.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
32 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 959
7 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 28
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Yaşadım...
Müyesser Yıldız’dan tarihçi titizliğiyle hazırlanmış bir kitap
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Geronimo Ekia: Bir Deccalin Şehit Edilmesi
Chavez No Nos Dejes! *
Hakikatin Yetmediği: Özaldatılma
hsan Oktay Anar’ n yeni kitab “Yedinci Gün” üzerine
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Stéphane Mallarmé
s. 4
Kendinde biten yolculuk
s. 5
Geronimo Ekia: Bir deccalin şehit edilmesi
s. 6
Komünist Parti ve Çin Pratiği
s. 7
Chavez No Nos Dejes! *
s. 8
Hakikatin Yetmediği: Özaldatılma
s. 9
Düşbaz’ın Yedinci Günü
s. 10
Zaman Makinası ve Usta Makinist: Fikret Otyam s. 11 Kapak: Müyesser Yıldız’la son kitabı üzerine “İnsanlar tahammül ettiği için zulüm vardır”
s. 12
Emperyalizme karşı mücadelenin güncelliği ve Doğu sorunu
s. 15
Fırtınayla Borayla Denenmiş Şair: Nihat Behram
s. 16
Çağdan çağa, ozandan ozana özü hep aynı kalan imge
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk: İstanbul’da Soluksuz Bir Macera
s. 20
Sahaf: Reşat Enis’in “Despot”u
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
Aydınlık Kitap geçen sayıda “Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri”ni tartışmaya açtı. Kapak dosyasında işlediğimiz bu konu oldukça ilgi görmüşe benziyor. Konuya ilişkin çok sayıda geri dönüş aldık. Buradan da anlaşılıyor ki bu atölyeler hakkında süren bir tartışma var; farklı görüşler mevcut. Kapak dosyamızda görüşlerine yer verdiğimiz kişiler de zaten farklı açılardan yaklaşmışlardı meseleye. Öyle görülüyor ki kafalar karışık. Bu atölyeler hakkındaki tartışmayı derinleştirerek sürdürmek gerek. Kapağa dair aldığımız olumlu olumsuz tepkiler bize başka bir şeyi daha gösterdi. Aydınlık Kitap kapak dosyasında bu tür tartışmalı konulara daha sık el atmalı. Kitap eklerinin fikir kapaklarından uzak kalarak sadece birer raf konumunda ilerlemesi bu tür kapaklarla değişime uğrayacaktır. Elbette edebiyat dergilerinden daha farklı bir işleyişe sahip olan kitap ekleri bunun farkında olsalar da okuyucularına farklı görüşleri sunmaktan çekinmemeli ve fikir dünyalarına hizmet etmekten geri durmamalıdırlar. Buna öncülük yapmaya devam edeceğimizin sinyallerini verebiliriz. *** Gazeteci – yazar Müyesser Yıldız’ın kitabı daha çıkmadan konuşulmaya başladı. Yıldız, kitapta yer alan ilgi çekici noktalar bazı yayın organlarında yer bulunca birdenbire telefon yağmuruna tutulmuş. Kitap hakkında demeç isteyen isteyene. Günlerden 2 Eylül Pazartesi. Beytüşşebap’ta on şehit vermişiz. “Bu ortamda çıkıp kitabımı mı anlatacaktım” diyor. Telefonun diğer ucundan gazeteciler tarafından yöneltilen soruları yanıtsız bırakıyor. Müyesser Yıldız yeni kitabı hakkında ilk söyleşiyi Aydınlık Kitap'a verdi... *** Haftaya görüşmek dileğiyle...
ÖneriYorum 1) Boris Vian- Günlerin Köpüğü
Gelmiş geçmiş en güzel çağdaş aşk romanı olduğu için
AKASYA ASILTÜRKMEN
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: Damla Yazıcı
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
2) Perihan Mağden- Ali İle Ramazan
Gerçekçi uslubu sayesinde sonuna kadar acıyı hissettirdiği ama asla uyuşturmadığı için İhsan Oktay Anar- Yedinci Gün
3) Bugün aldım. Okumadığım halde iyi olduğunuadım gibi bildiğim için.
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
4) Murakami- İmkansızın Şarkısı
Yazar, entelektüel birikimini tüm romana nakış gibi işlediği için. Okuduktan sonra en az göz atılacak ya da dinlenecek üçbeş kitap ve şarkı oluyor.
5) Ayça Şen- Kalın Kitap Samimiyet ve zekanın doruklarında dolaştırdığı ve bunu en komik şekliyle yansıttığı için.
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Yaşadım.
HAFTANIN PORTRES
edebi * vasiyeti1924’te olarak kabul
Stéphane Mallarmé
edilen “Theseus”, yay nland ktan bir y l sonra, 1947′de hem Oxford Üniversitesi’nden Edebiyat Doktoru ünvan n ve ayn y l Nobel Edebiyat Ödülü’nü ald .
18 MART 1842 - 9 EYLÜL 1898 Yap tlar nda karma k ve kapal sözcükler kullanan air, iirin gizemli olmas n n en büyük savunucusu oldu. Kendini küçümseyip topluluk d b rakanlara kar y lmam ve onlara inat iirlerinde kimsenin daha önce duymad eski Frans zca sözcüklere yer vermi DİLAN ÖZTÜRK dilanozturk@gmail.com
Paris’te doğup Valvins’te yaşamını yitiren “sembolizmin doruklarında gezen yazar”. 5 yaşındayken annesini yitiren yazar orta öğrenimini Sens Lisesi’nde yaptı. Edgar Allen Poe’yi anlamak için İngiltere’ye İngilizce öğrenmeye gitti, ilerde karısı ve iki çocuğunun annesi olacak olan Maria Gerhard ile Londra’ya yerleşti. Tournon’da İngilizce öğretmenliğine başladı. 1866 yılında çok ağır bir depresyona giren şair, iki yıl yarı deli yaşadı. Bu süreçte karısını ve çocuklarını tanımamış, kendi adını dahi hatırlayamamıştır. Bu durumu atlattıktan sonra yoğun bir migren rahatsızlığıyla mücadele süreci ve afyona başvurma. 1871’de Paris’e döndü, 1895’te öğretmenlikten emekli oldu. Pek çok sorunun büyük uğraşlarla atlatıldığı şairin hayatı gene şiire dönmüştü. 1880 yılından sonra Paris’te Roma Sokağı’ndaki evinde aralarında Andre Gide, Paul Valery ve Marcel Proust gibi isimlerin de bulunduğu Salıcılar Toplululuğu’nda şiir üzerine yoğun konuşmalar gerçekleştirdi. Bu toplantılar büyük üne kavuştu. Şiirde nasıl bir dil kullanılması gerektiği konusunda ölçücü klasikçilerle büyük tartışmalara girdi. Sembolizmi ve sözcüklerin şiirin herşeyi olduğu savunusu yüzünden klasikçiler tarafından “kendini ifade ede-
memenin göstergesi” olarak sunulup bu topluluğun dışında bırakıldı. Yapıtlarında karmaşık ve kapalı sözcükler kullanan şair, şiirin gizemli olmasının en büyük savunucusu oldu. Kendini küçümseyip topluluk dışı bırakanlara karşı yılmamış ve onlara inat şiirlerinde kimsenin daha önce duymadığı eski Fransızca sözcüklere yer vermiş ve onları “daha bu sözcükleri bile bilmeyen cahiller” olarak lanse etmiştir. Bu tartışmalar Mallarmé’nin yayınevlerince tavır alınan şair olmasına neden olmuştur. Bu süreç Paul Verlaine’in onu “Lanetlenmiş Ozanlar”da en büyük Fransız şairleriden biri olarak göstermesi ve Joris Karl “Huysmans Tersine” adlı kitabında kendisinden övgü dolu sözlerle bahsetmesiyle son buldu ve şair eski ününe kavuştu. Sartre Mallarmé’yi Fransız şairlerin en büyüğü olarak nitelendirmiştir. “Eski Tanrılar”, “Saçmalar”, “Koşuklar” ve “Düzyazılar” gibi yapıtları olan şair 35 yıl üzerinde çalışıp bitiremediği son eseri “Hirodias” için ölüm döşeğinde karısına yazdığı mektuplarda şöyle diyecekti “inan bitirebilseydim çok güzel olacaktı” “Şairler Prensi” olarak anılan, şiirde sembolizmin öncüsü Mallarmé’yi ölüm yıl dönümünde bir kez daha hatırlıyoruz.
İnsanlara içlerinden birinin nasıl olabileceğini ve neler yapabileceğini göstermesini bil! Yunan Mitolojisi’nde İyonya’nın baş kahramanı Theseus’un kahramanlıklarını, aşklarını edebi kahraman Andre Gide’ın yorumuyla incelemeden önce, her ne kadar Andre Gide da Theseus da kısaca anlatılacak kahramanlıklar yapmaktan çok daha öteye gitmiş olsalar da, bu kitapla birleşmeden önce hangi yollardan geçtiklerinden bahsetmek gerek. Düşüncelerindeki bütünlük ve soyluluk, üslubundaki sadelik ve uyumla Fransız edebiyatının saygın isimleri yer alan Andre Gide yaşamı boyunca toplumsal ve bireysel ahlakın en önemli ölçütünün, bireyin içtenliği ve kendisini tanıması olduğunu savundu. Andre Gide, 1908 de Fransız edebiyatının gelişiminde büyük etkisi bulunan “Nouvelle Revue Française" adlı derginin kurucuları arasında yer aldı. En önemli eserleri arasında eşcinselliği açıkça savunduğu “Corydon”, kendisinin roman olarak adlandırdığı tek yapıtı “Kalpazanlar” ve Matta İncili’nden şu bap ile başlayan “dar kapıdan geçiniz, çünkü, insanı yıkıma götüren yol rahat ve geniştir.”, “Dar Kapı” sayılabilir. 1924’te edebi vasiyeti olarak kabul edilen “Theseus”, yayınlandıktan bir yıl sonra, 1947 de hem Oxford Üniversitesi’nden Edebiyat Doktoru ünvanını ve aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Andre Gide’ın yapıtlarını 1952’de Katolik Kilisesi Index e, yani okunması Katolik Kilisesi nce yasaklanan kitaplar listesine aldı. Mitoloji’ye göre Atina’nın kadim krallarından Egeus’un oğlu Theseus, İyonya’nın baş kahramanıydı.. Atinalılar onu büyük bir reformcu, Attika’nın Atina önderliğinde siyasi bütünleşmesini sağlayan kişi olduğu kabul ediyorlardı. Kendisi de 1896’da Normandiya’da bir komüne belediye başkanlığı yapmış olan yazar Andre Gide’ın Theseus’un ağzından şu cümleleri: “Ben kaderimi tamamladım. Ardımda Atina şehir devletini bırakıyorum. Ben Atina’yı karım ve oğlumdan daha çok sevdim. Onu kendi şehrim yaptım. Benden sonra benim düşüncelerim ölümsüzce orda yaşayacak. Yalnız ölmeyi gönül rızasıyla bekliyorum. Dünya nimetlerini tattım. Benden sonra benim düşüncelerim ölümsüzce orada yaşayacak. Yalnız ölmeyi gönül rızası ile bekliyorum. Dün-
ya nimetlerini tattım. Benden sonra, benim sayemde insanların kendilerini daha mutlu, daha iyi ve daha özgür hissedeceklerini düşünmek içimi açıyor. Ben eserlerimi gelecekteki insanların iyiliği için yarattım. Yaşadım.” neden Theseus’u seçtiğinin en güzel açıklaması. Andre Gide’ın Theseus’u tarihsel gerçeklik!lerle örtüşme kaygısı gütmeden yazdığı, Theseus’u arsızca ve gönlünden geçtiği gibi konuşturduğu, zaman zaman Theseus’un yaptıklarının, başına gelen olayların sebebinin ve oluş şeklininin yazarın anlattığından başka türlü olamayacağını düşündürüyor insana. Yunan Mitolojisi’nde pek çok karısı olmasına rağmen bir türlü çocuğu olmayan Egeus’un Poseidon’un katkısıyla anne karnına düşen oğluna daha doğmadan sandaletini ve kılıcını dev bir kayanın altına bıraktığı büyüdüğünde kayayı kaldırıp emanetlerini alarak hanedana mensup olduğunu ispatlayabileceğini söylediği anlatılır. Andre Gide’ın Theseus’unda ise Egeus oğluna Poseidon’un bir kayanın altına sakladığı silahları bulmak için kayaları bir bir kaldırmasını söyler. Theseus’un etrafta ne kadar ağır kaya varsa kaldırmasından, kaslarını ve iradesini böylece güçlendirmesinden sonra Egeus silahları çıkartarak oğluna şöyle seslenir: “Silahlardan çok, silahı tutan kol önemlidir; koldan çok ona yol gösteren zeka ve irade.” Egeus’un silahlarını saklamasının bir nesep-ispat sorunu olmadığını bir babanın oğluna verdiği ders olduğunu anlarız: “...Çocukluk zamanın geçti. Erkek ol artık. İnsanlara içlerinden birinin nasıl olabileceğini ve neler yapabileceğini göstermesini bil. Yapılacak büyük işler var. Bunları başar.” Silahlarını alan Theseus’un maceralı bir yolcuktan sonra Girit kralı Minos'un Minotor adlı öküz başlı canavar oğluyla savaşarak onu yenmesi işten bile değildir artık. Theseus’un mitolojik milatlara sebebiyet veren iki büyük unutkanlığı Kral Minos'un kızı Ariadne’i Nakşa adasında mola verdiklerinde unutması ve babasına eğer muzaffer olursa dönüşte beyaz bir yelken açacağını söylediği halde bunu da unutarak babasının intiharına sebebiyet vermesinin makul sebeplerini öğrenmeyi ise sizlere bırakıyoruz. *Theseus by John Ryrie (Theseus, Andre Gide, Can Yayınları, Çev: Aysel Bora, 80 s.)
Aydınlık KİTAP
5
Kendinde biten yolculuk Kitap, Tahsin Yücel’in Avrupa’n n önemli dergilerinde yay mlanm dokuz denemesini bir araya getirmesiyle olu turulmu bir eser: Anlat y olu turan yerlemsel sorunlar, zaman-uzam-insan ili kileri, çeviri sorunsallar gibi konular çözümleniyor bu denemelerde UTKU ÖZBAY 1950’li yıllar özellikle kültür ve edebiyat dünyamızda yoğun değişimlerin yaşandığı yıllardır. Ne ki, bu değişim ve görece dönüşümün sebebini yalnızca dışarıya yahut Batı’ya bağlamak doğru olmaz. Bu değişimin altyapısını özellikle siyasi, sosyal ve iktisadi hayattaki yenilikler oluşturur. Bu değişim ve yenilikler, pek tabiî olarak, düşün ve edebiyat ortamımızı da etkileyecektir. Ne ki, 1950’li yıllara kadar bireyi görece dışta bırakan, daha çok topluluğa ve sınıfa eğilen köy kökenli sosyalist ve Kemalist yazarlarımız, çokça işçi, köylü gibi geniş halk yığın(lar)ının/sınıf(lar)ının öykülerini edebiyata taşıyacaklardır. Özü gereğidir bu; solun varoluşu gereğidir. Gereklidir de. 1930’lardan itibaren süregelen ve nihayetinde 1950’lilere kadar hâkim olan “katı gerçekçi” edebiyat ortamı, 1952’de, Vüs’at O. Bener’in “Dost”uyla bir kırılmaya uğrar. Bener, ilk dönem hikâyelerini bir araya getirdiği bu eseriyle, Türk edebiyatının ve öykücülüğünün modernizm yolunda önemli bir adım atmasına önayak olmuştur. Aynı yıllarda Ferit Edgü, Nezihe Meriç, Orhan Duru, Bilge Karasu, Leylâ Erbil, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar gibi yazarlar, bireyi ön plana alan öykü ve romanlarıyla yalnızca insanı; sorunlarıyla, sıkıntılarıyla, bunalımlarıyla, başkaldırışıyla, hiçliğiyle, yalnızlığıyla, kendine dönmesiyle, umutsuzluğuyla, varoluş ve bireyselleşmesiyle; kısacası her şeyiyle “insanı” edebiyat masasına yatırmışlardır. Bireyi ve toplumu ilgilendiren her şeyin edebiyatla göbek bağının olduğu gerçeği yadsınamaz. 1933 doğumlu yazar/ akademisyen/ çevirmen Tahsin Yücel, 1950’li yıllarda gençliği ve eserleri şekillenen yazarlardan. İlkin 1954 yılında “Uçan Daireler” isimli öykü kitabını yayımlayan Yücel, 1955 yılında yayımlanan “Haney Yaşamalı” isimli öykü kitabıyla 1956 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Yücel aynı yıllarda göstergebilimle ilgilenmeye başladı. Bu yıllarda, göstergebilimin dünyaca ünlü temsilcisi Greimas’ın ilgisini çekti ve onun öğrencisi oldu. Diğer yandan çeviri yapmayı da sürdürüyordu. Göstergebilimin Türk edebiyat ve kültür hayatında tanınması ve bir problematik olarak ortaya konarak tartışılmasında öncü isimlerden oldu. İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitiren Yücel, burada uzun yıllar öğretim üyeliği de yaptı. İlkin 1969’da yayımladığı “L’lmaginaire de Bernanos” adlı yazısı ile başladı yazın araştırmalarına. Bir
Fransız dergisinde yayımlanan bu yazıyı diğerleri izledi. Yücel’in Batı dilbilim çevrelerinde, özellikle Fransa’da tanınmasının ve kabul edilmesinin önemli sebeplerinden birinin bu yazı ve denemelerin Fransa’daki dergilerde, Fransızca yayımlanmasının olduğu kuşku götürmez bir gerçek. “Bu kitaba bir ad ararken içindeki yazıların başlıkları arasında bir seçim yapmaya çalıştım. Kitabı oluşturacak yazıların hiçbirinin adı çekmedi beni. Sonra birden ‘Kendine doğru yolculuk’ adının kitaptaki tüm denemelerin durumunu yansıtabileceğini ayrımsadım” diyor Yücel bu kitabın Öndeyi’sinde. İlkin yazıların hepsi Fransa’da, Fransızca yayımlanmıştı; yıllardan sonra (kitapta yer alan yazıların en eskisi 1974 tarihini taşıyor), kendi kaynağına, kendi anadamarına, kendi coğrafyasına, kendi kabuğuna, kendi toprağına; en önemlisi de kendi “öz kaynağına” dönüyorlardı. Kendine doğru gecikmiş, uzun ve keyifli bir yolculuktu bu. Kendi topraklarına dönüyorlardı sonuçta, önemli olan da buydu. “Kendine Doğru Yolculuk”, Tahsin Yücel’in Avrupa’nın önemli dergilerinde yayımlanmış dokuz denemesini bir araya getirmesiyle oluşturulmuş bir eser: Anlatıyı oluşturan yerlemsel sorunlar, zaman-uzam-insan ilişkileri ve bunun romana yansımaları, çeviri sorunsalları ve Türk masallarında uzam-zamankahraman, Greimas göstergebiliminin ne olduğu (dolayısıyla Saussure’in dilbilim teorisi) gibi konular çözümleniyor bu denemelerde. Gustave Flaubert’in “Ermiş Julien l’Hospitailer’nin söylencesi”ndeki (Samih Rifat, bu eseri 2005 yılında “Konuksever Ermiş Julien Söylencesi” adıyla çevirmiştir) “Şato”nun geniş sütunlarının kıvrımlarında dolaşıyor yer yer; “Düşüş”ün Jean-Baptiste Clamence’ının Amsterdam’da oturduğu bara oturuyor: Onunla uzun uzun sohbet ediyor. “Goriot Baba”ya konuk oluyor; Bernanos’la dertleşiyor ve sonunda “kendine doğru” varıyor. “Kendi” coğrafyasının “bir varmış bir yokmuş”unda, kırılmış bir zamanın hüzünlü masal anlatıcılarına ve sözlü geleneğe geri dönüyor. Bunu, kendi dilinin “öz”üyle yapıyor; okura anadamara, öz olana dönmesi için bir patika açıyor; dil zorluyor bu patikanın dar ve yılankavi yolunda adım atmaya çalışan okuru bu yüzden: Dikkatli ve emin adımlar atmaya davet ediyor tansıklığın yemişine varabilmesi için. Varabilene ve varmak isteyene. (Tahsin Yücel, Kendine Doğru Yolculuk, Can Yayınları, 128 s.)
