.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
40 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 857
20 Temmuz 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 21
Kapitalizmin kendini yeniden üretebilme ütopyası
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
“Zaytung 2009-2011 Almanak” yayımlandı Ünlü mizah sitesinin kurucusu Hakan Bilginer’le söyleşi
Rosalie, aşka yenilen kadın!
Filistin’de nefret tohumları nasıl ekildi...
Yaşam boyu adalet...
Yeni yorum mümkün mü?
Hande Özcan’la “Corpus” kitabı üzerine...
Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Suat Derviş
s. 4
Arzunun o belirsiz nesnesi*
s. 5
Eureka’dan berideki Arşimet
s. 6
Osman Bey değil Ataman!
s. 7
Rosalie, aşka yenilen kadın!
s. 8
Yeni yorum mümkün mü?
s. 9
Orda bir Ahmet Erhan var uzakta...
s. 10
Filistin’de nefret tohumları nasıl ekildi...
s. 11
Kapak/ Bu bir “Zaytung haberi” değildir!
s. 12
Hande Özcan: “Aşk gerçektir ve yasağı yoktur”
s. 14
Eylemci ve yetkin düşün adamı olarak yeni aydın tipinin öncüsü Yusuf Akçura
s. 15
17 Temmuz’da ajanslara düşen bir haber ve ilgili fotoğrafları, Japonya’nın başkenti Tokyo’da düzenlenen 200 bin kişilik bir protesto gösterisini duyuruyordu. Yedi buçuk milyon kişinin de imzasıyla desteklediği protesto, nükleer enerji kullanımını hedef alıyordu ve Nobel ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe de gösterinin önderlerinden biriydi. 1935 doğumlu Kenzaburo, ilginç bir yazardır. 17 yaşına kadar, çok sevdiği köyünden hiç çıkmamış ve ona kalsa hiç çıkmayacakmış da… Ancak üniversite eğitimi için mecburen Tokyo’ya gitmiş, lehçe farkı nedeniyle de o yaştan sonra yeniden Japonca öğrenmiş. İlk romanında, artık varolmayan o küçük köyün tarihçesini yazmış. Dünyaca ün kazanmasını sağlayan romanı ise insanın iradesi dışında bulunduğu dünyaya yabancılık duymasını anlatan “Kişisel Bir Sorun” bilindiği gibi… Türkçeye Can Yayınları tarafından kazandırılan bu roman, küçük sorunların, kişisel sıkıntıların “büyük resim” açısından hiçbir önemi olmadığını anlatıyor. 1994’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Kenzaburo’nun 1963 doğumlu zihinsel engelli bir oğlunun bulunduğunu, bu durumun çocuk doğar doğmaz anlaşıldığını, eşiyle birlikte çocuğun yaşamaması konusunda karar verdiklerini ama Hiroşima’da ölenler için yapılan bir anıtı ziyaret ettikten sonra bu karardan vazgeçmiş olduklarını da belirtelim. Şimdi eşiyle birlikte, kendisini oğluna adamış durumda… Ve dünyaya… Kenzaburo Oe’nin tüm yaşamı ve tüm eserleri, “büyük resmin”, küçük kişisel sıkıntılarda boğulup gitmemesi gerektiğini anlatıyor bize. Onu, 200 bin kişilik haklı bir protesto gösterisinin en önüne taşıyan şey de bu olsa gerek.
Kapitalizmin kendini yeniden üretebilme ütopyası (ve farklı dünyalar)
s. 16
Cengiz Han’dan Halk Partisi’ne Moğolistan s. 17 Yeni Çıkanlar
Sıkıntılar ve büyük resim
s. 18-19
Çocuk: Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası s. 20 Sahaf
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
İstanbul’da uluslararası bir üniversitenin kampusünde düzenlenen festivalde, uygulanan “bira yasağı”, hiç kuşkunuz olmasın, kısa vadede “bira kullanımını teşvik ettiği” gerekçesiyle bazı kitapların yasaklanmasına, toplatılmasına, mahkûm edilmesine dek gidecek… Ama bu işin “küçük sıkıntı” faslı… Türkiye’nin “büyük resmi” ve aydınlık birikiminin gösterdiğiyse, başka bir şey…
Türkiye Yazarlar Sendikası ile Muğla Ören Belediyesi’nin işbirliğiyle bu yıl yedinci kez düzenlenen Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’ne “Sevgiler Kanarken” adlı kitabıyla Hüseyin Yurttaş ve “5-7-5’ler” adlı kitabıyla İsmail Uyaroğlu değer görüldü. Seçici Kurul’unu Doğan Hızlan, Egemen Berköz, Eray Canberk, Refik Durbaş, Enver Ercan, Sennur Sezer ve Leyla Şahin’in oluşturduğu ödülün töreninin, 20-21 Temmuz’da 7. Ören Melih Cevdet Anday Şiir Günleri ve Kültür Şenliği kapsamında gerçekleştirileceği duyuruldu. Aydınlık Kitap olarak, 2000’e Doğru dergisinin yazarlarından, Türkçenin en büyük ustalarından değerli şair Melih Cevdet Anday’ı bir kez daha saygıyla anarken, Hüseyin Yurttaş ve İsmail Uyaroğlu’nu da kutluyoruz.
ÖneriYorum Sabahattin Ali, Bütün Hikayeleri mek ve eğlendirmek” üzerine yazdığı Ülkenin yakın tarihini, insanın umutsuz ve çaresiz için... kişisel tarihiyle harmanlayıp sanki olacakları işaret eder gibi anlattığı için... 4) Oğuz Atay, Günlük Hem sevdiğiniz bir yazarı hem de yazLatife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm mak meselesini daha iyi anlamak için... 2) Türkçede yazılmış en güzel romanlardan, yaratılmış en güzel dünyalardan biri olduğu için Ayhan, Bakışsız Bir Kedi Kara 5) Ece Her üç roman, hikaye ya da deneme Isabel Allende, Afrodit 3) arasında mutlaka büyülü bir şiir kitabı Allende, o muhteşem şakacı diliyle afrodizyak okumak gerektiğine inandığım için... yemekleri anlattığı bu kitabını sadece “eğlen-
1)
MİNE SÖĞÜT
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: Damla Yazıcı
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
Suat Derviş (1903-1972) Ma rurlu uyla tan nan ve Naz m Hikmet’in dizelerine “A lasa da gizliyor gözlerinin ya n / bir kere e emedim bu kad n n ba n ” eklinde geçen Suat Dervi , döneminin ahlakç l k anlay n n çok d ndaki, iyi bir e , iyi bir anne olma niteliklerini pek ta mayan kad n kahramanlar yla dikkat çekti.
DEVLETE “KILIÇ ÇEKEN” SAVCININ ÖYKÜSÜ: “HALKIN SAVCISI / MEHMET FEYYAT”
Yaşam boyu adalet... “Cezaevine gittim ve Çetin Do an’ ziyaret ettim. Do u Perinçek’i ziyaret ettim. Dedim ki ‘Do u, biliyorsun anla amay z.’ Ama çok sever beni, rahmetli babas benim dostum, o nedenle ve Do u’nun ömrü hapiste geçti i için sempati duyar m.”
REHA GÖNENÇ
Tıp profesörü İsmail Derviş Bey’in kızı, asıl adı Hatice Saadet Baraner olan Suat Derviş, Almanya’da Berlin Konservatuvarı ve Edebiyat Fakültesi’nde okudu. 1932’de Türkiye’ye döndükten sonra Son Posta, Vatan, Cumhuriyet, Gece Postası gibi gazetelerde röportajları ve romanları yayınlandı. Reşat Fuat Baraner ile birlikte Türkiye’de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan “Yeni Edebiyat Dergisi”ni 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yayınladı. Bu dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazdı. 1944 tutuklamaları sırasında eşi Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi’ne katıldığı gerekçesiyle yargılandı, bir yıl hapse mahkûm oldu. Paris’e gitti. 1953-1963 yılları arasında Fransa’da kaldı. 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra romanlarının yazımı ve yayımıyla uğraştı, Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuruluşunda görev aldı. Edebiyata şiirle girdi. Gerçekçi ve toplumsal edebiyatın yerleşip gelişmesine öncülük eden yazarlardan biri olarak ünlendi. Çıldırtıcı bir aşkın peşinde mahvolan bir delikanlının öyküsünü anlattığı “Ankara Mahpusu” (1957), Fransa’da yayımlanan ilk Türk romanı olarak tarihe geçti. “Fosforlu Cevriye” (1968) adlı romanı büyük yankı yaptı, sonra-
sında tiyatro ve sinemaya uyarlandı. Diğer önemli eserleri şunlardır: “Kara Kitap” (1921), “Ne Bir Ses Ne Bir Nefes” (1923), “Buhran Gecesi” (1924), “Gönül Gibi” (1928), “Çılgın Gibi” (1934), “Hiç” (1939). Mağrurluğuyla tanınan ve Nazım Hikmet’in dizelerine “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / bir kere eğemedim bu kadının başını” şeklinde geçen Suat Derviş, döneminin ahlakçılık anlayışının çok dışındaki, iyi bir eş, iyi bir anne olma niteliklerini pek taşımayan kadın kahramanlarıyla dikkat çekti. Biraz da bu nedenle “Türkiye’nin Virgiana Wolf’ü” olarak tanımlandı. Aristokrat kökeni nedeniyle ülkemizin sol aydınlarınca hiçbir zaman “yeterince” benimsenmeyen Suat Derviş, 23 Temmuz 1972’de İstanbul’da yalnızlık içinde öldü. Cenazesi komşularınca Feriköy mezarlığına defnedildi. Ahmet Refik Sevengil onu şöyle tanımlamıştı: “Suat Derviş hanım, edebiyatımıza, karanlık ve karışık dehlizlerden çıtırdayan eski tahtaların sesinde durup boşlukta korkunç akislerle halkalanan ayak seslerini dinleyerek, ruhunda bir ürperiş ve gözlerinde titreyen bir karartı ile geldi. Onda yeni olan, edebiyatımızın bir eksiğini tamamlayacak olan bu korkudur.”
Vecdi Çıracıoğlu, roman ve öykülerinin yanı sıra futbol tarihimizin önemli simalarından Galatasaraylı Metin Kurt’un yaşam öyküsünü aktaran “Gladyatör” adlı kitabıyla, biyografi alanında da söz sahibi olduğunu kanıtlamıştı. Çıracıoğlu, bu kez de ilginç bir portreyi, kendisini “Halkın Savcısı” olarak tanımlayan Mehmet Feyyat’ı ayrıntılı biçimde tanıtıyor okurlara. Feyyat çoğumuz için ilk anda geniş çağrışımlar yapan bir isim değil belki… Ama hatırlatalım ki Hasan Pulur’un “Şu memlekette kaç Mehmet Feyyat var ki?” dediği bir şahsiyet var karşımızda. İlhan Selçuk’un “Bir Mehmet Feyyat var adaletsizliğe karşı mücadeleyi soluk alıp vermek gibi yaşam koşulu belirlemiş” ve Teoman Erel’in “Evet sayın okurlar, gerek hukukçu gerek siyasetçi olarak delişmen ve enerjik davranışları nedeniyle Feyyat’ın adı ‘deli’ye çıkmıştır” demiş olduğunu da ekleyelim. “Hayatım boyunca benim meziyetim budur. Ne savcılığı ciddiye aldım, ne de Senatör'lük müessesini. Sadece ortaokul, lise tahsilimi ve üç sene öğretmenliğimi ciddiye aldım. Bunun dışında üç sene de hakimliğim var. Hakimliğimi de ciddiye aldım. Savcılık ve Senatörlüğü hep halk için kullandım. ‘Devlet halkın altındadır’ düsturunu daha lise yıllarımdan bu yana şiar edindim kendime. Benim görüşüm budur” diyen Mehmet Feyyat’ın 88 yıllık yaşamı “roman tadı” veren bir anlatımla aktarılıyor. Eyüp savcısıyken bir olay nedeniyle sinirlenip, 40 gazetecinin önünde, merdivenlerden dört kat aşağı ittiği bir adamın “hiç haber konusu yapılmamasını”, bu olayda kendisini haklı çıkarmaya çalışanlara öfke-
sini de dile getiren; Yeşilçam'daki film şirketlerine yönelik ciddi ve “tarihi” bir operasyon gerçekleştiren; “darbecinin akıllısı olmadığına” inanan ve daha nice acı tatlı olayla “pişmiş”, alışılmışın çok dışında, ayrıksı bir hukuk adamı Mehmet Feyyat. “Tarih boyunca adalet kullanılmıştır ve bugün de kullanılmaya çalışılmaktadır” diyen Feyyat, kimi yandaş gazetelerin bazı konularda sözlerini nasıl çarpıttığından ceza ve tevkif evlerinin durumuna, Kürt sorununa dek geniş bir yelpazede heyecanla okunan bir metne kaynaklık ediyor neresinden bakılsa. Şu satırlar da kitabın “Ergenekon Olayı, Savcılar ve Devlet” başlıklı bölümünden: “Kürt öldürenler hariç, JİTEM gibi ölüm hücrelerinde bulunanlar hariç ki bunda en çok siviller var, elebaşı olan asker çok az ve darbeden hepsi beraat edecek. Cezaevine gittim ve Çetin Doğan’ı ziyaret ettim. Doğu Perinçek’i ziyaret ettim. Dedim ki ‘Doğu, biliyorsun anlaşamayız.’ Ama çok sever beni, rahmetli babası benim dostum, o nedenle ve Doğu’nun ömrü hapiste geçtiği için sempati duyarım. Konuşmama şöyle devam ettim: 'Bana genç bir subayın vekaletini verin ama sadece darbe ile ilgili içerde olacak. Adliye'nin altını üstüne getireceğim. Beni de alsınlar içeriye, bunu yapabiliyor musunuz? (...) Şimdi savcılık düzeni bitti, sıfır. Beş altı savcı var, gerisi gösteriş, reklam. Savcılar bir bütündür, elbirliğiyle bütün soruşturmaları yapmaları gerekir. Beş altı hakim var, gerisi önyargılı. Yahu bunların içerisinde, Allah aşkına aksini düşünen başkaları yok mu kardeşim!? Bütün halk, burada görev ve gereğini kullanmayı biliyor. Yüksek Hakimler Savcılar Kurulu’nun rezaletini idrak ediyor.” (Halkın Savcısı-Mehmet Feyyat, yayına hazırlayan: Vecdi Çıracıoğlu, Scala Yay., 395 s.)
Aydınlık KİTAP
5
“KADIN VE KUKLA” TAHSİN YÜCEL’İN ÇEVİRİSİYLE YENİDEN...
Arzunun o belirsiz nesnesi* PINAR AKKOÇ pinarakkoc@gmail.com “Madrid müzesinde Goya’nın eşsiz bir tablosu vardır, bilir misiniz, son kattaki salona girilince, soldan birincidir hani? İspanyol etekli dört kadın, bir bahçenin çimenliğinde, bir şalı dört ucundan gererler, adam büyüklüğünde bir kuklayı zıplatırlar gülerek...” (“Kadın ve Kukla”, Pierre Louÿs) Fransız edebiyatında pornografik anlatım önemli bir yere sahip. 1740 – 1814 tarihleri arasında yaşamış Marquis de Sade bu anlatım tarzının öncülerinden sayılır. Bir edebiyat terimleri sözlüğünde pornografi şöyle tanımlanmış: “Sanat ve edebiyat yapıtlarında insanın cinsel yönünü, estetik bir amaç gütmeden, salt içgüdülerine ve hayvansılığa yönelten bir yaklaşımla yansıtma.” De Sade de genellikle eserlerinde bunu yapar. Sadizm kavramının onun adından türetildiği bilinir. Her ne kadar De Sade’ın yapıtlarında olduğu kadar sert pornografi söz konusu olmasa da yine bir Fransız yazar olan Pierre Louÿs’ün eserlerinde De Sade’ın izlerine rastlamak mümkün. 1870 - 1925 yılları arasında yaşayan Louys ilk çıkışını Aphrodite isimli başyapıtıyla yapar. İskenderiye’deki saray gözdelerini anlatan bu romanıyla ün kazanır. 1898’de yayımladığı “Kadın ve Kukla” başlıklı çalışması ise en önemli eseri kabul edilir. “Kadın ve Kukla” geçtiğimiz günlerde İmge Kitabevi tarafından yeniden Türkçeye kazandırıldı. Tahsin Yücel tarafından Fransızca aslından çevrilen bu eser kitabevinin “Yirminci Yüzyıl Klasikleri” serisinden çıkmış. Hikaye, hayalleri süsleyen bir İspanya’da, Sevilla kentinde geçiyor. Louys, İspanya’nın kendine özgü havasını yansıtırken, eseri boyunca estetik bir kaygı güttüğünü hissettiriyor. Roman Conchita ile Don Mateo arasındaki gel gitli aşk ilişkisini konu alıyor. İkili arasındaki ilişki bir ilişkiden çok bir oyuna dönüşmüştür. Bedensel güzelliği dışında bir özelliği bulunmayan bir kadının bir erkeği nasıl bir oyuncağa dönüştürdüğünün hikayesidir anlatılan. Tabii yalnızca ilk bakışta... Güzelliğiyle melekleri çağrıştıran Conchita, Don Mateo’ya yaşattıklarıyla bir şeytana dönüşüyor. Mateo’nun sevgisi yaşadıklarının sonucunda yerini şiddete bırakıyor. Her ne kadar Conchita’ya olan sevgisi bitmek tükenmek bilmese de yeri geliyor sevdiğine şiddet uygulamaktan alıkoyamıyor kendini. Fiziksel şiddet, psikolojik şiddet ay-
rımının da çok açık biçimde hissedildiği hikayede aslında şiddeti kimin kime uyguladığı ise okurun zihninde çelişkili bir tartışmaya sebep oluyor. Romanda görülen sevdiği insana acı çektirme durumu, sevginin şiddete dönüşmesi bir çeşit mazoşizm olsa gerek. Dönemin tüm yazarları gibi Louys’ün de 19. yüzyıl psikologların iddialarına, özellikle Alman literatüründe yazılıp çizilenlere hakim olduğunu kestirmek zor değil. Bu durumda bu hikayedeki mazoşist öğelerin Louys’ün icadı olmadığı fakat yine de yazın açısından yeni olduğu söylenebilir. Kitap boyunca hikayenin geçtiği Sevilla kentinin güzelliklerinin ayrıntılı aktarıldığına değindik. Okurken bu coğrafyada hafifmeşrep kadınların sayıca fazla olduğu hissine kapılıyorsunuz ve bu kent anlatı içinde bir erotizm diyarına dönüşüveriyor. Romanda modernizmle beraber Avrupa kentlerindeki toplumsal ve ahlaki değişimin izlerini sürmek mümkün. Bunun yanı sıra büyükşehir insanının karmaşık duygu dünyası, değişken ruh hali masaya yatırılıyor. Pierre Louÿs’in bu eseri dünya edebiyat tarihinin sinemaya en fazla ilham vermiş yapıtlardan biri. Toplam yedi filmin bu kitaptan esinlendiği biliniyor. Kimi zaman roman uyarlaması filmlerin romandan eksilttiği düşünülür. Roman yazarları da kendi eserleri hakkında çoğu kez böyle düşünür. “Otomatik Portakal” kitabının yazarı Anthony Burgess’in aynı adlı filmi izleyince “böyle olacağını bilseydim bu kitabı yazmazdım” dediği söylenir. “Kadın ve Kukla” ise film sayesinde değerini arttıran kitaplar arasında. En azından popülerliğini arttırdığı kesin. Kitabın sinemaya ilk uyarlaması “La femme et le pantin” (“Kadın ve Kukla”) ismiyle 1928 yılında Jacques de Baroncelli tarafından, ikinci uyarlama 1935 yılında Josef von Sternberg tarafından “The devil is a woman” (Kadın Şeytandır) adıyla yapılmış. En bilinen ve en başarılı diyebileceğimiz üçüncü uyarlama ise Luis Bunuel tarafından 1977 yılında “Cet obscur objet du desirê (Arzunun O Belirsiz Nesnesi) adıyla gerçekleştirilmiş. Bunuel filmde şeytansı Conchita’yı iki farklı oyuncuya oynatıyor, bu sayede bu kadın karakterde buluşan iyi ve kötüyü daha da belirgin bir şekilde karşı karşıya getiriyor. “Kadın ve Kukla”, “kadın şeytandır” temasından çok daha fazlasını içeren zengin bir kitap. *Luis Bunuel’in kitaptan esinlenerek ortaya koyduğu filmin adı (Kadın ve Kukla, Pierre Louÿs, İmge Kitabevi, çev. Tahsin Yücel, 122 s.)
6
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Eureka’dan berideki Arşimet MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com Dersleri hatırlamak ne güzeldir. Hele hele ilkokulda alınan dersleri. Bir kısmını sürekli hatırlıyoruz, hatırladığımızın farkında olmadan. Emeği ve kazandırdıkları ölçülemez öğretmenim Münire Arıöz, bir gün bir derse gelememişti. Onsuz dersler, genelde pek bir yavan geçerdi benim için. Ama o gün farklı oldu biraz, zira derse nöbetçi öğretmenlik göreviyle- Orhan Tosun geldi. Dersini merakla dinledim. Ama o, -yanılmıyorsam sınıfın haylazlığı üzerine- müfredat dışına çıktı biraz. “Çocuklar” dedi, “imkânlarınızın kıymetini bilin. Bakın, ne güzel defterleriniz, kitaplarınız, çantalarınız var. Tertemiz kıyafetlerinizi giyiyor, sapasağlam defterlerinizi, kitaplarınızı rengârenk çantalarınıza koyuyor, okulunuza geliyorsunuz. Kalemleriniz var çeşit çeşit, birinden sıkılınca biriyle yazıyorsunuz... Bizim çocukluğumuzda şartlar böyle değildi. Çanta nerede, kitap defter nerede... Bizim bulunduğumuz yerin yakınına çimento getirirlerdi; çimentonun ambalajını toplar, keser, düzeltir defter yapardık kendimize. Ne sizinki gibi kalemimiz olurdu, ne de çantamız. O şartlar altında okula giderdik...” Orhan öğretmenimin dedikleri beni o zaman çok etkilemişti. Gördüğünüz üzere, etkisini hâlen sürdürüyor. Düşünüyorum, nereden nereye, diyorum. İnsanlar ne şartlardan nerelere gelmişler... Sonra buna biraz daha genelden bakmaya çalışıyorum, eskilere, çok eskilere gidiyorum. Tarımın öncesine, avcılığa, o zamanın insanlarının “anı yaşama” zorunluluğuna... Derken, tarih öncesini hayal etmeyi bırakıp, tarihe dönüyor, tarihin dönüm ve dönüşüm noktalarına bakıyorum. Sonra, kaçınılmaz olarak, Antik Yunan’a ve o zamanın dünyasına dalıyorum. Tabii Antik Yunan’ı hayal ederken, hemen birkaç simge beliriyor kafamda. O değişik kıyafetleri, üzüm salkımları, yazdıkları ve yazdıkları.
