2012 08 17 agustos kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

23 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 881

17 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 25

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Bir direniş öyküsü

Ernst Bloch’tan bir başyapıt

“Umut İlkesi”yle Sınırları Aşmak

“Adressiz bir ‘gözlemci’nin ‘üçgence’ konuşma kılavuzu...”

Kötü Çocuk, Marquis de Sade!

Başka bir insan mümkün!

Klosterman’ın çelişkili dünyası



Aydınlık KİTAP

17 A USTOS 2012 CUMA

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Macit Gökberk

s. 4

Adressiz bir “gözlemci”nin “üçgence” konuşma kılavuzu...

s. 5

Kötü Çocuk, Marquis de Sade!

s. 6

İyimserlik Ataol Behramo lu bundan bir süre önce Cumhuriyet gazete-

Başka bir insan mümkün!

s. 7

sinde yay mlanan Pazar yaz lar nda Alman dü ünür Ernst Bloch’un “Militan yimserlik” kavram n i lemi ti. Sonras nda gazetemizin

Umut ilkesiyle sınırları aşmak

s. 8/9

ba yazar Do u Perinçek Behramo lu’nun yaz lar na at fta bulunalarak Ernst Bloch’un önemine dikkat çekmi ti.

Klosterman’ın çelişkili dünyası

s. 10

Yeni Çıkanlar

s. 11

“SBF 68’in Unutulmaz Dekanı”ndan anılar-dersler

s. 12

Sahaf: Devrimci yatağı Makedonya

s. 13

Alıntı Test-Bulmaca

s. 14

Ernst Bloch’un ba yap t “Umut lkesi”nin 2. cildi Türkçeye kazand r ld . Bu hafta için bundan iyi bir kapak dosyas olamazd . Akademik çal malar n “ütopyac lar” üzerine sürdüren Sad k Usta Ayd nl k Kitap okurlar için yazd ... Ernst Bloch'un yap t n kapsaml bir biçimde i leyen kapak dosyam z ilgiyle okuyaca n z umut ediyoruz. Umut ediyoruz çünkü umut etti imiz sürece var z!

Haftaya görü mek dile iyle...

ÖneriYorum 1) “Son Adım”, Ayhan Geçgin

2)

MENEKŞE TOPRAK

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: Damla Yazıcı

Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

3)

farklı olarak, temizlikçileriyle, hırsızıyla, Tatar meyhanecisiyle, toplumun farklı katmanlarında yer alan Ayhan Geçgin’in “Son Adım” adlı romanı, kökbireyin dünyasına giriyor. Elbette zengin dilini ve lerinden bağını koparmış, ona bile isteye yabanironisini koruyarak. cılaşmış ama İstanbul gibi bir metropole de kök salamamış bireyin romanı. Varoluşçu edebiyatın önemli bir örneği sayılan “Son Adım”, bireyin yal- 4) “Körlük” ve “Kabil”, Jose Saramago İki yıl önce hayatını kaybeden Portekizli yazar Jose nızlığının bir yansıması gibi duran büyükşehir atSaramago pek çok romanında yaşama dair temel mosferini tasvir etme gücüyle, bireye gerçekçi ve bir soru sorup o sorunun peşine düşen bir yazar. cesur yaklaşımı ve zengin anlatımıyla Türk ede“Körlük” romanında, körlüğün bulaşıcı olması ve biyatında son yıllarda okuduğum en etkileyici rotek bir kişi dışında herkesin kör olması halinde topman. lumun neye dönüşeceğini kurgularken dünyayı muazzam bir kaosa dönüştürüyor. “Kabil” romanın“Sinek Isırıklarının Müellifi”, Barış Bıçakçı da ise, mitolojide Kabil’in kardeşi Habil’i öldürBarış Bıçakçı “Sinek Isırıklarının Müellifi” romamesiyle onun Tanrı tarafından sürgün edilmesine nında, yazmak için mühendislik işinden ayrılmış Ceyeni bir bakış getiriyor. Saramago, Kabil’in sürgün mil’in ve karısı Nazlı’nın Ankara’da toplu konutyaşamını bir başkaldırı hikâyesine çevirirken, onu larda geçen gündelik yaşamını anlatırken, insanı Tevrat’taki diğer mitolojik kahramanlarla buluşçok temel konular üzerinde düşünmeye sevk editurup Tanrı kavramını ve günahı sorguluyor. yor: Ölüm, edebiyatın ölümsüzlüğü, aşk ya da aşkın imkânsızlığı, yaşlanmak… Bıçakçı gücünü “Öğlen Kadını”, Julia Franck kısa ama derinlikli cümlelerinden, özgün üslu- 5) Alman genç kuşak kadın yazarlarından Julia bundan alıyor. Franck “Öğlen Kadını” adlı romanında, Nazi rejimi sırasında kimlik değiştirerek hayatta kalabi“Kesik Hava”, Murat Yalçın len Yahudi kökenli Hele’nin hikâyesinden yola çıMurat Yalçın, Kitap-lık dergisinin editörü olarak karak hafızası silinmiş, savaş yorgunu kadınların edebiyat camiasının tam ortasında yer almasına rağinsanı dehşete düşüren duygusuzluğuna odaklamen, reklamını yapmayan, pek fazla görünmeyi sevnıyor. Öğlen Kadını tarihi bir roman gibi okunsa meyen, bu yönü yazma biçiminde ortaya çıkan bir da kadın bedeni üzerinde kurulan iktidarı anlatyazar. Yalçın, son öykü kitabı “Kesik Hava”da, deması ve kutsal annelik kavramını tersyüz etmesiyle neysel özelikler taşıyan diğer öykü kitaplarında de son derece çağdaş bir roman.

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

17 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

İTALYAN YAZAR NANNİ BALESTRİNİ’NİN KALEMİNDEN

HAFTANIN PORTRES

Macit Gökberk (1908 – 1993) Gökberk’in çal malar felsefe tarihi ile dil ve bilgi sorunu olmak üzere iki konuda yo unla r. Felsefe tarihi ile ilgili çal malar n toplad “Felsefe Tarihi” adl yap t Türk felsefe literatürünün en çok ba vurulan temel yap tlar ndan say l r

Bir direniş öyküsü Kuzey talya’dan daha az geli mi olan güneydeki i çilerin kapitalist sürece nas l dahil olduklar n çarp c bir ekilde gözler önüne seriyor Nanni Balestirini. Güneydeki köylülerin topraks zla t r lmas n , ehirlere göç etmek zorunda b rak l n , ve kuzeyin ihtiyac olan i gücü haline getirili ini roman n ana karakterinin a z ndan anlat yor CEREN ADALETSEVER

Macit Gökberk, Türkçe felsefe terimlerinin kurulması, kavramların sınıflandırılması konusunda önemli uğraş vermiş bir felsefecidir. 1908 doğumlu Gökberk, İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1932’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü “Platon’un Theaitetos Diyaloğu” üzerine yaptığı çalışmayla bitirdi. Aynı yıl bu bölüme asistan oldu ve Hans Reichenbach’ın “Logik” adı altında verdiği dersleri Türkçe’ye aktardı. 1935 yılında doktora çalışmaları için Berlin Üniversitesi’ne gitti. 1940 yılında Prof. Eduard Spranger’in yanında “Hegel ve Auguste Comte’da Toplum Kavramı” adlı teziyle doktorasını verdikten sonra Türkiye’ye döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki görevine devam etti. Aynı bölümde önce doçent (1941), daha sonra da profesör (1949) oldu. 1978 yılında emekliye ayrıldı. Gökberk’in çalışmaları felsefe tarihi ile dil ve bilgi sorunu olmak üzere iki konuda yoğunlaşır. Felsefe tarihi ile ilgili çalışmalarını topladığı “Felsefe Tarihi” adlı yapıtı Türk felsefe literatürünün en

çok başvurulan temel yapıtlarından sayılır. Özellikle de Kant ve Hegel’e uzanan çalışmalarında Hegel’in devlet felsefesi, Kant ve Herder’in tarih anlayışları başlıca odağı oluşturur. Gökberk, Herder’le Kant’ın tarih sorununa getirdikleri çözümü “Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları” adlı yapıtında, Hegel’le ilgili çalışmalarını da “Felsefe Arşivi” dergisinde yer alan “Hegel’in Devlet Felsefesi” ve “Hegel Felsefesi-Yaşayan Yönleriyle” adlı yazılarında sergiledi. Gökberk’in felsefe çalışmalarında dil çalışmaları büyük önem taşır. Gökberk dil ile ilgili düşüncelerini “Değişen Dünya, Değişen Dil” adlı yapıtında topladı. Bu arada felsefe dilinin sadeleşmesi, Türkçe felsefe terimlerinin kurulması ve kavram karmaşasının giderilmesi yönünde büyük çaba sarfeden Macit Gökberk, 1954-1960 ve 19691976 yılları arasında Türk Dil Kurumu Başkanlığı yaptı. Macit Gökberk 15 Ağustos 1993 günü İstanbul’da öldü. Başlıca yapıtları; Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları(1948), Felsefe Tarihi(1961), Felsefenin Evrimi(1979), Değişen Dünya-Değişen Dil (1997).

Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Her şeyi İstiyoruz” uluslararası başkaldırı dönemi olarak nitelendirebileceğimiz 1968 yılında İtalyanın en büyük fabrikası olan Fiat’da çıkan isyanı konu ediyor. Yazarı, Nanni Balestrini, Potero Operaio (işçilerin gücü) grubunun kurucu üyelerinden biri. Dolayısıyla bu kitap bu akımın, İtalyan işçici geleneğinin, politik bir çıktısı olarak görülebilir. Nitekim kitapta kapitalist işin reddi savunuluyor ve ücretlerin üretime bağlı değil, işçilerin maddi ihtiyaçlarına yönelik belirlenmesi gerektiğini belirtiliyor. Kuzey İtalya’dan daha az gelişmiş olan güneydeki işçilerin kapitalist sürece nasıl dahil olduklarını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor Nanni Balestirini. Güneydeki köylülerin topraksızlaştırılmasını, şehirlere göç etmek zorunda bırakılışını, ve kuzeyin ihtiyacı olan işgücü haline getirilişini romanın ana karakterinin ağzından anlatıyor.

H Ç FARKETMEZC L KTEN ÖRGÜTLÜLÜ E Romanın ana karakteri, ileride ustabaşı olsun diye gönderildiği meslek lisesinin ardından bir fabrikaya işe girer ve burada rutin iş hayatını sevmediğini anlar. Dolayısıyla alıştığımızdan farklı olarak burada işi ve çalışmayı sevmeyen bir karakter işliyor yazar. İşi sevmediğini anlayan kahramanımız, hiçbir yerde uzun süreli çalışamaz, günübirlik işlerle hayatını idame ettirmeye çalışır. En sonunda kuzeyin en büyük fabrikası olan Fiat’da çalışmaya karar verir. Ve fakat orada da artan iş temposunun altında işçilerin ezildiğini görür. Kahramanımızın

fabrika önündeki öğrencilerle ahbap olmasıyla birlikte, önceden kendini “hiçfarketmezci” olarak tanımlarken, artık bir örgütlenmeye gerek olduğunu düşünür. İsyana giden süreçte örgütlenme ilk olarak kendini iş yavaşlatma olarak gösterir ve daha sonra örgütlenme diğer departmanlara sıçradıkça üretim durma noktasına kadar gelir. Sendikaların ve diğer aracıların işçilerin taleplerini patronlara iletmek yerine patronların taleplerini işçilere dayattığını gören işçiler; bu mücadeleyi kendi güçleriyle kazanmak için örgütlenirler. Ve işçilerin asıl güçlünün kendileri olduğunu görmeleriyle birlikte artık patronlardan istedikleri daha fazla ücret değil, her şeydir. “Her şeyi İstiyoruz” büyük makineler arasında makineleşen insanın kapitalist sistem içinde bir numara olarak tanımlandığını gözler önüne seriyor ve sayıların önem kazandığı bu sistemde, işçilerin tarihe emsal olacak eylemini bize tüm detaylarıyla vererek tarihe tanıklık etmemizi sağlıyor. Bu anlamda yazarın dilinin akıcılığı, dinamizmi ve romantizmi kendimizi romanın içinde buluvermemizi sağlıyor. Nitekim kapitalizmin özünün değil sadece yüzünün değiştiği bugünlerde de romanın içinde kendinizi bulmanız çok zor değil. Örgütlenmeye büyük ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde; “Her şeyi İstiyoruz” örgütlenmenin getirilerini gözler önüne seren, emsal almamız ve mutlaka okumamız gereken bir kitap. (Her Şeyi İstiyoruz, Nanni Balestrini, Otonom Yayıncılık, Çev: Deniz Erenuluğ Bovo/ Ufuk Soyer, 184 s.)


Aydınlık KİTAP

5

Adressiz bir “gözlemci”nin “üçgence” konuşma kılavuzu... ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Deneme ustası, edebiyatımızın özgün kalemi Salâh Birsel’in Ağustos – Ekim 1957 tarihleri arasında Cihangir’de kaleme aldığı “Dört Köşeli Üçgen” Sel Yayıncılık etiketiyle yeniden raflarda… Birsel, bu tek romanında bir gözlemcinin serüvenlerini trajikomik hikayelerle anlatırken, bir yandan toplum eleştirisini en sert hatta acımasız bir şekilde yapıyor, bir yandan da mizahın en karasını kendine has üslubuyla satırlara yansıtmaktan geri durmuyor. Birsel’in “gözlemci”si öyle sıradan bir “gözlemci” değil, gece uyurken bile gözlemcilik görevini elden bırakmayan “uluslararası bir gözlemci”. Tütün Yaprakevi’nin deposunda çalışan sıradan bir bekçi de değil o. Ha bu arada sakın “röntgenci” falan da sanmayın, o namuslu bir gözlemci. Neden mi, çünkü röntgenciler hastadır, gözlemci ise bir filozoftur, bir bilge, bir ahlâkçı, bir öğretmendir. Günün yirmi dört saati yetmeyince önce kırk sekiz, sonra yetmiş iki, en sonunda da doksan altı saat gözlem yapmağa başlayan bir “düşünce okuyucusu”dur. Hem bu okumayı hayata geçirme yolunda ilk iş olarak insanların karınlarını dinlemeye koyulmaya başlamış bir okuyucu. “Bir pencere arkasında, bir dürbün, bir duvar, bir sokak kenarından derlediğim ilk gözlemler bana insanların çokluk karınlarından konuştuklarını öğretti. İnsanlar karınlarından konuşmakla hem düşüncelerini mantıklarının baskısı altında tutmak gibi bir rahatsızlıktan kendilerinin sıyırmış oluyorlar, hem de dünyanın mantıkla yönetilebileceği üzerinde direnen felsefe bezirgânlarına kesin sonuçlu bir protesto çekmiş bulunuyorlardı.” Sonra evleri en çok da kadınları dinler. Gerçeği arama peşinde yazları, izin günlerini plajlarda geçirmeye başlar. Gözlemlerinin belli bir zenginliğe erişmesinde plajların önemi ihmale gelmez. Bir yandan da gözlemlerini insanlarla paylaşır ama nafile. Çünkü, “gerçek, ancak kendini görmek isteyene yüzünü gösterebilir.” Günler günleri ya da daha doğru bir ifadeyle gözlemler gözlemleri kovaladıkça, bilgisinin derinleştiğini, tembellik içgüdüsünün ortadan silindiğini, dünya ve insanlar üzerinde kesin ve açık bir görüşe vardığını duyar, kahramanımız.

