2012 07 06 temmuz kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

40 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 678

6 Temmuz 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 19 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Can Gürzap “Perde Arkasından” kitabını anlattı:

“Tiyatro aklın vitaminidir ama...”

Anne Frank ile Vermeer’in benzer sonları

Yaşayan ölüler

Dizeyi konuşturan kadın: Kutsal Şaire!

Kimin eli kimin cep’hesinde?

Türkiye’nin Anayasa birikimi

Ayla Kutlu’nun çocukları



Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

İÇİNDEKİLER

3

SUNU

Haftanın Portresi: Rıfat Ilgaz

s. 4

Kimin eli kimin cep’hesinde?

s. 5

Çakal Carlos’un Gizli Savaşları

s. 6

Anne Frank’la Vermeer’in benzer sonları

s. 7

Sürekli yürüyüş halinde bir halk: Moğollar! s. 8 Babil Balığı

s. 9

Bazen şaman, bazen bilge bir ihtiyar... Hakikati Yakalama Hakkı ya da

s. 10

Halkın Haber Alma Özgürlüğü

s. 11

Kapak / Can Gürzap: Tiyatro, aklın vitaminidir ama...

s. 12

Bir Cumhuriyet Savaşçısı’nın s.14

yaşam öyküsü Hegel’in yazgısını Türkiye gerçeğinde paylaşmak

s. 15

Egemenlik ve ait olduğu sınıflar

s. 16

Gençlere ödüller, yarışmalar… Varlık dergisinin yayına başladığı 1933 yılından bugüne dek sürdürdüğü “edebiyatımıza yeni değerler kazandırma” çabası, 79. yılında da edebiyatseverleri yeni imzalarla buluşturdu. Bu yıl şiir dalında Harun Atak, öykü dalında ise Gökçe Parlakyıldız ödüle değer görüldü. Gülseli İnal, Sinâ Akyol, Tarık Günersel, Metin Cengiz ve Enver Ercan’dan oluşan şiir seçici kurulu yaptığı değerlendirme sonucu, ödülü oybirliğiyle Harun Atak’ın “Tekvin ve Hiçlik Kitabı ya da Âh” adlı dosyasına verirken; Gökhan Turgut, Ozan Utku Akgün, Hakan Yirik’in dosyalarını “dikkate değer” buldu. Nursel Duruel, Feyza Hepçilingirler, Hatice Meryem, Mehmet Zaman Saçlıoğlu ve Feridun Andaç’tan oluşan öykü seçici kurulu ise ödülü Gökçe Parlakyıldız’ın “Hasta Öyküler” adlı dosyasına verirken; Orçun Ünal, Ali İpek ve Tunç Kurt’un dosyalarını “dikkate değer” buldu. İçinde bulunduğumuz 2012’de 30. kuruluş yılını kutlayan Bu Yayınevi de genç yazarlara yönelik yeni bir edebiyat yarışması düzenliyor. “Bu Yayınevi 2012 Gençlik Edebiyatı Fantastik Roman Yarışması”na başvurular 1 Şubat’ta başlamıştı, 13 Temmuz Cuma günü sona erecek. Yarışma jürisi Yrd. Doç. Dr. Zeynep Oktuğ (psikolog-yazar), Şebnem Pişkin (yazar), Adnan Özer (yazar-şair-yayıncı), Yiğit Değer Bengi (yazar-çevirmen), Doğu Yücel (yazar-senarist) ve Bu Yayınevi’nin editörü Aşkın Güngör’den oluşuyor. Birinci seçilen esere 3 bin TL, ikinciye 2 bin TL, üçüncüye de bin TL verilecek olan fantastik roman yarışmasıyla ilgili ayrıntılı bilgi, www.buyayinevi.com’dan alınabilir.

Agah Özgüç:

“Öpüldünüz” Tarık Dursun K...

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18

Ayla Kutlu’nun çocukları

s. 20

Sahaf

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

Genç yazarları öne çıkarmak ve edebiyat dünyasına kazandırmak amaçlı bu tür etkinliklerin yararı, verimi tartışma götürmez tabii ki. Ama işin bir de “ilerisi” var ki uzun söze gerek yok… Uluslararası Yayıncılar Birliği temsilcilerinin 2 Temmuz’da İstanbul’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlediği basın toplantısında açıklandığına göre, dünyada en çok siyasi tutuklunun bulunduğu ülke Türkiye! Vurgulayalım, bu konuda, “ülkelerden biri” değil, ilk sıradaki ülkeyiz! Ve bir veri daha: Şu anda cezaevlerimizde bulunan lise-üniversite öğrencisi sayısı ise 771! Ne dersiniz, bir yayınevi de gençlere yönelik “İleri demokrasi ve edebi yaratıcılık” konulu bir yarışma düzenler mi acaba?

ÖneriYorum Körlük / Jose Saramago - Roman /Can Yay.

trisi' tarafından işgal edilen bir alanda hayatın gerçek anlamını sorgulayıp tartışmaya açtığı için.

1) Yazar, bu romanında körlüğü bir metafor olarak kul-

İNCİ ARAL

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

lanarak kapitalizm ve liberal demokrasinin insanları sürüklediği olumsuzlukları ve sağlıksız dünyayı ustalıkla betimlediği ve okura da yaşattığı için. Gelecek / Doğan Kuban 2) Siyasal Yazılar /Cumhuriyet Kitap. Türkiye'nin gelişmesini engelleyen temel sorunları ve gelecekle ilgili olasılıkları geniş bir perspektiften ve sorumlu aydın gözüyle irdeleyen çok olgun bir çalışma olduğu için.

4) Ah Bu Rüzgar / Katherine Mansfield -

Öyküler / Can Yay İncelikle işlenmiş, çekici ve usta işi bu öyküler üzerlerinden geçen zamana rağmen hiç eskimemiş. Öyküyü özleyenler için.

5) 3) Hayatın Anlamı / Terry Eagleton -

İnceleme / Ayrıntı Yay. Günümüzün en önemli edebiyat eleştirmeni ve düşünürü olan yazar, popüler kültür ve 'anlam endüs-

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Mrs. Dalloway / Wirginia Woolf Roman / Kırmızı Kedi Yay. Bu klasikleşmiş romanı bir kez daha ve İlknur Özdemir'ın kusursuz çevirisinden okumak isteyenlere.

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Rıfat Ilgaz (1911-1993) Türkiye’nin en çalkant l siyasi dönemlerindeki dergicilik çal malar , birçok yazar gibi, onun da adliye koridorlar nda ve hapishanede zaman geçirmesine neden oldu. O zorlu y llarda mizah n yükünü s rtlad , bedelini ödemeyi de göze ald

Rıfat Ilgaz

“Okutmak Üzerine” adlı şiirinde “Sınıfın ozanıyım mimli / Hababam Sınıfı’nın yazarıyım ünlü / Kim ne derse desin, çocuklar için yazdım hep / İki iş tuttum ömür boyu köklü / Çocukları okutmaktı ilk işim / İkincisi, / Yazdıklarımı çocuklara okutmak” diyen şair, roman ve öykü yazarı, öğretmen Rıfat Ilgaz, 1911’de Kastamonu’da doğdu. Özellikle eğitim sistemimizi eleştirdiği “Hababam Sınıfı” romanıyla tanınan Ilgaz, hem yazılarında hem de kişisel hayatında toplumcu gerçekçilik çizgisine bağlı kaldı. Türkiye’nin en çalkantılı siyasi dönemlerindeki dergicilik çalışmaları, birçok yazar gibi, onun da adliye koridorlarında ve hapishanede zaman geçirmesine neden oldu. O zorlu yıllarda mizahın yükünü sırtladı, bedelini ödemeyi de göze aldı. Oldukça üretken olan yazın hayatına şiirden mizah öykülerine, romandan çocuk kitaplarına birçok farklı alanda eser sığdıran Ilgaz’ın bir zamanlar toplatılan “Karartma Geceleri” adlı romanı 2004 yılında 100 Temel Eser listesine girdi. 1974’te emekli olduktan sonra doğum yeri Cide’ye yerleşen Ilgaz, 12 Eylül döneminde sürekli tehdit almış ve rahatsız edilmiş, 28 Mayıs 1981 gecesi de gözaltına alınmıştı. Gözleri bağlanan ve zincirlenen Ilgaz, Kastamonu, Et Balık Kurumu mezbahasından bozma hapishaneye kapatılmış, serbest bırakıl-

dıktan sonra da İstanbul’a yerleşmişti. Her 7-8 Temmuz’da Cide’de düzenlenen Rıfat Ilgaz Sarı Yazma ve Kültür Sanat Festivali, memleketinin ünlü yazara saygı duruşu niteliğinde bir etkinliktir. Ilgaz’ın aynı adlı romanından 1990’da Yusuf Kurçenli’nin sinemaya uyarladığı, başrolünü Tarık Akan’ın oynadığı “Karartma Geceleri” filmi, sanatçının yaşamından bir kesiti anlatır. Oğlu Aydın Ilgaz “Karartma Geceleri”ni şöyle tanımlamıştır: “Mustafa Ural, babam gibi, kitabı toplatılan bir öğretmen-şairdir. Onun polisten iki buçuk aylık kaçma serüveni, romanın çatısını oluşturur; ancak özellikle vurgulamak istediğim, o çatının altında yaşananlar salt babamın değil, o kuşağın yaşadıklarıdır. Fedailer Mangası’nın çektiği sıkıntılardır, romanda anlatılan; ki bu, toplumun sıkıntılarından ayrı tutulamaz.” “Bacaksız” serisiyle de ülkemizdeki çocuk edebiyatının da başyapıtlarını ortaya koymuş olan Rıfat Ilgaz, Sivas katliamında yitirdiği dostlarının acısına ve Türkiye’nin yaşadıklarına daha fazla dayanamamış, 7 Temmuz 1993’te yaşama veda etmişti. 19 Kasım 1991’de yazdığı son şiirinde “Elin elime değsin / Isıtayım üşüdüyse / Boşa gitmesin son sıcaklığım” diyen, Türk edebiyatının ve mizahının temel taşlarından Rıfat Ilgaz’ı ölümünün 19. yılında saygıyla, sevgiyle anıyoruz…

Dizeyi konuşturan kadın: Kutsal Şaire! DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com İnsanlık tarihine bakıldığında, peygamberlerin veya bilginlerin; söylevleri kadar yaşama biçimleriyle de toplumdan ayrıldıkları görülür. Hz. Muhammed’in Nur Dağı’nın Hira Mağarası’nda inzivaya çekilmesi, keza Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün bir tepede tek başına tefekküre dalması, insanın binlerce yıldır yükseklikle uhreviyet arasında kurduğu bağa işaret eder. Günümüz kapital çağında, holding patronlarının ofislerini; göğü delen plazaların son katına inşa etmelerinin sebebi de, zamana uygun bir peygamberlik ilanıdır belki de… Oysa şairler, ruhuna tünel kazan, asimetrik yükseklikler inşa eden çok boyutlu varlıklardır. Durduğu yerde çoğalır, derinleşir şair! Bilhassa, havasını soluduğumuz maddeci, yüzeysel dünyada ayrıksı otlar gibi biter! Ruhuna tuğlalar taşır; kendi “özel” dünyasını inşa eder. 1961 yılında eleştirmen Hüseyin Cöntürk, Turgut Uyar ile ilgili yazısında şunları söylüyor: “Şairin iyi şair olması için bir dünya görüşü olması şart değildir. Ama özel bir dünyası olması ya da dünyaya özel bir bakışı olması şarttır.” Leyla Mihrinaz Engin, Roza Yayınevi’nden çıkan “Kadın ve Dize” adlı üçüncü şiir kitabıyla özel bir dünya kurmuş yazarlardan… “Şiir yazmak aklıma gelmedi, şiir yüreğime indi” diyor! Kitabın 108. sayfasındaki mısralar, sanki bu düşünceye tercüman olur gibi: “ cennet de cehennem de içimde iki kalyon kendimde aradım kendimde buldum “ Sanırım K. İskender’di; şair olmasam katil olurdum diyen şair… Leyla Engin’in şiire bakışı, bana K.İskender’in bu sözlerini anımsattı. Leyla Engin, 1970 yılında Muş’ta doğuyor. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Muhasebe Bölümü’nü bitiriyor. Van’da yayımlanan Prestij ve Bölge gazetelerinde deneme ve şiirleri yayımlanıyor. Artos Şiir Tepesi Antolojisi’nde şiirleri, Hazan, Artos, Ahtamara, Bülten13, Mor Kalem, Seyir, Sakızağacı, Sanat Sokağı, Eşik, Roza, Esmer gibi sanat ve edebiyat dergilerinde eserleri yayımlanıyor. Özel bir bankada çalışıp, içindeki şiiri muhafaza etmeye gayret ediyor. “Taşra insanı olmak ile, kent insanı olmak farklıdır. Kadın olmak, hele ki boşanmış bir kadın olmak; iyiden iyiye zordur bu coğrafyada… Aramak varsa yol vardır, yol varsa uzaklaşmak… Ancak insanın yegane uzaklaşacağı yer, yine kendisidir. Dinse, insanın kendiyle uzlaşmasıdır. Kendiyle uzlaşan insan, dini anlamış demektir.” Leyla Engin’le yaptığım telefon söyleşisinde yakaladığım, satır arası aforizmalardı; bu cümleler…. Şairin dünyaya bakışını anlatan tümceler… İlla bir yere koymak gerekirse, kendini “varoluşçu” olarak niteliyor; Leyla Engin… Ve varlı-

ğının kitaba yansıyan satırları: “ağını gecede ördü örümcek örümcek avına çıktı zaman uzun ve sarı saçı yoktu mavi gözü yoktu örümceğin geri döndü avdan, zaman ağ’a astı yaşamı” ( Kadın ve Dize, sy. 27 ) Halihazırda feodal kültürün etkilerini taşıyan Doğu coğrafyasında, kadının kendini ifade edememesinden, iletişim kuramamasından dem vuran yazar; destansı özellikler taşıyan kitabında, kadın ve dizeyi konuşturuyor. Belki de dizeyi karşı cinsin yerine koyarak, kadının içinde biriktirdiği çığlıkları; dizeye haykırmasını sağlıyor. “ ben susunca şiir olmaya çalışıyor içimdeki ummaca ya kafamdaki bulmaca ya lanetli kavim ya gazaba uğramış oğullarım kızlarım yerin ve arşın doğurgan rahmi nisa mehirsiz kaldı” ( sy. 38 ) Kadının, sustukça içinde büyüyen şiiri tasvir eden mısralar! Kadın olmak zorluğunun serzenişini! Leyla Engin’i okudukça, üstad Attila İlhan’ın denklem niteliğindeki sözleri zihnimde yankılanıyor: “Yazarını elinizle kapattığınızda, şiirin kime ait olduğunu anlıyorsanız; o üslubunu oturtmuş, iyi bir şairdir” Kadın ve Dize kitabının sahibi yazarda, bu üslubu görmek mümkün… Adının yazmasına lüzum görmeden, kendisine ait olduğu anlayacağımız; kitaptan başka dizeler: “ yıldız diye başlamak istiyorum iki tane olsaydı güneş gerek kalır mıydı geceye gökte nasıl yer değiştirirler bir alem göz kırpmaları” Şaire Leyla, “iki tane olsaydı güneş / gerek kalır mıydı geceye” derken; gecenin, karanlığın, acının, sanki kadın ve şair olmanın doğal sonucu olduğunu savlıyor. Veya bunların neticesinin şiire çıktığı döngüsel bir süreç olduğunu… Kadın ve Dize’yi okurken, biraz Divan Şiirinin soylu musikisinin; biraz da Ahmet Arif’in isyankâr kırsal sesinin harmanlaşmış tezahürünü bulmanız olası, saygıdeğer okuyucu… Kitabın şu sıralarda, Londra’da İngilizceye çevrilerek basılması için hazırlıklar yapılıyor. Leyla Engin ise, şimdiden roman başta olmak üzere yeni projelerin iz sürücüsü… Kendi “ben” inden yeni ben’ler üreten şu mısraların sahibi: “kaldırıp perdeni yaradan misali gösterdin o mah yüzünü yerde nur topu idim beni bana doğurdun” Saygıdeğer okuyucu, her kitap biter; ancak şiir kitapları hiç bitmez; iyi okumalar! ( Kadın ve Dize, Leyla Mihrinaz Engin, Roza Yayınevi, 112 s. )


Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

5

Kimin eli kimin cep’hesinde? Fransa’n n prestijli yay nevi Gallimard, kurulu unun yüzüncü y ldönümünde dünyaca ünlü otuz bir romanc dan yirminci yüzy l temsil eden roman seçmelerini ve bir yaz kaleme almalar n istedi. Bu isimler aras nda yer alan Ya ar Kemal, Erich Maria Remarque’ n “Bat Cephesinde Yeni Bir ey Yok” kitab n seçti ve niçin bu kitab seçti ini u sözlerle anlatt : Benim için 20. yüzy l en iyi anlatan roman hangisidir derken üç eser aras nda gittim geldim, Heller’in “Catch 22”, olohov’un “Ve Durgun Akard Don” ve Remarque’ n “Bat Cephesinde Yeni Bir ey Yok”. Remarque’ n kitab n gençli imde okumu tum. Bu kitap 20. yüzy l dünyas n n el kitab say labilir. Böylesi kitaplar büyük ustal kla yaz l r, dahas can pahas na yaz l r. Hat rlayal m, bu kitab Hitler meydanda yakt rm t . Bu kitab bir daha okudum. Y llar önce yaz lm bu kitap daha bugünlerde yaz lm gibi. Böylesi kitaplar insano lu sonuna kadar götürecektir. MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com İki hafta kadar oldu. Bu seneki son sınavından çıkmış, ilköğretimini tamamlamış bir tanıdıkla oturuyorduk. Sınavın adı -emin değilim ama- SBS’ydi sanırım. O kadar çok kısaltma kullanılıyor ki son zamanlarda, karıştırmamak zorlaşıyor gerçek anlamlarını. Yakında TBMM bile karıştırılırsa şaşırmamak gerek. Gerçi, daha ne kadar karıştırılabilir... Neyse, o genç tanıdık, çok sıkıldığından yakınıyordu. Ben de o yakınmasına başlayana kadar kitabıma dalmış, sayfaları keyfe çeviriyordum. “E, kitap oku.” dedim. “Tatildeyim. Ne gerek var, niye okuyayım?” dedi. “Tatildeyken kitap okunmaz mı?” dedim, ergenliğe yeni ermiş olmanın verdiği asabiyetle terslendi ve televizyondan arınmış olan odadan çıkıp, içeriye, televizyonlu odaya gitti. O, her bölümü başka bir bölümünün tekrarı mahiyetinde bir içeriğe sahip olan, hiçbir bölümünün saçmalığından şüphe duyulmayan ve düşünceyi sinsice uyuşturan bir televizyon dizisini izlemeye başlamışken ben kitabımı kapattım, söylediklerini düşünmeye başladım. “Tatilde kitap okumaya gerek yok, düşüncesi nereden ve neden çıkmış olabilir? Acaba kitap deyince akla sadece ders kitapları mı geliyor? Esas dersi ders kitaplarından başka kitaplar vermiyor mu?” gibi sorulara yanıt ararken, bir soru daha sordum ve kendi hatıralarıma döndüm: “Biz n’apıyorduk o zamanlar?“ Bizim dönemimizde de benzer düşünceler mevcuttu genel itibarıyla. Sık sık, “Bu ne işime yarayacak?” diye sorardı arkadaşlar. İşin kötüsü, bu soruyu sadece ders konuları için sorarlardı, derslerden gayrısı zaten kafadan silinmişti. “İşe yarayacak” olan da, sınavda, üniversiteye ya da liseye giriş sınavında, sorulabilecek olan konulardı. Akranlarım, sınava kadar öğrenip sınavdan sonra tamamına yakınını unutacakları ko-

nuları ve onlarla ilgili soruları tavuk gibi eşeleyip dururdu. Benimse soru bankalarım tertemizdi, derslerle de aram -sözde iyi bir okulda olmama rağmen- pek sıkı değildi; senede toplam bir saat kadar işlenen felsefe ve ondan biraz daha uzun işlenen edebiyat dersleri haricinde. Senede bir saat, evet. Bu dersler, “Ne işime yarayacak?” sorusunun bile sorulmaya layık görülmediği derslerdi. O arkadaşlar liseden mezun olup gittiler, ekseriyetle doktor ve mühendis oldular. Şimdi de “işlerine” bakıyorlar... Sahi, edebiyat ne işe yarar? Bu sorunun onlarca, yüzlerce yanıtı var; hatta kitaplar dolduracak kadar. Ama biz yanıtları burada sıralamayalım, bir örnek üzerinden yanıt arayalım. 1933’te, Nazi Almanyasında kitaplar yakılarak imha edildi. Malumdur, o zamanlar sistem biraz değişikti; önce kitapları imha ediyorlardı, sonra yazarları. Şimdilerde ise kitaplar çıkmadan evvel yazarlar “ikna” ediliyor, ikna olmayanlarınsa hayatlarının -ne kadar uzun olacağı belli olmayan- bir bölümü imha edilmeye çalışılıyor. Tabii bu ne o zaErich Maria man başarılı oluyordu, ne de bugün başa- Remarque rılabiliyor; zira aydınlığın ateşi kitap yakmayla değil, kitap yazmayla parlıyor. Bu yüzden de, ne rüzgâr söndürebiliyor aydınlığı, ne de başka bir fiziksel müdahale. Örnekle çıkalım, dedik yola, dönelim tekrar yirminci yüzyılın başlarına. Yakılan kitaplardan, ateşe ilk atılanlardan biri, büyük yazar Erich Maria Remarque’ın 1927’da yazdığı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabıydı. 1927’de yazılmış olan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”, ancak 1929’da yayımcı bulabildi ve daha ilk yılında çok sayıda dile çevrilip dünya genelinde ses getirdi. Ertesi sene filmi de çekildi kitabın, etkisi daha da arttı. Tabii, hâl böyle olunca Nazi ateşi kitaba çabukça değdi. Ancak, o ateşin değdiği sayfalar yandıkça daha da yükseldi, kitap elli dile çevrildi. Peki, kitabın “suçu” neydi? İnsanları, kendilerine ve insanlığa doğrudan hiçbir katkısı olmayan olan şeyden, savaştan uzak tutmak, şavaşa karşı durmak... Bağnaz ve hitabeti güçlü öğretmenlerinin gazıyla savaşa giden gencecik çocukların savaşta ezim ezim ezilişini, onlara çok yakın gözlerden anlatıyordu Remarque. Bunu bire bir yaşatıyordu okura adeta, zira kendisi de bire bir taşımıştı savaşın ağır yükünü. I. Dünya Savaşı’nı Batı Cep-

hesi’nde yaşamış, ağır yaralanıp savaşın sonuna kadar hastanede yatmıştı. Hastaneden çıkıp da gözünü açtığındaysa çabucak döktü kelimelerini kitaba. “Bu kitap ne bir şikâyet ne de bir itiraftır. Sadece savaşla yok edilmiş bir nesilden söz etmek istemektedir... O insanlar bombalardan ve mermilerden kurtulmuş olsalar da!” sözleriyle başlıyordu kitap. Ana karakter Paul’ün dilinden geçiyordu savaşın götürdükleri. Savaş demek, yüz elli kişilik bölüğün yarısının bir çatışmada ölümüne duyulan kekre hüznün, “bölüğün yarısı gitti, iki kat yemek düşecek bize” düşüncesiyle vahşi bir keyfe dönüşmesiydi. Ölüm döşeğinde, tek bacağı kopmuş olarak yatan arkadaşının postalını düşünmekti, “nasıl olsa onun işine yaramayacak artık” deyip, kendi postalıyla takas etmeyi istemekti savaş. Yirmi yıldan fazla yaşamadan yaşlananların uçları yaşayışıydı. Hüznün ve “neşe”nin farklı bedenlerini denemekti kendi bedeninde ve bedeli bedenle ödeyerek. Savaşın, ederini bedenlerinden alamadıklarıysa, ruhlarıyla ödüyorlardı borçlarını; vücutlarından sıyrılmak üzere olan ruhlarıyla bekliyorlardı küllerinin sönmesini. Ama yanmadığı gibi sönmüyordu işte küller. Geçmişti çoktan iş işten. 1918’in Ekiminde vurulup, yere neredeyse memnuniyet belirten bir sakinlikle- kapaklanan bir karakterin; ölümünün ardından edilen ordu tebliğinde, “Batı cephesinde kayda değer bir şey yok” denilen bir gencin sözlerinde gördük bunları: “Memlekete 1916’da dönseydik, yaşadıklarımızın acısı ve gücüyle neler yapmazdık neler! Ama şimdi dönersek yorgun, içimizdeki ateş sönmüş, öksüz ve umutsuz insanlar olarak döneceğiz. Bundan böyle yolumuzu bulmamıza imkân yok. “Hem bizleri anlamayacaklar da. Çünkü bizden önceki bir kuşak var. Gerçi onlar da cephede bizlerle birlikteydiler, ama daha önceden meslekleri ve yuvaları vardı. Şimdi yine eski yerlerine dönüp savaşı unutacaklar. Arkamızdan gelen yeni kuşak da yetişiyor. Bizler gibi, yeni bir kuşak. Onlar da bize yabancı kalıp bizleri bir kenara itecekler. Bizler hatta kendi kendimize bile gereksiz geleceğiz. Büyüyeceğiz. Birkaçımız uyacak, diğer bir bölümümüz boyun eğecek ve pek çoğumuz da kararsızlık içinde bocalayacak, yıllar geçecek, sonunda mahvolup gideceğiz. “Ama, belki de bütün bunlar, bütün bu düşündüklerim, sadece şaşkınlıktan ve umutsuzluktan. Kavak ağaçlarının altında

yine durup da yaprakların hışırtılarını yine dinleyebildiğim gün hepsi unutulacak. Bütün o güzel şeylerin geçip gitmiş olması olanaksız. Kanlarımızı kaynatan o yumuşacık, o belirsiz, o şaşırtıcı şeylerin, yarın üzerine o binlerce rüya ve kitaplardan yükselen ezginin, kadınlar için beslenen peşin duyguların, kadınlara karşı duyulan sarhoşluğun baraj ateşleri, umutsuzluklar ve asker genelevleri yüzünden mahvolması olanaksız. Hayır, buna imkân yok(...) “(...)Çok sakinim. Aylar ve yıllar istedikleri kadar gelsinler. Benden bir şeyler alamazlar artık. Öylesine yalnızım ve öylesine hiçbir şey beklediğim yok ki, onlara hiç korkusuz bakabilirim. Beni bütün o yıllarda taşıyan hayat ellerimde ve gözlerimde yaşıyor henüz. Üstesinden gelip gelmediğimi bilemiyorum. Ama var olduğu sürece kendi yolunu arayacak. Benim içimde ‘ben’ diyen şey istese de, istemese de.“ Bu satırların yüreğimize zerk edilen acı bir ilaç gibi etkili oluşu, hem mürekkebe damlamış hatıraların hem de kalemi tutan parmakların has hassasiyetinden, acı görkeminden geliyor. Ve o görkemi Everest Yayınları’nın “Çağdaş Dünya Klasikleri” arasında bize -ne bir eksik ne bir fazla- gösteren usta çevirmen Burhan Arpad’ın emeğinden. Velhasıl, edebiyat ne işe yarar, sorusuna yanıt olarak okunmalı bu kitap tekrar tekrar. Ve ardından düşünülmeli şu kavramlar: bağnazlık, hatiplik, savaş, gençlik, gençlik ateşi ve cehaleti... Ne dersiniz, kimin elinin kimin cep’hesinde olduğunu anlamak adına bir faydası olmaz mı? (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque, Everest Yayınları, Çev: Burhan Arpad, 216 s.)


