.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
38 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 997
14 EYLÜL 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 29
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Polisiyede “düzen”den haberdar olanlar
Türk Sinemas ’n n ‘kara kutusu’ Agâh Özgüç:
“Türkiye’de 2 bin film kayıp” Öksüz ve Acınası Bir Umut
Baker’dan Roma’nın yükselişi ve çözülüşü
Hilenin yeni adı: Demokrasi
Küçük kırmızı balıklara
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Baki Süha Ediboğlu
s. 4
Polisiyede “düzen”den haberdar olanlar
s. 5
Öksüz ve Acınası Bir Umut
s. 6
Baker’dan Roma’nın yükselişi ve çözülüşü
s. 7
Hilenin yeni adı: Demokrasi
s. 8
Güle güle yaz
s. 9
“Tosun”a ithaf edilmiş bir yazı!
s. 10
“Bu kitap tartışılmalı”
s. 11
Kapak: Bir gün Sarayburnu’ndan bir kamyon s. 12 film denize atıldı... “Çünkü harp bir kurşunla başladı”
s. 14
Halklar, tarih yapıcı güçlerini yaşama geçirmek zorundalar
s. 15
Şair sözü yalan değildir: Hasan Hüseyin Yalvaç
s. 16
Bir Askerden 12 Eylül Öyküsü
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk: Küçük kırmızı balıklara
s. 20
Sahaf: İlk gerçekçi sosyal romanımız: “Çıkrıklar Durunca”
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
Festival sezonu ve Agah Özgüç 19. Adana Altın Koza Film Festivali (17 – 23 Eylül) ve arkasından gerçekleşecek olan 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali (6 – 12 Ekim ) ile sinema mevsimine girmiş bulunuyoruz. Buna ilişkin Aydınlık Kitap da kapağına “Sinemanın Muhtarı” olarak adlandırabileceğimiz büyük sinema emektarı bir ismi; gazeteci, yazar ve eleştirmen Agah Özgüç’ü taşıdı. 60’lardan beri film setlerinde geçen bir ömrün ve birikimin sahibi Agah Özgüç’le, büyük bir derya olan Türk Sineması’nı, kayıplarını - kısacası tarihçesini konuştuk. Türk Sinema tarihini samanlıkta iğne ararcasına araştıran bu usta isimle yaptığımız sohbette arşivciliğin değerini bir kez daha anlamış bulunduk. Geçmişte devletin Türk Sineması’nın arşivi ve birikimi adına gereken özeni göstermediği gözlerimizin önüne serildi ve ülkemizde “Ulusal Sinema Müzesi”nin olmayışını bir kez daha sorguladık. İşte bütün bu eksiklikleri bireysel çabaları ve arşivciliğiyle yılmadan bir bir gideren Agah Özgüç genç kuşaklara dönem dönem eklemeler yaparak genişlettiği “Türk Filmleri Sözlüğü” kitabıyla önemli bir kaynak sundu. Yakın zamanda kaybettiğimiz dev yönetmen Metin Erksan’dan Atıf Yılmaz’a, Yılmaz Güney'den Türkan Şoray’a kadar sinemanın bütün dev isimleri ile dostluk kurmuş olan “sinemanın kara kutusu” Agah Özgüç’le bir sinema sözlüğünden koca bir yaşamı kapsayan dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Haftaya görüşmek dileğiyle...
ÖneriYorum 1) Ferhan Şensoy, Başkaldıran Kurşunkalem
Son yıllarda okuduğum en ilginç anı kitabı.
HAYATİ ASILYAZICI
2) Hıfzı Topuz, Elbet Sabah Olacaktır
Tevfik Fikret araştırmasının ürünü olarak çağdaş bir roman. Cengiz Gündoğdu, Estetik Kalkışma
3) Yılların birikimi süzgeçten geçirilmiş ve ortaya böyle nitelikli bir çalışma çıkmış.
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: Damla Yazıcı
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
4) Mehmet Sait Toprak, Talmud ve Hadis
Son günlerde bana ulaşan kitaplardan biri. Çok şey vaad ediyor. İyi bir kitap olduğundan eminim.
5) Anton Çehov, Bütün Oyunları
İş Bankası Yayınları’nın Ataol Behramoğlu çevirisi ve Cem Yayınevi’nden Mehmet Özgül’ün çevirileriyle çıkan kitapları herkesin mutlaka okuması gerekir. Usta yazarın “Vişne Bahçesi” adlı oyunu bu yıl Şehir Tiyatroları sahnelerinde olacak.
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
Baki Süha Ediboğlu (1915 - 1972) 1934 - 1940 y llar aras nda “Cumhuriyet”, “Tan”, “Ak am” gibi dönemin büyük gazetelerinde sekreter ve yazar olarak görev alan airin daha sonra radyoculuk hayat ba lad ve önce Ankara daha sonra da stanbul radyolar nda ba spiker oldu. Pek çok ki i onu radyo sohbetlerinden hala hat rlar 1915 te Antalya’da doğan Baki Süha Ediboğlu, ömrüne şairliğinin yanı sıra radyoculuk ve bestecilik ünvanlarını da sığdırmış bir şair. Şiirilerinde çocukluk özlemini bulabileceğiniz, hatıralarını sıkça işleyen şairin hayatında çocukluğunun geçtiği Antalya şehri önemli bir yer teşkil eder. Bunu “Antalya” adlı şiirinde yoğun olarak görmekteyiz. Gençlik yıllarında İstanbul’a yerleşen Ediboğlu, liseyi İstanbul Hayriye Lisesi’nde tamamladı. 1936’da tamamlanan lisenin ardından bir süre Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne devam etti ve daha sonra gazetecilik hayatına adım attı. 1934 - 1940 yılları arasında “Cumhuriyet”, “Tan”, “Akşam” gibi dönemin büyük gazetelerinde sekreter ve yazar olarak görev alan şairin daha sonra radyoculuk hayatı başladı ve önce Ankara daha sonra da İstanbul radyolarında baş spiker oldu. Pek çok kişi onu radyo sohbetlerinden hala hatırlar. Klasik Türk musikisi hanendesi, Afife Ediboğlu ile evliliklerinden dünyaya gelen iki çocuğu olmuştur. Atv’de uzun yıllar genel mü-
dürlük yapmış olan Fatih Ediboğlu’nun babasıdır. İzmir Radyosu müdürlüğü de yapan Ediboğlu radyoculuğundan beslenerek güfteleriyle beste dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. “Başka söz söylemem aşktan yana ben”, “Beni de alın ne olur koynunuza hâtıralar”, “Herkes gitti yalnız kaldım meyhânede” gibi eserlerin güfteleri Ediboğlu’na aittir. “Serveti Fünun”, “Varlık”, “Ülkü”, “Aile” dergilerinde şiir ve öyküleri yayınlanmış olan yazar “Ünlü Türk Bestekârları (derleme, 1962)”, “Bizim Kuşak ve Ötekiler (36 ozanla ilgili anılar, izlenimler, 1968)” gibi Türk bestekârları için önemli kaynak kitaplar hazırlamıştır. Diğer eserleri; “Cenup” (şiirler, 1942), “Sel geliyor” (öyküler, 1944), “Türk Şiirinden Örnekler” (derleme, 1944), “Falih Rıfkı Atay Konuşuyor” (1946), “Gece Yağmuru” (şiirler, 1947), “İşaret” (şiirler, 1953), “Karanlıkta Geçen Gemiler” (1958), “Atatürk İçin Bütün Şiirler” (derleme, 1962). İstanbul’da 15 Eylül 1972’de vefat eden şairin mezarı Zincirlikuyu’da bulunmaktadır.
Alevilik tartışmalarına yeni boyut Alevilik Bekta ilik ara t rmalar n n ünlü ismi rene Melikof’un savundu u tezlerin tam aksi tezler ortaya koyan Etem Xemgin’in “Mazda nanc ve Alevilik” kitab önümüzdeki süreçte de çok tart laca a benziyor HÜSEYİN HİKMET ALAZ Alevilik üzerine tartışmalar devam ediyor. “Alevilik nedir, kökeni nedir?” gibi soruların yanıtları yüzlerce yıldır aranıyor. Araştırmalar, tartışmalar, bulgular bu sorulara yanıt aramanın bir çabası olarak sürdürülüyor. “Alevilik İslam’ın bir mezhebi mi, bir tarikat mı, yoksa bambaşka bir din mi” soruları da olayın temelinin bir inanç tartışması ekseninde döndüğünü gösteriyor. Yine Aleviliğin kadim Türk inançlarının Anadolu’daki yeni bir biçimi olduğuna yönelik tartışma ile bunların yanında “Bektaşilik mi, Kızılbaşlık mı, Şii mezhebinin bir uzantısı ya da Zerdüştlüğün devamı mı, yahut antik Helen-Anadolu düşüncesinin ürünü mü?” Şeklindeki sorular birbirini izlemektedir. İşte bu tartışmalara Etem Xemgin de “Mazda İnancı ve Alevilik” yapıtıyla farklı bir boyut getiriyor. Berfin Yayınları’ndan çıkan bu çalışmasıyla Aleviliğin kökeninde Mazda inancı ve Zerdüşt öğretisi olduğunu ileri sürüyor. Yazarın bu konuda daha önce çıkmış bir kitabı daha var. “Mazda İnancı ve Alevilik”, Xemgin’in yine aynı yayınevinden çıkan ve üç baskı yapan “Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi” kitabının bir devamı niteliğinde. Xemgin’in çalışmasında Alevi-Bektaşi inancının bugün hakim dini ideolojinin etkisi altında yaşamını sürdürdüğünü dolayısıyla aslında kökenindeki Mazda dini inancının görüşleri ve kültürel değerlerinin de bu etki altında kaldığını savunmaktadır. Kitabın tanıtım metninde de şu ifadeler yer almaktadır: “Aleviliğin tanrı ve insana yaklaşımı temelindeki felsefesinin coğrafyasında geçmişte büyük bir etkinliğe sahip olan Mazda inancı ve temeldeki Zerdüşt öğretisinden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Bu inancın ve Zerdüşt öğretisinin felsefesinde tanrı olan ‘Mazda’ Kürtçenin Zaza şivesine göre ‘Maz’ biz, ‘da’ ise verdi, yani ‘bizi veren’ anlamındadır. Yine Kürtçenin Kurmanci şivesinde, Ezda, ‘Ez’ ben, ‘da’ verdi anlamındadır ve ‘beni verdi’ demektir. Bu öz ve anlam itibarı ile Aleviliğin tanrıya ve insana bakış felsefesine uygun olduğu hat-
ta aynilik içinde olduğu açıktır.” Kitapta başlıklar halinde günümüzde Aleviliğin durumu, Alevilik hakkındaki görüşler ve konumlanmanın yanı sıra Alevi felsefesi ve öğretisini, Alevilikte sırrı hakikat, Alevilik ve Mazda inancında kendini tanıma ve insan yapısındaki üç kutsal görevi hatırlatılıyor. Yine ateşin kutsallığı, nefes, suyun kutsallığı, toprağın kutsanması gibi ritüellerin Mazda inancı ve Zerdüşt öğretisinde de yer aldığını belirten yazar, benzerlikler ortaya koymaya çalışarak Aleviliğin Mazda inancının devamı olduğu savını güçlendirmeye çalışıyor. Peki, nedir Mazdaizm? Zerdüşt dini inancı olarak nitelenen ve kastedilen, Zerdüşt’ün peygam berşi olduğu Mazda dini inancıdır. Zerdüşt, tanrı olan Ahura Mazda’nın peygamberidir. Zerdüşt dini inancı ya da Mazdaizm denildiğinde de Mazda dini inancı kastedilmektedir. Kitap çıkar çıkmaz tartışmaları da beraberinde getirdi. Çünkü Etem Xemgin’in savunduğu tezler Aleviliğin coğrafya itibariyle Mazda inancı ve ritüellerinden etkilenmesinden öte kökenini ona dayandırması bir sorunsal olarak ortaya çıkıyor. Nitekim Cazim Gürbüz, köşesinde Xemgin’in eleştirmiş ve “Cemşid Bender ‘Kürt Uygarlığında Alevilik’ adlı kitabında, Aleviliğin Zerdüştlükten geldiğini ve Kürt uygarlığının devamı olduğunu ileri sürmüştür(…) Etem Xemgin de yeni kitabında Bender’in savlarını daha ileri taşımaya çalışıyor. Çalışırken de yoğurt konusunda Mehdi Bey’in düştüğü komik durumlara düşüyor?...” ifadelerini kullanmıştı. Yine Gürbüz, Xemgin’in kitabında yararlandığı kaynakları da eleştiriyor. Alevilik Bektaşilik araştırmalara denildiğinde ilk akla gelen isim olan İrene Melikof’un savunduğu tezlerin tam aksi tezler ortaya koyan Etem Xemgin’in “Mazda İnancı ve Alevilik” kitabı önümüzdeki süreçte de çok tartışılacağa benziyor. (Mazda İnancı ve Alevilik, Ethem Xemgin, Berfin Yayınları, 371 s.)