KRAL’I ÇIPLAK GÖRMEY KAFAYA TAKMI Kapalı kapılar ardında yaşananlar, renk renk, boy boy maskeler, iki yüzlülükler, gerçeğin peşindeki gözlemcinin düştüğü trajikomik durumlar. İnsanları her alanda, hatta tuvalette bile, gözlerken yakalandığında sapık ya da deli gözüyle bakılan bekçinin gördükleri ise gizlenen

ama yaşanan gerçeklerden başkası değil. Ama o “kral çıplak” demek için Kral’ı çıplak görmeye kafasını takmış “kaçık” birisi. Girdiği bu yolda ilerledikçe ve hızı arttıkça esenliğinin uçup gittiğine, içinin karardığına, yürük teknelerinin sığlıklarda lengerendaz yani demir atmış olduğunu anlamaya başlıyor. Hele hele gözlemlerden bir sonuç çıkarmak, ellerle ayaklarla gözlem derlemek kadar “boynuz yaldızlamak” istememenin de kişioğluna darlık verdiğini bir kez daha öğreniyor. Sonra seyahatinde yeni durağı “kahvehane” oluyor. Gerekçesi: “Bir gözlemcinin işini en kolay, en doyumlu yürütebileceği bir yer de ondan. Dünyanın en büyük kararlarını verildiği, politika tartışılan yer…” Gözlemin bir hastalık aşamasına geldiğini düşünmeye başladığında, ondan kurtulmak için babadan kalma şimendifer marka altın saatini, “mesleğinin yüzündeki örtüyü büyük yüz görümlülükleri karşılığında açan doktorlar”dan birine kendini baktırabilecek kadar paraya kavuşmak için satar. Ama aldığı cevap: “Bir şeyiniz yok!” Doktor’un “mantık denizinin gemilerini tanı” uyarısını aldığında “Bu sizin lafını ettiğiniz gemiler, sakın mantık denizinin midyeleri olmasın? Bana öyle geliyor ki bunlar düpedüz incisi çıkarılmış midye kabuğu” yanıtını verir.

H C V SANATININ BA ARILI ÖRNEKLER NDEN Deneme ve günlük denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi olan Salâh Birsel denemelerini okurken yüzümüzde beliren tebessümünü çoğu zaman “Dört Köşeli Üçgen”de de bulacak ve bu tebessümler çoğu zaman da yerini ağız dolusu kahkahalara bırakacak. Çünkü Birsel, bu eserinde hiciv sanatının en başarılı örneklerinden birini sunuyor. “Gözlem yapıyorum demek mutluyum” , “gözlem yapıyorum demek varım” diye yola çıkan kahramanımızın sonunu merak edenlere ise şunu demekle yetiniyoruz: Mekânın birey algısı bakımından kırılarak yeniden yorumlanışı, belleğin ritimlerine karşı çıkış, ahlak totaliterliğine tepki olarak koyulan bir karşılık mesafede “değil”lerin dünyasına hiç çekinmeden girin. Gözlemden başka sığınağı olmayan, adressiz bir “gözlemci”nin “üçgence” konuşma kılavuzuna bir göz atın ve kendinize bir sorun: “Herkes gözlemci olsa, dünyada birçok işler karışılıktan sahiden kurtulur mu?” (Dört Köşeli Üçgen, Salâh Birsel, Sel Yayıncılık, 128 s.)


6

17 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Kötü çocuk, Marquis de Sade!

Sıradaki bölüm: Ölüm

“Markiz”; Marcuse de Sade’ n evlili ini ve e i üzerinden hayat n anlatan biyogrofik roman niteli inde bir eser… DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com “…Rahip Gaudemar, günah çıkarma hücresi önünde oluşan uzun kuyruğu gördüğünde, kendisini yorgunluk olarak hissettiren büyük bir ümitsizliğe düşüyor. Kendisine anlatılanlar hep aynı değil mi? Dünyanın ağırlığı. Bazen kalkıp gitmek istiyor. Günah çıkarma hücresinin önüne, dükkan sahiplerinin yaptığı gibi, üzerinde ‘Kapalı’ yazan bir tabela asmak istiyor.” ( Markiz, s.120 ) Derin bir çaresizliğin içine yuvarlanır, hatta kimi zaman insan oluşumuza lanet ederiz. Bilhassa sevdiğimiz insanların kötücül davranışları bizi dehşete düşürür, isyana sürükler. Kendimizin değil ama etrafımızdaki insanların kötülükleri, dayanılmazdır. Ne yarattığı mucizeler, ne de kurduğu muazzam düzen, Tanrı’ya hayranlık duyulmasının yegane sebebinin bu olduğunu düşünürüm. Sayısız insanın günahlarını ve zihnindeki ahlaksız tasarıları görüyor ve işitiyor olmasına karşın; insandan umudunu kesmemesi… Tanrı’nın nüfuz ettiği, kendi sabrının engin sularında yıkadığı biriydi Renee-Pelagie de Montreuil… Namı-diğer; Markiz… Marki de Sade’la evlendirildiğinde henüz yirmi birindeydi. Özellikle annesi bu evliliğe fazlasıyla taraftar olmuştu. Ne de olsa, bu soylu ailenin kanına bir de Marki kanı karışacaktı. Marki’nin ailesinin kötü şöhreti, kendi çapkınlıklarının hudutsuzluğu katlanılabilir cinstendi. Hangi soylu beyin metresi yoktu ki! Müstakbel Markiz de, Sade’ı görür görmez yörüngesine girmişti. Bakışlarında, dokunuşunda bir başkalık vardı. Adını koyamadığı ancak damarlarına kadar hissettiği bir şey… O tarifsiz his, Markinin dudağında ıslanan kelimelerle şekilleniyor, somut bir hal alıyordu: “…Ama bir anda onun kelimelerindeki imayı işittim. Annemle babamın, yaşlı Kont’un ve hatta duvarın dibinde bekleyen uşakların bile duymuş olabileceği şekilde açık seçik şöyle konuşmuştu: Şimdiye kadar sana yasaklamış oldukları bütün o uygunsuz şeyleri, artık birlikte yapacağız.” Markiz o günlerde, sevgi dolu bir yuvanın ılık düşleri içindeyken; yaklaşmakta olduğu büyük acılardan habersizdi. Marki’nin ödünsüzlüğü, dilediği zaman evi terk edip; zehirli soluğunu başka kadınların yanında alışı, bazı dönüşlerinde gömleğine sindiğini gördüğü kan lekeleri ve nihayetinde işkence ettiği kadınların açtığı sayısız dava… Bunlara rağmen, Tanrısal bir kudret ve sabırla, umudunu hiç yitirmedi Markiz. Etrafındaki kimse, Sade’ı Markiz’in gözleriyle görmüyordu. Onun ruhunun hasta olduğunu görmüştü, ona yetmek istiyordu; oysa o ıslah olmaz bir bozguncuydu, büyük bir bozguncu! Tedaviye cevap vermiyordu. “…Evet, itiraf ediyorum, diye yazıyor birkaç sene sonra karısına, ben bir sefahat düşkünüyüm. İnsanın bu alanda hayal edebileceği herşeyi hayal ettim, ama hayal ettiğim herşeyi hiçbir zaman yapmadım ve asla yapmayacağım da. Ben bir sefahat düşkünüyüm, ama katil ve suçlu değilim.”

Markiz, aldatıldığı onlarca belki de yüzlerce kadına rağmen; Marki’yi hiç yalnız bırakmayacaktır. Mahkum olduğu yıllar içerisinde dahi, tenine dokunabildiği tek kadın olacaktır Sade’ın… “…Ben daha ilk andan beri onu sevmeye kararlıydım. Ve o buna son derece açıktı. Çünkü her kötü oğlan, kendisini bağışlayacak ve buna rağmen sevecek bir kadına ihtiyaç duyar. Onun için bu bendim. Her zaman ben oldum. Yegane!” ( s. 343 ) “Marquis de Sade! Sadizmin kurucusu olduğu kabul edilen felsefeci, edebiyatçı ve bozguncu! Ruhundaki öfkeyi, bedeninin emrine vermiş bir yeminli…” Tabuları yıkan, bendinden taşan bir sel, bir korkusuz! Düşler prensi, hayatı boyunca ikiyüzlü olmamış, riyaya bulaşmamış bir günahkar! Tek korkusu, can sıkıntısı; buna tahammülü yok… Yorulmak bilmeyen bir savaşçı!

FRANSIZ HT LAL ’N N TAR HSEL DEKORU Böylesine bir fenomen, Sibylle Knauss’un kalemiyle daha da keskinleşiyor. Can Yayınları’ndan çıkan, “Markiz”; Marcuse de Sade’ın evliliğini ve eşi üzerinden hayatını anlatan biyogrofik roman niteliğinde bir eser… 355 sayfa olmasına rağmen, okuyucunun elinde kar gibi eriyecek bir kitap! Alman yazar Knauss, roman boyunca iki farklı anlatım tekniğiyle karşımıza çıkıyor. Zaman zaman “Tanrı anlatıcı” denilen üçüncü tekil şahıs ağzıyla, kimi zamansa Markiz’in diliyle… Bu dalgalı anlatım, romana akıcılık katıyor, Markiz’in yerine geçtiği pasajlar; okuyucuyu hikayenin anaforuna dahil ediyor. Roman, her ne kadar politik vurguları birinci plana almamış olsa da; Fransız İhtilali’nin öncesi ve sonrasında geçmesi bakımından, tarihsel bir dekor içeriyor. Marki’nin devrim öncesindeki konumu ve sonrasında şartların onu sürüklediği yer ilgi çekici! Bir başka ufuk açıcı detay ise romanın, dönemin kadına bakış açısını yansıtması… Sade, üzerine onlarca makale yazılmış, psikolojik incelemeler yapılmış; felsefe ve edebiyatta yer bulmuş bir –izm’in temsilcisi… 2000 yılında Türkçeye “Düşlerin Efendisi” olarak çevrilen, Philip Kaufman yönetmenliğinde bir film de çekilmiş. Orjinal adı: “Quills…” Ülkemizde de Sade’ın felsefi boyutu üzerine kafa yormuş ve bunun toplumsal izdüşümlerini yorumlamış edebiyatçılarımız mevcut: “… Bu kafa elbette, bütün yöneticilere, yönetilenler üzerinde – işkencenin her türlüsü de dahil olmak üzere – sınırsız haklar sağlıyor; alaturka despotluk rejimleriyle, ilk dünya savaşından sonra Batı’ya egemen olan, totaliter baskı rejimlerinin (faşizm ya da stalinizm) hiç de uzağında değiliz artık. Kim ne derse desin, Sadizmin siyasal düzeydeki görüntüsü, tartışmasız Faşizmdir!” (Attila İlhan, Hangi Seks, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 243) Saygıdeğer okuyucu, bir değil birden fazla kez okunması gereken bu kitap için; tükenmez kaleminizi boş kağıt üzerinde deneyiniz. Zira altı çizilecek çok satır olacaktır! (Sibylle Knauss, Markiz, Can Yayınları, Çeviri: İlknur İgan, 355s.)

Ac d r ki kitab n Türkçeye çevrilmesi 2011 y l na sarkm . O yüzden, de i en teknoloji ve onun sunaca bilgilerden mahrum kal nm . Tabii, bu durum kitab n güçlü bir birikimin eseri oldu u gerçe ini ortadan kald rmam . MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com İlginç yaşayan insanlarız biz Türkler, her işimiz elden ayrı. Yaşamlarımızın ilginçliğini tamamlarcasına, ölümlerimiz de elden ayrı. Yıllar evvel, bir randevu evinde gizli kameraya takılan bir adamın görüntüleri çıkmıştı televizyona. “Ben aids’liyim.” diyen fahişeye, “Ben de Türk’üm. Bana bir şey olmaz” diye yanıt vermişti adam. Ona bir şey oldu mu bilmem, ama başlarına “bir şey” gelen çok örnek var. Gerçek olmadığını umut ettiğim örneklerden bazıları şunlar: Erzurum’da bir berber, bir müşterisinin boynunu -rahatlatmak için- hızla sağa sola çevirir; boynu kırılan müşteri oracıkta can verir... Rize’de elektrik direğine yaslanıp ayakkabısına kaçan taşı çıkarmaya çalışan bir kişiyi, onun elektrik akımına kapıldığını sanan bir yardımsever kurtarmak ister, bunun için kafasına kalasla vurur, adamcağızı öldürür, bize vur deyince öldürmek deyimini düşündürür... TEM otoyolunda alkollü hâlde seyreden beş kişi, radyoda oynak bir şarkı -tahminimce İç Anadolu’dan bir oyun havası- çalmaya başlayınca araçtan iner, yolda göbek atmaya başlar ve bunlardan üçü, farklı araçların çarpmasıyla hayata veda eder, bu dünyadan güle oynaya göçer... Evet, aslında, gülerek ölünse bile, ölüme gülünmez. Düşünülür, öncesi ve sonrasıyla. Eksik kalanları ve fazlasıyla. Ve ölüden kopulur. Ateşle, toprakla ya da suyla... İşte Türkler, hayatları kadar ölümleri de ilginç olan Türkler, ölülerinden kopuşlarında da hayli ilginçlikler sergilerler. Şimdilerde, göze çok garip gelen bir şey yok, ama tarihte yürüdükçe beliriyor ilginçlikler. Gömülmüşler mesela, ama atlarıyla, oklarıyla, mızraklarıyla, tütünleriyle; kadınlar ise, en güzel elbiseleriyle, kulak temizleme kaşıklarıyla, dikiş iğneleriyle. Mezarlara tahıl taneleri serpmişler, içki dökmüşler. Bazen yakmışlar ölülerini, bunu âdeta bir şeref nişanı bellemişler. Ve daha nice ilginç işe girişmişler. Bunların bir kısmını tarih kitaplarından okumuşuzdur, ama bilmediğimiz kısmı çok ama çok büyükmüş meğer. Bunların nicelerini anlatıyor, Pinhan Yayıncılık’ın, inceleme raflarına kattığı “Türkler ve Ölüm” adlı eser. O kadar ki, 640 sayfalık bu etli kitap her bir

