshi, Xie Yongkang, Kalkedon Yay., çev. Cem Kızılçeç, Deniz Zarakolu, 394 s.)

Çeviriye ve baskıya dair Eserin çevirmeni Cem Kızılçeç, eseri İngilizce baskısından çevirmiş. Eserin zorluğunu ve yoğunluğunu düşününce çevirmenin başarısını anmadan edemedik. Fakat çevirmenin dilsel seçimlerinin ötesinde, sanırız, baskıdan ve düzeltideki sorunlardan kaynaklanan hatalar mevcut. Bunların Kalkedon Yayınları tarafından yeni baskılarda düzeltileceğini umuyoruz. Böylesine önemli bir eserin, hele bir başucu kitabının böylesi hataları hak etmediği ortadadır. Eserde yer alan birçok kavrama ve esere ilişkin dipnotlar yetersiz kalmıştır. Bu yönde okumalar yapmak isteyenleri teşvik edecek notların eklenmesi kitabın etkisini arttıracaktır. Wang Nanshi'nin yine aynı konularda Springer Yayıncılık tarafından basılan “Frontiers of Chinese Philosophy” adlı felsefe dergisinde çıkan makaleleri de kitaba eklenebilir. Böylece kitap daha okunmadan, Nanshi'nin tezlerinin geneli hakkında yazarın kendisi tarafından bilgi alınabilir. Kalkedon Yayıncılık, yükselen Çin uygarlığının düşünsel eserlerini kesintisiz olarak çeviriyor. Kendilerine, Türk insanının düşünsel hayatına katkıları ve Dünya'nın yükselen uygarlığının insanıyla Türkçe tanışma olanağını sağladıkları nedeniyle teşekkür ederiz.


Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

15

GENÇ WERTHER’DEN Ç RK N BESLEME JOHANNA’YA

BİR YAZARIN SERÜVENLERİ MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com Sevdiğine kavuşamayıp intihar eden Werther hepinizin malumudur. Genç Werther kitabın bir yerinde şöyle der: "Yüz defa, elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. Aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan sözedilir. Çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. Bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek." Johann Wolfgang intihara sürüklediği için bir dönem yasaklanmış olan eseri, “Genç Werther’in Acıları” yazarla özdeşleşmiştir adeta. Goethe’yi hep intihara meyilli, romantik bir genç olarak görmemize neden olmuştur bu eser. Oysa size biraz sonra anlatmaya çalışacağım kitap, “Goethe’nin İnfazı” yazarın çok da fazla bilinmeyen bir yönünü gösterecek bizlere. Adeta bir yazar inceliğinden yoksun ve kibre dalmış genç bir adam, artık yazmayı bir kenara bırakmış, yakın arkadaşı olan Dük Karl August tarafından danışmanlık görevine getirilir. Halkın yoksulluğun pençesinde hayatla cebelleşirken, soyluların sefahat içinde yaşadığı Weimar, ezen-ezilen çelişkisini çok rahat görebileceğimiz bir yerdir o dönemde. “Üzerine çok iş yığılmıştı. Weimar’a yedi sene önce gelmiş, başlarda genş Dük’ün dostu ve yareni olmuştu, Alman prensleri yanlarında böyle gözde adamlar bulundurmayı severlerdi, niyeti sadece birkaç ay burada kalmaktı, ama şimdi maliye bakanı, Dükalığa paranın başındaki

birinci adam olmuştu. Dükalıkta bunun üstünde bir memuriyet yoktu, ülkenin en yüksek ikinci maaşını alıyordu. Birkaç hafta önce Viyana’dan bir mektup almıştı, İmparator 2. Joseph’in düzenlediği bir belgeyle soyluluk mertebesine yükseltilmişti. Otuz üç yaşındaki bir erkek için güzel bir ara bilançoydu bu. Babası kesinlikle ona dair böyle bir kehanette bulunmazdı.” (s. 14-15)

KES EN YOLLAR Goethe’nin yolu, bebeğini öldürmek suçlamasıyla Weimar zindanlarına atılan çirkin besleme Johanna ile kesişir, Goethe’nin vereceği karar Johanna’nın kaderini belirleyecektir. Kendi sorunlarıyla meşgul olan Goethe, sorumluluğu tek başına üzerine almak istemez ve bir anlamda Johanna’yı

kurtarabilecek biricik hamleyi yapmayarak onu ölüme terkeder. Romanımızın başlangıç noktası da bu infazdır zaten. “Değirmenci, efendiler masasına kurulmuştu, önce dua etti, sonra ekmeği kırıp masadakilere dağıttı. Bu masada artanlar hizmetli masasına gidecekti. Ama Johanna’nın hizmetli masasında da kendine ait bir yeri yoktu. Birisi doyup kalktıktan sonra onun yerine oturuyor, hızla ne artmışsa onu boğazından indiriyor, sonra hemen işinin başına dönüyordu. Bu eve geldiği günden, on beş yaşından beri başka bir şey görmemişti – şimdi aradan yedi yıl geçmişti, ama şikâyetçi değildi. Yiyecek lokması, yatacak bir de döşeği vardı. Nice insan bunlara da hasretti...” (s. 9) Daha sonra sırasıyla, geri dönüşlerle, zavallı beslemenin değirmenci tarafından tecavüze uğramasına, hamile kalıp çocuğunu tek başına doğurmaya çalışmasına ve bebeğini kaybetmesine tanık oluyoruz. Doğumun verdiği şokla hiçbir şeyden haberi olmayan Johanna, bir de çocuğunu öldürmekle suçlanacaktır. Aynı suça aynı cezanın biçildiği “utanç yargı sistemi”nin geçerli olduğu Weimar’da Johanna’nın alacağı ceza daha en başından bellidir aslında.

KAPA A D KKAT! Kitabı ikinci kez elime aldığımda fark ettim kapağındaki dalavereyi. Gerçekten de kapak tasarımını yapan Utku Lomlu’yu tebrik etmek gerek, uzun zamandır gördüğüm en iyi kitap kapağını tasarladığı için. İsterseniz bu konuyu burada keselim de, bu küçük keşfin vereceği büyük hazzı sizlerden esirgemeyelim. Bu konuda tek

söyleyebileceğim, kitabı okuyan ya da en azından konusundan biraz olsun haberdar olan biri için kapağın çok şey ifade edeceğidir. Tarih, televizyona ve tabii ki popüler romanlara düşmeden önce, sınırlı ve seçkin bir sınıfa özgü bir uğraştı; şimdi artık tüketim nesnesi olarak var olabileceği anlaşıldığından poplaştı. “Eğer bu pop tarih bir biçimde durdurulmazsa, günün birinde televizyonda tarihi evirip çeviren adamlardan birinin, Hazreti Mevlana’dan domates çorbası tarifini dinleyebiliriz. Unutmayınız ki, Fransız Devrimi sırasında vatan hainliği ile suçlanarak idam edilen kraliçe Marie Antoinette, ağzından hiçbir zaman çıkmamış olan ‘ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ sözü ile anılmaktadır.” Gerçekten bu tür tarihi romanlar Türkiye’de ve dünyada o kadar revaçta ki, bir yandan bu yolla tarihte önemli roller oynamış kişileri daha yakından tanıma fırsatı yakaladığımız için sevinirken bir yandan da bu, yazarların edebiyattan koparak kolaya kaçmalarına neden olabileceği için üzülüyoruz. Ününü ilginç şahsiyetlerin romanlaştırılmış biyografilerinden sağlayan Viktor Glass’ın kitabı “Goethe’nin İnfazı”, Regaip Minareci’nin eli yüzü düzgün çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıktı. Ancak yazımızı sonlandırırken 18. Yüzyıl Almanyasını tüm çarpıcılığıyla ve belgelere dayandırarak anlatan yazardan edebi bir eser bekleyenlerin hayal kırıklığına uğrayacağını da söyleyelim. (Goethe'nin İnfazı, Viktor Glass, Everest Yayınları, çev. Regaip Minareci, 200 s.)