Aydınlık KİTAP
5
Polisiyede “düzen”den haberdar olanlar Sistemin tökezledi i ve kokmu lu unun dibe vurdu u u günlerde edebiyat aç s ndan yeri hep üpheli görülen bir roman türü olan cinai romanlarda, sistem ele tirisi yapan yazarlar ve eserlerini yeniden görmek gerçekten güzel DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Everest Yayınları, Ahmet Ümit editörlüğünde çıkarmaya başladığı Raymond Chandler dizisinin dördüncü kitabını geçtiğimiz ay yayımladı. Serinin son kitabı “Göldeki Kadın”. Raymond Chandler’ın ölümsüz dedektif tiplemesi Philip Marlowe, bu kitapta da ana karakter ve dedektifimiz İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde Amerika’daki günlük hayatın kargaşasına bizleri de dahil ederek yeni bir maceraya atılıyor. Birbiri ardına işlenen cinayetler ve oldukça iyi kurgulanmış sonuyla geçmişteki gibi serinin yarım kalmamasını ve Chandler’ın tüm kitaplarının Türkçe’ye kazandırılması isteğini güçlendiriyor.
Suçun bireyle ilişkisinden öte, toplumun çürümüşlüğünün nelere sebep olduğunu açıklama gayretinde. Yani “Kara Roman” akımı polisiye türünün ayağının yere basmasını ve dedektiflerin cennetten düşmelerini sağlıyor. Sistemin tökezlediği ve kokmuşluğunun dibe vurduğu şu günlerde edebiyat açısından yeri hep şüpheli görülen bir roman türü olan cinai romanlarda, sistem eleştirisi yapan yazarları ve eserlerini yeniden görmek gerçekten güzel. Polisiyelerin de bir amacının olabileceğini ve tatil kitabı tanımlamasından sıyrılabileceğini gösteren Chandler’ın kitaplarının çıkması bu açıdan önemli.
KÜLLER NDEN DO AN “KARA ROMAN”
“TAT L” K TABI YAFTASI YEMEMEK
Polisiye severler için kuşkusuz önemli isimlerden biri Raymond Chandler ve yarattığı karakter Philip Marlowe. Chandler’ın önemi polisiye romanda devrimin önderlerinden olmasından kaynaklanıyor. Dashiel Hammet’le başlayan “Kara Roman” akımının diğer temsilcisi Chandler. Bu sebeple Chandler’ın farklılığını anlayabilmek açısından “Kara Roman” akımından bahsetmeden geçmek olmayacak. “Kara Roman” akımı 1929 bunalımının ardından ABD’de gelişen ve polisiye romana hâkim olan İngiliz Ekolü’ne rakip ve polisiye romanı toplumla bütünleştirme gayretinde olan bir akım. Bunalımla beraber suç, artık örgütselleşip uluslararası boyutta kendini göstermeye başladıkça polisiye roman da haliyle yeniden şekillenmeye başlıyor. Örneklemek gerekirse Agahta Christie’nin dedektiflerini düşünelim, Hercule Poirot ve Miss Marple. Her iki karakter de düzenli hayatları ile örnek teşkil ederler. Ancak Chandler’ın karakteri tam tersi. Dedektifimiz yalnız bir adam, bu işten ekmeğini kazanmaya çalışıyor ve tüm “düzenden” haberdar. İçkiye düşkün ve yer yer argo konuşmayı da biliyor. Dedektif artık kusursuz bir varlık değil, bizden biri ve sadece cinayeti çözmekle yetinmiyor. Cinayetin sosyal ve psikolojik sebeplerini de gözler önüne sermeye çalışıyor.
Gelelim serinin son kitabı “Göldeki Kadın”a. Polisiye romanın konusundan bahsetmeyi açıkçası doğru bulmuyorum, sadece kurgusu ve dilinden söz etmenin yeterli olacağı kanısındayım. Chandler, zeki bir kurgucu ve okuyucunun aklına sürekli şüphe tohumları ekmekte usta. Olay başlıyor, fakat aniden başka bir gelişme yaşanıyor ve baştaki olay bir süreliğine unutulup öbürüne odaklanılıyor. Fakat sanılmasın ki bu bir eksiklik. Aksine kitabın akışı sayesinde asla böyle hissetmiyorsunuz ve olay sayısı artıyor, kurgu dallanıp budaklanıyor. Kurgu derinleştikçe sonunun nereye gideceğini kestiremiyorsunuz. Ancak kurguların bağlanışı ve kitabın sonu emin olun ki iyi bir kitap okuduğunuzun garantisini veriyor. Kitabın diline gelince… Polisiye romanda fazla edebi bir anlatı beklenmiyor olabilir. Kaldı ki böyle bir anlatım olursa merakınız bunları atlamanız konusunda sizi teşvik ediyor. Bu kitapta ise yer yer betimlemeler var ve dozu oldukça iyi, merakınız dizginleniyor. Hatta betimlemelerin güzel olduğunu da söyleyebilirim ve yazarın bunu dengelemiş olması elinizdeki kitabı “tatil” veya “sahil” kitabı yaftasını yapıştırmaktan kurtarıyor. Kısacası serinin devamını beklemekte fayda var. (Göldeki Kadın, Everest Yayınları, Çev: Gül Bostancı, 290 s.)
6
14 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Öksüz ve acınası bir umut Yine Vogel Viyana’dan hareketle Yahudilerin içerisinde bulunduklar ruh hallerini yans tm t r. Kendisinin de ya am nda gördü ü kötü muameleler, romanda ölüm ve zulüm gibi temalar n öne ç kmas nda büyük etkiye sahip olmu tur ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Rus asıllı İbrani şair ve yazar David Vogel’in 1929 yılında yayımlanan ve İbranice edebiyatın önde gelen eserleri arasında sayılan “Evlilik Hayatı”, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Şahika Tokel’in çevirisiyle yayımlanan bu roman, trajik bir ilişkinin görüntüsü durumunda. 1920’lerin Viyana’sında yoksul bir entelektüel ve yazar olan Rudolf Gurdweill’in bulduğu her fırsatta onu acımasızca aşağılayan Barones Thea von Takow (Thea)’la olan evliliği üzerine kurgulanmış, ama basit olmayan bir evlilik hikâyesi. Kısa, zayıf bir adam olan Gurdweill ile kendisinden bir kafa boyu uzun, iyi görünümlü ama kesinlikle sert bir kadın olan, yüzündeki otorite çizgisi belirli Thea’nın yolları bir kafede kesişir. Bu, romanının kahramanı Gurdweill için bir bakıma sonun başlangıcıdır. “Yakınındaki herkese çok acı vereceğini tahmin ettiği ve mükemmel hoş bir duyguyla birlikte korkutucu bir huzursuzluk hissini duyumsadığı, belirsiz ama katî bir tehdit duygusu yayan” bu kadına, karşı koyamayacağı bir şekilde âşık olur ve iyi bir çift olacaklarına inanır. Parasız, pulsuz genç bir yazar olan Gurdweill, iflas etmiş aristokrat bir ailenin kızı olan Thea’nın akımına kapılıp, büyük bir hızla etkisi altına girer ve onunla evlenir. Kendisi Musevi bir aileden gelen Gurdweill, iki kadim ırkın buluşmasının heyecanını yaşar ve Thea’dan büyük bir hevesle bir oğul ister.
ÇARES Z VE MAZO ST B R ADAMIN YÜREK DARALTAN HAL Evlilik hayatına adımını atan Gurdweill, bir kitapçıda iş bulur. Yazarlardan sürekli alıntılar yaparak ko-
nuşan, yaşlı Dr. Kreindel’in yanında işe başlar. Bu adamdan başından bir hiç hoşlanmamıştır. Ama çalışmak zorundadır. En çok karısı Thea için. Çünkü onun istekleri hiç bitmeyecek gibidir. Ve bu arada Gurdweill’in beri de lakabı olmuştur. Kısalığı ve hızlı hareketleri nedeniyle Thea ona “tavşan” demeye başlamıştır. Ve bir yağmur gibi ardı arkası kesilmeyecek olan aşağılamalar başlar. Ardından şımarıklıklar, kaprisler; önce burun, sonra da göğüs için estetik ameliyatları gelir. Kadının haddini aşan, arsızlaşan ve edepsiz bir hale gelen davranışlar silsilesi Gurdweill’i herkesin içinde rezil etmeye hatta ona tokat atmaya kadar varmaktadır. Kadının bu davranışları karşısında Gurdweill’in boyun eğen hali ve tepkisizliği ise adeta insanın canını sıkmakta, yüreğini daraltacak seviyeye ulaşmaktadır. Her şeye rağmen karısını sevdiğini söyleyen çaresiz ve mazoşist Gurdweill bütün iyi niyetiyle, Thea’nın değişeceğine inanır. Bunun için de bir formül bulur: “Bir çocuk, o zaman her şey daha iyi olurdu.” Bütün bu sarmalın içerisinde Gurdweill’i imkânsız bir aşkla ama gerçekten seven bir kadın vardır. Bu kadın onun can dostu, arkadaşı olan Lotte’dir. Gurdweill’in Thea tarafından aşağılanmaya, kötü davranışlara maruz kalmaya ve aldatılmaya razı gelen hali ise onu çıldırtmaktadır, bir yandan da Thea’ya büyük bir kin ve nefret duymaktadır. Bütün duygularını ve tepkisini sarfettiği sözlerle adamın yüzüne bir tokat gibi çarpar: “Sen bir aptalsın, ümitsiz bir aptalsın! Başına gelen her şeyi hak ediyorsun ve daha da fazlasını. Hayatınızı kim daha zavallı kılarsa ona asalaklar gibi yapışıyorsunuz.”
SAD ST B R RUHA TESL M YET
David Vogel
Ona adeta işkence eden ve hayatını berbat eden, kişiliğini bölen bir kadına aptalca âşık olan Gurdweill’in serüvenini okudukça iç sıkıntısı artıyor ve sabrınızın zorlandığını düşünmeye başlıyorsunuz. Tanıştığı günden bu yana canını
yakma arzusu duyduğu bu zavallı adama, elinden geldiği her şekilde onu perişan etme arzusu da duymakta ve bu isteği gün geçtikçe daha da artmaktadır Thea’nın. Gurdweill’in sürekli boyun eğişi ve uysallığı onu tahrik etmekte, sessizce acı çektiği için onu küçümsemektedir. Ona işkence etmek için çeşit çeşit eziyetler icat eden bir sadist ruhtur. Ve gün gelir, Gurdweill’in büyük umutlarla beklediği, her şeyin düzeleceğinin müjdecisi saydığı bebek doğar. Ona karşı büyük bir ilgisizlik gösteren Thea, Gurdweill’e sürekli olarak bebeğin ondan olmadığını söyler, o ise buna inanmaz. Her şeyi örtbas etmeye, görmezlikten gelmeye alıştırmıştır kendini, inanmamaya ayarlı bir saate benzer. Kabullendiğinde yıkılacak olan kumdan kaleleri varmış gibi… Annesinin hiç de umrunda olmayan bebek hastalanıp, ölür. Sonra, iç çatışmalar, acılar ve keder arasında bir esir gibi yaşayan Gurdweill’in en yakın arkadaşı Lotte de intihar eder. Travmatik duygular birbirini izler. Tuhaf rüyalar, korkular, halüsinasyonlar, iç çatışmalar, ardı arkası kesilmeyen sorular, sinir krizleri… Zavallı, öksüz bir umut, acınası bir umudun sonu… Thea’yla kurduğunu sandığı ortak hayatın yabani, karşılıksız, aşağılayıcı zulmünü iliklerine kadar hissediyordu. Thea tek başına onun ruhunu ezmiş, hayatını mahvetmiş, onu aciz bir insana çevirmişti. Ve sevdikleri bir bir elinden gidiyordu: Martin bebek, Lotte! “Mutluluk ve talih dışarıdan değil, kendi kalplerimizden”mi geliyordu sahiden? Ve kaçınılmaz bir sonla noktalanış: Gurdweill’in karısı Thea’yı öldürüşü…
K DÜNYA SAVA I ARASINDA B R EH R Romanın geçtiği yer olan Viyana, kasvetli mekânları ve mekanikleşen insanlarına rağmen yine de yüreği olan bir şehir. Kırmızı ve mavi tramvaylarda insan yığınları, banliyöler, kafeler, tavernalar, oteller, pazar günleri kapalı dükkânlar, lokantalar… Thea’nın ihaneti ve zulmü bir bakıma da Viyana ve Yahudiler arasındaki ilişkiyi temsil etmektedir. İki dünya savaşı arasında Viyana’nın kültür kompleksi atmosferi eserde oldukça ayrıntılı olarak yer bulmaktadır. Yine Vogel Viyana’dan hareketle Yahudilerin içerisinde bulundukları ruh hallerini yansıtmıştır. Kendisinin de yaşamında gördüğü kötü muameleler, romanda ölüm ve zulüm gibi temaların öne çıkmasında büyük etkiye sahip olmuştur.