satırında ayrı bir ilginçliği gösteriyor, hem de arka planı da hesaba katarak. Yani, acaba neden atlarıyla gömülmüş bu Türkler, gibi sorular soracak olursanız, fevkalade doyurucu yanıtlar almanız mümkün bu kitapta. Ve muhtemelen sorularınıza alacağınız yanıtlar, dolgun bir felsefe, dinler tarihi, sosyoloji harmanından pişmiş, ilgi çekici ve yeni sorular sordurucu yanıtlar olacaktır. Okuma sırasında, sıkılganlığınızın merakınızla ters orantılı olarak azalacağını, bu azlığa anlatıdaki tarihsel roman aromasının katkıda bulunacağını da belirteyim. Yazar Edward Tryjarski, bu çalışmasını aslında 1991 yılında, Leh dilinde yayımlamış. Ancak -acıdır ki- kitabın Türkçeye çevrilmesi 2011 yılına sarkmış. O yüzden, bu yirmi yılda değişen teknoloji ve onun sunacağı bilgilerden mahrum kalınmış. Tabii, bu durum kitabın güçlü bir birikimin eseri olduğu ve alanında yapılmış en önemli çalışmalardan biri olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamış. Hâlihazırda, dünyanın en saygın Türkolog ve doğubilimcilerinden kabul edilen ve Türk Dil Kurumu şeref üyesi olan yazar da bu durumdan samimi bir şekilde bahsetmiş. Ve şunu eklemiş: “Bu kitapla ilgili eğer bir sorun varsa, o da, tarih denen sahnenin pek çok evresinde boy göstermiş Türk halklarını ve Türk halklarıyla birlikte insan varoluşunun temel sorunlarını tartışan kişinin Türk değil de, yabancı, dışarlıklı olmasıdır. “Hiç kuşkusuz Türk okurları, kitaptaki bilgi ve tartışmaları sadece kuru bir bilgi olarak almayacaklardır; kendi ulusal karakterlerinin unsurlarını, kendi dilleri ve içsel duygulanımlarıyla harmanlayarak daha doğru bir şekilde yorumlayacaktır. “Bu kitabın amacı, Türk okuyucular için yeni tartışma formları ortaya çıkarmaktır; bu formların nasıl oluşacağını zaman gösterecektir.” Umarız, yazarın dediği olur, bu sayede ölümü, dünün, bedenin ve günün ölümünü öğrenen Türkler, yaşamlarına ölümü sindirecek değerler biçer. İşte o zaman belki, batıdaki “Türk gibi sigara içmek” deyiminin anlamsızlığı, ambulanslarda yazan “Sigara İçilmez, Oksijen Makinesi” yazısının gereksizliğini bütünler. Hem gerçekten hem mecazen. Türkler ve Ölüm, Edward Tryjarski, Pinhan Yayıncılık, Çev. Hafize Er, 640 s.


Aydınlık KİTAP

Başka bir insan mümkün! “Burada can al c nokta, insanlar n yakla k üç milyon y ld r kültürel ay klanma uyar nca biyolojik bir evrim geçirmi olmas d r. Bizlerin bedeni ve ruhu kültürel bir varolu için biçimlendirildi… Kültür insan do as d r.” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com EN TEMEL YANILSAMA İnsanın doğayla ve insanla giriştiği mücadelede hayal gücümüzü zorlayan yaratımlar ve keşiflerle karşı karşıyayız. Biogenetikten nanoteknolojiye, sosyal psikolojiden reklamcılığa, insanın “özü”ne ilişkin çalışmalar yapan ama aynı zamanda da bu “öz”ü değiştirmeye çalışan uğraşlar bin yıllardır Batı merkezli düşünce biçiminin, belki de en temel, yanılsamasını güçlendiriyor. Bu en temel yanılsama Marshall Sahlins’in “Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması” adlı eserinde etraflıca ele alınıyor. Emine Ayhan ve Zeynep Demirsü tarafından Türkçeleştirilen kitap, 2012’nin Mayıs ayında BGST Yayınları tarafından yayımlandı. SOPANIN TEMELLEND R LMES Bu yanılsamayı betimleyen Sahlins’e sözü bırakalım: “Batılı” diye adlandırdığımız insanlar 2000 yılı aşkın bir zamandır kendi içsel varlıklarının hayaletinin daimi tasallutu altındadırlar: Öyle açgözlü ve kavgacı bir insan doğası hayaletidir ki bu, bir yolu bulunup hükmedildiği takdirde, toplumu anarşiye sürüklemesi kaçınılmazdır” (s. 9) Modern dünya bu “kaçınılmaz” duruma karşı iki alternatif sunmaktadır. Yazar bu alternatiflerin her ikisinin bu yanılsamaya dayandığını ve bu yanılsamayı beslediğini belirtiyor. Sahlins’in deyişiyle bu iki alternatif, “hiyerarşi veya eşitlik; monarşik otorite veya cumhuriyetçi güçler dengesidir” (s. 9). Diğer bir deyişle bastırılması yahut kontrol edilmesi gereken bir canavar olan insan doğasına karşılık ya Hobbes’un “Leviathan”ı gibi başka bir canavar (devlet) ya da canavarı canavar olmaya zorlayan arzularını ve özçıkarlarını diğer canavarların arzuları ve özçıkarlarıyla dengeleyecek bir “pat” durumu gereklidir. Bunlardan birincisi, Atina’da, Ortaçağ monarşisinde ve daha başka monarşi yanlısı eğilimlerin güçlü olduğu dönemlerde ağırlık kazanırken, ikincisi, özellikle, merkezi yapıların kurulamadığı ya da burjuvazinin yükselişe geçtiği Amerikan ve Fransız devrimleriyle başlayan süreçte güçler dengesi yaklaşımıyla devlet kuramında kendini gösterdi. FARKLI SOPALARA AYNI TEMEL İnsanın arzularının ve özçıkarlarının peşinden giden bencil bir doğası olması karşısında ortaya çıkan çözümler belliydi: Ya bu doğayı bastıracak ya da insanları birbiriyle çatıştıran daha akıl bir yönetimin egemenliği. Her şekilde iktidarın kendini meşrulaştırmasının bir aracı haline gelen bu kötücül insan doğası kavrayışı kendi içerisinde farklılık taşıyan bir dizi görüşe temel oluşturuyordu. Batı ortaçağının egemenlik kuramına göre yetki Tanrı’dan, yani herkese eşit uzaklıkta olan ve doğal olarak kötücül bir eğilimi olmadığı gibi kötücül eğilimleri bastıran emirlere sahip bir aşkın varlıktan, alınmaktaydı. Bu kurama karşı o günün devrimcileri yetkiyi halka ya da millete dayandırdıkları bir başka kuram geliştirdiler: milli egemenlik kuramı. Bu kuram özçıkarların toplamına karşılık genel iradeyi, Tanrı’nın atadığı kralın egemenliğine karşı milli egemenliği, tebaaya karşı milleti ortaya çıkarıyor ve savunuyordu. Ancak değişmeyen bir mantık da bu değişimin altında akıp gidiyordu: insanın kötülüğünü aşabilmek için ya onları birbirine karşı çekinmeye itecek bir serbestlik ya da doğalarını içlerinden çıkartama-

yacakları bir baskı rejimi. Bu ikilemin ardında, insanın değişmez ve kötücül bir doğası olduğu düşüncesi bulunuyordu. Her şekilde, mevcut yönetimleri meşrulaştırırken (Grotius ve Hobbes söz konusu olduğunda) ya da gelecek yönetime kuramsal bir zemin hazırlarken (“Kurucu Babalar” ya da Rousseau söz konusu olduğunda) “doğal durum” faraziyesi temel oluşturuyordu. Hobbes’a göre bir kaos ve anarşi ortamı olan doğal durumun bu karakterinin nedeni insanın özçıkarlarının peşinden gitmesiydi. Hobbes’unkinin aksine aydınlık bir doğal durum betimlemesi yapan Rousseau’ya göre ise mülkiyeti temel alan uygarlığın bir sonucu olarak bencillik, zorbalık gibi kötücüllüklerin yanı sıra bilim, sanat ve felsefesi olanaklı olmuştur. Rousseau, adeta gelecekte kurmayı arzuladığı iyi düzen için bir potansiyel göstermeye çalışıyordu: insanın doğal durumunda iyi olması ve insanlararası ilişkilerin eşitlik temelinde olması gelecek için bir potansiyel oluşturuyordu. KÜLTÜREL N B YOLOJ E ÖNCEL Bu ortak düşünce “zorunlu olarak hayvani eğilimlerimizin kölesi olduğumuz düşüncesi – kaynağını gene kültürden alan – bir yanılsamadır” (s. 10). Kendi eğitiminin bir sonucu olduğunu unutan Batılı, bu yanılsamanın sonucu olarak bütün dünyayı kendisi gibi gördü: “Tarihten ve kültürel çeşitlilikten bihaber olan bu evrimsel bencillik tutkunları, çizdikleri sözde insan doğası resmindeki klasik burjuva özneyi ayırt etmekten acizdir” (s. 10). Bu acizliğin temelinde, 18. ve 19. Yüzyıl Avrupa – Amerika burjuvazisinin tüm dünyayı kendi imgesinde yeniden kurgulama fantezisi yatıyordu. Bu fantezinin altındaysa tüm dünyayı yönetme hırsı. Yazar burada, salt Batılı kültürü eleştirmekle kalmıyor, Doğu’nun da insanı ele alışında insanı kötücül gösterdiği örnekler olduğunu belirtiyor. İncelemesinin esasını Batı’nın oluşturmasının nedeni, Batı’da bu konuda bir tek sesliliğin uzun yıllar hâkim olması ve Batı’nın yaptırım gücünün etkisini tüm dünya halkları üzerinde hissettirmesidir. Batılıyı esir alan bu yanılsamaya rağmen, aykırı bir ses olan Marx’ı da anmadan edemiyor yazar: “Marx için de “insanın özü” evrenin dışında başka bir yerde falan değil, toplumsal ilişkiler içinde ve bu ilişkiler biçiminde var olur. İnsanlar kendilerini ancak toplumsal koşullar içinde birleştirirler”(s. 130). O nedenle yazara göre de Marx’a benzer bir biçimde, Hobbes’un, Locke’un, Grotius ve Rousseau’nun andığı doğal durum (kitabın çevirmenleri burada “doğa durumu” ifadesini yeğlemişler) “buradadır. Zira kültür, insan doğasıdır” (s. 130). Dolayısıyla “insan doğası, her daim var olan bir varlıktan ziyade, bir oluştur” (s.127). İnsanın toplumsal ilişkilerinin, özetle bundan da fazlası olan kültürün, insanın doğasını, hatta belirli bir ölçüde biyolojisini şekillendirdiğini belirten yazar, “buradaki can alıcı nokta, insanların yaklaşık üç milyon yıldır kültürel ayıklanma uyarınca biyolojik bir evrim geçirmiş olmasıdır. Bizlerin bedeni ve ruhu kültürel bir varoluş için biçimlendirildi” (s. 125) demektedir. Yazarın görüşünün özetini kendi ifadeleriyle verelim: “kültür doğayı önceler… Kültür insan doğasıdır” (s. 125). İnsanlığın toplumsal kısıtlılıkları aştığı ve yeni insanı yarattığı bir gelecek için iyi okumalar. (Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması Marshal Sahlıns BGST Yayınları, Çev. Emine Ayhan, Zeynep Demirsü, 133 s.)

17 A USTOS 2012 CUMA

7

ARAKABLO

TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 3

Hece yazarlarının Kemal Tahir’de bozulan yerlilik kanonu SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com “Hece” yazarlarının her birisi yazıya “yerlilik” arayışıyla giriyor; Türk toplumunun evrim yasalarını Kemal Tahir’in doğru anlama çabasını yerli olma gereksinimine dayandırıyor. İyi de onun hiç böyle bir niyeti olmuş muydu? Kemal Tahir’in İnönü’yle çakışan köklü devlet geleneği fikrini anlamamakta ısrarlı davranan Hececiler, onun Batı’laşma karşıtlığının kaynağında Osmanlıcı oluşunu buluyorlar. Oysa Osmanlı’ya geri dönüşün olanaksızlığının baştan beri farkındadır Kemal Tahir: Ne dış talanı, ne de onun artıdeğeri olarak kerim devleti geri getirmek olanaklıdır. Her ne kadar Doğu ve Batı’yı farklı, birbiriyle kesişmesi olanaksız uygarlıklar olarak görüyorsa da, asıl vurgusunun bilinçsiz ve yanlış modernleşme çabalarına yöneldiği açıktır. O, Türk modernleşmesine değil, Batıcı, emperyalizme bütünleşik yönelim ve girişimlere karşıdır: Gerçekte, ona göre, batılaşma eşit modernleşme değildir. Nitekim Vefa Taşdelen, Türk Marksistlerini ondan aldığı şu cümleyle eleştirirken, aslında onun bu vurgusunu öne çıkartır (Hece, S: 23 / 181, s. 20): “Benim öfkemi kabartan, bizim Marksistlerimizin Batı’da neyin niçin yapıldığını bilmeden memleketimizde de aynı şeylerin yapılmasını istemeye kalkışmalarıdır.” Kemal Tahir, Batı toplumlarının evrim diyalektiğiyle Doğu’nunkinin birbirini tutmadığı, Osmanlı toplumunun Doğu’yu en zengin ve çok çeşitli yapısal özellikleriyle yansıtması yönünden önem taşıdığı düşüncesindedir. Yanlış Batılaşmayı ortaya çıkaran bir başka saptamasını Kenan Çağan anımsatıyor (s. 63): “Osmanlılarda başlayıp Cumhutiyet’te süren Batılılaşma atılımı, bünyedeki millî uyanış ve davranışın yokluğu sebebiyle temelsiz başlayıp temelsiz sürmüştür.”