KA IDIN LG NÇ SERÜVEN Yok, yazım hatası olarak almayın “yazdıkları” sözcüğünü iki kez yazışımı. Zira yazılarının içerikleri kadar, üzerine yazdıkları da ilginç Antik Yunanlıların. Papirüs, diye bir şey var o zamanlar. Mısırlılardan gelme bir şey, papirüs bitkisinin köklerinden üretilen “kâğıt”. Üretimi kolay, maliyeti düşük, ama kurabiye gibi, dayanıksız. Sürekli olarak yeniden yazılması gerekiyor yazılanların. Tabii her yazılanı da kopyalamak mümkün değil. Arada fazla önemsenmeyen yazılar ağır ağır başlıyor yok olmaya... Çok önemsenenenlerse tekrar tekrar yazıla yazıla devam ediyor yola. Güçlünün kaldığı, güçsüzün elendiği evrim yolu gibi âdeta. Derken, işler değişiyor. Genel söylenceye göre, Mısır Kralı, İskenderiye kütüphanesini başka bir kütüphanenin geçememesi için papirüs ihracını yasaklıyor. Bunun üzerine, kâğıtsız kalan Bergama'nın Kralı II. Eumenes yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vaat ediyor. O zamanki kütüphane müdürü Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale getirip krala sunuyor. Böylece parşömen MÖ II. yüzyıldan itibaren Bergama'dan bütün dünyaya yayılmış, yüzyıllar boyu kullanılmış oluyor. Yüzyıllar boyu diyorum, ama papirüs gibi bir yeniden yazılma zorunluluğunu kastetmiyorum. Parşömen çok dayanıklı
çünkü. Yüzlerce yıl sağlam kalabiliyor, ama biraz pahalıya mal oluyor. Bu durum da, iki şey çıkarıyor ortaya; daha seçkin şeyler yazılıyor parşömene ve bazen de eski yazılar kazınıyor, üzerine yeni yazılar yazılıyor. Belki bazen işe yarıyor bu tutumluluk, ama bazen de ilmi silip üzerine dini yazılar yazmak şeklinde gerçekleşiyor bu işlem. Palimpsest deniliyor bu işleme. Bu kazınma ve yazılmalar, Orta Çağ’ın ve parşömen kullanımının ortadan kalkışıyla son buluyor. Sonra da bildiğimiz kâğıt giriyor devreye. Kazınma ve yazılma işlemine maruz kalan kişilerden birisi de, Arşimet. Evet, adını ilköğretimde duyduğumuz, meşhur “eureka!” sözünün atfedildiği Arşimet. Biliyoruz ki, adamcağızın yazdıkları matematiği, fiziği ve felsefeyi oldukça derinden etkileyen şeyler, ama bu durum o yazıların 13. yüzyıl civarında rahipler tarafından kazınmasına, yerine de dualar yazılmasına engel olamamış. Fakat belirtmemiz gerekir ki, Arşimet’in yazdıklarının hikâyesi öyle sade bir silinip örtülme hikâyesi değil. Tam bir serüven. Hem de bu serüvenin önemli bir kısmı burada, İstanbul’da geçiyor. Bu ilginç serüveni bize Alfa Basım Yayım’dan çıkan “Arşimet’in Elyazmaları” sunuyor, Zennur Anbarcıoğlu çevirisiyle. Kitabın yazarları, Stanford Üniversitesi’nde antik bilimler profesörü olan ve Arşimet konusunda otorite sayılan Raviel Netz ile Walters Sanat Müzesi’nin elyazmaları ve nadir kitaplar küratörü William Noel. Yolları İstanbul’a düşen yazarlar, kitabın başında Haçlıların 1204’te Konstantinopolis’i yağmalamasından bahsediyorlar: “Ortaçağ savaşlarının iğrenç gerçekleri Konstantinopolis’in üzerine çöktü ve büyük bir imparatorluğun merkezi mahvoldu.
NEREDEN NEREYE Yağmalanmış kentte insandan çok kitap bulunmaktaydı (...) kent antik dünyanın edebi hazinelerini mirası olarak saklıyordu. Bu hazineler arasında antik dünyanın en büyük matematikçisi ve gelmiş geçmiş en büyük düşünürlerden birinin eserleri de bulunuyordu. sayısının değerini yaklaşık olarak hesaplamış, ağırlık merkezleri teorisini geliştirmiş ve Newton ve Leibniz’den 1800 yıl önce kalkülüsün gelişimine doğru adımlar atmıştı: Adı Arşimet’ti. Kentin yağmalanması sırasında yok olan yüz binlerce kitaptan farklı olarak Arşimet’in metinlerinin bulunduğu üç kitap da kurtuldu.” İlk iki kitabın çok önce bulunduğunu, bu kitaplardan Leonardo da Vinci’nin ve Galileo’nin faydalandığını söylüyorlar ve ekliyorlar: “Ama Leonardo, Galileo, Newton ve Leibniz’in üçüncü kitaptan haberleri yoktu. Bu kitapta Arşimet’in A ve B Kodekslerinde bulunmayan iki olağanüstü çalışması bulunuyordu. Bu metinlerin yanında, Leonardo’nun matematiği çocuk oyuncağı gibi kalır. Konstantinopolis’in yağmalanmasından sekiz yüzyıl sonra teknik olarak Kodeks C olarak bilinen üçüncü kitap, Arşimet Kodeksi sahneye çıktı. ” Ve böylece bize hem tarihten hem matematikten hem fizikten bahsediyorlar. Bunu en ileri tekniklerle çözdükleri metinler sayesinde gerçekleştiriyorlar. Bir yandan da zihnimizde beliren, “bu bilgileri nasıl elde ediyorlar acaba?“ sorusunu yanıtlıyorlar. Bu sayede de bize tekrar bir sözü tekrar ettiriyorlar: “Nereden nereye?” (Arşimet'in Elyazmaları, Reviel Netz , William Noel, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Çev: Zennur Anbarcıoğlu, 328 s.)
Son siyah saçım: Artık genç bir adam sayılmam Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Cahit Sıtkı Tarancı MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com Psikiyatr Kemal Sayar yaşlılık sürecini tanımlıyor. Kayıplar, yas tutma ve yalnızlık yaşlı insanların göğüslemek zorunda kaldıkları, en çok görülen ve en çetin üç duygusal sorundur. İleri yaşlarda yetişkinler sanki bir kayıp yağmuruna uğrarlar: Hastalık ve ölüm yüzünden eşlerini, dostlarını yitirirler; sağlıkları bozulur; yıllar yılı çalışa geldikleri işlerinden, statülerinden, saygınlıklarından olurlar; uzun yıllar yaşamış bulundukları yuvalarından ayrılırlar; duygularının keskinliğini ve dinçliğini yitirirler. İnsanın bu denli çok şey yitirmesine karşın ayakta kalabilmesi ve yaşamını başarıyla sürdürebilmesi hayret vericidir; ama yine de yaşlıların çoğu bunu başarır. Kayıpla birlikte mutsuzluk ve keder de gelir. Kişinin yalnızlığa düşmesi de mümkündür. Bunlar ruhsal bozukluk veya hastalık belirtisi değil, büyük önem taşıyan yaşam olaylarına karşı normal sayılacak tepkilerdir. İleri yaşlarda karşılaşılan ufak tefek sıkıntılar, güçlükler birbirine eklenerek insanın gözünde büyürler, altından kalkılamayacak şeylermiş gibi görünürler, dahası, insana her şeyin sonu gelmiş gibi gelir. Peki, tüm bu kayıplara ve duygusal çöküşe rağmen ayakta durabilmek mümkün müdür? İnsan yaşlandığında her şeyden elini eteğini çekip kendini evine mi kapatmalıdır? Ülkemizde yaşlılara, ne yazık ki, ‘umutsuz, işe yaramaz ve düşkün’ gözüyle bakılması sıradan bir olay. Çoğu zaman birilerinin anne-babaları ya da diğer büyükleri hakkında “Ne olacak canım, gelmiş yetmiş yaşına, evinde oturup namazını kılsın,” dediğini duyuyoruz. Oysaki tatil yörelerinde, turistik yerlerde, söz gelimi İstiklal’de
dolaşırken aynı yaşlarda turistlerin ellerinde fotoğraf makineleriyle dolaşmalarına tanık oluyoruz. Belki de hayatlarının en tatlı döneminde olan bu ‘ihtiyar delikanlılar’ ve ‘ihtiyar kızlar’ emekliliklerinin tadını çıkartıyorlar. Belki gözleri eskisi kadar iyi görmüyor ya da bacakları biraz yürüdükten sonra titremeye başlıyor ama kalpleri en az on yedi yaşındayken attığı kadar hızlı atıyor. Altmış yaşında olmak nasıl bir duygudur? Okurlarımızın daha önce “Kimseyi Öldürmedi Benim Babam” ve “Nereye Gidiyoruz Baba?” adlı kitaplarıyla tanıdığı JeanLouis Fournier, altmış yaşına bastığında kaleme aldığı, Yapı Kredi Yayınları’ndan Billur Küker’in çevirisiyle çıkan “Son Siyah Saçım”da bu yaşın iyi ve kötü yanlarını kendine özgü (kara) mizahıyla anlatıyor. Üstelik akranı ihtiyar delikanlılara cesur öğütler vermekten de geri durmuyor. Açıkça söylemek gerekirse benim de en çok korktuğum şeylerden biri yaşlanmaktı bir süre öncesine kadar. Fikrimi değiştiren dedemle yaptığım bir sohbet oldu. Dedemin tecrübe ve bilgelik akan gözlerine bir süre bakmak bile yeterdi belki, yaşlanmanın çocukluk ve yetişkinlik kadar doğal ve insanı her ikisinden de çok geliştiren bir evre olduğunu anlamak için. Gençliğinde yaptığı hataları anlattı bir bir, “Şimdiki aklım olsa yapar mıydım?” dedi çoğu zaman ve inandırdı beni yaşlanmanın korkulacak bir yanı olmadığına.
K TAPTAN Altmış mumu söndürmek için birçok kez üflemem gerekti. Herkes arkamdan güldü. Sanırım beni sarakaya aldılar. Altmış yaşında olduğuma inanamıyorum. Oysaki buna hazırlanmam altmış yılımı almıştı. Doğum günlerini, özellikle benimkini giderek daha az seviyorum. Hediyeye ihtiyacım yok, her şeyim var ve kötü bir fikri olana, “Ne iyi fikir!” diyemiyorum. Çekmecem hiç takmayacağım kravatlarla tıka basa dolu. Herkes gitsin ve ben yatağıma uzanayım istiyorum. Pastaları sevmiyorum, şampanya ılık ve ben iltifatlardan korkuyorum. Daha kötüsünü düşünüyorum: Bayramlıklarını giymiş küçük kız yanıma gelecek ve bana, “Dede, yirmi yaşında iken size yaşamın ne kadar güzel olduğunu anımsatan bir müzik-
le eskiden olduğu gibi dans etmek ister misiniz?..” diyecek. Yaşam güzeldi. Güzel anılar yüzeye çıkıyor, onlar daha hafifler. Çok ağır olan kötüler dipte kalıyor. Yaşlandığımı biliyorum, her yıl bunu bana hatırlatmak gereksiz. Şenlik yapacak bir şey yok. Ya da şampanyasız ve de pastasız, bir yanda Albinoni’nin Adagio’su –herkes siyahlarını giymiş– gelip bana, “Bir yıl daha yaşlandığınızı öğrendim. Tüm kalbimle sizinle birlikte olduğumu söylemek isterim” şeklinde taziyelerini sunmalı. ( Bu Siyah Saçım ve İhtiyar Delikanlılara Bazı Öğütler, Jean- Louis Fournier Yapı Kredi Yay., Çev: Billur Köker, 224 s.)
Aydınlık KİTAP
7
Osman Bey değil Ataman! Fatih’in o lu Bayaz d babas n dinsiz olmakla suçluyor. Babas n n talyan ressamlara yapt rd tablolar n stanbul pazarlar nda satt r yor. Osmanl ’da iki “parti” aras nda iktidar mücadelesi: Kap kullar ile Uçbeyleri
HİKMET ÇİÇEK
OSMANLI’DA “PART LER” SAVA I
Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün Silivri Cezaevi'nde yazdığı “Atamanoğlu Fatih” Mızrak Yayınları’ndan çıktı. Yalçın Küçük'ün Osmanlı Tarihi ve Fatih üzerine öne sürdüğü tezler öyle sessizce geçiştirilecek gibi değil. Fakat Güngör Uras dışında Küçük'ün kitabından söz eden hiçbir yazar çıkmadı. Bunun nedeni, sadece medyanın Yalçın Küçük kompleksi değil. AKP iktidarınca pohpohlanan Osmanlıcılık tezleriyle piyasayı kaplayan bilimdışı kitap ve dizilere Küçük’ün kitabının ters düşmesi de suskunluğun bir diğer nedeni olsa gerek.
Yalçın Küçük, Osmanlı devletinin egemen güçlerini iki partiyle açıklıyor: Kapıkulu partisi ve Uçbeyleri partisi. Gücünü ordudan alan ve sarayda Çandarlı ailesi gibi bürokratlarla işbirliği yapan Kapıkulları düzenin tutucu yanını temsil ediyor. Uçbeyleri ise bunun karşısında fetihçi ve yenilikçi güçleri temsil ediyor. Birer “parti” gibi iktidar için mücadele ediyorlar. Her bir şehzade bir iktidar alternatifi olarak görülüyor ve her birinin etrafında siyasal iktidar hesapları yapan kuvvetler toplanıyor. Bu nedenle “partiler” arasındaki mücadele, ölümle oy verilen bir “seçime” dönüşüyor.
OSMANLI DE L ATAMAN “Atamanoğlu Fatih”, zengin kaynakçası ve sağlam referanslarıyla Osmanlı tarihine, bilinene alternatif yeni bir bakış getiriyor. Tarihin, takvim yazıcılığı olmadığını gösteriyor. Küçük’ün tarih tezleri, Osmanlının adında dahi bilinen tezlerden ayrılıyor. Prof. Küçük, devletin kurucusu olarak bildiğimiz Osman Bey’in gerçek adının Ataman olduğunu çeşitli kaynaklara dayanarak öne sürüyor. Osmanoğlu da yerini “Atamanoğlu’na bırakıyor.
BO LUK TEOR S “Atamanoğlu Fatih’te” bir “boşluk teorisi” öne sürülüyor. Buna göre Osmanlı’nın yayılma ve genişleme döneminde Avrupa coğrafyası tarihinin en yorgun dönemini yaşıyor. Avrupa’da 1348 ile 1431 yılları arasında dokuz önemli veba salgını baş göstermiş. Bazı kentlerde nüfusun üçte ikisini ortadan kaldırmış. 1338 yılında başlayan ve tam 117 yıl süren “Yüzyıl Savaşları” Avrupa’da büyük bir yıkım yaratmış. “Taze” Osmanlı’nın batısındaki bu boşluk Yalçın Küçük’e göre bir vakum etkisi yaratıyor. Moğol akınlarından kaçan Osmanlı, Avrupa’da oluşan bu boşluğa “doluyor”. Yalçın Küçük, Osmanlı’nın Batı’ya doğru yayılmasını bu itme – çekme kuvvetleri ile açıklıyor.
FAT H D NS Z M ? Yalçın Küçük'ün Osmanlı’nın İslamlaşması sürecine ilişkin tezleri de çok dikkat çekici. Yalçın Küçük, bir pagan olan Osman Bey’in, şeyh Edebali'nin desteğini almak için kızıyla evlendiğini ve Müslüman olduğunu çeşitli kaynaklara dayanarak belirtiyor. Yalçın Küçük’e göre Osmanlı’da Sünni İslam bir devlet politikası II. Bayezıd’la başlıyor. Fatih’in Osmanlısı, Bayezıd’la kıyaslandığında görece laik bir toplum gibi. Öyle ki II. Bayezıd tahta çıktığı zaman babası Fatih’in dinsiz olduğunu söylüyor. Babasının İtalyan ressamlara yaptırdığı tablolarını İstanbul pazarlarında sattırıyor!
DARBELER TAR H “Atamanoğlu Fatih”i son yıllarda “darbe edebiyatı” yapan kesimler özellikle okumalı. O pek hayran kaldıkları Osmanlı’nın tarihi aynı zamanda bir darbeler tarihi olarak da okunabilir. Kardeş katlinin, baba katlinin olağan olduğu bir tarih. İktidar mücadelesi kızıştıkça suya düşüp boğulanların, yediğinden zehirlenenlerin, her yeni sultan ile saraydan tabutların çıktığı, kundaktaki bebelerin keman kirişiyle boğulduğu bir tarih. Yalçın Küçük’e ellerine sağlık diyoruz. (Atamanoğlu Fatih, Yalçın Küçük, Mızrak Yayınları, 472 s.)