6
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
Geronimo Ekia:
Bir Deccalin Şehit Edilmesi Kitap, Geronimo EK A operasyonuna dair ele tirilerle ba l yor. Yazar n son operasyona dair tespiti oldukça yerinde: Bin Ladin’in “ sa’ya dönü mesi”. ABD “deccalini” ehit yaratmadan öldürmek isterken Bin Ladin’i okyanusun derinliklerine gömerek, Bin Ladin’in dünyadaki tüm sularla kayna mas n sa lad n ve ABD’nin Müslüman âlemine bir sa arma an etti ini savunuyor DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Enis Batur’un yeni kitabı “Geronimo’nun Ölümü” okuyucusuyla buluştu. Sel Yayıncılık’tan çıkan eser, Bin Ladin’in öldürülmesi için düzenlenen Geronimo EKİA operasyonuyla başlayan ve ardından 11 Eylül süreciyle uluslararası sistemin dönüşümünü salt siyasi açıdan değil, felsefi ve sanatsal boyutlarıyla da irdelemeye çalışan bir deneme kitabı. Yazarın sadece sistem analizliğine soyunmayıp olayı felsefe boyutuna da çıkarması ve özellikle düzenlenen operasyona dair yorumları oldukça ilgi çekici. Kitabı ilgi çekici kılan diğer unsur ise kuşkusuz yazarın dili ve anlatım tekniği. 11 Eylül hiç şüphesiz yüzyılımızın en büyük olaylarından ve Soğuk Savaş sonrası hegemonluğunu ilan eden ABD’ye karşı gerçekleştirilmiş bir başkaldırı belki de. “Öteki dünyanın” ABD’nin hegemonluğunun simgelerine misillemesi ile uluslararası sistem dönüştü ve çokkutupluluk tekrar tartışılır hale geldi. Kitap öncelikle yazarın, Bin Ladin’i öldürme operasyonuna dair eleştirilerinden başlıyor, 11 Eylül’le değişen sistem ve savaşın değişen yüzüyle şiddete karşı tepkimiz ve sanallaşan dünyamız, “simülakruma” evrilişimiz de bu konu çerçevesinde değerlendiriliyor.
DECCAL N EH TL E YÜKSEL Kitap, Geronimo EKİA operasyonuna dair eleştirilerle başlıyor. Yazarın son operasyona dair tespiti oldukça yerinde: Bin Ladin’in “İsa’ya dönüşmesi”. ABD “deccalini” şehit yaratmadan öldürmek isterken Bin Ladin’i okyanusun derinliklerine gömerek, Bin Ladin’in dünyadaki tüm sularla kaynaşmasını sağladığını ve ABD’nin Müslüman âlemine bir İsa armağan ettiğini savunuyor. Yazar, Bin Ladin taraftarlarına göreyse tam tersinin algılandığını, decca-
lin karşı taraf olduğunu ve kendini gösterdiğini söyleyerek iki dünya arasındaki farklılığı gözler önüne seriyor. Ayrıca iki dünya arasındaki uçurumun daha da derinleştiğini vurgulayarak intikam hislerinin yeni olaylar yaratacağını belirtiyor. Operasyona dair ikinci eleştiri, operasyonun ismine dair: Geronimo EKİA. Geronimo, Amerika’ya kafa tutan Kızılderili liderinin ismi. Uzun süre mücadelenin ardından teslim olmuş ve Amerikanvari yaşam biçimine uyum sağlamaya çalışmış. Yazar, soylarını yok ettikleri Kızılderililerin liderini Bin Ladin’le eş değer “düşman” kılmanın hata ve haksızlık olduğunu belirtiyor. Geronimo, soykırıma uğrayan bir halkın haklı mücadelesinin kahramanıydı. Operasyonun ismi ABD açısından hata olabilir, ama dünyaya Bin Ladin’in yaptığı doğru olmasa da ABD’nin iki yüzyıldır aynı şeyi sürdürdüğünü (son olarak Irak ve Afganistan Savaşları ile) hatırlatan bir isim oldu belki de.
SON SÜRAT SEYRE DALARKEN Yazar kitabın ilerleyen kısımlarında Bin Ladin’in “imgeden” simgeye dönüşümünü fotoğraflarla destekleyerek anlatmaya başlıyor. Ancak salt 11 Eylül’e dair bir anlatı değil bu. 11 Eylül daima arka planda kendini hissettirerek sistem eleştirisine evrilmeye başlıyor anlatı. 11 Eylül ve peşi sıra gerçekleşen savaşları ve operasyonları düşünürken savaşın değişen yüzünden bahsetmemek mümkün mü? Yazar da savaş teknolojisinin ilerlemesiyle bizim savaşa ve onun etkilerine karşı duyarsızlığımızın ilerlemesinin paralelliğini gözler önüne seriyor. Bunu yaparken bir yandan Baudrillard’ın simülasyon kuramını hatırlatıyor biz okuyuculara, bir yandan da Susan Sontag’ın fikirlerinden ör-
Enis Batur nekler veriyor. Şiddete karşı duyarsızlaşmamızın sanata yansımalarından da bahsederek konuyu siyaset ve felsefe ekseninden kurtarıp çok boyutlu düşünmeye teşvik ediyor bizi. Ve konuyu tekrar Geronimo EKİA’ya getirerek şunları hatırlatıyor: Bin Ladin’e düzenlenen operasyon naklen Beyaz Saray’dan izlendi. Bu bir ilkti. Ve operasyon evvelinde Bin Ladin’in evi aynen hazırlanarak olası operasyon oynandı, simüle edildi. Yazar bu bilgileri sunduktan sonra esas vurucu noktaya ulaşıyor. Sanki her şey bir filmmişçesine provalar yapılıyor, çekime hazır hale geliyor ve film gösterime giriyor. Hepimiz seyrediyoruz, hepimiz birer seyirciyiz! Özeleştiri yapmak gerekirse akşam haberlerinde Irak Savaşı’nı veya şehit haberlerini seyrederken hepimiz bir yandan yemeklerimizi yemiyor muyduk? Yazar, “seyir halimiz” üzerindeki sinema sektörünün rolünden de bahsetmeden geçmiyor ve sanal ile gerçekliğin iç içe geçmişliğini “aktörün belediye başkanı olmasıyla” örneklendiriyor. Ayrıca yazar, Hollywood’un 11 Eylül’ü daha evvelden öngördüğünü ve terör algısının oluşturulduğunu savunuyor. Yazarın sistem eleştirilerinin ardından kitabın dili ve yazarın yazım
tekniğine değinmeden yazıyı sonlandırmak kuşkusuz kitaba haksızlık olur. Yazar alışkın olmadığımız bir tarzda kitaba başlamış. Kitabın yan yana iki sayfasındaki yazıların konusu farklı. Daha doğrusu bir yazı diğerinin kimi noktalarının açıklaması niteliğinde. Postmodern bir tarz diye illaki bir tanımlamaya mı sokmak gerekir bilemiyorum, ama şundan eminim ki postmodern yazı yaratacağım kaygısında olanlara örnek olarak gösterilmesi gereken, “Bu iş, bu şekilde yapılır.” dedirten bir anlatım tekniği benimsenmiş. Kitabın ilerleyen kısımlarında, özellikle Bin Ladin’i tanıttığı ve fotoğraflarla desteklediği yazılarında salt Bin Ladin okumasından okuyucuyu kurtarmasında, yazarın her alandaki birikiminin yanı sıra anlatımının akıcılığı ve etkileyici dilinin de payı büyük. Sonuç olarak “Geronimo’nun Ölümü” 11 Eylül’ü çeşitli boyutlarıyla düşünmemizi sağlayan bir kitap. Her şeyden evvel savaşın bizler için bu kadar normalleşmesinin anormalliğini bir kere daha yüzümüze vuran bir eser. Seyretmekten düşünmeye sevk eden bu kitabı alıp okumanızı tavsiye ederim. (Geronimo’nun Ölümü, Enis Batur, Sel Yayıncılık, 140 s.)
Yazar kitabın ilerleyen kısımlarında Bin Ladin’in “imgeden” simgeye dönüşümünü fotoğraflarla destekleyerek anlatmaya başlıyor. Ancak salt 11 Eylül’e dair bir anlatı değil bu. 11 Eylül daima arka planda kendini hissettirerek sistem eleştirisine evrilmeye başlıyor anlatı
Aydınlık KİTAP
7
Komünist Parti ve Çin pratiği GÖKAY ALBUZ gokayalbuz@gmail.com “Komünist bir parti nasıl olmalıdır?” sorusu Marks ve Engels’in 1847 yılında ilk enternasyonal proleterya partisi “Komünistler Birliği”ni kurmalarından bu yana komünistlerin tartıştığı bir soru. İşçi sınıfının bir sınıf olarak tarih sahnesinde kendisini hissettirmesinden itibaren işçi mücadeleleri sonucunda çıkardıkları dersler Marks ve Engels’e devrimin partisiz olamayacağını göstermişti. Marks ve Engels’ten sonra ise Lenin, Büyük Ekim Devrimi öncesinde Marksist bir partinin inşasına kafa yormuş ve bu konuda Menşeviklerle tartışmaya girmişti. Lenin’in Marksist parti inşasına yönelik katkısı ise temel örgütler olmuştu. Mao Zedung’un teoriye katkısı ise parti içerisinde iki çizgi mücadelesiydi. Dolayısıyla devrim iddiası olan bütün örgütler nasıl bir Marksist parti olması sorusuna sürekli cevap aradılar. Çin’de ise bugün bu arayışların devam ettiğini Deniz Kızılçeç’in dilimize kazandırdığı ve Kalkedon Yayınları’ndan çıkan Wu Meihua’nın “Marksist Parti Teorisi/ Çin’de Yeni Teorik ve Pratik Arayışlar” isimli kitabından öğreniyoruz. “Marksist parti” ifadesini yeğleyen Wu Meihua, Çin Komünist Partisi’nin kurulduğu tarih 1921’den itibaren üyelik sistemi, kadro meselesi, demokratik merkeziyetçilik, kurumsallaşma, program, ideolojik çizgi gibi konulardaki başarılarını, hatalarını ve eksiklerini inceliyor. Kitapta genel olarak Çin’deki Komünist Parti pratiği işlendiği ve buradan yola çıkıldığı için daha çok ÇKP’nin sorunlarına odaklanılıyor ve doğal olarak iktidar partisi olmuş bir komünist parti anlatısı hakim.
DEMOKRAT K MERKEZ YETÇ L K VE KOMÜN ST PART LER Wu Meihua da ÇKP’de demokratik merkeziyetçilik kavramının geçirdiği evreler sonucunda kavramın temel özelliklerini ele aldığı bölümde demokratik merkeziyetçiliği Marksist partiler açısından vazgeçilmez bir ilke olarak görüyor. Parti içi demokrasiyi Marksist partilerin “yaşam suyu” olarak niteleyen Meihua, demokratik merkeziyetçikte demokrasi ile merkeziyetçilik arasındaki diyalektik ilişkinin temellendirilmesinde ÇKP’nin tüzüğünde bulunan 6 ilkeyle temellendiriyor (İlkeler için bkz. s. 83 vd). Mao’nun Kültür Devrimi’ne mesafeli olduğu anlaşılan Wu Meihua, 1950’lerin sonundan 1970’lerin sonuna kadar olan süreci demokratik merkeziyetçiliğin tarihteki olumsuz bir uygulaması olarak değerlendiriyor ve bunun nedenleri arasında feodal imparatorluklar geleneğinin kalıntılarının olmasına bağlı olarak zayıf bir sivil toplum olmasını sayıyor. Ayrıca bu partilerin muhalefetteyken doğal olarak merkeziyetçiliğin ağır bastığını ancak iktidar olduktan sonra da merkeziyetçili-
ğin devam etmesinin de demokratik merkeziyetçiliğin olumsuz uygulamalarının nedenleri arasında sayıyor. Ancak Wu Meihua Kültür Devrimi’ne karşı eleştirel bir tutum içindeyken aynı dönemi demokratik merkeziyetçilik konusunda eleştirmesi ise tutarsızlıktan öte ideolojik bir yanlışı gösteriyor ve Kültür Devrimi’ni kavrayamamış olmaktan kaynaklanıyor.
KAP TAL STLER KOMÜN ST PART ’DE YER ALAB L R M ? ÇKP deneyini inceleyen Wu Meihua, ÇKP sosyalist pazar ekonomisine geçmesinin bir sonucu olan “kapitalistlerin Komünist Parti’ye üye olabilir mi?” tartışmasını da ele alıyor. ÇKP’nin 2002’deki 16. Kongre’de kabul edilen tüzüğüyle partiye üyelikle ilgili olarak “diğer sosyal tabakalardan gelişkin unsurlar” ifadesinin gelmesiyle birlikte kapitalistlerin de ÇKP’ye üye olmasının yolu açıldı. Çin’deki araştırmacılar arasında da bu konuda bir ihtilaf olduğunu belirten Wu Meihua, “diğer sosyal tabakalar”a dahil olan kapitalistleri 1940 ve 1950’lerin kapitalistleriyle aynı görmemek gerektiğini, bugünkü kapitalistlerin ÇKP’nin kendine açtığı alanda belirli sınırlarda içerisinde kapitalistleştiğini dolayısıyla bunların da ÇKP’ye üye olabileceğini belirtiyor. Ancak burada bir komünist partide kapitalistler ile diğer emekçi sınıflar arasındaki çelişmenin şiddetleneceği de açık. Komünist bir partiye kapitalistlerin üye olmasının yolu açıldığında bunun partide yol açacağı yozlaşmaya ve bu çelişmeye karşı da işçi sınıfından yana olan bir önlem almak zorunludur. Çin kapitalistlerin partiye üye olmasını 1980 sonrası uyguladığı “sosyalist pazar ekonomisi” ile gerekçelendiriyor ancak bu da ÇKP’nin önünde duran en önemli sorundur.
ÇKP’DE YOLSUZLUKLA MÜCADELE ÇKP’nin önemli sorunlarının başında gelen “yolsuzluk” meselesini Wu Meihua da kitapta değinmiş. Yolsuzluğun tarihsel bir olgu olduğunu ve yolsuzluğun özünde sömürünün bir ürünü olduğunu belirten Wu Meihua, yolsuzluğun siyasi,ekonomik,ideolojik, örgütsel ve yaşam alanında yaşandığını ve bunların nedenleri olarak ataerkillik, özel ayrıcalık, hiyerarşi gibi feodal düşüncelerin uzantılarını, burjuva fikirleri ve örgütsel yetersizlikleri görüyor ve ÇKP’nin bu konudaki önlemlerini ve başarılarını belirtiyor. Wu Meihua, kitapta komünist partiler için yeni ve somut önerilerde bulunmasa da ÇKP’nin tecrübelerini işleyen ve bunlardan çıkan sonuçları sistemleştiren “Marksist Parti Teorisi” kitabı Çin’deki komünist partisi deneyini incelemek açısından değerli bir kaynak. (Marksist Parti Teorisi/ Çin’de Yeni Teorik ve Pratik Arayışlar, Wu Meihua, Kalkedon Yayıncılık, çev. Deniz Kızılçeç, 320 s.)
8
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Chavez No Nos Dejes! * Fidel Castro’dan sonra Latin Amerika’n n ezilen halklar için ikinci bir efsane haline gelen Hugo Chavez’i ve ülkesi Venezuela’y ne kadar tan yoruz, yaratt de i imin ne kadar n biliyoruz? Efsanele mi bir serüveni, Latin Amerika’da dola an ve dünyan n birçok bölgesine de yay lmakta olan bir “hayalet”i kaleme alan Noyan Umruk,“Verba volant, scripta manent” (Söz uçar, yaz kal r) sözünü adeta iar edinerek i e koyulmu ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Venezuela ya da Chavez’in iktidara geldiğinden bu yanaki adıyla “Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti” önemli bir tarihsel dönemecin arifesinde. Ülkede 7 Ekim’de devlet başkanlığı seçimleri var. Kanserle ve emperyalizmle mücadelesinde dimdik ayakta duran Devlet Başkanı Hugo Chavez, meydanlarda “Bizden bu kadar nefret eden, kendi adaylarını belirleyen burjuvaziye sesleniyorum, 7 Ekim’de sizi yeneceğiz” diye haykırıyor. Bakalım Venezuela halkı Chavez’e yeniden güvenoyu verecek mi? İşte böyle bir süreçte emekli general, Aydınlık ve Cumhuriyet gazetelerindeki yazılarından tanıdığımız araştırmacı Dr. Noyan Umruk, Venezuela’daki incelemelerini ve gezi notlarını kitaplaştırdı. Önsözünü Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın yazdığı kitabın ismi başkent Caracas’ın tüm meydan ve caddelerini süsleyen “Chavez no nos dejes” yani “Chavez bizi bırakma” grafitisinden (duvar resmi) geliyor. “Chavez bizi bırakma!”. Bu slogan, Latin Amerika ve Venezuela halklarının özgürlük çığlığının bir diğer adı. ABD için daima “arka bahçe” olarak görülen bir coğrafyada 1999’dan itibaren yeşeren bir umudun… Peki, neden Venezuela ve Chavez? Noyan Umruk, bu soruya yanıtı kitabın girişindeki şu sözlerle veriyor: “Çünkü Venezuela, turnusol kâğıdı; kendini dünya güzeli zanneden kraliçeye asıl yüzünü gösteren ayna. Bölgenizde, dünyanızda, yaşamınızda neler olup bittiğini ya da neyin olup olmadığını kavrayabilmek açısından, günümüzün en ilginç ülkesi(…) (…)Küresel azgınlığın en pervasız döneminde, devrimi yoksullarınca yapılan Venezuela’yı görmek, Chavez’in anlamak gerekiyor. Sözün kısası anlayana sivrisinek saz, anlamayana Venezuela az…”.
“BU ‘HAYALET’ NE KADAR TANIYORUZ?” Fidel Castro’dan sonra Latin Amerika’nın ezilen halkları için ikinci bir efsane haline gelen Hugo Chavez’i ve ülkesi Venezuela’yı ne
kadar tanıyoruz, yarattığı değişimin ne kadarını biliyoruz? Efsaneleşmiş bir serüveni, Latin Amerika’da dolaşan ve dünyanın birçok bölgesine de yayılmakta olan bir “hayalet”i kaleme alan Noyan Umruk,“Verba volant, scripta manent” (Söz uçar, yazı kalır) sözünü adeta şiar edinerek işe koyulmuş. Venezuela’nın coğrafi konumu, etnik yapısı ve ekonomik coğrafyasına ilişkin temel bilgilere de yer verilen kitap, bir göçmenler, güzel insanlar ve melezler ülkesine kısa bir yolculuğa götürüyor bizi. Güney Amerika’nın bağımsızlık savaşı önderi “El Libertador” (kurtarıcı) lakaplı Simon Bolivar’ın bir ömür adadığı mücadelesi. Latin Amerika için antiemperyalizmin, bağımsızlığın, birliğin simgesi olan bir isim Bolivar… İşte bunun içindir ki; Chavez’in başlattığı devrim sürecine “Bolivarcı devrim” deniyor. Tıpkı Bolivar’ın İspanyol sömürgecilerine yaptığı gibi, o da ABD’yi Latin Amerika’dan ve Karayipler’den kovmayı amaçlıyor ve birleşik bir Latin Amerika düşü için mücadele veriyor. Yoksulluk sınırı altındaki yüzde 80’lik kesimin büyük bir bölümünün oturduğu Barrio denilen ve Caracas’ın çevresindeki tepelere kümelenmiş kırmızı çıplak tuğla, teneke ve kontrplaklardan yapılmış barınak ve kulübelerden oluşan “varoş”lar ülkesinde günün birinde mutlu azınlığın huzurunu kaçıran birisidir o. Öğretmen bir anne ve babanın altı çocuğundan biri olarak, çamur, saman ve palmiye yapraklarından oluşan bir kulübede dünyaya gelen, baba tarafından yerli, melez bir adamdır. 45 yaşında bir yarbayken darbe girişiminde bulunur ve 100 subay arkadaşıyla birlikte tutuklanır. “Hapis bir tür okul gibidir, çelik gibi bir ruhunuz olur, inançlarınız güçlenir ve sezgileriniz derinleşir” sözleri bu dönemi simgeler. Hapisten çıktıktan sonra siyasi
mücadelede yerini alır. Tarihsel kökleri itibariyle Latin Amerika bağımsızlık mücadelesinin efsanevi lideri Bolivar’dan esinlenen, kararlı, devrimci ve halkçı bir hareketin lideri olarak yeni bir dönemin başlangıcının işaret fişeği olur.
BÜTÜN UZUN YOLLAR LK ADIMLA BA LAR Zor, yorucu, her türlü zorbalıkla örülü uzun bir yolda yürümeye başlar. Bütün uzun yollar ve yolculuklar gibi bu yolda ilk adımla başlar. 1998’deki başkanlık seçimlerini kazanır, bu ilk adımıdır. Yoksul halktan yana reformlar, kamulaştırmalar, petrolden alınan vergini yükseltilmesi birbirini izler. Umruk’un bir Venezuela ve Chavez romanı olma özelliğine sahip araştırması aynı zamanda Chavez’in inşasını sürdürdüğü Venezuela’nın sosyoekonomik programının temel unsurları, sağlık ve eğitim alanlarındaki modelleri, tarım politikaları, istihdam, yeni kitlesel ulaşım ve enerji modelleri, altyapı yatırımları, planlama ve yapılanma, silahlı kuvvetler, başta ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) olmak üzere bölgesel ve uluslararası birlik çalışmaları, Petrokarayip Projesi, BRICS ve azgelişmiş ülkelerle ilişkiler, dünya solu ile ilişkiler gibi pek çok konuya ilişkin bilgiler de veriyor.