KEMAL TAH R YEN OSMANLICI MI? Tam bu noktada Hececiler, Kemalist ideolojinin çürütüldüğü vargısıyla asıl niyetlerini açığa vururlar: Acaba günümüzün “Yeni Osmanlıcılık” yönelişi için Kemal Tahir’de kimi ilmekler bulmak mümkün müdür? Peki ama bu niye gerekli olsun ki: İslâmi Osmanlıcılık marangozları, Mehmet Âkif, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil’le masayı ayakları üstüne oturtamıyorlar mı da, Ali Galip Yener, Ömer Türkeş’in yedeğinde, “Kemal Tahir’in başını çektiği Yeni Osmanlıcılık” için “imkân” arayışına giriyor (s. 196-198)? İşin özü şu ki, AKP’nin politik alanda emek ve cumhuriyet karşıtı eğilimlerle kurduğu ve sonuç aldığı anda bozuverdiği ittifakların benzerine kültürel alanda da ih-

tiyaç var! Kemal Tahir, bir uçta Batı karşıtlığına ve Osmanlıcılığa, öbür uçta Marksizme uzayan düşünce tarzıyla solun ve sağın arakesitindeki bir yazar olarak hem şirin hem de mücessem ve cezbedicidir. Kullanılmaya müsait olan elbette kullanılır! Ancak bu heves, Marx’ın çok iyi betimlediği gibi, “bencil hesabın buzlu suları”ndan çıktığı anda çözülüp dağılıyor.

OSMANLI VE MARKS ZM Hece yazarlarının her birisi, “küresel kuşatılmışlık ve zorbalığa sahici cevaplar üretebilmek” adına (Ali Emre, s. 96), yazıya “yerlilik” arayışıyla giriyor; Türk toplumunun evrim yasalarını Kemal Tahir’in doğru anlama çabasını yerli olma gereksinimine dayandırıyor. İyi de onun hiç böyle bir niyeti olmuş muydu? Kemal Tahir’in Marksizm’e bir yöntem olarak başvurusunun gerisinde yerli kavramlar yer alsa bile, Doğu sorunu üstüne asıl itki ve yönelimi bizzat Marx ve Engels’in belirlemeleri sağlar. Engels, “Gerçekten de büyük toprak mülkiyetinin olmayışı, Doğu’nun siyasal tarihinin olduğu gibi, din tarihinin de anahtarıdır” sözüyle, din ve siyaset örtüşmesine evrensel düzeyden yaklaşım getirir. Nitekim Kemal Tahir, Osmanlı’dan sosyalizme uzanan bir yapılanma tasarımının uygulama olanağını ararken ilginç bir noktaya gelir: “Ortanın solu içine yerli doktrini bulup koyana kadar bütün gayretler devletin çökmemesi, bilhassa büyük bir sahtecilik olan, hükümetle yer değişmemesine çalışmak olmalıdır.” Peki bu sahteciliğin bizzat içinde olanlar, ABD’nin doğrudan denetiminde ve halktan gizli yapılan işleri devlete, talandan pay ve sadaka dağıtmayı hükümete mal etmekte değiller midir? Kemal Tahir bu takiyyeyi daha 40 yıl önceden görmüştür. Kemal Tahir, İslâmi Osmanlıcılığın yerlilik adına ucuz teorik yakıştırmalarla yedeğine alabileceği çapsız yazarlardan değildir, böyle bir girişime niyet edenleri pişman eder; Necip Tosun’un teslim ettiği gibi (s. 46), onu salt renklilik ya da çokseslilik adına kendine katma girişimini ve kanonu (ve de oyunu) bozar: “...kalıplara, kanona başkaldıran bir sanatçı, düşünür kimliği sergilemiştir”. Dahası, Hece yazarlarının kendi aralarında Kemal Tahir üstüne kanon oluşturma çabaları da boşta kalır. Kemal Tahir’in asıl meselesi neydi? Haftaya konuyu tarihsel ve güncel kesişmeler bağlamında tartışmak gerekecek: Batı karşısında Doğu’nun ön siperlerini savunmak bugün de olanaklı mı? (Aydınlık KİTAP, bayram dolayısıyla birkaç sayı 16 sayfaya düşünce, Ahmet Kayıran ve öbür arkadaşların eleştirilerini değerlendirmeyi ileriki sayılara ertelemek zorunda kaldığımı belirtmek isterim)


8

17 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

ERNST BLOCH’UN BAŞYAPITI “UMUT ÜLKESİ’NİN İKİNCİ CİLDİ TÜRKÇEYE KAZANDIRILDI

Umut ilkesiyle sınırları aşmak Bloch’un ö retisi sadece umut etmeyi ö retmez, ayn zamanda etkin olmak, aktifle mek ve militan tutum almak için de enerji sunmaktayd . Nitekim O, eserinin önsözünde görü lerinin böyle anla lmas için özellikle vurgu yapar SADIK USTA sadikusta@yahoo.de Ünlü Alman düşünürü Ernst Bloch’un toplam 3 cilt olan başyapıtı Umut İlkesi’nin 2. cildi geçtiğimiz günlerde İlitişim Yayınları tarafından ve Tanıl Bora’nın çevirisiyle yayımlandı. Bloch’un bu kadar gecikmiş olarak Türkçeye kazandırılmış olması, ülkemiz adına bir talihsizliktir. Çünkü Bloch, hem felsefeye, hem güncel siyasete hem de ütopya kavramına yaptığı özgün katkıları dolayısıyla Türkiyeli okurun dikkatle incelemesi gereken önemli bir filozoftur. Düşünceleri derindir, dili ise ağır. Her ne kadar çevirmen bazı kavramları isabetli seçmemiş olsa da ki bunların başında “arzu manzarası” kavramı gelir, gene de o zorlu bir işi başarmıştır. Bu üç ciltlik eser Bloch’un geçmiş yüzyılın başlarından itibaren ilmek ilmek dokuduğu ütopya ve umut kavramlarına dair felsefi yazılarını içermektedir. Sonradan Bloch bu çalışmasıyla felsefeye yeni bir ufuk kazandırdığını ileri sürecektir, ancak eser, alışılmışın dışında bir sistematiğe sahiptir; daha doğrusu eserdeki yazılar bir sistematikten yoksundur. Eser hem bu biçimiyle, hem geçmiş yüzyılın 20’li ve 30’lı yıllarına ilişkin kültürel ve toplumsal eleştirileriyle hem de üslubuyla Nitzsche’yi hatırlatır. Nitzsche 19. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’nın derinleşen toplumsal krizine, saldırgan ve karamsar bir üslupla, ama bir o kadar da etkili kültür eleştiriler yöneltmekteydi. Onun düşünceleri ve üslubu, yükselen kapitalizmin saldırgan üslubunu yansıtıyordu. Bloch’unki ise ezilenlerin ihtiyacına uygundu: Çünkü o, umut ve iyimserlik dağıtmaktaydı. Ama o iyimserliği veya kör bir umutla yaymaz, maddi zemini sağlam olan bir umut ve iyimserlikle yapardı. Onun öğretisi sadece umut etmeyi öğretmez, aynı zamanda etkin olmak, aktifleşmek ve militan tutum almak için de enerji sunmaktaydı. Nitekim o, eserinin önsözünde görüşlerinin böyle anlaşılması için özellikle vurgu yapar.

TEK BOYUTLULU A TUTUM Bloch’a göre felsefe, Kant ve Hegel’le önemli bir birikim yaratmıştı, ancak esas atılım, 19. yüzyılda Marks’la birlikte yapılmıştı. Ne var ki Marksist felsefe 20. yüzyılın başlarından itibaren donuklaşmış, tekdüzeleşmiş, tek boyutluluğa doğru meyletmiş ve böylece kitleleri kucaklama yeteneklerini de sınırlamıştı. Ekonomik, siyasi ve toplumsal krizin derinleşmesiyle şaşkınlığa uğrayan kitlelerse umutsuzluğa kapılarak gerici ideolojilerin peşine takılmaktaydı. Bloch’a göre bu süreç sadece

bugünü öngörmeyen, aynı zamanda geleceğe de uzanan, insanlara umut ve iyimserlik aşılayan, henüz gerçekleşmemiş olmakla birlikte, potansiyel olarak var olmakta olanı yaratan yeni bir felsefeyle tersine çevrilebilirdi. O ortaya attığı umut ilkesiyle bu felsefeyi yaratmaya adaydı.

Ernst Bloch

HAREKET VE UMUT LKES Bloch felsefi tezlerini, yeni bir anlam kazandırdığı madde kavramına dayandırır. Ona göre madde denen kavram, sonuçta soyut ve kişiliksiz bir kavramdır. O, süreç içinde, yani hareketle ve dönüşümle birlikte varlık olur ve kişilik kazanır. Hareket olmadan madde olmaz, madde olmadan de hareket çıkmaz. Hareket bir bakıma maddenin gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Bloch’a göre maddenin gerçek çehresi onun mevcut halinde değil, fakat henüz gerçekleşmemiş olan, ancak gerçekleşmeyi içeren kırılgan halinde, buna sınırında da demek mümkündür, ortaya çıkar. Bu durum aynı zamanda insana kendini yeniden var etme olanaklarını da sunmaktadır. Bir bakıma madde, olabilme potansiyelidir. Her maddi varlık, ancak kendi hareketi içinde, ama öylesine ve sadece an’ı içeren haliyle değil, aynı zamanda geleceği de içeren haliyle kavranabilir. Hareket Bloch’a göre sıradan bir devinim değil, fakat maddenin bir konumdan bir başka konuma bilinçli geçişidir. İnsan bilinci ise bu hareketin daha bir bilinçle yapılmasını, yani umudun gerçekleşmesini düzenleyen bir rol oynar. Bloch’un bahsettiği umut, tabii ki kör bir inanç değildir; fakat özneyi harekete geçiren, onun enerjisini ateşleyen, ihtiyaçtan kaynaklanması nedeniyle de özlemlere ve arzulara dair tasarımları somutlayan bir kıvılcımdır.

UMUT LKES NDEN DEVR MC B L NCE Her maddi varlığın oluşumu bir tesadüftür, ancak o aynı zamanda bilinçli ve zorunlu bir hareketin ve devinimin eseridir de. Dolayısıyla varlıkların kavranması, ancak onun geleceği de içeren hareketinin kavranmasıyla mümkündür. Nasıl ki Hegel tinin fenomenolojisini inceleyerek felsefeyi devrimcileştirmişse, Bloch da maddenin geleceği içeren hareketinin kavranmasını sağlayarak devrimcileştirmektedir. “Umut İlkesi”nin antropolojik zemini Bloch’a göre hareketi etkin kılan tin değil, fakat maddenin özünde bulunan arzu ve ihtiyaçtır. İnsanın temel özelliklerinden biriyse onun ihtiyaçlarını gidermeye meyilli olmasıdır. Bunu da arzu demetiyle, rüya ve fanteziyle ve en çok da özlemle dile getirir ve hatta bunun yerine getirilmesi için canını ortaya da koyar. Bloch insanoğlunun henüz sahip olunmayan istek ve arzularına yönelik çabasını onun en

önemli antropolojik özelliği sayar. İnsanoğlunun karşı karşıya kaldığı ilk şey yoksunluktur, ihtiyaçtır. O mutlu olması için ihtiyaç duyduğu şeye sahip değildir. Bu gerçekleşmediği sürece de mutlu olamayacaktır. Temelinde ihtiyaç bulunan arzu, bilinç sıçramasıyla mevcudu parçalayan bir umut ilkesine dönüşmektedir. İnsanoğlu henüz gerçekleşmemiş olan arzusunu, umutla gerçekleştirir; bir bakıma o kişiliğine, ona bu kişiliği kazandıracak olan umut tarlasından geçerek kavuşur. Bloch’a göre “umut ilerici bilincin tayin edici bir unsurudur”; insanoğlu bu bilinçle nesneyi dönüştürür ve böylece verili düzeni devrimcileştirerek ortadan kaldırır.

FELSEFEDE YEN AÇILIM DD ASI Marks Feuerbach Üzerine yazdığı Tezlerinin 11. sinde “bütün filozofların dünyayı açıkladığını, ancak önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğunu” vurgulamıştı. Marks insan pratiğinin önemine vurgu yapmıştı, ancak buna ilişkin ayrıntılı analizlere girişmemişti. Bloch ise Umut İlkesi ile Marks’ın 11. Tezini derinleştirdiğini ileri sürmektedir. Aslında bilimsel sosyalizmi derinleştirme ve insanoğlunun derin yabancılaşmasını ortadan kaldırma arzusu, sosyalist saflarda 20. yüzyılın başından itibaren yoğunluk kazanmaktaydı. Kitlelerin bilinciyle, ideolojisiyle (din ve mitoloji), psikolojisiyle, örgütlenme ve hareket tarzıyla ilgili bir dizi yeni eserin yayımlanması 20. yüzyılın başına denk gelir. Aslında felsefi bir eser olan “Ne Yapmalı?”yı Lenin 1903’te yazar; Bloch sosyalist saflardaki nobranlığı ve tek boyutluluğu aşmak için kitle örgütlenmesinin ve pratiğinin ince bir analizi olan ütopya, umut ve gelecek kavramına yönelir. O umut felsefesiyle, ya da bir başka ifadeyle antropo-

lojik felsefesiyle Marksizm’e yeniden gündüz düşlerini ve fantezisini verdiğini ileri sürer. Gramsci 20’li yıllardan itibaren mitoloji, ideoloji ve hegemonya üzerine önemli notlar tutarak, kapitalizmin krizine devrimci bir yanıt arar. Mao, 1930’ların ortalarından itibaren “çelişme ve pratik üzerine” başlıklı felsefi yazılarıyla ÇKP saflarındaki metafizik bakış açısını aşmayı dener. Freud bu tutumu bir başka açıdan, psikanaliz alanından yaparak, gösterir. Hemen hemen aynı yıllarda Kıvcımlı’nın da Türkiye’de Türk sosyalistlerinin pek alışık olmadığı yaratıcı açılımlara ve kavramlara yönelmesi bir tesadüf olmasa gerekir. 30’lu yılların sosyalistleri ki bunlar ister Avrupa’da, ister Türkiye’de isterse de Çin’de olsun, yükselen gerici dalgayı aşmak için yeni bir arayış içine girmektedirler. Hepsinin amacı kitleleri kazanacak, umutlandıracak ve onlara doğru yolu gösterecek teorik açılımlar sunmaktır. Bloch bu kuşak içinde en öne çıkmış olanların başında gelir.