6

Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

Çakal Carlos’un gizli savaşları Hayat n Filistin davas na adayan ve birçok etkili eyleme imza atan Venezüellal Carlos, halen Fransa’da bir cezaevinde yat yor. Onun ya am na daha yak ndan bak nca marjinal bir karakterin ba kahramanl k yapt s rad bir roman okuyor gibi olacaks n z GÜL YILDIZ Gazeteci-yazar John Follain’in en önemli kitabı “Çakal Carlos’un Gizli Savaşları” kısa süre önce Türkçe olarak yayımlandı. Daha önce Reuters muhabiri olan Follain, şu anda Sunday Times gazetesinin İtalya muhabiri. Sicilya mafyası ve İtalya’nın ortasındaki özerk vatan Vatikan hakkında da kitaplar yazan Follain’in Carlos üzerine yazdığı kitabın eleştirmenlerden tam not almasının başlıca sebebi, derinlikli bir araştırmaya dayanıyor olması. Follain, gazeteci özverisiyle topladığı belgeleri akıcı bir dille aktarıyor bu kitapta; ünlü bir devrimciyi anlatıyor. Hayatını Filistin davasına adayan ve birçok etkili eyleme imza atan Venezüellalı Carlos, halen Fransa’da bir cezaevinde yatıyor. Onun yaşamına daha yakından bakınca marjinal bir karakterin başkahramanlık yaptığı sıradışı bir roman okuyor gibi olacaksınız.

yalist düşmana karşı verdiği bir tepkiydi” der. Carlos’un entelektüel duruşu hakkında tartışmak elbette mümkün ama öncelikle onun bu fikirleri nasıl bir hayat bağlamında kazanmış olduğuna bakmak gerekir.

DER NL KL B R ARA TIRMA

Carlos hakkında çekilmiş birçok belgesel ve film ve bu ünlü devrimci üzerine yazılmış pek çok kitap bulunuyor. Bu çalışmaların kimisinde Carlos, gereğinden fazla yüceltilmiş bir kahraman, kimisinde de burjuva yaşam biçimiyle “kanlı” devrimci eylemlerinin örtüşmediği vurgulanarak yerilen bir terörist olarak tanımlandı. OPEC baskını gibi uluslararası eylemleriyle ünü Türkiye’ye kadar ulaşmış olan Carlos hakkında yeni bir kitap daha yayımlandı. John Follain’in kaleme aldığı “Çakal Carlos’un Gizli Savaşları” adlı kitap, Pelin Ünker’in özenli çevirisiyle Karşı LEN N HAYRANI B R BABA Yayınları tarafından Türkçeye Lenin hayranı bir babanın üç oğlundan en kazandırıldı. Carlos hakkında yapılmış büyüğü olan Ilich Ramirez Sanchez, diğer çalışmalara kıyasla Follain’nin namı diğer “Çakal Carlos” karçalışması oldukça kapsamlı; deşleri gibi sadece adında birçok resmi belge, Carlos (Ilich) devrimi taşımadı. mektup, istihbarat hakk nda Avrupa’nın birçok ülkeraporu ve arşive yap lm di er sinde gizli savaş yürüten ulaşması nedeniyle çal malara k yasla Carlos, devrimi Ortagörece nesnel as doğu’daki yoldaşları Follain’nin çal m duruşuyla dikkat çok adına uluslararası bir oldukça kapsaml ; birçok çekiyor. Ancak şunu ağa taşıdı. Ve bunu resmi belge, mektup, da hemen belirtmek birçok gerilla savaşçıistihbarat raporu ve ar ive gerekir ki her yapıt sının aksine: “emirlere ece gör ula mas nedeniyle karşı gelerek” radikal bir özne elinden nesnel duru uyla bir biçimde yaptı. 70 ve çıktığı için zorunlu dikkat 80’li yıllarda yaptığı silahlı olarak öznelliği de çekiyor eylemler nedeniyle Batı tarabarındıracaktır. Zira en fından dünyanın en tehlikeli te“objektif” olmasını röristlerinden biri olarak anılan, 20. yüzöngördüğümüz bir fotomuhabiri bile yılın en çok arananlar listesinin başında geobjektifini nereye yönelteceğine kendisi len “Çakal Carlos” Soğuk Savaş döneminde, aslında sadece güç dengelerinin de- karar vererek kadrajı belirler. Follain’in ğiştiğini ve savaşın alenen böyle süregitti- objektifi daha çok Carlos’un ve ğini de gösterdi. Filistin “kutsal topraklar”ı çevresindekilerin kendi demeçlerine için mücadele ederken o bunu “devrim” adı dayanıyor. Ancak Carlos’un sanık altında yaptı. Günümüzde de birçok örgüt konumunda mahkeme heyetine bu yöntemi kullanmaya devam etmektedir. anlattıkları, ne kadar samimidir ya da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Mus- Carlos’un hayatında yer almış biri evilere karşı verdiği savaşı, Nazilerin yap- herhangi bir gazete röportajında gerçeği tığı katliamlardan ayıran çatı olan “enter- ne kadar doğru yansıtmıştır; elbette nasyonal devrim ideali”, birçok sol görüş- bunlar ayrıca sorgulanabilir. Buna karşın, lü Alman’ın da bu mücadeleye katılmasına Follain’in çalışmasının oldukça kapsamlı yol açtı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan olduğunu ve polis tutanaklarından gazete iki kutuplu dünyada Filistin hareketinin bu “düşündürücü” mücadelesinin içinde yer kupürlerine, sanık ve tanık ifadelerinden alan Latin Amerikalı Carlos, bunu yaşamı Carlos ile ilgili çeşitli yayımlara kadar boyunca sorgulamadı. Zira şu anda Müs- geniş bir yelpazede derinlemesine bir lümanlığı kabul etmiş esir bir devrimci çalışma olduğunu belirtmek gerekir. olarak Fransız hapishanelerinde yazdığı ki- Biyografi yazım türünde bu tür belgeler, taplar ve verdiği röportajlarda bunu açık- eseri gerçekçiliğe yaklaştıran en önemli ça görmekteyiz. Carlos, 11 Eylül’ü yorum- unsurlardır. Follain, bunları hayat larken de “ezilmiş halkların ortak emper- öyküsünün akıcılığını bozmadan etkin bir

şekilde kullanarak anlatımın içine sindirmiş. Burada hemen şunun da altını çizmek gerekiyor ki Follain’in kurgunun akışı içinde bahsettiği birçok ayrıntı okumayı kolaylaştırdığı gibi yazarın yorumunu da içeriyor. Örneğin Carlos’un öğrencilik yaşamında uçarı hayat tarzını anlatırken odasını basan yetkililerin görmemesi için bir kadını camdan atması gibi bir ayrıntıyı Follain özellikle çalışmasının içine katıyor. Carlos’un Saint Germain’deki saldırısında plak bakmaya gelen genç bir çifti ve 12 yaşındaki bir çocuğu da hedef aldığını ya da kanlı suikastların hedeflerinden biri olan Fransa Büyükelçiliği'nde çalışan Cavallo'nun eşinin yedi aylık hamile olduğunu vurgulayan Follain, bunu yaparken hem derinlikli bir araştırma yaptığını hem de kişisel bakış açısını yani objektifini nereye doğru yönelttiğini ortaya koyuyor. Böylece Carlos'un eylemlerini sorgulatmayı başarıyor. Follain, kitapta sık sık Carlos’un çelişen ifadelerini örnek göstererek şöhret zaafı nedeniyle Carlos’un bazı eylemlerini “biraz abartarak” anlattığını gözler önüne sermekten kaçınmıyor. Carlos’un “burjuva” yaşam tarzına düşkünlüğünü de kitapta sık sık vurgulayan Follain, bu çelişkili yaşam biçiminin savunmasını da bizzat Carlos’un ağzından anlatmayı ihmal etmemiş. Ancak yazarın kendi biyografisine baktığımızda Follain'in Reuters, Sunday Times gibi “Batı basını”nda çalışmış, Oxford mezunu bir gazeteci olduğunu da hesaba katmak gerekiyor.

15 BÖLÜMDE YA AM ÖYKÜSÜ Carlos'un nasıl bir ailede doğduğunu anlatarak yaşamöyküsüne başlayan kitap, toplam 15 bölümden oluşuyor. “Marks ve Kutsal Haç” başlıklı ilk bölümde babasının idealleriyle örtüşen bir hayat süren oğul, “Terör Eğitim” bölümünde hırslı genç bir devrimci, “Saint-Germain Eczanesi” adlı bölümde kanlı eylemleriyle adını duyurmaya başlayan bir terör suçlusu, “Sırlar ve Yalanlar”da son derece keskin hisleriyle hareket eden “kötü” bir arkadaş, meşhur OPEC baskınının anlatıldığı “Berbat Bir Parti” bölümünde bir gerillanın daima yüz yüze olacağı “sıra dışı” durumlarda inisiyatif kullanmasını bilen bir lider, “Firari Devrimci” adlı bölümde mücadele verdiği örgütte gereğinden fazla sivrilen özgür bir kaçak, “Uyumsuz Evlilik”te ikili ilişkilerde aldatmayı düstur edinmiş ancak davasına asla ihanet etmeyen inatçı bir idealist, kitabın “Kirli, Gizli Bir Savaş” bölümünde ise eşini kurtarmak adı altında

prestijini koruyan “yeterince güç kazanmış” bir örgüt hükümdarı “Öldürme Yetkisi” adlı bölümde özellikle de Fransız hükümetinin kinini kazanmış bir gölgeden ibaret hedef, “Açıkta Kalmak”ta kapitalizmin kurumlarının dünya genelinde yerleşmesinin habercisi bir dönemde çetrefilli ilişkileriyle nam salmış “suçlu bir diplomat”,

“Defetme Kararı” adlı bölümde ise Körfez Savaşı gibi herkesi ilgilendiren ancak çok azının ilgilendiği bir işgalde kendi rolünü oynayan ve nihayetinde Sudan'a sürülmüş bir kilit adam, kitabın “İhanet ve İntikam” bölümünde bir baba tarafından çizilen kaderi izlerken kendi kaçak hayatından uzaklara kaçırılmış kızının özlemini çeken bir baba, “Çakal Kafeste” bölümünde kendisine ün kazandıran ihanete artık teslim olmuş bir mahkum, “Mahkeme” bölümünde ise kendi ifadeleriyle bütün bir yaşamını savunan sanık anlatılıyor. Kitabın “Sonsöz” bölümü ise Follain'in Carlos'un kaderine dair yorumlarını içeriyor. “Carlos’un Gizli Savaşları” adlı çalışma, dünya medyasını günümüzde bile meşgul etmeyi sürdüren bir devrimcinin hayatını mercek altına almakla kalmıyor; aynı zamanda devrimci mücadelenin zirve yaptığı bir döneme de yakın planda ışık tutuyor. Avrupa ve Ortadoğu’da birçok ülkede bulunan Carlos’un yaşadıkları çerçevesinde Soğuk Savaş döneminin kenarda kalmış ayrıntılarını barındıran kitap, sadece bu nedenle bile okunmayı hak ediyor. Ülkeler arası güç dengelerinin yanı sıra örgüt içi güç savaşları hakkında da bir fikir sunan kitap, sınırda gezen bir karakterin sınırlar arası yaşamını anlatarak çıkarmasını bilene –özellikle son dönemde “Arap Baharı”nın ne olup ne olamayacağını tahmin etmek isteyenler için geçmişi göstererek- bir dizi ders sunuyor. (Çakal Carlos'un Gizli Savaşları, John Follain, Karşı Yayınları, Çev: Pelin Ünker, 344 s.)


Aydınlık KİTAP “MAV DEFTER”: GEZ K TABI TADINDA B R ANLATI

Anne Frank ile Vermeer’in benzer sonları Vermeer ile Anne Frank aras ndaki benzerlik nedir? Kay p bir valiz bizi kaybolmu hayatlara götürebilir mi? Bir Venedik evindeki eski kartpostallarla dil kitaplar neyi simgeler? “Mavi Defter” do usu, bat s , kuzeyi, güneyiyle bugünkü Avrupa'n n iirsel bir portresi ve yazman n bütünüyle dürüst bir u ra olup olamayaca sorusuyla bir yüzle me MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com “Polonya istasyonlarının mavi çerçeveli levhaları gibi, her ‘beyaz’ alan yazarın onu biçimlendirme isteğiyle çevriliydi.” İç içe geçmiş iki anlatı: yazarın kış yaklaşırken Bremerhaven'den Gdansk'a yaptığı dolambaçlı yolculuğun hikâyesiyle üç ayrı noktada üç Avrupa şehrinde geçirdiği birer haftanın hikâyesi. Anlatılardan birinde yollarda rastlanılan manzaralar öbüründe de sorular birbirini kovalıyor: Vermeer ile Anne Frank arasındaki benzerlik nedir? Kayıp bir valiz bizi kaybolmuş hayatlara götürebilir mi? Bir Venedik evindeki eski kartpostallarla dil kitapları neyi simgeler? “Mavi Defter” doğusu, batısı, kuzeyi, güneyiyle bugünkü Avrupa'nın şiirsel bir portresi ve yazmanın bütünüyle dürüst bir uğraş olup olamayacağı sorusuyla bir yüzleşme. Şavkar Altınel’in “Mavi Defter” adlı eseri haziran ayında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. 1953’te İstanbul’da doğan yazar on dokuz yaşından beri yurtdışında yaşıyor. Daha önce anılarını ve gezi yazılarını kitaplaştıran yazarın bu son eseri de gezi kitabı tadında. Kitabın başında İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudi olduğu için, ailesiyle birlikte iki yıl boyunca Alman işgal kuvvetlerinden saklanan; ele geçirildikten sonra on beş yaşındayken bir toplama kampında ölen Anne Frank’ın hikâyesini dinliyoruz yazarın ağzından. Frank ve van Daan ailesinin Amsterdam’daki evini ziyaretinden önce yazar, Yahudilere karşı uygulanan soykırımın ucuzlaştırılmasından ve “katledilen küçük kız” edebiyatından korktuğunu belirtmektedir. “Ama birkaç yıl önce boş bir anımda elime Anne’in deneyimlerini kaydettiği ünlü günlüğü geçmiş ve biraz karıştırmak için açtıktan sonra birkaç saat içinde okuyup bitirdiğim kitabın olağanüstü bir yapıt olduğunu görmüştüm. Günlüğün arada bir, İngiliz uçaklarının Amsterdam’a attığı bombaların uzaktan gelen boğuk patlayışları ya

da BBC’deki bir haber şeklinde ortaya çıkan savaş ve soykırımla o kadar ilgisi yoktu. Önemli olan bunlar değil, bu son derece zeki ve duyarlı çocuğa (yalnız olgunluğundan dolayı değil, işlediği konulardan biri uyanan cinselliği olduğu için de onu bir genç kız ya da kadın olarak düşünmek belki daha doğruydu) iki yıl boyunca her gün saatlerce birbirlerini görerek bir arada yaşayan sekiz kişinin oynadığı insanlık trajedisi ve komedisinden kalan bir dizi unutulmaz portre ve sahneydi.” Sonra Hollanda ressamları arasında en büyüğü olduğu tartışma götürmeyen Vermeer’in tüm hayatının geçtiği Delft’te buluyoruz kendimizi. Sağlığında yalnızca Delft’te tanınan, sonraki iki yüzyıl boyunca orada bile unutulan Vermeer keşfedildikten sonra resimleri Avrupa ve Amerika’da kapışılmıştı. “Anne Frank da, Vermeer de daracık bir alan içinde yaşayıp güç koşullar altında ölmüş ve arkalarında dünyada görüp kayda geçirdikleri bir avuç çarpıcı resim bırakmışlardı.” “Ressamın çoğu yapıtı gibi yüksekliği de, eni de elli santimi geçmeyen ‘Küçük Sokak’ solda açık bir kapıdan görünen avlunun ötesinde göğün altında kümelenmiş bir dizi evle avlunun sağındaki göğü örtecek şekilde yükselen başka bir evden oluşuyordu. Evlerin yıpranmış tuğlaları, belki bir sağlık önlemi olarak kireç sürülmüş kapı çerçeveleri ve hem içerisinin görünmesini önlemek, hem de yukarıdan ışık girmesine izin vermek için yapılmış yarım panjurları özenle resmedilmişti. Avluda sırtı resme bakanlara yarı dönük olarak duran kadının az önce taşları yıkamış olduğu önündeki oluğun suyla dolu olmasından belliydi. Sağdaki evin açık kapısından hemen içeride oturan başka bir kadın, başı önüne eğik bir şekilde iş işliyor, dışarıdaki kaldırımda da biri erkek, öteki kız iki çocuk diz çökmüş, ne olduğu belli olmayan bir oyun oynuyordu. Her şey, dünyanın işte bu kadar güzel ve bize bu kadar uzak olduğunu söylercesine dingin, sessiz ve kendi içine gömülüydü.” (Mavi Defter, Şavkar Altınel, Yapı Kredi Yayınları, 120 s.)


8

6 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Sürekli yürüyüş halinde bir halk:

Moğollar!

Mo ollar yazara göre sert iklim ve zorlu hayat ko ullar ndan kaynaklanan ac mas z bir do al seçilimin ürünüydüler. Bu sayede açl k ve yorgunluk konusunda dayan kl , a k ve içki konusunda sab rs zd rlar M. İLKER YÜCEL milkeryucel@gmail.com Moğolca, evrensel han manasına gelen “Çingis” Kağan, Moğolları birleştirdi ve nasıl gökte bir Tanrı varsa yerde de tek bir İmparator olmalı dedi! Yaban otları ve soğanlarıyla, küçük yaylarıyla vurdukları kuşlarla, küçük oltalarıyla tuttukları balıklarla beslenerek göçebe bir yaşam süren Moğolların içerisinden çıkan “Evrensel Han”ın hikayesi.. Ünlü Türkolog Jean – Paul Roux Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan “Cengiz Han ve Moğol İmparatorluğu” isimli kitabında “çarpıcı ve gereksiz başarıların uzmanı Moğollar”ı anlatıyor. Kitap çok sayıda resim ve harita ile beslenmiş. Aynı zamanda sıradışı tasarımı, farklı baskı kağıdı ve fiziksel formuyla da kolay okunabilen bir eser. Roux, ismi söylenince Batı’da ürküntü yaratan, 2. Friedrich’in “şeytanın birlikleri” ve “Cehennemin oğulları” diye tanımladığı Moğollar hakkında detaylı bilgiler sunuyor. Birbirinden ilginç ve iştahla yutulan bir çok bilginin bu kadar küçük boyutlu bir kitapta toplanabilmesi ayrı bir maharet. Ortaçağ devletlerinin kuruluşunda özellikle gördüğümüz liderin efsaneliştirilmesi olgusu ve kan bağı konusunda güç ve kudret intikali açısından iyi çağrışımlar yapmasını sağlayan süreklilik icadı Moğollar’da da yer alıyor. Moğollar yazara göre sert iklim ve zorlu hayat koşullarından kaynaklanan acımasız bir doğal seçilimin ürünüydüler. Bu sayede açlık ve yorgunluk konusunda dayanıklı, aşk ve içki konusunda sabırsızdırlar. Moğol ordusu sanıldığının aksine “ne başıbozuk güruhların zincirlerinden bo-

şanmışcasına saldırısı ne de bir yıldırım harekatıydı. Her sefer kılı kırk yararak hazırlanıyordu. Büyük muharebelerden kaçınır, düşmanı yoran ve moralini bozan yıpratma savaşı tercih edilirdi. Esirler canlı kalkan olarak kullanılır ve batı dillerinde hurra’ya dönüşen Ur ha! Çığlıklarıyla saldırıya geçilirdi.” Moğollar bazen hızlarını alamayarak denizciliğe bile bulaşıyor. Sonu başarısız olsa da Endonezya ve Japonya’ya çıkarma yapıyorlar! Kitapta Moğol ordusunun dehşet saçmak için özel bir çaba sarfettiği kaydedilirken, diri diri kazanlara atılan tutsakların varlığı dönemin kaynaklarında defalarca belirtilirken, yazar yine de Moğolların yıkım ve katliamlarının biraz abartıldığını not düşüyor. Biraz ilerde ise Cengiz Han’ın 1227’deki ölümünden sonra ruhunun şerefine muazzam bir katliam yapıldığını okuyoruz! Küçük, tıknaz, güçlü, dayanıklı ve hızlı atlar Moğollar için olmazsa olmazdır. Karların altındaki otları bulabilen, keçi gibi kaya üzerinde koşabilen günde yüz kilometre gidebilen atlar! At üstünde uyuyan bir halk. Bu durumda at hırsızlığı en ağır suçlardan biri oluyor. Mezara efendisiyle birlikte atları da gömüyorlar. Yazar, döneme hakimiyetini ve kaynaklar konusundaki uzmanlığını kitabına yediriyor. Örneğin Reşideddin’in Cami’ütTevarih’indeki resimlerin, versiyonlara ve çağlara göre, olaylara olabildiğince sadık kaldığı gibi, aslında çok önemli bir notu ancak böyle dolu dolu bir çalışmada bulabiliriz. Moğolların ordu mevcutları genellikle bilinmiyor. Tek bilinen imparatorluğun kurucusu öldüğünde toplam 129 bin oldu-

ğudur. Bu, her on erkekten birinin silah altına alındığını göstermektedir. Kimse onların savaşı bırakıp yağmaya giriştiğini görmemiş. En büyük Moğol komutanlarından Sübötey, koca koca eyaletleri yönetebilecek durumda olmasına rağmen ömrünü mutevazi bir biçimde doğduğu çadırda noktalayacaktır. Avrasya’nın en güçlü isimlerini dize getiren bu askeri dayanışmanın özel olarak incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Kitapta bu durumu anlamamızı sağlayacak çok sayıda veri var fakat Moğol ordusu ile dönemin ordularının karşılaştırmalı bir incelemesi ne büyük bir hevesle okunurdu! Roux, Cengiz Han’ın geleneksel klan dayanışmasının yerine muharip birlik dayanışması getirdiğini belirtiyor. Adalet anlayışlarının katı ve herkes için eşit olması, dine hiç karışmayıp, fethedilen toprakların hemen uzağına gözlerin dikilmesi ve bu sırada üretim ve ticaret faaliyetinin huzurlu yapılabilmesi Moğolların başarılarının en önemli yönü diyebiliriz. Yazar, Afganistan ve Horasan’ın en ücra köşelerine kadar yollar açma faaliyetinin planlandığı bir idare tarzından bahsediyor ki bu yeni fethedilecek bölgelerde halkın bir Moğol beklentisi içerisinde olabileceğini düşündürmektedir. Sürekli yürüyen bir halkın şehir ve mimari yapı merakı bir açıdan ilginçtir ama yerleşiklerin hakimiyet altında tutulabilmesi için bunun zaruri bir kamusal hizmet olarak görüldüğünü düşünebiliriz. Avrupanın en büyük şehri olan Paris’in nüfusunun iki yüz bini geçmediği dönemde Moğol şehirlerinin nüfusu Batılılara inanılmaz geliyordu. 8 milyon gibi abartılı rakamlar telafuz edilir. Kitabın son kısmında “Tanıklıklar ve Belgeler” başlıklı bölümde yazar, Moğollar külliyatından seçmelerle okuyucuyu konunun derinliklerine itiyor. Batı literatüründe göçerliğin başı bozuk bir avarelik olarak anlatılmasına cevap dönemin sefirlerinin anlatımıyla veriliyor. İranlı tarihçi Cuveyni, Faslı Seyyah İbn Battuta gibi canlı tanıkların kısa anlatımları, okuyucunun zihninde eseri daha da kalıcı kılıyor. Yazar, titiz okuyucuların her tarih kitabında beklediği bir bölüm olan kronolojik nirengi noktalarını ve fotoğraf sahiplerinin listesini unutmamış. İlk yirmi beş sayfada verilen yorucu bilgiler kısa bir an tereddüt yaratsa da yazar tipik bir Moğol taktiği ile sizi yavaş yavaş girdabına çekiyor. Moğolların mutlu bir esiri olmak istiyorsanız bu eseri kaçırmayın. (Cengiz Han ve Moğol İmparatorluğu, Paul Roux, Yapı Kredi Yayınları, Çev: Ali Berktay, 144 s.)


Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

6 TEMMUZ 2012 CUMA

9

Yaşayan ölüler M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Beyin… Daha çok beyiiiiiin…” Zombi Atasözü

Bu hafta korku edebiyatı ve kurgusunun, temelleri eskiye dayansa da şekillenmesi modern zamanlara denk gelen bir alt türüne bakış atıyoruz: Zombiler. Zombi, ismini Haiti’den ve Batı Afrika’nın Vodun (Voodoo diye de bilinir) inanışından alır. Genel olarak cadılık gibi mistik bir öğe tarafından yeniden hayata döndürülen bir ölü anlamını taşır. Zombiler hakkında pek çok farklı inanış ve halk öyküsü mevcuttur. Fakat kurgusal zombi ile arasında her ne kadar bağlantılar olsa da kesin bir bağ olup olmadığı tartışma konusudur. Çünkü modern zombi mistik bir öğenin değil bilim kurgunun yaratısıdır. Enfeksiyon, genetik mutasyon vb. faktörler devreye girer. Bu anlamda “zombi” türü korku edebiyatının olduğu kadar bilim kurgunun da kapsamındadır. Zira kurgusal anlamda “zombi” kelimesinin ilk kullanımı George Romero’nun sineması ile gerçekleşmiştir. Hatta “Night of The Living Dead” isimli 1968 tarihli filminin içerisinde ve senaryosunda da “zombi” kelimesi değil, “gulyabani” (ghoul) kelimesi kullanılmıştır. Fakat ilginçtir ki Arap kültüründeki gulyabani ile arasında bir benzerlik yoktur ve “oyuncular ve rolleri” yazılırken “zombi” kelimesi ilk kez kurgusal olarak göze çarpmaktadır. Romero da “ghoul” kelimesini nedeni bilinmeden kullanmayı bırakmış ve sonraki filmlerinin senaryolarında “zombi” kelimesini kullanmıştır. Elbette Romero’dan çok önce çevrilen “White Zombie” filminde olduğu gibi kelimenin kullanımı çeşitli yerlerde geçse de kurgusal anlamda modern “zombi” kültürünün ilk oluşumu için Romero’nun “Night of The Living Dead” filmini başlangıç kabul etmek durumundayız. Modern zombiler veya diğer deyişleriyle enfekteler, yürüyen ölüler, yaşayan ölüler, namevtler, enfeksiyon, mutasyon vb. nedenlerle tekrar hayata dönen ve içgüdü-

sel olarak insan etinin veya bazı kurgularda insan beyninin peşinde sürüklenen canlılardır ve zombiler tarafından yaralanan canlılar enfeksiyonu kaparak zombiye dönüşürler. Pek çok kurguda “zombi” kelimesinin kullanımından artık kaçıldığı göze çarpmaktadır, çünkü popüler kültür anlamı altında o kadar çiğnenmiş ve tüketilmiştir ki kurgusal ve anlatı bakımından farklılıklarına dikkat çekmek ve kitaplarının/filmlerinin vb. içeriğinin sadece zombilerden oluşmadığını vurgulamak mecburiyeti hissetmektedirler. Bunun da nedeni, bir “yaratık” olarak “zombi” temasının türün içeriğini tam anlayamamış kişilerce perişan edilmesidir. Bu konuya bir başka yazıda döneceğiz. Zombi kurgusundaki bir başka unsur, zombi salgını ile meydana gelen apokaliptik settir. Türün tam şekillenmesinin öncesine gidersek, halk inançlarının öykülerinin yanı sıra, vampir öyküleri de esasında ölü olan lanetli bir bedeni içerir, yine Kuzey mitolojisindeki Draugr’lar da yeniden canlanan cesetlerdir ve Draugr’un yaraladığı bir canlı da ölünce Draugr olmaya mahkûmdur. Vodun inanışının zombisini Batı kültürüyle tanıştıran ilk roman olarak 1929 tarihli W. B. Seabrook’un “The Magic Island”ı gösterilmektedir. Mary Shelley’in Frankenstein’ı da bir zombi öyküsü olmamakla birlikte, mistik değil bilimsel bir unsurla bir ölünün canlandırılmasını içermesi ile türün temel taşlarından bir tanesidir. Daha sonra Ambroce Bierce’in “The Death of Halpin Frayser”ı ve Edgar Allan Poe’nun bazı gotik temalı öykülerinde de canlanan ölülere rastlanmaktadır. Bunları takiben edebiyatta popüler kültürün zombisini tanımlayıcı en güzel örneklerden biri de H.P. Lovecraft’ın kaleminden “Herbert West” olarak çıkacaktır. Sanılanın aksine zombi çizgi romanları da popülerliğin arkasından değil, önünden çıkmıştır ve EC Comics tarafından yayınlanan Tales From The Crypt serisinde intikam peşinde yeniden dirilen ölülerden bahsedilmektedir. Daha sonra George Romero’da ilham kaynağı olarak bu seriyi işaret edecektir.

ÖNER LER...

Wayne Simmons

Richard Matheson’un yazdığı 1954 tarihli “Ben, Efsane” (İthaki Yayınları) ilk modern vampir öyküsü olmasının yanı sıra, barındırdığı apokaliptik ve hayatta kalma unsurları ile zombi türünün şekillenmesi üstüne büyük katkıda bulunmuştur. Modern, popüler kültür hali tamamen şekillendikten sonra kabul edilen ilk zombi kitabı ise 1990 yılında editörlüğünü John Skipp ve Craig Spector’ın yaptığı “Book of The Dead” öykü antolojisidir. Önsözünü Romero’nun yazdığı ve içinde Stephen King’den Ramsey Campbell’a Brian Hodge’a kadar pek çok korku ustasını barındıran antoloji, ne yazık ki zombi kurgularının bu kadar popüler olduğu çağda dahi dilimize henüz kazandırılmamıştır. Modern zombi kurgularına örnek olarak tavsiye edebileceğim aklıma ilk gelen kitaplar şunlardır; Brian Keene’in

“The Rising”i, Stephen King’den “Cep” (Altın Kitaplar), Jonathan Maberry’den “Zombie CSU”, David Wellington’un zombi üçlemesi “Monster Island”, “Monster Nation” ve “Monster Planet”, Mira Grant’in “Feed”i ve zombi hikâyelerini sevsin sevmesin herkesin okuması için tavsiye edebileceğim Max Brooks’dan “Zombi Savaşı” (Doğan Kitap), Seth Grahame Smith’ten “Aşk ve Gurur ve Zombiler” (Domingo Yayınevi). Kitapların yanında çizgi roman olarak da Image Comics’den çıkan 4 sayılık “Drums” ve elbette dizisiyle de oldukça ses getiren, dizisinden en az bin kat daha içerikli “Walking Dead”i (Yürüyen Ölüler adıyla Marmara Çizgi tarafından dilimize kazandırılıyor) kaçırmayın derim.

ÇARES ZL K DUYGUSU Zombiler hakkında artık okumadığım şey kalmadı derken, yayınlarıyla, değerli proje koordinatörleri Gamze hanım aracılığıyla tanıştığım Altın Bilek Yayınları’ndan çıkan Wayne Simmons’ın “Salgın” (Orijinal adı “Flu”) romanı da tür için çok iyi bir örnek oluşturuyor. Kimi okuyucu tarafından gerek sinemada gerek edebiyatta kurgusu oldukça yanlış değerlendirilen zombi türünün temel ruhu “çaresizlik” duygusudur. Alt metninde hazırlıksız yakalanılan herhangi bir tehlikeyle uygarlığın nasıl bir anda alaşağı olabileceği işlenir. Aynı zamanda bu tehlikeye karşı gelişen “çaresizlik” ve panik duyguları, hayatta kalma dürtülerini tetikler. Dolayısıyla insanın ilk panikte ilkelliğine ve kendi “hayatta kalmasına” yönelik bencilliğine dönmesini, egosuna yük ettiği “uygarlığın” iskambil kâğıtlarından inşa edilmişçesine yerle bir olmasını anlatır. Karakterlerini adım adım geliştirerek, en ilkel halindeki saldırgan ve korkak tutumlarında bile insanoğlunun her bireyinin eşsizliğine vurgu yaparcasına karakterler arasındaki çatışmaları konu alır. Bir yaratık öyküsünden fazlasıdır. Yaratıklar kişisel korkulara yol açarlar, zombiler ise Max Brooks’un da belirttiği gibi “bütün insanlığın yok oluşu için

tehdit oluştururlar.”

EMEK GEREKT R YOR Bu bağlamda sanılanın aksine bir zombi kurgusu oluşturmak oldukça zordur. Tahmin edilenden daha fazla emek gerektirir. Karakterleriniz çeşitli olmalı, apokaliptik set yansıtılabilmeli ve hepsinden öte tekrar altını çiziyorum “çaresizlik” duygusu okuyucuya/izleyiciye geçebilmelidir. Bütün bu faktörler göz önüne alındığında daha önce keşfedemediğim için şu an hayıflandığım Wayne Simmons, harika bir iş çıkarmış diyebiliriz. Zombileri ve yayılmakta olan enfeksiyonu arka planda tutarak (enfeksiyon hakkında pek açıklama içermediği için kimi okuyucuyu kızdırabilecektir), adım adım oldukça çeşitli ruh hallerine dağılan, ya sevip ya nefret edeceğiniz (her iki halde de karakter kurgulamada başarı kriteridir şüphesiz) karakterlerinin gelişimine, çatışmasına, hayatta kalma mücadelelerine bizi de tanık ediyor. Pek çok “zombi” kurgusunun düştüğü tuzağa düşmüyor. Bir korku öyküsü olmaya çalışmıyor, tersine böyle bir durumla karşılaştıklarında karakterlerinin nasıl davranacağı sorusuna ağırlık veriyor, karakterlerinin mücadelelerine yoğunlaşıyor, korku faktörünü yaratıktan değil insandan çıkarıyor. Ve benim için bir “zombi” kurgusunun en önemli kriteri olan “çaresizlik” duygusunu iliklerinize kadar hissettiriyor. Şu sıcak günlerde, zombi öykülerini özlediyseniz veya hiç zombi öyküsü okumamış ve önyargılarınızı bir kenara bırakarak gerçekte ne hakkında olduklarını anlamak istiyorsanız, Wayne Simmons’ın “Salgın”ını kesinlikle tavsiye ediyorum. Max Brooks’un “World War Z” (Zombi Savaşı, Doğan Kitap) kitabından bir alıntıyla vedalaşalım: “Ölümden gelen yaratıklar, kalplerimizde taşıdığımız yaratıkların yanında hiç kalır.” (Salgın, Wayne Simmons, Altın Bilek Yay., Çev: Zuhal İnal, 363s.)


10

Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

HÜSEYİN FERHAD, BÜYÜK UMUDUN BOŞLUĞU VE “KILIÇ İPEKLE SINANIR”

Bazen şaman, bazen bilge bir ihtiyar... Hüseyin Ferhad iirinin temel izleklerinden biri yak n tarihimizde yenilgiye u ram olan devrimci mücadeledir. Bu izlek y llar itibar yla gider ek yo unlu unu yitirecektir ama yiten büyük umudun bo lu undan yay la n hüzün hiç ummad n z anda onun iir süreklili i içinde yer yer ve de i ik biçim lerde yüzünü göstermekten geri durmayacakt r CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com Üzerinde “toplu şiirler” ibaresi olan bir kitapla ne zaman karşılaşsam içimi bir rahatlık duygusu kaplar. Artık güncelliğini yitirmiş dergilerde, gündemden çıkmış kitaplarda varlığından haberdar olunması tesadüflere kalmış fakat aslında büyük bir ırmağın yan kolları, iç akıntıları, dip kaynakları olan bütün şiirler ait oldukları ve oluşturdukları varlığın bünyesindeki yerlerini almış, işlevlerini yükümlenmişlerdir. Artık şairin inşaasına taptaze ümitlerle başladığı, emek ve bilinçle her parçasını tamamlayıp bir kenara koyduğu yapı birimleri bir araya gelmiş ve esas yapı hayal edilen kimliğine kavuşmuştur. Şairin iç huzuruyla eserine bakma olanağına ulaştığı bu aşamada bilinir ki okurun yolculuğu başlayacaktır. Bütün “toplu şiirler” şairlik kadar okur olarak da bu nedenlerden dolayı benim sevinç kaynağımdır. Hüseyin Ferhad’ın “Kılıç İpekle Sınanır”ını da aynı duygular, benzer düşüncelerle satın aldım. Daha sonra kendisiyle yapılmış bir mülakatı okuduğumda şairimizin de “toplu şiirler” konusunda benzer düşünceler taşıdığını gördüm. Bütün şiirlerini içeren “Kılıç İpekle Sınanır” için bakın ne diyor: “Kılıç İpekle Sınanır, tek bir şiir. Bir fısıltılar kitabı. Bir tür divan (…) Aslında her şiir, her şiir kitabı, birer seyir defteridir veya seyir defterinin bazı sayfaları. Bu açıdan bakıldıkta ‘Kılıç İpekle Sınanır’a Hüseyin Ferhad’ın düşsel hayatı denebilir.”

rihselin, bugünle geçmişin iç içe geçtiği estetik örgünün iç koriŞairin otuz yıllık çalışmasının sonucu olan dorlarında, ara uğraklarında, ürün toplamına alçakgönüllü bir dille gölgeli dehlizlerinde, kenar “düşsel hayatım” demesine bakmayın siz. bölgelerinde ise farklı kimlikOnun şiirlerinin arka planında esaslı bir lerle karşınıza çıkan şiir kişisi kültürel yığınak bulunuyor. Özellikle Türk bazen cin, bazen şaman, bazen tarih bilgisi, dinlerle ilgili birikimi ve günbilge bir ihtiyar, bazense kencele ilişkin seçkin gözlemciliği, Hüseyin di kimliğinden sıyrılmış HüseFerhad şiirinin üzerinde yükseldiği ana süyin Ferhad olarak konunun tunlardır. gerektirdiği sözcüklerle ve has“Eski Türk toplumlarının dünyasına yöbıhalin ruhuna uygun bir tonnelik merak”, “dinsel değer ve kaidelerin la size kendisini hiç bıkkınlık insan hayatındaki yeri”, “Türkiye sevgisi ve vermeden, üstelik sayfalar bu bağlamda uç veren devrimci mücadeboyu dinletiyor. lenin yenilgisinden gelen hüzün” ve “aşkın Genellikle sözü kısa sürbireyin yaşantısında yarattığı anaforlar” müyor şiir kişisinin. Aynı adı farklı yoğunluklarda da olsa Hüseyin Fertaşıyan şiirler, örneğin “Güneş had şiirinin belirginlik kazanmış, öne çıkİşaret Parmağımın Arkasınmış tematik yörüngeleridir. dan Doğar” ya da “Hayal Ülkesinin Keşfi” 1-2-3-4 diye ve sürüp gidiyor. “Camın üzerinde ışığa tırmanan bir bal Orta Asya içlerinden onca yol ve dağı arısıyım; aşarak, onca gece ve gündüzü geçerek Anayüzümü gölgeliyor kan birikintiledolu’ya inmiş bir kavmin buradariyle sulanan bir saydam ağaç ki bin yıllık bir tarhinin penfabrikaların güneşe baBizde ceresinden ve ulaşabildiği kan uzak kıyılarında. Türk tarihine ait uygarlık mesafesinden -Bu kırmızı lekeler de erlerin savunucu ve geriye, geçmişe dönük de ne, ellerimi tutan da koruyucu rolünü hiç hak merak ve arayışın ürükim? emedi i halde daima sa nü olan şiirler onun -Niye böyle yaşlı, sahiplenmi tir. Sa ne lteri şiir toplamı içinde taniye böyle gencim? Ka an’la lbilge Hatun’un bii ki oransal bir ağırDipçiklerle ezilmiş yanyana duru unu ne laik ya am lığa sahip. Bu neçığlıklar, çiğnenmiş tarz n ne Gök Tanr ’y ne de denle olmalı steplerin grev bildirileri; bireyler ras ndadaki e itli i ve at nallarıyla bezenmiş bir toplu iğneyle boyobalar n demokrasi sesi ve rüzgârın uğulkültürünü içine numa asılan ‘suçlu bilinç’. dayan soluğu onun şiir disindirebilmi tir Hayır, tüm soruların yalini, şiirsel söylemini beslenıtlarını biliyorum aslında, yen ana kaynaklardan biridir. Üzerime çevrili silahların namlusundan sarkıyor diplo“Kımız dolu bir çini kâse: Bakü malarım, nüfus cüzdanım.” misk ve ambere batırılmış bir otağ: “Uçurumlar Dolambacı-I”den Aşkâbâd alıntıladığım bu bölüm şairin “Desom altından bir İskit tacı: Alma-Ata niz Çobanları (1982)” adlı kitakarla çitilenmiş bir keten mendil: Abakan bında yer alıyor. göğü saf atlastan bir hasbahçe: Urumçi. Asya, kül denizindeki ada! Sağrındaki YA ANAN LE TAR HSEL' N ışık bulutundan ağdım toprağa ben, tanıHARMANI dım hayatı. Susa yollarında dolaştım, püHüseyin Ferhad şiirinin, daha önce renlerle örtülü bayırlarında uyudum, at sürbelirttim, temel izleklerinden biri düm tundralarında. yakın tarihimizde yenilgiye uğramış Kam’larınla, lama’larınla arkadaşlık olan devrimci mücadeledir. Bu iz- ettim. Asya, totem denizindeki ada! Seni lek yıllar itibarıyla giderek yoğun- aşkla sevdim.” luğunu yitirecektir ama yiten büyük umudun boşluğundan yayılan hü- D L Ç L YLE ANLAM zün hiç ummadığınız anda onun şiir KATMANLARI sürekliliği içinde yer yer ve değişik Hüseyin Ferhad, duygulu bir anlatım alabiçimlerde yüzünü göstermekten nında yetkin bir dil işçiliği ile sürekli yeni geri durmayacaktır. anlam katmanları oluşturuyor. Her anlam Yaşanan’la tarihsel’in harmankatmanının ise lirik anlatımın genel sarmalı lanmasında şairimizin çok başarıiçinde kendine özgü söylemi bulunuyor. Bu lı olduğu aşikârdır. Yaşananla ta-

KÜLTÜREL YI INAK

Hüseyin Ferhad

söylem bazen destansı (Hayal Ülkesinin Keşfi-8) olabildiği gibi bazen mizahi ve ironik bir eda da (Ah Barbar Kalbim) taşıyabiliyor. “Issık Göl, Erlik, Umay, Ötüken, Begüm, Çin Seddi, Ulan-Bator, Tiyanşan, Talas, Bahr-i Hazer, İtil, Divan-ı Lügati’t Türk, Kutadgu Bilig” ve yüzlerce daha başka İslamlık öncesi Türk kültürü, yaşantısı ve coğrafyasıyla ilgili kelime... Fakat Hüseyin Ferhad tarih olmuş gerçekliğin, yaşantı ve serüvenlerin, kültür ve maneviyatın bize armağan kalmış kavram ve kalıtlarından bir malzeme olarak yararlanmıyor. O samimi olarak o devirlerin hayatlarına ait olan değerleri bugünün dünyasına da taşımak istiyor. Bastırılmış devrimci mücadelenin, şairi yönelttiği yeni arayışlarla ilgilidir belki bu tutumu. Belki de İslamiyet öncesi Türk dünyasının değerleriyle sosyalizm değerleri arasında bir yakınlık görmesindendir. Her iki durumda da tavrını ve tarzını önemli bulduğumu belirtmeliyim. Bizde Türk tarihine ait değerlerin savunucu ve koruyucu rolünü hiç hak emediği halde daima sağ sahiplenmiştir. Sağ ne İlteriş Kağan’la İlbilge Hatun’un yanyana duruşunu ne laik yaşam tarzını ne Gök Tanrı’yı ne de bireyler rasındadaki eşitliği ve obaların demokrasi kültürünü içine sindirebilmiştir. O değerlerin özü ve içeriğiyle hiç alakaları olmadıkları halde sağ, daima ecdat hamasati yapmaktan ve bu hamasatin rantını yemekten hiç geri kalmamıştır. Sağın ekmeğine tabii ki solun tarzı ve Türk tarihi karşısındaki tavrı da fazlasıyla yağ sürmüştür. Hüseyin Ferhad’ın “Kılıç İpekle Sınanır”ı ne iyi ki bu tabloyu alt üst eden bir nitelik taşıyor. Dileğim Hüseyin Ferhad’ın bakışının, ufkunun, yeteneğinin yeni şairlerde yankısını bulması, kültür alanımızdaki çarpıklığın düzelmesi, herkesin durşunun ve konumunun gerçek sesi, gerçek sahibi olmasıdır.


Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

11

Hakikati yakalama hakkı ya da halkın haber alma özgürlüğü kircikli, ürkek ayd nlar n aksine, sistem ve sistemin temsilcileri halka güveniyorlar. Halk n haber almas n n ne menem bir tehlike yaratabilece inin bilincinde olanlar ''sansür''ün zorunlulu unu, halk deyi lerinin, halk dilinin yayg nla mas n n yaratabilece i sorunlar hemencecik kavr yorlar. Bu nedenle, ayd nlar hapise at yorlar, bas n sansürlüyorlar, kitaplar toplat yorlar. CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com “Hiç kimse özgürlükle savaşmaz; olsa olsa diğerlerinin özgürlüğüyle savaşır. Öyleyse her türden özgürlük daima varolmuştur, bir zamanlar sadece özel bir imtiyaz, bir başka zamandaysa evrensel bir hak.” K. Marx Son zamanlarda özellikle Gramsci üzerine eğilen, Marksizme ilişkin çeviri kitaplara yer veren Dipnot Yayınları, 2012'nin ilk aylarında Karl Marx'ın Ren Bölge Meclisi'nde görüşülen basın sansürüne ve basın özgürlüğüne ilişkin görüşlerini içeren gazete makalelerinin bir çevirisine yer verdi. ''Basın Özgürlüğü Üzerine'' başlıklı eseri çevirenler Önder Kulak ve Kurtul Gülenç'tir. Eserin sunuş metni Haluk Gerger tarafından, ''Özgürlük ve Özgürlüğün Basındaki Zorunlu Dışavurumu'' başlıklı açıklayıcı metin ise Thedor Oizerman tarafından yazılmış. Marx'ın söz konusu yazılarının güncelliğini ve önemini özlü bir biçimde işleyen Haluk Gerger'in yazısı eseri okutan önemli bir unsur. Gerger, liberal yazında ''basın özgürlüğü'' şeklinde ifade edilen özgürlüğü ayakları üstüne dikiyor ve bu özgürlüğü, bir hak olarak, ''toplumun habere ulaşma ve bilgi edinme hakkı'' şeklinde kavramsallaştırıyor. Daha özlü bir ifade olarak ''halkın haber alma özgürlüğü'' kavramsallaştırmasını öneriyoruz.

ÖZGÜR BASIN HALKIN UZUVLARIDIR! İnsanın geleceğini tayin etmede öngörü, tasarım yetisi ve nesnel koşullar başat önemdedir. Öngörü ve nesnel koşulların bilinmesi, dahası tüm bunlara dayanarak tasarımın yapılması insanın haber alma menzilinin genişliği ve doğruluğu ile yakından ilgilidir. Bu açıdan haber alma edimi insanın, insan topluluğunun türsel bir edimidir. İnsanın doğayı, nesnelliği dönüştürme sürecinin özsel bir uğrağı olan bilme süreci, yapma sürecinin özsel bir parçasıdır. Bu bağlamda, hele hele öznelerararası bir varoluş içeren devlet, gündelik hayat, vergi düzenlemesi, aile kurumu, sokak temizliği, güvenlik, eğitim, sağlık, bütçe harcamaları gibi konular insanın kişi olarak varoluşunun gerçekliğini saran nesnelliğin çeşitli yönleridir. Bu yönler, gerçek kişilerin, somut hayatının bileşenleri olduğundan, gerçek insanlara yakalamanın en etkili silahı gündelik hayatı bilmek ve bu bilgiyi kamusal alanda paylaşmak, yaymaktır. Dolayısıyla, basın demokratik mücadelenin en başat ortamlarındandır. İncil'de ''taşı kaldırsan beni bulacaksın'' diyordu, modern toplumda ise taşın altına bakanlar hakikati kayda düşen, iz bırakan haberlerde bulacaktır. Hakikat,

mürekkeple kamusal alan iz bıraktıkça kamunun hakikati haline gelecek. Tekil olaylar kamusallaştıkça kamunun tanıklığında yeniden gerçekleşecek ve yeniden anlamlandırılacak. Dolayısıyla basın, halkın uzuvları olduğu denli, halkın ruhu, zihnidir. Marx, özgür basın için yazdığı yazıda bunu özlü bir biçimde ifade ediyor: Özgür basın insan ruhunun her yerdeki uyumayan gözü, insan kaderinin kendinde somutlaşmasıdır.