ZAFERLER Z NC R NE YEN B R HALKA DAHA EKLENECEK M ? Bu kitap Chavez öncesi ve sonrası Venezuela’yı yalın bir dille gözler önüne seriyor. Bugünü anlamanın en kolay yolu olan geçmişi kavramaya hizmet ediyor. Hem de bütün yönleriyle; uyarılar, tartışmalar, sorular ve sorunlarla… Başarısız darbe girişimleri, sos-
yal çalkantılar, referandumlar ve seçimlerin birbirini izlediği dönemlerden hep zaferle çıkan Chavez, bu kez de 13 ay boyunca mücadele ettiği kansere karşı zafer kazandı. 7 Ekim’deki devlet başkanlığı seçimleri için aktif bir şekilde seçim kampanyasını yürütüyor. 21. yüzyıl sosyalizmini Venezuela’da kurmak için savaşan Chavez ve partisi PSUV (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi)’un önünde bir dönemeç daha duruyor. Artık, dünyanın aç kıtalarının yeni devrimci idolü olan Chavez, 2010 yılındaki seçimlerde yüzde 49,5 oy alan ve parlamentoda 65 sandalye kazanan muhalefete karşı yine üstünlük sağlayabilecek mi? Son sözü ise yazarımıza bırakıyoruz: “Zaman zaman amansız karşıtlarınca “diktatör” ya da “popülist” olmakla suçlanıyor Chavez. Oysa 1999’da iktidara geldiğinde her ikisinden biri yoksulluk eşiğinde bulunan, her üçünden ikisi hayatında doktor görmemiş olan Venezuela halkı için, eğitimden sağlığa, beslenmeden sınıfsal ve ulusal bilinç oluşturulmasına kadar başardıkları… Unutmadan ekleyelim, başkent Caracas’ın en görkemli meydanlarından birinde Atatürk anıtı bulunmaktadır”. * Chavez bizi bırakma! (Chavez Bizi Bırakma, Noyan Umruk, Destek Yayınevi, 136 s.)
Bu kitap Chavez öncesi ve sonrası Venezuela’yı yalın bir dille gözler önüne seriyor. Bugünü anlamanın en kolay yolu olan geçmişi kavramaya hizmet ediyor. Hem de bütün yönleriyle; uyarılar, tartışmalar, sorular ve sorunlarla…
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
9
Hakikatin Yetmediği: Özaldatılma Jerome Neu
“Huzursuz bir insana sadece gerçe i söylemek onun durumunu geli tirmeye ya da telepatik bir tedavi olu turmaya yetmez.” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com
LK NT BA VE Ç GÜZELL Türkiye’de ve dünyada insanların yüz ifadelerinin ve ilk intibalarının insan ilişkilerinde ne denli belirleyici olduğu, bunların insanların düşüncelerini anlamada ne denli etkili birer ipucu olarak ele alınabileceğine yönelik bir ilgi artmaktadır. Bunun en somut göstergelerinden biri bu temalar merkezinde işlenmiş çeşitli televizyon dizilerine yönelik ilgidir. Bunlardan başlıcaları üç sezon boyunca yoğun bir izleyici kitlesi yaratmış olan “Lie to Me” dizisidir. Bu dizide profesyonel bir yüz okuyucu olan Dr. Lightman’ın ve arkadaşlarının FBI gibi kamu kuruluşlarının yanı sıra çeşitli kişi ve kurumların isteği üzerine yalanları bulmaları (ya da daha doğru bir ifadeyle yalanın ardındaki gerçeklere ulaşmaları) konu ediliyor. Benzer bir örnek “Perception” adlı televizyon dizisidir. Burada bir şizofreni hastası ve psikolog olan Dr. Pierce’ın kimi sorgulamalarını sonuçlandırması anlatılıyor. Her ikisinde de sorgulananlar insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde yüz ifadelerinin anlamı, kendini kandırmanın doğası, öznel görünen yargı ve eylemlerin anlaşılabilirliği ve insanın içiyle dışının birliği gibi konulardır. Bunların yanı sıra, özellikle metropollerde yeni bir din olarak beliren Mevlana, Krishnamurti, Osho, Gurdjieff gibi sufilerin iç huzur ve davranış (eylem), iç güzellik ve dış görünüş gibi konular hakkındaki görüşlerine yönelik ilgi gün geçtikçe artmakta. Bu ilgi özellikle mutluluğun, huzurun, özgürlüğün ne olduğu gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Bilimse öteden beri bu gibi konular hakkında görüşlerini ortaya koymaktadır: Yüz ifadeleri üzeri-
ne çalışmaları başlatan Darwin’den Paul Ekman’a, insanın zihinsel yapısı ve eylemleri arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşan Freud’dan Jung’a ve Lacan’a, öznel hisler ve evrensel idealar üzerine yapılan tartışmalar açısından Wittgenstein’dan bu öznel hislerin evrimsel psikoloji açısından değerlendirildiği günümüz bilimine dek. Bu konuda popüler bir bilim anlatısı olarak BBC’nin hazırladığı “İnsan İçgüdüsü” belgeseli daha çok deneysel bilimlere dayanan verileri toparlıyor. Bu belgesele göre dış görünüş, kişilik oluşumunda ve insan ilişkilerinde belirleyici etkilere sahip. Öyle ki eş seçmeden, kariyer basamaklarında yükselmeye dek birçok alanda etkin olduğu örneklerle gösteriliyor. Hakikate yönelişin önündeki büyük engel: Önyargılar ve özaldatılma Tüm bu yaklaşımların farklı söylem türlerinden ve disiplinlerinden ele alınışlarını toparlayan (en azından toparlamaya çalışan) ve felsefe metinlerinin ekseninde bunları bütüncül bir bakış açısıyla ele alan bir eser de mevcut: Jerome Neu’nun “A tear is Intellectual Thing” adlı çalışması. Bu eser, 2012’nin ilkbaharında C. Cengiz Çevik ve Melike Çakan tarafından ‘’Gözyaşı Entellektüel Bir Şeydir – Duygunun Anlamları’’ adıyla çevirilip Kabalcı Yayınevi tarafından basıldı. Kitabın tanıtım yazısında özlü bir biçimde yazarın özgünlüğü ortaya koyuluyor: California Santa Cruz Üniversitesi’nde felsefe, psikoloji ve psikanaliz alanlarında çalışmalarını sürdüren Jerome Neu bu eserinde farklı konularda derlediği yazılarıyla duyguların farklı anlamlarına ve yorumlarına keyifli bir yolculuk yapıyor. Bu yolculuğun her durağında Neu’nun akademik bilgi birikimine karışan içten he-
yecanını duyumsayabiliyorsunuz. Neu bu heyecanla, Eskiçağ’dan Ortaçağ ve Rönenans’a, oradan da günümüze dek, insani duyguları anlamaya çalışmış olan büyük filozofların, düşünürlerin, edebiyatçıların ve akademisyenlerin görüşlerini olabildiğince önyargısız bir şekilde ve sade bir dille anlatırken kendisine ‘’düşünmek bilinen şeyi değiştirebilir’’ düsturunu temel alıyor ve eserin bir ye- yetmiyor. Önyargılardan, düşünsel rinde şöyle diyor: “Duygulara sa- kalıplardan ve kimliği kaskatı bir hip olunabilir, duygular ifade edi- bütün haline getiren yanılsamalebilir, duygular işlenebilir, duy- lardan kurtuluşta hesaplaşılması gular bastırılabilir... Ben de bura- gereken özaldatma, duygularımıda onlar hakkında düşünmeyi is- zın, davranışlarımızın ve bilişsel tiyorum, onlar hakkında düşün- edimlerimizin duygularımızla ilişmenin onları dönüştürebileceğine kisini çözümlemeden anlaşılamainanıyorum.’’ yacağı eserde hakim olan bir düBu tanıtım ortaya koyulan he- şünce ve eser bu konuda oldukça yecan, bilimsel birikim eserin ta- ikna edici argümanlara sahip. mamına yayılmaktadır. Neu, güÖnyargılardan kurtulmak ve nümüz insanının krizlerine ve on- bunlarla mücadele etmek isteyen ların çözümüne temas eden birçok tüm hakikat dostlarının en büyük yönü ele alıyor: kıskançlık, ahlaki sorununun yinelendiği cümlelerönyargılar, gurur ve kimlik, iç sı- le yazımızı sonlandırıyoruz. Umakıntısı ve özaldatma (kendini kan- rız bunların aşılması için yapılacak dırma)... çalışmalar bu ve benzeri Yazar, özaldatmanın, eserlerin birikimi üzepsikanalizdeki en terine yükselir ve zaNeu, mel iddiası açısınfere yaklaşır. günümüz dan ele alındı‘’Özaldatılinsan n n krizlerine ğında yanlış bir ma yaşayan neden üzerine birine basitve onlar n çözümüne dayanan ziü çe gerçeği yön temas eden birçok hinsel yapının söylemek ele al yor: k skançl k, çözümünün onun yanlış ahlaki önyarg lar, gurur doğru nedeinançlarının nin bulunup üstesinden ve kimlik, iç s k nt s ve bu sayede gelmeye yetözaldatma (kendini semptomun ortamez. Neticede . kand rma).. dan kalkacağı düonun problemi saşüncesini sorgulamakdece bilgisizlik değiltadır. Belki de tüm bu ele dir. Yanlış inançları güalınan başlıklarda (kimlik, kıs- dülenir ve dolayısıyla ilkin olguykançlık vs.) yer alan ve hatta on- la yüzleştiğindeki bilgisizliğini sürların temelinde olduğu iddia edi- dürmesine yardım eden aynı enerlebilecek olan bu özaldatma du- jiyle bu yeni aydınlanmaya da dirumunu eserin tamamında farklı renecektir.’’ (s. 503). bağlamlarda ele alıyor. Özaldatma, ‘’Huzursuz bir insana sadece toplumsal rollerde olduğu kadar gerçeği söylemek onun durumunu kişinin duygusal durumlarında ve geliştirmeye ya da telepatik bir tedavranışlarında belirleyici bir ko- davi oluşturmaya yetmez’’ (s. 504). numa sahip. Fakat bunu görmek (Gözyaşı Entelektüel Bir özaldatmanın nasıl işlediğini, naŞeydir, Jerome Neu, Kabalcı sıl etki ettiğini ve nasıl bir doğaya Yayınevi, çev. Celal Cengiz sahip olduğunu ortaya koymaya Çevik, Melike Çakan, 548 s.)
“Duygulara sahip olunabilir, duygular ifade edilebilir, duygular işlenebilir, duygular bastırılabilir... Ben de burada onlar hakkında düşünmeyi istiyorum, onlar hakkında düşünmenin onları dönüştürebileceği ne inanıyorum.’’
10
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
İHSAN OKTAY ANAR’IN MERAKLA BEKLENEN YENİ KİTABI “YEDİNCİ GÜN” ÜZERİNE
Düşbaz’ın Yedinci Günü hsan Oktay Anar daha önceki dü lerinde oldu u gibi karakterlerini s radan görünen insanlar üzerinden seçmi . yi ve kötünün çat mas olaylar örgüsünde ve karakterlerin kendi içinde diyalektik bir süreçle i lenmi . Mutlak iyi ve mutlak kötü insan yok ama karakterlerin kötücül ve karanl k yanlar daha bask n ÇAĞDAŞ CENGİZ cagdas-cengiz@hotmail.com Şu koca evren, şu koca dünya, şu binlerce yıllık uygarlık, şu insanlık tarihini sırtlayan topraklar ve bu topraklarda yaşayan şu güzelim, şu kahrolası insanlar ve bu insanların arasında bir garip düşbaz; İhsan Oktay Anar. Bu düşbaz, bu düşbazın düşlerinde şu güzelim, şu kahrolası insanlar, şu insanlık tarihini sırtlayan topraklar, şus binlerce yıllık uygarlık, şu koca dünya, şu koca evren... 1995 yılında, “Puslu Kıtalar Atlası”yla edebiyat dünyasına şaşalı bir giriş yapan İhsan Oktay Anar, 17 yıl sonra 6. kitabıyla okuyucularıyla buluştu: Yedinci Gün. Bu yeni “düş”ün yine çok ses getireceğine şüphe yok. Anar’ın, biraz daha yakın tarihi, özellikle güncel tartışmaların yoğunlaştığı dönemleri ‘seçmiş’ olması, kitabın cazibesini arttırdığı da söylenebilir. Bu seçim, Anar’ın düşünde daha öncekilerden daha ‘belirgin’ bazı politik vurguları, (elbette ‘düş’ünün akışında ahengi bozmadan) içerdiğini ifade edebilmek mümkün. Ancak bu vurgulara girmeden evvel Anar bu yeni düş evreninden kısaca söz edelim: Kitabın ismi kuşkusuz, Tanrı’nın evreni yarattığı 6 günün sonunda dinlendiği yedinci günden geliyor (Tevrat). Yedinci Gün, günler değişse de bütün İlahi Dinler için kutsal kabul edilen gün (Yahudiler için, Cumartesi, Hristiyanlar için Pazar ve Müslümanlar için Cuma). Kitap, Baba, Oğul ve Hayalet adlı 3 bölümden meydana geliyor. Hristiyanlıkta, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un birliği gibi, bu 3 hikayenin birliği var. Aynı zamanda yaşamasalar da karakter ve olay örgüsü ‘düş’ ün bütününde birleşiyor. “Baba” adlı ilk bölüm Abdülhamit döneminin sonlarında başlayıp, 1908 devrimi ve sonrasını içeriyor, Birinci Dünya Savaşı’na varmadan sonlanıyor. “Oğul” bölümü Birinci Dünya Savaşı döneminde geçerken, “Hayalet” adlı son bölümün geçtiği sene ise 1934. “Yedinci Gün”de İhsan Oktay Anar, Paşaoğlu’ndan Aman Baba’ya, Culyano’dan Kambur Bevval’e, Rebaz’dan Prenses Döjira’ya, Tekvinhane Maliki’nden, Asi Çiftçi’ye, İdris Amil Zula’dan Leyla’ya pek çok karakteri ve bu karakterlerin içinde olduğu onlarca hikayeyi, doğal bir akış içinde birleştiriyor. Bu
Düş’ün ana karakteri ise İhsan Sait. En büyük gayesi, yalnızca bir fotoğraf ve bir mektup ile tanıdığı ve delicesine aşık olduğu Prenses Döjira’ya kavuşmak olan İhsan Sait’in bu uğurda yaptıkları, “Yedinci Gün”ün omurgasını oluşturuyor. İhsan Oktay Anar daha önceki düşlerinde olduğu gibi karakterlerini sıradan görünen insanlar üzerinden seçmiş. İyi ve kötünün çatışması olaylar örgüsünde ve karakterlerin kendi içinde diyalektik bir süreçle işlenmiş. Mutlak iyi ve mutlak kötü insan yok ama karakterlerin kötücül ve karanlık yanları daha baskın. Olay örgüsünde istençleri, merak ve kinleriyle karakterler, olaylar örgüsünün esas itici güçleri. Dışsal etkenler daha etkisiz. Anar’ın bu tercihi, “düş”ünü kurguladığı dönemin bilindik isimleri ve olaylarına hikayesini kurban etmeme isteğinden kaynaklandığı düşünülebilir. Anar her zamanki gibi, dönemin politik ortamını, olaylarını ya da bilinen kişilerini hikayesinin çerçevesinin yalnızca belirli noktaları olarak yerleştirmiş. Yine de “Yedinci Gün”de diğer kitaplarına nazaran çerçevede çok daha fazla nokta var. Kitabın ilk bölümü “Baba”nın girişinde Sultan Abdülhamid, elinde bambu bir sinek raketiyle resmediliyor. Raketiyle sinek kovalayan Abdülhamid’den şöyle bahsediyor. “...Hafiye taifesi ve sansür yoluyla kullarının akıllarını kullanmalarına kısıtlama getirdiğinden, onlar adına herşeye şimdi bizzat kendi karar vermeye mecburdu.” İtalyan Heykeltraş Valeriyani’ye yaptırılmış Dersaadet maketine konan sineği öldürmeye niyetli sultan, hamleleri öncesinde, maketteki Eminönü’nde korkuyla işini yapan matbaa işçisini, Ayasofya semtinde bir gencin elindeki kitabın arasına koyduğu, Paris’ten gelen ihtilal beyannamesini... en sonda da maketteki saray duvarını aşan sineğin konduğu pencereye bakınca, elinde raketle kendisini görünce feryadı basıyor. Dönemin, izahatını giriş bölümünde yapan Anar, hikayeye Paşaoğ-
lu’nu anlatarak devam ediyor. Diğer düşlerinde olduğu gibi ana karakter ve hikayeye giden yol, pek çok karakter ve hikayeyle sürüyor. Anar, okuyucunun merakını diri tutmakta oldukça başarılı. Okuyucu, roman karakterleri gibi istenç ve merakla kendini ‘düş’e kaptırıyor. Kitabın ikinci bölümü “Oğul”da Birinci Dünya Savaşı’nın hengamesi içinde buluyoruz kendimizi. Giriş kısmında, Tekvinhane’de (Tekvin, Allah’ın 8 sıfatından biri: Allah yaratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden, yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.) işin başına geçen bir çiftçinin, Tekvinhane’ye ortak olmak için bütün evreni düzenleyen bu yapıyı bozması anlatılıyor. Savaşa giriş, bu hikaye ile başlıyor. Kitab’ın son bölümü “Hayalet” ise Adem ve Havva’nın cennetten kovulmasından başlayıp, ilk Krallara, Fransız Devrimine ve en son Hitlerin yükselişine kadar olan döneme kadar bir uygarlık tarihi anlatısıyla başlıyor. 1934 senesiyle son bulan bu girişin ardından, aynı senenin Türkiyesinde gerçekleşen olaylar anlatılıyor. Anar, bazı kitaplarında da kullandığı bir yöntemi yine uygulamış; kendisi dışında bir hayali bir anlatıcıdan nakil yapmış. Ancak bu sefer bu sefer kaynak bir tane. Arabi Ani’nin Tarih-i Külhani’si yegane kaynak. “Baba” bölümünün son kısmı ve “Hayalet” bölümünün giriş kısmı bu kaynaktan anlatılıyor. Kitapta eski kitaplara nazaran daha fazla olduğunu ifade ettiğimiz politik vurgular ise daha çok bu aktarımlarda. “Baba” bölümündeki aktarım, İhsan Sait’in nasıl bir melanet olduğu anlatırken bir yandan da İttihatçılar ve Sofular olarak ifade edilen dönemin iki politik akımı ve daha çok bu akımların temsilcilerini hınca hınç eleştiriliyor. Bu eleştiri bombardımanında sofular daha korkak ve olumsuz resmediliyor ama bir yandan, “Hürriyet Kahramanı” tarifi ifade edilse de aşırılıklarıyla İttihatçılara yapılan fırça da oldukça sert. Zaten bu bölümde, Batı’nın meşru ve gerçek kraliçesi olarak
hsan Oktay Anar
resmedilen “Hürriyet”in Osmanlı topraklarında nasıl da sokağa düştüğü anlatılıyor. Hürriyet kavgası sanki herhangi bir olumlu sonuç doğurmamış gibi bir tablo sunulmuş. “Hayalet” bölümünün girişindeki uygarlık tarihi anlatısında özellikle dikkat çeken bölümler, Fransız Devrimi ile Karl Marks’ın Bilimsel Sosyalist kuramı ve Sovyet Devriminin anlatıldığı kısmı. Fransız Devrimi ile Kral Sargon ve Firavundan bile daha zalim bir canavarın peyda olduğu ifade ediliyor. Bu canavar ise halk yığınları. Karl Marks’ın çağrısının ise ameleleri, dünyada cennet vaadiyle çılgına çevirdiğinden bahsediyor. Kitleler ise artık kralların değil halk avcılarının kullanabileceği baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silah. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla durulan bu azmanın Rusya’da ise Çar’ı yaktığı ve yol açtığı kıtlıkla milyonlarca insanın vefatına yol açtığı anlatılıyor. Sonrasında bu anlatının çıktığı son durak ise Hitler. İhsan Oktay Anar’ın kesinlikle katılmadığımız bu fikirleri, kendisinin değil de Arabi Ani’nin Tarih-i Külhani’sinden aktarmasının bilinçli olduğu kesin. Ancak bu fikirlerin ne kadarının Anar’ın fikri olduğu muamma elbette. Devrimci fikirlere toptan bir karşıtlığı içeren hatta bu fikirlerin faşizme gittiğini ileten anlatısı, günümüzün gerici ideolojik iklimine gayet uygun. Gerçeklere uygunluğu ise şüpheli olmanın çok çok ötesinde negatif. İhsan Oktay Anar, “Yedinci Gün” ile yine üzerine olumlu olumsuz pek çok söz edebileceğimiz bir “düş” ortaya koymuş. Müthiş bir zeka ve birikimi kurgunun bütününde hissetmek mümkün. İçinde dolaşacağı ve kimi fikirlerle dalaşacağı bir düş evreni isteyen okuyucuya “Yedinci Gün” çok şey sunuyor. (Yedinci Gün, İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınevi, 240 s.)
“Yedinci Gün”de İhsan Oktay Anar, Paşaoğlu’ndan Aman Baba’ya, Culyano’dan Kambur Bevval’e, Rebaz’dan Prenses Döjira’ya, Tekvinhane Maliki’nden, Asi Çiftçi’ye, İdris Amil Zula’dan Leyla’ya pek çok karakteri ve bu karakterlerin içinde olduğu onlarca hikayeyi, doğal bir akış içinde birleştiriyor.