8
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
THOMAS MANN’IN “ALDANAN KADIN”I VE ACISIYLA MUTLULUĞUYLA HAYAT
Rosalie, aşka yenilen kadın! Sanayile me sürecinin tamamlanmad , halihaz rda feodal kültürün etkilerinin ya and bir zamanda geçen hikayede, insan n hayatla ili kisi do rudan do ruya do ayla olacakt r. Dev labirentlerin yerinde, uçsuz bucaks z bozk rlar hüküm sürer. Rosalie’de hayatla aras nda bu denli bir ili ki kurmu tur. Ona göre tabiat, emarelerini insan bedeni üzerinden de göstermektedir DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com Shakespeare’in “Othello” sunu okurken, Desdemona karakterinin kitabın bütünlüğünde önemsiz sayılabilecek repliğinin altını çizmiştim: “İyi geceler, iyi geceler. Tanrı bana yanlışlardan yanlış davranmayı değil, yanlışlardan doğru davranmayı göstersin! “Shakespeare’e has lirizmi taşıyan onlarca tümceyi görmezden gelip, Desdemona’ya söyletilen bu kelimelerin etkisi altına girmemin sebebi; tam da o günlerde çağın bir klişesi üzerine düşünmemdendi. İçinde bulunduğum çağın insanı, tıpkı Desdemona gibi gönül ilişkileri sebebiyle - kendince - türlü felaketlere uğrayıp, acılara boğulursa; gösterdiği reaksiyon, tersi yönde tezahür ediyordu. Maruz kalınan kötülük, nihayetinde insanın kendisinin de kötü olmasıyla son bulabilirdi. Tecrübe, adeta duygusuz ve bencil olmanın ehliyeti olmuştu. Beni düşünmeye sevk eden bu tutum, sırasıyla sanayi ve teknoloji toplumunun parçası olan bireyin, hayatla ilişkisinin bir sonucuydu. Tıpkı o bilindik fare deneyinde; labirente konulan farenin, karşısına çıkan her duvarda yön değiştirmesi ve şuursuz bir devinim içinde olması gibi… Çağın kentli insanı da mutluluğunun peşindeydi. Onu harekete geçiren, duvarlardan döndüren bu arzuydu. Kalabalık/ yüzeysel arkadaş grupları, karanlığın ve alkolün makyajıyla güzelleşen yüzlerle dolu gece hayatı, içinden tutkusu alınmış sosyal aktiviteler ve makineleşen kentli insanın işten arta kalan zamanlarda yaptığı altın vuruşların daha nicesi… Peki mutlulukla kastedilen neydi? Mutluluk, feysbuk sayfalarının her geçen gün zenginleşen içeri-
ğiyle ölçülebilir miydi? Bu mutluluk tanımında acıya yer var mıydı? Yoksa çağın insanı, kendini uyuşturmayı, acı çekmeye yeğ mi tutuyordu? “… Neyse ki, annesi ( Rosalie ) mutluluğu zevk ve keyif olarak değil, acılarıyla birlikte hayat olarak algılıyordu. Çünkü Anna, onun hayalini kurduğu şeyin ne büyük acılarla dolu olduğunu daha şimdiden endişeyle görüyordu.” (Aldanan Kadın, s. 70). Thomas Mann’ın “Aldanan Kadın” ismiyle Can Yayınları’ndan dilimize çevrilen kitabında, yarattığı Rosalie karakterinin mutluluğu algılayış biçimi bu şekilde yer bulur. Rosalie, 1800’lü yılların sonlarında doğmuş; 50 yaşlarında bir kadındır. Kendisinden yirmi yaş küçük olan topal bir kızı ve henüz lise son sınıfta okuyan bir oğlu vardır. Yarbay olan kocasını, savaşın başladığı yıllarda bir otomobil kazasında kaybetmiştir. Doğaya aşık olan, kızının yaptığı soyut resimlerde kibarca ve tedirgin bir ses toThomas Mann nuyla daha anlaşılır, tabiat tasvirleri görmek isteyen bu kadın; günün birinde oğlunun yirmi dört yaşındaki genç öğretmenine aşık isteklerini, yerine getirmek istemesini açıkolacaktır. Rosalie, kanaması sebebiyle ka- lıyordu: “Ruh, teslimiyet içinde bedenin onu dınlığının yeniden uyandığını düşünmüş, etkisi altına alarak ağırbaşlı yaşlı kadın korahminde yayılan kanser hücrelerinin far- numuna taşımasına izin vermiyor, onun kına varamamıştır. Kadının büyük aldanı- yerine tam tersi oluyor, tam tersi canım yavrum: Ruh, bedeni bir şef gibi yönetiyor. Bana şı da burada başlar. Sanayileşme sürecinin tamamlanmadı- mutluluk dile hayatım, çünkü çok mutluğı, halihazırda feodal kültürün etkilerinin ya- yum! İşte yine dişi oldum, yine eksiksiz bir şandığı bir zamanda geçen hikayede, insa- insanım, muktedir bir kadın, kendimi beni nın hayatla ilişkisi doğrudan doğruya doğayla etkileyen erkek gençliğine layık görmeye hakkım var ve bir yandan da onun olacaktır. Dev labirentlerin yerinde, uçsuz karşısında kendimi aciz hisbucaksız bozkırlar hüküm sürer. Rosederek önüme baksalie’de hayatla arasında bu denli bir Ruh, mama gerek yok. Bu ilişki kurmuştur. Ona göre tabibedeni bir ef gençliğin bana vura at, emarelerini insan bedeni gibi yönetiyor. Ban , duğu hayat dalı at m üzerinden de göstermektedir. hay mutluluk dile te m! yalnızca ruhuma luyu “Görüyorsun ya, ağrılar daimut çünkü çok z iksi eks yine değil, bedenime um, old ma iyiliğimizi isteyen doğanın di i yine de isabet etti ve olağan uyarı sinyalleridir, bir insan m, muktedir bir onu tekrar akan kad n, kendimi beni etkileyen vücutta bir hastalığın yayılerkek gençli ine lay k bir çeşmeye çedığına işaret eder; dikkat, görmeye hakk m var ve bir virmeye yetti. anlamına gelir, orada bir tersyandan da onun kar s nda Gel de öp beni lik var, buna karşı hemen bir kendimi aciz hissederek canım yavrum, ne şey yap; yalnızca ağrıya karşı deönüme bakmama kadar mutlu olduğil, o ağrıyla anlatılmak istenen gerek yok ğumu gör ve o görşeye karşı da. Kuşkusuz bizde de kemli, güzel doğanın muböyle olabilir ve bu şekilde düşünülebilir. cizevi gücünü benimle birlikte yüAma biliyorsun ki, senin bu adet öncesi karın ağrın, o böyle düşünmüyor ve seni hiç- celt!” Flaubert, “Madam Bovary” romanıyla bir şeye karşı uyarmıyor. Bu, kadınlara ilk kez; hikayedeki yan karakterlerin öneözgü ağrının bir tür oyunu ve o nedenle saygıdeğer, bunu böyle görmelisin, kadınca bir mini edebi düzeyde tartışma konusu haline getirir. Romanda, işlevsiz olduğu sanılan yaşam edimi olarak.” Kızının adet dönemi ağrılarını, doğanın ve sadece birkaç kez sahne aldığını gördilinden böyle tanımlıyordu Rosalie… Kızı düğümüz yan karakterler, roman açısından Anna ile yaptığı ruh ve beden arasındaki öyle hayati yerlerde ortaya çıkmaktadırlar uyum/ uyumsuzluk tartışması, etrafın değer ki, hikaye bir anda derinlik kazanmaktayargılarına aldırış etmeden; aşkıyla bede- dır. Thomas Mann’ın romanlarında da, ana ninde uyandırdığını düşündüğü kadınlığının karakterlerin bazı detay özellikleri konu
bütünlüğü açısından oldukça önemlidir. Fikrimce, Rosalie’nin kızı Anna’nın topallığı, ona annesini anlayışla karşılayacak, erkekleri fiziksel olmaktan çok manevi olarak görmesini sağlayacak bir olgunluk ve ayrıksılık kazandırmıştır. Keza Rosalie’nin aşık olduğu gencin tarihe olan ilgisi, büyük kentlerin görkemli binalarına olan hayranlığı, doğanın yalınlığından ve samimiyetinden dem vuran Rosalie’nin çelişkisini gözler önüne sermektedir. Thomas Mann, gençlik yıllarında yazdığı “Venedik’te Ölüm” kitabıyla ele aldığı aşk ve ölüm ilişkisini “Aldanan Kadın” ile bir kez daha ve bu defa daha derin bir insan psikolojisiyle irdelemektedir. Romanlarında, tutkularına yenik düşerek tabir-i caizce aşklarının kölesi haline dönüşen karakterler anlatılmıştır. “Venedik”te Ölüm”de Aschenbach isimli karakter, ölümü aşkı için tercih ederken; Rosalie, yaşlılığa ve ölüme; aşkı ile direnmektedir. Ancak bu direniş, ölüm anında şu satırlarla son bulur: “Doğa… Onu daima sevdim. Aşka gelince…Doğa, onu çocuğuna gösterdi.” Esen Tezel çevirisiyle kütüphanelerimize sunulan “Aldanan Kadın”, 1900’lü yılların başındaki insanı ve değer yargılarını, - bizi bugüne ulaştıran - hayat algısının izleklerini ve özellikle kişisel hayatlarımızda önümüze konulan tabuları sorgulayan ve sorgulamamızı sağlayan bir kitap…1929 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü alan Alman asıllı Amerikan vatandaşı yazar Thomas Mann’ın ölmeden önce tamamladığı son öykü olması da, kitabı ayrı bir yere koyuyor; saygıdeğer okuyucu! (Thomas Mann, Aldanan Kadın, Can Yayınları, çev: Esen Tezel, 92 s. )
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA
9
M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Unutma – hiç kimse dünyayı senin gördüğün şekilde görmüyor, bu yüzden anlatman gereken öyküleri de bir başkası anlatamaz” Charles de Lint, The Blue Girl kitabından Eğer fantastik kurgu ile uzun zamandır ilgileniyor, her yeni serinin yayımlanışında karnınızda kelebekler hissediyorsanız ve gençliğinizde otobüslerde, öğle yemeği aralarında ve uykusuz gecelerde serilerin kitaplarını bir bir mideye indirdiyseniz, muhtemelen aklınıza zaman zaman sizi bıktıran, fantastik kurgu ile ilgilenmeye devam edip etmeyeceğiniz üzerine şüphelere düşüren bazı sorular da üşüşmektedir. Bu sorulardan/sorunlardan birini ve en önemlisini bu hafta ele alalım, diğerlerine ise zamanı geldikçe ve konuyu örnekleyebileceğimiz bir kitapta yayınlandıkça devam edelim.
M TOLOJ VE FANTAST K KURGU SORUNSALI
Brandon Mull
Sorun 1: Fantastik kurgu mitolojiyi yıllar boyunca o kadar sömürmüştür ki artık yaratılan bütün seriler birbiri ile benzerlik göstermektedir. Hal böyle olunca fantezi, asıl eğlence ve esin kaynağı olan “başka bir dünya” kavramından uzaklaşmaktadır. Yanlış. Bütün tarihi boyunca fantastik kurgu, sadece mitolojilerden beslenmemekle birlikte mitlerin yaratıklarına ve dünyalarına olan bakışları da yazarların farklı perspektiflerini yansıtmaktadır. Terry Pratchett’ın büyücüleriyle, Tolkien’in büyücüleri arasında bir benzerlik bulunmadığı gibi, konu, işleyiş ve tür bakımından da uzaktan yakından alakası yoktur. Bu türde bir yakıştırma, tıpkı her ikisinin içinde de insanlar var diyerek Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”i ile
Kafka’nın “Şato”sunun aynı kitap olduğunu söylemeye benzer. Bu yanlış algıdan kaynaklanmaktadır ki çıkan seriler, içeriği tam anlaşılmadan, şekil ve form bakımından benzerlikleri nedeniyle bir başka serinin intihali olmakla suçlanmaktadır. Belirttiğim gibi, yaratılan setler, kullanılan yaratıklar ve hatta mekânlar ve olay başlangıçları ne kadar benzer olursa olsun -ki aslında temelde benzemektedir- yazarın perspektifi kurguyu şekillendirir ve farklılaştırır. Örnek olarak J.K.Rowling’in “Harry Potter” serisini ve Terry Pratchett’ın “Diskdünya” serisini karşılaştıralım. Her ikisinde de görünmez bir büyücülük okulu vardır, her ikisinde de zaman zaman çok benzeyen yaratımlar söz konusudur (bkz. Kütüphanedeki canlı kitap, kâtipler vb.) fakat gel görelim ki Diskdünya fantezi aracılığıyla günümüzle, sistemlerle, subjelerle ve objelerle alay eden bir mizah serisidir. “Harry Potter” ise çocuklara ve içimizdeki çocuk ruhuna yönelik bir ahlak, etik, seçim ve kişiselleşme öyküsüdür. Elbette bu hatalı yargının tek nedeni şekil ve form değildir. Kurgusal açıdan zayıf kitaplarda yeteneksiz yazarların öyküleri artık kazanacağı belli, sistematik ve formülleşmiş kalıplara sokması da buna tuz biber ekmektedir. İşte bu noktada uzun yıllardır fantastik kurgu okuyanların ve türe ölesiye bağlı kişilerin dahi “Yeter artık!” isyanıyla karşılaşırız. Özellikle önceki adı “TSR”, el değiştirdikten sonra “Wizards of the Coast” hali ile yıllardır fantezi severlerin cüzdanlarını vakumlayan firmanın masaüstü oyunlara yönelik hazırladığı setler ve ardından bu setlere uygun olarak yayımladığı (bütün romanları kalitesiz değil elbette) bir edebiyat eserinden çok, gazoza benzeyen serileri bu isyanı körüklemektedir. Şahsen bir okuyucu olarak, öksüz veya yetim bir çocuğun kahramana dönüşmesinin öyküsünü okumaktan, bu çocuğa akıl hocalığı veya ebeveynlik yapıp daha sonra ölecek olan bir bilge karakterini izlemekten, büyülü yüzük, bilezik, kolye, halhal, kılıç, tırnak çakısı peşinde yaşanan macera kurgusu görmekten, hayal gücünün en serbest şekilde dolaşması gereken türde bütün kavramların sadece “iyi” ve “kötü” şeklinde stereo, basmakalıp sınıflandırılmasından, bu ucuz seriler yüzünden bıktım ve usandım. Kitap piyasasında fanteziye yönelik (yine Türkiye’de şanslıyız ki genelde iyi seriler tercüme ediliyor) binlerce romanın arasından, gerçekten fantastik kurgunun yansıtması gereken hisleri, hayal gücünü ve yeniliği barındıran eserlerin keşfedilmesi, okunması ve okuyucuyla buluşması da bir hayli zorlaşıyor. Bu nedenle ve ayrıca soruna da çözüm sunabilecek olduğundan, bu hafta Pegasus Yayınları’nın dilimize kazandırmaya başladığı iki seriden bahsetmek istiyorum. Biri Brandon Mull’un “Fablehaven” serisi, diğeri ise Catherine Fisher’ın “Oracle” üçlemesi. Brandon Mull Amerikalı bir yazar ve
Catherine Fisher
Yeni yorum mümkün mü?
5 kitaplık Fablehaven serisi dışında, üçüncü kitabı 2013 yılında yayınlanacak olan “Beyonders” serisinin de yazarı. Fablehaven için söylenecek en net tanım, “tam bir aile kitabı” olduğudur. Ailenin hem çocukları hem de çocuk ruhunu hatırlamak isteyen büyükleri tarafından zevkle okunabilir. “Fablehaven” yüzyıllar boyunca mitolojik ve esrarengiz yaratıkların sığınarak bir arada bulundukları bir yer. Bu mekânın son bekçisi büyükbabası ve büyükannesi olan Kendra ve Seth’in Fablehaven’daki maceralarına tanık oluyoruz. Öksüz/yetim bir çocuğu -şükür kibarındırma klişelerinden kaçınması bir yana, serinin güzel ve ilgi çekici yanı yazarın mitolojik yaratıklara karşı yeni bakış açısı. Her ne kadar yazar ilginç fikirlerini uygulamaya dökerken biraz topal ve öykü içinde yarattığı beklentileri karşılamada da yüzeysel kalsa da oldukça keyifle okunan bir masal sunuyor. Olay örgüsü bakımından, pek çok açıdan “Narnia Günlükleri” ile benzerlikler taşıyor fakat Narnia’nın artık klişeleşmiş ve önceden tahmin edilebilir düğümlerinden uzak duruyor. Bunun yerine yazar perdeleri teker teker kaldırarak ve ipuçlarını yavaş yavaş dağıtarak kurgusunu ilerletiyor. Bu açıdan da geçmişteki öykülerin “sürpriz” elementlerine artık çoktan aşina genç okurların beğenisini daha çok kazanacaktır.
GENÇ VE ÇOCUK OKURA YÖNEL K İngiliz yazar Catherine Fisher ise tercümesine yeni başlanan “Oracle” üçlemesinin dışında, “Snow Walker”, “Relic Master” ve yine Pegasus Yayınları tarafından dilimize daha önce kazandırılan “Incarceron” serilerinin, ayrıca üç şiir kitabının yazarıdır. Edebiyat dünyasında şimdiden fantastik kurgu türünün çocuklara ve gençlere yönelik kitaplar yazan klasik isimleri arasına gireceği konuşulmaktadır. “Oracle” serisinin kurguladığı set, büyük oranda çölde bulunduğundan
ve yapıların benzerliğinden Antik Mısır’a benzerlikler taşıyormuş gibi görünse de kurgulanan tanrıların ilişki ve hiyerarşi düzeyi Mısır mitolojisinden çok Yunan mitolojisine benzemektedir. Ölmekte olan bir tanrı, kendi çıkarları için gerçekleri manipüle eden bir rahibe ve bunların arasında eski bir medeniyeti kurtarmaya çalışan Mirany’nin macerasını okuyoruz. Yaratılan dünya ve ilişkiler oldukça ilgi çekici ve yazarın sürükleyici yazım tarzı sayesinde kitap bir çırpıda bitiveriyor. Tek sorun, kitap çok yüksek tempoda ve fazla aksiyon barındırdığından karakter gelişimine çok fazla fırsat tanımıyor, bu nedenle de karakterlerin iç dünyasına bakış atılamıyor. Elbette genç okurun ilgi ve istekleri, kitap yazılırken ön planda tutulduğundan, oluşturulan set ve kurgulanan dünyanın toplumu ve sosyal işleyişi hakkında da pek bir tanımlama, dolayısıyla da derinlemesine bir dünya yaratımı bulunmuyor. Mekân ve karakter tasarımları derinlikli olmamasına karşın iş hikayeyi anlatmaya geldiğinde Catherine Fisher, yeteneğini gözler önüne seriyor. Benim gibi kazık kadar adamın bile elinden kitabı düşürttürmüyor, “acaba sonra ne olacak?” sorusunu sürekli sorduruyorsa, genç okurun bu seriye bayılacağını tahmin ediyorum. Tercümesine başlanan ve ilk kitapları raflarda yerini alan her iki seriyi de farklı bir bakış açısı ve kurgu sunan fantastik kurgu serisi arayışındaki özellikle genç ve çocuk okurlara, dolayısı ile de ebeveynlerine tavsiye ederim. Catherine Fisher’ın Incarceron kitabından iki alıntıyla vedalaşalım: “Sadece özgürlüğü bilen insan hapishanesini tanımlayabilir.” “Yeraltında, yıldızlar efsanedir.” (Oracle, Catherine Fisher, Pegasus Yay., Çev:Nazan Tuncer, 336 s.) (Fablehaven, Brandon Mull, Pegasus Yay., Çev:Yelda Rasenfos, 352 s.)
10
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPANAN KAPININ VE KİLİDİN ŞAİRİ
Orda bir Ahmet Erhan var uzakta... Kendi deyi iyle “ ansl bir Türk airi”dir. Eklemem gerekiyor: ansl bir Türk airi olman n ötesinde, ortalarda hiç görünmemesine ra men en fazla ödül alan airdir Ahmet Erhan. Arenan n k y s nda duru u, ç rtkanlara, kendi de erini abartanlara, bir de er olmad halde kendini de er olarak sunanlara ve hatta satanlara kar bir imad r CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com Ahmet Erhan benim üniversite öğrencilik yıllarımın şairidir. Belleğim beni yanıltmıyorsa 1982-83 yıllarında Yeni Olgu dergisinde, şimdi Edebiyatçılar Derneği Başkanı olan Gökhan Cengizkan onu “küçük burjuva şairi” olarak tanımlar, Burhan Günel’se kalben sahiplenerek yüceltirdi. O dönemdeki ideolojik keskinlik halimizde Ahmet Erhan’a “küçük burjva şairi” etiketinin vurulması hoşumuza giderdi. Çünkü bizim edebiyatla da ilgili şablonlarımız vardı ve bu şair şablonlara birebir oturmuyordu (Burada şablonların her zaman kötü olduğuna dair bir imada bulunmuyorum). Bu şairin bitip tükenmeyen soruları vardı ve çok az cevap sunuyordu. Oysa bizim sorularımız sınırlı ve bu soruların cevapları da zaten belliydi. Daha önemlisi, birazcık tutamağımızın olduğu yerde, kafadan reddetme durumu bizi onun şiirini irdeleme, anlama ve anlamlandırma zahmetinden de alıkoyuyordı. Ateş sınırının ötesine geçtim, Ahmet Erhan’ı okumaya devam ettim. Onu ilk kitabı “Alacakaranlıktaki Ülke”nin yayımlandığı 1981’den “Sahibinden Satılık”a, yani 2008’e dek takip ediyorum. 1958’de başlayan yaşamına 10'un üzerinde şiir kitabı, bir öykü, iki çocuk kitabı sığdırabilmiş bir şairin tabii ki üretkenliğini ve verimliliğini öncelikle kutlamalıyız.
YALIN VE SONSUZ ÇI LIK Cumhuriyet Kitap’ta Miyase İlknur bir yazısında şöyle diyordu: “Yıllar öncesi için yazılmış bir dizenin otuz yıl sonrası için artık bir karşılık bulabileceğini düşünmüyordum.” O dize ise şuydu: “Bugün de ölmedim anne.” 1980 öncesi iç savaş ortamıyla ilgili bir dizeydi bu ve Miyase İlknur da zaten buraya işaret ediyordu. Sonra devam ediyor Miyase: “Oysa otuz yıl sonra Güneydoğu’da vatani görevini yapan askerlerimizin de duygularını yansıtıyordu bu dize ve onların duygularının da karşılığıydı: “Bugün de ölmedim anne.” Şiir bu değilse nedir? Şiir zaman mesafesi içinde yeni yeni anlamlar kazanarak kendini koruyan ve çoğaltan
bir güç değilse nedir? Şiir gündeliğin albenisine uyduğu için yüceltilen ve sonra unutulup giden bir sanat mıdır ki! Ve şair, sezgisiyle bütün zamanların gerçekliğini kucaklayayabilen olduğu kadar estetiğiyle de bunu önceleyen değil midir? Çaresizlikle bütünleşmiş özlemin yalın ve sonsuz çığlığını, demek ki ihtiyacım vardı, ben Ahmet Erhan’da buldum:
reyselliğiyle toplumsal olanı iç içe geçirebilen, birisini yansıtırken diğerini de asla es geçmeyen bir şairdir. Türkiye’nin son otuz-otuz beş yılındaki toplumsal çalkantılar, iç çelişkiler, çatışmalar; her insanı belli düzeylerde ilgilendiren varlık-yokluk, hayat-ölüm, umut- umutsuzluk düzlemindeki ikilemler; şiir kişisi olan kendisinin toplumsal duyarlıkları, bireysel çelişkileri, bu“Deniz bir gün gelip de kıyılarına du- nalım ve arayışları, gelenekle güncel tarursa rafından edindiği seçimleri ve bütün bunSularını ellerim bil onu bir de benim lara anlam kazandıran sevda duygusuniçin okşa.” daki derinliği ve onu da kapsayan yurt sevgisi Ahmet Erhan şiirinin kırk yılık seUÇURUMUN KIYISINDA rüveninde bütün ayrıntılarıyla yansımaVe “acının kalbimde takunyalar giyerek, se- sını bulmuştur. Ahmet Erhan şiirinin en arka plavincinse tüyden ayaklarıyla yürüdüğü” günlerdi o günler. Bütün böyle günlerimi ben nında kucaklayıcı ve kapsayıcı bir plan halinde bulunan ülke tutkusuna, her Ahmet Erhan şiirleriyle karşıladım. En hiçlik dönemlerimde yine onun şi- şiirine içerilmiş olan Cumhuriyet sevgisini de ekleyebiliriz. Ülke tutkusu ve irleriyle hayata tutunuyordum. ÇünCumhuriyet sevgisinin devkü o bir uçurum kıyısındaydı ve rim özlemiyle bütünleştiği doğacak çocuğuna ad düet Ahm kesitlerde ise kendi kuşünüyordu. Bu hali ise Erhan iirinin en şağının ve kendi kubeni şaşırtıyordu. arka plan nda kucaklay c ve kapsay c şağını da aşarak büHayatımda umubir plan halinde bulunan ülke tün bir ülkenin, Türdun kontenjanını tutkusuna, her iirine içerilmi kiye’nin trajedisi onun şiirleri sayesinolan Cumhuriyet sevgisini de baş gösterir. de düşürdüm. Ve yove usu ekleyebiliriz. Ülke tutk Onun şiiri bu ruldum gerçekten rim dev nin gisi sev Cumhuriyet trajedinin estetik tasahte umutların baözlemiyle bütünle ti i rihi olduğu kadar, lonlarını parlatmakkesitlerde ise kendi ku a n n ve kendi ku a n da a arak son otuz-otuz beş yıl tan. İnancımın, dinibütün bir ülkenin, içinde bu trajediden min adını da şairim saiye’nin trajedisi Türk toplumsal ve bireysel tayesinde öğrendim. Biraz ba gösterir rihimize yayılan etkilerin de esprili ama gerçekti: “Senin bir izdüşümüdür. dinin dinsizlik.” Benim dinim Ahmet Erhan şiirini karamsarlığın kadinsizlikti. nalı görenler de oldu. Onun genel duNe ala. Ahmet Erhan şiirinde şiir kişisiyle şair ruşunu “kapalı bir tünel”e benzetenler de daima özdeştir. Şiir kişisi şairin kendisi ol- vardı. Yani “çıkışsızlığın şiiri”, demek isduğu için şiirden şairin biyografisine gi- tediler. Bazı eserlerini “alkolün buğusudilebilir. Bunun tersi de mümkündür, şai- nu iyi vermiş” diye de değerlendirdiler. rin yaşamıyla ilgili bilgiler onun şiirini daha iyi anlamamızı va anlamlandırma- Ç ÇEKLERE BAKAN A R mızı sağlayabilir. Ahmet Erhan’da ben acıyı da yenilgiyi de Örneğin “Bugün de ölmedim anne” çaresizliği de ve alkolü de okudum. dizesinin arkasında 1980 öncesi Türkiye Ölüm sonrasının bilinmezliğiyle ilgili ikliminin iç savaş havası olduğu kadar bu göndermelerle karşılaştım. Sıradan bir iniç savaş ortamında Ahmet Erhan’ın ken- sanın olduğu kadar kahramanların övdisinin de yedi kez silahlı saldırıya uğra- güsüne de rastladım. Fakat ben ne zaman ması bulunmaktadır. bir Ahmet Erhan şiiri okuduysam hiç umutsuz, hiç çaresiz hissetmedim kenÜLKE TUTKUSU, dimi. İnsanları sevmediğim, onları anlaCIMHUR YET SEVG S mak istemediğim bir ruh hali edinmedim. Buradan baktığımızda ve aslında her Zaten onun şiirinin özü de budur bence. Yoksa “Deniz Gezmiş’i seviyorum / şiirinde olan budur: Ahmet Erhan bi-
Ahmet Erhan Oğlum adını onda buldu” der mi bir şair? Ahmet Erhan şiirinde kapanan kapı bir kilidi işaret eder. Umutsuzluğun sisi sabahı, yenilgi yeniden var olabilmenin gerçekliğini. Çünkü Ahmet Erhan, uçurumlardan çiçeklere bakan bir şairdir. O asla realiteyi atlamaz ve yıkımlar için güzellemeler yazmaz. Ağıt diline yatkın oluşu bundandır. Mehmet Kaplan bir yazısında Yahya Kemal Beyatlı, Nazım Hikmet, Sait Faik Abasıyanık, Behçet Necatigil ve sanırım Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkçeyi hamur gibi yoğurduğu”ndan söz eder. Anlam alanını sürekli genişleten soyutlamaları, yepyeni imgeleri, çağrışım alanında sağladığı apansız genişlik ve çok keyifli çok derin bir lirizm içine yedirilmiş ironi üzerine kurulmuş diliyle günümüz şairleri içinde Mehmet Kaplan’ın ustalar için yaptığı belirlemeyi en fazla hak eden şair Ahmet Erhan’dır. On altı-on yedi yaşlarında başladığı şiir serüvenini, kırk yıldır çıtayı daima yükselterek sürdürmesi başlıbaşına onun iyi şairlik göstergesidir. Ama bu kadar değildir. Şiirin fonetik imkânlarından yararlanma becerisini göstererek Türk halkının sözsel duyarlığına seslenebilmiş bir şairdir o. Bunun ve tabii ki başka yan etmenlerin etkisiyle dizeleri ilk kitabından beri belleklere yerleşmiş, kitapları defalarca basılmış, birçok şiiri bestelenmiş bir şairdir. Kendi deyişiyle “şanslı bir Türk şairi”dir. Eklemem gerekiyor: Şanslı bir Türk şairi olmanın ötesinde, ortalarda hiç görünmemesine rağmen en fazla ödül alan şairdir Ahmet Erhan. Arenanın kıyısında duruşu, çığırtkanlara, kendi değerini abartanlara, bir değer olmadığı halde kendini değer olarak sunanlara ve hatta satanlara karşı bir imadır. Bunu biliyoruz. Bundan eminiz. Bu duruşun onu gözümüzde daha da büyüttüğü ve daha özel kıldığı da bir gerçektir. Bu nedenle diyoruz ki: O artık bir mittir.
Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA
11
İNGİLİZ BELGELERİNDE BALFOUR DEKLARASYONU’NUN PERDE ARKASI
Filistin’de nefret tohumları nasıl ekildi... Tarihçi Jonathan Schneer’in 2010’da yay mlad ve K rm z Kedi Yay nevi taraf ndan Türkçeye kazand r lan “Balfour Deklarasyonu, Arap- srail Çat mas n n Kökenleri” isimli eser, günümüzdeki Ortado u sorununun bu kritik döneme ait köklerini ayr nt l bir ekilde inceliyor ORHAN KOLOĞLU 95 yıl önce, 1917’nin 9 Kasım günü, Büyük Britanya İmparatorluk Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı, kendi adıyla “Balfour Deklarasyonu” olarak anılacak bir açıklama yapıyordu: “Filistin’i Yahudilere ulusal bir vatan sayma ilkesi kabul edilmiştir.” 1917, Birinci Dünya Savaşı’nın ne şekilde barışa varabileceği konusundaki en çözümsüz yıldı. Bütün İslam dünyasını Cihad ile ayaklandırıp zafere ulaşmayı tasarlamış Osmanlı Devleti ve müttefiki Almanya ile Avusturya-Macaristan bir başarı elde edememişlerdi. İtilaf Devletleri grubundan İngiltere, Hicaz’da Arapları ayaklandırmakla birlikte, özellikle Çanakkale’de ortağı Fransa ile büyük bir yenilgi yaşayınca Rusya’ya yardım olanağını tamamen kaybetmişti. Bunun bedeli 1917 Ekimi’nde de Bolşeviklerin iktidarı ele geçirip Rusya’nın savaştan çekildiğini dünyaya ilan etmeleri olmuştu. Bu dönemde bütün savaşan ülkelerde uygun bir barış formülü arama eğilimi ön plana çıkmıştı. “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” İngiltere de savaşın uzamasıyla büyük mali sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı. Cihad’ı engellemek için Hindistan ve Mısır’da milyonlarca yerliyi aylığa bağlamış, Arap Yarımadası’ndaki ayaklanma için büyük harcamalara girişmişti. İngiltere’nin ayrıca mali yardım sağlamak için ABD’ye yöneldiği biliniyor. Bu koşullarda, ABD’nin Almanya’ya savaş ilan etmesi yepyeni bir gelişmeye ortam hazırladı. İngiltere’nin, Yahudi milliyetçi akımı olan Siyonizm’e fazla ilgi göstermemesine karşılık, Almanya’nın Siyonizm aracılığıyla ABD’de destek bulduğu biliniyordu. Dünyanın mali kaynakları üzerinde hayli güçlü etkiye sahip bu kesimi yanında tutmak için her iki ülke de büyük dikkat sarf ediyordu. Hatta 1915’de Cemal Paşa Filistin’e izinsiz yerleşmiş Yahudileri dışarı çıkarmaya kalkıştığında bu durumu Alman hükümeti engellemişti.
GÜNLÜK GEC KMEYE 100 B N STERL N Tarihçi Jonathan Schneer’in 2010’da yayımladığı ve Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan “Balfour Deklarasyonu, Arap-İsrail Çatışmasının Kökenleri” isimli eser, günümüzdeki Ortadoğu sorununun bu kritik döneme ait köklerini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Kitapta Osmanlı İmparatorluğu’nun da içinde olduğu bu süreç gayet ayrıntılı sunuluyor. Eserin tamamen Amerikan, İngiliz ve Siyonist arşivlerine dayandığını, 170 kadar kaynak içinde sadece dört ünlü yazarımızın (M. K. Öke, Cemal Paşa, Ahmet Emin Yalman, Hasan Kayalı) İngilizce yayımlanmış eserinin bulunduğunu anımsatma-
yı yararlı görüyoruz. Dolayısıyla, savaş ortamında gizli sürdürülmüş faaliyetler hakkında verilen bilgilerin tek taraflı belgelere dayandığını anımsatmak, ancak bunların son derece ilginç içeriklere sahip olduklarını da kabul zorundayız. Kitapta Sultan Abdülhamit döneminde Yıldız Sarayı’na girip çıkan, İttihatçılara karşı muhalif fırkaları desteklediği bilinen İngiliz ajanı Fitzmaurice, “Hem Osmanlı İmparatorluğu hem de diğer ülkelerde, İtilaf Devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki zaferinin anahtarını Yahudilerin elinde tuttuğunu ileri süren belki de ilk sorumlu Britanya diplomatıdır” diye sunuluyor. İstanbul’daki Dönmelere Filistin’in önerilmesi karşılığı Osmanlı yönetimine bağlılıklarından vazgeçeceklerini beklediği ekleniyor. Fitzmaurice savaş başlayınca Yunanistan’a yerleşip İttihat ve Terakki muhaliflerine Boğazları Britanya donanmasına açmaları karşılığında 4 milyon Sterlin ödeme önerisinde bulunur. Ancak biraz komik bir şartı da vardır: “Türklerin neden olacağı gecikmenin her gün için 100.000 Sterlin indirime sebep olacağını” belirtir. Bir bakıma 40 gün gibi kısacık bir sürede çözüm beklediği bellidir. Türkiye’yi rüşvet karşılığında savaştan çıkarmayı başaramayan Fitzmaurice Sofya’ya geçer ve Bulgarları da yine rüşvetle İtilaf Devletleri safında savaşa sokma çabaları sarf eder, ama başarısız olur. Bulgaristan Osmanlıların ve Almanların yanında savaşa katılır. Kitapta 1915 tarihli bir belgeye dayanılarak San Fransisco Fuarı’nda Osmanlı Yüksek Temsilcisi sıfatıyla bulunan Vahan Kardaşyan’ın ayrı bir barış konusunda Britanya konsolosluk görevlilerinden Sir Arthur Herbert’i yokladığı belirtilirken, “Muhtemelen Talat Paşa’nın bilgisi dahilinde” kaydı eklenmiş. ABD’nin Avrupa sorunlarına bulaşmama kararlılığının devam ettiği bir sırada bu girişimin Talat Paşa’dan değil, kendi milliyetçi sorunları sebebiyle Ermenilerden kaynaklandığını düşünmemek mümkün değil. Lloyd George’un yakınlarından birinin ortaya attığı “Rusya’nın İstanbul’u ele geçirmek zorunda kalmadan sıcak denizlere inmesini mümkün hale getirmek yoluyla Osmanlı’nın savaştan çekilmesini sağlamak” projesi var. Pilling adlı bir görevli bu işle ilgili olarak İsviçre’ye gider, Osmanlı elçisiyle görüştüğünü ve Talat Paşa’ya mektup gönderdiğini anlaşma önerisi aldığını da ileri sürer. Ama bu öneri ilgi görmez. 1913’ten 1916’ya kadar İstanbul’da ABD’nin elçiliğini yapan Yahudi kökenli Morgenthau’nun senaryosuysa şöyle: “Enver ve Talat’a İtilaf devletleri denizaltılarının Çanakkale’den geçmeleri kabul ettirilecek, bunlar Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’yu batıracaklar, böylece İttihat ve Terakki hükümetinin eli serbest kalacak ayrı barışı imzalayacaktır.” Morgenthau heyeti New York’tan Filistin Yahudilerine dağıtılmak üzere 400.000 Dolar değerinde altın dolu 18 sandıkla yola çıkarlar. Sonra geri dönerler.
UMUMHANE ÇI IRTKANLI I VE BARI PAZARCILI I Barış girişimcileri içinde en ilginci hiç şüphesiz, yazarın “1849’da Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş, çocukluğunda İstanbul umumhanelerinde çığırtkanlık yapmış sonra çok büyük silah tüccarı olmuş, servetiyle bankalar ve gazeteler kurmuş” kişi olarak sunduğu Zacharias Basileos’tur. Romen, Rum, Polonyalı ya da Rus kökenli olabileceği düşünülen bu kişi, Fransız vatandaşlığına geçmiş, İngilizlerden asalet ünvanı almakla Sir Basil Zaharoff diye ün yapmıştır. Zaharoff Dünya Savaşı yıllarında Lloyd George’un Osmanlı İmparatorluğu’ndaki diplomasi dışı temsilciliğini üstlenir. İngiliz ve Fransız hükümetlerini karşıtlarını etkisizleştirmek için bol para kullanmaya zorlar. Parayla Yunanistan’ın İtilaf Devletleri yanında savaşa girmelerini sağlar. Zaharoff Sultan Abdülhamit’in mabeyinciliği, Yunanistan’dan sorumlu bakanlık ve Viyana büyükelçiliği görevlerinde bulunmuş Abdülkerim Bey’le Marsilya’daki buluşmasını şöyle anlatıyor: “Almanlar İstanbul’u demir pençeyle kavradıkları için Osmanlı İmparatorluğu’yla ayrı bir barışı konuşmanın söz konusu olamayacağını söyledi. Ama onlara ihanet edip size Çanakkale’yi niye açmayalım, diye ekledi. Müttefikler için bu ihanetin karşılığı Amerika’da ödenecek Amerikan doları cinsinden ne olur? Enver’i ve Parti’den kırk ya da elli kişiyi doğrudan New York’a götürmek hoşuna gitmez miydi? Anlattıklarının çok ilginç olduğunu söylediğimde: ‘Seninle yeniden haberleşene kadar bunları kendine sakla; bir, iki hatta üç ayı bulabilir… Ondan sonra gelip bizimle Edirne’de buluşmaya hazırlan, biz seyahatinin kolay olmasını sağlarız’ dedi.” Zaharoff sahte pasaportla dolaştığını belirttiği Abdülkerim’in “Söylediğim her şey sadece benim düşüncemdir, çünkü herhangi bir resmi ya da gayri resmi görevim yok” dediğini ve bunu en az yirmi kere tekrarladığını ekliyor. Yine de Zaharoff “Aksi belirtilmedikçe Abdülkerim’in Enver Paşa adına konuştuğunu” düşünüyor. Zaharoff ile Lloyd George’un görevlisi Caillard arasında 1917 yılının Mayısı ile Ağustosu arasında yazılan 11 mektupta verilen bilgiler, Enver Paşa ile İsviçre’de ya da Romanya-Macaristan hududunda buluşma tasarıları içeriyor; ama böyle bir karşılaşma hiç gerçekleşmiyor. Buna karşılık Abdülkerim ile üç kez görüşmek için Cenevre’ye giden Zaharoff, Enver ve Cavit’in 20 milyon dolarlık bir ödeme bekledikleri haberini İngiliz makamlarına ulaştırır. Abdülkerim de kendisi için istediği 2 milyon dolarla ABD’ye yerleşmeyi düşünmektedir. Abdülkerim bir dolandırıcı mı, yoksa Zaharoff’un icad ettiği bir hayalet mi sorusuna yanıt bulmak güç. Enver ve Cavit’in paraları alır almaz ABD’ye yerleşeceğine inananların da hayalciliğine şaşmamak mümkün değil.
Türk kaynaklarında 1917’de özellikle Sovyet devrimi üzerine İzmir Valisi Rahmi Bey aracılığıyla bir barış arayışı başladığı bilinir. Ancak Enver’i ve Talat’ı Avrupa’ya gidip devlet temsilcileriyle değil kimliği meçhul ajanlarla pazarlık yapacak gibi sunmanın inanılmazlığı inkâr edilemez. Tabii ki dünyanın en geniş istihbarat örgütüne sahip İngilizler, her olanağı kullanmayı düşünüyorlardı. Arap alemini ayaklandırmış, Cihad girişimini suya düşürmüşken Sykes-Picot anlaşmasını gerçekleştirmeye yarayacak formülleri aramaları doğaldı.
S YON STLER SYKES-PICOT ANLA MASINI Ö REN NCE Sorun, Siyonistlerin Sykes-Picot anlaşmasını öğrenmeleriyle (Nisan 1917) yeni bir niteliğe bürünür. Bu tarihin ABD’nin Dünya Savaşı’na katılmasıyla aynı zamana rastlaması ilgi çekicidir. Bilindiği gibi bu anlaşma Filistin’in “uluslararası bir yönetime konmasını” savunuyordu. Yahudilerin, milliyetçilik yanlısı olan Siyonistleriyle, Asimilasyon yani İngiliz kimliğiyle bütünleşme yanlısı olanları arasındaki çekişme Siyonistlerin üste çıkmasıyla sonuçlanmıştı. Filistin’e tam sahip olmak Siyonistlerin ilk hedefleriydi. İngiliz hükümeti Zaharoff’un Enver ve Talat’la anlaşma konulu hayali girişimine özel önem verirken, diğer taraftan “en önde gelen İngiliz Siyonisti Weizmann” ile de teması sürdürüyordu. Savaşı devam ettirebilmek için ABD’ye muhtaç duruma gelmişlerdi. Bu alanda da ABD’deki Yahudi kolonisinin etkili olduğu biliniyor. Siyonistlerin, Şerif Hüseyin’e verilen destekle Filistin’in Arapların kontroluna gireceğinden endişelenmeleri doğaldı. Osmanlı projesi suya düşüp Siyonistlerin etkinlikleri artınca İngiliz Hükümeti “Balfour Deklarasyonu” ile başta kendi sıkıntısını çözdü. Ama bu çözüm, 95 yıldır süren bir Arap - Yahudi ya da Filistin sorununun doğmasına da sebep oldu. Kitap şu yargıyla sona eriyor: “Britanya ve müttefikleri Birinci Dünya Savaşı sırasında Ortadoğu’da Osmanlı canavarının kellesini uçurur. Politikalarıyla geleceğin nefret tohumlarını ekerler. Bu tohumlardan silahlı insanlar yükselir. Hâlâ yükseliyorlar.” (Balfaour Deklarasyonu, Jonathan Schneer, Kırmızı Kedi Yay., çev. Ali Cevat Akkoyunlu, 440 s.)
12
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
NTERNETTEK ÜNLÜ M ZAH S TES NDEN SEÇMELER K TAP OLARAK YAYIMLANDI
Bu bir “Zaytung haberi” değildir! Hakan Bilginer: “Bu tür bir yay n n temel amac asl nda e lenmek, iyi vakit geçirmek. Bunun d nda Zaytung’a çe itli insanlar ve takipçiler taraf ndan muhalefet i levi, muhalif bir misyon da yükleniyor. Bundan ikâyetçi de ilim, bu tür bir yan da var mutlaka. Yapt m z mizah gere i illa ki tarz muhalif bir söylem ç karmaya müsait, hatta ç karmak zorunda. Ancak hiçbir zaman muhalif olmak bizim için birincil amaç olmad .”
DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com İnternette dolaşırken herkesin sözleşmişçesine aynı şeyi paylaştığını gördüğümde “bu da neymiş” diyerek okuduğum, okurken gülümsemenin yerini kahkahaya bıraktığı bir konuma ulaştığımda bir saat boyunca Zaytung sitesinde dolanıyor olarak bulmuştum kendimi. İşte benim Zaytung'la tanışmam böyle gerçekleşti. Bazen gerçek gazetelerin korkunç dilleriyle hayatı takip etmektense karikatür dergilerinin komik ama taşlamacı diliyle bu takibi sağlamak pek çok güne küfrederek başlayan yeni “modern” insanın günlük küfür sayısını bir nebze de olsa azaltan bir şey. Mizahın güçlü yapısını ve çeşitliliğinin de gücünü “Zaytung” ile gördük son olarak. Zaytung'u, nam-ı diğer “dürüst, tarafsız, ahlaksız haber”i okurken yaşama, insanlara, siyasete, muhalefete dair bazen gülünecek halimize gülüyoruz, bazen de ağlanacak halimize gülüyoruz. Zekice yapılan esprileri ve özgün tarzıyla mizah alanında parlayan sitenin 2009-2011 yılları arasındaki haberleri almanak olarak April Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Kitap elimize ulaştığından beri kıkırdamanın durmadığı bir ofise dönüştük. Bu kapak konusunu ha-
zırlarken oldukça eğlendik biz, umarım siz de okurken bizim kadar eğlenirsiniz. Ve Aydınlık Kitap olarak Zaytung'un kurucusu Hakan Bilginer'le keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik ve merak edilen pek çok şeyi kendisine sorduk.
fa ederek yalnızca Zaytung’la ilgilenmeye başladım. Şu an sadece Zaytung’la uğraşıyorum, tek işim Zaytung.