DDET N KONUSU VE ORTAMI OLARAK BASIN Gerger'in yazısında da belirttiği gibi, her haber belirli bir haberdir. Dolayısıyla tekil bir olaya gönderme yapmaktadır. Bu tekil olay öznelerararası gerçekliğin bir unsuru olduğundan, son tahlilde, taraflardan birinin lehine sonuçlanmış yahut sonuçlandırılacak bir olaydır. Bu olayın hakikate iliştirilmesi için yayılması gerektiğinden, yayılım öncesinde olayın yeniden yaratılması gerekmektedir. İşte bu yeniden yaratım ve yayım aşamalarında şiddet kendini gösterir: ya sistemin sansürü, ablukası ya da hakikatin devrimciliği iş başında olacaktır. Hakikatin devrimciliği işte bu şiddeti delip geçmesindendir. Bu şiddet, insan hakkının, demokratik hakların önündeki en büyük engeldir. Bu engelin aşılması da, tek tek olaylar bazında değil, proleter bir haber kaynağı üretmek en büyük demokratik mevzilerdendir. Herkese eşit uzatlıkta olabilecek tek şey, hakikattir. Kişiler ve sınıflar hakikatin karşısında eşitlenebilir ve eşitlendikçe sınıfsal sınırlar tehlike altındadır. Sınıfların sınır koyucuları için, basına ve halkın haber alma özgürlüğüne yönelik şiddet zorunludur.

S STEM N DE D YECEKLER VAR! Bu gerçeklere karşı sistemin dediklerini her gün duyuyoruz. Eserde, Marx'ın ele aldığı konuşmacı da o günün sistemi adına konuşuyor: ''Halkı etkilemeyin, meclisi ve yargıyı etkilemeyin!''. Özgürlüğe karşı en sıradan, en yavan argümanı büyük bir iştahla dile getiriyor: Halk henüz olgunlaşmamıştır. İkircikli, ürkek aydınların aksine, sistem ve sistemin temsilcileri halka güveniyorlar. Halkın haber almasının ne menem bir tehlike yaratabileceğinin bilincinde olanlar ''sansür''ün zorunluluğunu, halk deyişlerinin, halk dilinin yaygınlaşmasının yaratabileceği sorunları hemencecik kavrıyorlar. Bu ne-

denle, aydınları hapise atıyorlar, basını sansürlüyorlar, kitapları toplatıyorlar.

Y BASIN '' Z'' BIRAKMAZ! ''İyi basın, insanlar üstünde etkisiz, kötü basın kaçınılmaz bir etkiye sahipken, konuşmacı iyi basın aciz ve kötü basın her şeye kadir dediğinde, iyi basının kötü basınla ilişkisi hâlâ tuhaftır. Konuşmacı için iyi basın ve aciz basın özdeştir. Yoksa böylece iyi olan acizdir ya da aciz olan iyidir mi demek istiyor?'' diyor Marx. Onların iyi, uslu basını etki etmeyen, kimsenin kanaatine tesir etmeyen bir basın olmalıdır, okunmasa daha da iyi olur. Okunmadığı sürece basın sonuna kadar özgürdür. Böyle bir mazlumu gören sistem kıyamaz, okunmaması şartıyla sürekli şımartır. Basın halkı, halkın dilinden ve halk için anlattığı için sansürleniyor. ''Tin anlaşılamaz gizemli sözcüklerle konuşur, çünkü anlaşılabilir sözcüklerin anlaşılmasına artık müsaade edilmiyor''. Almanya'da felsefe halkı anlatmadığı sürece özgürdür, Türkiye'deyse aydınlar soyut bir edebiyat yaptığı sürece özgürdürler. Belki de bu nedenle Almanya'da en soyut felsefe, Türkiye'de de en soyut edebiyat boy verebildi. Basın anlaşılmazlık, bilinmezlik, kimliksizlik sayesinde ''özgürlükler''e, serbestliğe, kayıtsızlığa erişebiliyor. Bu türden bir özgürlük arayışına Marx'ın yanıtı kısa ve net: ''Onlara, Prusyalı gazeteler Prusya halkına karşı ilgisiz olurlarsa, Prusya devletinin de gazetelere karşı ilgisiz olacağını anlatmalıyız''.

MÜTH ÇÖZÜM: A RIYAN KOLU KESEREK TEDAV ETMEK! Marx basının işleyebileceği cürümleri ve bunlara koşut olarak basının sınırlılıklarını incelterek ele alan bir yasal mevzuat yokluğunun, esasında, basın özgürlüğünün bir yokluğu anlamına geldiğini belirtmekte ve basın özgürlüğü ve basına ilişkin sınırlamalar yasalaştırılmadığı sürece böyle bir özgürlüğün olmadığını söylemektedir. Marx, kimsenin özgürlüğe karşı olmadığı konusunda ısrarcıdır: karşı olunan belirli kimselerin özgürlüğü daha doğrusu eldeki imtiyaza ortak çıkmasıyla imtiyazın son bulmasıdır. Buradaki silahların başında ise geleceğin belirsizliğinden hareketle yaratılan felaket senaryoları ile halkın zihnini bulandırmaktır. ''Basın özgürlüğü'' pratikte, dev-

let tarafından resmi ilanlarla başarıyla uygulanırken, ilanlara ilişkin soru sormak, ilanları eleştirmek işte bu imtiyazı çiğnemektir. İmtiyaz çiğnenince, yeniden mülkiyet hakları devreye girer: Adalet mülkün temelidir ve mülk korunur. Önce gelen, mülkü üzerine geçirmiştir ve bunlar ortak istemezler. Liberalizmin özgürlükçülüğü sınır komşuluğu aşıldığı an son bulur.

DEAL ZM N SINIRLARINDA GEZ NEN MARX Söz konusu makalelerin yazarı, o tarihlerde hâlâ idealist felsefenin çerçevesinden yazmaktaydı. Bu, Marx'ın kullandığı sözcüklere de yansımış. Doğal hukuk ve pozitivizm karşıtlığında henüz ikisini de aşan tutuma erişmemiş olan Marx, doğal hukukun belirli bir türünü savunur görünmektedir ve ''gerçek yasa''dan söz etmektedir: ''Sansür yasası özgürlüğe karşı bir şüphe yasasıdır. Basın yasası, özgürlüğün kendisine verdiği bir güvenoyudur. Basın yasası özgürlüğün istismarını cezalandırır. Sansür yasasıysa özgürlüğü bir istismar olarak cezalandırır ve bir suçlu olarak anar... Sansür yasası sadece bir yasa biçimine sahiptir. Basın yasası ise gerçek bir yasadır'' ya da ''Sansürcü yasalara değil, üstlere sahiptir. Hakim de üstlere değil, yasaya sahiptir.'' Buna karşın devrimci yönelimleri nedeniyle negatif özgürlük anlayışının yerine, özgürlüğün yasada somutlanmasını savunan pozitif özgürlük anlayışını savunur: ''...Basın mevzuatının yokluğu, yasal özgürlük ortamından basın özgürlüğünün dışlanması olarak kabul edilmelidir; çünkü yasal olarak tanınan özgürlük devlette yasa olarak varolur... Yasa çiğnendiği zaman etkili hale gelir... Yasanın gerçek bir yasa, eşdeyişle özgürlüğün varoluşunun bir biçimi olduğu yerde, insan için özgürlüğün gerçek varoluşu vardır... Basın yasasının olmadığı yerde, basın tarafından çiğnenecek hiçbir yasa da yoktur. Sansür beni mevcut bir yasayı çiğnediğim için suçlamaz.''

TÜRK YE HALKININ HABER ALMA VE MÜCADELE ETME ÖZGÜRLÜ Ü Bugün Türkiye'de de ihlal edilen, basın özgürlüğünü aşan bir özgürlüktür: Halkın haber alma ve mücadele etme özgürlüğüdür. Sorunu yalınlaştırırsak, insanın türsel gelişiminin önüne imtiyazlarıyla geçenlerle imtiyazlara sahip olma ihtiyacı bile duymadan hakikati haykıranlar arasındaki mücadeledir. Hakikat mürekkeple yazılır ama mürekkeple yaratılmaz. Hayatı yakalayanlar hayatlarını feda edebilenlerdir ve hakikat onlarla yaşamaktadır! (Basın Özgürlüğü Üzerine, Karl Marx, Dipnot Yayınları, Çev: Kurtul Gülenç, Önder Kulak, 120 s.)


12

6 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

CAN GÜRZAP, “PERDE ARKASINDAN” KİTABINDA DEVLET TİYATROSU GERÇEĞİNİ ANLATIYOR

Tiyatro, aklın vitaminidir ama... “Ben bu kitab on sene önce yazmaya ba lad m. On sene boyunca kimi zaman ara verdim, dü ünmeye zaman ay rd m, biraz daha olgunla mas n istedim, biraz daha sinirli halimden, onun bana getirdiklerinden, beni rahats z eden eylerin uyand rd duygulardan ar nmak istedim. Kitab m Ocak ay sonunda haz rd . ehir Tiyatrosu olaylar Nisan ay nda gündeme geldi. Devlet Tiyatrosu olay ise May s'ta. Ama ben bunlar gördüm. Bunlar olacakt .”

PINAR AKKOÇ Yılların tiyatro sanatçısı Can Gürzap'ın, bugüne dek “kapalı kutu” olarak görülen Devlet Tiyatrosu'na, belgeler, tanıklıklar ve anılarla yaklaştığı çalışması “Perde Arkasından”, geçtiğimiz günlerde Remzi Kitabevi tarafından okurlara sunuldu. Devlet Tiyatrosu'nda 45 yıl boyunca oyuncu, yönetmen, çevirmen ve yönetici olarak çalışan Gürzap, son dönemde Türkiye gündemine oturan Devlet Tiyatrosu'na “içeriden” bir bakış gerçekleştiriyor 392 sayfalık kitabında. Elimizdeki kitabın yalnızca isim dizini bile okurun ne denli geniş bir dünyaya ve zengin bir tarihe dalacağının işareti. Devlet Tiyatrosu'nun neden kapatılamayacağı üzerinde duran, Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları'nın özelleştirilme girişimlerini de değerlendiren Gürzap'la tiyatrocular adına özeleştirel bir bakışın da yer aldığı bir söyleşi gerçekleştirdik. Kitabınızın arka kapağında şöyle deniyor: “Gürzap bu kapsamlı araştırmasında Devlet Tiyatrosu sorununu içeriden, yani perdenin arkasından inceliyor.” Size bu kitabı yazdıran, “Devlet Tiyatrosu sorunu” nedir? Devlet Tiyatrosu sorunsuz zamanlar da yaşamıştır sorunlu zamanlar da. Sorunlu zamanlar Devlet Tiyatrosu'na çeşitli zararlar vermiştir. Tiyatro huzurlu bir ortamda yapılır, moralli bir ortamda yapılır. Türkiye'de yaşananlara bakacak olursanız 1960'tan itibaren -daha öncesini ben bilemiyorum son derece problemli dönemlerden geçilmiştir. Bu problemli dönemlerde Devlet Tiyatrosu bu problemlerden zaman zaman etkilenmiş zaman zaman da etkilenmemeyi bilmiştir. Sorun, politikacılar ya da politika kökenli bürokratlarla sanat arasındaki

ilişkiden kaynaklanmaktadır. Çünkü -kitabımda da yazdığım için rahatlıkla söyleyebilirim- kültür sanat alanında bakan olarak atanan kişilere baktığınız zaman bu kişilerin yüzde sekseninin kültürle, sanatla, tiyatroyla, baleyle, operayla hiçbir ilişkisinin olmadığını görürsünüz. Olması gerekir mi diyeceksiniz. Hayır, gerekmez. Olmayabilir. O kişiler politik gerekçelerle oraya getirilmişlerdir. Oysa oraya gelen kişiler politik gerekçeyle belirlenmemeli. Bu kişilerin belli bir bilgiye sahip olmaları, o bilgiyi kullanabilmeleri, örneğin bir basın organında bir yazı kaleme almış olmaları, görüş bildirebilmeleri, en azından sanatla, kültürle uzaktan da olsa ilişkilerinin olması lazım. İşin içine politika girince bütün bunlar birden gözardı ediliyor. Bu işin doğasında olan bir şey bu. Ne olacak? Bir partili gelecek, sizden bir şey isteyecek... Herhangi bir meslekten olsa bir partiye bağlılık kabul edilebilir. İşini yaparken yeri gelir, parti yönlendirir. Ama sanat söz konusu olduğu zaman, sanat yönlendirilemez. Sanat, ancak sanatın oluşacağı ortamın hazırlanmasıyla yönlendirilir. Bundan başka

Can Gürzap arkada m z P nar Akkoç ile birlikte ...

bir yönlendirme kabul edilemez. Bir yö- Benim kitabım Ocak ayı sonunda hazırdı. netim “Ben şöyle bir kültür politikası uy- Şehir Tiyatrosu olayları Nisan ayında günguluyorum” dediği zaman orada kültür yara deme geldi. Devlet Tiyatrosu olayı ise Maalmış demektir. Ismarlama, ya da bu me- yıs'ta. Ama ben bunları gördüm. Bunlar olaseleyi bilmeyen kişiler tarafından politik ter- caktı. Tiyatroların kapatılmasını düşüncihlerce yönlendirme yapılması son dere- medim tabii ama bu iş başka yerlere gidece yanlıştır. Sonucu alınamaz. Bunun ken- bilir; bunu gördüm ve bunu anlatmaya çadilerine de faydası olmaz, sanata da faydası lıştım. Ve bütün bunları belgelere dayanaolmaz. Tam tersi zararı olur. rak yaptım, yaşadıklarımla açıkladım, şaBu kitabı yazmamın sebebi de hitlerimle destekledim. şu: Devlet Tiyatrosu sanatçıları için “Bunlar zaten yan gelip Devlet Tiyatrosu nedir? Kültür yatarlar, para alırlar, iş Farkı nedir? Neden gesanat akl n yapmazlar, arada sırada reklidir? siz vitaminidir. Vitamin ayaklanırlar...” denir. Türkiye'de tiyatroyu, bir vücut olabilir mi? Merak ettiniz mi? ilk akademik tiyatroyu iz, miy Vitaminsiz ya ayabilir Bu kadar insan neya da modern tiyatroen n n ya ayamay z. Ak l insa den bir araya gelip de yu Şehir Tiyatrosu, dir. önemli yol göstericisi toplum önünde kaarkasından da Devlet m. laz si Akl m z n geli tirilme muoyunu aydınlatmak Tiyatrosu oluşturHer eyi okulda için bildiriler okuyor? muştur. İkisinin de ku Baz ö renemezsiniz. Gerekli makamlara, geruluşunda Muhsin Er eyleri sanatla rekli mercilere neden ratuğrul vardır. Şehir Tiö reniriz porlar veriyor? Bunu her yatrosu kurulurken çok genç zaman mı yapıyorlar, ya da dubir insan, fakat tiyatroyu iyi birup dururken mi? Tabii ki hayır. Nelen, tiyatroya gönül vermiş, tiyatroyla ler olmuş, nasıl olmuş, bunların sonucun- yatıp tiyatroyla kalkan bir insan. Devlet Tida tiyatrocular ne yapmış, işte onları anla- yatrosu'nun kuruluşunda da önemli rolü var. tıyorum. Ödenekli tiyatrodur bunlar. Dünyanın her yerinde bu böyledir, devlet tiyatrolara öde“BU BA KA YERLERE G DEB L R” nek verir. Bazı yazarlarımızın, televizyona Kitabın "tiyatro tartışmaları"nın gündeme çıkıp görüş bildiren bazı entelektüellerioturduğu, tiyatrocuların ayakta olduğu mizin çıkıp da bunun aksini iddia etmeledönemde yayımlanması tesadüf değil öy- rini hayretle izliyorum. Hiçbir yerde sadece özel tiyatro yoktur. Özel tiyatrolar varleyse... Tesadüf! Ben bu kitabı on sene önce yaz- dır ama devlet tiyatroları da vardır. Kaldı maya başladım. On sene boyunca kimi za- ki özel tiyatrolar da devletten belli bir man ara verdim, düşünmeye zaman ayır- para alır. Ama bir de doğrudan Devlet Tidım, biraz daha olgunlaşmasını istedim, bi- yatrosu vardır. Özellikle bizim gibi ülkelerde raz daha sinirli halimden, onun bana ge- özel tiyatroların yapamayacağı işi devlet titirdiklerinden, beni rahatsız eden şeylerin yatrosu yapar. Nedir yapamayacakları tiuyandırdığı duygulardan arınmak istedim. yatro? Büyük kadrolu oyunlar ki tiyatro ede-


Aydınlık KİTAP

KAPAK biyatının klasikleri ve pek çok oyunu geniş kadrolu oyunlardır. Olmaz, bunları özel tiyatro oynamaz, oynayamaz. Devlet Tiyatrosu oynar. Kalabalık oyunları özel tiyatro oynamaz çünkü özel tiyatroların yeteri kadar teknik kapasitesi yoktur. Oyuncularla uğraşacak mercileri yoktur. Ayrı bir yapıya sahip. 20 kişiyle çalışmak başkadır, altı kişiyle çalışmak başkadır. 20 kişiye kostüm yapmak başkadır, altı kişiye kostüm yapmak başkadır. Bütün dünyada tiyatrolar devletten ya da vakıflardan destek alırlar. En uygar ülkelerde, bütün Avrupa ve Amerika'da bu böyle. Güney Amerika dahil. Tiyatro dediğiniz şey sadece bugün yazılan şeyler değildir. Moliere, Shakespeare bugün hâlâ geçerliliğini koruyor. Buna benzer yüzlerce, binlerce oyun var. Türk oyunları da var. Özel tiyatroların da daha iyi dönemleri oldu. Türk klasiklerini oynadıkları oldu. Fakat şimdi başka bir aşamaya gelindi. Artık oynayacak tiyatro bulamazsınız. İstediğiniz kadar katkı sunun, istediğiniz kadar para yardımında bulunun, olmaz. Oynayamaz. Devlet Tiyatrosu Türk tiyatrosunun amiral gemisidir. Amiral gemisini batırırsanız tiyatro biter.

“UNUTULMAMASI GEREKENLER YAZDIM” Şehir tiyatrolarında yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Dediğim gibi, bunların olacağı belliydi. Bundan sonra neler olabileceğini bilmiyorum. Göreceğiz. Bu iş sadece tiyatrocuların kararlılık sergilemesiyle olmaz ki. Güç kimdeyse, iktidar kimdeyse biraz o yön veriyor sürece. Bu kitabı zaten bunların olabileceği ihtimalini düşünerek kaleme aldım. Bakıyorsunuz, neler neler olmuş, görüyorsunuz. Ben bile unutmuşum bazı şeyleri, yazarken fark ediyorum, gördüğüm zaman şaşırıyorum. Arkadaşlarımız da okuyunca hatırlayamadıkları şeyler olduğunu söylüyorlar. Nasıl hatırlamazsın, bak burada belgesi var diyorum o zaman. İnsanın en büyük özelliği unutmaktır. Unutmak hem iyidir hem kötüdür. Mesela bir yakınınızı kaybedersiniz yavaş yavaş unutursunuz, başka türlü yaşayamazsınız. Unutulmaması gereken şeyler vardır. Onları bu kitapta bir araya getirmeye çalıştım. Şehir tiyatrolarında yaşananlara katkısı olur diye ümit ediyorum. “Ucube” olayı kültür sanatı tartışmaya açtı sanki. Nedir kültür sanat, tanımını yapabilir miyiz? Kültür sanat aklın vitaminidir. Vitaminsiz bir vücut olabilir mi? Vitaminsiz yaşayabilir miyiz, yaşayamayız. Akıl insanın en önemli yol göstericisidir. Aklımızın geliştirilmesi lazım. Her şeyi okulda öğrenemezsiniz. Bazı şeyleri sanatla öğreniriz. Mesela ruhumuzu, beynimizi dinlendiren, ona huzur veren gibi bir konser bir terapi gibidir. İnsanlar niye mutlu olur, neye gülerler. Bir resim gördüğünüz zaman o resim size bir haz verir. O hazzın getirdiği bir vitamin vardır. Tiyatro da aynı etkiyi yaratır. Tiyatro aynı zamanda yaşamın gerçeğidir. Yaşamdaki yanlışları ve doğruları anlatır. Öyle değilse zaten o ileriye kalmaz, oynanır biter. Ama iyi oynanması lazım, doğru oynanması lazım. İyi demek doğru demek. Doğru olan her şey iyidir. Kötü olan doğru yoktur. Tiyatroda da bu geçerlidir. Orada istenmeyen bir şey cinayet bile en doğru şekilde canlandırılır. Onun için mesela bir ci-

CAN GÜRZAP

nayeti konu alan eserler heyecan verir ama o heyecanla birlikte pek çok şey öğrenirsiniz. Bu işin neden yanlış olduğunu anlatır orada size. Yani tiyatro doğruları anlatır. Okulda her şeyi öğrenemezsiniz, okulda hayat gerçeğini vermezler. Mantık verir, felsefe verir. Ben bunların yeterli olduğuna inanmıyorum. İşte orada sanat devreye girer. Tiyatro, sinema, bale, müzik, resim, heykel; her biri eğitime hizmet eder.

“OYUNCULUK DA DEMOKRAS YLE GEL T ” Biraz da oyunculuk hakkında konuşalım. Sinema oyunculuğuyla tiyatro oyunculuğu biraz farklı denir... Hiç farklı değil. Sinemada bilmeniz gereken bazı teknik meseleler vardır. Onun dışında fark yok. “Birinde büyük oynanır diğerinde daha sade” denirdi. Yok öyle bir şey. Tiyatroda ne oynuyorsak sinemada da onu oynuyoruz. Evveldendi o. Eskiden tiyatroda büyük oynarlar sinemada küçük... Bakın eski filmlere, bulabilirseniz görürsünüz. O zaman tiyatro gibi sinemada da jestler büyüktü. Antikden kalmaydı bu herhalde. Sonraları her şey sadeleşmeye başladı. Demokrasinin yaygınlaşmasıyla birlikte oyunculuk da değişti, sadeleşti. Yaşama daha yakın olması gerektiği görüşüne varıldı. Bu, rejisör tiyatrosuyla ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan bir tiyatrodur. Yine tiyatronun bu gelişimine en büyük katkıyı sağlayan öncülerden Stanislavski'nin geçtiğimiz yüzyılın başında büyük katkıları olmuştur. Arkasından tiyatroya psikodramayı getirmiştir. Psikolojiyi dahil etmiştir, insan yapısını işlemiştir. İnsanı araştırmıştır. Ve en doğalını yansıtmaya çalışmıştır. Onlardan sonra Max Reinhardt gelir. Ondan sonra bazı kuramcılar gelir. Bunların hepsinin ortak görüşü tiyatronun ayrı bir anlatımının olmaması, yaşamda neyse bunun olduğu gibi anlatılması gerektiği yönündedir. Gerçeklerin daha iyi verilmesidir amaçları. Gerçeğin olduğu

gibi yansıtılması çabası oyunculukta sadeleşmeyi getirdi. Bu hem sinema oyunculuğu hem de tiyatro oyunculuğu için geçerli. Dizileri nereye koyuyorsunuz? Diziler hayatın bir gerçeği. Arz talep meselesi. O kadar çok dizi çekiliyor ki. Çok zor şartlarda çekiliyor. Dört beş günde bir bölüm çekiliyor. Bir film uzunluğunda. İki set yapıyorlar. Çalıştıkları toplam saat 20 iş gününe denk geliyor. 20 günlük işi dört güne sığdırmış oluyorsunuz. Ama yine de çok iyi, çok kaliteli çekimler yapılıyor. Çok iyi diziler var. Hepsini takip etme imkanım olmasa da iyi işler yapıldığını biliyorum. Halk da seviyor. Zaten beğenilmeyen de kaldırılıyor.