KİTAPTAN Johanna ne kadar ağladığını, gözyaşlarının ne zaman uykuya dönüştüğünü bilmiyordu. Artık hiçbir şey bilmiyordu. Gebe diyorlar, hem de aniden! Gebe demek, galiba çocuk sahibi olmaktı, bütün bunlar hakkında bildiği başka bir şey yoktu. Peki, şimdi ne olacaktı? Onu buradan kovarlardı. Hanımının kendisini satmayı düşündüğü umumhaneye bile gidemezdi şimdi. Kucağında bebeğiyle almazlardı onu. Bir taraftan sevinmişti. Yabancı erkeklerin gönüllerini hoş etmekten oldum olası ürkmüştü; değirmencinin ona yaptığına günde yüz kez, hem de leş gibi kokan nefeslere, yüzünde dolaşan çürük dişlere, kucağına dolan erkek pisliğine – yok, dayanamazdı buna. Ama diğer taraftan baktığında, umumhane yaşayabileceği tek yerdi. Peki, yaşamak istiyor muydu? Kendini Ilm’in sularına bırakıp, kahrolası şişko bedeni tekrar su yüzüne çıkamasın diye buzun altına girmek daha iyi değil miydi? Ya da yüz yıl önce Cadı Margaretha’nın yaptığı gibi kendini pazar yerindeki kuyuya atmak mı daha doğru olurdu? Düşüncesi bile korkuttu onu. Kendini değirmenin öğütme çarkına atardı, o zaman ondan sadece lime lime parçalar geriye kalırdı. Öldükten sonra yaşarken giydiği elbiseye benzemesi ne kadar komik olurdu! Ya da karda yürür, ormana girer, yatar uyur, uyur ve uyurdu. Ta ki ölene kadar. Ölüm, kafasını tırpanla koparacak korkunç iskelet değildi belki de. Belki de onu kucaklayacak, ona hayatında ilk ve son kez sevgi verecek yaşlı bir kadındı ölüm?

Victor Glass


16

25 MAYIS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Meşin Güç! DAĞHAN DÖNMEZ donmez@mynet.com “Fenerbahçe, Türkiye Cumhuriyetidir!” Aziz Yıldırım

lona Futbol Kulübü vardı. … Kızıl Yıldız Devriminde Draza, Krle ve diğer Belgradlı futbol holiganları, Slobodan Milosevic’in düşürülmesine yardım ettiler. Romanya’nın 1990 Dünya Kupası Elemeleri’ni geçmesi, Bükreş meydanlarında patlayan kutlamalarla, ardından askeri bir birliğin tüfekleriyle diktatör Nicola Çavuşesku ve karısının üzerinde atış talimi yapmalarına yol açtı. Paraguaylı diktatör Alfredo Stroessner’i deviren, yine aynı sportif sıfır noktasıydı. Ancak her ne kadar Barca taraftarı Nou Camp’ın iktidar aleyhtarı ruhundan gurur duyarak bahsetseler de, hiçbiri Franco’nun neden Barca’yı ezip yok etmediğini açıklayamazlar. Franco bunu kolaylıkla yapabilirdi. Etkili bir polis devletinin başındaydı ve engizisyon mahkemeleri tıkır tıkır çalışıyordu. Ancak bu tavrın amacı aslında yeteri kadar aşikârdı: Katalanların siyasi enerjilerini zararsız bir uğraşa yönlendirmek!” (s.190-192)

1922 yılı Ağustos ayı… Büyük Taarruz’un hemen öncesi… Mustafa Kemal Paşa, Taarruz’un başlayacağı tarih ve saati komutanlarına bildirmek üzere, Birinci ve İkinci Ordu arasındaki final maçı için Akşehir’e gider. Hayatında seyrettiği ilk futbol maçıdır. Bu müsabaka, tarihin seyrini değiştirecek bir ayaklanmanın müjdeli haberine tanıklık etmenin yanı sıra, Gazi Paşa’nın futbol hakkındaki görüşlerinin açığa çıkması sebebiyle de önemlidir. Karşılaşma esnasında futbol hakkında bilgiler alan Paşa, oyuncuların müdafaa, orta haf ve hücumcular olarak alanlarında mücadele ettiklerini görünce; bu durumu ilginç bulmuş ve futbol taktikleri ile savaşta kullanılan stratejilerin neredeyse aynı olduğu kanısına varmıştır. Sonraki y llarda, TT HAT TERAKK Bu tarihsel vaka, futFenerbahçe’nin halk VE FUTBOL üzerindeki tesiri artarak bolun; içinde bir çok ildevam edecek; Anadolu’da Kimi zaman devrimhamları barındırması halka dayal bir ihtilalin lere öncülük ederek ve örgütlenme imkanı planlar n yapan Mustafa politik bir duruşun bakımından kitlelere Kemal, 3 May s simgesi haline gelen ulaşılabilecek yegane 1918 tarihinde futbol, kimi zamansa etkinlik olması sebeFenerbahçe’yi toplumları apolitik kılbiyle, bilindik deyişle “ ziyaret edecekti mak amacıyla yine siyasiler sadece futbol olmadığının “ tarafından bilinçli olarak kullaonlarca örneğinden yalnızca bir nılmış bir faaliyettir. İster apolitize tanesidir. Taarruz’un muhaberatının olsun, ister öncü kuvvet; sağlanması amacıyla, futbol maçı kaher halükarda iktidarın muflajını kullanmaksa manidar başka ilgisini çeken bir kitlesel bir gösterge… silahtır ayak topu. AbFRANCO’NUN KAN DAVASI dülhamit’in, Meşrutiyet Franklin Foer’in, İthaki Yayınların- yanlılarını engelleme dan “ Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar? “ çabasıyla başvurduğu isismiyle dilimize çevrilen kitabı, tam da tibdat yöntemlerinden ülkemizde futbol – siyaset – ideoloji biri de Türklere futbolu eksenli tartışmaların yapıldığı günlere yasaklamaktı! Gençletesadüf ediyor. Kitabın kırmızı kalem- rin futbol oynama balik satırlarından bir bölüm: “ … Barse- hanesiyle bir araya lonalılar, iç savaş öncesi, endüstriyel gelip, saltanatı yıkma çekişmelerle geçen yılların ardından, planları yapmalarınbarikat inşasının Henry Ford’ları oldan çekiniyordu. Dömuşlardı. Şehrin bazı bölgeleri Frannemin maruf Karakol co’ya kucak açarken, bazı sakinler Che Kumandanı Hasan Paşa’nın, Guevara’nın bile erişemeyeceği bir nam-ı diğer 7-8 Hasan Paşa - top oymaharetle şehir savaşı verdiler. Franco nayan Türk gençlerini bizzat tevkif etbu direniş için bedel biçmişti. Şehir tiği rivayet edilir. Bu topraklarda düştüğünde Franco, sayısız insanı kat- futbol – iktidar ilişkini anlatan bir letti. Ancak Franco’nun Barca’dan diğer örnekse, Yalçın Doğan’ın sonranefret etmesini sağlayan, önemli bir dan bir slogan haline dönüşecek kitaneden daha vardı. General, Barca’nın bından: ezeli rakibi olan Real Madrid’in koyu “Bir yandan basını denetleyen İttihat bir taraftarıydı. Franco, Barca ’ya olan ve Terakki, bir yandan da futbola hiç kan davasını en üst düzeydeki kovuşbeklenmeyen bir önem veriyor; futboturmalarla güdüyordu. Manuel Vaslun kitlesel özelliğini kavrayan ilk siyaguez Montalban yazıyor: Franco’nun sal iktidar oluyordu. İttihat ve işgal kuvvetleri şehre girdiler. KomüTerakki’nin Fenerbahçe’yi ele geçirnistler, Anarşistler ve Ayrılıkçılardan mek isteyişi hiç göz ardı edilmeyecek sonra temizlenmesi gereken örgütler bir nedenden ileri geliyordu. Fenerlistesinin dördüncü sırasında Barsebahçe iki yıl arka arkaya lig şampiyonu