DAVID VOGEL K MD R? 1891’de, bugün Ukrayna toprağı olan Podolya’da doğan David Vogel, Birinci Dünya Savaşı çıktığında Viyana’daydı ve tutuklandı. Bir süre Filistin’de kaldıktan sonra yeniden Avrupa’ya döndü. Paris’te İbranice roman ve uzun öykü çalışmaları yaptı. İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerce tutuklandı ve bir toplama kampına yollandı. 1944 yılında, büyük bir ihtimalle Auschwitz olduğu belirtilen kampta öldüğü sanılıyor. (Evlilik Hayatı, Yapı Kredi Yayınları, Çev: Şahika Tokel, 456 s.)
Thea’nın ihaneti ve zulmü bir bakıma da Viyana ve Yahudiler arasındaki ilişkiyi temsil etmektedir
Aydınlık KİTAP
7
Baker’dan Roma’nın yükselişi ve çözülüşü Öyle bir dönem ki, Roma tüm Akdeniz’de egemen bir güç haline geliyor, demokrat bir cumhuriyetten despot bir imparatorlu a, daha da önemlisi putperest bir kentten H ristiyan bir kente dönü üyor NURİYE BİLİCİ Efsaneye göre eski İtalya’nın Numitor adında bir kralı vardır. Kralın tahtına göz diken kardeşi Amillius, onu devirir ve tahta geçer. Gelecekte kendisine rakip olacakları korkusuyla Numitor’un kızı Rhea’ya evlenmeyeceği ve çocuk yapmayacağı konusunda yemin ettirir. Ne var ki, savaş tanrısı Mars, Rhea’ya âşık olacak ve Rhea ondan ikiz çocuklar doğuracaktır. Korktuğu başına gelen Amillius ikizleri bir sandığa koyarak Tiber Irmağı’na attırır. Suların çekilmesiyle kıyıya vuran sandıktaki bebekler kurtlar tarafından bulunur. Önce kurtlar, sonra bir çoban tarafından büyütülen bu çocuklar, ilerde Roma’nın kurucusu olan Romulus ve kardeşi Romus’tan başkası değillerdir. Kendisine bir kent kurmak üzere kurtların bulunduğu tepeyi seçen Romulus, duvarların alçak olduğunu söyleyen kardeşine sinirlenerek onu öldürür ve kente kendi adından hareketle Roma adını verir. Kısa sürede göçmenler ve kaçaklarla dolan bu şehrin büyük bir sorunu vardır: Şehirde hiç kadın yoktur. Yakınlardaki Sabinelileri eğlenceye davet eden Romulus, sarhoş olup kendinden geçen erkekleri alt ederek kadınlara el koyar. İşte Roma böyle doğar. Olayların böyle geliştiğine dair en küçük bir kanıt olmasa da, bu romantik hikâyeye inanmak için sebeplerimiz var. Gerçek olsun olmasın binlerce yıldır bu şekilde anlatılan hikâyeye inananlar, gelecekteki siyasal yaşamlarına egemen olacak soruların yanıtını bulduklarını düşünüyor olmalılar. Aslında bu sorular bugün için de geçerli: Devlet nasıl yönetilmeli? Siyasette şiddet haklı görülebilir mi? Vatandaşlık ve vatandaş olma haklarından kimler, nasıl yararlanabilir? İşte eski Roma ve Yunan uygarlıkları uzmanı Simon Baker’ın yazdığı ve Say Yayınları tarafından yayımlanan Eski Roma/Bir İmparatorluğun Yükseliş ve Çöküşü, MÖ 2. yüzyıldan MS 5. yüzyıla kadar süren Roma İmparatorluğu üzerinden bu sorulara bir yanıt arıyor. Öyle bir dönem ki, Roma tüm Akdeniz’de egemen bir güç haline geliyor, demokrat bir cumhuriyetten despot bir imparatorluğa, daha da önemlisi putperest bir kentten Hıristiyan bir kente dönüşüyor. Örneğin, ölüm döşeğinde vaftiz edilen Konstantin, Hırıstiyanlığı resmen destekleyen ilk imparatordur ve ilk kilise ve katedralleri inşa ettiren kişidir. İmparator Gracchus’un hikâyesinin anlatıldığı bölümde siyasal dönüşüm ve anlaşmazlıklardan kaynaklanan sorunlar ele alınıyor. Gracchus, topraksız köylülere top-
rak dağıtarak zenginle yoksul arasındaki uçurumu aza indirmeye çabalamış, zenginliğin nasıl paylaşılacağına dair düşünmemize yol açmıştır. Tahmin edileceği gibi, zenginlerin büyük direnciyle karşılaşan Gracchus’un hikayesi, binlerce yıl öncesinden günümüze bir ders niteliğindedir. Neron’un hikâyesini ise şöyle böyle hepimiz biliriz. Aklını kaçıran bir imparatorun, kenti ateşe verdikten sonra karşısına geçip kahkahalarla gülmesi, her zaman rastlanamayacak ilgi çekici bir öyküdür. Tabii ki öykü bundan ibaret değildir. Hem imparatorun kişiliği, hem de bu kişiliğin yol açtığı yıkımlar yer alıyor ilgili bölümde. Ve bir de, onun yaşadıklarını yaşayan herhangi bir insanoğlunun Neron gibi olup olmayacağını sorgulamamıza yol açacak kadar canlı bir Roma hayatı tasviri görüyoruz. Kitabın tamamına hâkim olan canlı, ilgi çekici anlatım, ayrıntılı araştırmalar ve fotoğraflarla desteklenen olaylar, baştan sona temposu hiç düşmeden okunan, sonu heyecanla beklenen macera romanları tadında ilerliyor. Belki benzeri başka kitaplarda farklı olarak, tarihin tanıdığı en büyük imparatorlardan sayılan Jül Sezar’ın Roma üzerine yürümesi ve demokrasinin sonunu getirmesi hikâyesi öyle ayrıntılarla destekleniyor ki; kendisinden üçüncü şahıs olarak bahseden Sezar’ın “Sezar şuna karar verdi.” diyen sesini duyar gibi oluyorsunuz. Günümüze kadar nasıl geldiği hâlâ bir sır olan filozof Cicero’nun imparator Pompei’ye yazdığı mektuplardan, kararsızlıklar içinde bunalan birinin iç dünyasından kölelerin ihanetine, boşanmadan arazi anlaşmazlıklarına kadar türlü ayrıntılar öğreniyorsunuz. Sezar’ın öldürülmesinden sonra, onun sadık yandaşı Marcus Antonius’un Cicero’yu öldürtmesinin, onun en güçlü silahları olan elinin ve dilinin Roma Forumu’na asılışının, hatta Antonius’un karısının bunları kendi saç tokalarıyla delik deşik edişinin hikâyesini bile... “Farklı olana hoşgörü”yü öneren Cicero için ne hazin bir son! Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez, Gracchus’a benzemese bile onlardan bize kalan çok şey var, diyor yazar ve Romalılar tarafından siyasal yaşama sokulan tek adam yönetiminin izlerini, Roma meclisinin yer aldığı Capitolinus tepesinin adının, tek adamla yönetilen Birleşik Devletler’in yönetim binalarına Capitol adını vermelerine kadar görebileceğimizi işaret ediyor. ( Eski Roma, Simon Baker, Say Yayınları, Çev: Ekin Duru, 480 s. )
8
14 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Hilenin yeni adı: Demokrasi Demokrasi sözcü ünün bugünkü mu lakl birçoklar nca ifade edilmektedir. Kitapta demokrasinin mu lakl , esnekli i sistemin demokrasi üzerindeki otoritesini sa lamla t rd görü ü i lenmektedir CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com Vaktiyle zalimler mazlumlara karşı mazlumların sesini silah olarak kullanmıştı. Kur’an sayfaları zalimlerin silahlarının ucunda mazlumlara doğrultulmuştu. Muaviye’nin hilesi zalimlerin zulüm biçimlerinin özünü temsil eder. Benzer bir hile bugün “demokrasi’’ sözcüğünün kullanımıyla yürürlükte. (Alıntılar, Metis Yayınlarından 2010 yılında okuyucuya sunulan Savaş Kılıç’ın harikulade çevirisiyle okumaktan büyük keyif aldığımız “Demokrasi Ne Alemde?’’ adlı kitabından yapılacaktır). Kitap bir seçkiden oluşuyor. Yazarları Agamben’den Badiou’ya, Jean-Luc Nancy’den, Ranciere ve Zizek’e dek uzanan ünlü simalar. Hemen hepsi de moda terim demokrasi üzerine eleştirel bir okuma sunuyorlar.
DEMOKRAS N N MU LAKLI I Demokrasi sözcüğünün bugünkü muğlaklığı birçoklarınca ifade edilmektedir. Demokrasinin muğlaklığı, esnekliği sistemin demokrasi üzerindeki otoritesini sağlamlaştırdığı görüşü işlenmektedir. Bensaid’in deyişiyle “demokrasi’’ dediğimiz yüzer-gezer gösteren (s. 25) sisteminde kullanımına açık olan ve Brown’a göre “tıpkı Barack Obama gibi, demokrasi de herkesin istediği hayali ve umudu yükleyebileceği içi boş bir gösterendir’’ (s. 51). Her ikisinin de ortaklaşa benimsediği bu karakterinin yanı sıra esasında bu ucu açıklık, kavramın kullanıldığı ortam tarafından belirlenmekte. Bu ortam ise güç ilişkileri tarafından şekillenmektedir. Bu yönüyle demokrasi gibi daha başka pek çok kavram, silah olarak kullanılabildiği ölçüde, mücadeleye konu olan önemli birer cephe açmaktadır. Dahası bu kavramların kendileri mücadelenin ganimeti, silahı ve kalesi haline gelmektedir. Ranciere, Eric Hazan’ın yaptığı, kitapta da geçen söyleşisinde “Siyasal mücadele, aynı zamanda kelimeleri sahiplenmek için verilen bir mücadeledir’’ (s. 81) demektedir. O halde siyasal mücadelenin her iki tarafı da demokrasi sözcüğünü fethetme ve bu sözcüğe anlam yükleme çabasındadır.
PAZARLAMA REJ M N N “M LL RADES ’’ Bu açıdan bakıldığında “Hangi demokrasi?’’ sorusu hem hangi sınıfın ya da hangi siyasetin demokrasinin söz edildiğini hem de, belki de buna paralel olarak, demokrasiden hangi bağlamda söz edildiğini sormaktadır. Agamben’in bu ikincisine yanıtı “kelime (demokrasi) hem
kamu hukukunun hem de yönetim pratiğinin kavramsallığına gönderme yapmaktadır’’ (s. 11) olmaktadır. Bu ayrım önceki ayrımla yakından ilişkilidir. Agamben’in de dediği gibi “Hükümeti basit bir icra erki sanan yanlış anlama, Batı siyasetinin tarihinde sonuçları en ağır olan yanlışlardan biridir’’ (s 13). Buna paralel olarak günümüzün siyasi iklimi de bu kanıyı pekiştirmektedir: “… Neoliberal düzende devletin hükümete indirgenme süreci başlamıştı zaten’’ (Brown, s. 57). Bu yanlış esasında egemen siyasetin, liberalizmin kabulünün getirdiği mantıksal bir sonuçtur. Hükümeti ideolojiden, hegemonyadan ve dahası sınıf mücadelesi alanından kopuk düşünmenin ve düşündürtmenin sonucu hükümeti bir icra vekiline indirgemektir. Liberalizm demokrasinin ideolojik sonuçlarını reddetmekle bu kaçınılmaz sonuca hapsetmektedir kendini. Bu hapislikteki esas mahkum liberalizmin yalanlarına kanmış halktır. Günümüzün gerçekliğini Brown şu ifadeyle betimliyor: “Oy kullanmayı elekronik eşya markalarından birini seçmekle aynı kefeye koyan karmaşık kampanya pazarlama stratejileri yurttaşları tavlarken, siyasal hayat gitgide medya ve pazarlama başarısına indirgenmekte’’ (s. 54). Gerçekliğin dayattığı siyasi sonuçların adıysa “genel irade’’ / “milli irade’’ olarak verilmektedir egemenler tarafından.