GÜNDÜZ DÜ LER Bloch “Umut İlkesi”ni “gündüz düşleri” kavramına dayandırmaktadır. Her canlı gece düşü görmektedir, ancak insanoğlunun ayırt edici özelliği onun gündüz düşleri görmesidir. “Gündüz düşleri” kavramı, aslında kökleri 18. yüzyıla kadar giden felsefi bir kavramdır. Rousseau ve John Locke gibi filozoflar, insan düşünün ve fantezisinin önemini anlamışlar ve bu yöntemi felsefi ve edebi eserlerinde kullanmışlardı. İnsanoğlu bir bakıma “gündüz düşleri” ve fantezileriyle hem özlem ve ihtiyaçlarını dile getirmekte hem de mevcut düzeni eleştirmektedir. Bu yöntemin Türk yazarlarca da kullanıldığına 19. yüzyıldan itibaren daha yoğun bir şekilde yazılan siyasi rüyalarla şahit oluyoruz. Doktor Abdullah


KAPAK Cevdet ve İsmail Hakkı da neredeyse kelimesi kelimesine gündüz düşlerini, 1912 yılında yayımladıkları “Pek uyanık bir uyku” başlıklı ütopyalarında dile getirmişlerdi. Sonradan bu kavram tıpta ve özellikle de psikanalizde sık sık kullanılır olmuştu. Bloch’a göre gece rüyası bilinçaltına aitti, gündüz düşleri ise bilinçli arzunun bir aracıydı. İnsan darda kaldığında, hem özel hem kamusal anlamda gündüz düşleriyle dolar. Beklentiler umutla yeşerir ve yaşanır. “Kimisi çöküşün önüne geçmek için umut eder, kimi ise geceyi yırtan aydınlığı.”

UMUDUN D YALEKT Bloch varlığı diyalektik süreci içinde incelemekteydi. Ona göre henüz olmayan şey, bir hiçlik değildi, fakat henüz varlıktaki yokluktu. Yokluk ise ortadan kaldırılarak varlık haline gelebilirdi. Yokluk, salt var olmayan değildi, fakat içinde varlığı, daha doğrusu var olmaya aday olanı barındıran bir olasılıktı. Bloch henüz var olmayan, ama doğmakta olanı, bir bakıma umut ilkesiyle “deliğinden çıkarmaktaydı.” Bu da etkin bir pratikle, geleceğe uzanan hamlelerle, “yarın”ın vicdanını taşıyan, gerçekten yana taraf tutan, umudun bilgisine sahip” olan tarafından gerçekleştirilecekti. Bloch’a göre insanoğlu geleceğe dönük yaşar, geçmiş sonradan gelir; bugün hemen hemen hiç yaşanmaz, çünkü o, geçmişle gelecek arasında erimektedir. Hayat an’lardan değil, fakat diyalektiğin belirlediği süreçlerden oluşur. Gelecekse hem korku hem de umut içerir.

UMUT VE ÜTOPYA Bloch tarihte, ütopya kavramını popülerleştiren ve onu felsefenin vazgeçilmez bir kavramı haline getiren ender düşünürlerden biridir. Engels 1880 yılında yazdığı “Ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme” başlıklı ünlü kitapçığıyla, sosyalist saflarda tehlikeli bir hale gelen ütopist yaklaşımları eleştirmişti. O günün ütopik sosyalist düşünürleri, toplumların neden ve nasıl dönüştüklerini kavrayamıyor ve bu nedenle toplumsal dönüşümlerin ya aklın zaferiyle ya da halktan kopuk küçük kuvvetlerin olağanüstü eylemiyle gerçekleşeceğini sanıyorlardı. Ayrıca bu düşünürler, toplumsal yapı ile ekonomik gelişmenin birbiriyle olan kopmaz ilişkisini göremiyor ve buradan hareketle geleceğe dair olur olmaz fantastik tasarılar üretiyorlardı. Sosyalist saflardaki bu eğilimi eleştirmekle birlikte Engels eserinde, ütopyaların ve özellikle de ütopyacı düşünürlerin tarihte oynadıkları olumlu role dikkat çekmişti. Engels’in ütopik sosyalistleri eleştirmesi nedeniyle sosyalist saflarda özellikle de 20. yüzyılın başlarından sonra ütopya kavramına mesafeli durulmaktaydı. Bloch bu mesafeyi ortadan kaldırmakla kalmamış ve hatta ütopya kavramının akademik dünyaya girmesini sağlayan öncü bir rol de oynamıştı. Bloch’a göre ütopya, “özne ile nesne arasındaki mesafenin ortadan kalktığı ve her ikisinin de bir potada eridiği an’dı.” Aslında ortadan kaldırılan özne ile nesnenin ayrılığı değil, fakat aralarındaki tek yanlı hakimiyet ilişkisidir.

Aydınlık KİTAP Bütün hayatı boyunca ütopya kavramı üzerinde yoğunlaşan Bloch, tarihten bu yana ortaya çıkan ve mevcut verili düzenin temellerini sarsan bütün kitle eylemlerini ve özellikle de ortaçağın karanlığını yırtan Alman köylü isyanlarının ütopyacı bir karakter taşıdıklarını belirtiyordu. Thomas Müntzer üzerine yazdığı incelemesinde Bloch, köylü devriminin dini söylemelerinden dolayı küçümsenemeyeceğini ve ayrıca köylü isyanlarının dini bir kisve altında yürütülmesinin onların bir zaafı değil, fakat olumlu taraflarının olduğunu vurguluyordu, çünkü bu sayede öncü devrimciler, hem milyonlarca köylüyü devrimcileştirmişler hem de onları hakim sınıfların denetiminden kurtarmışlardı. Mevcut olanı aşma çabası gösteren her hareketin, topluma sunduğu yeni toplum tasarısıyla ütopya diyarına ayak bastığını belirten Bloch, bu görüşleriyle sonraki yıllarda ortay çıkacak olan ütopya teorisyenlerini de kuvvetle etkilemişti. Hatta o, dinlerin bağrındaki ütopyacılığı “keşfederek”, sadece Paul Tillich, Martin Buber gibi ünlü dini-sosyalist düşünürleri etkilemekle kalmadı, aynı zamanda 1970’li yıllarda Güney Amerika’da boy verecek olan özgürlük teolojisinin de temellerini atmıştı.

ÜTOPYANIN DÜ ÜNCEDEK KÖKEN Bloch’a göre insanoğlu mevcut sorunlarına yoğunlaşırken, düşünsel anlamda bir artı-değer üretir. Bu insanoğlunun geleceğe dair tasarılarından başka bir şey değildir. Kitle hareketlerinin aşırılıkları olarak görülen devrimci eylemler ve tasarıların kökeni işte bu düşünsel artı-değerlerdir. Marks ve Engels de yazışmalarında devrimler dönemindeki mevcut durumu kat be kat aşan kitle pratiklerinin nedenleri üzerine kafa yormuşlardı. Bloch bunun kaynağını insan düşüncesinin ütopik yanında görür. Ütopyanın diyalektik karakteri, onun kendisini her türden aşma pratiğinden uzak tutmasına ve sürekli, henüz gerçekleşmemiş olanın, ama olasılıklar dahilinde olanın mekanını gasp etmesine neden olur. Bugün bizim, içinde bulunduğumuz toplumsal şartlar göz önüne alındığında gerçeklerden kaçışın bir ifadesi olmayan ütopyaya daha fazla ihtiyaç duyduğumuz çok açık. Ütopya sadece fantazya dünyası değildir, aynı zamanda sınırları zorlamak, düşünceyi kanatlandırmak, yaratıcılıkları teşvik etmek ve yeni imkan ve yöntemler keşfetmektir. Tabii ki en önemlisi de kitlelerin uğruna savaşacakları yeni dünyaları umut etmelerini sağlamaktır. Ernst Bloch herkese nasip olmayan uzun ve çalkantılı bir yaşam sürdü. Kapitalizmin 19. yüzyıldaki en azgın gelişme dönemlerinden tutun da onun çürümeye yüz tuttuğu 50’li ve 60’lı yıllara kadarki bütün bu sürece bizzat tanıklı yapmıştı. Kapitalizme ve onun çürüyen yüzü olan emperyalizme karşı etkin bir mücadele yü-

rüttü. Birinci Dünya Savaşı patlak verince askere gitmeyerek, ona tutum aldı; Hitler yükselirken onun yarattığı tehlikeye dikkat çekti; 2. Dünya Savaşı’na karşı dünya çapında yürütülen aktif mücadeleye etkin bir şekilde katıldı, sonradan ABD’nin Vietnam savaşına karşı çıkanların da başında bulundu. Ama o aynı zamanda sosyalist yaşamın ve sosyalist düşüncenin tekdüzeleşmesine, tek boyutlu hale getirilmesine ve özellikle de sosyalist düşünceden fantezi ve düş gücünü dışlayan ve aykırı düşünceyi yasaklayan tutumlara karşı şiddetle karşı çıkmıştı. Bloch, Hitler’in iktidara gelmesiyle başarısızlığa uğrayan SPD ve KPD’yi en çok düş gücünden ve yaratıcılıktan uzak bulmaktan dolayı eleştirmekteydi. Aynı eleştirilerini bir kez de Doğu Alman Cumhuriyeti’nde yapacaktı. Ama yaptığı eleştirileri her defasında onun vatanını kaybetmesine neden olacaktı. O, Umut İlkesi’nin önsözüne boşuna Lenin’in düş gücüne, resmi söylemin dışına çıkan ve yaratıcı düşüncelere önem veren sözlerini almamıştır. Bloch’un düşünceleri ki bunlar kısmen spekülatif yanlar taşırlar, çok önemlidir ve herkes tarafından bilinmelidirler, ama onun hayatı da bilinmelidir, çünkü onun hayatı herkes için derin dersler içerir. Ama sanırız en önemli dersse şudur: Saflarındaki entelektüel ve aydın birikimiyle kavga eden, onların aykırı fikir ve düşüncelerine tahammül edemeyen, farklılıkların giderilmesini zaman sürecine bırakmayan ve onları, sonuçta herkesin devrimci ve ahlaklı kalmak için ihtiyaç duydukları toplumsal kavgadan dışlayan partiler, akımlar, devletler ve iktidarlar bu tutumlarıyla en çok kendi varlık zeminlerini tahrip etmektedirler. “Umut İlkesi”nin Türk okuruna kazandırılması önemli bir başarıdır. Ancak bunun açığa vurduğu bir zaafta meydandadır. Devrimci kesimlerin felsefeye ve özellikle de devrimci teoriye büyük ihtiyaçları vardır. Felsefe ve teoriye yeni açılımlar getiren ürünlere ilgisiz davranmak, bunları görmemek ya da keşfetmemek büyük bir gaflettir. Ne yazık ki bu türden önemli eserlerin büyük bir kısmı neo-liberal sol çevreler tarafından yayımlanmaktadır. Bu da bizim acımazdan bir başka önemli derstir.

17 A USTOS 2012 CUMA

9

Ya am ve eserleri 1885 yılında Almanya’nın bir işçi kenti olan Ludwigshafen’de orta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ernst Simon Bloch, yaşamının ilk yıllarında işçi sınıfı davasıyla tanışma olanağına kavuştu. Liseden sonra Münih Üniversitesi’nde felsefe, müzik, fizik ve Alman dili ve edebiyatı okuyan Bloch, bu sayede herkese nasip olmayan bir birikim de edinmişti. O öğrenimini gördüğü disiplinler sayesinde hem doğa bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde derinleşme olanağı bulmuştu. Doktora tezinin konusu ise “Bilgi Teorisi”dir ki bu sayede hem özne-nesne ilişkisinde derinleşmiş hem de pratiğin ve umudun toplumsal dönüşümdeki devrimci rolünü keşfederek, antropolojik felsefesinin teorik zeminini inşa etmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda sosyalizmle tanışan Bloch aynı zamanda bir barışseverdir ve askere alınmamak için İsviçre’ye göç etmişti. Orada araştırmalarını derinleştiren Bloch, aynı zamanda Avrupa’nın ünlü aydınlarıyla da tanışma olanağı bulmuştu. Sigmund Freud, Georg Lukacs ve Max Weber gibi aydınlarla dostluklar kurmuştu. 1918 yılında, sonradan Umut İlkesi’nin temel tezlerini oluşturacak olan Ütopya’nın Tini başlıklı çalışması yayımlanınca kitap, hızla birkaç baskı yapmış ve genç bilim adamına ün ve şöhret kazandırmıştı. Ardından Bloch, Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya’ya geri dönmüş; Almanya Komünist Partisi’ne üye olmuş ve ilk yazılarını gazeteci olarak kaleme almıştı. Bu dönemde Theodor Adorno, Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Otto Klemperer gibi dönemin ünlü aydınlarıyla kader arkadaşlıkları kurmuştu. 1924 yılında, Hitler henüz tehlikeli değilken, onun Almanya ve dünya açısından yarattığı tehlikeye dikkat çeken “Hitler’in Şiddeti” başlıklı önemli yazısını kaleme almıştı. Hitler’in yükselişini inceleyen Bloch, komünist saflarda tartışma yaratacak olan “tarih ve vatan” yazılarını kaleme almıştı. Bu yazılarda Bloch, komünistlerin de “führer” kavramını, dini ve ulusal sembolleri ve hatta mitolojik simgelerden biri olan “3. Reich” kavramını kullanmaları gerektiğini belirtmişti. Ekim Devrimi’ni daha başından itibaren destekleyen Bloch, hem teoride Leninist bir tutum almış hem de siyaseten 30’lu yılların zorlu döneminde Stalin’e arka çıkmıştı. Savaştan önce Avrupa’nın birçok ülkesinde yaşamak zorunda kalan Bloch, artık daha fazla Avrupa’da barınamayınca 1939 yılında ABD’ye göç etmişti. 1948 yılına kadar Amerikan üniversitelerinde ders veren Bloch, bu arada önceki yazılarını geniştirerek bunları kitaplaştırmıştı. Umut İlkesi başlıklı başyapıtı da bu kapsamda 3 cilt olarak yayımlanmıştı. Nitekim Doğu Alman Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte 1948 yılında Leipzig’e gelmiş ve üniversitede profesör olarak felsefe dersleri vermeye başlamıştı. 1955 yılında Doğu Almanya’nın en yüksek devlet nişanıyla onurlandırılan Bloch, Bilimler Akademisi’nin da saygın bir üyesi olmuştu. Ne var ki 1953 yılından itibaren aykırı görüşleri nedeniyle şimşekleri üzerine çekmişti. En son 1956 yılında Macaristan’daki işçi ayaklanmalarının bastırılması üzerine eleştirel görüşlerini açıktan ifade eden yazılar kaleme almıştı. Verdiği dersler büyük ilgi görüyor, görüşleri birçok aydın ve sanatçı üzerinde etkili oluyordu; o, Doğu Alman sosyalist muhalefetinin filozofu olarak tanınıyordu. Bunun üzerine parti kararıyla önce dersleri iptal edilir, ardından da zorunlu olarak emekliliğe sevk edilir. Ancak o, görüşlerini açıklamaktan çekinmedi. 1961 yılında Batı Avrupa’ya yaptığı bir seyahat sırasında Berlin duvarının inşa edilmesini öğrenince, bunu protesto etmiş ve sonra da Doğu Almanya’ya dönmekten vazgeçmişti. Tanınmış olması nedeniyle Tübingen Üniversitesi ona kapılarını açmıştı. Almanya’nın birçok kentinde konferanslar veren Bloch, 1968 gençlik hareketine yönelik eleştirileri olmakla birlikte onun üzerinde etkili olan yaşlı aydınların da başında gelmektedir. Öğrenci lideri Rudi Dutschke ile yakın bir dostluk kurmuş ve onu felsefesinin devamcısı olarak görmüştü. Ancak Dutschke, gerici basının da kışkırtmasıyla 1971 yılında bir silahlı saldırı sonucu öldürülecektir. 1977 yılında Almanya, son yüzyılın gördüğü en seçkin aydınlarından birini kaybetmişti. Cenazesi binlerce öğrencinin eşliğinde mezara taşınmıştı. Bazı önemli eserleri: -Ütopyanın Tini (1918) -Devrimin Teologu olarak Thomas Müntzer (1921) -Özgürlük ve Düzen (1947) -İzler (1930) -Bu Çağın Mirası (1935) -Ibn-i Sina ve Aristotelisçi Sol (1949) -Umut İlkesi I-III (1954-59) -Doğal Hukuk ve İnsan Onuru (1961) -Hıristiyanlıktaki Ateizm (1968) -Materyalizm Sorunu, Tarihi ve Özü (1972)