Zaytung’un Türkiye’de ilgiyle karşılanmasıZaytung’un nı, tabiri caizse “tutZaytung’un kuruluş okuyucunun da masını” neye bağhikâyesiyle başlamak katk da bulunabilece i lıyorsunuz? istiyorum. Nasıl doğbir alan var. Açıkçası bu aslındu Zaytung? S rf bizler de iliz yani. da benim de hâlâ 2009 yılının sonlarına Zaten u anda da 90 bine yanıtını bilemedidoğru tamamen amayak n üye var ve onlardan ğim bir soru. Ben tör bir girişim olarak gelen içerik de elemeden ve yakın çevrem evde başladığım bir işti. geçerek sitede yalnızca bize komik O ara canım sıkıldığı ve yay nlan yor gelen haberler yapıyapacak daha iyi bir şey yorduk. Bunun geniş bir bulamadığım için işten arta kakitle tarafından beğeni toplalan zamanlarda vakit buldukça üzeması benim için de sürpriz oldu. Birinde çalıştığım bir internet sitesi Zayraz da Türkiye’de orijinal içerik üretung aslında. ten mecraların en azından internet alanında kısıtlı olması da etkili, bu da Hakan Bilginer Zaytung öncesi ne yabir avantaj sayılabilir. Koyunun olpardı artık ne yapıyor? madığı yerde keçinin Abdurrahman Zaytung öncesinde esasen elektronik Çelebi olması durumu belki de. mühendisiyim. Öncesinde de bir süre Zaytung’u yürütürken birlikte sistem NORVEÇ’DE DE YAPILAB L R mühendisi olarak çeşitli şirketlerde ça- Zaytung özgün tarzıyla yayın dünyalıştım. Yaklaşık bir yıl önce işten isti- sında fark edilmeyi başardı. Bu tür
bir yayının amacı nedir peki? Bu tür bir yayının temel amacı aslında eğlenmek, iyi vakit geçirmek. Bunun dışında Zaytung’a çeşitli insanlar ve takipçiler tarafından muhalefet işlevi, muhalif bir misyon da yükleniyor. Bundan şikâyetçi değilim, bu tür bir yanı da var mutlaka. Yaptığımız mizah gereği illa ki tarzı muhalif bir söylem çıkarmaya müsait, hatta çıkarmak zorunda. Ancak hiçbir zaman muhalif olmak bizim için birincil amaç olmadı. Kişisel olarak siyasi açıdan sinir olduğumuz şeyler -bu kendimiz de olabilir- ile ilgili haberler yapıyoruz ama bu konuda yeterince iyi bir haber gelmediyse de illa ki bununla ilgili bir haber yapacağız kaygımız yok. Malzeme bulmakta zorlanıyor musunuz? Hatta şöyle sorayım; Türkiye’de değil de Norveç’te yaşasaydınız gene Zaytung çıkar mıydı? Malzeme bulmakta evet arada zorlanıyoruz, o noktalarda da sitenin güncelleme hızı düşüyor. Belki o dönem gündemin bir sorunu da olabilir bu,
KAPAK
Aydınlık KİTAP
bizden de kaynaklı olabilir. Norveç’de de olabilirdi, doğabilirdi böyle bir site. Türkiye çok haber sağlayabilecek bir ülke yaklaşımını da biraz kendini fazla ciddiye almakla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. ÇER K ÇE TL L Bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin bölümüne ilişkin çarpıcı bir mizahı sunarken bir mühendis için de aynı şeyi yapabiliyorsunuz. Başınıza gelmiş de yazıyormuşsunuz gibi bir algı oluyor okuyucuda. Bunu yaratan ekip, nasıl bir ekip? Öncelikle Zaytung’un okuyucunun da katkıda bulunabileceği bir alanı var. Sırf bizler değiliz yani. Zaten şu anda da 90 bine yakın üye var ve onlardan gelen içerik de elemeden geçerek sitede yayınlanıyor. O yüzden çok çeşitli kesimleri ilgilendiren haberler çıkması doğal. Editör grubumuza gelince genelde çeşitli mesleklerden, çeşitli sosyal konumlardan arkadaşlarımız var. Farklı dünya görüşlerinden insanlar bunlar. Bu da içerik çeşitliliğini zenginleştiren bir durum bizim için. Bir de çalışma ortamınızı merak ediyorum. Diyalog halinde, gülerek çıkan haberler mi bunlar yoksa artık amatörlükten profesyonelliğe dönünce ciddi bir ortamda çıkan disipline haberler mi? Zaman zaman ikisi de oluyor ama çoğunlukla evet diyalog halinde gülerken çıkan şeyler. Çalışma ortamımıza gelince, genelde internet üzerinden buluşup çalışıyoruz. Yayın toplantılarımızın çoğu internet üzerinden oluyor, bir ofisimiz var ama çok sık kullandığımızı söyleyemem. C DD YE ALANLAR DA VAR Haberlerinizi gerçek sananlara ne demeli? Açıkçası keşke gerçek olmadığını fark edecek bir kitle takip etse ama bir yandan da doğal geliyor. Sitenin dili standart bir medya organının diline çok yakın bu yüzden özellikle Zaytung’u bilmeyen birinin ciddiye almasını çok da yadırgamıyorum. Politik mizahı içinde barındıran bu
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Hakan Bilginer
yapının zorlukları neler? Herhangi bir haberiniz yüzünden dava falan açıldı mı size? Bu konuda başımıza gelen çok ciddi bir durum şu ana kadar olmadı. Bugüne kadar yalnızca bir kez mahkemeye verildik o da politik bir nedenden değildi. Özellikle mizah anlamında yaygın bir görüş var, muhalif olanın tehlikeli olduğu yönünde ama mizah anlamında söylüyorum yine kendi tecrübem durumun hiç de o kadar vahim olmadığı yönünde. Yarın bir gün durum değişir mi bilmiyorum ama şu ana kadarki durumdan çıkarıyorum bu sonucu. Bence bu korku ya da yaratılmaya çalışılan baskı algısı gerçek baskının kendisinden çok daha tehlikeli. Ortada gerçekten sansür olmasa bile insanların kendilerine sansür uygulamasına neden oluyor. Bu baskıyı, varsa bile, olabildiğince göz
ardı etmek gerekiyor sanırım. K TABIN K AMACI Türkiye’de mizahın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendi adıma Türkiye’de mizahın oldukça zengin ve iyi yapıldığını düşünüyorum. Geleneksel mecralarda kitap, dergi, televizyon vs. ve internet üzerinde de çoğu zaman ilgimizi çekecek bir şeyler bulabiliyoruz. En azından internet üzerindeki temel sorun bunun çok dağınık şekilde yapılması ve içerik bombardımanı yüzünden asıl komik olanın ıskalanması. Belki Zaytung’un yarattığı fark bunları derli toplu bir araya getiriyor olması. 2009-2011 aralığında Zaytung haberlerinden seçmelerle kitabınız okuyucuyla buluştu. İnternette yayınlanan yazıların kitap olarak da basılmasının mantığı ne? Her şeye rağmen
13
internetin “kalıcı” olmadığı, “basılı eser”in daha değerli olduğu düşüncesi mi? Zaten internette kolayca bulabilecekleri yazıları, insanlar neden bir de para verip okusunlar? Aslında dediğiniz doğru. O düşünce internet üzerindeki yazıların kalıcı olmadığı düşüncesi. Belki bu sadece bir illüzyon ama böyle bir algımız var. O yüzden basılı bir halde bulunmasını arzu ettik. “İnternet üzerinde bedava olan şeyi neden para vererek okuruz?”un yanıtı da bu aslında. Bu kitabın iki amacı var; siteyi takip eden, seven kitle için de böyle bir esere sahip olmanın mutlu edici bir deneyim olacağını düşünmemiz; ikincisi de aslında ulaşmaya çalıştığımız kitle internetle çok da ilgisi olmayan, internet alışkanlığı olmayan insanlar. B R BUÇUK DAK KALIK KASET! Kitabı okurken bir haberi okuyup bu en iyisi diyordum, sonra diğerini okuduğumda ya bu daha iyiymiş falan diye kendi en iyi haberimi bulmaya çalıştım. Kitaptaki Zaytung haberlerinden sizin 1 numaranız hangisidir? “Seks kasedi yalnızca bir buçuk dakika süren milletvekili adayı çifte utanç yaşıyor.” Soysal medya-internet üzerinden mi ilerlemeye devam edeceksiniz? Basılı bir dergi haline gelmek Zaytung gibi yapılarda dezavantaj mıdır? İnternet üzerinde devam edeceğiz, şu an öyle görünüyor. Basılı mecra bizim için bir dezavantaj. Çünkü çok disiplinli bir çalışma sistemimiz yok. Ayrıca birçok konuda kendimize yeter vaziyetteyiz. Basılı mecrada bizim dışımızda birçok teferruatla da uğraşmamız gerekecek. Peki bu Zaytung’un almanak olarak kitaplaştırılması seri olarak devam edecek mi? Öyle etmesini umuyorum. Bu biraz da almanakla ilgili alacağımız tepkiyle ilgili. Her şey istediğimiz gibi giderse April Yayıncılık’tan düzenli olarak almanaklarımız çıkacak.
14
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
HANDE ÖZCAN’LA “CORPUS” ÜZERİNE…
Aşk gerçektir ve yasağı yoktur Müzik benim hayat mda çok bask n bir eleman. Sanatlar n aras nda da bask n bir yap oldu unu dü ünüyorum, çabuk ula t için. Bir kitab okuyup sevmek için zaman harc yorsunuz ama bir müzik sizi bir saniyede yakal yor ya da mahvediyor. Ben kitab n içine çok ark koydum. Bunu bilerek yapt m. Baz lar sevdi im ark lar, baz lar ise kitaptaki karaktere yak an parçalar. Bunlar özellikle yazmak istedim. Okuyucular aras nda da tart ma yaratmak istedim DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Hande Özcan ile son kitabı “Corpus” hakkında dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik. İçten ve samimi tavırlarıyla sorularımıza özenli cevaplar veren yazar uzun bir sürece yayarak yazdığı kitabıyla yazın dünyasına büyük bir hızla girdi. Kitabın organ betimlemeleri, çizimleri ve kitabın sonunda bulunan cd, farklı bir sunum sağlıyor okuyucuya. Kitabı yazarının ağzından dinlerken, Hande Özcan'ı da tanıma fırsatını buluyoruz ve aşağıdaki söyleşi doğuyor. Kitabın adı Latincede vücut anlamına gelen “Corpus”. Neden böyle bir isim? Ben bu kitabın adını bundan sekiz yıl önce koydum daha hiçbir şey yokken. Tek bildiğim beden çatısı üzerine bir hikâye yazmak istiyordum. Şöyle düşünüyorum, ben objelere kimlik veren, cinsiyet veren bir tipim. Böyle oturduğum yerden hep hayal kurup, kim ne meslek yapıyordur, kocasıyla mutlu mudur falan gibi böyle kendi kendime oyun oynayan bir tip olduğum için bedenle ilgili olarak düşündüğümde sanki hani bir kılıf aslında bu sadece, taşıyıcı bir şey beden. Ama bunun içinde o kadar çok şey saklı ki; kan var, cerahat var, yara var, irin var, sakatlık var, duygu var bir sürü şey var. Yani soyut ve somut bir sürü şeyin içine sıkıştığı ve aslında dışardan bir kılıfın içinde saklandığı bir dünya. Bir de bedenin kendi içindeki bu inanılmaz anatomik görünümüne hayranlık duyuyorum. Yani kendi sirkülasyonunu bu kadar şahane tamamlayan, kendini onarabilen yapısına çok hayranlık duyduğum için bu hikâyeyi bunun içinde kurgulamak istedim. O yüzden de organlara ve vücudun parçalarına isimler verdim, cinsiyetler verdim. Onlar biraz daha anaç, biraz daha sözünü esirgemeyen ve biraz daha baş kaldıran bir duruştalar. Onlar kitabın yanında ayrı bir karakter olarak duruyorlar, beslemekten ziyade kimlikli bir şekildeler.
Bu organların kısımları kitabın da en ilgi çekici yerlerinden birini oluşturuyor ve her birine cinsel kimlikler veriyorsunuz. Dişi, erkek, biseksüel vb. Bunları neye göre verdiniz? O çok şahsi bir şey aslında. Sonuçta bana en ufak bir ters etki olmadığını görüyoruz. Bu benim okuyucuyla karşı karşıya gelmek istediğim bir durum. Yani “kulağı erkek yapmış, bana göre hiç de değil” gibi tepkisi olacak okurlar olacaktır. Herkesin hayatı çok göreceli, duygusal olarak da görsel olarak da. Sizin şu an hissettiğinizle benim şu an hissettiğim ne kadar aynı olamayacaksa kitabın içindeki şeyler de öyle. Tabii ki o organların kitabın içindeki bölümlerindeki yerleri itibarıyla uyumlu bir duygusu var aslında. Bu yapıyı kurgudan önce mi belirlemiştiniz, yoksa ilk oluşan kurguydu da bu organ fikrini aralara koyarım diye sonradan mı tasarladınız? Ana kurgu ile organların duygusu bir noktada kesişiyor. Yani sırasını kendi hissetmeme göre yaptım. Önce birinci bölümü yazdım ve onun bilek olduğu hissini aldım. İkinci bölümde doğum sahnesi geliyordu ve o rahmi getiriyordu peşine. Hatta bu süreçte bir doğuma girdim, onun hissiyatı çok büyüktü. Umarım kitapta bunlar geçiyordur okuyucuya. Kitapta bir yasak aşk var. “Yasaklılık” ve “aşk”... Bu iki kelime yan yana geldiğinde nasıl bir şey ifade ediyor sizin için? Dünya tarihinde çok klasikleşmiş bir konu; aşk. Tarih boyunca acı çekilen aşklar, kan kusulan aşklar, ıstıraplı aşklar, kavuşulamayan aşklar defalarca farklı şekilde işlendi. Tabii yasak aşkın ya da imkânsız bir aşkın mutlu bir aşka göre anlatacak çok daha fazla şeyi var. Burada evet çok yasak bir aşk var ama benim hep düşündüğüm şey aşk kavramı çok soyut, kimliksiz, cinsiyetsiz bir şey. Kimi nerede, na-
sıl yakalayacağı hiç belli olmayan bir şey. Yani kuralı olmayan bir hastalık. Bir virüs gibi bunu kapıyorsunuz ve vücudunuzun içinde bunu taşıyorsunuz. Benim görüşüme göre iki kişi arasında karşılıklı, güçlü bir aşk bağı varsa bu bütün yasak kurallarını çiğneyen bir şeydir. Burada her iki taraf da korkunç bir hata yaptıklarını bilmelerine rağmen karşı duramıyorlar. Bu kimseye kötülük yapmak için yapmış oldukları bir şey değil ama korkunç bir sona sebep oluyor zaten finalde. Aşk gerçekse gerçektir ve o noktada da yasağı yoktur. “Ahlak mı, aşk mı?” ikileminde hangisi önce gelir? Aşk. Ahlaksızlık yapmak ve aşkı yaşamak arasındaki bu karşılaştırdığımız şey aynı değil. Karşı koyamadığınız bir şey aslında vazgeçtiğiniz bir şey değildir. Ben duygularıma ket vurup tamam yaşamıyorum deyip, evimde kocamla oturup ama aslında kalbimle, ruhumla başka bir adamı seviyorsam bu da harika ve takdir edilecek bir ahlak gösterisi olamaz herhalde. Kitabın kurgusunda, yasak aşkın dramatize edilmişliği biraz Yeşilçam havası veriyor mu? Aşk işin içine girdiği andan itibaren bir Yeşilçamlaşma olmuş olabilir. Bu kitabın yazılması uzun bir sürece yayıldı ve ben de büyüdüm bu sırada. Bazı bölümlere dönüp müdahale ettim, bazılarına ise etmek istemedim masumiyeti bozulmasın diye ama kendim de baktığımda oldukça uzun yıllara yayılmış her şey. Ama haklı olabilirsiniz, ben de aşkın olduğu yerlere baktığımda biraz daha kanırtan, belki fazlalaşan bir duygu var. Hatta kitabın sonunda filme bağlanmasını bile doğurdu. Haklı bir yorum aslında. Kitapla birlikte bir cd veriliyor ve “kitabın sonunu gözleriyle görmek isteyenler” sloganıyla bir film okuyucuya sunuluyor. Bu sektörde bir ilk. Nasıl doğdu bu fikir? Ben ilk olduğunu bilmiyordum aslında bunun, sonradan öğrendim. Benim yazdıklarımı okuyan insanlardan duyduğum ortak cümle “senin yazılarını bir film izler gibi okuyoruz” oluyordu. Çok sinematografik bir dille yazdığımı söylüyorlar. Zaten öyle yazabiliyorum. Gözümü kapatıp sahneyi canlandırdığımda yazabiliyorum. Betimlemelerim aslında bu yüzden biraz fazla. Çünkü her şeyi tarif etmek isteği duyuyorum, senaryo yazmak gibi bir şey bu biraz. Ben bu kitabın son bölümünü çok severek yazdım ama bence çok görsel bir şeydi. Üç ayrı insanın ortak bir acı arkasından üç ayrı yerde geçirdikleri sabaha kadar süren ıstıraplı bir geceyi anlatıyor. Yazdıktan sonra dedim ki ne kadar çok seyretmek isterdim bu bö-
lümü. Sonra bunu konuşmaya başladık. Bunu kendimiz için istiyorduk başta. Riskli bir şeydi kitaba böyle bir cd koymak. Çünkü insanlar okurken kafalarında kişileri resmediyorlar ve filmde öyle biriyle karşılaşmayınca hayal kırıklığına uğrayabilirlerdi. “Benim düşündüğüm kız böyle değildi” gibi bir olumsuzluk doğabilirdi. Bu film süreci kitabın basımının bir iki yıl daha da uzamasına sebep oldu. Hiç bilmediğim bir işe soyundum ben. Tamamen empati kurarak, gözüme güvenerek ve kalbimin yönlendirmesiyle ilerledim. Tabii açıklarımı kapatmak için de çok profesyonel bir ekip bulduk ve o yüzden de kirlenmemiş bir gözle çekmeye çalıştık. Görüntü yönetmenliğini Soykut Turan (daha önce çektiği filmler “Gönül Yarası”, “AROG”, “Takva”, “Güneşi Gördüm”) yaptı. Filmin müziklerini orkestra şefi Orhan Şallıel yaptı. Romanda 70 tane uzuv çizimi ve kapak tasarımı Huban Korman tarafından yapıldı. Hepsine teşekkür ediyorum. Kitapta şarkılar önemli yer tutuyor. Kitaba dahiliyetleri nasıl oldu? Müzik benim hayatımda çok baskın bir eleman. Sanatların arasında da baskın bir yapı olduğunu düşünüyorum, çabuk ulaştığı için. Bir kitabı okuyup sevmek için zaman harcıyorsunuz ama bir müzik sizi bir saniyede yakalıyor ya da mahvediyor. Ben kitabın içine çok şarkı koydum. Bunu bilerek yaptım. Bazıları sevdiğim şarkılar, bazıları ise kitaptaki karaktere yakışan parçalar. Bunları özellikle yazmak istedim. Okuyucular arasında da tartışma yaratmak istedim. Okuyucular da bunları dinlesinler, karakterlere uyumunu düşünsünler hatta kendilerine bir şarkı listesi oluştursunlar istedim. Çünkü ben her kitabı müzikle okurum. Her anın bir müziği vardır bence. Sezen Aksu’yu çok kullandım. Benim hayatımda çok özel bir yeri olduğu için. Her hüzün barındıran hikâyenin içinde sanki o da bulunmalı gibi geliyor bana.