DEMOKRATIN DOKUNULMAZLI I Rousseau’nun “genel irade’’ deyişine atıfta bulunan Bensaid, “Şayet genel irade yanılır’’ ise, “çevrilen dolaplar’’dan, “fesatlar’’dan, halk düşmanlarının entrikalarından ya da büyük ortaklığın aleyhine olan birtakım kısmi ortaklıklar’’dandır mutlaka’’ (s. 37) demektedir. Bunun anlamı şudur: Halk demokrasi söylemiyle budalalaştırılıp kendi tercihi sanısına kapıldığı bir siyasi sonucun kurbanı olmaktadır. Bu sonuç ise bir takdir-i İlahi formunu almış olan demokrasinin cilvesidir. İtiraz edilmediği sürece bu kabul hayat kurtarmaktadır. Günümüzün siyasi tövbesi “vallah billah demokratım’’ şeklini almıştır. Badiou bu gerçeği yalın bir şekilde betimlemektedir: “Siyasal toplum hakkında dilediğini söyleyebilir, karşısında eşi benzeri görülmemiş bir “eleştirel’’ hışım gösterebilir, “ekonomik dehşeti’’ lanetleyebilirsiniz, ama bütün bunları demokrasi adına (mesela: “Demokratik olduğunu iddia eden bir toplum bunları nasıl yapabilir?’’ türünden sözlerle) yaptınız mı, bağışlanırsınız’’ (s. 15).
Liberalizm, bu hataya neden kapılmaktadır ve halkı bu yalana nasıl inandırmaktadır? Hatanın kaynağı liberalizmin bir fobi şeklini almış korkusudur. Bu korku öylesine etkilidir ki “Düzen düşkünlüğü ve kitleler karşısında duyulan korku – liberal ideolojinin temeli budur işte’’ (Bensaid, s. 24). Korku korkuyu doğurmakta, liberalizm keskinleşmekte ve korkusunu halka tahakküm biçimde uygulamaktadır. Bu tahakküme, düzenin sağladıkları tarafından uyuşturulmak da eşlik etmektedir. Sonuç, çoğunluğun ağzından azınlığın kararlarının haykırılmasıdır.
HAK KAT OYLANMAZ Çoğunluğun tekrarı, çoğunluğun özgün sesi, çok’un özgür düşünüp taşınmasının bir sonucu olarak gösterilir. Çoğunluğun gürültüsüne direnen hakikat böyle bastırılmaya çalışılır. Hal bu ki “Niceliğin hakikatle hiçbir ilişkisi yoktur. Hiçbir zaman kanıt değeri taşımaz. Çoğunluk olgusu, bir tartışmayı uzlaşmayla kapatabilir. Ama tartışma çağrısı daima açık kalır. O günün azınlığından günün çoğunluğuna karşı, ertesi günden halihazıra karşı, meşruiyetten yasallığa karşı, ahlaktan hukuka karşı çağrı’’ (Bensaid, s. 44). Bu çağrı geçmişin geri çağrılması, geçmişe özlem değildir. Birçokları bu çağrıyı nostaljiyle karıştırmaktadır. Nostaljinin getirdiği, egemenin çoktan yakıp yıktığına yönelik bir tapınmadan öteye gidemeyecektir. Badiou’nun örneğiyle söylersek “Yaşlı bir aristokrat olan Platon, önceden var olduğunu düşündüğü, ama aslında kendisinin icat ttiği modellere döner: felsefe eğitimi almış bir aristokrasi. Filozofun aristokratik tepkisi, siyasal bir mit önerir... Bizde en çarpıcı örneği, “cumhuriyetçi değerlerimiz’’ göndermesinin alabildiğine rağbet bulduğu entellektüel küçük burjuvazimiz arasında pek yaygın olan cumhuriyet tapınmasıdır’’ (s. 18). Dolayısıyla gerçek saldırıya karşı mitlerle yanıt vermekten ziyade hakikat aranmalı ve savunulmalıdır: “… Sermaye parlamentarizminin yüklediği anlamda demokrasinin zıddı, totalitarizm veya diktatörlük değildir. Komünizmdir. Hegel gibi ifade edecek olursak, sınırlı demokrasilerin biçimciliğini özümseyip aşan bir komünizm’’ (Badiou, s. 23).
DEMOKRAS N N G ZLENEN ANLAMI Özetlersek, “demokrasi’’ denince çoğunlukla anlaşılandan kuşku duymalıyız. Bu açıdan Platon’un karşı çıkışı önemli: “Platon demokrasiyi, hakikate dayalı ol-
mamakla, asri meşruiyetinin kanıtlarını üretememekle itham eder. Sitenin tanrılarından duyulan kuşku – genel olarak tanrılara ve mitlere karşı duyulan kuşku – demokrasinin logos’a (tekil kullanımla theos’un öbür adı haline gelen bir logos’a) dayanması imkanının önünü açar’’ (Nancy, s. 70). Kuşkunun bize göstereceği şey demokrasinin bugünkü gerçek anlamıdır: “demokrasi’’ dediğimiz Halk demokrasi yüzer-gezer gösteren, muzaffer Batı’nın, söylemiyle galip ABD’nin, serbest piyasa ve dizgin- budalalaştırılıp siz rekabetin eş anlamlısı oluverdi birden’’ kendi tercihi (Bensaid, s. 25). Bu anlamın her zaman sanısına böyle olmadığı bir dönüşümün sonukapıldığı bir cunda geldiği unutulmamalıdır. Anlamın da ötesinde demorasinin yeni büründü- siyasi sonucun ğü niteliğin farkına varıldığında öyle çok kurbanı da laik bir anlamı içermediği görülecekolmaktadır. tir: “Demokrasi siyasal iktidarın ve külBu sonuç ise bir türün özgür bir biçimi değil de yeni bir takdir-i İlahi dünya dini, Batılıların ve hayranlarının önünde secdeye kapandığı bir mihrap ve formunu almış olan de Batılı emperyal haçlı seferlerini şekillendiren, meşrulaştıran tanrısal amaç demokrasinin oluvermiştir’’ (Brown, s. 52). cilvesidir.
İtiraz edilmediği sürece bu kabul Bu kuşkuyu takip eden ilk edim dehayat mokrasinin otantik anlamına dönmektir. Demokrasinin kökü demos yani halktır kurtarmaktadır
GERÇEK B R DEMOKRAS Ç N “DEVR MC DDET’’
ve “Demos’un iktidarı nüfusun veya çoğunluğunun iktidarı değil, herkesin iktidarıdır. Herkesin yönetilmeye olduğu gibi yönetmeye de hakkı vardır’’ (Ranciere, Eric Hazan’la söyleşisinden, s. 94). “Demokrasi’’ sözcüğü anlamını siyasal mücadelede bulduğundan ve liberalizmin tahakkümü kalkmadan otantik ve bir anlamda da yeni anlamı olan komünizmi tekrar kazanamayacağından Zizek’in sözünü ettiği “Devrimci şiddetin insaniliği’’ olan devrime ve Rousseau’nun “özgürlüğü seçmek için zorlama’’ düsturuna başvurulmadan gerçek anlamda demokrasi bir hayal olmaktan öteye gitmeyecektir. Demokrasinin ucuna takıldığı silahlar gerçektir, bu silahlara gerçek silahlarla yanıt vermek gerekmektedir. Demokrasi sözcüğü gerçek anlamını bu savaşta kazanacaktır. (Demokrasi Ne Alemde?, Eric Hazan, Metis Yayınları, Çev: Savaş Kılıç, 128 s.)
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
9
Güle güle yaz M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Eğer ölüm, kostümünü değiştirmek için uzun süre sonra sahneden çıkmak ve yeni bir karakter olarak dönmek olsaydı… Yavaşlar mıydın? Yoksa hızlanır mıydın?” Chuck Palahniuk, Görünmez Canavarlar Nihayet yaz bitiyor. Sizlerin yazı nasıl geçti bilemem ancak benim için tam bir faciaydı. Ömrümün hiçbir kısmında bu kadar yoğun çalışmak zorunda kalmadığım bir yana bütün varlığıyla yeni öykülere ihtiyaç duyan her okur bünyesi gibi susuzluktan neredeyse öleceğimi belirtmemde fayda var. Koca bir üç ay boyunca az sayıda dikkate değer kitabın yayınlanması bir yana, pek çoğunun da yıllar önce okuduğum kitapların tercümelerinden oluşuyor olması da ayrı bir faktördü. Bazen durum öyle bir noktaya geldi ki yazı işleri müdürüm yazabilmem için yaz aylarında diğer zamanlara kıyasla daha fazla kitabı önüme yığıyor olmasına karşın, her okuduğum kitap ayrı bir hayal kırıklığı yaratıyordu ve bu hafta ben ne yazacağım diye kara kara düşünüyordum. Elbette herkes gibi ben de herhangi bir, çok satanı raftan alıp internette yazılan yorumlardan derlemeler yaparak ve üstüne de hiçbir söz eklemeden hatta kitabı okumaya bile gerek duymadan yazılar yazabilirdim. Hatta daha da ileri gidip falanca kişinin sırf hayat görüşü bana yakın diye, hiç kimsenin umurunda olmayan, Türkçe hatalarıyla dolu, kurgusal yönden sıfır, okumaktan çok eziyete neden olan kitabını da tanıtabilirdim. Veya bu işlerin ülkemizde neden bu şekilde yapıldığına bir türlü anlam veremediğim, kitap eklerinin çoğunluğunu oluşturan yazılar gibi, bir haber metni içeriği bulunmayan, incelemeyi yazanın kendine ait en ufak yorum yapmaktan korkakça kaçındığı, kitabı okuyunca zaten benim de rahatlıkla göreceğim doneleri ardı ardına sıralayan, bir yazıdan çok reklam kokan tanıtım metinlerine benzeyen yazıları gibi belirli şablonları kopyala/yapıştır yapıp bir de üstüne zaten herkesin çıktığından haberdar olduğu bir kitabı ele alarak her şeyi savsaklayabilirdim. Eğer, ben de okunmuyor ve okuyucu yorumları almıyor, her hafta elimden geldiğince çok epostaya cevap yazmaya çalışmıyor olsaydım, tam da böyle yapardım! Mesaj yerine ulaşmıştır, tabi inceleyecekleri kitabı bile hakkıyla okumaktan uzak olan günümüz yazarlarının başka kitap eklerinde başkaları ne yazıyor gibi bir kaygısı hala mevcut ise. Bütün
bir yaz boyunca bu susuzluk, öyküsüzlük, soluksuzluk sebebi ile iki hafta Babil Balığı da ara vermek zorunda kaldı. Şüphesiz geçen haftaların en büyük edebiyat hadisesi İhsan Oktay Anar’ın yeni kitabının yayınlanmasıydı, hem yeni kitabı hakkında, hem de çağımızda okumaya değecek yaşayan beş Türk yazarından biri olarak gördüğümden, edebiyatı ve diğer eserleri hakkında -aslında haddim de olmayarak- iki, üç sayfalık uzun bir yazı yazacaktım ama benden kaynaklanmayan çeşitli sebepler sonucunda gerçekleşemedi. Açıkça ifade etmem gerekirse, bu köşenin yazarı olarak elimde olmayan sebeplerden de olsa, İhsan Oktay Anar’ın yeni kitabını uzun uzun işleyememiş olmak yüzümü kızartıyor… Türkiye’de türe ve yayın anlayışına yönelik devam eden, nerdeyse de tamamen oturan bir kitap yayıncılığı mevcut. Şöyle ki artık neredeyse herhangi bir yayınevinin adı zikredildiğinde onunla bağdaşan edebiyat türleri, seriler ve yazarları da sıralamak mümkün. Sanırım okur olarak susuzluğumuz biraz da buradan kaynaklanıyor olabilir. Ciddi şekilde yayınevi adedinde (kaliteli ve planlı bir yayın anlayışını da içeren elbette) artışa ve yeni soluklara, yeni keşifler yapabilen editör kadrolarına ihtiyaç var.