10

Aydınlık KİTAP

17 A USTOS 2012 CUMA

BABİL BALİĞİ

Klosterman’ın çelişkili dünyası M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Yalnızca budalalar kendileriyle günde üç kez çelişmekte başarısız olurlar.” Friedrich Nietzsche İthaki Yayınları, Sevinç Kayır’ın tercümesiyle, İngilizce aslı 2011 yılında yayımlanan Chuck Klosterman’ın “Görünür Adam” (The Visible Man) kitabını yayımladı. Aslı yayımlandığından bu yana henüz bir yılı doldurmamış olması okurlar için oldukça iyi bir haber, çünkü kitapta günümüzün gerçeklikleri ve popüler kültürü çokça yer alıyor. Bu kısma sonra döneceğiz. İkisi roman, üçü makalelerinden derleme, üç de kurgu dışı, toplamda sekiz kitabı bulunan Klosterman’ın Türk okuru ile ilk buluşması olduğundan, ilk önce yazar hakkında biraz bilgi edinelim.

S STEM, S STEM N Ç NDE SADECE S STEMAT K ELE T R L R 40 yaşında ve Amerika doğumlu olan yazarı esasında kitapları dışında “New York Times,” “Believer,” “Washing Post,” “Guardian,” “Esquire” ve “GQ” gibi gazete ve dergilerdeki sütunlarından, makalelerinden tanıyoruz. Genel olarak Amerikan Pop Kültürü ve Rock müziği üzerine eleştiri ve hiciv ağırlıklı yazılar kaleme alan yazarın, asıl ünü de kullandığı eğlenceli, mizahi ve sivri dilinden kaynaklanıyor. Herhangi bir şekilde çok da dikkat çekici bulmadığım için, internet üzerinden zaman zaman denk geldiğim makalelerinde sıklıkla alaya aldığı Amerikan Pop Kültürü öğelerine yönelik eleştirilerinin de günlük, herkesin zaten akıl edebileceği, çarpıcılığı çok fazla bulunmayan tespit-

lerine dayandırıyor olması benim için son derece itici bir faktör iken, tespitlerin üstünü kapadığı şakaların seçimlerini ise bir o kadar zekice ve ilgi uyandırıcı bulmuştum. Şakalarını ve güldürme yeteneğini kullanırken temel aldığı pop kültür eleştirisini ise popüler kültürün boca edildiği yayınların içerisinde, ilginç olmaya çalışırken sadece popüler dilin olumlamasına yarayan şekilde kaleme alması ise kocaman bir “soru işareti.” Yazarın popüler kültüre karşı çok da inandırıcı olmayan bu duruşu, insanın aklına “reklamın iyisi kötüsü olmaz” klişesiyle birlikte Oscar Wilde’ın “hakkınızda konuşulmasından daha kötü olan tek şey hakkınızda hiç konuşulmamasıdır” sözünü çağrıştırıyor. “Görünür Adam”ı okumaya başlamadan önce, daha önce öylesine denk geldiğim yirmi kadar yazısıyla bir yazara karşı önyargı oluşturmamak için ekitap olarak edindiğim ve okuduğum “Eating The Dinasour”, “Sex, Drugs and Cocoa Puffs” ve “Chuck Klosterman on Rock” derleme kitaplarından sonra ne yazık ki yazara karşı edindiğim yargı daha da perçinlenmiş oldu. Neden mi? Eleştirel haklılığının ispatında sıklıkla manipülasyona sığınması, havada kalan cümleleri (sözgelimi bir şeyin taklit veya yapay olduğu eleştirisini getirirken bu kanıya nereden vardığını nedenleriyle sıralamak sorumlu ve inandırıcı bir yazarın temel görevidir.) nedeniyle, çok doğru olsa da herkesin zaten ya daha önceden akıl edebildiği ya da okuyunca onaylayacağı heyecan uyandırmayan tespitlerini itici kılmamak adına mizahı sadece bir örtü olarak kullanması, betimlemelerinde sıklıkla (kendisi de eleştirdiği halde) günümüzün Twitter yazarları ya da Facebook klavye kahramanları gibi “falanca falanca bilmem ne gibidir filanca olursa hebele höbölö olur” seviyesinde kaldığı için, popüler kültürde eleştirilebilecek onlarca şey varken, yazar sanki onay peşinde koşuyormuşçasına okurlar tarafından en fazla “haklılık” payesi iade edilecek konulara değindiği için…

Y NE DE

Chuck Klosterman

Popüler kültüre yönelik eleştirilerindeyse genellikle Amerikan kültürü odak alındığından, Amerikan kültürü ile

uzaktan yakında alakası olmayan insanlara herhangi bir şekilde (Facebook vb. eleştirilerinde olduğu gibi artık evrensel bir gerçek kabul edilebilecek öğelerin dışında elbette) hitap edemeyecektir. Özgünlük anlamında İngiliz mizahının yanına hiçbir şekilde yaklaşamadığı gibi, modern dünyanın derinlemesine eleştirisinde de çok daha iyi isimler bulmak mümkün. Araya bir de lokalizasyon sorunu girince açıkçası Türk okuru için Klosterman adının ne önemi olabileceğinden pek de emin değilim. Zira maksat eğlenceli, yormayan, güldüren popüler kültür eleştirisi okumaksa, hem bizimle de daha fazla bağdaşacak şekilde yerli köşe yazarlarımızı, blogger’larımızı, hatta Zaytung gibi mizaha yönelik internet sitelerini takip etmek çok daha doyurucu. Bütün bunlara rağmen, yazarın müzik üzerine yazılarını daha yere basan, araştırılmış, düşünülmüş, özenli ve nispeten de daha eğlendirici ve mizahi buldum. Rock ve Metal müzik üzerine yazıları oldukça eğlenceli ve bu müzik türleriyle ilgileniyorsanız oldukça doyurucu.

NEFRET VE SEVG Yazarın kurgu dışı, makalelerinden oluşan kitaplarından sonra “Görünür Adam”a başlarken, kurgusal bir romanda neler yapabileceğini merak ediyor, belki de ortaya ilginç bir uygulamanın çıkabileceği umudunu taşıyordum. Başlangıçta haksız da çıkmadım. “Görünmezlik” gibi bir bilim kurgu öğesi, teknolojiyi çalarak kendi üstünde kullanan ve tam anlamıyla bir “pislik” olan (anti-kahraman figürlere olan ilgim nedeniyle oldukça ilgi çekici gelmişti ve tamamen katıldığım, incelediğim okuyucu yorumlarına göre kitabı bitirebilmelerini sağlayan tek şey karakterle aralarındaki sevgi ve nefret ilişkisi) adı redakte edilerek “Y_” haline indirgenen, sırf zevk olsun diye insanların günlük yaşamlarını gözetleyen ve her yardım girişiminde başarısız olan bir karakteri, bu karakterin psikoloğu ve psikoloğunun yayıncıyla olan, bitmemiş bir kitap üstüne etkileşimi. Form olarak da modern kurgu bir romandan beklenebileceği üzere, öyküyü anlatıcı koltuğundaki psikolog ve e-posta yazışmaları, telefon kayıtları ve seans kayıtlarından oluşan bir roman yapısı. Kazanabilecek bir formül ortaya çıkmış görünüyor. Sayfa üstüne sayfa çeviriyorsunuz ve kitap bir çırpıda bitiyor ama (!) arkasında hiçbir iz bırakmadan ve hiçbir önem teşkil etmeden. Nedenlerini sıralarsak: Öncelikle bu kitabın neden roman olarak kurgulandığını aklım almıyor. Sanırım yazar makale derlemeleri yayınlamaktan bıktı ve böyle bir denemeye ihtiyaç duydu. Aklına gelen ilk ilginç kurgu fikrine de sımsıkı sa-

rıldı. Ancak genellikle makale yazmaya alışkın kişilerin düştüğü tuzağa o da düşmüş görünüyor. Kurgu oluşturma ve yazmak, makale yazmaya benzemez. Aklınıza her geleni, herhangi bir sıra ve oturtulmuş bir kurgu, yaratılmış, düşünülmüş karakterler olmaksızın her şeyi de hiçe sayarak yazamazsınız. Kurgunuzla durmadan çelişemezsiniz. Sırf birkaç ilginç tespiti inatla paylaşacağım diyerek düşüncelerinizin tamamını kurgunuzda kusmaya kalkamazsınız. İşte yazar tam da bunları yapıyor. Romanın ana anlatıcısı olan terapist Victoria, roman boyunca bir karakter değil, Klosterman’ın anlatmayı istediği konulara göre zorunlu hareket eden bir kuklayı andırıyor. Hatta “In Treatment” dizisi için “yapay” terimini kullanırken, kendi oluşturduğu psikoterapi seanslarında da hiçbir şeyin ötesine geçebildiği yok. Terapi seansları şeklinde kurgu oluşturmak ise açıkçası, sırf “Y_” üzerinden Klosterman’ın pek alışık olduğumuz tespit ve makalelerini kusma aracından öteye gitmiyor. Hatta okurken öyle bir noktaya geliyorsunuz ki ana kurgunun ve hikayenin nereye gideceği, psikoterapist Victoria’nın ne düşündüğü veya ne yapacağı zerre umrunuzda olmuyor, “Y_”nin başka gözlem ve sözlerini okumak için sayfaları çevirip duruyorsunuz. Sizi hayrete düşürecek, “vay canına nasıl akıl edemedim ki?” şeklinde bir tespitle hiç karşılaşmayacağınız gibi, aynı konuda farklı cümlelerde birden fazla eleştiriyi görünce de mideniz artık ağzınıza geliyor. Yerimiz bitiyor o yüzden yazıyı bağlamalıyım… Sonuç olarak eğer Amerikan popüler kültürü hakkında yüzeysel de olsa bilginiz varsa, boş vaktinizde bu sıcakta sizi hiç yormayacak bir kitap arayışındaysanız, tespitleri ne kadar basit olursa olsun popüler kültüre ve yaşama yönelik hemen onaylayacağınız birkaç şakaya gülmek istiyorsanız ve fazla bir beklentiniz yoksa bu kitap size göre diyebilirim. Aksi durumda, bu hafta okuyacağınız kitabı başka adreste aramanızda fayda var. (Görünür Adam, Chuck Klosterman, İthaki Yayınlar, Çev: Sevinç Kayır, 252 s.)


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

17 A USTOS 2012 CUMA

11

Evlilik Hayat

Ta ve Ten

Ac Türkücü

B çk n ve Orta Halli

David Vogel, Yap Kredi Yay nlar , Çev: ahika Tokel, 456 s.

nci Aral, K rm z Kedi Yay nevi, 258 s.

Hüseyin Haydar, Kaynak Yay nlar , 88 s.

brahim Y ld r m, Do an Kitap, 596 s.

İbranice edebiyatın klasiklerinden kabul edilen “Evlilik Hayatı” geçen yüzyıl başı Viyanası’nda Yahudi bir yazar ile onu aşağılamaktan, sömürmekten, hiçe saymaktan zevk alan aristokrat karısı arasındaki sadomazohist ilişki ekseninde kötülüğün doğasını sorguluyor. Yazar kimliğini oturtmakla meşgul roman kahramanı Gurdweill, onu durmadan başka erkeklerle aldatan karısı Thea’dan ayrılmayı göze alamayarak hem onu gerçekten seven arkadaşı Lotte’nin hem de kendisinin felaketini hazırlıyor. Gurdweill’ın mutsuzluğu, yalnızlığı, çektiği vicdan azabı iki Dünya Savaşı arasında Viyana şehrinin kasvetli mekânları ve mekanikleşen insanlarıyla birleşince, neden sonuç ilişkilerinin koptuğu Kafkaesk bir dünyaya sürüklüyor okuru: Sanki bir kehanet!