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
20 TEMMUZ 2012 CUMA
15
Eylemci ve yetkin düşün adamı olarak yeni aydın tipinin öncüsü Yusuf Akçura SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com
Niyazi Berkes
Mihri Belli
Aziz Nesin
Doğu Perinçek
Yalçın Küçük
Orhan Veli tutkunlarının, özellikle ondaki ince alaya bayılanların en çok sevdiği şiirlerden biri de “Dalgacı Mahmut”tur. Şiirin orta yerinde yer alan üç dize, nerdeyse 20 yıldır, bana Beyoğlu’nun usta terzilerinden Mehmet Karagömlek’i hatırlatır hep: Deniz yırtılır kimi zaman, Bilmezsiniz kim diker; Ben dikerim. Bu kez tersi oldu; Karagömlek’in uyarısıyla attığı dikiş beni şiire götürdü... Şöyle veya böyle, benim herhangi bir düşünsel yırtık ya da söküğümü yakalamaya görsün, bu adam, hemen orayı dikmek için Sokrates’e rahmet okutan sorulara başlar. Yani kafasını da en az iğne, yüzük, makas kadar kullanır: Felsefe okuyup tartışmaya aşırı düşkünlüğü vardır. Sıkı sorar, iyi dinler, boşa konuşmaz. Siz boş bulunursanız yandınız... Dikkatli okur, son Arakablo’daki “Hegel’in yazgısını Türkiye gerçeğinde paylaşmak” başlıklı yazının sonundaki şu saptamayı anımsayacaktır: “Yusuf Akçura’nın sınıfsal çözümlemesiyle 1908 Devrimi’nde –ve yüz yıldır– yaşananlara bakınca şunu görüyoruz: Dönüşüme yatkın unsurlar olarak asker-sivil aydın zümre, ulusal burjuvazi ve halkın üretici kesimleri, emek verdiği yurdunu Batı’nın evrensel değerleriyle donanmış düzeyde yeni bir toplumsal ve anayasal düzene taşıma savaşı verir. Emperyalizm de bu gelişmeyi durduracak dinci karşıdevrim cephesiyle sürekli işbirliğinin önündeki engelleri adım adım kaldırır...” (Aydınlık KİTAP, 06.07.12) 1908 TEMMUZ DEVR M ’N N SINIF TEMEL Karagömlek; Hegel ve Hilav üstüne de sorular getirdi ama en çok bu paragrafa çakılıp kalmıştı. Derken, hemen her yazıdan sonra elinde su terazisiyle marangoz hatalarını göstermeye koşturan İlat Yenidoğan ve ille toprak atacak bir yarık bulan Adnan Bingöl de çok üstüme gelince Akçura’nın saptamasını yeniden ele almak gereği doğdu. Aslında bu saptamaya daha önce de ‘68 Kuşağı’nı ele alan bir yazıda değinmiştim: “Yusuf Akçura’ya göre 1908 Temmuz Devrimi, değişik toplumsal kesimlerdeki şikâyetçi unsurların İTC tarafından örgütlenmiş proleter nitelikli ‘asker ve sivil memurlar’la başkaldırıya yöneltilmesinin ürünüdür.” (Aydınlık, 08.05.12) Demek ki o yazıda gözlerden kaçmış. Aziz Nesin, bir keresinde, “Türkiye’de bir olguyu birçok yerde yinelemeden okunmuş
sayamazsın” demişti. Doğrusu yıllar önce ilk işittiğimde çok yadırgadığım bu sözün doğruluğunu yaş geçtikçe kederle kabul etmek zorunda kalıyorum... İlk kez Türkiye’nin Düzeni’nde okurken, “1908 Devrimi’nin toplumsal temeli: MDD’nin sınıf dayanağı” diye derkenar düştüğüm savını Akçura şöyle anlatıyor: “Sultan Abdülhamit’in son zamanlarında, asker ve sivil memurların bir kısmı, özellikle burjuvaziye dahil olanları, dünya nimetlerinden aslan payını alıyorlardı. Fakat bunların dışında kalanlar, mesela aylıklarıyle geçinen küçük taşra memurları, yine aylıklarıyle geçinen [ve] Makedonya’da eşkıya kovalamakla görevli küçük rütbeli subaylar, hizmet ve emeklerinin tamamıyle ödenmediğini pekalâ biliyorlardı. İttihat ve Terakki, işte bu proleter sivil ve asker memurları örgütlendirdi.” (Doğan Avcıoğlu, s. 168, Bilgi Y., 1968) Yıllar sonra parçayı F. Georgeon’un kitabında, “İttihad ve Terakki’nin Toplumsal Tabanı” başlıklı 17. metinde özgün anlatımıyla buldum (Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura [1876-1935], çev.: Alev Er, Tarih Vakfı Y., 1986): “Sultan Abdülhamid-i Sâni’nin son zamanlarında memurin-i askeriye ve mülkiyenin bir kısmı, bilhassa burjuvaziye dahil olanları, ...” Ne yazık ki, 1968-71 arasında Türkiye’de toplumsal muhalefetin bütün kuramsal dünyası “Millî Demokratik Devrim - Sosyalist Devrim” kavram ve sözcüklerine sıkışarak aşırı ısınmıştı. Avcıoğlu’nun bu üç yıl içinde 5 basım yapan kitabındaki “(proleter) asker-sivil memurlar” kavramının Mihri Belli’de “asker-sivil aydınlar” ifadesiyle MDD’ye temel sınıfsal kavram olarak aktarılışını fark edip tartışacak kişiyi ara ki bulasın! Kim bilir, görmezden gelindi belki (ya da ben rastlamadım). UNUTULURKEN YA MALANAN AYDIN “Asker sivil aydın zümre” kavramını 1960’larda Akçura’dan yalıtarak yeni keşif gibi kullanmanın iki temel nedeni şu olabilir: 1. 27 Mayıs Devrimi de benzer sınıfsal özelliklere dayandığına göre, demokratik devrim savaşımında 60 yıl sonra Türkiye aynı döngü içinde kıvranan bir ülke olmaktan çıkamıyorsa, Niyazi Berkes’in “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?” savı haklılık kazanacak; saptama ve önerileri, uzun erimli bir süreçte daha kalıcı ve yaygın düzeyde tartışılma gereksinimi yaratarak ivedi devrim sorunlarını erteletecekti. 2. Doğu Perinçek’in de işaret ettiği gibi (Aydınlık, 14.07.12), “1960’ların solculuğu, yaşanan pratik nedeniyle
[muhtemel milliyetçilik suçlaması yüzünden] Türkçü kavramını başka bir yere oturtur” ve Türkçü geleneğe bitişmekten öcü görmüşçesine kaçar. Belki asıl etken çok daha yalın ve korkunçtur: Akçura; kendinden önce söylenenleri yağmalayıp her şeyi kendiyle ve sıfırdan başlatan Osmanlı (Türk) aydın kimliğini eleştirerek sergileme küstahlığından ötürü, sağın da solun da, İsa’yı Musevilerin öldürdüğünü cuma hutbesinde öğrenir öğrenmez havranın kapısı dibinde yakaladığı ilk Yahudi’yi ayağı altına alan Müslüman külhanbeyi tavrıyla aforoz ettiği düşünürdür. Nitekim bunu Niyazi Berkes, “Unutulan Adam” yazısında (1956) etkili bir yazıyla gösterir; “reform sorununun yalnızca yönetim biçimini değiştirmek değil, bütün toplumu kapsayacak bir devrim sorunu olduğunu gören tek kişi oluşunu” vurgular (Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, Ekim 2002). Akçura’nın Berkes’e olduğu kadar Yalçın Küçük’e de ilham veren aydın eleştirisi gerçekten köklü ve ağırdır: “[Bütün derdi Batı’nın gözüne girmek olan Osmanlı aydınına göre] Avrupa’nın hoşuna gitmek istersek zayıf olmaya, hiçbir kuvvet göstermemeye, nihayet tamamen eline geçmeye katlanmalıyız.” (16 Şubat 1911) Bir başka yazısında, “aydınların tarihsel materyalizm bilgisinden yoksun, Marx’tan habersiz oluşlarını” eleştirirken, materyalizm korkusu ve düşmanlığı karşısında uyarıda bulunur: “Her halde şuna şüphem yoktur: Gerek tarihin tetkikinde, gerekse bir siyasetin idaresinde materyalizmi kendilerine rehber ittihaz edenler, idealizme kapılanlardan daha az yanılmış olurlar.” (21 Ekim 1910) Bu saptamalar, onun “aydın” değil de “memur” deme ısrarını ayrıca açıklamıyor mu? Doğu Perinçek, Aydınlık’ta, onu yeni tip aydın kişiliğiyle en özlü biçimde vurgularken ne kadar da gerçekçi ve haklıdır: “Yusuf Akçura, Türk Devrimi’nin 20. yy’ının ilk yarısındaki en birikimli düşünürüdür. Onun eylemciliği ile yetkin düşün adamlığı kuşkusuz birbiriyle bağlantılı.” Bu, dünyayı yorumlamakla yetinmeyen aydındır. AKÇURA’NIN BÜTÜNLÜKLÜ YORUMU Talihin (ve tarihin) cilvesine bakın ki, modern dönemde Türklerin tarihinin Fransız kaynaklarına dayanarak yazılmasından ve “bütünüyle değişime uğratılıp yozlaştırıldığından” yakınan Akçura için bu vargının pekiştirdiği en kapsamlı ve bütünlüklü değerlendirmeyi de, onun bir devrim kuramcısı olarak ortaya çıkışından 80 yıl sonra, yine bir Fransız top-
Yusuf Akçura
“Akçura’n n modern yönü, bize yeni tip ayd n n somut bir örne ini sunmas d r. Onun ele tirel yönünden söz etti imizde, kastetti imiz yaln zca Akçura’n n Jöntürklere ve Osmanl ayd nlar na yöneltti i ele tiriler de ildi. Önemli olan, onun tarihe yükledi i ele tiri i levidir.”
lumsal tarihçisinde, F. Georgeon’da buluyoruz (agy, s. 137-138): “Akçura’nın modern yönü, bize yeni tip aydının somut bir örneğini sunmasıdır. Tarih adına eleştiri getiren, tarihin anlamını açıklayan bir aydındır bu. Onun eleştirel yönünden söz ettiğimizde, kastettiğimiz yalnızca Akçura’nın Jöntürklere ve Osmanlı aydınlarına yönelttiği eleştiriler değildi. ... Önemli olan, onun tarihe yüklediği eleştiri işlevidir. ... Geleneğin ve tefsirin iktidarı yerine, tarihin ve eleştirinin egemenliğini getirmeye çalışmak, tartışma götürmeyecek bir düşünsel devrim niteliğindedir.” Bu sözler, emek ve birikimini tarihsel sürekliliğe kazandırmak üzere Akçura’nın öncü aydın kişiliğini yüklenme görevinin altını apaçık çiziyor. Yine Kaynak Yayınları’nda Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” ile Kemal Şenoğlu’nun “Yusuf Akçura - Kemalizmin İdeoloğu” kitapları, elbette kapsamlı tartışmaların ana kaynaklarını oluşturmakla kalmıyor, tüm yapıtlarının yayımlanması ve bunları yeni araştırmaların izlemesi yönünden umut veriyor. Hepsinden önemlisi, gerçeği keşif çabasının kendiyle başlayıp kendinde bittiği yanılsamasıyla sosyalizm savaşımını ve iktidarı da kendi ömrüyle sınırlı görerek devrim sorunlarına ivedi çözümler ararken büsbütün zora saplanıp kördüğüm olmaktansa uzun erimli girişimler için önce tarihi doğru okuma yönünde, 24 Temmuz 1908’i hazırlayan aydınların en önde geleni olarak Akçura’yı örnek almanın hiç de küçümsenecek bir sonuç olmadığını görmektir. Evet, 100 yıl sonra: Gecikme var ama terslik yok! “Terziler Geldiler” diyordu Turgut Uyar: “Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız / senin karşında, / alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve / her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği...” Düzeltme girişimi, yıkıcı taşkınlıkları önleme ve yırtıcı sivrilikleri törpüleme niyeti taşıyorsa, aslında iyiye işarettir.
16
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Kapitalizmin kendini yeniden üretebilme ütopyası (ve farklı dünyalar) “Evrensel olarak benimsenen yenilik dinine ra men, bugünün tümüyle tekelle mi ve bürokratikle mi sistemi, etkin ekilde yeni yakla mlar geli tirme kapasitesini yitirirken, bir yandan da yeniymi gibi görünmeyi ö renmektedir ustaca. lemci h z yüzde be geli tirilmi yeni bir PlayStation için “devrim” denir. Renk tonu biraz yeni bir ruj “yeni bir ç r” açm say l r”. Ayn ekilde sistemin akademisi de kapitalizmi ele tirirmi gibi yapar ve bu “ele tirimsiler” sitemin jargonuna eklemlenir CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com
GELECEK GEÇM TEN GEL R, GEÇM GELECEKTEN GÖRÜNÜR
radanlığın öldüremediği sahicilik işte bunlar Orwell’in unuttuğu zemini oluşturuyor: egemenlerin baskılarına rağmen parıldayan aydınlığın zemini.
EVRENSEL – T KEL GER L M ve FARKLI DÜNYALAR
laşma” kavramı çerçevesinde, finansın kentsel yapılaşmayı nasıl sanallaştırdığı anlatılıyor ve bu akışkanlaşmaya karşı yeni kavramsallaştırmalar ve mücadele alanları üzerine yoğunlaşılıyor.
ÇATI MASIZ YA DA SAHTE Orwell’in deyişiyle, geçmişi kontrol eden ge- İşte böyle bir ortamda, “Farklı Dünyaları Dü- DEMOKRAS leceği yönetir ve geleceği yöneten geçmişi fetheder. Geçmiş, egemenin dilinden yeniden üretilirken, geçmişin ele geçirilmesiyle bir gelecek tasavvuru yaratılır. Bu geleceğin bileşenleri ve bu bileşenlerin hangi zeminde çarpışacağını yine egemen belirler. Stalinizm’e karşı olan Orwell kendi yarattığı Stalinist imgeye teslim olmuştur. Geçmişi elde tutan ve geleceği belirleyen ve geleceği kontrol edip tahtını sağlamlaştıran egemene karşı yapılacak herhangi bir şey yoktur. Teslimiyetin kuramsal zeminini betimleyen Orwell, bir bakıma, Plehanov’dan daha determinist bir tutum almaktadır. Neden Orwell ile başladık? Konu SSCB, totaliterizmin yıkılışı, Marksizmin ve Proleterya diktatörlüğünün çözülüşü, Batı’nın Doğu karşısındaki zaferi, vb. olursa Orwell’e değinmeden geçilemez. Orwell basireti bağlanan “vicdanlı” aydının adıdır. Soljenitsin’den, Kundera’dan farkı da bu “vicdanlılık”tır ki bu sayede eleştirisi evrenselleşmiştir: Doğu’da SSCB’ye, Batı’da Hitler’e dönen bir oktur. Bu okun yönünün şaşması dışında doğrultusu “vicdan”a bağlandığından tutulacak bir yanı vardır.
MD N N YA ATTIKLARI VE UNUTTURDUKLARI
şünmek’’ başlığıyla toplanmış Birinci ve İkinci Moskova Çağdaş Sanat Bienali. 17-18 Kasım 2006 ve 28 Şubat 2007 tarihlerinde gerçekleşen sempozyumlardaki konuşmaların metinleri Emine Ayhan’ın çevirisiyle, 2012’nin Mayıs’ında Metis Yayınları tarafından basıldı. Seçilen metinleri yayına hazırlayanlar Joseph Backstein, Daniel Birnbaum ve SvenOlov Wallenstein. Metinlerin konu edindiği ikilem küreselleşmenin tek tipleştirmesi ile küreselleşmenin önündeki engellerin (ulus-devletlerin, Marksist oluşumların kısacası ‘’büyük anlatı’’ olarak adlandırılan ve hayata bütüncül anlamlar sunan tüm kuram ve mitosların) ardında ‘’bireyselleşme’’ – özelleşmedir. Bu bir gerilim yaratmaktadır. Yavan, yığınsal tüketime karşı elitizm; küresel gösteri toplumuna karşı bireyselliğini arayan yığınlar; piyasanın aracına dönüşen sanat ve yığınlara dokunamayan ‘’elitist’’ sanat bu gerilimin yarattığı ikilemlerden yalnızca birkaçı.
K ML KS ZLE ME VE Orwell’in geçmiş ve gelecek arasında kurdu- ANLATISIZLA MANIN AÇMAZI ğu ilişkiye daha tam olarak “şimdi”nin hakimiyetini eklemek gereklidir. Geçmiş ve gelecek geniş zamanı elinde tutan tarafından belirlenir. Geniş zaman bir yanılsamadır (deneyimlenebilir bir zaman diliminin deneyimlenemeyecek bir genişlemesidir). Bu yanılsamanın dayanağı “şimdi”nin yeğinliğidir. “Şimdi”de kendini hissettiren ağırlık mekan ve zamana sağlam bir iz bırakır. İze bakanlar ağırlığı unuturlar. İzde saplanıp kalanlar izin çıktığı yüzeyi göremez olurlar. İz, “sosyalizmin, devrimin mağlubiyeti’’; yüzey ise sonu gelmeyen sınıf savaşımının yaşandığı gerçek hayattır. Gerçek hayat metne, kurama sığdırılmaya çalışılır ve indirgeme başlar. Kimliklere indirgenmiş gerçek insanlar arasında gerçek olmayan uçurumlar yaratılır. Gerçek insanlar ve gerçekler şimdidedir, buradadır. O nedenle hiçbir propaganda, hiçbir teori şimdinin üstünden atlayamaz. Disiplin altına sokulan geçmiş ve gelecek zamanların dışına itilen şimdiki alan, gündelik hayat, sı-
“İnandırıldığı” büyük “anlatılar”ın çözülüşünün ardından, kimliksiz kalmış, merkezsizleştirilmiş yığınlar neoliberalizmin haz ilkesiyle buluştular. Bu buluşma Ranciere’in “Evrenselliğin Talihsiz Maceraları” başlıklı yazısında işleniyor. Yazıda, neoliberalizmin yol açtığı sorunlara karşı tepkileri açısından, Sağ öfke ile ilişkilendirilirken, Sol ise melankoliyle tutunmasıyla eleştiriliyor. Yıkılma ve çürümeye karşı sağın terörüne, solun melankolik teslimiyeti eşlik etmektedir. Söz konusu eleştiri, daha çok, Batılı entelektüel çevreye yöneltilmiş bir eleştiri olduğundan bununla ilgili olgulara yer verilmiyor.
MEKANIN S STEM TARAFINDAN YEN DEN ÜRET LMES Sassen, “Sınır Bölgeleri olarak Şehirler” başlıklı yazısında, mimarinin, kentsel mekanın, özelleştirilerek yerel olmayan bir yerelliğin kamuya karşı yükselişi betimleniyor. “Akışkan-
Chantal Mouffe, “Tartışmacı Kamusal Alan” başlıklı sunumunda, demokrasinin zemini olarak kamusal alanı ve bu zeminde yükselen tartışma ortamını ele alıyor. Demokratik siyasetin özü itibarı ile antagonistik olduğu, çağdaş liberal düşüncenin “bütünleştiriciliğinin”, “müzakereciliğinin” siyasal alanın üstünü örttüğü işleniyor. Mouffe, siyasetin ve siyasal olanın hegemonyasız düşünülemeyeceğini, dolayısıyla hegemonik ilişkilere girişilmeden herhangi bir gerçek “müzakere”den söz edilemeyeceğini ortaya koyuyor. Tartışmanın ve demokratik siyasetin her hal ve karda “biz” ya da “biz”ler yaratacağını ve bunun kaçınılmaz olarak karşısına dikilecekleri “onlar”ı beraberinde getireceğini belirten Mouffe, bu karşıtlıkları silen, pürüzsüz bir demokrasi tasarımının demokrasi olamayacağını ortaya koyuyor. Bu anlamda dillerden düşmeyen “tarafsızlık” söyleminin tarafları ortadan kaldıran bir “taraf”a işaret ettiği açık hale gelmektedir. Mouffe’nin deyişiyle “ Siyaset kaçınılmaz olarak partizandır ve artık husumete dayalı siyaset modelinin yürürlükten kalktığı başka bir aşamaya geçtiğimize inanan herkes, farkında olmasa bile, demokratik dinamiklerin tam da özünü sorgulamaktadır”.
“P YASA’NIN ET K BOYUTU YOKTUR!” Kitapta ekonomi – politik bir zeminde tartışma yürüten Kagarlitski, “piyasanınsa etik boyutu yoktur. Yegane ahlakı “eşit takas” kuralıdır” diyor. Günümüz kapitalizminin eleştirisini 19. Yüzyıl Marksizmi’nin kuramsal yaklaşımına indirgemeden, piyasayı önceleyen emek – sermaye çelişkisine dikkat çekerek zorunlu kimliklere karşı ideolojik tasavvurlarla biçimlendirilmiş kimliklerin türetilmesine yönlendiriyor: “Emek ve sermaye çelişkisi, toplumun kaçınılmaz olarak “biz” ve “onlar” şeklinde bölünmesine yol açar. Üstelik, “biz” ve “onlar” rastgele seçilmiş kimlikler değil, tam da rol üretimi süreci tarafından bize dayatılmış zorunlu kimliklerdir”. Bu gerçeğin üzerinden atlayan tartışma ortamını ve söylem di-
lini ağır bir dille eleştiren düşünür, New Left Review çevresini Marksizmden uzaklaşmakla ve “kolektif eylem yerine bireysel tutuma” sarılmakla suçlamaktadır. Ranciere’den yukarıda alıntıladığımız sol melankolik tavra karşı, Kagarlitski, kapitalizmin ihtişamının yıkılış feryatlarına aldanmaz. Ona göre “geç kapitalizm artık kendi kendini düzenleyemez durumdadır”. Yazar devam eder: “Evrensel olarak benimsenen yenilik dinine rağmen, bugünün tümüyle tekelleşmiş ve bürokratikleşmiş sistemi, etkin şekilde yeni yaklaşımlar geliştirme kapasitesini yitirirken, bir yandan da yeniymiş gibi görünmeyi öğrenmektedir ustaca. İşlemci hızı yüzde beş geliştirilmiş yeni bir PlayStation için “devrim” denir. Renk tonu biraz yeni bir ruj “yeni bir çığır” açmış sayılır”. Aynı şekilde sistemin akademisi de kapitalizmi eleştirirmiş gibi yapar ve bu “eleştirimsiler” sitemin jargonuna eklemlenir. Lacancı deyimlerle söylersek sembolik düzen sıklıkla kapitalizmin aksaklıkları şeklinde kendini gösteren hakikat tarafından delinir ama her defasında sembolik düzen yeni masallar, yeni ninniler söyler. Hakikati gizlemeye çalışan yalanlar ve aşırı söylemler (devrimci işlemciler, çığır açan iktidarlar, harbi liderler vb. ) gürültü içerisinde hakikatin ezgisini bozmayı başarırlar. Bu başarının altında sürüp giden ve kendini tüketen bir çaba bulunur. Mimarinin, jelatin ve ambalajların makyajı silindiğinde, geleceğe ilişkin fallar boş çıktığında ve günümüzün acı ilaçları çare olmadığında hakikat yeniden hortlamaktadır. Sözü Kagarlitski’ye bırakalım: “Rosa Luxemburg bir yerde kapitalizmden çıkmanın sadece iki yolu olduğunu söyler: Sosyalizm ve barbarlık. Günümüzdeki gelişmeler Luxemburg’un kahince sözünü – en azından barbarlıkla ilgili kısmını – tümüyle doğrulamaktadır”. “Farklı Dünyaları Düşünmek” adından da anlaşılacağı gibi farklı dünyalar ve farklı bir dünya tasavvurunu içinde barındırıyor. “Farklı” sıfatının içerisinde, birçoklarınca sezilen bir anlam daha var: ütopya. “Farklılığın” bu denli çok dillendirildiği, “ütopya”nın bunca sık anıldığı bir çağda ütopik olanın ne olduğu üzerine düşünmek gerekir. Zizek’in bu konuda bir önerisi var: Günümüz dünyasında asıl ütopya kapitalizmin her şeye rağmen yaşayacağına inanmaktır. Sürekli olarak dillerde dolaşan “var olan en iyi sistem” ifadesi insanlığı bir hakikati anlamaya zorluyor: bir “var olan” olarak kapitalizm çok ütopik değil mi? (Farklı Dünyaları Düşünmek, Daniel Birnbaum/ Joseph Backstein/ Sven-Olov Wallenstein, Metis Yayınları, çev. Emine Ayhan, 232 s.)
BİR KİTAP BİR FİLM
Aydınlık KİTAP
EMILE ZOLA’NIN ROMANI, MARCEL CARNE’IN F LM : “THERESE RAQUIN”
20 TEMMUZ 2012 CUMA
17
“B L M VE ÜTOPYA”DA PROF. DR. ZAFER KARS’IN MO OL TAR H NCELEMES
Cengiz Han ve Aşk, ihanet, cinayet… bilmediğimiz bir dünya Asya tarihinin, dahas , insanl k tarihinin en önemli simalar ndan Cengiz Han’ görmezlikten gelemeyen Bat tarihyaz m , Cengiz’in çocuklar n n ölümünden sonras hakk nda sessizli e gömülür. Sanki Mo ollar buharla m t r! Sübhaat Süb haator or
CÜNEYT AKALIN
Frans z iirsel-gerçeklik ak m n n temsilcilerinden Carne, “toplumsal fantastik” olarak nitelendirdi i filminde, roman n a k-ihanet-cinayet-vicdan azab ili kilerini temel olarak aynen korumu . Therese ve Laurent’in içine dü tükleri korkunç durumun karanl da filmde bire bir yans t lm TUNCA ARSLAN Edebiyatta natüralizm akımının öncülerinden olan Emile Zola’nın 1867’de yazdığı “Therese Raquin”e adını veren kadın başkarakter, içinde yaşadığı çevrenin genelinde olduğu gibi ezilmiş ama gene de güçlü bir kadındır. Tüm duygularını içine atmış, bastırmıştır. Fakat bir süre sonra adeta zincirlerinden boşanır, içgüdüsel dürtülerinin önüne geçemez, zorla evlendirildiği zayıf ve hastalıklı kuzeni Camille’i aldatıp yakışıklı bir aylak olan Laurent’le aşk yaşamaya başlar. Genç kadın sanki o güne dek gerçek yüzünü saklamıştır, yaşadığı şehvet onu bir cinayete kadar sürükler. Zola ise Therese’yi suçlayıp yargılamaktan çok olan biteni onun yazgısı gibi gösterir romanında. Kadının daha sonra içine düştüğü büyük suçluluk duygusu da bu yazgının bir parçasıdır. Zola’nın “yakıcı” özellikler gösteren romanı sinemacıların da ilgisini çekti doğal olarak ve çeşitli uyarlamaları yapıldı. 1928’de Jacques Feyder’in çektiği “Therese Raquin”, romana sadık bir uyarlamaydı. 1953’te Marcel Carne’in imza attığı film ise özellikle başroldeki Simone Signoret’nin varlığı sayesinde en iyi uyarlama olarak kabul ediliyor. Şu notu da düşelim: Signoret, filmde rol alması teklif edilince yönetmenin Marcel Carne olması dışında hiçbir koşul ileri sürmemiş.