Aydınlık KİTAP
11
Zaman Makinası ve Usta Makinist: Fikret Otyam Geçti i yollarda insan hallerini objektifine s d rd . Çok uzaklarda, “Bir Yudum Su çin Anamur Da lar nda” testi ta yan neneyle aram za köprü kurdu, Beritan A ireti’nin yerle im davas nda ba ar sa larken foto raflar onun en büyük yard mc s yd , karla kapl Van yollar nda ka n yla hasta ta yan köylüleri insanlara duyurdu OSMAN BAYRAM Asfaltı parçalanmış zemin üzerinde siyah, parlak bir araba duruyor. Önünde 6-7 yaşlarında siyahi çocuk, duygusuz ifadeyle karşıya bakıyor. Elinde, kollarının arasında omzundan daha geniş omuz boylu, normalinden daha uzun kesimli, birkaç beden büyük palto bulunuyor. Büyük palto şortu gizliyor, diz kapağının altından bilekte toplaşarak simit benzeyen çoraplara kadar bacakları ön plana çıkıyor. Kepçe kulaklarının üzerine duruyor izlenimi veren fötr, ayağında sağ eşi timsah ağzı gibi açılmış siyah ayakkabı… Jerome Liebling’in Knickerbocker Village isimli fotoğrafından elde edilen ilk izlenimler. 1949 yılında gecekondu mahallesinde çekilmiş. Etkisi hala kuvvetini koruyor. Fotoğraf, insan duygusunun, yaşamın belirli bir anının yeniden ve yeniden tüketilebilir hale gelmesini sağlayan araçtır dememizi sağlıyor. Bazen zaman makinası olup yıllar öncesine tanıklık etmemizi, tekrar yaşamamızı sağlar, bazen bizi binlerce kilometre ötedeki yaşamın olağandışılığına sokan ışınlanma aracıdır. Özlediğimiz insanların, unutulmayan ve unutulmak istenmeyen, geçmişten parçalara gidebiliriz veya savaş dehşetini önümüzdeki fotoğraf karesinin yardımıyla hissedebiliriz. Hatırı sayılır eleştirmen Sonlag’ın “Geçmişi tüketilebilir bir nesneye çeviren fotoğraflar…” ifadesi, durum ve duygunun nesneleşerek tekrar tüketilebilecek hale gelmesini belirtiyor. Makineyi tutan elin deklanşöre basarak kaydettiği görüntü, fotoğrafa bakan kişiye geçmişi anlatıyor. Fotoğraf görselliğin aktarma gücüyle dikdörtgen kağıtların üzerine sayfalarca anlatımı sığdırabiliyor. Röportaj ustası, fotoğrafçı, ressam, yazar, Fikret Otyam “Kendi yaşamımda görmüşümdür. Kimi kez bir kare fotoğraf on sayfa röportaja bedel oluyor” diyerek fotoğrafın anlatım gücünü ortaya koyuyor. Yani girişteki betimlemeyi ne kadar uzatırsak uzatalım muhakkak Jerome Liebling’in fotoğrafı kadar etki yaratmayacaktır.
TOPLUMSAL BELGEC FOTO RAF 1839 yıllardan itibaren insanlığın hizmetine giren fotoğraflama tekniği kullanımı yönüyle iki anayolda ilerlediğine görüyoruz: Yaşamı estetize etmek, dışavurumu ortaya koymak, kendini ifade etmek ve yaşamsal sorunlara, doğaya, insanının toplumsal varlığına tanıklık etmek . Belgeci fotoğfrafçılık diye de anılan ikinci yol yani tanıklık etmek kısmı, makinayı elin-
de tutan kişinin amaçları doğrultusunda da farklılaşıyor. Objektifini yönelten kişi çektiği fotoğrafı sadece tanıklık ettiği anı kişilere ulaştırmak, dondurduğu anı iletmek amacının dışına taşarak, değiştirmeyi hedefliyor ve mesaj kaygısı ağır basıyorsa toplumsal belgeci fotoğraf dalına dahil oluyor. Dr. Merter Oral kitabında toplumsal belgeci fotoğrafcılığı şöyle özetliyor: “ Toplumsal belgeci fotoğrafın konusu insandır. Toplumsal belgeci fotoğrafın en temel özelliği insanı konu alıp, bir değişim mesajı vermesidir. Belgesel fotoğrafın yorum ve mesaj kaygısı, toplumsal belgeci fotoğrafta yoğunlaşır. Bu anlayışta, konu edindiği sorunları aşma, insanı insana anlatma ve izleyicide, aktardığı sorunları kaldırmaya yönelik bir bilinç yaratma amacı vardır.” Bu açıdan değerlendirildiğinde belgeci fotoğraf ibaresi geçtiğinde aklımıza Fikret Otyam geliyor. Gazeteciliğe başlamasıyla denk düşen belgeci fotoğrafcılığla Otyam, uzun yıllar boyunca Anadolu’nun bir çok yerini adım adım gezerek halkın sorunlarını yerinde gördü. Röportajın açıklayıcılığı yanında fotoğrafın anlatımını kullanarak, geçtiği yollarda insan hallerini objektifine sığdırdı. Çok uzaklarda, “Bir Yudum Su İçin Anamur Dağlarında” testi taşıyan neneyle aramıza köprü kurdu, Beritan Aşireti’nin yerleşim davasında başarı sağlarken fotoğrafları onun en büyük yardımcısıydı, karla kaplı Van yollarında kağnıyla hasta taşıyan köylüleri insanlara duyurdu. Dr. Merter Oral’ın 1996 yılında hazırladığı yüksek lisans tezini temel alarak hazırlanan “Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Oryam Örneği” adlı kitap toplumsal belgeci fotoğrafın tarihsel gelişimini ve bu dalın özünün ne olduğunu bize örneklerle aktarıyor. Belgeci fotoğraf ve toplumsal belgeci fotoğrafın doğuşu ve gelişimine değinen Oral, Eugene Simith, Paul Strand, Roman Vishniac, Jerome Liebling gibi dünyaca tanınan Toplumsal Belgeci Fotoğrafçılara değindikten sonra, Fikret Otyam’ın çalışmaları üzerinden Toplumsal Belgeci Fotoğrafı Türkiye özelinde anlatıyor. Kitap iki bölüm başlığıyla adlandırabiliriz: Toplumsal belgeci fotoğrafçılığın kısa tarihi, Fikret Otyam’ın şahsında toplumsal belgeci fotoğrafçılık. (Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Otyam Örneği, Merter Oral, Espas Kuram Sanat Yayınları, 200 s.)
12
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
MÜYESSER YILDIZ’DAN TARİHE BİR NOT: “VATAN YAHUT SİLİVRİ”
“İnsanlar tahammül ettiği için zulüm vardır” Türkiye yönetiminin iyi niyetle veya i birlikçi amaçla onlarla yak nl , keza gücün yan nda yer alan medya, bugün yanda medya dedi imiz medyan n tav rlar ve o gün bu eziyetlere, bu zulümlere, bu haks z hukuksuz yarg lamalara tabi tutulan insanlar n profili ve yarg lama süreçleri, yalanc ahitler, sahte iddianameler, cesur bir savc aranmas , o insanlar n cezaevlerinde ya ad klar ... O kadar çok benzerlikler var ki MEHMET HALİT GÖKALP / DAMLA YAZICI
Odatv Davası kapsamında 16 ay tutuklu kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Müyesser Yıldız’ın yeni kitabı “Vatan Yahut Silivri” çıktı. Yıldız kitabında 90 yıl önce Bekirağa Bölüğü’ne kapatılan aydınların, subayların ve gazetecilerin başına gelenler ile Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda yaşananları karşılaştırıyor. Yıldız kitabında öncelikle Damat Ferit hükümetinin ve işgalcilerin emrindeki “Nemrut Mustafa Divanı”nı ve “işgal hukuku”nu inceliyor. Neler yaşanmıyor ki işgal günlerinde… Sahte tanıklarla ve komplolarla işgale karşı çıkan herkes susturulmak isteniyor. Tutuklama dalgaları ardı ardına geliyor. Dönemin işbirlikçi basını İttihatçılar, ordu ve Ankara’daki milliciler aleyhinde büyük bir kampanya başlatıyor. Aydınlar hapse atılıyor; subaylar Selimiye Camii’ni bombalamak istemekle suçlanıyor. Yıldız da mütareke döneminde yaşananlarla bugün yaşananlar arasındaki çarpıcı benzerliklere dikkat çekiyor ve okuyucuya “90 yıl sonra hangi projeler yürürlüğe sokulup, neyin paylaşımı yapılmak isteniyor da Türk milletine aynı kâbuslar yaşatılıyor?” sorusunu soruyor. İşgal döneminde tutuklanan aydınlar ve subaylar önce Bekirağa Bölüğü’ne getiriliyorlar. Bunların çoğu daha sonra Malta’ya sürülüyor. Müyesser Yıldız, Ziya Gökalp’in Malta ve Limni’den yazdığı mektuplarla bu acıklı sürgünün hikâyesini anlatıyor. Ama son gülen işgalciler ve işbirlikçileri olmuyor. Gün geliyor tutuklamaları yapan Nemrut Mustafa Bekirağa Bölüğü’nün, Vahdettin ise Malta’nın
yolunu tutuyor. Müyesser Yıldız hücresinde tek başına kaldığı günlerde okuduğu Ziya Gökalp’in mektuplarından muazzam bir tarih dersi çıkarıyor. Yıldız’ın kitabı aslında ilginç bir zamanlamaya sahip. TÜBİTAK’ın aylar sonra gelen raporuyla bilgisayarındaki virüslerin varlığı tescil edilen Müyesser Yıldız “Vatan Yahut Silivri”nin sunuşunda bu konuya da değiniyor. Müyesser Yıldız’ın hem kendisinin hem de Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy gibi davalarda tutuklanmasına neden olan raporları hazırlayan bilirkişiler hakkındaki iddialarıysa çok çarpıcı. Mütareke basının konuya ne kadar ilgi göstereceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. “Vatan Yahut Silivri”ye CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan ve Vatan gazetesi yazarı Mustafa Mutlu birer önsöz yazmışlar. Mutlu yazısında Müyesser Yıldız’ın dik duruşuyla kendisine verilen cezayı “hak ettiğini” söylüyor. Gerçekten de Yıldız dik duruşuyla iyi bir örnek oluşturmuştu. Hukukun olmadığı yerde avukata da gerek olmadığını söyleyen Yıldız önce avukatını azletmiş; ardından da “Ben yemek değil adalet istiyorum” diyerek cezaevinin verdiği hiçbir şeyi yememişti. Yıldız’ın bu süreç içerisinde sadece üşüdüğünde sarılmak için bir kedi istemiş; bu istek günlerce tartışılmıştı. “Vatan Yahut Silivri”yi bu kedisiz günlerin bir ürünü olarak da ele almak mümkün görünüyor. Müyesser Yıldız belki sonunda kedisine kavuştu, ama adalet ve özgürlük arayışına hâlâ devam ediyor.
Kitap üzerine Müyesser Yıldız'la söyleşiyi Aydınlık Kitap Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı gerçekleştirdi... Cezaevinde kaleme aldığınız “Vatan Yahut Silivri” adlı kitabınız okurlarla buluşuyor. Kitabı yazma amacınızla başlayalım diyorum, nasıl ve neden doğdu bu kitap? Şimdi, Silivre’ye dair genelde hep bireysel ya da grup halinde sorunlar dillendirildi. Herkes yaşadıklarını, yani bir anlamda savunmasını aktardı kamuoyuna, yaşam şartlarını aktardı. Ama fotoğrafın bütününün çekilmesi lazım. Aslında çok iyi bilmediğimiz bir şey değildi bu. Tekrar yeniden gelen bir süreçti bu. “Türkiye üzerinde nasıl bir operasyon yapılıyor, Silivri bu operasyonun neresinde?”yi ben çekmek istedim. Kendi kişisel yaşadıklarımı, bizim yargılama sürecini, ibranameyi işlemeyi anlattım. Zaten bunlar o kadar çok konuşuldu ve yazıldı ki, farklı bir şey olsun. Sadece Silivri, sadece bizlerle sınırlı bir hadise değil, Türkiye üzerinde bir ameliyat yapılıyor, bir yüzyılın hesabı görülüyor. Bu hesap içerisinde Silivri önemli bir yerde. O boyut, yani tarih perspektifiyle ne
yapılmak istendiğini anlatmak için böyle bir konu tercih ettim. Daha genel bir bakış açısı olsun, daha iyi algılayalım. Çünkü tamam duygusal bir milletiz, orada yaşanan acılara ilgi gösteriyoruz, ama sonra unutuyoruz, hemencecik unutuyoruz. Ama onun önü ne arkası ne? Niye bu insanlar Silivri’deler? Ne oluyor Türkiye’de? Bunu pek sorgulamadı insanlar ya da sorgulamaktan kaçındılar. Ben somut olaylarla tarihin benzerliklerini, dilerim tarihin tekerrürü değildir diyorum, ama o kadar çok ortak nokta, örtüşme var ki; yani gözlerini kapatamıyorsun bazı gerçeklere. Bu amaçla bir Türkiye’nin önüne, Silivri gerçeğinin perde arkası olmak istedim. Tam olarak belirttiğiniz gibi, tarihsel sürecin önemi, tarihin tekerrürü mantığı burada ana temaya oluşturuyor gibi. 1919-1920 Malta sürgünleri ve 2008- 2012 Silivri. Nasıl benzerlikler var? Bir kere, emperyalizmin Türkiye’ye bakış açısında hiçbir değişiklik yok o günden bu güne, yani o gün Türkiye’yi bölmek üzere harekete geçmişler ve büyük ölçüde de bölmüşler. Kala kala bizim elimiz-
Dilerim ileriki nesiller bunları, tedbir almak için, uyanık kalmak için okurlar. Bunlar tarihe düşülmüş notlardır. Nasıl ki ben Malta Sürgünleri’nin yazdıklarını okuma gereği duydum, ileride de bizim yazdıklarımız okunacak
KAPAK
de bir Anadolu kalmış. Kürdistan’ı kuramamışlar. Birçok proje gerçekleşmiş ama Büyük Kürdistan ya da Büyük Ermenistan projesini gerçekleştirememişler. Emperyalizm zaten hiçbir zaman emellerinden vazgeçmemiştir, er veya geç fırsat bulduğunda tekrar harekete geçecektir. Tarihini unutan biz olduk, onlar unutmadılar. Gerek dediğim gibi emperyalizmin Türkiye’ye, Anadolu’ya bakış açısı, tarihi hesaplarını unutmamış olması, keza Türkiye yönetiminin iyi niyetle veya işbirlikçi amaçla onlarla yakınlığı, keza gücün yanında yer alan medya, bugün yandaş medya dediğimiz medyanın tavırları ve o gün bu eziyetlere, bu zulümlere, bu haksız hukuksuz yargılamalara tabi tutulan insanların profili o kadar çok örtüşüyor ki, ve yargılama süreçleri en önemlisi. Aynen yalancı şahitler, aynen sahte iddianameler, aynen cesur bir savcı aranması, o insanların cezaevlerinde yaşadıkları... O kadar çok benzerlikler var ki. Onları bir araya getirmeye çalıştım. Muhakkak eksiğim de kalmıştır. Dediğim gibi Silivri Cezaevi’nde yazmaya başlamıştım bu kitabı. Kaynaklarım kısıtlıydı. Sonrasında hani bir an önce, gündemden de çok uzaklaşmadan, belki biraz daha üzerinde detaylı araştırma yapma imkanım olsaydı belki daha geniş olurdu ama, şimdilik bu kadar. Birebir örnekleri seçmeye çalıştım. Mümkün olduğunca yorumsuz. İlginç benzerliklerde acıların benzerliği de dikkat çekiyor. Doktor Reşit’in intiharı Ali Tatar intiharı ile benzeştiriliyor kitapta. Siyasi ve bürokratik kesimler de var tabi. Tabi tabi hepsi. Yani o süreçte TSK yani Türk ordusu üzerinde yapılan operasyon, o dönemde de büyük bir operasyon yapılmış. O operasyon yapıldığı için Mustafa Kemal Anadolu’ya çıkmış. Zaten eğer Anadolu’ya, Samsun’a çıkmasa Mustafa Kemal de Malta Sürgünleri’nin birinci sırasında yer alacak bir isim. Böyle bir süreç. Tabi somut örnekler, sizin de dikkat çektiğiniz gibi. Doktor Reşit’in intiharı, Bekirağa Bölüğü’nden kaçarken, kaçtıktan sonra. Ve Ali Tatar, biz Ali Tatar’ı çok çabuk unuttuk. Asker için onurun ne demek olduğunu, aslında tabi çok üzücü bir şey, intihar etmemeliydi, dayanmalıydı, direnmeliydi. Çünkü er veya geç hukuksuzlular ortaya çıkıyor, kamuoyuna mal oluyor, kamuoyu sahipleniyor, duyarlılık gösteriyor. Ama demek ki ne kadar onuruna düşkün bir insanmış ki bunu hazmedememiş, ikinci kez tutuklanmaktansa ölmeyi tercih etmiş. Türkiye onu unutmamalıydı, unuttuk ama. Ailesi neler yaşadı unuttuk. O anda ne oldu, intihara hangi noktada vardı Ali Tatar? bu insanları tanımıyorum ben , çoğunu tanımıyorum daha doğrusu kitaptaki. Ama o günü bir hatırlatmak, insanları şöyle bir sarsmak istedim. Acı bir örnektir, Doktor Reşit’in intihar gerekçesiyle, Ali Tatar’ın intihara gidişi o kadar benziyor ki. Bir de şöyle bir şey var. Diyoruz ki Malta Sürgünlerini zindanlara tıkanlar, İngilizler ve o kesimde bulunanlar bir süre sonra bu ülkeden kaçmak zorunda kaldılar ya da kovuldular. Ahmet Şık şöyle bir şey dedi: “Bizi buralara tıkanları biz bir gün oralarda göreceğiz.” Tarih bir şekilde tekerrür edecek. Peki gerçekten bu dava
Aydınlık KİTAP
Damla Yaz c Müyesser Y ld z’la birlikte sonuçlandığında sizleri hücrelere tıkan- nuşmak zorunda kalmaz. Kitabın felsefesi o zaman şunu göstelar kendileri de oralara girecek mi? Ne riyor: Tarih bize bu işin nereye varacağıdersiniz? Bugünden yarın sonuçlanır diyemeyiz. nı gösteriyor aslında. Yani bu yüzden Çünkü dünya konjonktürüyle Türkiye yazdınız da diyebilir miyiz? Elbette. Yani artık ne zaman uyanaüzerindeki siyasi hesaplaşmanın nerede sona ereceği, durup durmayacağı ve Tür- cağız? Tarihimizden ne zaman ders çıkakiye’deki uyanış belirleyecek onu. Sadece racağız? Dünya büyük paylaşım savaşları Silivri’den kurtuluş değil, Türkiye’nin kur- yaşıyor, emperyalizm en acımasız haliyle tuluşunu o uyanış belirleyecek. Şu anda gö- bir kez daha dünyanın karşısına çıkmış. İlla rüyorsunuz; etrafımız topyekün ateş çem- canımız mı yanacak? Yandı zaten, çok yandı. Biliyorum ki bizim ödediğimiz beberine dönmüş. Suriye, İran, Ermedellerle sınırlı kalır Türkinistan hazırlıkları, 1915 yaklaşıye’nin ödeyeceği bedeller. yor onun hesaplaşmaları, birTabiri caizse yumurta takım şeyleri daha da hızEvet, ben tek kapıya dayanınca ya da landıracak. Bu hesaplaşba ma 50 ya nda 45 insanın kendi canı yama bir yerde noktalakilo bir kad n olarak size n sizi m, nınca uyanırız biz. nacaktır. Türk milleti yoru meydan oku ul kab m, Neyse işte uyanın aroru bunları yaşadı, yine almüy tehdidinizi gör un bun da tık, tarih anlatıyor p tından kalkacaktır, kita Bu etmiyorum. ki inde aev işte, bize inanmıama ne kadar sürede? Cez r. as d s m bir yan yorsanız tarihe inaBu olduğunda elbette yemek boykotu: Senin nın. Türk milleti bu ki hukuk dışı değil, onyeme ini istemiyorum, tarihin altından kalklar gibi intikamcı bir ihtiyac m yok sana. Evet, mıştır, yine kalkmalıdır amaçla değil, hakikaten ben isyan ediyorum. diye umuyorum ben. sahte demokrasi değil, sahKitabınızın bölümlerine te hukuk değil, gerçek demokbakarken şöyle bir başlık görrasi gerçek hukuk ve adalet içerisinde elbette ki bu dönemin sorumlula- düm: “Herkes çıldırmış, millet sarhoş.” rından hesap sorulacaktır. Biz göremezsek Bugün de durum aynı mı? Bu sarhoşluk bugün hakim belki ültorunlarımız görecektir. Ben nasıl bugün 1919 - 1920’yi sorguluyorsam, birileri de er- keye, ama düzelecektir. O söz Ziya Gökenden değil ama bir 15 - 20 yıl sonra bel- kalp’indir. Orada Malta Sürgünleri süreki 50 yıl sonra Türkiye bu noktaya nasıl gel- cindeki maddi ve manevi şartları en iyi akdi diye sorgulama ihtiyacı duyacaktır. Biz taran en büyük Türk ideoloğu Ziya Göde onlara en azından tarihi bir not bıra- kalp’tir. Ziya Gökalp Kürt kökenlidir bekıyoruz. Hukuk önünde olmasa da vic- nim gibi. Benim haddim değil tabii ki kendanlar önünde mahkum olacaklardır, dimi Ziya Gökalp’le kıyaslamak. Aksine bibuna inanıyorum. Ben de cezaevinden çı- zim Türk aydının ne kadar geriye gittiğikarken şunu söyledim: “Adalet, ancak ni bir kez daha gördüm ben, Ziya Göbunun sorumluluları bu dünyanın Silivri- kalp’in Malta’daki mektuplarını okurken. si ya da öbür dünyanın Silivrisi’ne kon- Orada bile ne kadar büyük bir tefekkür duğunda tecelli edecektir.” Bakın üzerin- içinde. O gün Ziya Gökalp’in tespiti, milden neredeyse 100 sene geçti, biz Malta let sarhoş diyor. Biz de belki bugün sarSürgünleri’ni konuşuyoruz. Dilerim bir 100 hoşuz. Bizim sarhoşluğumuz tüketim, posene sonra Türkiye Silivri sürgünlerini ko- püler kültür, Batı kültürü, kendi değerle-