“APARTMAN DA RES NDE T YATRO ÇALI ILMAZ” Tiyatronun gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni yazarlar, yeni oyuncular... Her şeyden önce salona ihtiyaç var. Şu anda Türkiye'de salon yok. Olanların asgari donanımı yok. Birkaç tane var. Çok yetersiz. Devletin bu işi planlaması lazım. Görüyoruz, kentsel dönüşüm projesi var mesela Beyoğlu'nda. Binalar yıkılıp yeniden yapılıyor. Neden bir tanesini tiyatro yapmıyoruz. Ben genç tiyatroculardan müthiş şeyler çıkacağına inanıyorum. Ama kendilerini gösterme imkanları yok. Bugün buradalar, oyun çıkarıyorlar. Yarın nerede oynayacakları belli değil. Nasıl geliştirecekler kendilerini? Bir çadır olsa sabit, o bile işe yarar. Şimdilerde gençler ellerinde çadır, dolaşıp duruyorlar. Yer bulamıyorlar. Apartman dairelerinde çalışıyorlar. Ama apartman dairesinde tiyatro yaparsanız tiyatro gelişmez. Mini futbolla futbolu geliştirebilir misiniz? Futbol nizami sahada gelişir. Tiyatroda da asgari düzeyde nizami bir salonun olması lazım. Siz ne yapıyorsunuz? Siz varolan salonu kapatıyorsunuz? Alın size AKM... Ben nasıl mutlu olurdum hafta sonları o gençleri gördüğüm zaman. Salonlar dolup taşardı. Neredeler şimdi o gençler? Bu bizim gör-

6 TEMMUZ 2012 CUMA

13

evimiz. Biz onları eğitimlerinden mahrum bırakıyoruz. Bunda bizim sendikalarımızın da sorumluluğu var. Ben yıllarca derneklere, sendikalara üye oldum. Artık bıraktım çünkü oralarda neler olduğunu biliyorum. Onlarda da kabahat var. Bakın benim özel tiyatrom vardı. Kendime göre ciddi bir miktar zarar ettim. Ben tiyatrolara para kazandıran biriyim normalde. Sadece kendimi demiyorum, içinde olduğum oyunları kastediyorum. Ama tiyatronuzu kurunca ne oluyor? Burada oyun yapıyorsun, izleniyor. Oyun beğeniliyor, fısıltı gazetesi dağılıyor. İnsanlar gelip aynı oyunu izlemek istiyorlar. Bir geliyorlar ki oynadığın salona, oyun yok. Nerede? Valla bilmiyoruz burada oynamıyor bu ay. Senin tiyatron değil ki. Sonra nereye gidiyorsunuz? Küçükçekmece'ye gidiyorsunuz mesela. Dekoru kaldırıyorsunuz, yeni dekor koyuyorsunuz. Mazot parası, kamyon parası. Nasıl yöneteceksin tiyatronu? Mali olarak da altından kalkılabilir bir şey değil. Seyirci açısından da çile. Seyirciye seni takip etme imkanı tanımıyorsun ki. Çünkü tiyatro yok. Tiyatro dediğin pazartesi, salı başlayacak, bir sonraki pazartesiye kadar sürecek bir programdır. Devamlılık şart. Bu, iki ay oynar, bir ay oynar, önemli değil. Ama tiyatro dediğin böyle olur. Bir gün orada oyna, bir gün başka bir yerde, olmaz. Çadır tiyatrosu bile böyle olur. Çadırı alırsın, kurarsın. Ben buradayım diye bağırırsın. Zaten kitapta yazıyor. İstanbul'da en aşağı 15-20 tane tiyatro yıkıldı diyorum. Ben demiyorum, gerçek bu. Yıllardır aynı sorunlarla uğraşıyoruz. Aşamıyoruz. Tiyatronun önündeki en büyük engel bu salon meselesi. O yüzden şu anda ülkemizde tiyatronun durumu deyince bunun dışında bir değerlendirme yapamıyorum. Cumhuriyet diyoruz. Bakıyoruz, Cumhuriyet döneminde nasıl olmuş bu işler. Ben bakıyorum. On sene önce lise son sınıf edebiyat kitaplarına baktım. Son okutulan metinler Halide Edip Adıvar'ın kitapları, “Ateşten Gömlek”, 1922. Yazıldığında daha savaş devam ediyor. Cumhuriyet ilan edilmemiş. Hiç mi bir şey yazılmamış ondan sonra... Neden bu kadar korkuyoruz yazılanlardan. Hep sansür, hep baskı. Neler çektirdik yazarlarımıza, sanatçılarımıza. Nazım'a, Kemal Tahir'e. Sinemayı sansürle, kitabı sansürle, dizileri yak. “Yılanların Öcü” sansür edildi bu ülkede. Fakir Baykurt, Cumhuriyet yazarı değil mi. Neden yaptık bunları? Yaşar Kemal neler çekti...

“E T M DÜZEY Y DE L” Üniversitelerde tiyatro eğitimi ne durumda? İyi olduğunu zannetmiyorum. Sadece tiyatro değil diğer alanlarda da eğitim düzeyi iyi değil. Duyuyorum arkadaşlardan. 25 kişilik sınıflarda eğitim yapılıyormuş konservatuarda. Olmaz. En fazla 10 kişiyle olur. Biz burada diksiyon derslerine bile en fazla 13 kişi alıyoruz. Şu anki çalışmalarınız neler? Devlet Tiyatrosu'nda yeni bir oyun çalışıyoruz. Altı yedi yıldır Devlet Tiyatrosu'nda oynamıyordum. Çalışmalarına başladık ama bu sezona yetiştiremedik. Eylül'de başlayacağız. Çok güzel bir oyun. Bana göre son yüzyılın en büyük yazarlarından Friedrich Dürrenmatt'ın “Yaşlı Hanımın Ziyareti” oyununu sergileceyeceğiz. Bir de bir dizi olacak. Onlar da yeter herhalde..


14

6 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

DOĞU KARAOĞUZ’DAN “KUVAY-I MİLLİYE RUHUYLA BİR ÖMÜR”

Bir Cumhuriyet Savaşçısı’nın yaşam öyküsü İRFAN YALÇIN Kurtuluş Savaşı tarihimizde, Kuvay-ı Millîyeci denilen ulusal savaşçı tipinin en seçkin örneklerinden biri olan Tâhir Karauğuz’un yaşam öyküsünü, oğlu Doğu Karaoğuz “Kuvay-ı Milliye Ruhuyla Bir Ömür” adlı kitabında nesnel bir yöntemle, ortaya somut belgeler koyarak anlatıyor. Gazeteci-Yazar Orhan Karaveli’nin önsözü ve Doğu Karaoğuz’un sunuş yazılarıyla başlayan ve sekiz bölümden oluşan yapıtta, yer yer geriye dönüşlere başvurulsa da, genellikle sıradizinsel (kronolojik) bir çizgi izleniyor. 1898’de Safranbolu’da doğan, ilkokulu (iptidai) ve ortaokulu (rüştiye) burada okuduktan sonra, Kastamonu Lisesi’ne giden Tâhir Karauğuz, burada İsmail Habib (Se-vük), İsmail Hakkı (Uzunçarşılı), Suat Hakkı (Soyer) gibi kendi alanlarında ün yapmış öğretmenlerin öğrencisi oluyor. Balkan Savaşı yıllarında (1912-1913) henüz 15 yaşındayken, Kastamonu’da “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin yapısı içindeki “Türk Gücü”ne yazılan ve yine orada yayımlanan “Köroğlu” gazetesinde, yurt sevgisini çığlıklaştıran koçaklamalı (hamâsi) şiirler yayımlayan Tâhir Karauğuz, bir yandan da Mehmet Âkif, Aka Gündüz ve Ziya Gökalp gibi ünlü yurtsever yazın adamlarına mektuplar yazıp, onlarla ilişki kurmaya çalışıyor. 1916’da henüz 18 yaşındayken, gönüllü olarak askere yazılıyor ve yedek subay (ihtiyat zâbiti) olarak göreve başlayıp, “Kördede” adında bir eşkiyâyı ve onun adamlarını kovalayan birliğe kumanda ediyor. 1918’de, 2 yıl, 7 ay, at sırtında, firari ve eşkiyâ kovaladıktan sonra, terhis edilen Karauğuz, yarım kalan öğrenimini bütünlemek için, 20 yaşındayken, yeniden Kastamonu Lisesi’ne geliyor ve iki okul arkadaşı ile birlikte tek yapraklı bir gazete çıkartıyor: “Açıksöz”. Tâhir Karauğuz’un iki arkadaşı ile birlikte çıkardığı o tek yapraklı gazetede, “Nidâ” imzasıyla İstanbul halkını isyana çağıran zehir zemberek bir yazı yayımlanıyor: “Zavallı İstanbul!”. Şöyle bitiyor yazı: “Uyan ey Anadolu ahâlisi! Uyan! Uyan! Uyku devresi çoktan geçmiştir!..” (S.16). İşin ilginç yanı, bu yazı yayımlandığında, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı iki ay bile olmamış, Erzurum ve Sivas Kongreleri henüz yapılmamıştır. İşte o üç liseli gencin çıkardığı “Açıksöz” gazetesi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen ilk Anadolu gazetesi olacaktır. “Açıksöz”ü çıkaranlar, İstanbul Hükümeti’nin yayın organı “Zafer” gazetesinden gelen “Asarız, keseriz” tehditlerine kulak asmamakta, hemen her sayıda Kuvay-ı Milliyeciliği övmekte, sürekli olarak Mustafa Kemal’in telgraflarına yer

vermektedir. “Ulusal Hareket”in Anadolu’daki sesi olan “Açıksöz”ün 1919 Ağustos sayısında, “İstiklâlimize yan gözle bakan bir müzâhiri (yardımcıyı), velev ki bizi hazinelere garketse ve şu bir iki asırlık terakki (ilerleme) yolunda bizi 10-15 senede katettiriverecek bile olsa, istemeyiz. İstiklâlimizden zerre kadar fedakâlığa râzı değiliz.” yazılıdır (S.46). 1919’da, Kastamonu Lisesi’ni bitiren Tâhir Karauğuz, Safranbolu’nun bir bucağı olan Ulus’a Bucak Müdürü olarak atandıktan hemen sonra, oradaki 67 köyü at sırtında tek tek dolaşarak Kuvay-ı Milliye’ye asker yardımı için elinden geleni yapacak ve “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ile bağlantı kurarak onun şubelerini açacaktır.

KARAELMAS D YARI ZONGULDAK Tâhir Karauğuz, 1920’de, Zonguldak’ta kömür ocağı işleten ve buraya Kuvay-ı Milliye anlayışını ilk getiren dayısı Maksut Çivi’nin önerisiyle, Ulus’tan ayrılıp Zonguldak’a geli-yor. Burada Zonguldak Müftüsü İbrahim Hakkı (Ak-ça) Efendi’nin başkanlığında “Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti”nin Zonguldak Şube-si’nin kurulmasına yardım ediyor. Ankara Hükümeti tarafından çalışmaları yakından izlenen ve göğsünde Birinci Dünya Savaşı ile ilgili madalyası bulunan Tâhir Karauğuz, Garp Cephesi Komutanlığı’nca As-kerî Polis Müdürü olarak atandıktan pek az sonra, 1 Aralık 1920’de, Osmanlı ordusunda 2 yıl 7 ay askerlik yapmış olmasına karşın, Ak-

çaşehir İskele ve Limanlar Kumandanlığı emrine atanıyor, teğmen olarak.

GARP CEPHES Tâhir Karauğuz’u örnek bir Kuvay-ı Milliyeci olarak gören Ankara Hükümeti, ona durmadan yeni görevler vermektedir. Akçaşehir’de beş ay görev yapan Karauğuz, 24 Nisan 1921’de, Garp Cephesi Komutanlığı’na bağlı İstihbârat Zâbiti (Giz Araştırma Subayı) olarak Zonguldak’ta, daha sonra da Ankara’da Garp Cephesi Komutanlığı Matbuat ve Neşriyat Şubesi’nde çalışıyor. Karauğuz, Ankara’daki görevi sırasında, Yunus Nâdi, Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi, Mehmet Âkif, Hamdullah Suphi, Yusuf Akçuraoğlu gibi, Ankara Hükümeti yanlısı ünlülerle tanışıyor. O günlerde, İnönü’nün, Yunan ordusunun Anadolu halkına yaptığı zulmün tarihe net olarak geçilmesi için kurduğu “Tetkik-i Mezâlim Heyeti”nde, Hâlide Edip (Adıvar), Yâkup Kadri (Karaosmanoğlu), Yüzbaşı Yusuf (Akçura)’dan başka Tâhir Karauğuz da vardır (Hâlide Edip Adıvar, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” kitabında, Tâhir’den “Mülâzım” diye söz ediyor). Tâhir, düşmanın yakıp yıktığı Anadolu’yu gezerken, gördük-lerinden duyduğu büyük acıyı, “Harâbeler İçinde”, “Ötme Bülbül”, “Ah Vatan, Sen Misin?”, “Akşam” gibi şiirleriyle dile getiriyor. Tetkik-i Mezâlim Heyeti’nin çalışması bittikten sonra Ankara’ya dönen Karauğuz, İsmat İnönü ve Fevzi Çakmak’la görüşme olanağı buluyor ve onların övgülerini kazanıyor. İşte tam o günlerde, Müdür-i Umûmi (Genel Müdür) Ağaoğlu Ahmet’in imzasıyla, yeniden Zonguldak’a atanıyor. Yeni görevinin adı: GenelKurmay Başkanlığı İstihbarat Subayı ve İstihbarat Müdürlüğü’dür.

ZONGULDAKLI YILLAR Tâhir Karauğuz’un Zonguldaklı yılları, 1922’den 1962’ye kadar sürüyor ve bu 40 yıl içinde insanüstü bir çabayla çalışıp, hemen hemen bütün Türkiye’ye sesini duyuran bir Zonguldak basını yaratıyor tek başına. 23 Mart 1923’te, Zonguldak’ta ilk gazeteyi (Zonguldak) çıkaran, 13 Aralık 1923’de

ilk basımevini (Zonguldak Karaelmas Basımevi’ni) kuran odur. Gazetenin yazarları arasında, Aka Gündüz, Ahmet Naim Çıladır, Sâdi Yâver Ataman; ozanları arasında, Behçet Kemal Çağlar, Ârif Nihat Asya, Orhan Şâik Gökyay, Rızâ Polat Akkoyunlu gibi o yılların ünlüleri bulunmaktadır. Sık sık Cemal Nâdir’in karikatürleri de yer alır gazetede. Zonguldak madenlerinin kamulaştırılması konu-sunda sürekli olarak yayın yapan gazetenin genel politikasını, gazetenin yazarlarından Hüseyin Avni şöyle özetliyor: 1. Her şeyin üstünde millî menfaat duygusu; 2. Tam ola-rak inkilâp davâsı; 3. Türkçülük davâsı; 4. Kömür havzasının davâsı. Yalnız gazete yayımlamakla yetinmeyen Karauğuz, kurduğu basımevinde kitaplar da yayımlıyor. 1922’de, Hâlide Edip Adıvar’ın önsözüyle yayımlanan “Orduya Armağan” adlı şiir kitabı ve özellikle “Orta Anadolu’da Yunan Faciaları”, o zamanki Anadolu bası-nında büyük yankı uyandırıyor. Öyle ki, Süleyman Nazif ve Abdülhak Hâmid, yazdıkları mektuplarla Tâhir Karauğuz’u kutluyorlar. Ama kuşku yok ki, Karauğuz’u en çok mutlu eden, Atatürk’ün 9 Mayıs 1922 tarihli mektubu olmuştur (S.113): “Ankara, 9.5.1338 (1922); Zonguldak İstihbârat Müdürü Tâhir Karauğuz Bey’e: Türki-ye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü sene-i devriyesi münasebetiyle yazılan şiiri hâvi 23 Nisan 338 tarihli mektubunuzu ve ‘Orduya Armağan’ ve “Orta Anadolu’da Yunan Facia-larıı” ünvanlı iki kitabınızla beraber 1 Mayıs 338 tarihli mektubunuzu memnuniyetle al-dım. Hissiyât-ı vataniyyelerinize teşekkür eder ve hidemât-ı millîyede muvaffak olmanızı temenni ederim. Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Başkumandan Mustafa Kemal.” Tâhir Karauğuz, yaşamı boyunca yüreğindeki Kuvay-ı Milliye ateşini hiç soğutmamış, Kurtuluş Savaşı’nın bitimiyle, 1922’de Zonguldak’a geldikten sonra da, aynı güç, inanç ve coşkuyla, âdeta tek kişilik bir kültür kurumu gibi çalışarak, yalnız Zonguldak basınının değil, başka bir çok toplumsal kurum ve etkinliklerin oluşturulmasında da öncülük etmiş ve bu ildeki türlü “ilk”lere imza atmıştır. Ama ne hazindir ki, 1962’de büyük parasal sıkıntılar içinde kalarak, varını yoğunu, canı gibi sevdiği basımevini satmak zorunda kalarak, kimseye duyurmadan, bindiği Tarı vapuruyla, ömrünü verdiği Zonguldak’tan küskün ayrılmış, 1982 yılında öleceği İstanbul’a oğlunun yanına gitmekten başka çare bulamamıştır. (Kuvay-ı Milliye Ruhuyla Bir Ömür, Doğu Karaoğuz, Truva Yayınları, 376 s.)


ARAKABLO

Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

15

Hegel’in yazgısını Türkiye gerçeğinde paylaşmak Onca do ru saptamadan sonra Hilav, ne yaz k ki, Marksizm’in felsefi ve tarihsel ilkelerini verdikten sonra evrensel bütünün tekerle ini dü ünsel hakikatle ekonomik yasalar aras ndaki yar a sokan Hegel’in yazg s n ba ka ba lamda, politikan n s radan girdab nda ve trajikomik biçimde payla r. SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com Geçen haftaki Arakablo’nun başlığı “Dine Dair Kimi Yanılsamalar ve 2 Temmuz”du. Yazıda Selahattin Bağdatlı’nın “Selahattin Hilav’la Konuşmalar” (Nisan 2012, YKY) kitabını da “birçok meseleyi dinle ilişkisi bağlamında ele almasından” ötürü önemli bularak Hilav’ın kimi saptamalarını tartışmaya çalışmıştım. Polemik yanı ağır basan bir yazı ortaya çıkmıştı: “Düşünebiliyor musunuz, [1950’den beri] dinsel yabancılaşmanın yanılsattığı kitleler, laik ve Kemalist olmadıkları için, seçilenlerse onları ülkenin talanına ortak etmek üzere din kisvesiyle aldatarak büsbütün soyup soğana çevirdikleri için sol oluyor?! Tutarsızlığın bu kadarına pes!” Bu vargı, olumlu ve olumsuz tepkilere yol açtı. Hilav’ın “ATÜT’çü bakış açısının ürünü olan bu tür sakatlıklarını eleştirmekle iyi ettiğimi” belirtenlerin yanı sıra, “hem ülkemiz felsefesinde emek ve katkısı bulunduğunu söylüyorsun hem de tutarsızlıkla suçluyorsun” diyerek, “asıl tutarsızlığa benim düştüğümü, gerçekliğe karşı sorumluluk duygusunu polemik tutkusuyla zedelediğimi” öne sürenler oldu. Birincilere olumlama yönünde sık sık gönderdikleri iletilerle beni düzenli yazmak üzere yüreklendirdikleri için teşekkür ederim. İkincilere benim için öğretici saptamalarından ötürü iki kez teşekkür ederim.

AÇIMLAYICI VE YARATICI GÖRÜ LER YLE ÖNE ÇIKAN ÇAPLI B R DÜ ÜNÜR Selahattin Hilav, benim için hep, “ülkemiz Marksist felsefe kültürünün oluşmasında büyük emek ve katkısı bulunan”,

dahası bizde diyalektik felsefenin dilini kurmada öncü ve kalıcı çabaları yıllar geçtikçe yoğun anlamlar kazanacak derin bir felsefecidir. Nâzım Hikmet üstüne yazılmış en güzel birkaç yazıdan birini Papirüs’te (1967) onun kaleminden okuduğumdan beri, Yeni Dergi, Yazko Felsefe ve başkalarında adını görmemle yürek atışlarımın hızlandığını duyumsadığım, Aydınlık’ta yazmaya başlamasını (1993) büyük gazetecilik başarısı olarak sevinçle karşıladığım bir yazardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Can Yücel eleştirileri ve gerçeküstücülük yorumları (Edebiyat Yazıları, 1993, YKY), Murat Belge ve Hilmi Yavuz’la yürüttüğü, bugün niye benzerleri yok diye hayıflandığımız eşsiz derinlikteki polemikler, o yazmazsa kimsenin el atıp da yazamayacağını düşündürten birçok felsefe kavramı ve sorunu üstüne yazılar (Felsefe Yazıları, 1993, YKY), Diyalektik Düşüncenin Tarihi (1966, Sosyal Y.) ve 100 Soruda Felsefe Elkitabı (1970, Gerçek Y.) gibi kırk yıldır elden düşürmediğim kitaplar bize hep onun armağanı. Yine birçok meselede olduğu gibi, Türkiye’nin tarihsel geçmişi, toplumsal yapısı, kültürel derinliği ve politik ufku üstüne hazırlop yargılara uzak duruşu, aydınlarımızı silkeleme girişimlerinin yanı sıra ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) konusunda genç araştırmacılar kadar uzmanlar için de son derece açımlayıcı ve yaratıcı görüşler ortaya koyuşu onun çaplı düşünür kimliğinin kalıcı yansımalarıdır. Entelektüeller ve Eylem kitabı (haz.: Sema Rifat, 2008, YKY) Hilav’ın gazete ve dergilerde kalmış yazı, tartışma ve söyleşilerinin derlendiği bir kitap olarak onun düşüncesini bütünleyen, ama daha önemlisi, günümüzde çok yakıcı biçimde gereksinilen aydın ve eylem diyalektiğini vurgulamasıyla öne çıkmaktadır. İki kalem darbesi üç tuş dürtmesiyle onu harcayacağını sanma hafifliğine kapılacak kadar enayi ya da hödük olmadığım kanısındayım; onun bir Marksist felsefeciye uygun düşen bu özellikleri üstüne 1967’dekinden farklı düşünüyor da değilim. Yazı işini öyle ciddiye alır ve titizlikle yürütür ki, özensiz yazılmış tek cümlesini, gereksiz tek sözcüğünü gösteremezsiniz.

D N FELSEFEN N KAR ITI B R DEOLOJ K TOPLAMDIR Onu hep çekici ve etkili kılan yönüyle en iyi tanımlayan kişi, Bağdatlı’nın da anımsattığı gibi, Kemal Tahir olmuştur: “Selahattin Hilav’ın özelliği ve gücü, genel olarak eski ve yeni felsefe bilgisinin sağlamlığında, genişliğinde ve derinliğinde değil, bu bilgiyi en ileri görüşlerle birleştirebilme özelliğinde, yeteneğindedir. (...) Modern felse-

fede büsbütün kendi alanına girmiş olan Selahattin Hilav, burada Marx’ı hazırlayan büyük düşünce ırmağını, Batı’da bile çok az rastlanan bir sağlamlıkla izlemekte, Marksizm’in günümüzü etkileyen yönlerine ayrıca önem vererek, Batı’daki çalışmaları aydınlattığı gibi, bizim belli anılarda kalmış kalıp aktarıcı Marksist geçinenlerimizi de uyarmaya çalışmaktadır.” Benim Hilav’da tutarsızlık olarak nitelediğim durumlar, din ve politik egemenlik ilişkisine dair tanım ve tavırlarda ortaya çıkıyor. Anadolu toplumuna ilişkin, yine Kemal Tahir’in de dikkat çektiği şu saptaması, gerçeğin somut ve engin anlatımıdır: “İdeoloji, yani din, gelenek ve alışılagelmiş yaygın düşünce tarzları, felsefenin ve felsefe ihtiyacının yerini tutmaktadır. (...) din ve ideoloji felsefenin yerini almış... felsefî düşüncenin canlanması ve yeniden doğması (Rönesans) imkânsız hale gelmiştir. Anadolu Türk toplumu da Yakındoğu İslâmî toplumlar kategorisi içinde yer alır ve belki de bu kategorinin en kusursuz örneğidir.” (Elkitabı, s. 142 - 143) Hilav daha Yön’deki bir yazısında (Şubat 1966, S: 149) dini ideolojik bir olgu, bir yanılsama biçimi olarak tanımlar: “Din, temel yapısı bakımından, bir ideolojidir. Yani insanların içinde yaşadıkları maddi şartların, aldatıcı bir biçimde insan bilincinde yansımasıdır.”