MEŞİN GÜÇ

Franklin Foer

mümessilidir. Galatasaray, Beyoğlu, olmuş, bir halk takımı olarak doğduŞişli semtlerinde taraftar sahibidir. Feğundan, halkın sempati beslediği bir ner’in kaptanı Sirkeci’de dükkan takıma dönüşmüştü. Halk ve şampiaçmış; Galatasaray’ın Beyoğlunda… yonluk, İttihat ve Terakki’nin gözünü almıştı.” (“Fenerbahçe Cumhuriyeti”, Ben iki gözüm spordan anlamam ama, Fener’in taraftarı; Galatasaray’ın bas.37) losu, müsameresi çoktur. Bunu anlaHenüz 1914 yılında, iktidarın bir dım işte. Sporda da olsa, halka futbol takımına gösterdiği alaka Yaldayanalım vatandaşlar!” çın Doğan’ın kitabında bu satırlarla Cemaate yakınlığı artık herkesçe yer bulur. Sonraki yıllarda, Fenerbahmalum olan “Taraf” gazetesi, henüz çe’nin halk üzerindeki tesiri artarak şike operasyonu başlamadan iki devam edecek; Anadolu’da yıl önce, 2009 yılında; Fehalka dayalı bir ihtilalin Son günlerde nerbahçe’nin Avrupa Kuplanlarını yapan Mustafa futbol ve siyaset pasında Sevilla ile Kemal, 3 Mayıs 1918 taili kisini anlamland rmaya çal anlar, ülke yönetiminde oynadığı maçın erterihinde Fenerbahçe’yi söz sahibi olmak isteyenlerin; sinde, tribünde açılan ziyaret edecekti. Bu zineden futbolun gücüne bu “Mustafa Kemal’in yaretin kısa bir süre denli ilgi duyduklar n idrak Askerleriyiz” bayrağı sonrasında İstanbul, etmek isteyecekler için ufuk aç c bir kitap olacakt r için şu başlığı atacaktı: işgal kuvvetlerinin kirli “Futbol “Ergenekon Fenerayakkabıların çamuruna Dünyay Nas l bahçe’de!” Son günlerde batmıştı. İşgal günlerinde, Aç klar?” cemaat ve Fenerbahçe kutupFenerbahçe’nin İtilaf Devletlaşmasında, özellikle Fenerbahçe taleri takımlarıyla oynadığı maçları üst raftarını yatıştırmaya çalışıp, cemaatin üste kazanması ve nihayet özel olarak İşgal bu olaylarla ilgisi yoktur diyen kişiler ne gariptir ki; o tarihte attıkları bu Kuvvetleri Komutanı başlıklarla, siyaseti ve cemaati FenerGeneral Harrington bahçeyle ilişkilendiren kişilerdi. adına düzenlenen ku3 Temmuz’un bir hafta sonrasında payı da, Taksim StaBağdat Caddesi’nde cemaat ve hüküdında büyük bir halk met aleyhine slogan atan yüz binlerce nümayişi eşliğinde alması onu Kurtuluşun en insanın yürüyüşünü; gazetelerinde yer vermeyerek sansürleyenler de… gözde metaforu haline Son günlerde futbol ve siyaset ilişkigetirecekti. Zira savaş boyunca Türk takımları; sini anlamlandırmaya çalışanlar, ülke yönetiminde söz sahibi olmak isteyengizliden gizliye cepheye lerin; neden futbolun gücüne bu denli silah kaçırmaları, oyunilgi duyduklarını idrak etmek isteyecularını şehit vermelericekler için ufuk açıcı bir kitap olacaknin yanı sıra, aldıkları tır: “Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar?” galibiyetlerle de cepheEpigraf cümlesinin doğru olduğu deki orduya moral takviyesi yapıyorkabul edilirse, Cumhuriyeti her anlardı. Fenerbahçe’ye gösterilen büyük lamda dönüştürmek isteyenlerin; halk halk ilgisinin bir başka sırrı da işte bu üzerinde bu kadar tesiri olan ve Cumtakviyeydi! huriyetle özdeş bir kurumu yönlenFENERBAHÇE’N N dirme isteği de pek anlamsız TARAFTARI olmayacaktır. Futbol ve siyaset ilişkiGALATASARAY’IN BALOSU sinde önereceğim bir diğer yayın ise; “Yasakmeyve” dergisinin FenerbahNazım Hikmet, 3 Nisan 1931 yıçeli Şairlerin görüşlerine yer verilen lında Yeni Gün Gazetesindeki yazıEylül / Ekim 2011 tarihli 52. sayısıdır. sında futbol ve Fenerbahçe ile ilgili Meraklılarına! şunları yazar: “ … Fener’e kanımın kaynaması başka sebepten! Son yaptı(Futbol Dünyayı ğım içtimai, felsefe, harsi, kozmografi Nasıl Açıklar?, Franklin Foer, İthaki tatkikat neticesinde, anladım ki Fener; Yayınları, İstanbul, Kadıköy filan semtlerinin Çev: Harun İsmail Çırak, S. 238)


Aydınlık KİTAP

UKÛFE N HAL VE AK R SIRMALI’DAN “DOMAN Ç DA LARININ YOLCUSU”

Oğlunu vuran ananın peşinde TUNCA ARSLAN Türkiye’nin ilk kadın şairlerinden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olan ilk kız öğrenci olan Şukûfe Nihal (1909-1973), ülkemizde gezi yazıları yazan ilk kadın olarak da bilinir. Yazarın 1946’da yayımlanan “Domaniç Dağlarının Yolcusu” adlı, gezi edebiyatı ile roman türlerinin ilginç bir karması niteliğindeki kitabı ise bugünlere kadar gelebilmiş, sinemaya uyarlanması sayesinde de unutulmazlık kazanmış eserlerinden biridir. Şukûfe Nihal, Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan sarsıcı bir olaya dönüş yapar bu kitabında. Daha doğrusu, bir söylentinin peşinden gitmektedir ve bu yolculuğu sırasında da Anadolu’nun “şehirlilerin pek uğramadığı” yörelerinden izlenimler aktarmakta, yerel halktan ve idarecilerden portreler çizmektedir. İzini sürdüğü olayı şöyle anlatır: “Milli mücadele döneminde İnegöl toprakları büyük bir facia yaşamış. Domaniç dağlarından inen bir köylü kadını, düşmana yol göstererek vatanına ihanet eden oğlunu, silahıyla vurup öldürmüş. Bu gerçek hikâyeyi duyduğumdan beri hiç aklımdan çıkmamıştı. Ne yapıp edecek, bu olayın geçtiği yöreleri gezecektim. İstanbul’dan Bursa’ya, oradan da İnegöl’e geldim. Bir otelde konakladım. Böyle