7 EYLÜL 2012 CUMA
13
rimizden, kendi köklerimizden, tarihimizden koparılma... Yani bugün biz eğer Atatürk milliyetçiliğinin ders kitaplarından çıkarılmasını, üniversitelerde kaldırılmasını konuşuyorsak, hakikaten uyuşmuşuz demektir. Bize narkoz yapılmış. Bu ülkeyi kuran, bu mücadeleyi veren insanın resimleri çöplere atılıyor, heykellerine saldırılıyor, ideolojisi ders kitaplarından çıkarılıyorsa ve ülkede yaprak kıpırdamıyorsa, bunu artık ben bir şok olarak adlandırılıyorum. Ama o şoku atlatacağız. “İnsanlar tahammül ettiği için zulüm vardır” Başka bir başlık da bu. Sizin bu kitabı yazma amacınız buna tahammül etmediğinizi mi gösteriyor? İçeride hala tutuklu bulunanlara da tahammül etmemelerini mi salık veriyor? Elbette, tam bir isyandır. 15 lira mıdır kurşunun bedeli? Türkiye’yi ve beni düşman belleyen, karşıma gelip bu 15 liralık kurşunla alnımın ortasından vursa, daha şerefli bir iş yapardı. Üç kuruşluk kasetlerle insanların hayatı karaltıldı bu ülkede, bir şeyler dizayn edildi. Siber savaşlar çağındayız. Türkiye bu savaşlarda her türlü saldırıya açık. Türkiye’nin ana muhalefet partisi dizayn edildi, ana muhalefet partisi lideri görevden uzaklaştırıldı, Milliyetçi Hareket Partisi dizayn edildi, aydınlar dizayn edildi, TSK dizayn edildi ve kimse bunun hesabını sormadı, unutturdu, unutturuldu. Herkes ürktü, korktu. Ben cezaevinde de söyledim, birilerinin bunlara herkesi korkutamayacaklarını, herkesi satın alamayacaklarını göstermesi gerekiyor dedim. Ben doğru bir iş yaptığıma inanıyorum, yanlış bir şey yapmadım. Buna rağmen bu insanlar benim on beş ayımı çaldılar. Ben bunu yutmam, yemem. Kendi kişisel kavgamı vermiyorum ama. Kendi kavgamı vereceğim günler de gelecektir. Bugün ülkem bu kavgayı vermek durumunda. Evet, ben tek başıma 50 yaşında 45 kilo bir kadın olarak size meydan okuyorum, sizin tehdidinizi görmüyorum, kabul etmiyorum. Bu kitap da bunun bir yansımasıdır. Cezaevindeki yemek boykotu: Senin yemeğini istemiyorum, ihtiyacım yok sana. Evet, ben isyan ediyorum. Aksi takdirde, zulme veya bu haksızlığa tahammül edildiği, kanıksandığı için bu kadar pervasızlaştılar. Bakın ben Amerika’ya kadar peşine düştüm virüs çetesinin. Oradan bir yerlerden geliyor bu. Birileri bunları ortaya çıkarmak zorunda. Bunun kavgasını veriyorum ben. Tahammül etmeyeceğim bu zulme. Mahkemede savunma yapmayı reddetmemle, ben sizin hukukunuzu tanımıyorum dedim. Çünkü yaptığınız kanuni bile değil, biz gazetecilerin yargılanacağı yer Özel Yetkili Mahkemeler değildir. Birileri istiyor diye, sırf birilerinin zevki için mi tutuklandık biz? Birileri istediği için insanları yakmaya devam etmeyelim. Gerçek hukuk konuşturulmalı. Ben de hukuki yollardan başvurabileceğim her yerden hakkımı aradım. TÜBİTAK raporu açıklandı. Çok ciddi ve net bir cevap. Sizin on beş buçuk ayınızın aslında boşu boşuna çalındığı ortaya kondu. Şimdi akla iki soru geliyor: Bu komployu kuran kim ve daha önce bu komplo neden açığa çıkarılmadı? Bilirkişi böyle bir rapor çıkarabiliyordu madem, neden daha önce bilmedi? Ben tutuklanmadan, savcılar ya da
14
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
medya tarafından Ergenekon örgütü üye- ta var cevapta, diyor ki: “ Biz direkt sizinle si ilan edilmeden önce , zaten sorgulaya- ilgili bir şey yapamayız ama, adli yardımrak fotoğrafı çekmiştim. Ben mahkemede laşma sözleşmemiz var Türkiye’yle, Adalet söyledim devlet içinde çete var, devlet için- Bakanlığı’nızdan ya da mahkemelerinizde devlet olmaz. O devlet yıkılır, kimseye den talep gelirse bakarız.” Hadi o zaman ey yar olmaz. Benden altı ay sonra, Recep Adalet Bakanlığı, ey mahkeme, Amerika Tayyip Erdoğan “Devlet içinde devlet ol- bekliyor, hiç olmazsa şimdi görevini yap. Bir masına izin vermem” dedi. Birileri ülke- ihtimal işte, eğer onların da suçluları ortayi, devleti ele geçirmeye çalışıyor, içerde ya çıkarmak konusunda gerçekten niyeti varde savaş var, dışarda da. Direnecerek sa... “Esaretimizin sebebini bilmiyoruz” güçler de bertaraf ediliyor, insanlara gözdağı veriliyor. İnsanlar korkuyor, kimse ne diye bir bölüm daha var kitapta. Biraz iroyapacağını bilemiyor. Bu başından itiba- nik olarak sorayım; gerçekten esaretiniren sorgulanmalıydı, tablo görülmeliydi. zin sebebini bilmiyor musunuz? O başlık da Malta Sürgünleri’nin yine Bizim tutuklanmamızın tek hayırlı sonucu bu oldu; gazeteciler cezaevine alının- bir isyanıdır. Onlar da bilmiyorlar sebebini. ca medyadaki baskılara rağmen süreç ni- Çünkü Malta Genel Valisi’ne yazmışlar arhayet sorgulanmaya başlayıp yavaş yavaş tık bulun, ispatlayın diye. Ama orada çarkamuoyuna yansıdı. Hepimizin canı yan- pıcı olan şu: Malta Valisi onları ciddiye alıdı. Dilerim ödenecek bedeller bizim öde- yor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yazıdiklerimizle sınırlı kalır. Benim bir sözüm yor. Bunun üzerine İngiltere, Ermeni tehdaha var. Bu süreçte gördüm ki polis sav- ciri ile ilgili bütün Osmanlı arşivini aratıcı olmuş, savcı hakim olmuş, hakimin ne yor, bir şey bulamıyorlar. Yetmiyor, İngiliş yaptığını anlayamadım dedim ben. İd- tere Dışişleri Bakanlığı Amerika’daki büdianameyi polis hazırlıyor, savcı hüküm ve- yükelçisine yazıyor. Malta’daki tutuklular riyor. Bugün TÜBİTAK raporuyla gördük hakkında Amerikan arşivinde ne varsa ki, evrensel ilke olan masumiyet karinesi gönderin diyorlar. Kraliyet Başsavcısı 3 ay bu davalarda ayaklar altına alındı. İnsan- sonra cevap veriyor: Hiçbir şey bulunalar gazete manşetleriyle yargısız infaza tabi mamıştır, bu yargılama yapılamaz. Ben kitutuldu. Biz hakkımızdaki suçlamaları tabın o kısmında diyorum ki; Türkiye’de görmeden, yandaş medyada bizim çarşaf de mi bir kraliyet başsavcısı gerekiyor? Biçarşaf ipimiz çekildi. 6 ay yedik, bizim avu- zim orda oluşumuzun siyasi izahı var takatlarımız göremediler. Masumiyet kari- bii ki, ama hukuki izahını yapamıyorlar. nesi ayaklar altına alındı, kimsenin kılı kı- İşte bunun siyasi izahı, bu kitabın yazılma pırdamadı. TÜBİTAK raporunda bu bil- sebebidir. gisayarlarda virüs var diyor. Yani bu şüpHannah Arendt’in bir sözü de var kiheli durumdur, artık o delilin çöpe atılması tapta: “Adaleti, intikamlarının aracı yaplâzım. Bu şüpheden sanığın yararlanma- tılar” diyor. Yani tarih böyle bir intikamlar sı lâzım, savcının bireysel tahliye talepte döngüsü mü? bulunması ve sanığın tahliye edilmesi lâAynen öyle. Tarih niye vardır? Ders çızım. Peki neden bu kadar gecikildi? De- karmak için vardır. Şimdi Türkiye’de birmek ki birileri bizim her birimiz için bir takım güçler Türk tarihini utanılması, inyatma süresi öngörmüş. Veysel şu kadar tikam alınması gereken bir konsept olarak yatacak, Soner şu kadar yatacak, Doğu Pe- anlatmaya başladılar. Oysa tarih bir öğrinçek şu kadar, Deniz Yıldırım şu kadar retmen olarak kabul edilmelidir. Bu süreç diye bir karar var herhalde, bilemiyo- tarihten hukuk eliyle intikam alma sürerum. ci. İşin içinde hukuk var, kanunlar kullaHillary Clinton’a bir mektup yazdınız nılıyor ve fark etmiyorsunuz bile. Elbette ve cevap da aldınız. Cevabı tatmin edici ki bir intikam süreci. Sadece şahsi bir inmiydi? tikam değil, benimle kimin hesaHayır tabii ki değildi. O bı olabilir ki, sadece bir muFirar bana yazmadan önce, halifim. Ülkemin kötü yere vard r; rahmetli bana vereceği cevabı götürülmesine karşı muAli Tatar vard r, ben ona yazmıştım zahalifim. Daha ileri göintihar ederek firar ten, bana böyle bir türsünler ellerini öpelu etmi tir, Ka if Kozino cevap vereceğinizi biyim. Benim atalarımı ölerek firar etmi tir ve liyorum ama ben zaküçümsemesinler. Bu Kuddusi Okk r’d r. Oradan ten o yolları o kaTürkiye kolay kurulancak ölüsü firar eder insan n, ranlık koridorlarda madı değerini bilsindirisi etmez. Malta’da bir kaybolmasın diye diler. Millet diye bir şey y n firar var, Silivri’de, rekt size yazıyorum olmalıdır. Bu çatıyı yıHasdal’da, Had mköy’de dedim. TÜBİTAK sokarlarsa hepimiz altında b raksan z kimse nucu önemli. Sonuçta önkalırız. Ben tarihime, Türgitmez. yargısız ve ciddiyetle okuyan kiye Cumhuriyetinin kurutüm vicdanlar aslında anlatılaluş esaslarına, Türk milletine sanı görüyor. Ama neticede davanın savhip çıkıyorum diye hesap soruyorlarsa cısı olduğunu söyleyen bir başbakana bağ- sorsunlar. O zaman bunun adı intikamdır. lı bir kurumdan böyle bir rapor çıkması Tutuklu Hayrettin Ertekin’in hastabile büyük bir başarı, ben bunu bile bek- nede unutulma ve geri dönme hikayesi lemiyordum. Mahkemede söylendi, IP “kaçma ihtimali” gerekçesine sunulan numarasının Amerika’dan bir adresten gel- çarpıcı bir kısım. Durum bu kadar trajidiği tespit edilmiş. Ben direkt yazdım komik mi? Dışişleri Bakanı’na ve FBI başkanına. Medya onu görmezden geldi. HepiÇünkü orada siber suçlarla ciddi bir mü- mizin tutukluluğunun devamına kaçma ihcadele konsepti var. Nasıl ki kendi bilgi- timalimiz gerekçe gösterilerek karar vesayarımızı kendimiz inceledik, IP num- riliyor. Şimdiye dek kaçan olmadı. Mustafa arasını bulmak da bize düştü. Clinton’dan Balbay “Beni sınıra bıraksanız sürünerek da böyle bir cevap geldi. Önemli bir nok- geri gelirim” dedi. Benim gidecek yerim
KAPAK
Müyesser Y ld z Silivri Cezaevi’nde...
yok ki, beni ancak sürebilirsiniz. Bu kaçmayı hukuk ve siyaset dilinde çok kötü kullandılar. Hayrettin Ertekin en çarpıcı örnek. Adamı hastanede unutuyorlar, kendi taksi tutuyor cezaevine dönüyor teslim oluyor. Bu adam yatına binse iki saat sonra Yunan Adaları’nda ama gitmiyor. Gitmediğine göre daha nasıl kaçma ihtimali var diyebilirsiniz insanlara. Firar vardır; rahmetli Ali Tatar vardır, intihar ederek firar etmiştir, Kaşif Kozinoğlu ölerek firar etmiştir ve Kuddusi Okkır’dır. Oradan ancak ölüsü firar eder insanın, dirisi etmez. Malta’da bir yığın firar var, Silivri’de, Hasdal’da, Hadımköy’de bıraksanız kimse gitmez. Malta yaşam koşulları olarak daha iyiydi diyorsunuz kitapta, Silivri’de durum tahminlerden daha mı kötü? Elbette, Malta’da yıkanma şartları, gezme şartları, yiyecek şartları daha iyi tabi. Birebir kıyaslıyorum. Sömürge, işgal ülkesi, orada bir vatan hasreti var. Çarpıcı bir şey söyleyeyim, Silivri’de ezan sesi duymasam Türkiye’de olduğumu unutuyordum ben. Vatan hasreti var tamam, onun dışında insani şartlar daha iyi orda. Ziya Gökalp opera dinlemeye gitmiş düşünebiliyor musunuz? Biz burada televizyonda 20 kanal seyredebilecek miyiz, su akacak da yıkanabilecek miyiz, bilgisayardan haftada iki saat yararlanabilecek miyiz derdindeyiz. Bir devlet sadece hukuku sağlamak için vardır. Başka her şey devletsiz yapılabilir, savaş da devletsiz yapılabilir, sağlık hizmetleri de. Organize olursunuz halk olarak. Ama devletin varlığının sebebi hukuktur, eşitliği ve adaleti sağlamaktır. Adaletin bittiği yerde devlet bitmiştir. Sonra herkes kendi hak ve hukukunu, hesabını görmeye başlarsa o ülkede iç savaş
çıkar, kaos çıkar. Hukuka sahip çıkmadığınızda herkes bu zulmü yaşar. Vatanınızı kaybettikten sonra başka bir şeyin anlamı, değeri kalır mı? Atatürk’ün en çok işaret ettiği şeydir; bağımsız yargı ve hukuk. Bu anlamda üşürüz, titreriz, donarız, bunlar az bile kalır. Gerçek demokrasi ve hukuka kavuşmanın kavgasını hepimiz vermeliyiz, canımızın yanmasını beklememeliyiz. Anı türündeki kitabınız “Vatan Yahut Silivri” nin yayımlanmasıyla Silivri Kitaplığı’na bir kitap daha eklenmiş oluyor. Tarihsel süreç, yaşananlar bize ve edebiyata değerler sunuyor. Ne düşünüyorsunuz? Tuncay Özkan yazdı, Doğu Perinçek yazdı, Mustafa Balbay yazdı ve şimdi de siz yazdınız. Daha büyür mü bu kitaplık? Büyümemesini diliyoruz tabi. İnşallah bir an önce herkes çıkar. Askerler de yazdı, sadece Silivri değil, Hasdal Kitaplığı da oluştu galiba. Ama Türkiye gerçekten yüzyıl sonra bir kez daha tarihi bir kavşağa geldi. Bu kavşağın en canlı tanığı bu Silivri Kitaplığı dediğiniz olacak. Dilerim o kitaplarla sınırlı kalsın. Ben cezaevindeyken benim adıma açılan Facebook sayfasına sanırım 194 makale yazmışım. O arada o makalelerin bir kısmını “Yılanın Kış Güneşi” isimli kitapta topladım ve bir sene önce o kitap çıktı. Kitabın sonunda dedim ki: Bizi İttihat Terakkicilikle suçlayan güçler, İttihat Terakki’nin akibetine uğrar gibi tam gaz üçüncü paylaşım savaşına gidiyorlar. Ben bunları birileri okusun diye yazmıyorum, ben tarihe not düşmek istiyorum. Dilerim ileriki nesiller bunları, tedbir almak için, uyanık kalmak için okurlar. Bunlar tarihe düşülmüş notlardır. Nasıl ki ben Malta Sürgünleri’nin yazdıklarını okuma gereği duydum, ileride de bizim yazdıklarımız okunacak.
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
15
Emperyalizme karşı mücadelenin güncelliği ve Doğu sorunu Kapitalizmin savunucusu Weber’le kar t Marx aras nda iki modern s n f n, burjuvazi ile proletaryan n kuramsal düzeyde çarp mas , Do u’nun tan mlanmas nda, tam da Hegelci anlamda bir üçüncü seçenekte bulu uyor: Bat kapitalizmi, küreselle mesinin önündeki Do u engelini y karak ilerlemenin de önünü açmal d r SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com
Karl Marx
Max Weber
Geçtiğimiz haftalarda Kemal Tahir üstüne yazdıklarımız kimi arkadaşların konuyu başka tarihçi ve toplumbilimcilere açma önerisini getirdi. Doğrusu bu, başta “Marx ve Weber’de Doğu Toplumları” (Dr. Lütfi Sonar, Ayrıntı Y., 2012) kitabı olmak üzere, kimi kitaplarda takıldığım noktalar üstüne bendeki yazma eğilimini depreştirdi. Emperyalizmin küresel saldırılarının Ortadoğu’da her koldan yoğunlaştığı bir süreçte Doğu sorununu güncel olduğu kadar tarihsel bağlamda irdeleme olanağı da doğuyor böylece. Lütfi Sonar, Marx ve Weber’i karşılaştırmalı olarak inceleme gerekçesini iki noktaya dayandırıyor: Önce, “Her ikisinin de temel amacı modern kapitalizmin doğuşu ve gelişimi etrafında modern toplumun yapısı ve işleyişini çözümlemektir”. Dünyayı Batı merkezli kavrama çabaları her ne kadar karşıt yaklaşım ilkeleri ve sonuçlar içeriyorsa da, belirtilen “Bu amaç çerçevesinde Doğu toplumları çözümlemesi her ikisinde de önemli bir konumdadır” (s. 7-8). Modern toplumbilimin kuruluşunda en temel katkıları sağlayan bu iki karşıt kuramcının, Doğu’yu ele alırken olduğu kadar, varılan sonuçlarda da ortak yönelimler taşımasının Batı’da 80 yıldır tartışılmasından yola çıkan Sonar, çalışmasında çarpıcı sonuçlar üretiyor. Kapitalizmin savunucusu Weber’le karşıtı Marx arasında iki modern sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın kuramsal düzeyde çarpışması, Doğu’nun tanımlanmasında, tam da Hegelci anlamda bir üçüncü seçenekte buluşuyor: Batı kapitalizmi, küreselleşmesinin önündeki Doğu engelini yıkarak ilerlemenin de önünü açmalıdır! Kitabının Giriş’inde Marx - Weber karşıtlığı tartışmasının arka planını Löwith’le başlayarak Robertson, Parsons, Fischoff, Salomon, Gerth, Mills, Merton, Lukacs, Korsch, Althusser, Mommsen, Mitzman, Hughes, Aron, Zeitlin, Freund, Mayer, Antonio, Collins, Nelson, Giddens,Wallerstein, Lichteim, Mandel, Witfogel, Goody, Bottomore, Nisbet, Turner gibi tarihçi, sosyolog, filozof ve iktisat kuram-
cılarının 1930’lardan günümüze yer yer birbirini izleyen çalışmalarıyla veren Sonar (7-24); “Sosyolojik Düşüncede Doğu” başlıklı bölümde Bernier gibi şarkiyatçıların yanı sıra Montesqieu, Condorcet, A. Smith, Ferguson, Hegel, Saint-Simon ve Comte’un düşüncelerini özetleyerek (25-45), “Karl Marx’ta Doğu Toplumları” başlıklı üçüncü bölümde (s. 46-117) Marx’ın yaklaşımını, “Max Weber’de Doğu Toplumları” başlığı altında (s. 118-230) Weber’in düşüncelerini ayrıntılı olarak tartıştıktan sonra, Karşılaştırma (s. 231-246) ve Sonuç (247-251) bölümlerinde ikisinin ayrılan ve örtüşen yönlerini ortaya koyar. Yöntembilimsel bakımdan oldukça titiz davranan Sonar, görüldüğü kadarıyla, içerik yönünden de tartışmanın hiçbir yönünü atlamaksızın kapsamlı bir çalışma gerçekleştirir.