LA KL K VE ASKER-S V L AYDIN ZÜMRE Hilav, “insanoğlunun aldanması, kendini aldatması” olarak adlandırılabilecek yöneliminin dinde karşılık bulduğunu, bu toplumsal ve ruhsal gereksinmenin aşılması yönünde yüzeysel ileri-geri kavgasının çözümsüz kaldığını belirtir. Din üstüne Aydınlık’taki “Bizdeki Laiklik” yazısında (29.06.1993), “İttihat-Terakki’den kaynaklanan ve Cumhuriyet döneminde radikal bir biçim alan din düşmanlığı”nın yobazlık karşıtı edebiyata dönüşmesini eleştirerek Marksistleri uyarır: “Kemalizmin tezgâhında dokunmuş solculuk ile Marxçılık arasındaki örtüşmezliği ve uyuşmazlığı apaçık bir biçimde ortaya koymak gerekiyor.” Cumhuriyet laikliğinin “tarihsel-toplumsal koşullardan soyutlanarak tek başına ele alındığında kendi öz amacına ters düşen bir tutum”a yöneldiğini belirtir. Kemalizmin aydınlanma savaşımının da askersivil aydın zümrenin Osmanlı’dan müdevver baskıcı ve yasakçı yöntemlerle, yüzeysel olarak yürütüldüğünü ısrarla öne sürer. Toplumun geleneklerinden ve tarihinden kopartılmasını eleştirir. İslâm toplumlarında isyanların başladığı

yere dönerek sona erdiğini belirleyen Engels’e dayanarak Hilav Anadolu’da dönüşüm ve yenilenme geçirmeksizin toplumun kendini sürekli yinelediği gerçeğini sık sık anımsatır; Hegel’in saptama ve öngörülerini de kaynak alır. Bu durumda topluma dinamizm kazandırmak ancak dış etkilerle olanaklıdır. Emperyalizmin dayatmasıyla örtüşen dinci politika ve örgütlenmeler, toplumun tarihsel ve yapısal bir özellik olarak talanı üleşme alışkanlığını bu kez dış yardım ve borçla giren yabancı sermayenin paylaşılması eğiliminde canlı tutarak dinci kitlelerle bütünleşir, çıkarları uğruna ülkeyi pazarlamayı ve peşkeş çekmeyi dinsel örtülerle kutsallaştırır. Peki toplumun %50’si emperyalizmin yedeğinde ülkesine ihaneti dinsel meşruiyete ve rızaya dayalı yıkıcı ittifaklarla yürütünce sol oluyor da, yurdunu savunmak niye azınlıkçı, seçkinci, yasakçı, halk düşmanı ve sağ oluyor? Doğu ve İslâm toplumlarının, özellikle Türk toplumunun özgün tarihsel nitelikleri bulunduğu gerçeğinde bugün herkes birleşiyor. Asker sivil aydın zümrenin toplumsal değişme sürecinde tam da bu gerçeğin karşı ucunda yer alması tarihsel bir olgu. Bu gerçeği ilk kez tanımlayan Yusuf Akçura’nın sınıfsal çözümlemesiyle 1908 Devrimi’nde –ve yüz yıldır– yaşananlara bakınca şunu görüyoruz: Dönüşüme yatkın unsurlar olarak asker-sivil aydın zümre, ulusal burjuvazi ve halkın üretici kesimleri, emek verdiği yurdunu Batı’nın evrensel değerleriyle donanmış düzeyde yeni bir toplumsal ve anayasal düzene taşıma savaşı verir. Emperyalizm de bu gelişmeyi durduracak dinci karşıdevrim cephesiyle sürekli işbirliğinin önündeki engelleri adım adım kaldırır... Onca doğru saptamadan sonra Hilav, ne yazık ki, Marksizm’in felsefi ve tarihsel ilkelerini verdikten sonra evrensel bütünün tekerleğini düşünsel hakikatle ekonomik yasalar arasındaki yarığa sokan Hegel’in yazgısını başka bağlamda, politikanın sıradan girdabında ve trajikomik biçimde paylaşır.


16

6 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

150 YILLIK MÜCADELEDEN SÜZÜLÜP GELEN “TÜRK YE’N N ANAYASA B R K M ”

Egemenlik ve ait olduğu sınıflar Anayasan n devlet ve onun örgütlenmesi bak m ndan ta d anlam, yeni toplumu kurmada ve ekonomik, siyasi, sosyal ili kilerin düzenlenmesinde anayasalar n üstlendi i rol ortaya konuluyor. Anayasalarla devrim ve kar devrimler aras ndaki ili ki, hem toplumsal geli me, hem de Türkiye prati i düzleminde aç klan yor. HÜSEYİN ÇOBANOĞLU Doğu Perinçek’in “Türkiye’nin Anayasa Birikimi – ‘Bölücü Anayasa’nın Eleştirisi ve Cumhuriyetin Yeniden Örgütlenmesi” adını taşıyan son kitabı geçtiğimiz günlerde Kaynak Yayınları’ndan çıktı. Kitap, ülkemizde anayasa hukuku üzerine yazılan; meselenin teknik yönlerine yoğunlaşan “şekli ve maddi anayasa hukuku” eserlerinden ya da yalnızca güncel tartışmaya yoğunlaşıp anayasayı toplumsal sürecin bütünlüğünden koparan eserlerden esaslı bir şekilde ayrılıyor. Türkiye’nin anayasa tarihindeki birikimi ve saflaşmaları tarihsel gelişim içinde ortaya koyarak, bugünkü tartışmaları, anayasa yapma girişimini ve Türkiye’nin ihtiyacı olan anayasayı bu temelde açıklıyor. Bu sebeple, klasik bir “anayasa hukuku” kitabı olmanın çok ötesine geçiyor. Diğer yönden, yeni devletin temellerinin yazıldığı “kurucu hukuk” olan anayasayı, bu niteliğine uygun olarak, Türkiye’nin devrimler ve karşı devrimler tarihi düzleminde ele alıyor ve “hukukun en siyasi olanını”, hak ettiği biçimde toplumsal pratikle birleştiriyor. Bu da eseri klasik anayasa hukuku kitaplarından farklılaştırıyor. Aslında alt başlıkta yer alan “Cumhuriyetin Yeniden Örgütlenmesi” ifadesi de, eserin niteliğini ortaya koyuyor. Yanıt aranan soru yalnızca anayasanın nasıl, kim tarafından, hangi içerikle hazırlanacağı değil; karşı devrim saldırısıyla Cumhuriyetsiz kalmış bir toplumun, bu saldırıyı püskürtürken Cumhuriyetini yeniden nasıl örgütleyeceği. Devrimci Cumhuriyetin esasları, kuruluşu ve felsefesi, devrimci anayasanın Doğu Perinçek

yıllık tecrübe de tartışmasız biçimde orda içeriğini oluşturuyor. Eserin ilk bölümünde anayasanın ne taya koyuyor. Eserde, yeni anayasa girişimi ve Cumolduğu sorusuna yanıt aranıyor. Anayasanın devlet ve onun örgütlenmesi ba- huriyet’in yeniden örgütlenmesiyle buna kımından taşıdığı anlam, yeni toplumu bağlı devrimci bir anayasa seçeneği ise kurmada ve ekonomik, siyasi, sosyal iliş- ayrı birer bölüm halinde ele alınıyor. Yeni kilerin düzenlenmesinde anayasaların Anayasa girişimine ilişkin bölümde, bu üstlendiği rol ortaya konuluyor. Ana- anayasanın omurgasını oluşturan, Türkyasalarla devrim ve karşıdevrimler ara- lüğün ve milletin anayasadan çıkarılsındaki ilişki, hem toplumsal gelişme, ması, özerklik, vatandaşlık, anadille eğihem de Türkiye pratiği düzleminde açık- tim konuları; felsefi temelleri, sosyolojik lanıyor. Bu bölümde ayrıca, güncel ana- yönleri ortaya konarak ele alınıyor. Vayasa tartışmasında neoliberal cephenin tandaş olmakla millet olmak arasındaki can simidi olan ve bilgi kirliliği yaratma fark, millet kavramının Ortaçağ aidiyetaracına dönüşen “sivil”, “ideolojisiz”, “uz- lerine üstünlüğü ve birleştiriciliği, Atatürk laşma” gibi kavramların, tarihsel geliş- milliyetçiliği ve emperyalizm, Cumhurimede nasıl ortaya çıktıkları, yüklendik- yet Devrimi pratiği konularında yapılan leri anlamlar ve devletin, anayasanın açıklamalar, hem bölücü anayasa girişitaşıdığı anlam ortaya konularak, kav- minin temellerine vurmak, hem de cumhuriyet anayasasının ihtiyaçlarını ramların anayasa teori ve pratianlamak bakımından büyük ğine yabancılıkları inceleniönem taşıyor. yor. Bu bölüm, kamuoAnayasa; Eserin bir diğer yunda yürütülen yüyeni bir devletin, önemli yanı, anayasal zeysel ve içi boş taryeni bir toplumun, yeni belgeler incelenirken, tışmaya, kapsamlı bölü üm ili kilerinin yalnızca madde içeeleştiri ve yanıtlar gündeme geldi i ko ullarda rikleri ve içeriğin, içeriyor. ortaya ç k yor. Bu ko ullarda anayasal gelişim baSonraki iki böbölü ülecek en de erli ey kımından önemi delümde Türkiye’nin ise “egemenlik” oluyor. ğil; değişiklere yol anayasa tarihi ve biÇünkü bütün di er açan toplumsal prarimi, devrim ve karşı bölü ümlerin kayna n tikler, bu pratiklere öndevrimler esas alınaolu turuyor derlik eden sınıflar ve rak, dört temel süreç onların karşıt güçleri ortaiçinde ve kronolojik biya konuyor. Bu, anayasanın çimde ele alınıyor. Burada iki “anayasa hukuku” için taşıdığı dede direnç noktası yer alıyor. Bunlardan biri Tanzimatçılığa direnç olarak or- ğerden öte, verili koşullar ışığında toptaya çıkan Genç Türk hareketi ve onla- lumsal yaşam bakımından taşıdığı değeri rın getirdiği 1876 Anayasası, diğeri ise ve üstlendiği rolü kavramayı, anayasa ta“Küçük Amerika” sürecine direnç orta- rihimizdeki ilerleme ve gerilemeleri muya koyan 27 Mayıs Devrimi ve 1961 hakeme edebilmeyi mümkün hale getiAnayasası. Bunların direnç olarak ifade riyor. Ayrıca bu bölümlerde herkes taedilmelerinin nedeni ise devrimci, ileri- rafından kabul edilen anayasal metinci yönleriyle içinde bulundukları süreç- lerden başka, daha derin bir bakış açısıyla leri kesintiye uğratmalarına karşın, sü- kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan pek recin yönünü değiştirememiş olmalarıdır. çok metne yer veriliyor. Bunlardan belÖzellikle ilerici ve devrimci yanları ya- ki de en önemlisi 1921 Anayasası’na da nında, zayıf yanları ve hatalarıyla 1961 ruhunu veren Halkçılık Beyannamesi. Aslında yazar, eserin bütününde, Anayasası’na ilişkin, eserin ilgili bölümünde önemli değerlendirmeler yapıl- anayasa tarihimizi en yalın ifadeyle, “egemenlik ve onun ait olduğu sınıflar” mıştır. İkinci bölümde, çok partili yaşam tec- temelinde tarihsel bir biçimde açıklıyor. rübeleri irdelenirken, demokrasinin özü Anayasa; yeni bir devletin, yeni bir topve gerçek demokrasinin ancak Ortaçağ lumun, yeni bölüşüm ilişkilerinin günkurum ve ilişkilerinden tamamen arınmış deme geldiği koşullarda ortaya çıkıyor. ve özgürleşmiş bir toplumda kurulabi- Bu koşullarda bölüşülecek en değerli şey leceği yalın bir biçimde ortaya koyuyor. ise “egemenlik” oluyor. Çünkü bütün di1950’lerden itibaren geçilen çok partili ğer bölüşümlerin kaynağını oluşturuyaşamda, demokrasinin nasıl adım adım yor. Anayasa ise “en üst paylaşımı” güyürürlükten kalktığını ve Ortaçağ’ın, ya- venceye kavuşturan “en üst hukuk metşamın her alanına hakim kılındığını, 60 ni” olarak karşımıza çıktığı için, ege-

menliğin paylaşımına esaslı değişiklik getiren metinler “anayasal nitelikte” metinler oluyor. Egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olduğunu ilan edenler devrimci birikimi , egemenliği Avrupa merkezlerine ve ABD’ye devredenler ise karşı devrimciliği temsil ediyorlar. Kuşkusuz tek ölçüt bu değil, ama eninde sonunda her ölçüt egemenliğin ait olduğu sınıfa bakılarak cevaplanıyor. Egemenlik halka aitse, gerçek demokrasi ve laiklik hayat buluyor, kamuculuk ve toplum yararı öne geçiyor, Ortaçağ ilişkileri geriletiliyor. Egemenliğin kaynağı ABD ve AB merkezlerinde aranıyorsa, Ortaçağ ilişkileri mezarlarında hortluyor, bencillik ve bireysel menfaat öne çıkıyor, toplum yozlaşıyor, demokrasi soytarılığı yaşanıyor, laikliğe rahmet okunuyor. İşte “Türkiye’nin Anayasa Birikimi”, en başta köklü anayasa birikimimizi ortaya koyuyor; 150 yılı aşan ve bugün de en büyüğüyle karşı karşıya olduğumuz bir çok karşıdevrimci atakla boğuşan bu mücadelenin ve onun devrimci anayasa birikiminin özgüveniyle, devrimci seçeneğe ışık tutuyor. Anayasayı tartışırken sırtını neoliberalizmin sahte kavramlarına değil, Namık Kemallere, Ziya Paşalara, Talat Paşalara, Mustafa Kemallere, Cahit Talaslara ve onların gerçek demokrasi, özgürlük, hak arayışlarına yaslıyor. Eser bütün bu yönleriyle, büyük anayasa çarpışmalarının ve mücadelesinin arifesinde, bu sürece ışık tutacak bir başucu kitabı ve başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. (Türkiye’nin Anayasa Birikimi, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları, 384 s.)


Aydınlık KİTAP

BİR KİTAP BİR FİLM HOMEROS’UN “ LYADA”SI VE PETERSEN’ N “TRUVA”SI

Hektor’dan yana olmak…

TUNCA ARSLAN Homeros’un epik destanı “İlyada”da binlerce yıldır yankılanan, “O dövüşen adamın adı Hektor’du. Ama o atların sürüklediği artık Hektor değildi” dizesi, Truva Savaşı'nı çok iyi özetler. Truvalıların kahraman başkomutanı, ülkesini canla başla savunan, işgalci Yunan gemilerini ateşe veren ama sonunda karşı saflardaki benzeri Aşil’in öfkesinden kurtulamayıp kılıçla can verdiğinde cesedi atlar tarafından sürüklenen Hektor’un öyküsü gerçekten de “binlerce filme” bedeldir. Hollywood’un Alman kökenli yönetmenlerinden, “Ateş Hattında”, “Kusursuz Fırtına” gibi büyük bütçeli, aksiyonu bol sansasyonel filmleriyle tanıdığımız Wolfgang Petersen de Hektor’un, Aşil’in, Paris’in, Helen’in, Yunanlıların, Truvalıların öykülerinden oluşan, “garantili mitolojik malzemeyi” doğrusu gayet iyi değerlendirmişti 2004’te çektiği “Truva”da. İşbilir yönetmen Petersen, özel efektlerin başarısı, savaş sahnelerinin etkileyiciliği, iki ayrı aşk öyküsünün akışı, Aşil rolündeki Brad Pitt’in her kesimden seyirci üstündeki karizması sayesinde, klasik metne saygıda kusur etmeyen iyi bir film koymuştu ortaya. Paris’in Helen’i kaçırmasının, Yunanlıların yayılmacı emelleri için bir bahane olarak kullanılışını özellikle vurgulayan; genel sempatisini, binlerce gemiyle Anadolu’ya, Truva surları önüne çıkarma yapan işgalcilerden değil, yurtlarını savunan Truvalılar’dan yana gösteren Petersen’in, dolayısıyla tarihteki ilk BatıDoğu savaşında doğru bir tercih yapmış durumda. Bunu da bilinen “mitolojik

kabulleri” çok fazla eğip bükmemeye borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Filmde Aşil’in (Akhilleus) kullanım biçimine gelince, bir iki noktanın üzerinde özellikle durmak gerekir. Homeros destanının başkahramanı, “kollarından, bacaklarından güç ve canlılık fışkıran, tanrıça oğlu ve tanrılara denk” Aşil, destana uygun biçimde öncelikle kaba güçten, savaşçılıktan, hatta acımasızlıktan ibaret gösteriliyor. Wolgang Petersen de “sanatı Aşil’den ama yüreği, yurdunu savunan, erdemli Hektor’dan yana olan” Homeros gibi davranmış; Aşil’i içinde savaştığı düzenli ordunun kurallarına bile boyun eğmeyen, günümüzün “anarşizm modası”na uygun, “itaatsiz” bir karakter olarak resmetmekten çekinmemiş. Homeros’un da destanında Aşil’e fazlasıyla eleştirel yaklaştığı, “hem iyi hem kötü” bir karakter olarak anlattığı düşünülürse Petersen’e diyecek fazla bir şey yok. Ama destanı okumamış çoğu seyircinin, örneğin Hektor’dan değil de Aşil’den etkilendiği, Aşil’i “olumlu kahraman” gibi algıladığı da bir gerçek... Homeros, Agamemnon’a karşı, “Kıyasıya savaşta benim kollarım görür en büyük işi / ama bölüşmede payın en okkalısı sana gider” dedirttiği Aşil’in hiçbir çıkar gütmeden savaştığını, sömürüye karşı olduğunu vurgular. İşte filmde bu vurgunun yeterince yapılmayışı, seyircinin kafasında bazı eksen kaymalarına yol açabiliyor. Biz yine de karısına “Köleliğe sürüklenirken çığlığını duymaktansa / Dağlar gibi toprak örtsün beni daha iyi” diyen, yurdu için ölmeyi göze almış, alçakgönüllü yiğit Hektor”a daha fazla kulak verelim elbette.

17

TARIK DURSUN K.'NIN YA GÜNÜ K TABINA YET T R LEMEYEN B R SAYGI YAZISI:

“Öpüldünüz” Tarık Dursun K... AGAH ÖZGÜÇ

Paris’in Helen’i kaç rmas n n, Yunanl lar n yay lmac emelleri için bir bahane olarak kullan l n özellikle vurgulayan; genel sempatisini, binlerce gemiyle Anadolu’ya, Truva surlar önüne ç karma yapan i galcilerden de il, yurtlar n savunan Truval lar’dan yana gösteren Petersen’in, dolay s yla tarihteki ilk Bat -Do u sava nda do ru bir tercih yapm durumda

6 TEMMUZ 2012 CUMA

“...Öyküleriyle romanları, gençlik yıllarından bu yana su gibi okuduğum biri o. Anlatı kişileri, iletişimsizlik, toplumsal çalkantı, insanların kayıtsızlığı karşısında kendileri için evrenler kurmaya girişirken birer sığınak arar hep; aşktır bu yuvadır, dostluktur, güvendir kimileyin ucu rezilliğe de varsa... Bu nedenle karakterlerden yansıyan korku, güven, kuşku, aşk, bağlılık, ihanet duyguları, baskın rol oynar yapıtlarında...” Böyle yazar M. Sadık Aslankara, Tarık Dursun K. için. Gerçekten, o kendine özgü yalın anlatı biçimiyle “su gibi” okunan bir yazardır. Ve Türk edebiyat dünyasındaki 1950 kuşağının en verimli, en renkli kalemlerinden biri Tarık Dursun K. Yalnızca edebiyat dünyasının mı? Bir sinemacı kişiliği var ki, enine boyuna üzerinde durulup araştırılması gerekir. Film eleştirmenliğiyle, senaryoculuğuyla, diyalog yazarlığıyla. Evet, Tarık Dursun K., bir Orhan Kemal gibi “diyalog ustası”dır Türk sinemasında. Orhan Kemal de edebiyattaki ustası değil mi Tarık Dursun K.'nın...

YÖNETMENL K YA AMI O, bir yazı ustasıdır tartışmasız. Herkes tanır, herkes bilir. Ne var ki yeni kuşak, çoğu kişi, Tarık Dursun'un “yönetmenlik” yaptığını bilmez. Bir süre Osman F. Seden'e asistanlık ve senaryo yazarlığı yapan Tarık Dursun, kamera arkasına geçip, 1962'de Ahmet Mekin'le “Aramıza Kan Girdi”, 1963'te Eşref Kolçak'la “Korkusuz Kabadayı”, 1964'de Sezer Sezin ve Cüneyt Arkın'la “Cehennem Arkadaşları” ve aynı yıl Sadri Alışık, Ahmet Mekin ve Sevda Ferdağ'la “Kelebekler Çift Uçar” ve de Yılmaz Güney'le “Yaralı Kurt” adlı filmleri çeker. Tartışmalı bir yönetmenlik macerası yaşasa da, yeni bir bakış açısıyla tekrar izlenmeli filmleri. Özellikle de “Kelebekler Çift Uçar'ı. Ama nasıl?.. “Kayıp film”lerden biri o, yazık ki... Bir “kaçak” olarak asistanlığını yaptığım bu filmin maceralı bir “perde arkası” vardır. Çetin Emeç'in yayın yönetmenliğini yaptığı “Ses Mecmuası”nda çalışırken “röportaja gidiyorum” numarasıyla dergiden kaçıp, Tarık Dursun'a gizlice ve “kaçak” olarak asistanlık yaptığımı anımsıyorum da... Tarık'la dostluğumuz yıllar öncesine dayanır, 1960'lı yılların başlarına. O yıllarda “T.Kakınç” imzasıyla çeşitli gazete ve dergilerde film eleştirileri yazmaktadır. Arada bir beni de peşinden sürüklerdi. 1965'de Milliyet gazetesinin Haftasonu ekinde bir süre birlikte çalışmıştık. Tarık, Haftasonu ekinin birinci sayfasını hazırlıyor, ben de sinemayla ilgili güncel yazılar kaleme alı

yordum imzasız. 1960'ların başı film eleştirmenliğinin en etkin ve en saygın yıllarıdır. Semih Tuğrul'la, Çetin A. Özkırım'la, Ali Gevgilili'yle, Giovanni Scognamillo’yla, Onat Kutlar'la, Nijat Özön'le, Rekin Teksoy'la ve Tuncan Okan'la. Ve elbette Tarık Dursun'la. Ne yazık ki bu öncü eleştirmen kuşağının en önemli kalemlerinden altısı yaşamıyor bugün. Ve o kuşağın en acımasız kalemlerinden biriydi Semih Tuğrul. Türk sinemasıyla ilgili eleştirilerinde kimsenin gözünün yaşına bakmaz, “vur abalıya” misali önüne gelene verip veriştirirdi. Dost Dergisi'nin sinema özel sayısındaki bir eleştiri yazısının bazı yerlerini hafifletmek için az mı ter dökmüştü Tarık Dursun. Benim de “en iyi on Türk filmi” soruşturmasını düzenlediğim bu sinema özel sayısında Tarık da Semih Tuğrul'u aratmayan bir genel yazı yazmıştı. İmzasız bir yazıydı bu. Ve bana “Aman benim yazdığımı kimse bilmesin” diyerek kulağımı çektiğini hatırlıyorum. Dinarlı şair ve adaşı Tarık Gürcan, şair Tevfik Akdağ, gazeteci yazar Cengiz Tuncer'in vakitsiz ölümüyle nasıl da sarsılmıştı. Ama o ne ki? Onu asıl yıpratan, yalnızlaştıran, yaşam düzenini bozan sevgili eşi Nermin Kakınç'ın ölümüydü. Her ne kadar “ölenle ölünmez” dense de içinden bir şeyler kopmuş ve “yaşam”la “ölüm” arasında kalakalmıştı öylece... Tarık Dursun K. “önsöz”lerinin birinde şöyle diyordu: “İnsanlar yaşlandıkça bellekleri de eski gücünü yitirir. Her şey, giderek unutulmanın ıraksal sislerine bürünür. Hatırlamaya kalktığınızda yanılgının çeşitli tuzaklarına düşebilirsiniz. İzlenecek en akılcı yol, yazılmaya değer bulduklarınızı unutmadan kağıda dökmektir.”

UCUNDA ÖLÜM YOK! İşte Tarık Dursun, eşi Nermin Kakınç için şöyle yazmıştı. Onun ölümünden yıllar önce “Karım Benim” başlığıyla kağıtlara dökerek, der ki: “Aradan kırk yıl geçmiş. Tam dün gibi. Hayır, düş gibi. İlk yaptığın yemeği ikimizde hatırlıyoruz; pilavdı ve dibi tutmuştu. İlk ütüsünde pantolonumu yaktı ve hiç sesimi çıkarmamıştım. Ankara'daydık, paramız yoktu ve ikinci pantolon alamayacağımı ikimiz de biliyorduk. Çok üzüldü, evet... Ama ucundan ölüm yoktu ki!” Oysa “ölüm” denen yokoluş, yazarken ardında hiçbir şey bırakmayanlar içindir. “Ölümsüzlük” ise bir sanatçının ya da bir yazarın geride bıraktığı ürünlerle, eserlerle geçerlidir. Evet, sevgili Tarık Dursun K., sonsuza dek öpüldünüz...


Aydınlık KİTAP

18 6 TEMMUZ 2012 CUMA

YENİ ÇIKANLAR

Ben Kap c Süleyman

Sen Bana Bakma

Kendine Do ru Yolculuk

Ac Dü ler Bulvar

Süleyman Yürük, Do an Kitap, 306 s.

Ben Senin Bakt n Yönde Olurum Kolektif, Yap Kredi Yay nlar , 120 s.

Tahsin Yücel, Can Yay nlar , 128 s.

Cumhur Oranc , Ayr nt Yay nlar , 176 s.

Tahsin Yücel, 50'li yıllarda, bir yandan öyküler yazıyor, bir yandan çeviriler yapıyordu. Aynı yıllarda göstergebilimle de ilgilenmeye başlayınca bu alanın dünyaca ünlü hocası Greimas'ın ilgisini çekti ve onun öğrencisi oldu. Bernanos, Balzac, Queneau gibi yazarların metinleri üzerine incelemeler yazmaya başladı. Bu yazılar kısa sürede Avrupa dilbilim çevrelerinde adının duyulmasını sağladı. “Kendine Doğru Yolculuk”, Tahsin Yücel'in 1974'ten 2005'e Avrupa'nın önemli dilbilim ve eleştiri dergilerinde Fransızca olarak yayımlanan yazılarından yaptığı çevirilerden örnekler içeriyor. Bu metinler, dilin oluşum süreçleri üzerinden anlatıların kurgusal yapılarını inceliyor; anlatıyı oluşturan bağlamları, dilbilim yöntemleriyle sistemli biçimde açıklamaya çalışıyor. Yücel, ele aldığı anlatıların kültürel göndermelerini kendi yöntemleriyle çözümlerken, özellikle edebiyat eleştirisiyle ilgilenen okurlara tadına doyamaz yazılar sunuyor.