mühim ve efsanevi bir olayı bilen birileri mutlaka çıkacak, ben de onunla konuşacak, ayrıntılı olarak yazacaktım. Kaymakam, reji (tekel) müdürü, otelci Ferhat Ağa daha birçok insanla görüştüm. Fakat hiç kimse bir şey bilmiyordu. Günler geçiyor, boşa geçen zamana canım sıkılıyordu. Ülkemin bu yöresinin insanlarını yakından tanımak da güzeldi ama benim geliş amacım farklıydı.” İlerlemenin köyden başlayacağı fikrini savunan, gezdiği yerlerde özellikle “kadın sorunu” üzerine gözlemlerde bulunan Şukûfe Nihal, incelikli, şiirsel, etkileyici bir dille anlatıyor, o meçhul kadının peşinde geçirdiği günleri. Kitabın piyasaya çıktığı yıl, Şakir Sırmalı’nın eliyle sıcağı sıcağına beyazperdeye aktarılmış olması ise “Domaniç Dağlarının Yolcusu”nun döneminde yoğun bir ilgi görmüş olmasıyla açıklanabilir ancak. Sırmalı’nın “Domaniç Yolcusu / Unutulan Sır” adıyla seyirciye sunduğu filmin kadrosunda Türkan Pasiner, Reşit Gürzap, Talat Artemel, Sami Ayanoğlu, Hazım Körmükçü gibi tanınmış isimleri görüyoruz. Lütfi Akad da önetmen yardımcılarından biri. Müziklerini Sadi Işılay ile Muhittin Sadak’ın hazırladıkları “Domaniç Yolcusu”, Şukûfe Nihal’in puslu, yer yer melankolik bir havaya bürünen atmosferinde kuşkusuz ki bazı değişikliklere gidiyor, olayın gerilim-suç boyutunu ön plana çıkartıyor ve sinema tarihimizde önemli bir edebiyat uyarlaması olarak yerini alıyor.


Aydınlık KİTAP

18 25 MAYIS 2012 CUMA Eleştirel Psikoloji

Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı

Yüz Yaşında

YENİ ÇIKANLAR

Göl

Jonas Jonasson, Epsilon Yay nlar , Çev. Seden Gürel, 440 s.

“Cennetin Kökleri" romanıyla Fransa'nın ünlü Goncourt Ödülü'nü alan Romain Gary, bir önce yayınlanan "Kadının Işığı" romanından sonra şimdi de ünlü "Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı" romanıyla okurun karşısında. Alev Er'in çevirdiği "Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı", Polonya asıllı bir Fransız gencinin, annesinin müthiş çabasıyla kendisini büyüttüğü çocukluk dönemini ve ardı arkası kesilmeyen mektuplarıyla İkinci Dünya Savaşı'ndaki serüvenini anlatıyor...

Maceralarla geçen uzun bir yaşamın ardından Allan kendini bir huzurevinde bulmuştur ve bu tesisin artık hayattaki son durağı olduğuna inanmaktadır. Tek sorun, sağlığının onu terk etmeyi reddetmesidir. Sonunda bir gün 100 yaşına basar. Herkes onu huzurevinin büyük salonundaki kutlamada beklemektedir. Fakat Allan bu törene katılmayı istemez. Bir karar verir: Camdan atlayacak ve... Ve Allan kendini geçmişindeki maceraları aratmayacak bir serüvenin içinde bulur. Kendinden bir hayli "genç" olan 67 yaşındaki sinsi hırsız Julius, pek çok meslekte neredeyse uzman olan Benny, yol üstünde sığındıkları evin ağzı bozuk sahibesi orta yaşlı Güzellik ve onun sirk kaçkını olan minik Sonya'sıyla (koskoca bir fil) İsveç yollarında büyük bir kaçış başlar... Tabii bir de Allan'ın o uzun mu uzun geçmişi!

Hoşgör Köftecisi

Onlardan Biri

D.Fox, I.Prilleltensky, S.Austin, Ayr nt Yay nlar , 592 s. “Eleştirel Psikoloji”, psikolojiye başka bir yerden bakıyor; insanı içinde yaşadığı toplumsal bağlam içinde anlamaya ve insanı toplumdan etkilendiği kadar onu etkileyebilme potansiyeline sahip bir özne olarak ele almaya çalışıyor. "Eleştirel psikoloji, eşitsiz olan, politik, ekonomik ve diğer toplumsal yapıların sürdürülmesini destekleyen, ana akım psikolojinin içindeki kuvvetlere karşı çıkma çabasıdır." Aslında bu kitap, topluma psikoloji ile yeniden bakmak isteyenler, psikolojinin toplumsal değişimde nasıl bir rol oynayabileceğini görmek isteyenler için iyi bir kaynak. Ayrıca her bölümde, önemli kavramların açıklamasını yapan bir sözlükçe, öneri okuma listesi, faydalı olabilecek internet siteleri ve tartışma soruları veriliyor.

Son İstanbullu

Romain Gary (Emile Ajar), Agora Kitapl , çev. Alev Er, 416 s.

Karin Fossum, Pegasus Yay nlar , çev. Sevinç S. Tezcan, 304 s. Bir akıl hastası, bir soyguncu ve bir çocuk, bir cinayet, bir soygun ve sırlarla dolu bir kulübe... Ormanın içindeki kulübesinde tek başına yaşayan, yaşlı bir kadın katledilir. Başlıca şüpheli, akıl hastanesinden kaçmış bir şizofrendir. Olayın tek şahidiyse okçuluk tutkunu olan on iki yaşındaki bir çocuktur. Bir adam kısa süre sonra yakınlardaki bankayı soyup yanına rehine alarak kaçınca olaylar ilginç bir şekilde iç içe geçer. Ortağı Jacob Skarre ile olayı çözmeye çalışan Dedektif Sejer ise hiç hazır olmadığı bir duygusalmaceranın içine sürüklenecektir. Karin Fossum, Pus kitabında zekice yakaladığı atmosferi tekrar yaratıyor ve uçlarda yaşayanların hayatlarını ustalıkla anlatıyor.

Ülkemde

Zoran Drvenkar, On8 Kitap, çev. Suzan Geridönmez, 364 s.

Ergun Hiçy lmaz, Destek Yay nlar , 480 s. Ve taş plaklar bir kenara atılmıştı ansızın, 'kırık ve ezik'tiler yenildikleri için kaset ve CD'lere. İstanbul'da bir dönem böyle geçip gitti, geride silik anılar bırakarak. Hala o eski İstanbul'u aramaktayız ki, biliyoruz gidenin geri gelmeyeceğini. Ölüm Allahın emri, o hoyrat el değmeseydi bir de yanaklarına... Bir sabah günlük güneşlik bir Türkiye'ye uyandığımda, sakladığım o taş plaktan "Zehretme Hayatı" şarkısını son kez dinleyeceğim... “Son İstanbullu” Ergun Hiçyılmaz'dan kaybedilmiş İstanbul'a bir ağıt.

Orhan Veli Kan k, Yap Kredi Yay nlar , 64 s. Orhan Veli'nin hikâyeleri, 1947-50 yılları arasında Tanin gazetesi ile Seçilmiş Hikâyeler ve Yaprak dergilerinde yazarın sağlığında, William Saroyan'dan "serbest" olarak çevirdiği hikâyesi ise ölümünden sonra Vatan gazetesinde (1952) yayımlanmıştı. Hikâyeler ilk kez ayrı bir kitapta toplanmış ve kitaba yazarın edebiyat hakkındaki küçük ama ilginç bir konuşması da eklenmiştir. Hoşgör Köftecisi okurları, "keşke genç yaşta kaybetmeseydik de, o güzel şiirler gibi bu güzel hikâyelerden de daha çok yazsaydı" diyecekler.