DO U TOPLUMLARI TAR HSEL LERLEMEN N DI INDA MI? Her iki düşünürün de “Doğu toplumlarına dair çözümlemelerini modern toplumları anlamlandırma” çabasının “bir parçası” olarak gören Lütfi Sonar, Marx’ı incelerken onun hemen bütün yapıtlarında ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) üstüne saptamalarına ve Marksistlerin bu konudaki tartışmalarına yaslanarak şu çıkarsamada bulunur: Marx, gerek modern toplumu (kapitalizmi) açıklamada, gerekse o günün Avrupa’sının güncel sorunlarını değerlendirmede “Doğu toplumlarını araçsal biçimde” kullanır (s. 53). Bu noktada o, Hegel’in “bir şeyin gerçek anlamda ancak karşıtı tanımlanarak” gösterilebileceği düşüncesinden hareket eder (s. 55). New York Daily Tribune’de yayımlanmış yazılardan oluşan “Doğu Sorunu [Türkiye]” (Marx ve Engels, çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Y., Mart 1977) kitabı da bu görüşü doğrular niteliktedir. Marx, gözlemleri sırasında Doğu toplumlarının durağanlık, dahası değişmezlik içeren yapısal bütünlük taşıdığını fark eder. Bu yapının temel özelliği, kapalı ekonomide kendine yeter üretimle sınırlı toplumun artıdeğerine vergi/rant ile devletin el koyması, böylece değişme olasılığının bir de devlet denetimi ve zoruyla engellenmesidir. Böylece, buradaki “aşkın devlet” belirlemesi, Doğu toplumları söz konusu olduğunda Marx’ın kendi kuramının temel
argümanını, “altyapının üstyapıyı belirleme” yeteneğini tersine döndürmesiyle, bir üstyapı kurumu olan devletin ekonomiyi biçimlendirmesiyle sonuçlanmaktadır (s. 67). Melotti’ye dayanarak vardığı bu yargıyla Sonar, Marksizmin evrensellik savının bizzat Marx tarafından çürütülmeye yüz tuttuğunu öne sürmüş olmaktadır. Gerçek şu ki, ATÜT konusunda gerek Marx’ın kendi belirlemeleri, gerekse başta Lenin ve Plehanov olmak üzere birçok Marksistin değerlendirmelerinde ekonomi öncelik taşır (Asya Tipi Üretim Tarzı, çev.: İrvem Keskinoğlu, Ant Y. 1970). Temel üretim aracı olan toprak üzerinde üretimin binyıllardır öküz ve karasabanla yapılıyor olması, artıdeğerin yeni üretim araçlarının geliştirilmesine elverecek büyüklükten yoksun oluşu, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin sınırlı kalışına yol açmış, bu da üretimdeki alışkanlıkların toplumsal alışkanlıklarla büsbütün katılaşması sonucunu vermiştir. Din ve devletin örtüşük bütünselliği, üretim yaşamındaki değişmezlikle bir kilit oluşturarak üretici güçlerin gelişimini engellemiştir. Doğu’da din, devlet ve ekonominin tarih içinde birbirine geçerek çakışık yapılanması durağanlığın temel nedenidir. Nitekim döngüselliği aşamayan ve yönetim değişikliğinin ötesine geçemeyen Doğu’nun bu gerçekliği İbni Haldun’ca da saptanmıştır: Uygarlıklar; doğar, büyür ve ölür; dönüşüp ilerleme yoktur. Son çalışmalar, Sümerlerden beri süregelen çakışık yapının temel olarak İslâmiyet’e de yansıyıp korunduğunu göstermektedir. Zaten tanrı, devlet ve mülkiyetin Sultan’da tekleşmesi, yazarın çizelgesinde de (s. 89) apaçık bellidir. Marksist çerçeveden bakıldığında, altyapı ve üstyapı arasındaki diyalektiğin bu yapılarda birbirine sıkı bağımlılığı pekiştirerek sürdüğü ve birbirine değişim için hiç de kolay izin vermediği ise gerçeğin bir başka yönüdür. Bu değişimin gerçekleşmesi ve daha sonra şu ya da bu ölçüde hızlanması ise dış etkenlerle olanaklıdır. Çağımızda Doğu’nun değişimini kapitalizm sağlıyor. Marx ve Engels’e göre, kapitalizmin azgelişmiş toplumsal yapılardaki yıkımı tarihsel ilerlemenin zorunlu sonucudur (s. 106111). Bununla birlikte, Sonar’ın da anımsattığı gibi (s. 62), Paris Komünü sonrasında devrim dalgasının Batı’dan Doğu’ya kaymakta olduğunu düşün-
meye başlayan Marx, Rusya’yı dikkatle incelemeye yönelir. ATÜT’ten çıkış konusunda bir dış etken olarak sosyalizmin önemine ve yapıcı rolüne değinir; özellikle köy topluluklarındaki komünal mülkiyetin modern sosyalizm için bir temel oluşturabileceğini varsayar, bunu da Kapital’in Rusça basımına Önsöz’de vurgular. Ne ki Marx’ın bu vargısını şaşırtıcı biçimde kendisini inkâra vardığını düşünenler yok değildir. Çünkü böylece Marx tarihsel ilerlemenin tek çizgili olduğu düşüncesini aşmakla kalmıyor, “Doğu’da toprağın özel mülkiyetinin en güçlü arzu olduğu” yönündeki eski vargısını da terk ediyordu.
MAX WEBER’DE DO U VE D N Sonar, kitabında Weber’in düşüncesini daha kapsamlı ele alarak, meseleyi kültürel gelişme ve uygarlık aşamaları düzeyinde tartıştığını, tarihsel ilerlemeyi “akılcılaşma” süreci olarak tanımladığını gösterir (s. 132). Weber’e göre İslâmiyet’in akılcılaşmayı engelleyen bir din oluşu, toplumsal ve siyasi yapıları biçimleyerek toplumu durağanlığa hapsetmesi gerçeğinin altını çizer. Her ne kadar (daha sonraki bir yazıda ele almayı düşündüğümüz, “Türk Weber’i” olarak adlandırılan) Sabri F. Ülgener, toplumbilim okulu olarak onun yöntemini izliyorsa da, İslâmiyet’i tutuculuğun kaynağı olarak gösterdiği için üstadı Weber’i ağır eleştiriye uğratır (s. 135-137). Weber, Doğu’da hukuk kurallarının bulunmadığını belirtir, “kadı adaleti”nin kişisel takdir yönünün ağır bastığını vurgular, Doğu’da mülkiyetin güvencesiz olduğunu, mülkiyetin İslâmi vakıflarda hareketsizliğe ve geriliğe yol açtığını öne sürer. Toplumsal alışkanlıkları geleneksel eylemci tutumun belirlemesinden ötürü akılcı ve yaratıcı eylemin ortaya çıkıp gelişemediğini savunan Weber, Marx’a karşıt bir yaklaşım açısıyla ele aldığı halde, Doğu toplumlarının durağanlığı konusunda aynı sonuca varır. Lütfi Sonar, bu çok önemli çalışmasıyla, yalnızca Marx ve Weber karşıtlığı üstüne okuru bilgilendirmekle kalmıyor, yaratıcı girişimiyle, küresel kapitalizmin saldırganlığının tarihsel temellerini ve Batı karşısında Doğu toplumlarının konumunu tartışmanın güncelliğini anımsatıyor, emperyalizme karşı mücadelenin ertelenemez, dahası ivedi oluşu üstüne Marksistleri yeniden düşünmeye kışkırtıyor.
16
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Fırtınayla borayla denenmiş şair: Nihat Behram Nihat Behram’ n ad lise y llar m zda belle imizde yer etti. 1970’li y llar n ikinci yar s nda özellikle “Dara ac nda Üç Fidan”, “Ser Verip S r Vermeyen Yi it” anlat lar yla kalbimize devrimin s cakl n üfürürken devrimci ahlak m z n ekillenmesinde de büyük pay sahibi oldu... Bütün bunlar n yan nda onun asli kimli i airli idir. CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2005 yılında çıkarttığı “Orta Öğretim Türk Edebiyatı Dersi Öğretim Programı”nın 2011 yılındaki yeniden düzenlenmiş şeklinin “12. Sınıf Türk Edebiyatı” bölümünde “İkinci Yeni Sonrası Toplumcu Şiir (1960-1980)” başlığı yer almaktadır. Bu başlığın altındaysa ders kitabı yazarları için şu yönlendirici bilgiler verilir: “1960 sonrasında kendilerini toplumcu olarak nitelendiren İsmet Özel, Süreyya Berfe, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Refik Durbaş gibi şairlerin eserlerinden metinler seçilir.” Ülkemizdeki gelmiş geçmiş iktidarların kültür ve edebiyat alanındaki tutumları düşünüldüğünde tabii ki bu durum sevindiricidir. Edebiyat programındaki açılımı mevcut iktidar kendi demokratik tavrının bir göstergesi olarak sunsa da meselenin aslı edebiyatçılarımızın görmezden gelinemez, reddedilemez nitelikleri ve edebiyat tarihinin kronolojik akışıyla ilgilidir. Ayrıca toplumsal evrimin payını da görmezden gelemeyiz. Programda yer verilen Nihat Behram, adı lise yıllarımızda belleğimize düşmüş bir şairdir. 1970’li yılların ikinci yarısında özellikle “Darağacında Üç Fidan”, “Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit” anlatılarıyla kalbimize devrimin sıcaklığını üfürürken devrimci ahlakımızın şekillenmesinde de büyük pay sahibi oldu. Nihat Behram’ın ilk şiir kitabı 1972’de yayımlanıyor. “Hayatımız Üstüne Şiirler” yayımlanmasıyla birlikte yasaklanıyor ve şairi de askeri cezaevine tıkılıyor. Behram iki yıllık tutukluluktan sonra yarım kalan yüksek öğrenimini tamamlıyor ve 1975’te Vatan gazetesinde gazeteciliğe başlıyor. İlk kitabının yayımlandığı 1972’den 2012’ye dek kalemi elinden bırakmayan Nihat Behram’ın şiir başta olmak üzere anlatı, roman, makale, deneme, söyleşi, antoloji, çeviri gibi edebiyatın birçok alanında eseri bulunuyor. Eserlerinin toplam sayısı yirmiyi geçiyor. Fakat onun edebiyat üretimi kitaplarıyla sınırlı değildir. Türk edebiyatına damga vurmuş “Halkın
Dostları”, “Militan” ve “Güney” dergilerinin hayat bulmasında da etkin rol oynadığını biliyoruz. Bütün bunların yanında onun asli kimliği şairliğidir. Samimi his, duygulu anlatım, inançlı duruş ve feda edilmeyen estetik… Nihat Behram şiirinin mimarisi işte bu dört sütun üzerinde yükselir. Onun şiirinin eşiğinden adım attığınızda sizi ilk karşılayan sınıf çelişkisinin uğuldayan soluğu olur. Sınıf çelişkisi, işçi sınıfı ve burjuvaziye indirgenmiş bir darlıktan değil, halk olmakla halkı sömüren ve ona hükmeden olmak biçimindeki tezatlar tablosundan sunulur. Bu bütünlüklü tablo çarpıcılığıyla belleğinize kazındığı gibi dokunaklı görüntüsüyle de içinizi sızlatır. Nihat Behram’ın şiirini mimari bir yapıyla eş tutarsak bu yapının dış duvarları bin bir çiçeğin renkleri ve kuş seslerinin resimleriyle bezenmiştir. Kemerlerinde ve benzer muhtelif nişlerinde halk deyişlerinin hat sanatının inceliğiyle işlenmiş sureti görülür. İç mekânlarda ise devrim ülküsünün telaşlı, hırçın, huysuz çırpınışlarının yankıları ve yansımaları bütün benliğinizi sarıp sarmalar. Şehirler ve fabrikalar olduğu kadar köyler ve tarlalar da onun şiirinde yer alır. Sokakların ve caddelerin tasviri gibi kırsalın, kırların tasviri de canlı ve realisttir. Realizmin incelikle, telaşlı, heyecan verici bir dille yansıtılmasında ise Nihat Behram tamamen kendine özgü ve tektir. O duygulu, lirik bir anlatımdan olduğu kadar söylev tekniğinden, ajite söylemden, slogan dilinin imkânlarından da gereğince yararlanmasını bilmiştir. Bütün bunların sonucunda yalın, anlaşılır, heyecan verici olduğu kadar okuyucu da estetik bir yaşantı da oluşturan seçkin bir şiir kurmuştur. Enstrümanları yerli yerinde kullanılmış bir orkestrayı andıran bu şiir okuyucunun içini sızlatmakla kalmaz, aynı zamanda öfkesini de biler; vicdanını harekete geçirir. Gerçekte toplumcu gerçekçi, devrimci bir şiirin sahip olması
Nihat Behram gereken özellikler de bunlar değil midir? Bu bakımdan onun şiiri devrimci şiirin sembolü ve ölçütlerinden biri olmayı hak etmiştir. Nihat Behram’ın şiiri, devrim özleminin, devrimci mücadelenin susmayan sesi olduğu için şairimiz, 12 Eylül döneminde Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkarılır. Bundan sonrası 17 yıllık sürgünlük hayatıdır. Sürgünlük yıllarının ilk ürünü “Savrulmuş Bir Ömrün Günlerinden” olmalıdır. Bu kitaptaki şiirlerin altında değişik şehirlerin ve ülkelerin adları bulunuyor: 1980-Zürih, 1980-Sevilla, 1981-Milano, 1981-Paris, 1981Cenevre, 1981-Atina, 1981-Luzern, 1982- Kalküta, 1982- Bombay, Kıbrıs ve İtalya… Şair, 1980 yılında ve Türkiye’de iken yazdığı “Gün Oldu… Yine Bir Şiir” şiirini sanki bu günleri öngörerek yazmıştır: “Ne ben uslandım o savurgan aşklardan ne de acılar bağrımı dişlemekten usandı.. Minicik bir sevinç uğruna bile nice ezgin duygular yaşadım oysa.. Sabahları kalbimde palazlanan heyecan nice bıçkın, nice hırçın arzular olarak uğuldadı; sardım, sarındım en narin sıcaklıkları.. Gün oldu sarsılıp yaralandım.. Yine de ne ben uslandım o savurgan
aşklardan ne de acılar bağrımı dişlemekten usandı.”(Irmak Boylarında Turaç Seslerinde) Nihat Behram on yedi yıllık sürgünlük hayatından 1997 yılında döndü. Toplumsal mücadele içindeki yerini aldı. Dönüşünden sonraki Türkiye ortamının değerler değişimini “Şiir bitti!” sözüyle imgelese de bunu ironik biçimde yine şiir aracılığıyla yaptı. “Ayaklanmaya Çağrı” adlı işte o şiirden bir bölüm: “Şiir bitti! Tozlandı hançeresi sezginin Susan da ikiyüzlü konuşan da İhanetin sinmediği giz unutuldu Yalan doruklarda çığırtkan … Şiir bitti! Dindi rüzgârı tükenmez gücün Ağıtlar yetim, türküler öksüz Zalim yaradana pervasız, mazlum ölümüne çaresiz.. Şiir bitti! Soğudu tez canlı yüreğin yanardağı Ne dövüşün külhanı kaldı ne sevişmenin Suskunluk kanıksandı, kabalık azgın Ne Dadal’a sadık halk ne Karacaoğlan’a Sokakta sabrın tiryakisi ruhsuz bir kalabalık.. Tek umut ki- yaşam bitti demeye varmıyor dilimO da çocukların sesi.. İsyan edin isyan edin isyan edin!
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
17
“MAH”INI YERDE BULAN ŞAİRLER… MEC T ÜNAL
Çağdan çağa, ozandan ozana özü hep aynı kalan imge Günümüzde, yolunu Yunus Emre’nin yoluna ba layan, “Yunus” veya “Emre”yi kendisine mahlas seçen halk ozan ve air yok. Ama bütün halk ozan ve airlerimizin kendilerini Yunus’un soyundan sayd klar na da ku ku yok MECİT ÜNAL “Ben Ay’ımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde? Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar.” Abdülbaki Gölpınarlı, “Yunus Emre-Hayatı ve Bütün Şiirleri” adlı kitabının önsözünde, ozanın bu beyitini anarak, onun, 13-14. yüzyıllarda “Anadolu’da kurulacak dinî-tasavvufî ve lâ dinî Türk halk edebiyatının tükenmez, bulunmaz coşkun ve tek kaynağı” olduğunu yazdıktan sonra “Yunuslar ve Yunus Emre’nin Yolunda Gidenler” ara başlığı altında, “Adettir”, diye devam ediyor; “bir büyüğün yetiştiği andan itibâren, onu büyük tanıyanlar, çocuklarına onun adını verirler ve bu, o kişinin büyüklüğüne gölge düşmedikçe sürer gider. O büyük, şairse, şairler, onun mahlasını almakla hem ona hürmet göstermiş olurlar, hem onun adından faydalanırlar, onun kemâline ulaşmaya çalışırlar; din bakımından da ululuğu varsa manevi feyzinden feyiz umarlar.” (Yunus Emre-Hayatı ve Bütün Şiirleri, Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, sf. 37-38). HALK EDEB YATIMIZDA EN ÇOK KULLANILAN MAHLAS Gerçekten de, halk edebiyatımızda, şiirlerini Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Aşık Ömer’in, Aşık Kerem’in, Karacaoğlan’ın mahlasını kullanarak tapşıran çok ozan vardır. Bu saptamayı “Abdal” mahlaslı ozanlar için de yapabiliriz. Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya, 2002’de Âşık Veysel Kültür Derneği’nin düzenlediği “Halk Kültürümüzde Sivas’ın Yeri Sempozyumu”nda sunduğu “Cönklerden Gün Işığına: Abdal Mahlaslı Halk Şairleri” başlıklı tebliğinde isim isim 29 Abdal saptamıştı. Sanırım, halk edebiyatımızda en çok kullanılan mahlas da Abdal’dır; yani, bedel ödeyen… YEN B R HALK R TÜRÜ: ZEMAH ER Geleneğin bugün de sürdüğünü gösteren bir örnek de var elimizde. Aslından bin yıl sonra “Zemahşerî” mahlasıyla dinî-tasavvufi şiirler söyleyen Tokatlı halk ozanı Osman Öztunç. Öztunç, mahlasını ad olarak verdiği, bir de, halk edebiyatımızda bugüne dek örneğine rastlanmayan bir halk şiir türü oluşturmuş: En az üç ve daha fazla şiirin kendi kalıplarını koruyarak bir araya getirildiği “ZeMahşer”! Asıl Zemahşerî ise, daha çok “Keşşaf” ve “Mukaddimet-ül-edeb” adlı ArapçaTürkçe sözlüğüyle tanınan 12. yüzyıl dil, edebiyat, tefsir ve kelamcılarından Ebû'l-Kâsım
Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî’dir. Zemahşerî, Harezm’de, Zemahşer kasabasında doğmuş, “Mukaddimetül-edeb”i, Arapça öğrenmek isteyenler için Harezm Türkçesiyle kaleme almış ve Harezm şahı Ebul-Muzaffer Atsız’a sunmuştur. Kısaca “Keşşâf” olarak tanınan Kur’an tefsiri ise, Zemahşerî’nin kitapta Mu’tezile mezhebine mensup bulunduğu ve bu mezhebi onaylayan, insanın, kendi eylemlerinin yaratıcısı olduğu, Allah’ın ahrette de insanlara görünmeyeceği türünden açıklamalar yaptığı için yoğun eleştirilere uğramış, aleyhinde pek çok şerh, haşiye, ta'lîka ve reddiye yazılmıştır. MOLLA KASIM’IN YOK ETT RLER “Ancak,” diyor Gölpınarlı, “şairlerin aynı mahlası almaları, asıl büyük olan şairin, sonradan divanını yazanları pek büyük bir yanlışa sevkeder. Dile, edâya dikkat etmeyen, şüpheyi nefyeden müstensih, divan tam olsun, öbür divanlardan daha mükemmel bir divan meydana gelsin gayretiyle aynı mahlası taşıyan şiirlerin hepsini, nerde bulursa alır, divanı aklınca tekmil eder.”(Age., sf. 38). Gölpınarlı, bu konuda örnekler de veriyor. Bunlardan biri, bir efsaneye dönüşmüş olarak varlığını sürdüre gelen “Molla Kasım”la ilgili olan, “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sigaya çeker bir Molla Kasım gelür” beyiti. Gölpınarlı, bu efsanenin, Yunus Emre’nin “İşbu vücut şehrine hem dem giresim gelür/İçindeki sultanın yüzün göresim gelür” matlalı şiirine nazire yazan Kasım adlı bir şairin şiirinden kaynaklandığını belirtiyor. Eski yazmalarda bulunmayan bu şiir Yunus’un sanılmış ve bu meşhur efsane uydurulmuştur. Ozanla ilgili bir başka efsane de, Said Emre’nin bir şiirindeki “Et ü deri göründüm geldim size göründüm” dizesinin “Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm” biçimine sokulmasıdır. Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın “Mesnevi”sine yönelik bir eleştirisi olarak yayılan bu efsane gibi hayatı ve şiirleri etrafında yaratılan başka birçok efsane daha vardır. HALK EDEB YATIMIZDAK YUNUS VE YUNUS’LAR Gölpınarlı, “Derviş Yunus”, “Aşık Yunus” mahlaslı şiirleri Yunus’un saymamak, dil ve üslup bakımından incelemek gerektiği görüşündedir. Bu şiirlerin, Yunus’un yolundan giden veya onun etkisindeki Said Emre, Eş-
refoğlu, Himmet, Muhyi, İsmail Emre, Şeyhoğlu Satu, Ummi Sinan, Niyâzî-i Mısrî, Sinan Ümmî gibi önemli şairlere ait olması, bir bakıma doğal karşılanması gereken bir durumdur. Hakkında türlü efsaneler yaratan halk muhayyilesinin Molla Kasım’ın “yok ettiği” şiirlerinin yerine başka şairlerin şiirlerini koyması, Yunus’un, birçok şairi kanatlarının altına alabilecek kadar büyük bir ozan oluşunun da bir sonucu sayılmalıdır! “MAH”INI YERDE BULAN A RLER Günümüzde, yolunu doğrudan Yunus Emre’nin yoluna bağlayan, “Yunus” veya “Emre”yi kendisine mahlas seçen halk ozanı ve şair yok. Ama bütün halk ozanı ve şairlerimizin kendilerini Yunus’un soyundan saydıklarına da kuşku yok. “boş ver yunus y/el bildiğini okusun serin bir delta sessizliğiyle yıka yüzünü dilin saydam düzleminde yakılan bir ateşten atlayıp, izlerine basa basa harflerin, bulmalısın özneyi”, diyen adaşı Yunus Yaşar’ın da onlardan biri olduğuna kuşku yok. Yunus Yaşar da tıpkı Yunus gibi, “mahını (ay) yerde gören”lerden. Zamanında işçi sınıfı içinde, onun sedikal örgütlerinde çalışmış emekçi bir şairdir. Hem de, hem şiirin hem hayatın emekçilerinden. Makine teknikeri. Gazeteci. Dergici. 1978’de DİSK’e bağlı Toprak ve Tarım İşçileri Sendikası’nın Antalya şube başkanı, daha sonra da Akdeniz bölge yöneticilerinden. Bu nedenle 12 Eylül’de tutuklanıp DİSK davasında yargılandı. Yunus Yaşar, 1969 yılından beri de edebiyatın içinde, Koca Yunus’un da aradığı “özne”yi arayanlardan. “Sana Bir Şiir Yazdım”, “Ekin Kokan Ellerin”, “Umut Yüklü Kağnılar”, “Beni Tanımalısın”, “Çok Sesli Ağıtlar”, “Aşkları da Yakarlarsa Bir Gün”, “Düşe Kurulu Zemberek”, “Suluboya Zamanlar”, “özne” arayışını sürdürdüğü şiir kitaplarından bazıları. “Suluboya Zamanlar”dan buraya ilk dörtlüğünü aktardığım şiirdeki arı duru söyleyişin Yunus Emre şiirinin soyundan gel-
mediğini kim söyleyebilir? Ya da aynı şiirden şu dizelerin?: “boş ver yunus, gözlerinde seyriyen uzakları sen yine yakın bil çiçeği burnunda bir kiraz dalından salıver içindeki yağmuru ‘bir milim daha boy atsın’ boynunu bükmüş çiçek Suyun tenine çizdiğin en güzel nakıştır ömür”. Yunus Yaşar gibi böyle çok şairi var Akdeniz’in, Antalya’nın. Torosların havasından olmalı, hepsinin de sesi kendine özgü, arıduru. Salih Mercanoğlu, Mesut Adnan, Şerif Erginbay, Hasan Şişli ve Şehname’yi 11’li heceyle –kendisi çeviri dese de aslında yeni bir örneğini yazan- Ahmet Turan Kul… Ben bu kitabın yazılış sürecini bilenlerdenim. Şiirlerin ilk örneklerini bizzat Hoca’nın sesinden dinledim, bilgisayar çıktılarından okudum. Ahmet Turan Kul’un “Efendim Dedi Fehmi Bey” ile “Zarf ile Mazruf ille Karanfil” adlı kitaplarından da daha önce Aydınlık Dergi’de söz etmiştim. Ancak, henüz Şehname üzerine yazmadım. ÇA DAN ÇA A, OZANDAN OZANA HEP AYNI MGE Sözün tam burasında “sözü fazla uzatıp özneyi unutma!” diye bir not düşmüşüm… Özne, evet! Çağdan çağa, ozandan ozana biçimi değişmekle birlikte özü aynı kalan, her ozanın kendi sesi, kendi soluğuyla aradığı o ortak imge: “şelaleden yelin savurduğu serin serpintiler gibi çıkmalısın önce saklandığın içinden acının dili ortaksa eğer, yakmalısın zamanı nerden gelip nereye gittiğini unutmalı ateş. “boş ver yunus, y/el bildiğini yazsın henüz varamadığın bir dizede uyuyor aşk ve şiir günün suskun yerinde ‘kaşınan bir yaradır’…” Yunus Yaşar’ın yayımlanan son kitabı, tutukluluk günlerini de anlattığı bir anı roman: “Fotoğraf Aralığından”.