YAYIN DÜNYASINA YEN B R SOLUK: TEMBEL HAYVAN YAYINLARI Bu haftaki inceleme konum da işte tam bu noktada başlıyor. Yayın hayatına başlayalı çok olmayan Tembel Hayvan Yayınları, şu ana kadar yayınlamış olduğu dört kitabıyla okurlarını bekliyor. Açıkça ilk gözüme çarpan Mike Segretto’nun Çöpün Gelini (The Bride of Trash, 2005) kitabını tercüme etmeleri oldu. Üstelik çevirmeni “Salı” kitabıyla gönlümüzde taht kuran Cihat Taşçıoğlu! Hiciv ve her paragrafı yanak kızarıklığı dolu kitaplarıyla tanıdığım Segretto’nun diğer kitaplarının da yayın planlarında bulunduğunu öğrenmek mutluluk verici. Özellikle “Çöpün Gelini”nin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, evinde her türlü çöpü
zerzevatı toplayıp satarak para kazanan Wizzer’ın bulduğu başsız bir cesede duyduğu aşkı konu alıyor. Durun! Kaçmayın hemen, herhangi bir şekilde sapıklık veya nekrofili dolu bir kitap değil bu. Aksine son derece komik, inanılmaz derecede alaylı ve yanak kızartan bir dille anlatılan gerçek bir aşk öyküsü. Her okuduğunuz sayfada kahredecek ama kahkahalarla kitaba geri döneceksiniz. Yayınevinin bir diğer kitabı Marie Phillips’ten Kaldırım Tanrıları (Gods Behaving Badly, 2007). Antik Yunan tanrılarının 21. yy. New York’una koyarsanız ve içine bol bol da mizah yerleştirirseniz ne olur? Evet, evet elbette Neil Gaiman’ın “Amerikan Tanrıları” kitabını da okudum. Gaiman’ın kitabı çok ciddi bir kurguydu ve muhteşem bir kitaptı fakat Gaiman’ın “Amerikan Tanrıları”nın sadece eski ve yeni tanrılar hakkında olduğunu söylemek kitaba büyük haksızlık olur. Durum “Kaldırım Tanrıları”nda biraz farklı, hiciv unsuru ağırlıklı olarak ön plandayken, drama faktörü herhangi bir sosyal içerik taşımıyor, hayatla ve gündelik yaşamla daha iç içe. Bundan olsa gerek, kitabın bu eğlenceli anlatımı Hollywood’un da dikkatini çekmiş görünüyor. Christopher Walken’ın Zeus’u, John Turturro’nun Hades’i, Sharon Stone’un Afrodit’i canlandıracağı, kitabın yapım aşamasındaki filmiCihat Ta ç o lu ni ben de merakla bekliyorum. Bir diğer kitap Su Polat’ın “Lordum, Ben Bir Lolipopum” isimli kitabı. Su Polat’ın derleme yazılarından oluşuyor ve esasında ağız kalabalığı (rant) edebiyatını neredeyse hiç sevmeyen biri olsam da Su’nun kağıda kustuğu düşünceleri arasında dolaşmak, zihninde gezinmek hayrete düşürecek kadar güzel bir deneyimdi. Bu deneyimi nasıl sağladığını ilk okumamda çözümleyemedim ve açıkçası bu nedenle yazara gıcık oldum. Onda tuhaf bir şeyler var; içinde kendini tekrara dü-
şüren fakat dilinde düşürmeyen bir şey. Beni, kitabı bir iki kez daha ciddi şekilde okuyup önümüzdeki haftalarda uzunca işlemeye kışkırtan, kullandığı dile özgü bir şeyler… Yayınevinin en son yayınladığı “Maf”ı ne yazık ki henüz inceleme fırsatı bulamadım. Bu nedenle “Maf” hakkında kitap her ne kadar ilgimi çekse de birkaç cümle etmem dahi doğru olmaz. Getirdiği yeni soluk için Tembel Hayvan Yayınlarına teşekkür edelim ve bu yazı aracılığıyla da yayın dünyasına “Hoş geldin!” diyelim. Değinmeden geçemeyeceğim bir başka nokta da yayınevinin şu ana kadar yayınlanan kitaplarının kapak tasarımlarını yapan Serdar Özel’in ne kadar harika bir iş çıkardığı! Kapak tasarımlarının hepsi birbirinden güzel ve özenli. Belli başlı yayınevlerinin tuhaf biçimde âdet edindiği, artık imzası haline gelen ve her kitaba neredeyse aynı kapağı yapıştırıp ortaya alakasız bir fotoğrafı veya resmi koyduğu ama bana kalırsa aksi şekilde yayınladıkları her yazarı da tek bir kalıba indirgeyen, göze hoş görünmeyen, itici, grafik tasarım mesleğini görmezden gelircesine yenilenip alternatifi sunulmayan, enteresan bir gelenek açıkçası beni çok rahatsız ediyor ve bu ayrı bir yazının konusu. Serdar Özel’in kapak tasarımlarının yayınevlerine örnek teşkil etmesi dileğinde bulunalım ve Su Polat’ın “Lordum, Ben Bir Lolipopum” kitabından bir alıntıyla vedalaşalım: “Ve aklandık sansınlar, zaman, haklarken her gün içlerinden birini.”
10
14 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
“Tosun”a ithaf Hacettepeli “Abi” edilmiş bir yazı!
Dündar K l ç, sözcü ün gerçek anlam nda “son kabaday ”d r. 1980’den sonra o ku a n yerini M T’le, polisle i birli i yapan, sa c parti ve siyasetçilerden destek gören “mafya babalar ” alacakt r. “Abi”, bu de i imin de kitab d r
EMEL TELCİ İçeriğinin kokusundan mıdır, görüntüsünün çekici olmamasından mıdır bilinmez tuvalet kültürü hep görmezden gelinir. Ya alay konusudur ya da bir konu bile değildir. İşte bu kitap bütün bu kalıplaşmalara rağmen “tuvalet”in hayatımızdaki yerini büyük bir titizlikle ele alıyor. Destek Yayınları'ndan “Tuvalet Dili ve Edebiyatı” ismiyle çıkan kitap “Clou Zett” isimli bir sosyolog tarafından ele alınmış. Tabi adının gerçekte “klo-zet” olmadığını umarak özgeçmişine baktığımızda, dünyanın pek çok ülkesinde Hindistan, Çin, Almanya'da tuvaletlere girip pek çok şeyi gözlemlemiş bir sosyolog. Daha sonra Türkiye'de kaldığı dönemde burada da aynı şeyi yapmış ve ilk kitabını da Türklerin tuvaletine ayırmış. Türkiye'nin hem Doğu kültürünün temellendirdiği hem de Batı kültürünün etkisiyle yönlenen bir ülke olması tuvalet adabının da bu kültürel etkilere maruz kalarak şekillenmesi bu konularda araştırma yapan biri için oldukça cazip olsa gerek.
TÜRKÜN KLOZETLE MT HANI Yabancı bir ülkeye gittiğinizde “tuvalet”in önemini bir kez daha anlıyorsunuz. Hele ki Türkiye gibi bir ülkeden gitmişseniz. Bundan daha vahimi Batı kültürüyle yetişmiş bir yabancının Türkiye'ye gelmesidir ki kolaylıklar diliyoruz. Bunu neden mi söyledim? Kitapta rastladığım ilginç bilgilere dayanarak. Türkiye'de tuvaletin alaturka ve alafranga olarak iki türde olması ve son 50-60 yıla kadar alafranganın yaygın olmadığı ülkemizde, Almanya'ya yapılan ilk işçi göçlerinden sonra Almanya'da tuvaletlere alaturka tuvalet pozisyonunu alafrangaya uygulanmaması gerektiğini içeren bir takım uyarı tabelaları asılmış. Çünkü alafrangaya ne şekilde oturacağını bilmeyen bir çok Türk, klozetin üstüne tünüyormuş. Elbette kulağa komik geliyor, fakat bu ne bir kıroluk ne de bir rezillik. Bu iki farklı toplumun kültürünün tuvalette tecelli etmesi. Fakat kitap şöyle devam ediyor, Bir Türkün alafranga tuvalete tünemesinden daha kötü bir şey varsa o da bir Batılının alaturka tuvalete oturmasıdır! Tabii tuvalet kültürü deyince kavrama salt bir boşaltım mekanı olarak bakmak yanlış. Tuvaletin gelişim sürecinde, tarihinde toplumsal yaşama dair oldukça önemli bilgiler bulmak mümkün. Bugün günlük hayatta kullandığımız pek çok nesnenin tarihinin tuvaletin tarihiyle kesiştiğini görürüz. Buna örnek olarak Fransızlara ait, Barok mimarinin en önemli eserlerinden kabul edilen ünlü Versay Sarayı’nın başta tuvaletsiz tasarlanması ve insanların lazımlıklarla dolaştığı sarayda bunları pencerelerden boşalttıkları için sokaktakilerin korunma amaçlı şemsiye üretmesi verilebilir. Ayrıca parfüm de aynı şekilde tuvaletsizliğin do-
ğurduğu kokuyu vucutlarında kapatmak için ürettikleri Bir şey olarak tarihte yerini alıyor. Bunun gibi pek çok ilginç bilgiye kitapta ulaşabiliyorsunuz. Evet Versay Sarayı iğrenç kokuyordu o zamanlar. O döneme ait kitapları okurken veya filmleri izlerken almadığınız bu kokuyu burnunuza tutmak istemezdim ama kabul etmeliyiz ki hayatımızın önemli bir kısmını tuvaletlerde geçiriyoruz ve kitaplar, diziler bize bunu pek göstermiyor. Kitap bazen hiç düşünemediğimiz şeyleri bize sunarken, bazen de hep söylediğimiz ama içimizden söylediğimiz şeyleri açık bir dille anlatıyor. Bunu yaparken de ilginç bilgiler edinmenizi sağlıyor.
KLOZETTE SON TEKNOLOJ Japonlar oturan kişinin tansiyonunu ve vücut ısısını ölçen, idrarını muayene eden ve ağırlığını söyleyen klozetler imal etmiş. Bundan daha etkiliyici olan ise su sarfiyatını azaltmak için münasebetsiz seslerin duyulmasını engellemek için sık sık sifon çekmek yerine duvara monte edilmiş ve yoğun şarıltılı su sesi veren bir elektronik cihaz icat etmişler. Dünyamızın giderek azalan suyuna çektiğimiz her boş sifonla ne kadar da büyük katkı yaptığımız düşünülürse oldukça akılcı bir buluş ve içimizden söylediğimiz “sifonu çek ki şu sesi başkaları duymasın” cümlesinin itirafı. Kitabın diğer önemli bir kısmı da bugün dünyada sağlıklı şartlarda tuvalete erişim konusunu rakamsal verilerle gözler önüne sermesi. Dünya nüfusunun yüzde 40’ı temiz ve uygun bir tuvaletten mahrum ve sadece 1 milyar kişi kanalizasyon sisteminden yararlanabiliyor. Her yıl dünya çapında beş milyonu aşkın çocuk, temizlik şartlarının yetersizliğinden kaynaklanan ishal benzeri hastalıklar sonucu ölüyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında “tuvalet” kavramının alay malzemesinden daha öte hayati bir meknizma olduğu anlaşılıyor. Kitap ciddiyeti mizahla birleştirmiş ve bize Antik dönemlerden günümüze kadar ilginç tuvalet tarihini sunuyor. Bunun yanında edebiyat kısmına da tuvalet duvarlarını gözler önüne sererek yapıyor. Tuvalet duvarlarının görünmez yazarı “Tosun” dan dilimize kazandırılmış atasözlerine kadar gülerek okuyacağınız, zekice yazıları bize aktarıyor. Kitaptan harika bir edebi üretim gibi bahsetmek hatalı olur ama eğlenerek ve düşünerek okuyabileceğiniz, tuvaletteki kitaplığınızda yerini alabilecek bir kitap. Uyarı: Bu kitabı okumadan önce dünya güzellerinin dahi s.çtığını kabullenmeniz gerekiyor! (Tuvalet Dili ve Edebiyatı, Clou Zett, Destek Yay., 197 s.)
HİKMET ÇİÇEK Geçen sezon TRT 1’de reytinglerde pek görülmeyen, gazetelerin televizyon sayfalarında sözü edilmeyen ama dört dörtlük bir dizi gösterildi: “Mor Menekşeler”. 1950’li yılların Ankara’sının en eski semtlerinden Hacettepe, dizisindeki adıyla “Eskitepe”, dizinin anakahramanıdır. Usta yönetmen Serdar Akar ve Güven Kıraç, Zafer Algöz, Sarp Levendoğlu gibi usta oyuncular ve unutulmaz müziği ile Mor Menekşeler (Hacettepe Spor Kulübü’nün renkleri de mor – beyazdır) bir semti, oradaki insan ilişkilerini, “çok partili hayata” geçişle başlayan toplumsal – siyasal değişimi akıcı bir dille anlatır. 50’li yılların Hacettepe’si belalı bir semttir ve kabadayılarıyla ünlüdür. Kabadayı Mehmet, Sarı Veli, Karagöz Kemal, Orle İhsan gibi o yıllarda kabadayılık dünyasına ilk adımlarını Hacettepe'de atanlardan biri de Dündar Kılıç'tır.