Sevgisiz büyümenin ve sürekli kendini ispatlama çabasının içinde ayrıştırılması mümkün olmayan, çıkışı da kolay kolay bulunmayan karanlık yollar, Drvenkar'ın romanında hayat buluyor. Almanya'da yaşanan göçmenlik sorununa sokak cephesinden yaklaşan roman, dağılan Yugoslavya'nın yarattığı yeni göçmen gruplarını, sorunlu dil ve entegrasyon süreçlerini, bağımlılık ve şiddetin hem kurbanı hem yaratıcısı olmak ikilemini, birbirleriyle ilişkilerini ve aile sorunlarını, "çekip gitmek" ve mekânını sahiplenmek çıkmazını, büyük kent kıskacında "genç olmayı" çok katmanlı ve ustaca işliyor. Çete savaşlarının, ihanetin öldüremediği bir şey varsa, o da dostluk.

Tahar Ben Jelloun, K rm z Kedi Yay nevi, çev. F. Gönül Akgerman, 128 s. 1960'lı yıllarda göç ettiği Fransa'da örnek bir işçi, örnek bir aile babası, örnek bir Müslüman olarak aynı fabrikada kırk yıl çalışan Muhammed Limmigri tekdüze hayatını allak bullak edeceğine inandığı emekliliğinin başlamasıyla birlikte Fransa'dan ayrılmaya karar verir. Koruyucu bir kabuk gibi sığındığı geleneklerine, doğduğu köyde ailesi için büyük bir ev inşa etme hayaline sıkı sıkıya sarılan Muhammed, kırk yıl boyunca kendisini hep yabancı hissettiği ülkeyi bırakıp anayurduna döner. 1987'de “Kutsal Gece” romanıyla Fransa'nın en önemli edebiyat ödülü olan Goncourt'u kazanan Fas asıllı edebiyatçı Tahar Ben Jelloun, “Ülkemde” ile sözü Avrupa'ya çalışmaya giden binlerce göçmen işçiden birine veriyor.


YENİ ÇIKANLAR

Ermeni Dosyası

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

19

Yengeç Dönencesi

Kızıl Süvariler

Stephen Chambers, Bankas Kültür Yay nlar , çev. smail Hakk Y lmaz, 304 s.

Henry Miller, Siren Yay nlar , çev. Avi Pardo, 288 s.

zak Babel, Can Yay nlar , çev. Ergin Altay, 208 s.

Kâmuran Gürün, Ermenistan ve Ermenilerle ilgili tarihsel bilgilerin ışığında, "Ermeni sorununu hazırlayan sebepleri", Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilerin durumunu, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında büyüyen sorunu bu kitapta teker teker ele alıyor. Gürün, sorunla ilgili, kimi kaynaklardaki çarpıtılmış bilgilerin geçersizliğini de kanıtlıyor. Bu açıdan bakıldığında kitabın bir diğer yanı da Osmanlı ve yabancı devlet arşivlerinin belgelerine dayanması, konuyu açıklığa kavuşturacak bütün yabancı araştırmacıların çalışmalarını da değerlendirerek soruna nasıl bakıldığını ortaya koymasıdır.

25 Nisan 1915 sabahı Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerinden oluşan Anzak Kolordusu, Gelibolu Yarımadası'ndaki Arıburnu bölgesinin, sarp arazisindeki küçük bir koyaçıkarma yaparak tepeleri ele geçirmek için var güçleriyle savaşmıştır. Ancak Anzaklar, karşılarında yurdunu istilaya gelen düşmanı püskürtmeye kararlı Türk askerini bulmuştur. Özellikle çıkarmanın yapıldığı ilk iki gün, her iki tarafın da modern savaşın gereklilikleri yanında kişisel kahramanlık örneklerini bolca sergilediği kanlı çarpışmalar yaşanmıştır. Anzaklar, fedakâr mücadeleleriyle, başta kendilerini karşılayan komutanlardan Mustafa Kemal olmak üzere Türklerin saygısını kazanmış ve bu saygıya hürmeten çıkarma yaptıkları koya, sonradan Anzak Koyu ismi verilmiştir. Kitap, Anzakların Arıburnu'ndaki cehennem gibi ilk iki gününün hikâyesini anlatmaktadır.

Akıntıya kapılmış, dümensiz bir gemi. Anahtarı olmayan bir delik. Haz, hüzün, hezeyan. Zamanın çarkında, medeniyetin kokuşmuş sularında sürüklenen, çivisi çıkmış bir dünya burası. Birileri tüller, kadifeler içindeyken diğerleri balçıklara gömülmüş debelenmekte. Zaman geçip gidiyor. Ne dün var ne yarın. Ve Henry Miller, çorak topraklar üzerinde yeraltı baharlarının peşinde. "Zaman zaman patlayan, bizi yaralayan ve içimizi dağlayan, bizden iniltiler, gözyaşları ve beddualar koparan sayfalar okuyorsak, bilin ki bunlar sırtı duvara dayalı, tek savunması sözcükler olan biri tarafından yazılmıştır; sözcükler dünyanın yalancı ve ezici ağırlığından, yüreksizlerin kişilik mucizesini çökertmek için yarattığı işkence aletleri ve çarklardan her zaman daha güçlüdür.”

İzak Babel yirmi altı yaşında, insanlık tarihinin en önemli çarpışmalarından birine, Ekim Devrimi'nin kaderini belirleyen Polonya-Sovyetler savaşına, gazeteci ve asker olarak katıldı. Ve yaşadıklarından, edebiyat tarihinin en etkileyici savaş karşıtı öykülerini çıkardı; savaşın insan üzerindeki etkisini, her koşulda insan olmanın destanını yazdı. Parlak bir hayalgücünün duru ve sakin bir anlatımla iç içe geçtiği öyküler, yaşanan gerçeği bütün sarsıcılığıyla sergiliyor. Maksim Gorki, Babel'in hep bir ironi havası taşıyan öyküleri için, "insanlara gönderilmiş öyküler" diyordu. İlya Ehrenburg, Kızıl Süvariler'i değerlendirirken, "Fantezinin gücüyle her şey sarsılmış; hatta fantastik olduğunu söylüyorlar kitabın. Fakat Babel ne gördüyse onu yazmış," şeklinde bir sonuca varıyor. Genç Borges içinse, üslubundaki şiirsellik bazı sahnelerinin tarifsiz şiddetiyle tam bir tezat oluşturmakta.

Özgürlük

Ortakçının Oğlu

Adı Olmayan Kitap

Buz Prenses

Kamuran Gürün, Bilgi Yay nevi, 480 s.

Jonathan Franzen, Sel Yay nc l k, çev. Sevin Okyay, 600 s. Bu roman özgür birey olma çabalarını, bir aşkın başlangıcını ve bitişini, gençlikte yaşanan doyumsuz tutkuları, yetişkinliğin getirdiği sürprizleri, neden hiç durmadan arkadaşlarımızla yarıştığımızı, en yakınımızdakilere nasıl ihanet ettiğimizi ve hiçbir şeyin neden "olması gerektiği gibi" olmadığını anlatıyor. Duygularımızın sözünü dinleyerek kendimize ve çevremizdekilere yaşattığımız acı ve sevinçlerin insan olmanın doğal bir sonucu olduğunu gösteriyor. Modern dünyanın çelişkili ve bir o kadar da gerçek insanlarını konu alan sürükleyici bir yapıt...