Fransız şiirsel-gerçeklik akımının temsilcilerinden Carne, “toplumsal fantastik” olarak nitelendirdiği filminde, romanın aşk-ihanet-cinayet-vicdan azabı ilişkilerini temel olarak aynen korumuş. Therese ve Laurent’in içine düştükleri korkunç durumun karanlığı da filmde bire bir yansıtılmış. Ana temaya dokunmayan değişiklikler de var elbet. Romanda olaylar Paris’te geçerken filmde mekan olarak Lyon’u seçilmiş. Ayrıca cinayetin Therese ve Laurent tarafından işlendiği romanda gayet belirginken, Carne sevgililerimizi uzun süre “şüpheli” sınıfında kullanmış. Ayrıca Laurent karakteri romanda işsiz güçsüz, beleşçi ve aşkı sahiplenmeyen kötü biri olarak çizilmişken, filmde yasak aşka kapılan, aşkına sahip çıkan ve Therese’ye birlikte yaşamayı teklif eden dürüst bir adama dönüşmüş. Zaten filmde Simone Signoret’ye eşlik eden Raf Vallone’nin rol alma şartı da canlandıracağı karakterde bu tür değişikliklere gidilmesiymiş. Mutsuz bir evliliğin ve bastırılmış duyguların ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteren, örneğin “Anna Karenina” türünden bir “kocasını aldatan kadın” öyküsünün çok ötelerine giden, sinemaya malzeme olmayı kuşkusuz bundan sonra da sürdürecek bir klasiktir “Therese Raquin”. Okumadıysanız hemen okumanızı, seyretmediyseniz mutlaka seyretmenizi öneriyoruz.
Asya’nın kuzeyindeki uzak ülke Moğolistan, son yıllarda çeşitli kitap ve filmler aracılığıyla ilgi konusu olmaya başladı. İnceleme ve gezi kitapları, Cengiz Han üzerinden tarih araştırmaları, Moğolistan’a dair bilinmeyen pek çok şeyi gün ışığına çıkarıyor. Bu çerçevede bu kez, bir kitap değil ama çok ilginç ve üzerinde mutlaka durulması gereken bir makaleden söz etmek istiyorum. Uzun süre Sivas Cumhuriyet Ünivesitesi’nin rektör yardımcılığını yapan Prof. Dr. Zafer Kars, tıp doktorudur. Uzmanlığı, beyin cerrahisidir. Ancak, Aydınlık okurları kendisini bir başka yönüyle, tarihçi kimliğiyle tanırlar. Kars’ın “1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği” adlı kitabını 1997’de Kaynak Yayınları yayımladı. Teori Dergisi de Temmuz 2008 ayında çıkan 222. sayısında Zafer Kars’ın “1908 Devrimi bir Anadolu Devrimidir” başlıklı makalesine yer verdi. Zafer Kars Bilim ve Ütopya dergisinin son sayısında “Unutulan Devrim: Moğolistan” adlı makalesiyle tarih merakını bir başka coğrafyaya taşıyor.
MO OLLARA BAKI ... Asya tarihinin, dahası, insanlık tarihinin en önemli simalarından Cengiz Han’ı görmezlikten gelemeyen Batı tarihyazımı, Cengiz’in çocuklarının ölümünden sonrası hakkında sessizliğe gömülür. Sanki Moğollar buharlaşmıştır! Moğol adı, Japonya’nın bir hareketlenme içine girdiği 19. yüzyılın sonuna doğru Çin ve Rusya arasındaki nüfus mücadelelerinde kısaca anılır; o kadar. Bu ilgisizlik hem Batı tarihyazımından hem de Türk denince aklına Osmanlı’dan (Türk-İslam) başka kimse gelmeyen bizim tarihçilerden kaynaklanır. Soydaşlarımız Moğolların Budist inançlarının bir zenginlik olarak değil, tersine bir kambur olarak görülmesi, bu ilgisizliğin esas nedenidir. Oysa bozkırın uzayıp gittiği Asya’nın dev ülkesi (dünyanın dokuzuncu büyük ülkesi; Türkiye’nin iki katı) bu Cengiz’in vatanıdır. Cengiz Han’dan bir şeyler kalıp kalmadığını merak etmek, en başta bize düşer.
CENG Z’DEN SÜBHAATOR’A Prof. Zafer Kars bizi bilmediğimiz bir dünyaya götürüyor. Cengiz Han’dan yola çıkarak Moğolların tarihini özetliyor. Son derece önemli bilgiler aktarıyor. Göçebe Moğolların Budizmi benimsedikten sonra günümüzdeki Ulan Batur’u kentsel yerleşik yaşam için kurmaları, Budizmin sert karakterli bir halkı uysallaştırması vb… Ve yazar anlattıkça, Moğol toplumunun da 19. yüzyılın sonundan itibaren bir altüst oluş yaşadığını anlıyoruz. Bu tarihlerde Moğolların başına gelenler, nicelik olarak olmasa bile nitelik olarak Türklerin, Arapların, Hintlilerin, Çinlilerin yaşadıklarına çok benziyor. Modern fikirlere susamış aydınlar, bir avuç da olsalar, Moğolistan’ın kaderine hakim olmak için harekete geçiyor, Ruslara ve Çinlilere karşı mücadeleye atılıyorlar. Komşu Çin’de 1911’de Cumhuriyet’in ilan edilmesi ve Rusya’da patlak veren 1917 Sovyet Devrimi, Moğolları derinden etkiliyor. Moğolistan nice mücadelelereden sonra bağımsızlığına kavuşuyor… Rus devrimci fikirlerinin ülkeye ulaşması üzerine doğan Kurtuluş Ordusu, Damdin Sühbaator’un önderliğinde ülkenin kaderine hakim oluyor. 1920’de kurulan Moğolistan Halk Partisi ülkede bir halk iktidarı kuruyor. 1924’de toplanan Moğolistan Halk Partisi 3. Kongresi, “kapitalist olmayan yol”u kalkınma programı olarak benimsiyor. Moğolistan’dan yola çıkarak bizleri Asya’nın derinliklerine taşıyan Zafer Kars, Sonuç olarak, hem tarihi olayları anlatıyor hem de anlatıdan güzel bir devrim teorisi çıkartmayı başarıyor. Moğol Devrimi’nin Çin feodal zulmüne ve Beyaz Rusların tertiplerine karşı mücaadelesini sunarken, örnekler vererek milli devrim teorisini anlatıyor. Öte yandan Kars, kıyıda köşede kalmış bir olayı bulup çıkararak önümüze koymakla yetinmiyor. Batıcıların, Neo-liberal piyasacıların ve Türk-islamcıların unutulmaya terk ettikleri canalıcı bir tecrübeyi önümüze koyarken, “dikkat edin, bu da var” ve “bunu nasıl görmezden gelirsiniz” mesajını da veriyor.
18
Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA
YENİ ÇIKANLAR
Gertrude
Tebaa
Bir Delinin Ot Defteri
Göçmen Kalem
James Purdy, Nota Bene Yay nlar , çev. Müge Mengü Hale, 184 s.
Heinrich Mann, thaki Yay nlar , çev. lknur gan, 466 s.
Küçük skender, Sel Yay nc l k, 174 s.
Ya ar Seyman, Bilgi Yay nevi, 296 s.
Yazar James Purdy, romanın kahramanı Chicagolu ressam Gertrude Abercrombie ile 1935’te Chicago Üniversitesi'ne başladığı sırada tanışmıştı. Abercrombie, “bohem sanatçıların kraliçesi” olarak anılıyordu. Müthiş üretkenlikte bir yazar olan Purdy’nin pek çok yapıtı Gertrude’la yakın dostluğundan ve Gertrude’un düzenlediği “yeraltı toplantıları”ndan derin etkiler taşır. Gertrude Abercrombie’nin düzenlediği bu davetleri Gertrude Stein’in Paris’teki salon toplantılarının Amerikan uyarlaması olarak niteleyebiliriz. Usta caz müzisyenlerinin emprovize bebop ve caz müziklerini icra ettiği bu partilerde Gertrude da çoğu kez piyanosuyla yapılan müziğe eşlik halindeydi. Bu toplantılar Purdy'nin yazarlığına epey katkıda bulunmuş ve yazarlığında küçük yaşlardan itibaren yoğun biçimde eğitimini aldığı Kral James İncili ve Shakespeare dersleri kadar etkili olmuştur.
Heinrich Mann’ın, otoriter kişiliğin oluşumunu canlı bir biçimde betimleyen ve başyapıtı olarak taçlandırılan romanı “Tebaa”, Alman toplumunun alelade bir karakteri olan Diederich Hessling’in hayat hikâyesi üzerinden 19. yüzyıl şafağındaki Kayzer Almanyası’nın toplumsal ilişkilerini gözler önüne seriyor. İtaatkâr, korkak, medeni cesaret yoksunu, konformist bir iktidar destekçisi olan Hessling, romanda, bir yandan başkalarına acımasızca şiddet uygulamaktan başka yeteneği olmayan ve Kayzer Almanyası’nın o boğucu hiyerarşik ilişkileri sayesinde güce erişmiş bir zorba, diğer yandan egemen toplumsal ilişkiler tarafından yaratılan ve bu gayrişahsi bütünden, acımasız ve insan onurunu hiçe sayan bu mekanik organizmadan muzdarip bir tebaa olarak tasvir edilir.
Bizi kuşatan ve anlamlarıyla anlamlandırmaya çalışan bunca şeyden kaçı gerçekten var olmayı hak ediyor? Altkültür yahut alternatif bakış içinde hangileri modernle barışık? Bildiklerimizi yaşadıklarımızla sınırlıyorsak eğer, bedenimiz dışında cahil sayılmaz mıyız? Yol göstericilerimiz kitaplar, filmler, müzikler hakkında yeteri kadar aydınlandık mı acaba? Peki ama, ya delirdiysek ve tüm bu karmaşa aslında bizi iyileştirmek için kurgulandıysa? O zaman bir defter tutmak gerekir: Kentle, tabiatla, esrimeyle örtüşen bir defter. Açıklama defteri. Seyir defteri. Sırların döküldüğü bir mermer defter. küçük İskender, “Bir Delinin Ot Defteri”nde baygın düşerken gözlemlediklerini, öğrendiklerini okurla paylaşıyor. “Ben o defteri çoktan kapattım” diyenlere yeni bir defter armağan ediyor. Kitapları kapatalım, hayat yazılı yapacak!
1989’dan bu yana örgütlü yaşam ve kadın hakları konusunda, emeğin sömürüsüne karşı sendikal mücadelesini sürdüren, 2007’de Avrupa’nın başarılı kadın sendikacısı seçilen Yaşar Seyman yazar kimliğiyle karşımızda. Göçmen olmak, yüreğine-aklına, kimliğine-kişiliğine, benliğine-kültürüne yeni bir yuva kurmaya çalışmak demektir. Göçmen olmak, unutulmazı unutmaya, yaşamına yeni insanlar katmaya, anılar biriktirmeye başlamak demektir. Göçmenlik burun direğini sızlatır insanın. Aynı zamanda biler, keskinleştirir, çoğaltır, zenginleştirir. Zamanı görünür kılar göçmenlik; emeği yoğun, ekmeği sıcaktır ve hayalleri, özlemlerine anaç bir kucaktır göçmenin. Yaşar Seyman'ın kalemi bize onları anlatır. Göçmen olmanın, göçmen kadın olmanın zorluğunu, emeğin ve dayanışmanın gücüyle örnek yaşamlara çeviren insanların öyküsünü anlatır.
Yedi Harika Hikaye
Sen Olmadan Asla
Buras stanbul
Önünde Bo Bir Uzam
Karen Blixen, leti im Yay nevi, çev. Nur Beier, 448 s.
Susan Wiggs, Pegasus Yay nlar , çev. Öznur Basat, 360 s.
Haldun Hürel, Kap Yay nlar , 490 s.
Demir Özlü, Yap Kredi Yay nlar , 76 s.
Danimarkalı yazar Karen Blixen kıskançlık, ihtiras ve melankoliyle örülü esrarlı hikâyelerinde okuru, korku ve dehşet edebiyatının gotik atmosferine götürüyor. Eserlerini Isak Dinesen adıyla da yayımlayan Karen Blixen “Yedi Harika Hikâye”yi kutsal figürler, tarihî ve mitolojik göndermeler ve felsefi metinlerle besliyor. Hikâyelerinde bir başrahibenin kıymetli maymununun esrarını, bir tufanın esir aldığı insanların hayatta kalma ve geçmişle hesaplaşma gerginliğini, güzelliği dillere destan bir kadının zoraki ve mutsuz evliliğini, bir fahişenin gecenin karanlığında kayboluşunu anlatırken ormanların uğultusunu, yalnız insanların efkârını, manastırların ve kiliselerin ıssızlığını da okura derinden hissettiriyor.
New York Times bestseller yazarlarından Susan Wiggs, klasik “Tudor Gülü” üçlemesinin ikinci kitabı olan “Sen Olmadan Asla”da Elizabeth döneminin tehlikeli saray hayatının bir portresini çiziyor. Oliver de Lacey, her zaman şehvet içerisinde bir yaşantı sürer; şarap, silahlar ve kadınlar onun vazgeçilmezidir. Ölümle burun buruna geldiği ipten, gizli bir cemiyet tarafından kurtarılmasına rağmen o hovarda hayatından asla ödün vermez. Bu karmaşa içerisinde Oliver de Lacey’yle yolu kesişen Lark’ın tek arzusu ise, Kraliçe’nin başlattığı idamları Protestan isyancılarla beraber gizlice çalışarak önlemektir. Ta ki Oliver de Lacey cellâdın karşısına çıkıp Lark’ın hayatına girene kadar… Oliver ile Lark’ın kaderleri, Kraliyet’in uyguladığı mezalimlere karşı direnerek birbirlerine kenetlendikçe, uğrunda yaşamaya ve ölmeye değecek bir aşkın esiri olurlar.
Sokak sokak gezdiği; satır satır araştırdığı İstanbul’un dili olan Haldun Hürel, “Burası İstanbul”da bu muhteşem ve talihsiz şehrin bugününü anlatıyor. Çarpık yapılaşma yüzünden yerinde yellerin bile esemediği, yok edilen yüzlerce medrese, kilise, han, hamam... Yeniden yapılan tarihi camiler! Ve belleri bükülmüş de olsa hâlâ inatla ayakta duran daha birçok tarihi eser. İstanbul'un sadece Sultanahmet Meydanı'ndan ibaret olduğunu sananlara arka sokaklardaki eşsiz hazineleri sunuyor Haldun Hürel; bugün mezbelelik olarak kullanılan cami kalıntılarını, çeşmeleri, kara surlarını ve çirkin yapıların arasında sıkışıp kalmış daha yüzlerce eseri. Yazar, “tarihin incisi bu şehir nasıl katledildi?” sorusunu “Burası İstanbul”da yaşanmış örnekleriyle cevaplıyor.
Demir Özlü’den yepyeni bir anlatı... Demir Özlü 1980’lerden itibaren art arda yazdığı “Bir Beyoğlu Düşü”, “Berlin’de Sanrı ve Kanallar” adlı anlatı kitaplarına yirmi yıl sonra bir yenisini ekliyor: “Önünde Boş Bir Uzam”. Berlin’de yazından düşünceye, tarihten siyasete uzanan konuların ortasında yalnızlığının izini süren, kafelerde istasyonlarda gölgesini gezdiren yazarı “sen” diye anlatıyor Demir Özlü. Okur, yazarla birlikte soluyor bir büyük kenti. Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileştirmek için yazdığını düşünsen de, “ıssız çöllerden” ya da Berlin’deki kanallardan söz etsen de, bir “sis çanı” olacaksın sen. Korkma, kendini koy ortaya.
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Kurgusuz ve Ya anmam
Emanetçi
I k Ergüden, K rm z Kedi Yay nevi, 144 s.
Tania Carver, Do an Kitap, çev. Bo aç Erkan, 486 s.
“Uzakta, bir adanın dumanlar içindeki silueti. Bir daha göremeyecekmiş gibi bakıyorum adaya. Tıpkı bu odaya baktığım gibi. Koltuktan kalkmak istemiyorum, ikindi güneşi vuruyor üstüme, martılar döne döne alçalıyor, birazdan akşamüzeri. Yeni bir yalanla atacağım kendimi sokağa. Uzağa, meçhul bir gecekondunun çamurlu sokaklarına, sonra büyük binaların kuytularına, ceketim sırtımda, elimde bir poşet, içinde bir patlayıcı, ağzımda içmediğim sigara, aklımda arayacağım gazetelerin telefon numaraları. Bu hangi yüzüm, hangi öyküm?” Şiirin teğetinden düzyazıya, hayattan yazıya, dilden düşünceye uzanan, ezgili, hüzünlü, coşkulu, açık uçlu metinlerle kişisel bir zamanın içinde yolculuk, Işık Ergüden'in kitabı.
Korkunç bir katil işbaşında. Hedefinde ise kadınlar var, ama sadece hamile kadınlar... Gülümsedi. İşte ruh oradaydı, kadının içinden gelen yaşam gücü. Kadının ruhunu almak yerine bebeğini alıyordu. Korkunç bir katil işbaşında. Hedefinde ise kadınlar var, ama sadece hamile kadınlar... Önce onları uyuşturuyor, sonra karınlarını kesip doğmamış bebeklerini alıyor. Dedektif Phil Brennan, cinayet mahallini gördüğünde dünyanın en vahşi katillerinden biriyle karşı karşıya olduğunu anlamakta gecikmiyor. Sevgisiz büyüyen Phil kötülüğü tanıyor, ama yaşadığı hiçbir şey bu gördüklerinden daha korkunç olamaz... Polis teşkilatının yardım isteği üzerine soruşturmaya dahil olan psikolog Marina Esposito ise, bir süre önce Phil ile yaşadığı aşkı bir kenara bırakmak zorunda. Çünkü başka bir hamile kadını daha öldürmeden önce katili bulmaları gerekiyor…
Markiz (Marki De Sade’in Evlili i)
Duyuru
20 TEMMUZ 2012 CUMA
19
Hayat n Rengi Gökku a
Babiali Tanr lar Simavi Ailesi
Celal Ba lang ç, Everest Yay nlar , 248 s.
rem Barutçu, Destek Yay nlar , 504 s.
Celal Başlangıç yakın dönem Türkiye tarihini, portreler üzerinden yazmaya “Hayatın Rengi Gökkuşağı” ile devam ediyor. “Sinemacılar, Tiyatrocular, Müzisyenler”, “Gazeteciler, Foto Muhabirleri, Belgeselciler” ve “Çizgiler, Desenler, Değerler” başlıkları altında toplanan portreler bir taraftan Türkiye’de yaşamanın getirdiği zorlukları ve bunlarla baş etme yollarını; diğer taraftan da “sonsuz tavırların sonsuz çeşitliliği” içinde hayatın keyifli yanlarını okura gösteriyor.
20. yüzyıl Türkiye basın tarihine damgasını vuran Sedat Simavi, oğulları Haldun ve Erol Simavi ile Simavi ailesinin etrafında Hürriyet, Günaydın ve bütün bir basın camiasının bilinmeyen yönleri, gazeteci İrem Barutçu’nun kaleminden... Sedat Simavi kimdi? Babası, Abdülhamid’in gazabına niçin uğramıştı? Atatürk’ün yardımını niçin reddetmişti? Hürriyet gazetesini kurduğu gün, ceketinin zula cebine neden siyanür şişesi yerleştirdi? Hürriyet gazetesi Yahudi sermayesiyle mi kuruldu? Simaviler “Selanik Yahudisi” miydi? Fuat Köprülü dava edince Sedat Simavi mahkemede niçin ağladı? Yazı işleri müdürü, Haldun ve Erol Simavi’ye, “Aklı kıt zengin evlatları” deyince neler oldu? Ve daha birçok sorunun cevabı...
Büyük Biyologlar (Ray’den Hamilton’a)
Sibylle Knauss, Can Yay nlar , çev. lknur gan, 360 s.
Antonio Negri/ Michael Hardt Ayr nt Yay nlar , çev. Abdullah Y lmaz, 128 s.
Ioan James, Bankas Kültür Yay nlar , çev. Cumhur Öztürk, 296 s.
Paris’in saygın ailelerinden birinin kızı olan Renêe-Pêlagie de Montreuil, yirmi bir yaşında Marki de Sade’la evlendirilir. İlk kez düğünden iki gün önce gördüğü Marki’den çok etkilenmiştir. Ancak romantik aşk hayalleri kurarken kendisini kaosun ortasında bulur. Marki’nin doymak bilmez şehveti, sapkınlığa varan cinsel istekleri, sayısız kadınla ve hatta hemcinsleriyle yaşadığı yasak ilişkiler, Markiz’i fırtınadan fırtınaya sürükler. Ama kocasını sevmekten hiç vazgeçmez, her utancını sineye çeker ve ona üç çocuk doğurur. Alman yazar Sibylle Knauss, şimdiye dek hakkında çok şey yazılan Marki de Sade’a farklı bir pencereden, karısının gözünden bakıyor. Yaşanmış en sıra dışı aşklardan biri..