Üstteki adam çorabının içinden bir jilet çıkardı, alttaki adama belli etmeden sağ elinin baş ve işaret parmakları arasına aldı. Adam jileti parmaklarının ucunda zehirli bir akrebi tutar gibi tutuyordu. Bir yankesicinin el çabukluğuyla alttaki adamın kasığına jiletle bir yarım ay çizdi. Alttaki adam neye uğradığını anlayamadan üstteki adam sol elini yarım ayın ortasına bastırdı, sağ elini açılan delikten içeriye soktu, alttaki adamın bağırsağını çekti zamanı durdurmak istercesine bir hırsla. Yıllar önce işlenmiş bir travesti cinayeti etrafında gelişen zincirleme olaylar, İstanbul'dan New York'a kadar uzanan kirli ilişkiler, hiç kimsenin masum olmadığı bir kurmaca dünyası. Haber peşinde koşan gazeteciler, Osmanlı hanedanı mirasçıları, güzel kadınlar, zengin işadamları, tuhaf dedektifler, dedektifliğe soyunan işsiz güçsüz bir Ermeni, Meksikalı uyuşturucu kaçakçıları ve bir dizi cinayet...

Stratejist

Rimbaud

Cynthia Montgomery, Optimist Yay., Çev: Ümit ensoy, 208 s.

Graham Robb, Bankas Kültür Yay., Çev: Süha Sertabibo lu, 543 s.

Son otuz yılda strateji üzerine sayısız kitap yazıldı, ancak “Stratejist” ve bu can alıcı rolün onu omuzlayan kişiden neler beklediği hakkında ilk kez bir kitap kaleme alınıyor... Şirketiniz önemli mi? Her liderin yanıtlaması gereken en önemli soru budur. Bugün işinizin kapısına kilit vursanız müşterilerinizin gerçek bir kaybı olur mu? Onların gereksinimlerini sizin kadar iyi karşılayabilecek başka bir firma bulmaları ne kadar zaman alır ve ne kadar zor olur? Bu soruya vereceğiniz yanıttan emin değilseniz, stratejiye yenilikçi bir bakışla tanışmanızın vakti gelmiş demektir. Yirmi yılı aşkın bir süredir Harvard İşletme Okulu'nda stratejinin varyasyonlarını anlatan dersler veren profesör Cynthia Montgomery, strateji uygulaması ve öğretisinde devrim yaratan yaklaşımları açıklıyor.

Şeytani yaratıcılığının müthiş parıltısını 16 yaşında bir delikanlıyken dünyaya saçmaya başlayan Fransız şair Arthur Rimbaud (1854-1891), hayli sarsıcı olaylar yaşadıktan sonra tutkulu bir ilişki sürdürdüğü Paul Verlaine'e ve şiir yazmaya ilgisini yitirerek ortadan kaybolur. Çeşitli efsanelere kaynaklık eden hayatının bundan sonraki döneminde on üç ülkeye yolculuklar yapar; fabrika işçiliği, öğretmenlik, dilencilik, liman işçiliği, paralı askerlik, denizcilik gibi çok çeşitli mesleklere girip çıkar. Yaralı bir genç olarak o zamanın uygar dünyasının dışında kendini arar. Bulur da... Habeşistan'a yerleşir, iş kurar, ev kurar, silah ticareti dahil bir sürü iş yapar. Delikanlılık çağında Fransa'nın müesses nizamını reddeden Rimbaud, orta yaşlarında Harer'in o kadar müesses olmayan nizamında saygın bir yer edinir kendine...

Antalya'da bir apartmanda kapıcılık yapan "engelli" Süleyman Yürük'ün anılarını çok değişik duygularla okuyacak, çok farklı bir dünyaya girecek ve hayata farklı bir pencereden bakacaksınız. Bir engellinin hayata tutunma mücadelesi... Elinizdeki kitap, tam anlamıyla bir "hayatım roman" öyküsü içeriyor. İlk bakışta "sıradan", "alelade", "hepimizinki gibi" görünen ama bir yandan da zorluklarla, sıkıntılarla, engellerle dolu olağanüstü bir hayat serüveni bu... Belirleyici olansa azim, direnç, hayata tutunma arzusu ve milyonda bir görülen bir hastalığa rağmen yıkılmama iradesi... Antalya'da bir apartmanda kapıcılık yapan "engelli" Süleyman Yürük'ün anılarını çok değişik duygularla okuyacak, çok farklı bir dünyaya girecek ve hayata farklı bir pencereden bakacaksınız. “Ben Kapıcı Süleyman”, hayata isyan etmek ile hayata sıkı sıkıya bağlanmayı bir arada sunan samimi ve açık sözlü bir anlatı.

Kitap, Özdemir Asaf'ın kızı Seda Arun'un babasının sesini kaydettiği kayıtlarından oluşuyor. Bu kayıtlarda Özdemir Asaf'ın kendi sesinden dinleyeceğimiz şiirleri ve bir de İstanbul Radyosu'nda yapılan röportajı bulunuyor. Seda Arun, kitabın önsözünde evlenme teklifi aldığının ertesi konuyu babasına nasıl açtığını, onun verdiği tepkiyi ve şiirlerin kaydedilme hikayesini şu sözlerle anlatıyor: "Beş sene olmuştu annemle babam ayrılalı. O mayıs akşamı babam, annemin Caddebostan'daki evine geldi. Sofrada babamla karşılıklı oturduk... Sonra annem konuyu açtı. Sordu. Benim yanaklarım yine kızarmıştı. Cevabını bekliyordum ama vermedi. 'Benim şiir kitaplarım nerede?' diye sordu. Annem kitapları sofraya getirdi. Babam tabağını kenara itti. Rakı bardağını kitaplardan uzaklaştırdı. Sayfaları karıştırmaya başladı. Şiirlerle cevap vereceğini anlamıştım. Makaralı teybi sehpanın üzerine koyup, düğmesine bastım."

Düzeltmeler

Piyano Ö retmeni

Jonathan Franzen, Sel Yay nc l k , Çev: Füsun Doruker, 496 s.

Janice Y. K. Lee, Artemis Yay nlar , Çev: Canan Sakarya, 320 s.

“Düzeltmeler”, birbirlerine duydukları güvenle kusursuz bir "aile" olmak isteyen, ama birbirlerini sürekli hayal kırıklığına uğratan, farklı hayatlar içinde çırpınırken ortak bir alanda bir türlü buluşamayan beş kişinin ince ince örülmüş, çarpıcı ve sürükleyici hikâyesi. “Düzeltmeler”, her gün yaptıkları hataları onarmaya çalışırken yeni hatalar yapan tüm insanların tuhaf olduğu kadar da gerçek hayat hikâyesi. "Bu kitabı okurken gülümseyeceksiniz, öfkeleneceksiniz, söyleneceksiniz, gözleriniz yaşaracak, yüreğiniz sevinç ve ümitle dolacak. Ama her şeyden önce neden iyi edebiyat metinlerine ihtiyacımız olduğunu anlayacaksınız." -The New York Review of Books-

Bazen, aşkın bitişi bir başlangıçtır... 1942 yılında, Will Truesdale adlı İngiliz, Hong Kong'a geldi ve kendini, Avrasya sosyetesinden güzeller güzeli Trudy Liang'la tutkulu bir aşkın içinde buldu. Ancak kısa süre sonra aşkları, ülkenin Japon işgaliyle sarsılmasıyla altüst oldu. İşgalin hem iki aşık hem de içinde yaşadıkları kırılgan toplum için korkunç sonuçları olacaktı. Savaşın en karanlık günlerinde, herkes en yakınlarına dahi, ihanet edecekti. On yıl sonra, Claire Pendleton, Hong Kong'a geldi ve varlıklı Chen ailesinin kızlarına piyano dersi vermeye başladı. Koloninin renkli sosyal hayatı, yeni evli bir İngiliz olan Claire'in başını döndürmüştü. Claire çok geçmeden yeni bir ilişkiye başladı. Ancak sevgilisinin esrarengiz davranışlarının ardında korkunç bir geçmiş yattığını keşfedecekti.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

6 TEMMUZ 2012 CUMA

19

Bar Filozofu

Be K zkarde

nfaz Çetesi

Sakl iirler

Matt Lawrance, Say Yay., Çev: Irmak Kaleli, 304 s.

Barbara Alpern Engel, Clifford N. Rosenthal, Kald raç Yay., 352 s.

Recep Bulut, Destek Yay., 440 s.

Ay e Kulin, Everest Yay., 88 s.

"Tanrı kendi başına kaldıramayacağı kadar büyük bir bira fıçısı yaratabilir mi?" "Evrenin sonunda bir meyhane var mı?" "Bir bilgisayar, bira hakkında fikir sahibi olabilir mi?" Böyle aykırı soruların yanıtını öğrenmeye hazır olun! Bar filozofu, biranın ve felsefenin dünyalarını birleştirerek sizi en ünlü ve şaşırtıcı felsefi bilmeceleri çözmeye çağırıyor! Bar filozofları bu kitap sayesinde hem dünyanın en kaliteli biralarını tanıma hem de ilkçağdan günümüze dek felsefecilerin aklını en çok kurcalayan konular üstünde düşünme fırsatını yakalayacaklar. Kitabı okurken Lukretius'un Mızrağı, Zenon'un İkilemi, Platon'un Biçimleri gibi en eski felsefi düşünceler ile Zamanda Yolculuk ve Işınlanma Sorunsalı gibi en yeni tartışmalar hakkında bilgi sahibi olacaksınız. Bar filozofu hem eğlenmek hem felsefe yapmak isteyenler için birebir...

Sınıflı toplumların tarihinde "ikinci cins" olarak hep daha fazla sömürülen kadınlar, kendileri ve tüm toplumun değiştirilmesi için mücadele alanlarına çıktıkça özgürleşiyor. Sınıflı toplumlar; işçi sınıfının öncülüğünde dünya devrimi gerçekleştiğinde son bulacak. Komünizm; herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar, diye formüle edebileceğimiz yeni bir üretim ve bölüşüm sistemi olarak aslında "yeni insan"ın da tarihi demek. İşte o zaman kadın da "ikinci cins" olmaktan kurtulup "iki cinsten biri" olarak tarih sahnesinde yerini alacak. Fakat bu kadın sorunlarının ötelenmesi demek değil! Aksine her sorunda olduğu gibi, çözmeye bugünden başlamak zorunda olduğumuz bir sorun. 19. yüzyıl hareketi koşulları göz önüne alındığında olağanüstü denecek kadar önemli roller üstlenmiş olan kadınlar, ağırlıklı faaliyet biçimi olan köylü sınıfı arasında yürütülen propaganda çalışmasından, l Mart 1881'de Çar II. Alexander'a yapılan suikastla doruk noktasına ulaşan politik "terörizm" aşamasına kadar hareketin her evresinde yer aldılar.

30 yıllık bir çalışmanın ürünü, değerli gazeteci Recep Bulut'tan olaylara yepyeni bir boyut kazandıracak kitap. Türkiye bu kitabı konuşacak. İsimler, yerler, olaylar.... İnfaz Çetesinin Kanlı Tarihi... "Bu kitapta, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde sırf siyasi görüşleri nedeniyle cinayet örgütlerinin kurbanı olanların trajedilerine tanık olacaksanız. Bu cinayetler Adana, Kayseri ve Nevşehir'de bir dönem yaşanan karanlık olayları içeriyor. Gazeteci Recep Bulut bu olayları 30 yıl boyunca yurtiçinde ve yurtdışında araştırdı. Adana, Kayseri ve Nevşehir'de 1978'de başlayıp 12 Eylül 1980'e kadar devam eden süreçte onlarca insanın hunharca öldürüldüğü olaylar zincirini polis ve mahkeme tutanaklarında takip etti. Anlatılan suç ve suçlulara ilişkin tanıkların ifadelerini okuduğunuzda sizler de sarsılacaksınız. İnsanların, nasıl olup da sadece siyasi düşünceleri uğruna böylesine kolayca öldürüldüğüne şaşıracaksınız. Siyasi görüşü farklı sanılarak aynı görüşte olan çetelerce infaz edilen kurbanlara hayıflanacaksınız.

Derler ki Türkiye'de herkes şairdir! Bunu diyenleri mahcup etmemek adına, yazı yazmayı öğrendiğim günden beri şiir yazarım ben. Çocuklarıma şiir-masallar yazdım. Arkadaşlarım yirmi, otuz, kırk, elli, altmış, yetmiş yaşlarına, babam seksen yaşına basarken, onlar için kutlama şiirleri yazdım; eğlenceli yolculuklarımızın, keyifli günlerimizin anılarını, hatta en hüzünlü anlarımın duygularını bile düzyazıyla değil, şiir formunda ifade ettim. Bennu Gerede, 2008'de Teslimiyet sergisinin resimlerine resim altı yazmamı istediğinde, elimden yine bir şiir çıkmıştı. Şiirlerimin arasında sadece babam için 1983 yılında yazdıklarım, bir "Babalar Günü" vesilesiyle yazıldıktan on dokuz yıl sonra buluşabildi okurla. Diğerleri hep saklı kaldılar. -Ayşe KulinSiz beni tanımazsınız Uzaktan geliyorum Şiirin satırlarında saklı kimliğim Kavak yellerinde gizlidir

Ayk r Kad nlar

Anadolu Yakas

Milletlerin Zenginli inin Ölçülmesi

Anayasalar m zda Emekçiler ve Sendikalar

Hüseyin Aykol, mge Kitabevi Yay., 231 s.

Mustafa Kutlu, Dergah Yay., 207 s.

Anwar Shaikh, E. Ahmet Tonak, Yordam Kitap, 408 s.

Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol örgütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı. Neredeyse bütün sosyalist örgüt liderleri erkekti. Yazar, konuyu biraz daha derinden araştırınca, Türkiye'de verilen toplumsal mücadele tarihinin aslında kadınlarla dolu olduğunu, fakat "erkek tarih"in onları ya görmezden geldiğini ya da öykülerini kısaltıp önemsizleştirdiğini fark etti. Yoksa solun yaşadığı başarısızlıkların temel nedeni kadınların hep geri planda kalmaları mıydı? Bu sorudan hareket eden Hüseyin Aykol, bir kez daha ismi tarih kitaplarında geçen kadınların peşine düştü. Lider olarak öne çıkan kadınların yanı sıra, eşini yaratan, ama onun gölgesinde kalan kadınların da mücadele ve katkılarıyla anlatıldığı Aykırı Kadınlar, bütün bu düşünce ve çabaların ürünü olarak ortaya çıktı.

Mustafa Kutlu'nun son kitabı Anadolu Yakası, Dergâh Yayınları'ndan çıktı. Son dönemde moda olan nehir söyleşi formatından bir uzun hikâye çıkarmayı başaran Kutlu, bu yeni tarzıyla Türk edebiyatında bir ilki gerçekleştiriyor. Kitabı eline ilk alanların Anadolu Yakası isminin altında yer alan Nehir Söyleşi ibaresini görünce ister istemez "Mustafa Kutlu ile yapılmış bir söyleşi mi var karşımızda?" diye meraklanmasına yol açan kitapta, "Anadolu Yakası" adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gelgitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor. -H. Salih Zengin-

Bu kitap, ülkelerin üretimlerinin ölçümü için farklı bir temel sunmakta ve bunu II. Dünya Savaşı sonrası dönem için ABD ekonomisine uygulamaktadır. Elde edilen sonuçlar, konvansiyonel ulusal muhasebe yoluyla sağlanmış istatistiklerden, eğilimlerden köklü bir biçimde farklıdır. Konvansiyonel ulusal muhasebe, askerî, bürokratik ve finansal faaliyetleri yeni zenginlik yaratımı olarak tasnif ettiği için temel ekonomik büyüklükleri ciddi bir biçimde çarpıtır. Oysa, Shaikh ve Tonak'a göre, söz konusu faaliyetler, kişisel tüketim gibi, icraları sırasında toplumsal zenginliği kullandıkları için toplumsal tüketim olarak sınıflandırılmalıdırlar. Bu iki yaklaşım arasındaki fark, sadece temel ekonomik ölçümleri değil, aynı zamanda gözlemlenen büyüme ve durgunluk eğilimlerinin kavranışını da etkilemektedir.

Y ld r m Koç, Kaynak Yay., 144 s. -Sendikal hak ve özgürlükleri düzenleyen hukuk metinleri: Anayasa, Yasalar, Kanun Hükmünde Kararnameler, Tüzükler, Yönetmelikler, Bakanlar Kurulu Kararları... -Anayasalarla belirlenen sendikal hak ve özgürlükler -1876 Kanunu Esasi'sinden 1982 Anayasasına Türk Anayasalarında işçi ve sendika hakları -İşçi ve sendika hakları konusunda 27 Mayıs Anayasasının özel yeri -Etnik köken, dini inanç, bölge mensubiyeti, hükümete yakın durma gibi sınıf dışı etken ve tercihlere göre bölünmenin, bugün emek örgütlerini AKP liderliğinde yürütülen yeni anayasa çalışmaları karşısında edilgen duruma düşürmesi...


Aydınlık KİTAP

20 6 TEMMUZ 2012 CUMA

Ayla Kutlu’nun çocukları

ÇOCUKLAR İÇİN

Evrendeki Son Kay t

Türk Edebiyat n n sayg n yazarlar ndan Ayla Kutlu son kitab n çocuklar için yazd : “Melek ve Dostlar ”

Rodman Philbrick, Gün Kitapl , Çev: Mehmet A. Ar duru, 240 s.

İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com “İyi yetişen bir insanın en belirgin özelliği taşmasıdır. Herkeste taşacak bir hazine mutlaka vardır. Bende ‘otuz beş’te taştı” diyen Ayla Kutlu yazarlığa geç yaşlarda başlamasına rağmen, Türk Edebiyatı’na art arda değerli fakat değeri yeteri kadar bilinmeyen eserler verdi. İlk romanı “Kaçış”ı 1977’de tamamladı. Kamu görevinden ayrıldıktan sonra yazmaya daha çok vakit ayıran Kutlu, 1980 yılında “Islak Güneş”i, 1983’te “Cadı Ağacı” ve “Tutsaklar”ı, 1985’te de Madaralı Roman Ödülü’nü kazandığı “Bir Göçmen Kuştu O” adlı romanını yayımladı. Ardından kitabı Sait Faik Hikaye Ödülü’nü, filmi de Altın Koza Ödülü’nü kazandıran “Sen de Gitme Triyandafilis” adlı yapıtıyla en çok sesini duyurduğu dönemi yaşadı. Filme çekilen diğer iki eseri de “Hoşçakal Umut” ve “Solgun Sarı Bir Gül”. Kadının mitolojik çağlardaki öyküsüyle bugünü bağdaştırarak kadın sorunlarını ele aldığı manzumesi “Kadın Destanı”nın kapağında diğer birkaç kitabında yaptığı gibi Frida Kahlo tablosuna yer verdi ve bunun kadını anlatan insanlar arasında bir duygu birliği oluşturmak amacı olduğunu açıkladı. 1999’da “Bir Göçmen Kuştu O” romanının devamı niteliğindeki “Emir Bey’in Kızları” adlı romanını yayımladı. Acıları, ıstırapları, göçleri yaşayan kadınların öykülerini anlatan Kutlu, “Zaman da Eskir” adlı kitabında bu kez anılarını anlattı.

“YAZARLAR ARASINDA B R KADINIM” Ayla Kutlu Türk Edebiyatı’nda “kadın edebiyatı”nın habercisi sayılır. Romanlarındaki kadınlar, toplumun lanetlediği, konuşmaktan kaçındığı, kabullenemediği, dışladığı şeyleri yaşarlar. Tecavüze uğrayan, sürgüne maruz kalan, darbeler gören bu ka-

dınları edebiyatımız yeterince sahiplenemedi ne yazık ki. Oysaki söylenmeyeni söyleyebilen bir avuç yazarımız var, hele ki bir kadın yazar hemcinsleri hakkında bu kadar cesurca yazabilsin. “Yazarlar bazen yalan, bazen de geleceği söyler. Ben geleceği söyleyen yazarlardanım” diyor Ayla Kutlu. Karakterlerini toplumsal olaylarla iç içe, titizlikle ve tüm derinlikleriyle işliyor. Türkçeyi iyi kullanan yazarlardan değil, kusursuz ve benzersiz anlatımıyla Türkçeyi zenginleştiren yazarlardan biri Kutlu. Bu zenginlikten çocuklar da faydalansın diye 1990’lardan sonra çocuk kitaplarına ağırlık verip ve yirmiye yakın eser verdi. Son çocuk kitabı olan “Melek ve Dostları”, tüm çocuklar gibi sevinçleri, kıskançlıkları, korkuları olan kocaman bir yüreğe sahip Melek’in hayvan dostlarıyla olan ilişkilerini anlatıyor.

MELEK ABLA OLMAKTAN KORKUYOR Kedileri, köpekleri, kaplumbağaları olan ve hepsini de çok seven Melek bir gün anne ve babasından kendisine kardeş geleceğini öğrendiğinde neredeyse ödü kopuyor. Arkadaşları “kardeşin gelince pabucun dama atılır” deyince zavallı çocuk pabucunu gerçekten dama atacaklarını zannediyor. Bir de doğum yapan köpeği, yavrularını korumak için hırçın ve saldırgan bir hayvana dönüşünce Melek sanıyor ki, annesi de kardeşini doğurunca Melek’e karşı böyle hırçın olacak. Bu yüzden onları kardeş istemediğine ikna etmeye çalışıyor. Ama zaman geçtikçe hayvan dostlarından gördükleri, ananesinden öğrendikleriyle Melek insanları daha iyi anlamaya başlıyor ve kendini doğacak kardeşine hazırlıyor. Şimdi tek derdi, kardeşinin kız mı yoksa erkek mi olacağı. İyi okumalar diliyoruz. (Melek ve Dostları, Yazan: Ayla Kutlu, Resimleyen: Ayda Kantar Ataman, Bilgi Yayınları, 240s.)

Dünyayı altüst eden “Büyük Sarsıntı”nın ardından eski metropol kalıntılarında karanlık bir yaşama mahkûm olan “sıradan” çoğunluğun mutsuzluğundaki tek ışık, beyin burgularıdır. Spaz, hastalığı nedeniyle bu sanal eğlenceyi yaşayamaz. Geçirdiği krizlerin kardeşini etkileyeceğinden korkan ailesi tarafından reddedilerek evden uzaklaştırılan delikanlı, yaşlı bir bilgeyle tanışır. Bilge, kitapların bile uzak geçmişte kaldığı ve yasaklandığı bu karanlık dünyada, gizlice kitap yazmayı sürdürmektedir. Kız kardeşinin ölmek üzere olduğunu öğrenen Spaz, bilge ve Küçük Surat’la birlikte, hayatlarını

riske atarak çok tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Ancak, yol onları hiç düşünmedikleri bir yere götürecektir... Polisiye ve bilimkurgunun çok ödüllü Amerikalı yazarı Rodman Philbrick ürkütücü uzak geleceği, gerçekle hayal arasına sıkışmış, duygulardan yoksun bir topluluğun karşısına mükemmel insan kavramını koyarak işliyor, ve günümüzde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz pek çok değeri yeniden sorguluyor. Geçmişe ilişkin her türlü kaydın yok olduğu acımasız bir geleceği kurgulayan roman, günümüz dünyasına tuttuğu aynada umudu yansıtmayı başarıyor.

Martin Heidegger’in Böce i

Dinkin Dings ve Ürkünç Böcüler

Yan Marchand, Metis Yay nlar , Çev: Necmiye Alpay, 63 s.

Guy Bass, Final Kültür Sanat Yay., 130 s.

Metis Yayınları’nın “Küçük Filozoflar Serisi”nin son kitabı Martin Heidegger’i anlatıyor. Martin adındaki küçük böcek, filozof Heidegger'in cesedinde bir serüvene çıkıyor. Fanatik karıncalar, çılgın makinalar ve şair kurtçuklarla dolu etlerden oluşan bu evrende, böbreğin kıyılarında, küçük Martin'e var olma nedenini bakalım kim söyleyebilecek? Filozof olmadan önce onlar da çocuktu. Cevaplarını merak ettikleri soruları vardı. Onların hikayeleriyle siz de kendi sorularınızın peşine düşebilirsiniz. Martin Heidegger'in Böceği, Küçük Filozoflar dizisinin onuncu kitabı.