Gençlik yıllarında sevdiği erkeği çok acı bir biçimde kaybeden Ulya’nın hayatında büyük bir yara açılmış, derin bir boşluk doğmuştur. Genç kadın, daha sonra ruhsal yalnızlığını sanatla doldurmuş; yıllarını, dostluğunu yeğlediği, değerli bulduğu bir erkekle durgunluk ve huzur içinde geçirmiştir. Bir heykel sergisi açmak üzere Hamburg’a giden Ulya, Sina’yı gördüğünde kendini taze bir duygunun, güçlü bir dönüşümün eşiğinde hissedecek, aşktan ne kadar uzak kalmış olduğunu fark ederek sarsılacaktır. “Taş ve Ten,” yarım kalmış bir aşkın yıllar sonra benzer konumda bir erkekle yeniden yaşanma hayalinin dört günlük etkileyici hikâyesi. Sina ile Ulya’nın kalplerini birbirlerine açarken kaybetmeye ve imkânsız aşklara yaktıkları bir ağıt...

“Acı Türkücü”nün garip bir yazgısı vardır. 12 Mart darbesi boyunca, şairin başından kalkmayan dumanlı karanlık, 12 Eylül faşizminin azgın günlerinde de dağılmaz; hatta daha da koyulaşarak yayılır. “Acı Türkücü,” 1981 Aralık ayında eksikleriyle yayınlanır. Kitap büyük bir beğeniyle karşılanır ve kısa sürede tükenirse de eksik çıkan ilk kitabın sevinci de hep yarım kalır. Şiire iddialı bir giriş yapan Hüseyin Haydar, A. Kadir’in deyişiyle, “Duyarlı ve yumuşak. Acılı, ama kötümser değildir.” Otuz yılı aşkın bir aradan sonra okuyucuya sunulan yeni baskı, bu eksikleri az da olsa gidermiştir. Türkiye’nin karanlık bir dönemine ayna tutan “Acı Türkücü”nün, onca hoyratlık, kuruluk içinde yüreğinizin tellerine yumuşacık, sıcacık dokunduğuna şaşacak, bunca yıl nasıl taze kaldığına tanık olacaksınız.

Askeri darbe sonrasında cinnete tutulmuş ülke.. Tüyler ürpertici bir cinayet... Cinayetin izini süren Ömer ile katil olduğu söylenen Edip arasında girdaba dönüşen ilişki... Anlatının yeni olanaklarını kullanan bir tür cinnet ve cinayet tutanağı... “23 yıl sonra gerçek bir 12 Eylül romanı. İbrahim Yıldırım’ın bir başka başarısı da, cinnetin/ cinayetin olağan sayıldığı bir ülke atmosferini, karabasanını aynı gerilimle götürebilmesidir. (...) Yavaş yavaş, sindire sindire okuyun, değer bu çabanıza.” -Doğan Hızlan“Yıldırım, hem bir şiddet dönemini yargılıyor, hem de bizlerin o şiddeti yaşayanlara duygudaşlık etmemizi sağlayarak ‘aklın canavarlar üreten uykusu’na karşı bir tür terapi oluşturuyor. Barındırdığı cinayet hikâyesiyle, özellikle kurgusu baş döndürücü.” -A. Ömer Türkeş-

Mekândan Ta an Edebiyat

Osmanl Mimarl Tarihi

Mozart’ Kim Öldürdü? Haydn’ n Kafas n Kim Kesti?

Ba kald ran Kur unkalem

Turgay Anar, Kap Yay nlar , 670 s.

Godfrey Goodwin, Kabalc Yay nevi, Çev: Müfit Günay, 730 s.

Ernst Wilhelm Heine, Can Yay nlar , Çev: Melike Öztürk, 88 s.

“Mekândan Taşan Edebiyat”ta 19. yüzyılın ikinci yarısından “günümüze kadar olan zaman aralığında İstanbul’daki edebiyat, mahfilleri ortaya, çıkarılmış ve buradaki edebî faaliyetler çeşitli açılardan incelenmiştir. İstanbul’un sanat ve edebiyatın merkezindeki yerini belgeleriyle ve ilmî bir titizlikle ortaya çıkaran bu eser, “edebî hafızanın mayalandığı” yerleri göstermesi bakımından da zevkli okumalar sunmaktadır. Mahfillerdeki hemen her türlü konuşma, sohbet, eleştiri, tenkit, sanat ve edebiyat için hayati öneme sahiptir. Bu tür faaliyetlerle çok sık karşılaşmamızın-mümkün olduğu, sanat ve edebiyat tartışma, tenkit veya tekliflerin yapılabildiği, bu tür etkinlikler sayesinde toplantı yeri ve odağının sürekli canlı kalabildiği bir yer ve aynı zamanda yaşayan edebiyatın, kültürün, sanatın “atardamarı”dır.

Godfrey Goodwin, bu kitapta İslam sanatının ve mimarlığının bilimsel temellerini, Anadolu’yu karış karış tarayarak kaydettiği yüksek kaliteli fotoğraflarla âdeta belgeliyor. Kubbe detayları, kubbenin üzerine oturtulduğu fil ayakları, sıcak suyun bir hamamda mermerlerin altından ustaca dolaştırılması, güneş sıcaklığının ve aydınlığının optimal seviyede kullanılması mimarinin bugün de temel sorunları değil mi! Yazarın Osmanlı tarihine aşina olduğu zaten bilinir... Mimarinin temel endişeleri, hatta bazen can sıkıcı bir şekilde kendini tekrar eden formlarının dışında, insanı büyük bir zevk ve merakla içine alan mimari süsleme sanatları ve temel mimarlık üretiminin bir parçası ve devamı olan ahşap işçiliği, kalem işleri, varak yaldız, doğal ve yapay aydınlatma, akustik gibi ince mimari işlerde de eğitici bilgiler veriyor.

“Bu vakalar, bir polisiye yazarı tarafından uydurulmadı. Söz konusu olan, müzik tarihinde gerçekten yaşanmış hikâyelerdir. Soruşturma yargıcı da, müfettiş de sizsiniz, sevgili okur. Bize düşense sizlere olguları sunmak. Gelin, bu esrarengiz vakaları ve cinayetleri elbirliğiyle çözmeye çalışalım.” Alman yazar Ernst Wilhelm Heine, “müzikseverler için cinayet hikâyeleri” sunuyor okura, tarihe mal olmuş müzik dehalarıyla ilgili. Hayal gücünün ürünü değil bunlar, gerçek olaylar... Heine, polisiye yazarlığında bir devrim yapıyor: sürükleyici hikâyeler uydurmak yerine, inanılmaz gerçekleri açığa vuruyor. Mozart, Haydn, Paganini, Çaykovski, Hector Berlioz ve modern dansın ilahesi Isadora Duncan gibi ünlülerle ilgili sırların üzerindeki perdeyi aralıyor.

Ferhan ensoy, Ortaoyuncular Yay nlar , 540 s.

bir ırmak kıyısında doğdum ben bu yüzden bir ırmak romandır bu özgeçmişsel hem el yazması elle tutulan elde var ikinci cilt sapını gülle donattığım kalem başkaldırıyor kurşun olarak dağlardan geliyor ırmak


12

Aydınlık KİTAP

17 A USTOS 2012 CUMA

“SBF 68’in unutulmaz dekanı”ndan anılar-dersler CÜNEYT AKALIN Ekim 2009’da aramızdan ayrılan seçkin hukukçu, Prof. İlhan Unat anısına hazırlanan “İlhan Unat’a Armağan” kitabı piyasaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği “İlhan Unat’a Armağan” ile bir döneme damga vuran hocasını anarak hem manevi borcu yerine getirdi hem de “Armağanlar Dizisi”ne (10. Kitap) bir halka daha ekleyerek, geleneğini sürdürdü. Armağan hem İlhan Unat Hoca’nın anısına meslekdaşlarınca kaleme alınmış bilimsel makalelerden hem de hoca ile ilgili anılardan oluşuyor.

68’L YILLAR, SBF VE SBF’N N DEKANI Sınıf arkadaşımız Prof. İlber Ortaylı’nın “Türkiye o güne kadar görmediği, denemediği bir siyasi gerilim ortamından geçiyordu” diye tanımladığı yılları, ben de ilerici-devrimci gençliğin Ankara’daki önde gelen üssü konumundaki SBF’de yaşadım. Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir gibi Dev-Genç önderleri fakültenin öğrencileriydi, sınıf arkadaşlarımızdı. Deniz Gezmiş yolu Ankara’ya düştüğünde Cebeci’deki yurda uğramadan etmezdi. Fakülte solcu öğrencilerin merkezi olarak biliniyordu. 68 olayları SBF’de dolu dolu yaşandı. Boykot - işgal vb. eylemlerle savlarını kitlelere taşımaya çalışan gençlerle, onlara diş bileyen gericiler arasındaki mücadelede Prof. İlhan Unat hem gençlere hem de bir kurum olarak üniversiteye sahip çıkmak gibi ikili görevi yerine getirdi.

“DEMOKRAT DEKAN” “Armağan”ın başlarında Unat’ın öğrencilerinden gazeteci Oral Çalışlar’ın Radikal’de 24 Haziran 2009 tarihinde yayımlanan yazısı yer alıyor: Çalışlar Prof. Unat’ın “demokrat kişiliği”ni öve öve bitiremiyor. Yaygın bir yanlış anlamayı ifade ettiği için bu hususu biraz açmak ihtiyacı hissediyorum. Çalışlar’ın anlatısı İlhan Unat gerçeğini kısmen anlatıyor. Prof. Unat 68 olayları sırasında bir dekan olarak öğrencilerle teması hep korudu, gerektiği yerde, zamanda onlara kanat gerdi. Sorunları sonuna kadar öğrenci temsilcisi Hüseyin Cevahir’le (1971’de İstanbul Maltepe’de çatışmada öldürüldü) diyalog içinde çözmeye çalıştı. Buraya kadar doğru.

MADALYONUN B R DE ÖTEK YÜZÜ VAR “İlhan Unat’a Armağan” kitabının yayın kurulu İlhan Hoca’nın 4 Aralık 1968 günü (Mülkiye’nin kuruluş günü) fakülte dekanı sıfatıyla törende yapmış olduğu konuşmayı yayımlayarak tabloyu tamamlamış. O tarihi konuşmanın bizi bu yazıda ilgilendiren bölümleri şöyle: “Dünyanın çeşitli memleketleri arasında Türkiyemiz de geniş çapta öğrenci hareketlerine sahne olmuştur. […] Sorumlu eğitimciler olarak metodlarını ve uygulama şekillerini tasvib etmesek de gençliğin uyarısının üniversitelerimizi silkelediği ve […] üniversite reformunu tezelden gerçekleme safhasına getirmiş olduğu bir gerçektir. Bu gelişmeyi sevinçle karşılıyorum. Bu yolda Ankara Üniversitesi senatosunun kararı gereğince fakültemizde de kurulmuş olan profesör, doçent, asistan ve öğrencilerin eşit sayıda temsil edildiği Fakülte Karma Ku-

rulu’nun faydalı hizmetler göreceğine güvenim tamdır[...] Şükranla kaydetmek isterim ki fakültemizde Kasım ayı başında yapılan boykot hareketinin bu açıdan zararlı bir etkisi olmamış, fakülte idaresi, hoca ve öğrenci ilişkileri boykot sırasında da saygı, sevgi ve güven havasından uzaklaşmamıştır.” Prof. İlhan Unat büyük çalkantıyı yerli yerine oturtuyor. Ama orada bırakmıyor, devam ediyor. “Atatürk’ün Mülkiyelide görmek istediği niteliklerin kazanılması, onun verdiği ödevlerin layıkıyla yerine getirilmesi her şeyden önce fakülte sıralarında geçirdiğimiz şu sayılı yılları iyi kullanmamıza, bilgi dağarcığımızı zenginleştirip çalışma metodlarını kavramamıza bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk Devrimi’nin bekçisi aydın gençler olarak elbette memleket davaları üzerinde kanun sınırları içinde eyleminizi yürüteceksiniz ancak […] üniversite öğrencisi hüviyetini kaybetmemenin milletimize, ailenize ve nefsinize karşı temel ödeviniz olduğunu da asla unutmayacaksınız.” İşte böyle. Oral Çalışlar, Cengiz Çandar gibiler su bardağının dolu yarısını görmemekte ısrar etseler de, gerçekler getirip kendini dayatıyor.

LHAN UNAT DERS İlhan Unat “SBF 68’in unutulmaz dekanı”dır. Onu unutulmaz yapan “demokrat kimliği” ile “Cumhuriyetçi kimliği”ni içiçe geçirmesidir. Demokrat kimlik” Cumhuriyet’in büyük serüveninden kopartılamaz. Fakülte dekanı iki kanadı ile uçabildiği ölçüde yüce görevini yerine getirir: • Öğretim faaliyetinde öğrencileri benimsemek, onlara kanat germek, • Cumhuriyet’in bekçiliğini yapmak Cumhuriyet eğitimine değerli katkılar yapmış seçkin bir aileden gelen, yaşamı boyunca bu geleneği sürdüren Dışişleri Bakanlığı eski hukuk danışmanı, Prof. İlhan Unat’ı sevgiyle, saygıyla, özlemle anıyoruz. Anısını yaşatacağız.