K TAPDAN Gecekuşu Kornelius, Dezso Kosztolanyi, Pinhan Yayıncılık, Temmuz 2012 İstanbul; Bostan- Gülistan, Sadî Şirâzî, çev. Hicabi Kırlangıç, Kapı Yayınları, Haziran 2012 İstanbul; Zerdüşt’ün Sırrı, Osman Balcıgil, Destek Yayınevi, Temmuz 2012 İstanbul; Kerime, Bahadır Yenişehirlioğlu, Everest Yayınları, Ağustos 2012 İstanbul; Fotoğraf Aralığından, Yunus Yaşar, Gelişim Sanat Yayınları, Şubat 2012 Konya, Susulacak Zaman Mı, Taylan Özbay, İlkim Ozan Yayınları, Aralık 2011, Antalya; El-Mustafa Gül ve Diken, Turan Küçükkaya, Yayın B, 2010 İstanbul; Tapınak Duaları, S. Fehmi Katırcıoğlu, Ardıç Yayınları, Mayıs 2011 Ankara.
18
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Mesih Hitler
Kap daki Dü man
Aynadaki Zaman
Uyumsuz
Turgut Gürsan, Pegasus Yay nlar , 456 s.
Andrew Wheatcroft, Do an Kitap, Çev: Ne enur Domaniç, 364 s.
Cemil Kavukçu, Can Yay nlar , 96 s.
Veronica Roth, Artemis Yay nlar , Çev: U ur Mehter, 516 s.
Resmi kaynaklar Adolf Hitler’in savaşta mağlup olmasının kesinleşmesiyle intihar ederek öldüğünü yazmaktadır fakat bir iddia ölen kişinin Hitler olmadığıdır. CIA’nın öncüsü Amerikan İstihbarat örgütü OSS (Office of Strategic Services) ve FBI arşivlerinde Hitler’in önce İspanya’ya, ardından Arjantin’e kaçtığı belirtilmektedir. Bu iddiayı destekleyen çevreler Adolf Hitler’in “Son Taburu” ile birlikte kayıplara karıştığını söylemektedir. Aynı çevreler Hitler’in 1962 yılına kadar yaşadığını ve 73 yaşındayken Arjantin’de öldüğünü iddia etmektedir. Daha büyük bir iddia Şili’li yazar Miguel Serran’dan gelmiştir. Buna göre Adolf Hitler Hint tanrısı Vişnu’nun yeniden bedenlenmesi şeklinde Mesih olarak dünyaya gelmiştir.
Habsburglar ile Osmanlıların Avrupa mücaledesi... 1683’te Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg hanedanı 250 yıllık bir iktidar mücadelesinin doruk noktası olan Büyük Viyana Kuşatması’nda karşı karşıya geldi. İki taraf da ezeli düşmanlarına duydukları nefretle beslenen bir kararlılıkla ve Tanrı’nın izniyle zafer kazanacağından emindi. Viyana önlerinde Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanan, kıran kırana, müthiş bir mücadele yaşandı. Andrew Wheatcroft, Kapıdaki Düşman’da Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda tarihe karışacak bu iki imparatorluğun yüzyıllar boyu süren mücadelesini, Doğu Avrupa topraklarında, özellikle II. Viyana Kuşatması’nda doruğa ulaşacak kanlı çarpışmaları ustalıkla anlatıyor. Yazar, müthiş bir askeri tarih örneği sunmanın yanı sıra, bu süreçte oluşan Türk imgesini, bu imgenin siyasi koşullar altında dönüşümünü işliyor.
Edebiyatımızın usta öykücüsü Cemil Kavukçu, öyküseverlerin yakından tanıdığı ve tutkuyla izlediği kocaman bir öykü dünyası yarattı. Öykücülüğümüze, daha önce hiç ele alınmamış yepyeni tipler kattı. Taşralı genç erkeklerin dünyasını, olanca yalınlık ve gerçekliği ile anlatırken, insanın kendisi için yarattığı katı evreni tüm içtenliği ile tasvir etti. Aynadaki Zaman, yazarın, kendi öykü evrenini zenginleştirme kararının bir ürünü. Kavukçu bir yandan alıştığımız çevreleri; denizi, denizcileri, kasabayı, yapayalnız kent insanını ele alırken bir yandan da gerçekdışına, fanteziye, kelimenin tam anlamıyla “alacakaranlığa” yöneliyor bu kitabında. Okurların, gittikçe büyüyen ve zenginleşen bu olağanüstü öykü dünyasından nice hazlar derlemeleri dileğiyle...
Beatrice Prior’ın Chicago’sunda toplum, her biri belli bir erdemi yaşatmaya adanmış beş topluluğa bölünmüş durumda. Dürüstlük, Fedakarlık, Cesurluk, Dostluk ve Bilgelik. Her yıl, belli bir günde bütün on altı yaşındakiler, hayatlarının geri kalanında birlikte yaşayacakları grubu seçmek zorunda. Beatrice, hem ailesiyle kalmak, hem de kendi benliğini bulmak istiyor ama ikisini birden seçemez. Bu nedenle kendisi dahil, herkesi şaşırtan bir seçim yapıyor. Genç yazar Veronica Roth heyecanlı seçimler, kalp kıran ihanetler, kan donduran sonuçlar ve beklenmedik aşklarla dolu karanlık bir geleceği anlatan gerilim serisinin ilk kitabıyla edebiyat sahnesine çıkıyor!
Yok Edici
Mutlu Moskova
Son Koloni
Türkiye’nin Peynirleri
(William S. Burroughs, Ayr nt Yay nlar , 176 s.)
(Andrey Platonov, Metis Yay nlar , Çev: Günay Çetao K z l rmak, 128 s.)
(John Scalzi, thaki Yay nlar , Çev: Cihan Karamanc , 312 s.)
Dünyayı yaşanmaz bir hale getiren bütün iktidar odaklarına, ırkçılığa, vahşi kapitalizme, ataerkil hegemoniye acımasız bir şekilde saldırırken, anlatış şekliyle de sarsıcı ve aykırı bir dil yaratıyor. Amerika’nın vahşi tarihiyle, Kızılderililer’e, Vietnamlılar’a, siyahlara, eşcinsellere ve diğerlerine uygulanan şiddetle en korkusuzca yüzleşen Amerikalı yazarlardan biri olan Burroughs tarihi ve geleceği bir daha düşünmenizi sağlayacak. Uç noktaya taşığı durumlardan iğneleyici bir ironi ve absürdlüğe ulaşırken, sahihliği ile de insanın ruhuna dokunabilen bir roman bu. Ölüm, uyuşturucular, sinir gazı yüklü trenler, paranoid kurgular, fantastik savaş senaryoları, halüsinasyonlar, geçmişin vahşeti ve geleceğin bilimkurgu dünyası arasında dünyanın ahvalini önemseyen ama bunu bilmiş bir tonla ifade etmeyen “angaje” bir yazarın sesini duymak mümkün.
Roman küçük yaşta öksüz kalan Moskova Çestnova’nın etrafında dönüyor. Hayatı keşfetmeye çalışan, içi içine sığmayan Moskova meslekten mesleğe ve bir romantik ilişkiden diğerine geçerken hem değişik tecrübeler yaşıyor hem de ilginç karakterlerle karşılaşıyor. Moskova’nın yaşadıkları ve tanıştığı kişiler üzerinden, insan ruhunu amansız bir savaş meydanına çeviren karşıt güçleri de ustalıkla betimliyor Platonov: Birilerine, bir şeylere bağlanma ihtiyacı ve bu bağlılıktan duyulan korku, mantık ve duygular; toplumsal benlik ve bireysel benlik, bir şeyler yapma arzusu ve bu arzuyu öldüren nafilelik hissi... “Mutlu Moskova” Stalin dönemindeki idealist propagandalara karşılık toplumsal gerçekliği gözler önüne seren, insana dair ebedi ve ezeli meseleleri kurcalayarak varoluşu sorgulayan, her cümlesi yazarın özgün zihninin ve kaleminin damgasını taşıyan bir roman.
John Perry şiddet dolu bir evrende nihayet huzura kavuşmuş olup insanlığın pek çok kolonisinden birinde eşi ve kızıyla beraber yaşamaktadır. Güzel bir yaşantısı olmasına rağmen daima bir şeyin eksikliğini çekmektedir. John ile Jane’den yeni bir koloni dünyasını yönetmeleri istendiğinde John evreni bir kez daha keşfetme fırsatına balıklama dalar. Fakat Perry kısa zamanda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenir. O ve yeni kolonisi, insanlığın Koloni Birliği ile tüm insan yayılımına yasak getirmiş durdurulamaz bir uzaylı ittifakı arasında oynanan bir savaş ve diplomasi oyunundaki birer piyondan ibarettir. Uzayda bu çekişme yaşanırken Perry de ölümcül sırlarını henüz belli etmemiş bir gezegendeki korku dolu kolonicilerini hem tanıdık hem de yabancı tehlikelere karşı korumaya çalışır.
Sharon Croxford, nk lap Yay nlar , Çev: Didem Gürcan, 128 s. Dünyanın en büyük süt üreticilerinden biri olan Türkiye’nin, peynir dünyasına sunacak çok şeyi var. Oysa yüzlerce çeşit Türk peynirinin birçoğu Anadolu’nun kırsal mutfaklarında gizli kaldı... Türkiye’nin Peynirleri bilinen ve bilinmeyen Türk peynirlerini geleneksel üretim yöntemleriyle birlikte bölge bölge anlatarak, peynirin Türk ve dünya yemek kültürü içindeki yeri ve tarihi hakkında ilgi çekici bilgiler sunuyor. Peynir yapımına dair otantik hikâyeler, yemek tarifleri, kaliteli peynirin ayırt edilmesi ve satın alınması gibi renkli konular bu peynir yolculuğunu sizin için daha da keyifli kılacak...
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
19
Mayi K ta skenderiye
Köle Gemisi - nsanl k Tarihinde Bir Yolculuk
Hayat mdan ki Y ld z Kayd
Virgin River
Nicholas Woodsworth, Everest Yay nlar , Çev: Asl Mertan, 150s.
Marcus Rediker, Alfa Yay nlar , Çev: Dilek endil, 476 s.
Fehime Özel, Sokak Kitaplar Yay nlar , 384 s.
(Robyn Carr, Çev: Asl A ca, Epsilon Yay nlar , 392 s.)
Nicholas Wocdsworth’ün Akdeniz üçlemesi Çarklı bir “şehir rehberi” vaat ediyor: Şehrin geçmişini, gündelik hayatın akıp giden temposunda arayan bir seyyahın gezi notları, bakıp geçenden ziyade, durup içine çeken bir anlatım... Kıyıda köşede saklı kalmış bir esnaf lokantası, lokantanın gide gele ahbap olunan garsonu, kalabalık bir kahvede otururken gözünüze takılan manzaralar, bir zamanlar şehrin en ünlü yazarının yaşadığı oysa şimdilerde yıkılmaya terk edilmiş evin içler acısı hali. Mayi Kıta, bir Akdenizliye yaraşır samimiyette, şehri gezerken yanında rehber kitap değil, bir dost sohbeti olsun isteyenlere... Mayi Kıta, Bir Akdeniz Üçlemesinde ilk durak; İskenderiye... yolculuk, Venedik ile devam edip İstanbul’da son bulacak.
15. yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın sonu arasında yaklaşık 400 yıl süren Atlantik köle ticaretinde 12,4 milyon insan köle gemilerine yüklenip Atlantik üzerinden, binlerce kilometreye yayılmış yüzlerce teslim noktasına taşındı. Dehşet yolu boyunca 1,8 milyon insan ölmüş, cesetleri güverteden aşağı boca edilerek gemilerin peşinden ayrılmayan köpekbalıklarına yem olmuştu. Sağ kalan 10,6 milyon kölenin çoğu katil plantasyon düzeninin vahşi ortamına atıldı, orada akla hayale sığmayan her türlü direnişi göstermeyi öğreneceklerdi. Atlantik köle ticaretinin hikâyesi çoğunlukla plantasyonlar üzerinden anlatılmıştır. Bu vahşi sisteme katılıncaya kadar olanlar çok az bilinir. Bu kitapta okuyacaklarınız yeni bir köle ticareti tarihi. Konuya farklı bir bakış açısından, köle gemisinin güvertesinden bakan bir anlatı.
Selen için evimizin büyük olması bir avantaj olmuştu. Zamanla tekerlekli sandalyesini kendisi rahatlıkla kullanmaya başladı. Yukarı kattaki odasına çıkamamak üzüyordu kızımı. Bir gün bana “Yukarıya çıkmam için yardım eder misin?” diye sordu. Bir anda nasıl yardım edebileceğimi düşünemediğim için şaşırmıştım. Bana dönerek, “anne ben yukarıya popobüsle çıkacağım. Sen de dizlerimden tutarak bana destek ver. Merdivenlerden yuvarlanma riskini ortadan kaldırmış olursun.” dediği zaman bir kez daha hayran olmuştum canım kızıma ve kıvrak zekâsına. Tekerlekli sandalyesinden kaldırarak merdivenlerin ilk basamağına oturttum. Ellerini arkasında bulunan bir üst basamağa dayayarak, ellerinden aldığı güçle ve benim, dizlerinden tutarak verdiğim destekle ikinci basamağa oturdu. Basamakları bu yöntemle çıkarak bitirdiği zaman yukarıdaydık.
Altı yüz nüfuslu Virgin River kasabasında çalışacak bir ebe/uzman hemşire aranıyor. Kaliforniya’nın ulu ağaçları ve ışıl ışıl ırmakları arasında bir fark yaratmak istemez miydiniz? Hem de kulübenize kira ödemeden? Kısa bir süre önce eşini kaybetmiş olan Melinda Monroe bu ilanı görür ve Virgin River adındaki bu uzak dağ kasabasının, yaşadığı gönül yarasından kaçmak ve çok sevdiği hemşirelik mesleğine yeniden tutkuyla bağlanmak için mükemmel bir yer olabileceğine karar verir. Fakat kasabaya ulaştıktan sonra bir saat içerisinde bütün umutları yıkılır: Vadedilen kulübe çöplükten farksızdır, yollar korkunçtur, kasaba doktoru da yanında bir hemşire istememektedir. Çok büyük bir hata yaptığını fark eden Mel, ertesi sabah kasabadan ayrılmaya karar verir. Fakat doktorun ön verandasına terk edilen minik bir bebek bütün planlarını değiştirir...
Annem Bir Robot Do urdu
Muhafazakarl a Kar Feminizm
Talmud ve Hadis Kar la t rmal Bir Ara t rma
9 Eylül’de zmir’e Bayrak Çeken Kahramanlar
Melida Tüzüno lu, April Yay nlar ,192
(Handan Koç, Destek Yay nlar , 176 s.)
(Mehmet Sait Toprak, Kabalc Yay nevi, 543 s.)
(Ya ar Aksoy, Etki Yay nlar , 104 s.)
İncecik ipekli bir gömleğin üstünde sivrisineklerden bir desen. Hava cehennem kadar sıcak. Karşıdaki dijital tabloda “46 derece vardır” yazıyor, yanında kırmızı rujlu sarışın bir kadın gülümsüyor. Plastik yüzü, kolajen dolguları iyice şişmiş, elastik bir uçan balon gibi olmuş. Zor anlar yaşıyordur eminim. Küçücük burun delikleriyle alsa alsa üç gram oksijen alır. Başka bir şeye bakmak istiyorum ısrarla. Sıcaktan kirpik diplerimde buhar biriktirip kulaklarımdan çıkarıyorum. Trafik,sıcağı belki 50 derece hissettiriyor. Hiç bilmediğim bir yerdeyim, değişik insanlar, dar bozuk sokaklar. Giderek eriyorum, zayıflıyorum, sanki kemiklerimle kendi suyumda kaynıyorum. Zamansız, gerçeküstü imgelerle örülü öyküler. Öykülerin asıl mekanı, dil. Karakterler dilin verdiği coşkuyla evriliyor; kurgu, akışa göre yön değiştiriyor.