BA TIMAR’DAN HACETTEPE’YE Doğan Yurdakul’un “Abi”sini yıllar sonra ve yeniden aynı keyfi alarak okudum. Trabzon Sürmene’nin Baştımar Köyü'nden Kılıç’ın babası, 40’lı yıllarda birçok Karadenizli aile gibi göç etmiş ve Ankara’nın ünlü semti Hacettepe’nin Hamamönü Mahallesi’ne yerleşmiştir. Mahallenin sevilen “Fırıncı İshak Amca”sı (Mor Menekşeler’in “Yorgancı İshak”ı), ekmeğin karneyle satıldığı yıllarda yoksullara ekmeği bedava veren bir kişidir. Baştımar deyip geçmeyin. Türkiye Komünist Partisi’nin ünlü genel sekreteri Zeki Baştımar da (Yakup Demir) Kılıç’la aynı köydendir. (“Abi”ye katkı: Ergenekon davasında mahkeme başkanlığı yaparken HSYK tarafından Bolu’ya sürgün edilen Köksal Şengün de aynı köydendir!) Doğan Yurdakul, “Abi”de, Hacettepe’ye taşındıklarında yedi yaşında olan Dündar Kılıç’ın 10 Ağustos 1999’da
ölümüne kadarki yaşam öyküsünü anlatırken, Türkiye’nin değişen siyasal, toplumsal çehresini de akıcı bir dille anlatıyor.
“SON KABADAYI” Dündar Kılıç, sözcüğün gerçek anlamında “son kabadayı”dır. 1980’den sonra o kuşağın yerini MİT’le, polisle işbirliği yapan, sağcı parti ve siyasetçilerden destek gören “mafya babaları” alacaktır. “Abi”, bu değişimin de kitabıdır. En sevdiği şair Cemal Süreya olan Dündar Kılıç’ı yakın dostu İlhan Selçuk şöyle anlatır: “Dündar başkaydı. Onu ayırmak lazım, Dündar külhanbeyi değildi, kabadayıydı, mafya babası değildi, kabadayıydı. Yani bu kavramlar arasında fark var. Dündar’ın ölümünün arkasından ‘son kabadayı’ denmesi doğruydu.” 64 yıllık ömrünün üçte birini (21 yıl 4 ay) cezaevlerinde geçiren, bu yılların önemli bir kısmında sosyalistlerle aynı koğuşları, hücreleri paylaşan, “halk düşmanlarına karşıyım” diyen Kılıç'ın koğuş arkadaşları, devrimci aydınlarımıza yaşatılan zulmün bir fotoğrafı gibidir: Şadi Alkılıç, İlhan Selçuk, Cemal Madanoğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Ali Sirmen, Bozkurt Nuhoğlu, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve daha niceleri...
GENE EYMÜR! “Abi” yalnızca Dündar Kılıç öyküsü değildir. Kitabın bir de “anti kahramanı” vardır: Mehmet Eymür. Hayatı boyunca, hatta ölümünden sonra bile Dündar Kılıç’a karşı dinmek bilmez bir kin duyan Eymür yazdığı raporlarıyla, “devlet adına” yapılan karanlık faaliyetlerde kullandığı muhbirleriyle, hasım gördüğü kişilere karşı uyguladığı psikolojik savaş yöntemleriyle “Abi”de hak ettiği yeri alır. (Abi, Doğan Yurdakul, Kırmızı Kedi Yayınevi, 504 s.)
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
11
SİLİVRİ KİTAPLIĞINA BİR ESER DAHA EKLENDİ
“Bu kitap tartışılmalı” Kürtçe anadilde e itim meselesi uzun zamand r gündemimizde. Ne var ki, meseleyi siyasi oldu u kadar bilimsel boyutlar yla da ele alan ciddi bir çal ma henüz yap lamad . Mehmet Bedri Gültekin’in “Kürtçe E itim Sorunu” adl kitab , bu yönüyle de yaz n dünyam zda önemli bir yer i gal edece e benziyor HADİYE YILMAZ Geri sayım başladı; okullar açılıyor. Bir yandan 4+4+4’ün yarattığı karmaşayla boğuşuyoruz, öte yandan aile bütçesini sarsacak okul masraflarını denkleştirmeyle. Eğitim gündemimizin yelpazesi bir hayli geniş. Bir başka gündem konumuz olan Kürtçe anadilinde eğitim tartışmalarının ayak sesleri ise Haziran’da duyulmaya başlandı. Kimilerine göre Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasına karar verilmesi, Kürtçe anadilinde eğitime geçişte bir aşama. Yolun ucu Kürtçe anadilinde eğitime çıkacak yani. Kaynak Yayınları’nın Eylül ayında yayın dünyamıza kazandırdığı eserlerden olan, Mehmet Bedri Gültekin’in Kürtçe Eğitim Sorunu adlı kitabı, tam da bu meseleyi ele alıyor. Kürtçe Eğitim Sorunu’nun çerçevesini, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde, “Kürtçe anadilinde eğitimin getirecekleri ve götürecekleri” çiziyor. Kitabın Önsöz’ünü yazan Doğu Perinçek’in Gültekin’in çalışması hakkındaki temel tespiti ise şu:
“BU K TAP TARTI ILMALI!” Geçtiğimiz Haziran ayında, okulların kapanmasının hemen ardından, Kürtçe anadilinde eğitim meselesi, çok yüksek sesle olmasa da gündemde yeniden yer işgal etmişti. Kürtçe eğitim meselesinin menşei, bilindiği gibi “Demokratik Açılım Süreci”. Kürtçe anadilinde eğitim tartışmaları, hükümetin 2009 “Demokratik Açılım” sürecinde, üniversitelerde Kürtçe seçmeli dil dersi açılmasına ve Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü kurulmasına izin verilmesiyle birlikte gündeme gelmişti. 2009’a giden yolda basamak teşkil eden, 2001’de başlatılan Kürtçe Eğitim ve Öğretim Kampanyası’nın talepleri ise, Kürtçenin üniversitelerde seçmeli ders olarak okutulması, Kürtçe kürsülerinin kurulması ve Kürdoloji bölümlerinin açılması olmuştu. “Demokratik Açılım”, bunları sağladı. Üzerine, kamusal alanda Kürtçenin kullanımı hakkındaki sınırlamaları hafifleten birtakım yasal ve kurumsal düzenlemeler yapıldı. Kürtçe devlet televizyonu TRT Şeş, yayına başladı; isimleri Türkçeleştirilmiş yerleşim yerlerinin Kürt-
çe isimlerinin iadesine izin verildi. Sabancı ve Bilgi Üniversitelerinde seçmeli olarak Kürtçe dersi verilmeye başlandı. YÖK, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde, Yaşayan Diller Enstitüsü adıyla Kürt Dili ve Edebiyatı, Süryani Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılmasını onayladı. Bütün bu gelişmeler üzerine de, 2009 sonrasının gündemi Kürtçe Anadilinde Eğitim oldu. “Kürtçe anadilinde eğitime geçilir mi, ne zaman geçilir?” meselesinden daha önemli bir başka meselemiz var ki, o da, “Kürtçe anadilinde eğitim Kürtlere ve Türkiye’ye ne kazandırır, ne kaybettirir?” meselesi. Mehmet Bedri Gültekin’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Kürtçe Eğitim Sorunu” adlı kitabı, işte bu çerçevede konuyu ele alarak çözüm önerilerini sunuyor. Gültekin’in çözüm önerisine temel teşkil eden sorular ve cevapları ise şöyle: • Anadilde eğitim, temel demokratik haklardan biri. Peki anadil nedir? Kürt vatandaşlarımızın anadili Kürtçe midir? Anadil, anamızdan öğrendiğimiz dil midir? Yoksa anadil, toplum hayatında, bilimde, eğitimde, edebiyatta, sanatta, ticarette ve siyasette en iyi kullanabildiğimiz/konuşabildiğimiz dil midir? Gültekin, Eğitim-Sen’in 2010 yılında yapmış olduğu kapsamlı bir anket çalışması ve Abdullah Öcalan’ın açıklamalarıyla bu sorunun cevabını veriyor. Eğitim-Sen’in anketine göre, Kürtlerin yoğun bulundukları Güneydoğu Anadolu Bölgesi nüfusunun yarısından fazlasının anadili Türkçe. Bu oran içinde anababalarının anadili Kürtçe, Arapça ve Zazaca olanların yüzdesi ise yalnızca 5.7. Anketten çıkan bir başka sonuç ise, her geçen yıl söz konusu bölgeler de dahil olmak üzere, Türkçe kullanımının gittikçe yaygınlaşıyor olması. Bugün çocuklarıyla Kürtçe konuşan ebeveynlerin oranı yüzde 27’ye düşmüş. Kürtçe üzerine yasakların günbe gün kaldırıldığı bir süreçte bu durumla ters orantılı olarak Kürtçe konuşulma oranının düşmesi, dikkat çekici bir başka olgu. Kürt vatandaşlarımızın Türkçe ile ilişkisinin boyutları böyle... Peki, acaba PKK’nın anadili Kürtçe mi?
Sorunun cevabı, Ergenekon Dava Dosyası’nda yer alan belgelerde... Bu belgeler arasında yer alan PKK raporlarının hemen hepsi Türkçe yazılmış. PKK üst düzey yöneticileri kendi aralarında Türkçe konuşuyorlar. PKK mahkeme kararları Türkçe yazılıyor. PKK kamplarında eğitim Türkçe yapılıyor. PKKlıların kod adları Türkçe. Abdullah Öcalan’ın 1990 yılında Doğu Perinçek ile yaptığı röportajdaki ifadesi ise noktayı koyuyor: “Ne Kürtçesi, ben rüyalarımı bile Türkçe görüyorum.” • Her insan, toplumla ilişkisini en iyi, anadille kurabilir ve mesleki kültürel yeteneklerini en iyi, anadiliyle geliştirebilir. Peki, Kürt vatandaşlarımız, içinde bulunduğumuz koşullarda hangi dilde eğitim görürlerse daha fazla yararlanabilirler? İlden ile değişen şive, lehçe farklılıklarının yanı sıra tamamen farklı iki dil olan Zazaca ve Kurmanççayı da bünyesinde barındırması nedeniyle, Kürtçenin, Kürt vatandaşlarımız için toplumla ilişkisini geliştirebileceği ortak bir dil olamayacağı açık. İşte zaten bu nedenle, Türkçe, Kürtlerin ortak dili haline gelmiştir. Çocuklar Kürtçe ile olduğu kadar Türkçe ile de birlikte büyümüştür, büyümektedir. Üstelik Türkçe, Kürtçeden farklı olarak bilim, siyaset, kültür, sanat ve ekonomi dili olarak gelişmiş bir dildir. • Kimi çevrelerce yukarıdaki olguya çok bilindik bir antitez geliştirilmiştir: “Kürtlere ve Kürtçeye yönelik uygulamalar Kürtçeyi geri bıraktırmıştır. Kürtler ve Kürtçe asimilasyona maruz kalmıştır. Zamanla Kürtçe de gelişerek bilim, siyaset, ekonomi ve sanat dili olabilir.” Gültekin’in bu antiteze karşı savunduğu tez ise şöyle: “Her türlü asimilasyona karşı çıkmak, toplumsal gelişmenin doğal yasalarını anlamamaktır. Bugün dünyamızda yaklaşık 7 bin dil konuşulmaktadır. Oysa tarih içinde konuşulan ve yok olan dillerin sayısı 500 bin kadardır. Farklı dillerin kaynaşması, birleşmesi ve daha büyük dillerin ortaya çıkması tarih içinde ilerlemeye işaret eder ve iyidir. Bir coğrafyada ne kadar çok dil konuşuluyorsa, toplumsal ba-
Mehmet Bedri Gültekin
kımdan o kadar gerilik söz konusudur. (Afrika örneği) Tersine büyük coğrafyalarda, nüfusça büyük toplumlar tarafından ne kadar az dil konuşuluyorsa o kadar ileri gidilmiştir. Çünkü büyük coğrafyada ve büyük toplumlarda ortak dil, ekonomik, siyasal, kültürel gelişmenin sonucu olarak mümkün olabilmiştir.” • Kürtçe anadilinde eğitimin en hararetli savunucuları ABD-AB, PKK ve F Tipi Örgüt. Peki Kürt halkı gerçekten Kürtçe anadilinde eğitim görmek istiyor mu? Gültekin’in cevabı, “Hayır”. İşte gerekçeler... 2000’li yılların başında serbest bırakılan Kürtçe özel dil kursları öğrencisizlik nedeniyle kapandı. 2009’da Kürtçeyi seçmeli ders müfredatına alan Tunceli Üniversitesi’nde, uygulamanın üçüncü yılında Kurmançça ve Zazacayı seçen öğrenci sayısı sıfır. Mehmet Bedri Gültekin, Kürtçe eğitim sorununa yönelik çözümlerini sıralarken bazı deneylerden de faydalanmış. Gültekin’in Alman Alsas Loren bölgesinin nasıl Fransızlaştığı ve Kuzey Irak’ta yürürlükte olan uygulamalar hakkındaki değerlendirmelerini de Kürtçe Eğitim Sorunu’nda bulabilirsiniz. Kürtçe anadilde eğitim meselesi bu denli gündemimizde iken, ne yazık ki, meseleyi siyasi olduğu kadar bilimsel boyutlarıyla da ele alan ciddi bir çalışma henüz yapılamadı. Mehmet Bedri Gültekin’in kitabı, bu yönüyle de yazın dünyamızda önemli bir yer işgal edeceğe benziyor. Hasılı, bu kitap çok tartışılacak. ( Kürtçe Eğitim Sorunu, Mehmet Bedri Gültekin, Kaynak Yayınları, 196 s.)