“ARMA AN”IN Ç NDEK LER Yayın kurulunun “Makalelerin mümkün olduğunca uluslararası hukuku ilgilendiren konularda kaleme alınması arzu edilmiştir” açıklaması ile yaptığı seçkinin çerçevesi açıklanmış. Armağan’da Prof. Unat’ın dostlarının, yakınlarının anılarının yanı sıra Nermin Abadan-Unat’ın “Yurttaşlık Kavramının Evrimi-Küreselleşme Sürecinde Ulusötesi Yurttaşlık”, Cüneyt Akalın’ın “Soğuk Savaşta ABD’li liderlerin Türkiye’nin Stratejik Planlarına Müdahaleleri”, Roma Aybay’ın “AHİM’in Yapısı İçinde Oluşturulan ‘Karar’ların Sınıflandırılması”, Tuncer Bulutay’ın “İktisat, İnsan Sermayesi, Eğitimin Önemi, Ruşen Keleş’in “Yerel Yönetimler ve İnsan Hakları”, Fazıl Sağlam’ın “Anayasa Şikayeti Üzerine Düşünceler”, Esra Dardağan Kibar’ın “Türk Vatandaşlık Hukuku’nda ‘Seçme Hakkı’ vb. makalelerinin öne çıktığı on yedi makale yer alıyor. Meraklısına not: AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi ile Mülkiyeliler Birliği’nin işbirliği ile Temmuz 2012’de sınırlı sayıda basılan eserden edinmek isteyenler Mülkiyeliler Birliği Vakfı Konur Sokak ,Ankara (tel: 312-417 80 98) adresine başvurabilirler. (Prof. Dr. İlhan Unat’a Armağan, Kolektif, Mülkiyeliler Birliği Yayını, 2012/1, Ankara 2012)

ÇOCUKLAR İÇİN

Şaşkın Şövalye Sir Gadabout Sir Gadabout, Camelot’un bilinen en kötü ve a k n övalyesi. Adeta yürüyen, z rhl bir felaket...

İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Ortaçağ’da şövalyeler cesaretin ve kahramanlığın sembolüyken, İngiltere’nin puslu ve uzak bir köşesinde, efsane Kral Arthur’un hüküm sürdüğü, “Altın Şehir” olarak da bilinen Camelot’ta, dünyanın en şaşkın ve yeteneksiz şövalyesi yaşıyormuş. Bu şövalyenin adı Sir Gadabout’muş. Sir Gadabout Martin Beardsley’in yarattığı bir karakter, aynı zamanda kitabının da orijinal adı. Türkçe’ye “Şaşkın Şövalye” olarak çevrilmiş. Diğer bütün şövalyeler savaş meydanında yeteneklerini ispatlarken, Sir Gadabout yeteneksizliğini ispatlamış bir şövalye. Yine de Kral Arthur tarafından şövalyelerin toplandığı Yuvarlak Masa’ya oturmasına izin verilmiş. Peki, yeteneksiz bir savaşçının şövalye olmasına ve şövalye olarak kalmasına neden izin verilir? Gadabout yeteneksizliğine rağmen sadakati, cömertliği, ülkesine ve kralına olan sevgisiyle, kutsal saydığı değerleri ölümü pahasına koruyabilecek bir savaşçı. Sakar olmasa deli cesaretiyle belki meydanların en başarılı savaşçısı olacak, ama zırhı kullanılmamaktan paslanmış, mızrağı bükülmüş, kılıcı beş yerinden kırılmış, atı da yaşlı ve çarpık bacaklı olduğu için bugüne dek hiçbir turnuvadan galip ayrıldığı görülmemiş. Ancak canından çok sevdiği, sonsuz sadakatle bağlı olduğu kraliçe kaçırılınca Sir Gadabout kaplan kesilecek. Yine Kral Arthur bu zorlu yolculukta başına bir iş gelmesin diye onu Sidney Smith adında bir kediye emanet etmeyi uygun bulacak. Çünkü ona göre Sir Gadabout, Camelot’un bilinen en kötü ve şaşkın

şövalyesi. Adeta yürüyen, zırhlı bir felaket... Gadabout bazı yönleriyle Don Kişot’a benziyor. Ayrıca kraliçeyi kurtarmak için çıktığı yolculukta muhafızlar ve büyücülerle çocuk okurların ilgisini çekecek enteresan ve yaratıcı oyunlar oynaması gerekiyor. Ömrünü bir köprüyü korumaya adamış fakat bunu neden yaptığını bilmeyen bir muhafızı köprüden geçmeye ikna etmek ya da kötü bir büyücünün “terslik” büyüsüne maruz kalıp, cümleleri zıt anlamlarıyla anlayan bir kraldan, kraliçenin kaçırılmasıyla ilgili bilgi almaya çalışmak gibi. Bu eğlenceli kitabın ilgi görmesinin ardından Martyn Beardsley, iki kitap daha yazarak Sir Gadabout’un maceralarını seri haline getirmiş. Bu serinin ikinci kitabı olan “Şaşkın Şövalye Kötüye Gidiyor”da, eşsiz kılıç Excalibur çalınınca Sir Gadabout, yardımcısı Herbert ve atı Pegasus’u yanına alarak kötü kalpli Sir Kokuşmuş Radyard’ı aramaya koyuluyor. Muhteşem kılıcı ait olduğu yere geri getirebilmek için her şeyi göze almaları gerekiyor. Serinin son kitabı “Şaşkın Şövalye ve Hayalet”te ise, Sir Kıllı Henry’nin hayaletini gören Şaşkın Şövalye korkudan kaçacak delik arar. Ama çok geçmeden sardalye hırsızlığı ile anılan Sir Kıllı Henry'nin adını temize çıkarmak için başka bir korkunç misafirin peşine düşecektir... Eğlenceli okumalar diliyoruz. (Şaşkın Şövalye, Martyn Beardsley, Final Yayınları, Çev: Handan Sağlanmak, 88 s.)


Aydınlık KİTAP

SAHAF

17 A USTOS 2012 CUMA

13

“MAKEDONYA TARİHÇE-İ DEVRİ İNKILÂP”

Devrimci yatağı Makedonya ERCAN DOLAPÇI Osmanlı İmparatorluğu son elli yılında yoğun bir şekilde çete savaşlarıyla uğraştı. Batıda Balkanlar, doğuda da Yemen! Osmanlı’yı içten çürüttü. Atatürk’ün deyimiyle sadece Yemen'de 1,5 milyon Mehmetçik hayatını kaybetti. Balkanların rakamı hakkında pek bilgi verilmez ancak orada da Anadolu’nun yiğit evlatları dağda bayırda hayatını ortaya koyarak verilen görevi en iyi şekilde yaptı. Çoğu da gençliğini orada bıraktı. Bunların çoğu da Ege illerinden gitme yiğitlerdi. Özellikle Efe kültürü olduğu için Ege illerinin çocukları savaşçıydı. Çete savaşını da bildikleri için onlar gönderilirdi. Onlar için bugün bir anıt bile dikemedik. O dönem Balkanlar’da görev yapmayan subay neredeyse yok gibiydi. Yapanlar da hayatın gerçeğini görüyor ve sonra İnkılâpçı oluyordu. Olayların merkezi de Makedonya’ydı. Çünkü Balkanların en stratejik yeri olan Makedonya’da herkesin gözü vardı. Yunanlılar ve Bulgarlar kıyasıya

çekişmeye girmişti. Halklar mozayiği olan Makedonya’da patlayan bombalar, kardeşliği biraz daha öldürüyor; İmparatorluğu da sona yaklaştırıyordu.

SELÂN KL YÜZBA I'NIN YA ADIKLARI Elimizdeki “Makedonya Tarihçe-i Devri İnkılâp” isimli kitap 1908 yılında basılmış. Şemseddin Bey yazmış. Şemseddin Bey, Piyade Yüzbaşı olarak bölgede görev yapmış. Selânikli... Eser İstanbul’da Artin Asaduryan Matbaası’nda basılmış. Haliyle Osmanlıca... Bugünün diline çevrilse araştırmacılar için önemli bir kaynak olur. Kitabın içeriğinde şunlar var: Balkan isyanının nedeni, Yunanistan’ın teşkili, İlk Kanunu Esasi ilanı, Rus muharebesinin neticesi, Bulgar komitesinin sureti teşkili, usulü idarenin cereyanı, sebebi isyan, Bulgar komitesi askerlerinin mevad-ı mü-

himmesi, birinci ihtilal devresi, Selanik vukuatı, ikinci ihtilal devri, Rus ve Avusturya’nın notası, ıslahat, jandarmanın sureti teşkili, devleti âliye, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan hükümetinin teşkilatı, Rumların müdafaası, Bulgarların müdafaası, Sırplar ve Türkler hakkında bir iki söz, Makedonya tarihi kısmı siyasi, 24 Temmuz 1908’deki hareket, Osmanlı ittihadının sureti teşkili.

DEVR M N HEYECANLI GÜNLER 135 sayfalık kitapta bölgedeki nüfus yapısı, oranları ve askeri rakamlar hakkında da bilgi veriliyor. Kitabın önemli bir bölümü de İkinci Meşruti İnkılâbı hakkında verdiği bilgiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu, devrim girişimi, Niyazi ve Enver Beylerin dağa çıkması, Padişah’a verilen tarihi mektubun sureti yeralıyor. (Not: Kitabın internetteki sahaf bilgisinde yayım tarihi 1906 olarak belirtilmiş. Doğrusu 1908 olacak)


14

Aydınlık KİTAP

17 A USTOS 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

O gün kendini kazıkta değil de hayatta bulmanın sevinci içinde, herkesin önünde oynamaya başlamasından beri sakinleşememişti... Aklına Abid Ağa gelince de (neşesini kaçıran biricik gölge buydu) hazin bir düşünceye dalıyordu. Ama biraz sonra kendinde yeni bir güç hissediyor, parmaklarını şaklatıyor, bel kırıyor, oynuyor, her an yeni yeni hareketlerle kazığa geçirilmediğini kanıtlamak istiyordu. Dansının temposuna uyarak nefes nefese söyleniyordu. “Bakın!... Bakın... Böyle de yapabilirim... Şöyle de yapabilirim.”

a) Alexandra Cavelius, Leyla b) Zlata Filipovic, Zlata’nın Günlüğü c) Reyes Monforte, Saklı Gül d) Ivo Andriç, Drina Köprüsü e) Joe Sacco, Güvenli Bölge Gorazde

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(b)

2

Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi.

a) Jerzy Kosinski,Bir Yerde b) Jerzy Kosinski, Adımlar c) Jerzy Kosinski, Boşluk d) Jerzy Kosinski, Çelik Bilye e) Jerzy Kosinski, Boyalı Kuş

2-(c)

3-(d)

3

Bir diğer rivayete göre, ormandaki ağaçlar arasında bir kızın hayaleti dolaşıyormuş. Bu kız bir Hailsham öğrencisiymiş ve bir gün dışarıda ne olduğunu görmek için çitin üstünden atlamış. Bu bizim zamanımızdan çok önce olmuş, gözetmenler o zamanlarda çok daha katı, hatta zalimmişler, kız geri dönmek istediğinde izin vermemişler. Sonunda ormana gitmiş, başına orda bişey gelmiş ve kız ölmüş. Ama hayaleti hep ormanda dolaşıyor, Hailsham’a bakıp içeri girmesine izin verilmesini bekliyormuş.

a) Mario Giordano, Deney b) Kazuo Ishiguro, Beni Asla Bırakma c) Thomas Hardy, Orman Kızı d) Michael Ondaatje, Anil’in Hayaleti e) Lorenzo Carcaterra, Suskunlar Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

BULMACA SOLDAN SA A 1. “Halide ... ...” Resimdeki yazar - K r ko usu 2. Antalya’n n bir ilçesi - Bol ve güçlü olarak ç kan veya f k ran - “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) Kay nbirader 3. S k gözlü bir bal k a türü - Kayak - Ya küçük oldu u halde sözleri ve davran lar büyükmü gibi olan çocuk 4. Yasalara, kurallara uyma, boyun e me - Ses tellerinden ses ç kmamas - Kuzu sesi 5. Eski bir ran veya Afgan hükümdar unvan - Benzer Disprosyum’un simgesi - Ba lang çta yer alan 6. Geni lik - And Da lar ’ndaki yüksek otlaklara verilen ad li kin 7. Yank , aksi seda - Bir resmi suland r lm renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi 8. S n r ni an - Büyük erkek karde - Bir kan grubu

9. lemelerde kullan lan, gümü görünümünde parlak s rma ya da metal tel iplik - Voltamper (k sa) - Güvercinle yollanan mektup 10. Üçgenlerle ilgili baz teoremleriyle tan nan Yunanl gökbilimci, filozof ve matematikçi - Tamam olmayan, noksan 11. Bir haber ajans - Osmiyum’un simgesi - Üst üste halkalar olu turacak biçimde istiflenmi halat - Sümerler'de su tanr s 12. Ayakkab kal b n n çap - Kum, çak l, çimento ve su gibi maddelerin kar m yla elde edilen yap malzemesi Jamaika’n n plakas 13. Saç olmayan - K laptan ipekle i lenmi , kal n ve iri desenli bir tür kuma - Arnavutluk’un plakas - Ticaret e yas 14. Tümör - Bir yüzölçümü birimi - Bir tap nak ya da kutsal alan n yaln z din adamlar n n girmesine izin verilen bölümü 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Yunanca’da bir harf

YUKARIDAN A A IYA 1. nsan ya da hayvan vücudunu derisiz, yaln zca kas yap s görülür biçimde betimleyen sanat yap t - Bir zanaat kendi ba na yapabilecek kadar ö renmi olan - çki mahzeni 2. Rusça’da “evet” - Yard m paras - Bir i in istekliler aras ndan en elveri li teklifi yapan kimseye verilmesi 3. Yemek yeme iste i - Arap edebiyat nda bir iir türü - “Peki” anlam nda bir sözcük 4. Rey - Gözenek, küçük delik - Bir tür yumu ak peynir Rutenyum’un simgesi 5. Betonun hammaddelerinden olan kum ve çak l - Zerdü t dininin kutsal kitab 6. Tavlada “iki” say s - Diki te kullan lan pamuk ipli i - Favori Eski Türklerde “totem”e verilen ad 7. Kar ile kocadan her biri - Baryum’un simgesi - “... Güler” (foto rafç ) 8. Ayakta duran, var olan - Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak 9. Ha in, kaba - Bir bulunma hali eki - Bir haber ajans 10. Radyum’un simgesi - Ate - M s r’ n ünlü kentlerinden biri Osmanl devletinde taht yeri, saltanat makam anlam nda kullan lan bir sözcük 11. Bir ba rsak asala , erit - Devlet statistik Enstitüsü (k sa) Dikkati çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü olgu, hadise 12. lgi eki - Ak m, s , ses, vb.’ni geçiren, ileten madde - Bir cetvel türü 13. Akci er - Verme, ödeme - Kaba baston - Molibden’in simgesi 14. Bir say - Mililitre (k sa) - Olan, olmu - Avrupa resim sanat nda günlük ya am , ev ya am n , festivalleri ya da içki sahnelerin betimleyen yap tlara verilen ad 15. Resimdeki yazar n bir eseri Bulmacan n do ru yan tlar n 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za BRAH M M EK’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.