2004 yılında Yalçın Akdoğan tarafından kaleme alınan AK Parti’nin “yeni muhafazakârlık” başlıklı politik manifestosunda “Çizgimiz muhafazakârlığın genlerine ve tarihi kodlarına uygun bir şekilde, siyaset yaptığı coğrafyanın toplumsal ve kültürel geleneklerine yaslanmaktır... Devrimci dönüşümlere karşı tedrici ve doğal sürecinde işleyen bir toplumsal dönüşümü savunuyoruz” diye yazılmıştı. “Geleneklere bağlılık ve doğal süreçlere güven...” Mahşerin bu iki atlısıyla feminist kadınların hesaplaşması yüzyıllardır sürüyor. Bu kitapta yeni muhafazakârlığa karşı yazılmış feminist yazılar yer alıyor. Reel İslamist bir düzen altında haklarını arayan İranlı kadınların “bir milyon imza” risalesini de ilk kez türkçe olarak bu kitapta bulacaksınız.
Bu kitapta, binlerce yıl nesilden nesile aktarılagelen, “sözlü” olarak rivayet edilmelerine karşın Yahudilik ve İslam’daki “Yazılı Kitap”ı insanlara daha anlaşılır ve yaşanılır kılan -metin değerlerinin kanoniklikleri tartışmalı olsa da- Yasa’nın ve Teoloji’nin en temel dayanağı olan iki kaynağı Yahudilerin Talmud’u ve Müslümaların Hadisleri, Teolog ve kadim diller uzmanı Mehmet Sait Toprak tarafından cesaretle ve büyük bir özgüvenle ele alınıyor. Yazar, Talmud ve Hadis etrafında örgülenen anlayışın arka planını metodolojik ve tarihsel bağlamıyla ve sözlü’den yazılı’ya aktarılması evreleriyle düşünülmesini önerirken aynı zamanda insanlık birikiminin bu muazzam kalıntılarının anlaşılmasına da giz(em)li bir kapı aralıyor aslında...
Halk kendi eliyle bayrağını yaptı ve astı. İşgal yıllarında İzmirli halkın elinde Türk bayrağı yoktu. Çünkü Yunan işgalcileri, tek tek Müslüman evlerini basıp arama yaptılar ve Türk bayraklarına el koydular. Bizim Güzelyalı’daki dede evimiz de bu talandan nasibini aldı. Sonra topladıkları Türk bayraklarını büyük tomarlar yapıp mahalle ortasında ateşe verdiler. Böylece halkın elinde bayrak kalmadı. Ancak 30 Ağustos Büyük Taaruz’dan galip çıkan Türk ordusu, hızla İzmir’e doğru yaklaşınca halk harekete geçti. Analar, kızlarının kırmızı eteklerini bozdular, kırmızı perdelerini aşağı indirdiler, kırmızı masa örtülerini kesip doğradılar. Bu kırmızı kumaşların ortasına beyaz patiskadan ay ve yıldız diktiler. Halk, kendi bayrağını, “halkın bayrağını” yapmış oldu.
20
7 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
İstanbul’da Soluksuz Bir Macera Pencerenize bembeyaz bir güvercin konacak ve sizi Ayasofya’dan Topkap Saray ’na, Sultanahmet’ten Adalar’a, Kapal çar ’dan Beyaz t’a, yüz elli y ll k bir maceraya götürecek
ÇOCUKLAR İÇİN
Özel Dedektif Saxby Smart - Y lan n Gözü ve Di er Dosyalar Saxby Smart’la birlikte üç esrarengiz olayı çözün: Paha biçilmez bir sanat eseri kaybolur, öldüğü sanılan ünlü bir dolandırıcı tekrar ortaya çıkar ve tuhaf bir radyo ödülü sahtekârlığı yaşanır. Bir öğrenci ve özel dedektif olan Saxby Smart, yine birbirinden karmaşık üç olayın peşinde. Yılanın Gözü, Aynadaki Yabancı, Penceredeki Hayalet adlı dosyalarda Saxby, birbirinden gizemli olayları çözerken sizlere de ipucu veriyor. Bakalım siz bu olayların yanıtlarını bulabilecek misiniz? “Kitabın içindeki olaylarda sizin de rolünüz var! Heyecanlı ve hızlı bir tempoyla yazılmış.” Liverpool Echo Eğlenmek ve heyecan yaşamak istiyorsanız işte size birbirinden ilginç dedektif öyküleri!
(Simon Cheshire, Alt n Çocuk, çev: Behçet lhan, 176 s.)
Pollyanna
İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Ne kadar okumayı sevsem de kalın kitap görünce gözüm korkar, çekinerek elime alırım. “Suç ve Ceza”, “Drina Köprüsü”, “Şibumi” gibi, bitirdikten sonra kendisine mutlu bir şekilde veda ettiğim kalın kitapların ardından bu korku giderek azalsa da, bitecek gibi görünmüyor. Ayla Hacıoğulları’nun “İztanbul – Madalyonun Laneti” adlı romanına da korkarak başladım ama sonuç yine pozitif. Ayla Hacıoğulları, 1975 doğumlu bir yazar ve bir anne. Hobi olarak sürdürdüğü yazarlığı, çocuklarından aldığı ilhamla profesyonel alana taşımış. 2003 yılında yazdığı “Yedi Gün Yedi Gece, İstanbul Bir Bilmece” adlı çocuk kitabı, 2010 yılında senaryolaştırılarak TRT’de dizi halinde yayınlanmış. Metin ve senaryo yazarlığı yapmaya devam eden Ayla Hacıoğulları, geçen yıl ikinci romanı olan “İztanbul” u yazmış. Kitabın başına Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” sinden bir alıntı eklemiş: “Konstantin ve Pozantin halkının gök ve yer afetlerinden korunmaları için her yetkin usta İstanbul’un yirmi yedi yüksek dağı üzere yirmi yedi rasad tılsım kurdular.” Ve şimdi tılsımlı İstanbul’un kaderi bir madalyona, madalyonun kaderi ise üç meraklı çocuğa bağlı… Kitap hakkında fikir sahibi olabilmeniz için genellikle konusunu kısaca anlatmayı tercih ediyorum, fakat bu kez konusunu anlatmayıp, sadece kitabın gerçekçi, akıcı ve tarihe inanılmaz bir yolculuk olduğunu söylemek istiyorum. Bir de çocukları Harry Potter’dan sıyırıp almak için çok iyi bir alternatif. Böyle değerli bir kitaba alternatif demenin yanlış olduğunu biliyorum, ancak Harry Potter serisi fantastik çocuk edebiyatını sırf satış rakamlarıyla ele geçirdiği için, kendi kitaplarımızı bu tür imparatorlara al-
ternatif olarak görüyoruz. Zaten “çocukları Harry Potter’dan kurtarmak” deyimi de her zaman olumlu tepki aldığım bir deyim değil. İçinde dostluğun, fedakarlığın örnekleri olduğunu ve kendilerine cesur olmayı öğrettiğini iddia eden çocuk okurlar ya da fantastik edebiyatta çığır açmasa bile kendi eserlerine, çizimlerine ilham kaynağı olduğunu iddia eden yetişkinler var. Doğrudur, hatta çocukların düşünsel yaratıcılıklarını geliştirdiği bile söylenebilir. Çocukları başka bir dünya olduğuna ve bu dünyada büyülerin, sihirlerin mümkün olduğuna inandırdığını düşünenlerden de değilim. Zaman zaman uçabileceğini zanneden çocuklara tanık olsak da. Bunların sık rastlanılmayan psikolojik vakaalar olduğunu farz edebiliriz, fakat tüm bunlara rağmen Harry Potter’ın ve liderlik ettiği tüm gerçekdışı kahramanların, çocuklarda gereksiz ve olumsuz bir bağımlılık yarattığını kabul etmemiz gerekiyor. Elimdeki kitap ise; size tarih, kültür, gerçek ve gizem dolu bir macera vaat ediyor. Pencerenize bembeyaz bir güvercin konacak ve sizi Ayasofya’dan Topkapı Sarayı’na, Sultanahmet’ten Adalar’a, Kapalıçarşı’dan Beyazıt’a, yüz elli yıllık bir yolculuğa çıkaracak. Çocuklarınız güvercinin kanatlarında uçarken, İstanbul'un meşhur tarihi yerlerinin bilinmedik yönlerini öğrenecek. Macera, sadece kocaman karanlık katedrallerde, ıssız köprülerde, yer altında değildir; macera, görkemli Kapalıçarşı’da, gizemli Ayasofya’da, “Süleyman’ın duasıyla ayakta duran şehir”de: İstanbul’dadır. İyi okumalar diliyoruz. (İztanbul - Madalyonun Laneti, Ayla Hacıoğulları, Yapı Kredi Yayınları, 435 s.)
Ailesini kaybedince huysuz, aksi teyzesinin yanına taşınan Pollyanna Whittier, yeni tanıştığı insanlara babasıyla oynadıkları “sevinme oyunu”nu öğreterek iyimserliğini herkese bulaştırmayı başarır. Sadece onu yanına alan aksi teyzesinin kabuğunu aşamaz. Pollyanna’nın, teyzesinin yıllar önce kırılmış kalbine ulaşıp onunla da sevinme oyunu oynayabilmek için acaba neler yapması gerekecektir? Her olay(Eleanor H. Porter, Yap da olumlu bir yön bulmayı bilen küçük PollKredi Yay nlar , çev: yanna’nın dillere destan iyimserliği, artık Ülkü Tamer, 288 s.) adıyla anılıyor. “Pollyannacılık”, şartlar ne olursa olsun sevinilecek bir şeyler bulabilmeyi anlatıyor. 1913’te yazıldığından beri büyük ilgi gören, defalarca filme çekilen, devam kitapları yazılan, Amerika’da kurulan “Sevinme Kulüpleri” ile günlük hayata karışan bu ölümsüz öyküyü Ülkü Tamer’in çevirisiyle sunuyoruz.
Buffy Vampir Avc s 6 - Geri Çekilme Avcılar iyice köşeye sıkışmış durumda. Buffy ve diğer avcı kızlar göz önünde olmamak için ellerinden geleni yapıyor. Alacakaranlık’ın dikkatli gözleri tüm dünyayı izlerken bu hiç de kolay değil. Faith ve Giles da avcıların yanına sığınıyor. Ve birlikte çok eski bir dostlarından, kurtadam Oz'dan yardım istiyorlar. Avcılar savaşlarını bu sefer kalabalık şehirlerin sokaklarında (Joss Whedon, NTV Yay nlar , çev: Çetin değil, Orta Asya’nın Soy, çizgi roman, 128 s.) göbeğinde veriyor...
Sakar Fareler Sahili Kar t r yor Hazar Akılbaş ve Sakar Fareler sahile gidiyorlar. Bu geziye Hazar ‘iş gezisi’ dese de, Sakar Fareler ‘tatil’ diyor. Acaba Hazar başarılı olup, sinirli patronunu memnun edebilecek mi? Kahramanlarımız konuşan eşek Şerbet'le arkadaş olabilecek mi? Tabii ki hayır! Bildiğiniz gibi Sakar Fareler ortalıktaysa hiçbir (Sorrel Anderson, Bankas Yay nlar , çev: Ay e Ba c , 220 s.) iş yolunda gitmez!
Aydınlık KİTAP
SAHAF
7 EYLÜL 2012 CUMA
21
Reşat Enis’in “Despot”u ERCAN DOLAPÇI Sosyalist gerçekçi eserler kaleme alan gazeteci Reşat Enis’in, “Despot” romanı 1957 yılında ilk baskısını yaptı. Yeni Türkiye’nin insanlarını ve onların sosyal durumunu romanlaştırmış. Roman’ın baş kahramanı köylü emekçisi ve daha sonra polis olan Fikret ile, köyün ağası Despot Davut Ağa’nın serüveni üzerinden Türkiye’nin fotoğrafını çıkarıyor!
KÖY ROMANI Roman köyde başlayıp şehirde bitiyor. Cumhuriyet’i kuran köylü Fikretler, zamanla çok şeyin değişmediğini görüyor. Ağalar yine ağa ve dospotluklarından da geri kalmamış! Romandaki Davut Ağa da işgal yıllarında düşmanla işbirliği yap-
mış, yalanla kendini “kahraman” göstermiş ve bir de madalya almış. Bunun itibarıyla daha sonra milletvekili olmuş. 1950’li yıllardaki yeni insan tipini taşıyor üzerinde. Milletvekili olur da boş durur mu? Haltlar karıştırıyor. Başta da uyuşturucu kaçakçılığı... Fikret köyde ağanın yanında karın tokluğuyla çalışırken işgale karşı savaşıyor ve memleketi kurtardıktan sonra, Nazım Hikmet’in dediği gibi “Savaştan sonra da Kartal’da bahçıvan!” Düzen bir anlamda aynı düzen. Ağanın yanında karın doymayınca Zonguldak’ta maden ocaklarında bulur kahramanımız. O yıllar ekonomik krizin derinleştiği yıllardır. Sonra da şehirdeki mücadelesini görüyoruz. Kahramanımız en son po-
lis oluyor ve suçluların peşinde. Yolları Davut Ağa’yla burada da kesişiyor. Fikret onu esrar kaçakçılığı yaparken yakalıyor. Kitap da burada bitiyor.
EDEB YATIMIZIN TEMEL TA I “Despot” yazın tarihimizde ayrı bir yeri olan Reşat Enis’in önemli eserlerinden birisi. 231 sayfalık kitap, Remzi Kitabevi tarafından basılmış. Bir solukta okunuyor ve sizi bir anlamda tarih yolculuğuna çıkarıyor. Reşat Enis 1909 yılında İstanbul Fatih’te doğar. Üniversite eğitiminden sonra Vakit, Haber, Cumhuriyet ve Yeni İstanbul gibi gazetelerde çalışır. Öğretmenlik de yapar bir ara. Anadolu’ya gider. Adana’da Bugün gazetesini yönetir. Dönüşü ise İstanbul olur. Tefrika romanlar yazar. Ünlü eserleri: “Ekmek Kavgamız”, “Ağlayan Duvar”, “Yolgeçen Hanı”, “Despot”, “Sarı İt”, “Kırmızı İt”.
Nazım Hikmet onun için “Türk edebiyatının temel taşı” der. 1970’lerden sonra ürün vermez. Bizim Emile Zolamız, Maksim Gorkimizdir bir anlamda. Üretken yazar Reşat Enis’i 10 Ocak 1984 günü kaybettik.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
HALİKARNAS KİTABEVİ / DENİZLİ
Tarih kokan kültürevi
BEHİYE YARAŞCI Halikarnas Kültür Evi tarihi içinde barındıran şirin yapısı ile kitapseverleri kucaklıyor. Denizli’nin en kalabalık yerlerinden Çınar Meydanı’nda bulunan kültür evi içerisinde kırtasiye, kitapçı, sahaf, çocuk kitapları ve oyuncaklarından oluşan bölümün yanı sıra iki katlı kafeteryası bulunmakta. Denizli de bir benzerinin daha bulunmadığı kültürevi beş kat içerisinde kitaptan dinlenme alanına birçok şeyi barındırıyor.
K TAPÇIDAN KÜLTÜREV NE Halikarnas Kitapevi 2002 yılında on metrekarelik küçük bir sahaf olarak olarak açıldı. Sahaf da küçük gelince 2007 yılında yeni bir kitabevi hem sahaf hem kitapçı olarak devam etti. Halikarnas Kültürevi sahibi Yusuf Ürem kültürevine geçiş sürecini şu sözlerle anlatıyor. “Küçük bir sahafla başladık,
ardından kitapçı. Denizli’de bir kültürevi eksikliği hissettik ve Halikarnas Kültürevini açmaya karar verdik.” sözleri ile anlattı. Kültürevinde ilk dikkat çekenler tarihi eşyalar. Kültür evinin girişinde sergilenen gramafon, tarihi sandık dikkat çekiyor. İçeri girildiğinde ise her köşede bulunan kitaplara özgü küçük biblolar görülmeye değer. İkinci kata çıkıldığında ise Eski kitapların arasında oturmak için koyulan
küçük eski halı kaplamalı tabureler küçük kütüphaneyi andırıyor. Sahafın üstü ise çocuk bölümü; oyuncaklar ve çocuk kitapları iç içe. Üstte iki kat ise bu yorucu ve eğlenceli dört katın sonunda dinlenmek için küçük bir kafeterya var. Özellikle çocuklara kitap okumayı sevdirmek için çok güzel bir ev. Halikarnas Kültürevi Tüm Denizlileri kitaplarla buluşmaya davet ediyor.
22
Aydınlık KİTAP
7 EYLÜL 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “Dünyadaki en güzel şey gölge olmalıydı. Gölgenin milyonlarca kımıldayan şekli ve çıkmaz sokakları. Büro çekmecelerinde, dolaplarda, bavullarda hep gölge vardı. Evlerin, ağaçların, taşların altında ve insanların gözlerinin, gülümsemelerinin ardında da gölge vardı. Ve dünyanın gece tarafında kilometrelerce gölge vardı yine.”
2
a) Sylvia Plath - Sırça Fanus b) Carlos Fuentes – Kartal Koltuğu c) Virginia Woolf – Deniz Feneri d) Doris Lessing – Gene Aşk e) Irvin Yalom - Nietzsche Ağladığında
“Bir tek gerçek çizgi -uzaktan veya arkadan görülen bir kadında seçilebilen küçücük bir çizgi- Güzelliği gözümüzün önüne getirmemize yeter; onu görüp tanıdığımızı düşünürüz, kalbimiz çarpar, adımlarımızı sıklaştırırız, kadın gözden kaybolduğu takdirde, sonsuza dek, aradığımızın o olduğuna yarı yarıya inanırız; çünkü ancak yetişebildiğimiz takdirde hatamızı anlarız.”
3
a) Philippe Djian - Eşiktekiler b) Andy Warhol - Andy Warhol Felsefesi c) Marcel Proust - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde d) Amin Maalouf - Semerkant e) Ursula K. Le Guin - Sesler
“Göz göre göre yok olmuştu o; kendi görünürlüğünün derinlerine çekilmişti. Her gün her yerde karşılaşacaktı eskisi gibi, sesi işitilip kokusu duyulacak, ama asla ona ulaşılamayacaktı. Herhalde kendi varlığına karışarak yok olmak en akıllıca yöntemdi. Belki de bu yüzden delirmişti; kendini kendine gömebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı davranması gerekmişti.”
a) Ahmet Altan - İçimizde Bir Yer b) Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü c) İhsan Oktay Anar- Suskunlar d) Sait Faik Abasıyanık - Balıkçının Ölümü e) Hasan Ali Toptaş - Gölgesizler
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(a) 2-(c) 3-(e)
1
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Esas maddesi gümü sülfür olan siyah bir minenin, gümü bir levhan n önceden haz rlanm bölümlerine kak lmas yla gerçekle tirilen süsleme tekni i 2. Yass , bas k - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Fas’ n plakas 3. Kulak iltihab - Japon çay töreninin düzenleyicisi - Bir i i yapmak için verilen söz 4. Bir eyin yaln z kenar çizgileriyle tek renk olarak beliren görüntüsü - Hemen 5. ki kulplu antik testi - Üstünde kareler bulunan, kareli 6. Burun - Arapça’da “ben” - Cenaze namaz na ça r ezan - Bir kan grubu
7. Yunanca’da bir harf - Türk liras (k sa) - Üç tekerlekli Alman motorsikleti 8. Daha çok radyo için haz rlanm , genellikle güldürü niteli inde k sa oyun - Geçim, geçinme 9. Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak - Kurçatovyum’un simgesi - Niyobyum’un simgesi 10. stanbul’da bir semt - Radyum’un simgesi - slam inan na göre gö ün en yüksek kat 11. lkel benlik - Meslek bilgisini art rmak için adaylar n yapt çal ma - Bir damla gözya 12. Bir ay ad - Albert Camus’nun bir oyunu
13. Favori - Büyük ve süslü çad r, ota - Gözde aç k kestane rengi 14. Çal m, caka - Toryum’un simgesi - Hastal k an nda gelen titreme - Motor güç birimi 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Oltan n ba land naylon iplik YUKARIDAN A A IYA 1. Deneyden ç kan ve deneye ba l olan bilgi - Yersiz ve beceriksizce söz veya davran , pot 2. Kendisine özgü, ki isel, özel - Numara (k sa) - arap, içki Çok eski ve bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz 3. Uyu ma, anla ma - lemelerde kullan lan, gümü görünümünde parlak s rma ya da metal tel iplik - Söyleyen 4. Bütün, tamam - Tak m (k sa) - M s r’da ana tanr ça 5. Sodyum’un simgesi - Labada - Türk Mal (k sa) - Tantal’ n simgesi 6. Kom u iki ekosistem aras ndaki temas bölgesi - S k dokunmu yünlü bir kuma türü - Fizikte direnç birimi 7. Öç, intikam - Bir nota - Tepkili uçak 8. Bir i i, bir görevi yerine getirme - Cana k yan kimse 9. Haber veren, haberci - Yunan mitolojisinde “adalet tanr ças ” 10. Bir yerle im birimi - Buzulta - Fermiyum’un simgesi 11. Bir dilek art eki - Köpeklerin boynuna tak lan tasma, boyunduruk - Belle in güçten dü mesi ya da kaybolmas 12. Mavi-ye il renkli, saydam de erli bir ta - Ailesinin geçimini sa layan 13. Kekli in boynundaki siyah halka - Doyma, doymu luk Bir resmi suland r lm renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi 14. Japonya’da buda rahibesi - Laka ile cilalanm - Akci er En k sa zaman parças , lahza 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Bir gemi veya uça n gidi yönü, izleyece i yol
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