“Herkesin ortak olana erişebildiği ve onu paylaşabildiği adil, eşit ve sürdürülebilir bir toplum kurmayı hayal edebiliyoruz ama onu ete kemiğe büründürme koşulları henüz mevcut değil. Küçük bir azınlığın zenginliği ve silahları elinde bulundurduğu bir dünyada demokratik bir toplum yaratamayız. Kararları hâlâ onu tahrip etmeyi sürdürenler alırken, gezegenin sağlığını iyileştiremeyiz. Zenginler basitçe paralarını ve mülklerini vermeyecek ve tiranlar basitçe silahlarını bırakıp iktidarın dizginlerini bırakmayacak. Son tahlilde onları almak zorunda olan bizleriz… ama yavaş olalım. Mesele bu kadar basit değil.” Hardt ve Negri, bu kitapta yasama, yürütme ve yargı erklerinin demokratik ve ortak bir bir kuruluş sürecindeki rollerini ve alacağı biçimler üzerinde fikirler üretirken, aynı zamanda bir kurucu anayasa çalışmasına da katkı sunuyor.
Ioan James bu çalışmasında, günümüzden 400 yıl geriye uzanarak otuz sekiz büyük biyoloğun biyografilerini kaleme alıyor. Kitap, biyologların bilimsel başarılarının yanı sıra her biri oldukça merak uyandırıcı yaşam öyküleri üzerinde de titizlikle duruyor. Kronolojik olarak düzenlenmiş biyografilerle, biyolojinin yıllar içinde hangi toplumsal koşullarda geliştiğine dair çarpıcı bir tablo sunuluyor. Bilimsel ve biyolojik teknik ayrıntıları asgaride tutan kitap, konuya ilgi duyan bütün okurları modern gelişmeleri kolayca izlemeye davet ediyor. Aralarında Sloane, Linnaeus, Banks, Lamarck, Humboldt, Hooker, Owen, Aggassiz, Darwin, Galton, Mendel, Wallace, Huxley ve Crick gibi pek çok büyük biyoloğa ait ilginç hayat hikâyelerini okurken bir yandan da modern tıp ve genetik biliminin bugünkü birikimine nasıl kavuştuğuna tanık olacaksınız.
Sacco ve Vanzetti (Amerika’da ki talyan Bir Hukuk Cinayeti)
Helmut Ortner, Agora Kitapl , çev. Emrah Cilasun, 320 s. Helmut Ortner’in bir siyasi polisiye üslûbuyla, bir roman akıcılığında kurguladığı “Sacco ile Vanzetti - Amerika’da İki İtalyan, Bir Hukuk Cinayeti”, 20. yüzyıl başında Amerika Birleşik Devletleri’nde hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığının ne kadar canice ölçülere vardığını göstermekte; ayrıca, aradan yüz yıl gibi bir süre geçmesine rağmen dünyamızın şu andaki siyasal-kültürel atmosferinin nasıl da pek değişmeden kaldığına ışık tutmaktadır...
20
20 TEMMUZ 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
ÇOCUKLAR İÇİN
HÜSEY N ALTUNYA’DAN AYDINLATICI VE B L MSEL B R ÇALI MA:
Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası Çocuk edebiyat yla ilgili son y llarda gerçekle tirilen sempozyumlar, çal taylar ve atölye çal malar yüz güldürücü. Bunlara dergilerin özel say lar ve özel dosyalar n da eklemek gerek
Haydi Oynayal m Çocuğunuzun gelişimini ve yeteneklerini destekleyecek 355 oyun Günümüzde çoğu anne baba çocuklarını geleceğe hazırlamak için, gelişimlerini bilinçli bir şekilde desteklemek istiyor. Bu rehber kitap 1 ile 7 yaş arasındaki çocukların belirleyici nitelikteki yetenek alanlarında nasıl bir gelişim çizgisi izlendiğini açıklıyor. Kitaptaki oyun önerileriyle, çocuğunuzun çeşitli yetenek alanlarındaki gelişimini belli hedefler doğrultusunda ve ailece eğlenerek desCornelia Nitzch, tekleyebilirsiniz. Gerald Hüther, Çocuğunuz için doğru oyunlar: hangi oyunlarla hangi yetenekleri geliştirebileceğinizi bir baOptimist Yay., 90 s. kışta gösteren tablolar. Ayrıca: Çocuğunuz için faydalı oyuncaklar. “Haydi Oynayalım” yaz tatili boyunca sizin ve çocuğunuzun en güvenilir, en neşeli arkadaşı olacak. Hangi gelişme aşamasında Hangi yetenek için Hangi Oyun
Emily Meltemgil ve Sirenin S rr 4. Kitap
MÜNEVVER OĞAN Kaynakça ve sözlük gibi yoğun emek ve zaman gerektiren işleri yapanların çoğunlukla belge ve bilgi saklamadaki titizliklerine tanık olmuşuzdur. Onlar, bugün okura bir yapıt sunarken bunun geleceğe kalacağından, başka araştırmacıların işini kolaylaştıracağından hatta gelecek yapılanmasının tuğlasını ördüklerinden emindir. Öyle olmasaydı Orhun Yazıtları, Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügati’t Türk gibi daha nice yapıt bugüne ulaşamazdı. İyi ki geleceğin mimarlığına soyunmuş ama sessiz sedasız bir karınca hızıyla çalışanlar var. Toplum, insanlık onlara çok şey borçlu. Araştırmacı-yazar Hüseyin Altunya da onlardan biri. Kimsenin kolay kolay gönül indirmeyeceği, zaman ayıramayacağı bir işi o sessiz sedasız yapıvermiş. Altunya’nın çalışıp didinmesine ise ÇOGEM’den yanıt gelmiş ve “Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası” ortaya çıkmış. Hüseyin Altunya’nın hazırladığı ve Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merkezi (ÇOGEM) yayınlarının ikincisi olarak çıkan “Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası”, çocuk edebiyatı alanında başlangıçtan günümüze kadar oluşturulmuş bilgi birikimini derleyip toparlamayı amaçlayan bir yapıt. Yazar, kitabın önsözünde şöyle diyor: “Bu araştırmayı, Türk çocuk edebiyatı (yazını) alanında çalışmak üzere kaynak arayanlara bir ön hazırlık olarak düşündük. Çocuk edebiyatı konusunda ürün verenler de hem ulaşabildiğimiz kendi yazılarını (eski tarihten yeniye doğru sıralanmış olarak) hem de kendileri hakkında yazılanları burada bulabilecektir. Çalışmalarımız sırasında gördük ki bu alanda pek de azımsanmayacak ölçüde ni-
cel birikim var. Bu nedenle araştırmayı, ‘çocuk yazını, çocuk kitapları, çocuk yayınları, çocuk kütüphaneleri’yle ilgili yazılarla sınırlandırmaya çalıştık.” Hazırlayanının da belirttiği gibi çocuk edebiyatıyla ilgili son yıllarda gerçekleştirilen sempozyumlar, çalıştaylar ve atölye çalışmaları yüz güldürücü. Bunlara dergilerin özel sayıları ve özel dosyalarını da eklemek gerek. Hüseyin Altunya, çok ince işçilik gerektiren zor bir görevin, sorumluluğun altından başarıyla kalkmış. Kitap, Kuram Nitelikli Yapıtlar; Seçki Nitelikli Yapıtlar; Kılavuzlar, Kataloglar, Kaynakçalar; Tezler (Yüksek Lisans, Doktora, Doçentlik); Sözlü Anlatım Etkinlikleri; Soruşturmalar; Özel Sayılar, Bölümler, Yıllıklar; Yazarlarla Konuşmalar; Gazete, Dergi, Kitap Yazıları (İnceleme, Eleştiri, Bildiri…) başlıklarını taşıyan dokuz bölümden ve 214 sayfadan oluşuyor. Yapıtın sunu bölümünü Prof. Dr. Sedat Sever kaleme almış. Arka kapak yazısında “Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (ÇOGEM) amacı; çocuk ve gençlik edebiyatıyla ilgili olarak yurtiçinde ve yurtdışında araştırmalar yürütmek, görsel ve dilsel bir uyaran olarak çocuğa göre olan kitapların çocukların gelişim süreçlerine ve onların okuma kültürü edinmelerine katkıları konusunda toplumu aydınlatıcı bilimsel çalışmalar yapmaktır” denmekte. Böyle bir yapıtın okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim öğretmenlerine, çocuk ve gençlik edebiyatı yazarlarına, akademisyen ve öğrencilere ulaştırılması da en az yapıtın ortaya çıkarılışı kadar önemli bir görev olsa gerek. (Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası, Yay. haz.: Hüseyin Altunya, ÇOGEM Yayınları)
İlk kitapta Emily’nin suya girdiğinde bacaklarının balık kuyruğuna dönüştüğüne birlikte tanıklık etmiş, onun sırrını paylaşmıştık. İkinci kitapta da Bermuda Şeytan üçgeni yakınlarında bulunan gizli adadaki yeni, evine ulaşan Emily, her zaman olduğu gibi yasak yerleri keşfetmekten kendini alamamış ve efsanevi deniz canavarını uyandırmıştı. Üçüncü kitapta ise Emily Meltemgil ile Neptün’ün yolları kesişecek mi diye merak ettik. Serinin 4.kitabı Emily’nin iki dünya arasındaki barışı sağlayabilecek mi sorusunun cevabını arıyoruz. İnsanlar deniz halkını tehdit etmeye başladığında tüm deniz halkı gibi denizkızı Emily de çok endişelenir. Neptün bu iki dünya arasındaki dengeyi sağlama görevini Emily ve arkadaşlarına vermiştir.
Liz Kessler, Can Çocuk, Çev: Selen Ak, 312 s.
Su Damlas n n Macera Dolu Yolculu u Su damlası doğanın kendi döngüsü içinde oradan oraya savrulmaktadır. Önce soğuk bir yörede kar olarak toprağa düşmekte, eriyip toprağın derinliklerinde temizlenip yeryüzüne çıkmaktadır. Daha sonra yaramaz bir çocuğun su ihtiyacını gideren damlacık, onun vücudundan tekrar doğaya dönerken başından birçok macera geçmektedir. En son kendisini okyanusta bir damla olarak bulan bu su damlası orada da yeni maceralara hazırlanmaktadır.
Erdem Seçmen, Bulut Yay nlar , 56 s.
a k n övalye ve Hayalet-3 İşte karşınızda Dünyanın En Berbat ve Şaşkın Şövalyesi Sör Gadabout... Sör Kıllı Henry’nin hayaletini gören Şaşkın Şövalye korkudan kaçacak delik arar. Ama çok geçmeden sardalye hırsızlığı ile anılan Sör Kıllı Henry’nin adını temize çıkarmak için başka bir korkunç misafirin peşine düşecektir.
Martyn Beardsley, Final Kültür Sanat Yay., Çev: Handan Sa lanmak, 95 s.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
20 TEMMUZ 2012 CUMA
21
ENVER GÖKÇE ÇEV R S YLE GESS NOV Ç ROMANI: “PUGAÇEF AYAKLANMASI”
Çarlığa isyan eden Kazaklar Kazak tarihinin büyük halk kahramanlarından biri olarak anılan, Ruslar tarafındansa korkunç işler yapan korkunç bir isyancı olarak tanımlanan Pugaçef, ülkemizde fazla tanınmayan Gessinoviç’in romanında iki ayrı uçtan birinde değil, daha objektif bir açıdan resmedilmiş. Puşkin’in ünlü romanı “Yüzbaşı’nın Kızı”nda da geniş biçimde ele alınmış olan Pugaçef Ayaklanması, Rusların Orta Asya’yı istilasına karşı direnen Kazakların tarihlerindeki en büyük isyan olarak biliniyor. Çar III. Petro’nun kuşkulu ölümü üzerine güçlü Kazak lider Emelyan Pugaçef (1740-1775) harekete geçmiş ve kısa sürede çevresine topladığı güçlerle büyük bir ayaklanma başlatmıştı. A. Gessinoviç’in, 1969’da Enver Gökçe’nin çevirisiyle May Yayınları tarafından basılan 216 sayfalık romanı “Pugaçef Ayaklanması”, işte bu heyecan verici tarihi kesiti anlatıyor.
Rus ordusunun Osmanlı İmparatorluğu’yla savaşıyor olmasından da yararlanan Pugaçef birlikleri Kazan’ı ele geçirir, hatta Moskova ve St. Petersburg için de tehlike baş gösterir ancak çabuk toparlanan Ruslar, Osmanlı ile barış yaptıktan sonra tüm güçlerini Orta Asya’ya sürerek Pugaçef’i yenerler. Asi Kazak lider, yakalandıktan sonra bir meydanda idam edilir. Kazak tarihinin büyük halk kahramanlarından biri olarak anılan, Ruslar tarafındansa korkunç işler yapan korkunç bir isyancı olarak tanımlanan Pugaçef, ülkemizde fazla tanınmayan Gessinoviç’in romanında iki ayrı uçtan birinde değil, daha objektif bir açıdan resmedilmiş. Yazar, henüz 17 yaşındayken Rus ordusunda savaşan, Osmanlı-Rus savaşında yer alan, sonrasında pek çok kez Ruslar tarafından tutuklanan Pugaçef’in, 1772’deki isyanları kanla bas-
tırılan Kazakların başına geçip lider haline gelmesini, Çarlığa karşı gelişen derin nefreti görüp anti-feodal bir yapıya bürünmesini, 400 kişilik çekirdek gücünü giderek nasıl büyüttüğünü, Kamlıklar ve Tatarları da ayaklanmaya çağırışını, Uralları kontrolü altına almasını ama sonra ihanete de uğrayarak yenilmesini, akıcı bir dille anlatıyor. Kendisine sonuna kadar bağlı kalan arkadaşlarıyla birlikte asılan Pugaçef’in isyan hareketi, Çarlığın sonunun gelmekte olduğunun ve suyunun ısınmakta olduğunun ilk işareti olarak kabul edilmektedir. “Pugaçef Ayaklanması”, bir çırpıda okunan, bu konuda Enver Gökçe’nin çeviri çalışmasına çok şey borçlu olduğumuz bir kitap. Eğer okumadıysanız, “Yüzbaşı’nın Kızı”yla birlikte okumanızı öneririz. Hemen belirtelim, büyük sahaflarda ve internetteki sahaf sitelerinde bulmak gayet kolay.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
BE ER K TABEV / MAN SA
Eski-yeni 50 bin kitap
BURAK ÜNLÜ Sahibi ve kurucusu Mehmet Beşeri tarafından 1989 yılında İzmir Karşıyaka’da faaliyete sokulan Beşeri Kitabevi, atası Oğuzlar gibi, birkaç yer dolaştıktan sonra, 2000 yılında Manisa’da konaklamış, o günden beri bu ilimizde çalışmalarını sürdürmektedir. Beşeri Kitabevi, zengin kitap arşivi ile Türkiye’deki kitabevleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Burada eski ve yeni; her türden yaklaşık 50 bin kitap bulunmaktadır. Kitabevinin raflarında, daha dün çıkmış yeni bir kitabı, yüzlerce yıllık mazisi bulunan bir başka kitapla yan yana görebilirsiniz. Romanlar, hikâyeler, araştırma, çocuk, kadın, eğitim, felsefe, sosyaloji kitapları; dini eserler, ders kitapları, yardımcı kitaplar ve daha neler neler.. Bir tek ölümsüzlüğün sırrını anlatan kitap yok. (Aslında o da var. Bunu ancak ve ancak Beşeri Kitabevini ziyaret edenlere söylüyorlar).
Beşeri’de her türlü dergi, eski gazete, belge, fotoğraf, pul vb. alım-satımı da yapılmaktadır. Ayrıca, hangi konuda araştırma yapıyorsanız yapın, Beşeri Kitabevi’nde, mutlaka size göre bir kaynak bulabilirsiniz. Buna bağlı olarak, her türlü ödev, tez konularına yardımcı olunmaktadır. Beşeri Kitabevi, Hürriyet Gazetesi tarafından belirlenen “Türkiye’nin en iyi on kitabevi” sıralamasına da girmiştir. Kitabevinin sahibi Mehmet Beşeri, Türkiye’de kitapla ilgili en çok bilgisi olan kitapçılar arasında sayılmaktadır. Beşeri Kitabevi, buram buram kitap kokan; kitap kurtlarının içine girdiği vakit bir türlü çıkmak istemediği bir deryadır. Azıcık yüzme biliyorsanız korkmayın. İster 1 yaşında, ister 100 yaşında olun. Mutlaka size göre bir kulvar vardır. Beşeri Kitabevi, yaklaşık otuz beş yıllık kitapçılık geleneğini, daha nice otuz beş yıllara taşımak inancında, direncinde ve güvencinde...
22
Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Bu gece, belediye reisinde dert bir değildi. Bir kısım davetliler, yanlarında sekizer onar kişi getirmişler, bazı kimseler de davetsiz olarak gelmişler ve tabii göğüslerinden itmek kabil olmamıştı. Bahçenin jandarma kordonu altında olmasına rağmen, duvarlardan aşan ayaktakımı da başka bir mesele. Sarhoş olduğu için kapıdan çevrilmek istenen bir azılı serseri, “Demokrat devlette halka kapalı kapı yoktur. İçeri girmek herkesin hakkıdır!” diye bağırmış, sokakta toplanan halkı bahçeye hücuma teşvik etmişti.
a) Rebecca Fin / Hareketli Bahçe b) Simon Vestdijk / Çalgılı Bahçe c) Reşat Nuri Güntekin / Eski Hastalık d) Feyyaz Kayacan / Çocuktaki Bahçe e) F. H. Burnett / Gizli Bahçe
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(e)
2
“-Serçeleri çok severim, dedi. Cenap Şahabettin onları küçük serserilere benzetmiş. Fena bir benzetme değil. Başıboşluğun sembolü yaramazlar… Sen de kuşları seversin değil mi? Mümtaz ağaç dallarında cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara, oradan oraya konup kalkan serçelere baktı: -İstersen evimizde bir çift kanaryamız da olur, dedi.
a) Erdoğan Tücan / Serçe Yuvası b) Takashi Matsuoka / Serçe Bulutu c) Hasan Nail Canat / Yaralı Serçe d) Mükerrem Kamil Su / Gençliğimin Rüzgârı e) Neriman Calap / Uykulu Serçe
2-(a)
3-(c)
3
Eyüp’ün tenha sokaklarından geçti, insanların bulunduğu taraflarından kaçtı. Burada yalnız ölüler arasında dolaşmak istiyordu. İki tarafı parmaklıklarla çevrilmiş mezarlardan yükselen taşların bakışları altında yürüdü. İkbal’in mezarına yaklaştıkça bacaklarında bir kesiklik meydana geliyor, oraya mümkün mertebe geç ulaşmak için yavaş yürüyordu. Sonunda onun taze vücudunu kucaklayan mezarlığın önüne gelince durdu.
a) Refik Halit Karal / İstanbul’un Bir Yüzü b) Mahmut Yesari / Pervin Abla c) Güzide Sabri / Yabangülü d) Mehmed Rauf / Eylül e) Halit Ziya Uşaklıgil / Mai ve Siyah Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü 2. “O uz ...” (yazar) - Çocu u olan kad n - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - “Fena de il” anlam nda bir söz 3. Bir ay ad - Bozk r - Hattatlar n kulland özel cila 4. Bir süt tatl s - Naz, i ve 5. Peru’nun plakas - Voltamper (k sa) - Su biriktirmek için akan önüne yap lan set - San Marino’nun plakas 6. Sanc , ate ve öksürükle beliren, tehlikeli bir akci er iltihab Sürdürme, devam ettirme 7. Bir binek hayvan - Yasaklama - “... ç karmak” (satrançta acemi oyuncuya kar vezirsiz oynamak) 8. Dünyaca ünlü Champagne araplar n n Fransa’da bulunan
ba l ca üretim merkezi - Molibden’in simgesi - Kayak 9. Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullan m yla ortaya ç kan edebi anlat m biçimi - Jamaika’n n plakas - Bir seslenme sözü 10. Bal yapan böcek - Bir nota - Ho lanarak bakma 11. Emile Zola’n n bir roman - Kamyon, otomobil gibi kara ta tlar na tak lan numara levhas - En k sa zaman parças , lahza 12. Kur’an’ n bölünmü oldu u 114 bölümden her biri - skambil ka d nda bir grup - Tümör 13. K l, tüy - Sanca , yelkeni ya da sereni a a alma - “... Güler” (foto rafç ) - laç, merhem 14. Tantal’ n simgesi - Osmiyum’un simgesi - Bir kan grubu - Eski Türklerde “totem”e verilen ad 15. Resimdeki yazar n bir eseri
YUKARIDAN A A IYA 1. Hal , kilim ya da bez dokuma tezgah - Resimdeki yazar n bir eseri - Tak m (k sa) 2. Gelecek - Parça ya da ezme et ya da sakatata çe itli harçlar kat larak haz rlanan bir arküteri ürünü - Radyum’un simgesi Mavi 3. Önü siperli bir ba l k türü - “Emine ...” (“Azap Topraklar ”, “Çiçekler Büyür”, “Sanc ” adl romanlar n yazar 4. Alt n veya gümü te de er derecesi - Okuma-yazmas olmayan Alt n’ n simgesi - Rey 5. Yorgan k l f - H rvatistan’da bir liman kenti 6. Galyum’un simgesi - Kil ile kar k kireçli toprak - Genellikle bir traktörün arkas na monte edilen ve zemini derince kazmaya yarayan bir alet 7. Di i - Ek çizgisi 8. “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) Berilyum'un simgesi -”... “Gündüz Kutbay” (ney üstad ) 9. “... Ayhan” ( air) - Kiloamper (k sa) - Beyaz 10. Da c l k - Tahtalar n yan yana getirilmesinden meydana gelen her türlü kaba kaplama 11. Bir hayret ünlemi - Limited (k sa) - T rnak boyas - Ordu (k sa) 12. Yanarda lar n a z ndan akan ve so uyunca kat la an erimi maddeler - Ba lama, mazur görme - Japonya’da buda rahibesi - sviçre’de bir nehir 13. Yunan mitolojisinde bir tanr -Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - Baryum’un simgesi 14. Satürn gezegeninin be inci uydusu - Kafa tutan, ba kald ran - Satürn gezegeninin be inci uydusu 15. M s r firavunlar n n piramit biçimindeki mezarlar na verilen ad - Resimdeki yazar n bir eseri - Makine Kimya Endüstrisi (k sa) Bulmacan n do ru yan tlar n 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za BRAHIM M EK’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