Dinkin Dings Serisi’nin dördüncü kitabı! Dinkin Dings her şeyden korkuyor! Yatağının altındaki Ürkünç Böcüler dışında... Dinkin, bitişikteki eve yeni taşınan komşuları gördüğünde küçük kızlarının Korku Gezegeni'nden gelen ve insan yiyen uzaylı bir zombi olduğundan kesinlikle emin olur. Ancak anne ve babası, her zamanki gibi Dinkin'in fena halde yanıldığını ve bunun asla gerçek olamayacağını düşünürler. Acaba Dinkin ve Ürkünç Böcüler, bütün insanlık beyinsiz zombi kölelere dönüşmeden önce gezegeni bu kötü yürekli zombilerden kurtarabilecekler mi? Başrollerde sarsak bir iskelet, obur bir canavar ve mızmız bir hayaletle her köşe başında tehlikelerin beklediği bir hikâye... Bu ürkünç üçlüyü merak ediyorsanız sayfa 22'ye bir göz atın!


Aydınlık KİTAP

SAHAF

6 TEMMUZ 2012 CUMA

21

ELLERY QUEEN’ N EN Y POL S YE MACERALARINDAN B R : “Ç N PORTAKALI”

Bu cinayet nasıl işlendi?

Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok “Cinayet nas l i lendi?”ye a rl k veren, hatta katilin kimli indeki sürprizi bile ikinci plana atan ama gerçekten keyifle ve merakla okunan bir polisiye “Çin Portakal ”. Amerikal polislerin tav r ve konu malar n n da ba l ba na e lence unsuru oldu u söylenebilir

Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık veren, hatta katilin kimliğindeki sürprizi bile ikinci plana atan ama gerçekten keyifle ve merakla okunan bir polisiye “Çin Portakalı”. Amerikalı polislerin tavır ve konuşmalarının da başlı başına eğlence unsuru olduğu söylenebilir Ellery Queen, Amerikalı iki kuzen olan Frederic Dannay ve Manfred Bennington Lee’nin polisiye-cinai roman dünyasında bilinen müstear adından başkası değil. Meşhur dedektifleri de aynı adı taşıyor. 1930’lu yıllardan itibaren seri halde yazdıkları polisiyelerle ünlenen, Türkiye’de de “Siyamlı İkizler”, “Mor İzler”, “Kupa Dörtlüsü”, “Olur Şey Değil”, “Ölüm Otobüsü”, “Y’nin Esrarı” gibi kitaplarıyla hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Ellery Queen maceralarının belki de en ünlüsü, 1934’te yayımlanan “Çin Portakalı” (The Chinise Orange Mystery). 1968’de Akba Yayınları’ndan Murat Tanoğlu’nun

çevirisiyle 224 sayfa halinde okurlarımıza sunulan “Çin Portakalı”, yaratılan atmosfer ve entrikasıyla bugün de yabana atılmayacak bir heyecan vaat ediyor polisiye meraklılarına. Arka kapaktan alıntıladığımız şu satırlar, tipik bir cinayet romanı keyfi vaat ediyor sanırız: “New York’lu kitapçı Donald Kirk ile Mister Ellery Queen yazıhaneye girdikleri zaman, ilk olarak büyük bir kasırganın içerisini tarumar ettiğini zannettiler. Bütün möbleler, tablolar, biblolar, yani yerinden oynatılması mümkün olan her şey odanın içine dağılmıştı. Daha doğrusu her şey tersine çevrilmişti. Kendilerini bekleyen ziyaretçinin elbiseleri de aynı şekilde ters yüz edilmiş olmakla beraber, zavallı ve meçhul adamın bunun sebebini izah etmesi imkansızdı. Çünkü şöminenin demiriyle vurulan darbeler neticesinde kafatası çatlamış olarak yerde yatıyor ve boynuna benzeyen iki garip ve uzun çubuk, ceketinin iki yanından dışarı taşıyordu.”

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

ANKARA/ LHAN LHAN K TABEV

Sistemin silemediği tozlu raflar... Baskılar bazen iyi şeylerin tohumlarını serpermiş farkında olmadan, tam da bu baskıların tohumlarının nasıl da filizlendiğini hatta serpilip bir çınar olduğunu gördük İlhanİlhan Kitabevi’nin hikayesini dinlerken. 1980 darbesinden sonra evinde yasak yayın bulundurmaktan gözaltına alınmıştı İlhan Erdost ve Muzaffer Erdost kardeşler. Ama İlhan Erdost daha fazla dayanamamıştı gördüğü işkenceye. Üç gün hücre hapsinden sonra “İlhan İlhan” diye sayıklayan Muzaffer Erdost serbest bırakıldı. Yitirdiği kardeş acısıyla kolkola, ama yılmamıştı. Önce 1982’de, Ankara Selanik sokakta Onur Kitabevi'ni açtı. Bu kitabevi çalışmalarına devam ederken 1984’te Ankara Bayındır Sokak’ta İlhan Erdost’un adını yayınlarında yaşatmak için İlhanilhan Kitabevi’ni açtı. İlk başta yabancı dil kitapları üzerine yayına başlayan kitabevi, bu yayın pek yürümeyince Türkçe araştırmaya dönük bir kitabevine dönüştü. 1991 yılından beri Muzaffer Erdost’un kızı kimya bölümü mezunu Suları Erdost bu kitabevini işletiyor. 30 metrekarelik bir yer olmasına rağmen bağrında gizli gizli dünyalar barındıran bu kitabevinde yaklaşık 30 bin kitap okurlarının keşfini bekliyor. Kendi yayınları olan Sol ve Onur Yayınları’nın tüm kitapları burada her gün yüzde 20-25 oranın-

İlhan Erdost

TUĞÇE ATAY

da indirimlerle satılmakta. Tekellerin, holdinglerin kurdukları yayınevlerinin ödeyeceği ilan fiyatlarına güçleri yetmediği için her yıl 7 Kasım tarihinde “İlhan Kitap Günü” düzenliyorlar. Kitap günü boyunca kendi yayınları yüzde 50 indirimli olarak satışa sunuluyor. Ayrıca her yerde bulunmayan sosyoloji, bilim, tarih, felsefe ve güncel sol dergileri koleksiyonlarını da burada bulmak mümkün.

Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık veren, hatta katilin kimliğindeki sürprizi bile ikinci plana atan ama gerçekten keyifle ve merakla okunan bir polisiye “Çin Portakalı”. “Çin Portakalı”, başlangıçta elinde hiçbir ipucu bulunmayan ve üstelik de rastlantılardan söz edilmesinden hiç hoşlanmayan Queen’in, bildik eski usul yöntemlerden de bir sonuç alamamasıyla belli bir “sıkışma” yaşıyor ama sonrasında her polisiyede olduğu gibi süreç hız kazanıyor, mesele dallanıp budaklanıyor. Kahramanımızın dişlerini sıkıp daha çok çaba göstermesi bu kez de işe yarıyor anlayacağınız. Ellery Queen imzalı kitapların hiçbirinin “kötü” olmadığı konusunda garanti verebiliriz. “Çin Portakalı” ise başta da söylediğimiz gibi en iyilerinden biri… Sahaflarda rastlarsanız kaçırmamaya çalışın. Özellikle serinin diğer kitaplarını da edinebilirseniz, kendinizi küçük bir servete konmuş gibi hissedebilirsiniz.


22

Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Ben askere gelmeden önce üç yıldızlı bir yüzbaşı rütbesinin, bu kadar büyük bir şey olduğunu asla tahmin edemezdim. Adını duymak bile, çok zor bir işin yapılmasına yeter bir güçtü. Bu rütbeyi taşıyan Ramazan Yüzbaşım, benim için buradaki en büyük kuvvet, en büyük kurtarıcıydı. Onu bölükte aramızda neredeyse ilah gibi görür olmuştuk.

a) İlhan Selçuk / Yüzbaşı Selahattin’in Romanı b)Vedat Kuşaklı / Yüzbaşı Murat c) Cihangir Akşit / Savruluş d) Louis de Bernieres / Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini e) Ali Recan / Yüzbaşı Volkan

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(b)

BULMACA

Soldan sa a 1. Resimdeki yazar - Üzüm 2. Tövbe etme - Verme, ödeme - amand ralarda, r ht mlarda halat ba lamaya yarayan, sa lam mapalara geçirilmi demir halka 3. "Diyelim ki", "Varsayal m ki" anlam nda bir sözcük - Dikkati çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü olgu, hadise Gelece i ö renmek, ans ve k smetini anlamak amac yla oyun ka d , kahve telvesi, avuç içi, vb.'ye bakarak anlam ç kartma, bak 4. Büyük ve süslü çad r, ota - Saz n en kal n teli ya da kiri i - "... ç karmak" (satrançta acemi oyuncuya kar vezirsiz oynamak)

2

Çay getirmeye mutfağa giderken arkasından saygıyla baktım. Soyu tükenmekte olan, kaya gibi sağlam, Egeli cumhuriyet kadınlarından biriydi… Son söyledikleri biraz olsun bizi rahatlasa da ortada bir gerçek vardı ki, o sabah kahvaltı masasındaki üç kişi de yüreklerinde tek bir insan için, Funda için üzülüyor hatta acı çekiyordu…

3

Çöküş süreci hep aynı. Gecenin başında çalan şarkılar ne kadar elit, seçkin, ayrıcalıklı, Avrupai ise gecenin sonundakiler bir o kadar arabesk, ilkel, hayvani reflekslere hitap eden cinsten. Otururken Batılı, ayağa kalkınca Doğulu… Ayıkken Batılı, kafayı bulunca Doğulu… Önce Frank Sinatra, sonra Kenan Doğulu…

a) Kerime Nadir / Funda

a) Hakan Bıçakçı / Karanlık Oda

b) Ilgın Olut / Günaydın Funda

b) Mehmet Doğan / Batı’da Doğulu Olmak

c) Funda Özşener / Ah Tamara

c) Joseph Conrad / Batılı Gözler Altında

d) Funda Keskin / Kolumdaki Akrep

d) Murathan Mungan / Kırk Oda

e) Funda Kalaycıoğlu / Karya Kraliçesi

e) Tarkan Barlas / Lanetli Oda

2-(e)

3-(b)

5. yiyi kötüden, hayr erden ay rt eden - Figür - Bizmut'un simgesi 6. Belli ki ilere ta t, sinema, maç, vb.'de ücret indirimi sa layan belge - Ümit - Beyaz ve siyah kar m bir renk 7. Ceviz - Lümen (k sa) - Bir peygamber ad - Bir seslenme sözü 8. Sahip - Allah'tan hay r dileme - Bir soru sözü - Kas k 9. Erkek evlat, o ul - Türk müzi inde bir makam 10. Ard ç a ac n n meyvesi - "... King Cole" (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Lityum'un simgesi 11. Allah' n ve insanlar n sevgisinden, ilgisinden yoksunluk Ç plak toprak - Y rt k, yar k 12. "... Ayhan" ( air) - Dervi lerin ba lar na giydikleri tiftikten

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

yap lm ince ve hafif bir çe it takke - Kabaca i te orada 13. Bir çe it t kaç - Bir i i, bir görevi yerine getirme - "O uz ..." (yazar) 14. E ilimi olan - Dul kalan kad n n sadakatini göstermek üzere kendini kurban etmesi eklinde bir Hindu gelene i - Çok eski ve bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz - Radyum'un simgesi 15. Önemli günleri ve baz istatistik bilgilerini iceren kitap biçimindeki takvim - Gerçekçi Yukar dan a a ya 1. Yelkenli gemilerde, kontra kapelesiyle direk apkas aras nda kalan uç bölüm - Resimdeki yazar n bir eseri 2. Ayak direme - Suyu al nm her türlü yiyecek maddesinin art - Aktinyum'un simgesi - Arnavutluk'un plakas 3. Söz dinlemeyen, uslu durmayan - Denetleme, tefti , kontrol 4. Say boncu u - Yüz yaprakl k alt n varak paketi - Kekli in boynundaki siyah halka 5. Ate li silahlarda namlunun gerisinde bulunan ve ni an almaya yarayan kertik - Bir ilimiz - Azarlama, paylama 6. A abey (k sa) - E kenar dörtgen - H rvatistan'da bir liman kenti 7. lgi eki - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - Rusça'da “evet” - Beyaz 8. Birkaç türü birle ti inde çe itli kimyasal birle ikleri yani molekülleri, bir tek türü ise bir kimyasal ö eyi olu turan parçac k - Sözle me, mukavele, kontrat 9. Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - Bir gösterme s fat - Tütün duman n n b rakt ya l kir 10. Atatürk'ün manevi evlatlar ndan olan kad n tarihçi - Bir hayret ünlemi 11. Ku'ran cümlesi - Küçük saray - Bir nota 12. Küçük ma ara - Letonya'n n ba kenti - Cet - Ailesinin geçimini sa layan 13. Hastal k an nda gelen titreme - Bir kan grubu - Makam, mevki 14. Gözde aç k kestane rengi - ki y lda bir yap lan sanat etkinli i - Kültür 15. Muhtemel olarak, muhtemelen - Resimdeki yazar n bir eseri Bulmacan n do ru yan tlar n bize 1 hafta içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za brahim im ek’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22 DÜZELTME VE ÖZÜR Son iki say d r teknik bir aksakl ktan dolay bulmacam z yanl yay mlanm t r. Okurlar m zdan özür dileriz. Bu say da hata düzeltilmi tir.


Aydınlık KİTAP

SAHAF

6 TEMMUZ 2012 CUMA

21

ELLERY QUEEN’ N EN Y POL S YE MACERALARINDAN B R : “Ç N PORTAKALI”

Bu cinayet nasıl işlendi?

Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok “Cinayet nas l i lendi?”ye a rl k veren, hatta katilin kimli indeki sürprizi bile ikinci plana atan ama gerçekten keyifle ve merakla okunan bir polisiye “Çin Portakal ”. Amerikal polislerin tav r ve konu malar n n da ba l ba na e lence unsuru oldu u söylenebilir

Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık veren, hatta katilin kimliğindeki sürprizi bile ikinci plana atan ama gerçekten keyifle ve merakla okunan bir polisiye “Çin Portakalı”. Amerikalı polislerin tavır ve konuşmalarının da başlı başına eğlence unsuru olduğu söylenebilir Ellery Queen, Amerikalı iki kuzen olan Frederic Dannay ve Manfred Bennington Lee’nin polisiye-cinai roman dünyasında bilinen müstear adından başkası değil. Meşhur dedektifleri de aynı adı taşıyor. 1930’lu yıllardan itibaren seri halde yazdıkları polisiyelerle ünlenen, Türkiye’de de “Siyamlı İkizler”, “Mor İzler”, “Kupa Dörtlüsü”, “Olur Şey Değil”, “Ölüm Otobüsü”, “Y’nin Esrarı” gibi kitaplarıyla hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Ellery Queen maceralarının belki de en ünlüsü, 1934’te yayımlanan “Çin Portakalı” (The Chinise Orange Mystery). 1968’de Akba Yayınları’ndan Murat Tanoğlu’nun

çevirisiyle 224 sayfa halinde okurlarımıza sunulan “Çin Portakalı”, yaratılan atmosfer ve entrikasıyla bugün de yabana atılmayacak bir heyecan vaat ediyor polisiye meraklılarına. Arka kapaktan alıntıladığımız şu satırlar, tipik bir cinayet romanı keyfi vaat ediyor sanırız: “New York’lu kitapçı Donald Kirk ile Mister Ellery Queen yazıhaneye girdikleri zaman, ilk olarak büyük bir kasırganın içerisini tarumar ettiğini zannettiler. Bütün möbleler, tablolar, biblolar, yani yerinden oynatılması mümkün olan her şey odanın içine dağılmıştı. Daha doğrusu her şey tersine çevrilmişti. Kendilerini bekleyen ziyaretçinin elbiseleri de aynı şekilde ters yüz edilmiş olmakla beraber, zavallı ve meçhul adamın bunun sebebini izah etmesi imkansızdı. Çünkü şöminenin demiriyle vurulan darbeler neticesinde kafatası çatlamış olarak yerde yatıyor ve boynuna benzeyen iki garip ve uzun çubuk, ceketinin iki yanından dışarı taşıyordu.”

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

ANKARA/ LHAN LHAN K TABEV

Sistemin silemediği tozlu raflar... Baskılar bazen iyi şeylerin tohumlarını serpermiş farkında olmadan, tam da bu baskıların tohumlarının nasıl da filizlendiğini hatta serpilip bir çınar olduğunu gördük İlhanİlhan Kitabevi’nin hikayesini dinlerken. 1980 darbesinden sonra evinde yasak yayın bulundurmaktan gözaltına alınmıştı İlhan Erdost ve Muzaffer Erdost kardeşler. Ama İlhan Erdost daha fazla dayanamamıştı gördüğü işkenceye. Üç gün hücre hapsinden sonra “İlhan İlhan” diye sayıklayan Muzaffer Erdost serbest bırakıldı. Yitirdiği kardeş acısıyla kolkola, ama yılmamıştı. Önce 1982’de, Ankara Selanik sokakta Onur Kitabevi'ni açtı. Bu kitabevi çalışmalarına devam ederken 1984’te Ankara Bayındır Sokak’ta İlhan Erdost’un adını yayınlarında yaşatmak için İlhanilhan Kitabevi’ni açtı. İlk başta yabancı dil kitapları üzerine yayına başlayan kitabevi, bu yayın pek yürümeyince Türkçe araştırmaya dönük bir kitabevine dönüştü. 1991 yılından beri Muzaffer Erdost’un kızı kimya bölümü mezunu Suları Erdost bu kitabevini işletiyor. 30 metrekarelik bir yer olmasına rağmen bağrında gizli gizli dünyalar barındıran bu kitabevinde yaklaşık 30 bin kitap okurlarının keşfini bekliyor. Kendi yayınları olan Sol ve Onur Yayınları’nın tüm kitapları burada her gün yüzde 20-25 oranın-

İlhan Erdost

TUĞÇE ATAY

da indirimlerle satılmakta. Tekellerin, holdinglerin kurdukları yayınevlerinin ödeyeceği ilan fiyatlarına güçleri yetmediği için her yıl 7 Kasım tarihinde “İlhan Kitap Günü” düzenliyorlar. Kitap günü boyunca kendi yayınları yüzde 50 indirimli olarak satışa sunuluyor. Ayrıca her yerde bulunmayan sosyoloji, bilim, tarih, felsefe ve güncel sol dergileri koleksiyonlarını da burada bulmak mümkün.

Kurgusal olarak, “Katil kim?”den çok “Cinayet nasıl işlendi?”ye ağırlık veren, hatta katilin kimliğindeki sürprizi bile ikinci plana atan ama gerçekten keyifle ve merakla okunan bir polisiye “Çin Portakalı”. “Çin Portakalı”, başlangıçta elinde hiçbir ipucu bulunmayan ve üstelik de rastlantılardan söz edilmesinden hiç hoşlanmayan Queen’in, bildik eski usul yöntemlerden de bir sonuç alamamasıyla belli bir “sıkışma” yaşıyor ama sonrasında her polisiyede olduğu gibi süreç hız kazanıyor, mesele dallanıp budaklanıyor. Kahramanımızın dişlerini sıkıp daha çok çaba göstermesi bu kez de işe yarıyor anlayacağınız. Ellery Queen imzalı kitapların hiçbirinin “kötü” olmadığı konusunda garanti verebiliriz. “Çin Portakalı” ise başta da söylediğimiz gibi en iyilerinden biri… Sahaflarda rastlarsanız kaçırmamaya çalışın. Özellikle serinin diğer kitaplarını da edinebilirseniz, kendinizi küçük bir servete konmuş gibi hissedebilirsiniz.


22

Aydınlık KİTAP

6 TEMMUZ 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Ben askere gelmeden önce üç yıldızlı bir yüzbaşı rütbesinin, bu kadar büyük bir şey olduğunu asla tahmin edemezdim. Adını duymak bile, çok zor bir işin yapılmasına yeter bir güçtü. Bu rütbeyi taşıyan Ramazan Yüzbaşım, benim için buradaki en büyük kuvvet, en büyük kurtarıcıydı. Onu bölükte aramızda neredeyse ilah gibi görür olmuştuk.

a) İlhan Selçuk / Yüzbaşı Selahattin’in Romanı b)Vedat Kuşaklı / Yüzbaşı Murat c) Cihangir Akşit / Savruluş d) Louis de Bernieres / Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini e) Ali Recan / Yüzbaşı Volkan

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(b)

BULMACA

Soldan sa a 1. Resimdeki yazar - Üzüm 2. Tövbe etme - Verme, ödeme - amand ralarda, r ht mlarda halat ba lamaya yarayan, sa lam mapalara geçirilmi demir halka 3. "Diyelim ki", "Varsayal m ki" anlam nda bir sözcük - Dikkati çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü olgu, hadise Gelece i ö renmek, ans ve k smetini anlamak amac yla oyun ka d , kahve telvesi, avuç içi, vb.'ye bakarak anlam ç kartma, bak 4. Büyük ve süslü çad r, ota - Saz n en kal n teli ya da kiri i - "... ç karmak" (satrançta acemi oyuncuya kar vezirsiz oynamak)

2

Çay getirmeye mutfağa giderken arkasından saygıyla baktım. Soyu tükenmekte olan, kaya gibi sağlam, Egeli cumhuriyet kadınlarından biriydi… Son söyledikleri biraz olsun bizi rahatlasa da ortada bir gerçek vardı ki, o sabah kahvaltı masasındaki üç kişi de yüreklerinde tek bir insan için, Funda için üzülüyor hatta acı çekiyordu…

3

Çöküş süreci hep aynı. Gecenin başında çalan şarkılar ne kadar elit, seçkin, ayrıcalıklı, Avrupai ise gecenin sonundakiler bir o kadar arabesk, ilkel, hayvani reflekslere hitap eden cinsten. Otururken Batılı, ayağa kalkınca Doğulu… Ayıkken Batılı, kafayı bulunca Doğulu… Önce Frank Sinatra, sonra Kenan Doğulu…

a) Kerime Nadir / Funda

a) Hakan Bıçakçı / Karanlık Oda

b) Ilgın Olut / Günaydın Funda

b) Mehmet Doğan / Batı’da Doğulu Olmak

c) Funda Özşener / Ah Tamara

c) Joseph Conrad / Batılı Gözler Altında

d) Funda Keskin / Kolumdaki Akrep

d) Murathan Mungan / Kırk Oda

e) Funda Kalaycıoğlu / Karya Kraliçesi

e) Tarkan Barlas / Lanetli Oda

2-(e)

3-(b)

5. yiyi kötüden, hayr erden ay rt eden - Figür - Bizmut'un simgesi 6. Belli ki ilere ta t, sinema, maç, vb.'de ücret indirimi sa layan belge - Ümit - Beyaz ve siyah kar m bir renk 7. Ceviz - Lümen (k sa) - Bir peygamber ad - Bir seslenme sözü 8. Sahip - Allah'tan hay r dileme - Bir soru sözü - Kas k 9. Erkek evlat, o ul - Türk müzi inde bir makam 10. Ard ç a ac n n meyvesi - "... King Cole" (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Lityum'un simgesi 11. Allah' n ve insanlar n sevgisinden, ilgisinden yoksunluk Ç plak toprak - Y rt k, yar k 12. "... Ayhan" ( air) - Dervi lerin ba lar na giydikleri tiftikten

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

yap lm ince ve hafif bir çe it takke - Kabaca i te orada 13. Bir çe it t kaç - Bir i i, bir görevi yerine getirme - "O uz ..." (yazar) 14. E ilimi olan - Dul kalan kad n n sadakatini göstermek üzere kendini kurban etmesi eklinde bir Hindu gelene i - Çok eski ve bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz - Radyum'un simgesi 15. Önemli günleri ve baz istatistik bilgilerini iceren kitap biçimindeki takvim - Gerçekçi Yukar dan a a ya 1. Yelkenli gemilerde, kontra kapelesiyle direk apkas aras nda kalan uç bölüm - Resimdeki yazar n bir eseri 2. Ayak direme - Suyu al nm her türlü yiyecek maddesinin art - Aktinyum'un simgesi - Arnavutluk'un plakas 3. Söz dinlemeyen, uslu durmayan - Denetleme, tefti , kontrol 4. Say boncu u - Yüz yaprakl k alt n varak paketi - Kekli in boynundaki siyah halka 5. Ate li silahlarda namlunun gerisinde bulunan ve ni an almaya yarayan kertik - Bir ilimiz - Azarlama, paylama 6. A abey (k sa) - E kenar dörtgen - H rvatistan'da bir liman kenti 7. lgi eki - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - Rusça'da “evet” - Beyaz 8. Birkaç türü birle ti inde çe itli kimyasal birle ikleri yani molekülleri, bir tek türü ise bir kimyasal ö eyi olu turan parçac k - Sözle me, mukavele, kontrat 9. Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - Bir gösterme s fat - Tütün duman n n b rakt ya l kir 10. Atatürk'ün manevi evlatlar ndan olan kad n tarihçi - Bir hayret ünlemi 11. Ku'ran cümlesi - Küçük saray - Bir nota 12. Küçük ma ara - Letonya'n n ba kenti - Cet - Ailesinin geçimini sa layan 13. Hastal k an nda gelen titreme - Bir kan grubu - Makam, mevki 14. Gözde aç k kestane rengi - ki y lda bir yap lan sanat etkinli i - Kültür 15. Muhtemel olarak, muhtemelen - Resimdeki yazar n bir eseri Bulmacan n do ru yan tlar n bize 1 hafta içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za brahim im ek’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22 DÜZELTME VE ÖZÜR Son iki say d r teknik bir aksakl ktan dolay bulmacam z yanl yay mlanm t r. Okurlar m zdan özür dileriz. Bu say da hata düzeltilmi tir.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.