Arıburnu Çıkarma

Talip Apayd n, Feyziye Özberk, Kaynak Yay nlar , 215 s. "Karanlık, uzun, engebeli bir köy yolunda, ışığa doğru yürüyen bir çocuğun fotoğrafını gördüm. Elinde bir keman tutuyor ve bir konçerto çalıyordu." "Oğuz Makal'ın sözünü ettiği o çocuk, Talip Apaydın'dır. Çaykovski'nin keman konçertosundan Canzonetta'yı çalarak yürümektedir." "Talip Apaydın, Türk köylüsünden konçerto çalan; roman, öykü, şiir yazan aydın çıkarmanın ocağı Köy Enstitülerinin yetiştirdiği bir kişiliktir. "Köy Enstitüleri Türk Devriminin buluşudur. Talip Apaydın'ın yaşamı ise, o buluşun yarattığı destansı öykünün tipik örneklerinden biridir. 'Ortakçının oğlu' Apaydın, Köy Enstitülü aydının bütün özgün ve tipik özelliklerini kişiliğinde birleştirmiştir."

Camilla Lackberg, Do an Kitap, Elif Günay, 400 s. Anonim, Alt n Kitaplar, çev. Zeynep Heyzen Ate , 448 s. Tarantino Filmleri ile Da Vinci Şifresi Karışımı Bir Roman. Tanrı'nın bile unuttuğu bir şehirde kıyamet yaklaşıyor... Uğursuz şehir Santa Montega'nın belalı sokaklarında yolları kesişen yürekleri karanlık birtakım adamlar, güneş tutulması yaklaşırken şehri kana buluyor... Gizemli yazarı tarafından yayımlandıktan kısa süre sonra internet fenomenine dönüşen bu kitap için şunu aklınızdan çıkarmayın: “Adı Olmayan Kitap”ı okuyan herkes öldürüldü ama gerçeğin ne olduğunu öğrenmenin yegâne yolu da bu kitabı okumak...

Yazar Erica Falck anne babasının ani ölümünden sonra, çocukluğunun geçtiği Fjällbacka kasabasına döner. Beklenmedik bir rastlantı sonucu, yıllardır görmediği çocukluk arkadaşı Alex'in cansız bedenini bulur. Güzeller güzeli Alex buz gibi evinde, küvette yatmaktadır, bilekleri de kesiktir. Erica, Alex'in ailesinin isteğiyle onun hakkında bir anı yazısı hazırlamaya girişir. Erica'nın yıllar boyunca uzak kaldığı dostu hakkındaki merakı giderek takıntıya dönüşürken, kasabanın dedektifi Patrik Hedström de davayla ilgili şüphelerinin izini sürmektedir. Yolları kesişen Erica ile Patrik karşı konulmaz biçimde birbirlerine doğru çekilirken, bir yandan da küçük kasabanın büyük sırrını çözmeye doğru adım adım ilerlerler...


20 25 MAYIS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Yaz tatilinde tiyatro İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com

Yapı Kredi Yayınları’ndan “Hezarfen’in İzinde… Gökyüzünde”, “Balaban ile Şakrak - Bir Kuş Yuvası”, “Mevsimlere Güzelleme” gibi kitapları çıkan Arslan Sayman’ın çocuklara armağan ettiği son kitabının adı: “Bruni’nin Avlusu”. Çocuklarınız yaz tatili için sizin planlarınıza mı uyacaklar, yoksa kendileri bir şeyler düşünmüşler midir? Belki de bu yaz tiyatroya başlamak için iyi bir yazdır. B LG SAYAR PLANLARI SUYA DÜ ÜNCE... Karnesini alıp eve gelen Su Ay da, yaz tatili boyunca ne yapacağını düşünmeye başlamış bile. Öncelikle, Arslan karne hediyesi olarak vaat edilen Sayman bilgisayar eve geldiğinde saatler boyu onunla oyalanabilir ve kalan vaktini de sokakta arkadaşlarıyla oynayarak, babasına bahçe işlerinde yardım ederek ya da komşularının köpeğini gezdirerek geçirebilir. Saatlerce bilgisayar oynamanın zararlarını henüz bilmediği için, yaz boyunca en iyi arkadaşının bilgisayar olabileceğini sanıyor. Ancak bilgisayar kurulduğunda bu planlar biraz suya düşecek, çünkü bilgisayar başında günde bir saatten fazla zaman geçirmesi annesi ve babası tarafından yasaklanacak. Su Ay bir yolunu bulup bu yasağı unuttururum ben onlara diye düşünürken, başına gelen bisiklet kazasıyla planlar yeniden değişecek. Kötü bir kaza değil, üstelik iyi bile sayılabilir, çünkü Su Ay bütün yaz tatilini seve seve ayıracağı tiyatroyla tanışacak. Sınıf arkadaşlarıyla hummalı bir çalışmaya başlayacaklar ve komşuları Bruni’nin şirin mi şirin avlusunda “Kırmızı Kuş” isimli ilk tiyatrolarını sergileyecekler. Böylece o tiyatroculuğa adım atacak, siz de her çocuğun aslında iyi birer tiyatrocu olduğunu

öğreneceksiniz. Tiyatro tarihin en eski sanatı olduğu gibi, insan gelişiminde de ilk evredir, çünkü çocuk gelişiminde konuşma, resim çizme, okuma ve yazmadan önce oyun gelir. Eline oyuncağını alan çocuk ona bir kişilik kazandırır, diğer oyuncaklarıyla bütünleştirir ve kendi oyununu yazmaya başlar. Kalemler ninjaya, kumandalar arabaya, halı otobana dönüşüverir ve nesnelere başka nesnelerin taklidini yaptıran çocuğun kendisi de başka rollere bürünür. Genellikle oyuncaklarını yöneten bir trafik amiri, anne ya da tanrı taklidi yapar. Bu oyun zamanla içine diğer arkadaşlar da dahil edilerek büyür, yayılır. Çevresindekileri taklit etmesi, kendini tanımasına yardımcı olur. Kendine yakın bulduğu şeyleri özümser, uzak bulduklarından kaçınır ve şekillenmeye başlayan karakterini kabul ettirmeye çalışır. Gelişen mimikleri ve kelime haznesi sayesinde ifade güçlüğü çekmez. Çocuk, en yaratıcı ve korkusuz sanatçıdır. OYUN VE ÇOCUK DUASI Oyun çocuğun doğasında vardır ve vazgeçemeyeceği tek şeydir, diretmeyi bilir, kabul ettiremediğinde evden kaçmayı bile göze alabilir. Farkında olmadan birçok tiyatronun parçası olan çocuk ruhsal ve fiziksel gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlar. Oyuncak Çağı bitince çocuğun güçlü bir birey olarak yola devam etmesi için sıra ebeveynlere gelir. Elimizdeki kitaba bakılırsa tiyatro, çocuklara yardımcı olmanızı sağlayabilir. İyi okumalar diliyoruz.