“Kürtçe anadilinde eğitime geçilir mi, ne zaman geçilir?” meselesinden daha önemli bir başka meselemiz var ki, o da, “Kürtçe anadilinde eğitim Kürtlere ve Türkiye’ye ne kazandırır, ne kaybettirir?” meselesi. Mehmet Bedri Gültekin’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Kürtçe Eğitim Sorunu” adlı kitabı, işte bu çerçevede konuyu ele alarak çözüm önerilerini sunuyor
12
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
KAPAK
AGAH ÖZGÜÇ’TEN BİR TÜRK SİNEMA SÖZLÜĞÜ
Bir gün Sarayburnu’ndan bir kamyon film denize atıldı... Bugüne kadar 6000 küsür film çekilmi . Tabi bunlar n içinden belli olmayanlar da olabilir, o kadar zor bir olay ki. Çünkü bunlar kimse tutmam , e er ben bunlar yapmam olsayd m, bugün Türkiye’de kaç film çekildi ini kimsenin bilmesi mümkün de ildi. Bu bir delilik, hakikaten deli i i. Ama ben bunu d ar da yapm olsayd m, daha büyük de eri olurdu. Maalesef ya ad m z ülkede eme in hiçbir zaman de eri yok DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Türk Sinema tarihinin önemli belleklerinden Agah Özgüç 50 yılın birikimini genç kuşaklara “Türk Filmleri Sözlüğü” isimli ansiklopedik çalışmasıyla sundu. Önümüzdeki festivallerle başlayacak olan sinema mevsimine yakışan, anılarla dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Büyük bir titizlikle hazırlanmış, içerisinde 6481 film tanıtımının ve 2100 fotoğrafın bulunduğu bir arşivin sohbeti nasıl olursa işte öyle sunuyoruz size. Kitap bütün Türk sinemasının ispatı gibi, yansıması niteliğinde. Kitabın doğum aşamaları ve araştırma süreci hakkında bilgi alabilir miyiz? Tabi, şimdi bu tür kitapları yurtdışında otuz - kırk kişilik bir ekip yapıyor. Çünkü, böyle bir kitabı bir kişinin yapması mümkün değil. Çok geniş kapsamlı bir olay. Biz buna nasıl başladık? İlk defa 1914’ten 1972’ye kadar bir kitap yaptık. Fakat bu kitapta film altlarındaki bilgiler falan yoktu, sadece kastlar vardı, kim yönetmiş, kısaca hikayesi. Böyle başladık. Sonra beş kitap daha çıkardık böyle, bunun devamı olarak. 86’da kaldı kitap o zaman. Kalınca bu sefer tekrar dört cilt halinde Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle bu kitabı oluşturduk. Hatta bu konuda ilişkileri kuran da Türker İnanoğlu oldu. Böyle bir kitabın olması lazımdı. Bu hale geldi. Daha sonra da bu serinin yani dördüncü serinin son kitabı çıktı. Bu sefer o Türk filmleri sözlüğü ansiklopedik oldu. Şöyle; bir kere ilk filmse ilk yönetmenlik denemesi diye geçiyor. Altında eleştiriler var. Eğer Antalya’da, Adana’da yahut da yurtdışında ödül almışsa bu film hemen altında aldığı ödül, oyuncu almışsa ödülü oyuncunun ödülü, yönetmenin ödülü belirtiliyor. Artık kim araştırma yapacaksa Türk Sineması hakkında, bu kitaba bakmak zorunda. Çünkü her türü içeren bir araştırma. Tarihsel
filmler türünde bir araştırma mı yapıyor, cinsellik konusunda mı araştırma yapıyor, bu kitaplara bakacak. Eğer 1960’larda ben bunları toplamasaydım, setlere gitmeseydim bu kaynak kitap da oluşmayacaktı. Benim bütün hayatım setlerde geçti. O zamanlar 1972’de büyük rekor kırıldı, bir senede 312 film çekildi ve ben bütün setlere gidiyordum. Bir de ben o dönemde bir sürü yerde çalışıyorum. Mesela Ses mecmuasındayım o, Artist mecmuasında çalıştım. Bir de benim şöyle bir özelliğim var, hangi dergiye bakarsanız sinemayla ilgili, muhakkak benim bir yazımı bulursunuz. Mesela Sabah Gazetesi’nde Sadri Alışık’ın hayatını yazdım, Milliyet’te Tarık Dursun ekleri hazırlıyordu, orada yazıyordum. Şiirler yazdım edebiyat dergilerinde, Anadolu’da çıkan Salkım dergisinde. Bunların hepsi bir birikimdi ve sonucunda da bu kitap doğdu. Bundan sonra da bu kitabın basılması mümkün değil, çok zor. Hem 1000 sayfayı geçiyor, hem de baskı olarak. aşağı yukarı 2070 tane fotoğraf var kitabın içinde ki bunlar temizlenerek yapıldı. Herşeye çok dikkat edildi, özel mürekkep kullanıldı, arkadaşım Kemal Özdemir bu işi layıkıyla yaptı. Böylece artık bir daha basılması mümkün olmayan bir kitap oluşturuldu. Bir de 2014’te Türk Sineması 100. yaşına basıyor. Biz bunu şimdiden hazırladık. Bu 100. yıla bir armağan olarak oluştu.
2000’E YAKIN F LM KAYIP Tabi bunları araştırırken gittiniz bütün yönetmenlerin kendi film arşivlerine baktınız, hatırlamalarını istediniz. Bazılarının hatırlayamadığı filmler bile oldu. Kitapta bunlar geçiyor. O da şöyle oldu, ben 1960’tan itibaren setlere gittiğim için o filmlerin kastlarını, jeneriklerini not alıyordum. Her gittiğim film setlerinden de bir fotoğraf alıyordum. Yani
1960’tan beri bütün filmlerin fotoğraflarını toplamış oldum. Geriye ne kalıyor bir yerde? 60’tan önceki olay. O zaman da yine şirketlere giderek, yönetmenlerden, oyunculardan materyalleri topladım. Hatta depolar vardı, atılmış bir sürü sinema nesnesi. Orda Turgut Demirağ’ın atılmış ödüllerini buldum. Onları saklıyorum mesela. Altın yaldızla yapılmış şeyleri, hepsi bende onların. Seyirci önüne çıkan ilk filmler Sedat Simavi’nin filmleridir “Pençe” ve “Casus”. Fakat maalesef onun fotoğrafları yok. Kimse sahip çıkmamış. Bir tek set fotoğrafı yok. Yani ordan itibaren, en eski fotoğraf “Mürebbiye” diye Gülhane Parkı’nda çekilen, onun fotoğrafları var. Onları zamanında almışım ben. Onları iyi ki aldım topladım. Böylece günümüze kadar 20000 fotoğraf oluştu. Hepsini yıllara göre arşivledim. Mesela 1964 diyelim “Gurbet Kuşları”, çıkarıp buluyorum. Bazı televizyonlar, dergiler de bu arşivden istifade ediyorlar. Kopyalarını veriyorum. Şimdi aşağı yukarı her filmin bende hiç olmazsa fotoğrafı var. Öyle yönetmenler var ki mesela, bilinmeyen yönetmenler. Bir yönetmen var bir film çekmiş. Böyle şeyler bulmaya çalıştık. Demek ki bugüne kadar 6000 küsür film çekilmiş. Tabi bunların içinden belli olmayanlar da olabilir, o kadar zor bir olay ki. Çünkü bunları kimse tutmamış, eğer ben bunları yapmamış olsaydım, bugün Türkiye’de kaç film çekildiğini kimsenin bilmesi mümkün değildi. Bu bir delilik, hakikaten deli işi. Ama ben bunu dışarıda yapmış olsaydım, daha büyük değeri olurdu. Maalesef yaşadığımız ülkede emeğin hiçbir zaman değeri yok. Kayıp filmleri araştırdık, Türk Sineması’nda öyle bir şey ki kimse hiçbir şeye sahip çıkmamış, ne oyuncu resimleri toplamış, ne yönetmen. Kaç film yaptığını bilmeyen yönetmenler var. Şu anda 2000’e yakın film kayıp bi-
liyor musunuz? Bir de yersizlik olayı vardı eskiden, Manukyan diye biri vardı, bütün filmlerin gizli ortağıdır. Herkes ondan bono alırdı, senetlerini kırardı filmcinin, stüdyosu vardı, orda işlemler yapılıyordu. Artık stüdyoyu yıkacaklar, herkese dedi ki gelin bu filmleri alın. Kimse almadı bunları. Tuttu kapının dışına koydu, yine kimse almadı. Birgün Sarayburnu’ndan bir kamyon film denize atıldı. Böyle bir şey olamaz. Yani hiç kimse geçmişine sahip çıkmamış, korumamış.