(Bruni’nin Avlusu, Yazan: Arslan Sayman, Resimleyen: Dilek Yördem, Yapı Kredi Yayınları, s.80)

Esil ile Yesil

Muhsine Helimo lu Yavuz, Esil ile Yesil, Yazan: Muhsine Helimo lu Yavuz, Can Çocuk, (Anadolu Masallar -4)

ÇOCUKLAR İÇİN

Kardeşimm Benim

Cynthia Lord, Çev: Nazl Tanc , Gün Kitapl , s.196

"Bu masalları, çocukları iyiden ve doğrudan yana yönlendirip bilinçlendirmek, onları yaşamın güçlükleri karşısında donanımlı ve uyanık kılmak, yaşayacakları sorunlar karşısında güçlü ve sorun çözücü olmalarını sağlamak için bu kitapta topladım. Çalışmalarım amacına ulaşır da genç namuslu ellerin, beyinlerin yetişmesine birazcık da olsa katkıda bulunursa, işte o zaman her dönemde ve her ortamda, ödün vermeden sürdürdüğümüz aydınlanma hareketi ve aydınlatma işlevi, bir adım daha ileriye götürülmüş olacaktır. Bunun çocuk adımlarının birleşmesinden oluşacak, aydınlık geleceğe yönelik, aydınlık bir adım olmasını diliyorum."

Otizmli kardeşinden bunalan bir ablanın “normallik” üzerine sorgulamaları... Catherine’in tek isteği, normal bir yaşam sürmektir, çünkü otizmli küçük kardeşi David’le yaşamaya “normal” denemez. Ailenin tüm düzeni, bu hayli farklı kardeşin ihtiyaçları çevresinde dönmektedir. Catherine, çeşitli konularda kurallar koyarak hem David’in hem kendi yaşamını kolaylamaya çalışır. Ancak o yaz, komşu eve taşınan yaşıtı Kristi’yle ve terapi kliniğindeki felçli genç Jason’la tanışmak düşüncelerini altüst eder. Catherine, kendine koyduğu kuralların da birer “engel” olduğunu anlayacak mıdır?

Mavi Gezegenin İlk İnsanları

Midilli Tutkunu Prenses – Prenses Ellie ve Saray Entrikası

Mavi Gezegenin lk nsanlar , Yazan: Bilgin Adal , Resimleyen: Mustafa Delio lu, Yap Kredi Yay nlar , s.108 Kim Merak Etmez “Mavi Gezegenin İlk İnsanları”nı? Bilgin Adalı’nın “Mavi Gezegenin İlk İnsanları” kitabı, okurlarını zamanda heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor. Yağmur ile Damla’nın babaları bir bilgisayar programı icat eder… Bu program sayesinde, bilgisayar ortamında günümüzden milyonlarca yıl önceyi bile izlemek mümkündür. Afrika’da Turkana Gölü çevresinde başlayan gezi iri timsahlar, hipopotamlar, aslanlar, çakallar arasında ilk insanların hayat mücadelesini gösterir. Kim merak etmez dünyamızın ilk insanlarını? Kim istemez ilk atalarımızın neye benzedikleri, nasıl yaşadıkları, nasıl konuştukları üzerine bu benzersiz geziye katılmayı?

Midilli Tutkunu Prenses – Prenses Ellie ve Saray Entrikas , Yazan: Diana Kimpton, Çev: Sevin Okyay, Bankas Kültür Yay nlar , s.96 Kral ve kraliçe sarayın yenilenmeye ihtiyacı olduğuna karar verince, Prenses Ellie'nin hayatı bir anda karışır. Saraya Lord Leo adında bir tasarımcı gelir ve her şeyi tepeden tırnağa değiştirmeye başlar. Geleneklere bağlı saray ahalisi tasarımcıdan pek hoşlanmasa da, kral ve kraliçe yenilikleri desteklemektedir. Ancak kısa süre içinde, Prenses Ellie ve en yakın arkadaşı Kate, Lord Leo'da bir tuhaflık olduğunu fark ederler. Anlattıkları tutarsızdır ve sanki bu ünlü tasarımcı, başka bir şeylerin peşinde gibidir. Acaba sevimli prenses çok geç olmadan Lord Leo'nun neyin peşinde olduğunu ortaya çıkarabilecek midir?


Aydınlık KİTAP

SAHAF

25 MAYIS 2012 CUMA

21

UMRAN NAZ F' N 1951 BASIMI ÖYKÜLER : “GAR SAAT ”

Hey trenler, oteller... Cumhuriyet sonrası hikayeciliğimizin öncülerinden biri olan Umran Nazif'in 1951'de Yeditepe Yayınları'ndan çıkan kitabı “Gar Saati”ne sahaf raflarından birinde rastlamak, kitap kurtları için küçük bir hazine sandığı bulmak gibi bir şey olsa gerek. 1915'te İstanbul’da doğan, ilk öğrenimini İsparta’da 1927 yılında, orta öğrenimini İstanbul Pertevniyal Lisesi'nde 1933 yılında bitirdikten sonra, İÜ Hukuk Fakültesi'nden mezun olan Umran Nazif, savcılık, yargıçlık görevleri ile Konya ve Zonguldak’ta çalışmış. Daha sonra İstanbul’da serbest avukatlık yapmış (1943-1950), Demokrat Parti'den Konya Milletvekili seçilmiş (19501954) ve 28 Aralık 1964'te yaşama veda etmiş. Kitaplarında kendi yaşamından belirgin izler bulunan Umran Nazif, babasının sıhhiye müdürlüğü dolayısıyla Mersin, Silifke, Denizli, İsparta,

Manisa, İzmir gibi şehirlerde geçen çocukluğunu da sayfalara yansıtır. Hikâyelerindeki bu gerçekçi atmosfer, onun Sabahattin Ali'yle birlikte anılmasına da yol açmıştır. Toplumdaki dengesizlikler Umran Nazif'in başlıca hareket noktalarından biridir. Elimizdeki “Gar Saati”nde dokuz hikâye yer alıyor: “Gar Saati”, “Göç”, “126 Numaralı Oda”, “Kapalı Kutu”, “Çağrı”, “Gök Gürlemesi”, “Rahmetli”, “Dairemiz” ve “Otel”. Lapa lapa yağan kar altında müdürünü trenle yolcu eden baremin beşinci derecesinden memur Şefkati Bey'in hayalleri ile gerçekliği (“Gar Saati”); yolculara açılan bir han odasının ocağında yanan meşe dallarının saldığı hayat veren sıcaklık (“Göç”); Güzel Ankara Oteli'nin altındaki kahvehaneye giren, 36 saattir uykusuz, karısının büyük şehre tayin istekleri doğrultusunda yollara düşen memur Nejat (“126 Numaralı Oda”); vaktin

ANADOLU’DAN KİTAPEVİ

“DÜNYAYI KURTARAN SAHAF” Adana'da tek popüler cadde olma özelliğini hala yitirmemiş Gazipaşa Bulvarı'nda çok sevdiğimiz bir kitabın şu an piyasada olmayan baskısını bulabildiğimiz ve bunları çok uygun fiyata edinebildiğimiz, aradığımız bir şeyi rahatlıkla bulabileceğimiz bir sahaf “Dünyayı Kurtaran Sahaf”. Metrekare olarak küçücük ancak içindekilerle kocaman bir mekan... Onlar kendilerini şöyle tanıtıyorlar: “Durmuşoğlu ailesi olarak fiilen 1998’den beri bu işi yapıyoruz. Ama hangi işi yapıyoruz? Dünya, kurtarmak… Bunları biliyoruz ama sahaf ne ola ki? Bir sahaf niye dünyayı kurtarmak istesin? Gerçekten kurtarabilir mi? Evet, dünyayı kurtarmak biraz abartılı duruyor olabilir ama en azından sahaflığımız konusunda garanti

verebiliriz. Sahaflık matbaanın Osmanlı’ya girişinden beri kitapçılık, yayıncılık ve okuma kültürünün ayrılmaz bir parçası; oldukça eski geçmişi olan bir uğraş ve meslek. Ancak sahafı normal bir kitapçıdan ayıran en önemli unsur ikinci el, nadir ve baskısı tükenmiş kitapların da bulunabiliyor olması. Gelgelelim “Dünyayı Kurtaran Sahaf” olarak klasik sahaflığın ötesine geçip yelpazemize orijinal film afişleri, çizgi romanlar, plaklar, haritalar, video kasetler gibi çok farklı kültür ürünlerini de katıyor; orijinal film afişleri, posterler, reprodüksiyonlar ve çizgi romanlardan oluşan zengin bir konseptle kitap kurtlarına, arşivcilere, koleksiyonculara, biriktirme meraklılarına hizmet veriyoruz.” Adanalılara duyurulur!

bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen bir türlü uyku tutturamayan yolcunun, kompartımanındaki sarı bukleli, yeşil gözlü kadına ilişkin düşünceleri (“Kapalı Kutu”) ya da “Hüdaverdi” otobüsü vilayet sınırlarından içeri girinceye kadar bütün gün otelde geçirdiği gecenin hatıralarıyla baş başa kalan müfettiş (“Otel”), Umran Nazif'in belli başlı karakter ve olayları arasında yer alıyorlar. Görüldüğü gibi trenler, otobüsler, oteller, hanlar ve yolculuk, usta yazarın en sevdiği kavram ve temalar olarak karşımıza çıkıyorlar. Adile Kaya'nın bir yazsında denildiği gibi: “Umran Nazif'e gelince, onun da kendisine göre bir tarzı, daha doğrusu bir sahası vardır. En çok Anadolu'nun küçük kasabalarının hayatını tasvir etmeyi sever ve bunda muvaffak olur. Hikâyelerinde daha ziyade halk tabakasına mensup insanların psikolojisini aksettirmek gayreti

seziliyorsa da, kasaba hayatına karışmış olan İstanbul münevverlerinin hislerini tahlil ettiği zaman daha büyük başarı gösterdiği şüphesizdir.”


22

Aydınlık KİTAP

25 MAYIS 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Babaannemin kucağına yattığımda yaşardım böyle uyku ile uyanıklık arası durumları. Öyle anları çok severdim. Saçlarımda gezinen yaşlı el, küçük pembe çiçekli pazen entarisinden gelen sabun kokusu, başına iliştirdiği tülbentin sallanan uçlarının yanağıma değişi ve onun bana hafif bir sesle anlattığı masallar, ne güzeldi! Bütün bunları bir düş gibi algılardım, oysa gerçekti hepsi.

2

a) Nur Yazgan / Lal Kitap

Platon’un hassas ölçü ve orantı kavramlarıyla açıklayamam onun güzelliğini. Ben neredeyim o güzellikte?.. Benim gözümü, estetik eşiğimi dışlayan güzel, benim olsa da güzel diyebilir miyim ki ona? Bence güzellik şahsi. Gören de görülen kadar güzelliğe dahil olmalı. Birlikteliğin kendisi de güzel olur böylelikle. Aşkın hayatı güzelleştirmesi bu bence. Zincirleme güzelleşim!..

3

İnsanın kaybetmekten korktuğu bir Tanrısı, ancak Tanrı’nın tükenmeyen insanları vardır. Dolayısıyla sorgulanması gereken Tanrı’ya atfedilen niteliklerdir. Tanrı’nın varlığı yerine iyiliği ya da kötülüğü hakkında kuşkuya düşmek gerekir. Unutmamak gerekir ki Allah’ın dediğinin olduğu bir dünyada yaşıyor ve her saniye ölen bebeklere tanıklık ediyoruz.

a) Hakan İşcen / Aşkın Haçsız Seferi

a) Jean Baudrillard / Karnaval ve Yamyam

b) Halil Cibran / Kaçık

b) Hakan Günday / Azil

c) Henry Miller / Yengeç Dönencesi

c) Patti Smith / Hayalperestler

d) Hande Altaylı / Kahperengi

d) Handan Küçük / Ağustos Mevsimi

e) Handan Gökçek / Ah Mana Mu

e) Handan Yiğitpaşa / Aşkta Akıl Kazanır

b) Tahar Ben Jelloun / Ülkemde c) Zülfü Livaneli / Serenad d) Ahmet Ümit / Sultanı Öldürmek e) Handan Öztürk / Doğu’nun Çıplak Kadınları

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(e)

BULMACA

Soldan sağa 1. Resimdeki yazar - Bir hava olay 2. Fas' n plakas - Kalsiyum'un simgesi - Göçebelerin konaklad yer - Fikir, dü ünce 3. Gürültülü kavga - Mercek - ridyum'un simgesi 4. Voltamper (k sa) - Yüksekokul - Su yosunu 5. A rba l l k - Cin fikirli, kurnaz - Bir hayvan 6. öhret - Bir haber ajans - Hz. sa, Meryem veya azizlerin tahta üzerine yap lan boyal resimlerine verilen ad - Çinko'nun simgesi 7. Baryum'un simgesi - Anadolu'da kullan lan bir dövme türü - Favori - Yanarda lar n a z ndan akan ve so uyunca kat la an erimi maddeler

2-(b)

3-(c)

8. Sunak - Suyun veya topra n önüne çekilen kal n duvar 9. Bir ahin türü, do an - Ac bal k da denilen bir tatl su bal türü 10. ehir - Demir'in simgesi - Avuç içi - Fransiyum'un simgesi 11. Yok etme, ortadan kald rma - Ortaya ç kan, elde edilen ey, ürün - "... Güler" (foto rafç ) 12. Kuzu sesi - Jamaika'n n plakas - Lantan' n simgesi Ak kan 13. Gemilerde kullan lan yatak - Bir i in yap ld an Türk liras (k sa) 14. Sevap - çinde arap yap lan f ç - Bir i i, bir görevi

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

yerine getirme 15. Bir tür tatl çörek - Bir nota - Verme, ödeme - Eski Türklerde "totem"e verilen ad Yukarıdan aşağıya 1. Japonya'da buda rahibesi - Resimdeki yazar' n bir eseri Bir bulutun taban yla yer aras nda, iki bulut aras nda veya bir bulut içinde elektrik bo al rken olu an k r k çizgi biçimindeki geçici k 2. Kurtçuk - Bir bilgi dal nda derinle mi kimse, çok ve geni bilen - Seryum'un simgesi 3. Azerbaycan' n ba kenti - Bahçelerde çiçek dikmek için ayr lan yer - Dar ve hafif, düz dipli bir yar teknesi türü 4. "... Ayhan" ( air) - Bir kimseyi, bir olay an msatan arma an - Ah ap, mermer ya da ta levhalar kafes biçiminde oyarak bezeme 5. Radyo dalgalar arac l yla cisimlerin yerini ve uzakl n belirleyen cihaz - "... Kaptan" (ressam) Pi irilerek haz rlanm yemek 6. lave - Beyaz - Rutubet - Zeybek 7. Kobalt' n simgesi - Kabaca i te orada - Viyola 8. Yar mat bir tür yaz ka d - Bir gayret ünlemi - Boru sesi 9. Metalik - Tanzanya'n n plakas 10. laç, merhem - Kiloamper (k sa) - Alman gökbilimci, matematikçi ve fizikçi 11. Resimdeki yazar' n bir eseri 12. Bir bulunma hali eki - Küçük ma ara - Otlar - Kal n kabuklu ve çekirdekli bir portakal türü 13. Tavlada "üç" say s - Arnavutluk'un plakas - Limited (k sa) - Gezegenimizin uydusu - Bir kan grubu 14. Vilayet - Fas'ta bir rmak - Fertler, bireyler 15. Resimdeki yazar' n bir eseri

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.