ULUSAL S NEMA MÜZES EKS KL Geçen sene Türker İnanoğlu’ nun oluşturduğu sinema müzesini gezdim. Türkiye’deki tek sinema müzesi diyebiliriz neredeyse. Şu soru akla geliyor; devlet ulusal sinema tarihine gerekli değeri vermiyor mu? Benden mesela yönetmen fotoğrafları aldılar, büyüttüler. Hatta en son bir sergi var, 60 öncesi, 100 fotoğraf onlara verdim, büyüttüler falan. Yani devletin yapması gereken bir olayı Türker İnanoğlu yapmış oldu. Bugün Türkiye’de bir ulusal sinema müzesi olmaz mı ya? Ulusal sinema müzesinin olmadığı bir ülkede sinema da olmaz aslında. Hep bireysel çıkışlarla yapıldı. Bugün de dünyanın en pahalı oyuncağı film yapmak bir yerde. Çünkü romanı kasap kağıdına da yazarsınız, ama film öyle değil, stüdyosu var, ekibi kurması var, paralı iş yani bir yerde. Sinema tarihimiz işte belgesiz, biz
Türkiye’de bu işin hiçbir zaman değeri bilinmiyor. Metin Erksan devlet töreniyle uğurlanması gereken bir adamdı. Alt yapısı sağlam bir adamdı. “Sevmek Zamanı” olmasaydı Nuri Bilge Ceylan o filmleri çekemezdi
KAPAK belgelere sahip çıkmıyoruz. Belleği de zayıf bir toplumuz, her şeyi unutuyoruz. Onun için iyi ki o dönemde Ragıp Çalapala diye biri çıkmış, 1914’ten itibaren birtakım şeyleri notlamış. Fakat onlar da yeterli değil. Daha sonra Nurullah Tilgen, onun da resimleri kitapta var, sonra da Nijat Özön güzel bir araştırma yapmış. Türk Sineması’nda en büyük tarihçi Nijat Özön’dür. Çünkü 1890’lardan 60’lara kadar çok güzel sinema tarihi araştıması yaptı. O kitap olmasa kimsenin o dönemi bilmesi mümkün değildi. Belgeler kayıp, Sedat Simavi’ye bakalım; iki tane film çekmiş. Sedat Simavi önemli bir gazeteci. 27 yaşında Hürriyet’i kurmuş bir adam. Ama filmlerinden tek bir kare yok ortada. Belge olmayınca tarih yazılmaz. Kayıp filmlerin bazıları Mimar Sinan Üniversitesi’nde olabilir. İyi ki onlar topladı. Ama onların da şöyle bir olayı var, atom sırrı gibi hangi filmlerin olduğu bilgisini vermiyorlar. Bütün bunlara rağmen tabi ki Mimar Sinan Üniversitesi’nin bu konuda bir faydası var, hiç olmazsa filmlere sahip çıktı. Ama bu filmlerin bakımı lazım, para yok. O yüzden devletin bu işe el atması lazım. Sizdeki bu sinema aşkı, bu “sinema deliliği” nerden başladı? Öğrencilik yıllarımda, o dönemde Amerikan filmlerinin egemenliği vardı. Çok güzel filmler izliyorduk, kovboy filmleri, westernler vardı, onları izlemeyi seviyorduk. Sonra o dönemde çikolatalar vardı, şekerler vardı, onların içinden küçük resimler çıkardı, kovboy resmileri falan, onları toplardık. Böylece bir profesyonel koleksiyonculuk başladı. Mesela bende sadece sinema afişleri değil, başka şeyler de var. Pekçok sergi d e açtım. Örneğin gala davetiyeleri var bende, kalemler, anahtarlıklar... Bir de bende “Sevda Fotoğrafları” var, Osmanlı döneminden kalmış, altlarına eski yazılar yazılmış. Neler yazıyor kim bilir. Sevgililerin birbirine gönderdiği Fransızca mektuplar. Yani sinemanın dışında da bazı şeyler toplamaya başladım. Filmler topladım, onları seyrediyorum. Çünkü film seyretmeden yazmak yanlış bir olay. Yıllar önce seyrettiğiniz filmi tekrar yıllar sonra seyrettiğinizde başka bir gözle bakıyorsunuz. En son Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” filmini izledim, hakikaten enteresan film. “Susuz Yaz” da öyle, Metin Erksan’ın. İşte “Yol”u seyrettik, yine etkisi altında kalıyorsun, mükemmel bir iş yapmışlar. Onların kasetlerini DVD yaptırdım. Sonra sergiler yaptım. Yılmaz Güney’in 20. ölüm yıldönümüyle ilgili Fransa’da “Yılmaz Güney Afişleri” sergileri yaptım. İsrail’de “Türk Sineması
Damla Yazıcı Agah Özgüç’le birlikte...
Aydınlık KİTAP Afişleri” sergisi yaptım. Türkiyede’de Antalya, Adana, Datça’da yine film afişleri sergisi yaptım festivallerde.
ESK “STAR” FANAT KLER TV BA INDA Peki sinemaya merak sardığınız yıllarda Amerikan filmleri vardı ama Türkiye’de bir “star” kavramı henüz yoktu. Bu kavram nasıl doğdu ? Yeşilçam ve günümüz sinemasında “star” kavramında bir dönüşüm oldu mu? Diziler buna nasıl bir etki yaptı? Tabii. 1960’larda, zaten sinemanın en parlak yılları 1960’lardır, mesela bir Muhterem Nur seyirciyi sinemaya getiren oyuncuydu. Cahide Sonku da var ama Cahide daha çok tiyatrocuydu. Tabii ki Türk Sineması’nın en güzel kadınlarından biriydi. Star kavramı o dönemde ortaya çıktı işte. Şimdi artık bu tamamen değişti. Bir insanın star olması için önemli olan karizmadır. Bir de eskiden oyuncuyu starlaştıran halktı. Halk sinemaya gidiyordu o zaman. Bahçe sinemaları vardı, ailece sinemalara gidiliyordu. Bugünse bir oyuncu ilk filmde parlıyor, ikinci üçüncü filmde kayboluyor gidiyor. Tabi iyi oyuncular da var. Değişim elbet oldu, düşününce televizyonda en çok izlenen Kemal Sunal filmleri değil mi, şimdi sinemaya Kemal Sunal filmi koysan kimse gitmez. Bu Türkan Şoray için de geçerli .Çünkü artık seyirci profili değişti. Kemal Sunal’ın, Türkan Şoray’ın, Hülya Koçyiğit’in fanatikleri artık televizyon başında. Arşivcilik ve sahafçılığın hayatınızdaki yerinden bahseder misiniz? Artık bazı şeyleri herkes aldı, yeni şeyler çıkıyor artık. Bir de artık her şey pahalı, herkesin her şeyi alması mümkün değil. Onun Sevmek Zaman için her şey toplandı. Münif Fehim diye bir ressam vardır, dünyada böyle bir adam yok. 1950’lerde romanların kapaklarını o yapardı. Mesela ben onları da topladım, onların da bir sergisi yapılabilir. Yine sahaflara devam ediyorum, mesela film lobileri çıkıyor. Şimdi Sahaf Festivali’nde yine taramalar yapacağım. Ben Pazar mecmuasında çalışırken hep şunu söylerdim fotoğrafçıya “oyuncuyu çekme kardeşim, herkes oyuncuyu çekiyor. Yönetmeni çek, görüntü yönetmenini çek.” Ben onlara bütün kadroyu çektirdim. Mesela eskiden mekanlar vardı, film çekilen mekanlar, Adalar gibi. Onların da resimlerinin daha önce çekilmesi lazımdı. Ben yine bir kitap yaptım “Türk Sinemasında İstanbul” diye. Bazıları yıkılmış, bazıları apartman yapılmış, o eski resimleri de kullanarak böyle bir şey yaptım. Mesela
14 EYLÜL 2012 CUMA
13
“Sevmek Zamanı” nerede çekildi? Hep ar- sürü yönetmen çıktı. Yılmaz Güney de yapşivlenmeliydi. tı. Bugün artık bu olay kalmadı. Bir bakıSinema büyük bir değişimden geçti, tek- yorsun adam kamerayı alıyor, çekiyor. noloji büyük bir etken elbet. “Ah o eski si- Usta-çırak olayı kalktı artık. Onun için arnemalar” diyor musunuz? tık gökten zembille inen yönetmenler döArtık sinemanın durumu değişti. Sinema di- nemi. jitalleşti. Artık 35’lik kopyalarının yapılması mümkün değil. Artık önüne gelen film çek- YE LÇAM EMEKÇ LER EZ LD meye başladı, çünkü film çekmek kolaylaştı. Sinemanın sendikalaşma çabaları emeBundan sonra da sinemalarda 35’lik kop- ğin değerine bir fayda sağlamadı mı? yayla film gösterilmeyecek. Artık stüdyo iş- Bunların hiçbir faydası yok, hepsi tabela. lemleri, yıkanması, montajı gibi işler yok. Bugün yıllardan beri bazı filmlerin afişleHer şeyi bilgisayarda yapıyorlar. Gökten ri değiştirilerek, sahte isimlerle afişler baszembille inercesine yönetmen türemeye tırılarak oyuncuları, yönetmenleri sömürbaşladı. Neredeyse artık telefonla film çe- düler. Buna hangisi karşı çıktı? Hiçibiri! kecekler. Sinemanın o tadı, o havası kalmadı Onun için hiçbirinin şu an bir faydası yok. artık. Zaten bugün artık Türkiye’de diziler Hepsi birer tabela kurul. Şimdi yavaş yavaş egemen vaziyette. Ama bir oyuncular biraz haklarına sayerden sonra o da tıkanacak. hip çıkmaya başladılar. BuŞimdi yeni bir sinema doğrada gençleşen bir grup var. Ac Hayat du dediniz. Size ilk on filmiYeşilçam emekçileri ezildi. niz sorulduğunda “Sürü”, Peki Yeşilçam’ın değeri “Yol”, “Umut”, “Susuz Yaz”, biliniyor mu? “Selvi Boylum Al Yazmalım”, Türkiye’de bu işin hiçbir za“Sevmek Zamanı”, “Anayurt man değeri bilinmiyor. Metin Oteli”, “Muhsin Bey”, “MaErksan devlet töreniyle uğursumiyet”, “Anadolu Üçlelanması gereken bir adamdı. mesi Gelin, Düğün, Diyet” Alt yapısı sağlam bir adamdı. demişsiniz. Şimdi listeniz “Sevmek Zamanı” olmasaydı değişti mi ya da listenize ekNuri Bilge Ceylan o filmleri çelenenler oldu mu? kemezdi. Şimdi para dizilerde. O filmlerin 9 tanesi eski filmAma ne kadar dizi çekilirse çeler zaten, bir tek Zeki Dekilsin hiçbiri bir sinema filmi mirkubuz’un “Masumiyet” filmi yenilerden. değildir ve hiçbirinin yarına kalıcı bir yanı Onun gibi düşünülmesi gereken bir iki film yoktur. Bunların en büyükleri “Dallas” daha var. “Takva” diye bir film var mese- bile bitti. Ama “Yurttaş Kane”i hala izlila, Özer Kızıltan’ın çektiği, çok enteresan yoruz. bir film yapmış. Tabi ki Nuri Bilge Ceylan’ın Gelelim festivallere. Önümüzde Adana “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi de önem- Altın Koza Film Festivali var ve ardından li bir film. Ama bugün baktığınızda birkaç Antalya Altın Portakal Film Festivali var. film var, onların aşılması çok zor. Bunlar Antalya’daki festival zaten bu yıl büyük bir “Sürü”, “Muhsin Bey”. Bir de zamanlama tartışma içinde. Festivaller arası rekabet, diye bir olay var. Mesela “Züğürt Ağa” si- ortamı “popülerlik” kavramına yoğunnemalarda iş yapmadı, ama televizyonlar- laştırırken “sinema” ikinci plana mı atıda en çok izlenen film. Zamanlamayı iyi lıyor? ayarlamak lazım. “Fetih” filminin zaman- Festivallerde şuna karşıyım hatta bu konuda laması iyi yapıldı, altı buçuk milyon kişi iz- çok yazı yazdım. Bir film çok önemli bir fesledi. Sinemanın kapandığı dönemlerde ilk tivalde ödül alıyorsa, başka bir festivale girpatlamayı Ertem Eğilmez’in “Arabesk” mesi yanlış. Çünkü daha sonra yapılmış filmi yaptı. 1 milyon seyirci yakaladı. Son- filmlerin önünü kesiyor. İkincisi, yurt dışında ra “İstanbul Kanatlarımın Altında”, “Ame- diyelim bir film en iyi film seçiliyor. O film rikalı”, “Eşkıya” gibi filmler patlama yap- burada gösterime girdiği zaman o jüri üyetı. Şimdi genç yönetmenler kitle filmi ya- sinin etkisi altında kalma ihtimali var. Bipamıyorlar. Kitle filmleri derken kötü film- zim fetivallerde her film her festivali dolalerden bahsetmiyorum, bir “Recep İvedik” şıyor. Ben buna karşıyım. Ödüller için de değil. Hem sinemasal açıdan değeri olan aynı şeyi söyleyeceğim. Yaşam boyu onur hem de seyirciyi yakalayan filmlerden bah- ödülü çok büyük bir ödüldür, herkese vesediyorum. Şimdi böyle işler çok yapıla- rilmez. Ancak Metin Erksan gibi, Tarık mıyor. Akan gibi isimlere verilir. Festivallerde 45 yıllık meslek hayatınızın 40. yılında beş kişiye birden böyle ödülller verilince yubasın kartına sahip olabildiniz. Sinema karıdan aşağıya inişler başlıyor. Yakında emekçisi bugün hak ettiğini alabiliyor mu, ödülü verecek adam bulamayacaksınız . Budeğeri biliniyor mu? gün dört tane festival var bunlar önemli; 10 sene Günaydın’da çalıştım fakat sigor- Antalya, İstanbul, Adana ve İzmir Fim Festasız. Sigortasız çalıştığımdan basın kartım tivalleri. Bunlar içinde en profesyonel ve en geç çıktı. Bu sömürü basında başlar. Son- ses getireni İstanbul Film Festivali. Neden? ra herkes dışardan çalışmaya başladı. Ama Çünkü bu festivalde ekip değişmiyor. Fesbugün basın kartını bir kıymeti kalmadı. Bu- tival bir ay sürüyorsa geri kalan aylarda ingün Türkiye’de film yapmak zor bir olay, en sanlar çalışıyor, maaşları ödeniyor, depahalı oyuncak esasında. Onun için sürp- vamlılar. Ötekilerde her sene ekip değişince riz film, kitle filmi olmadığı sürece bu müm- bu iş olmuyor, yavaş yavaş geriye gidiyor. kün değil. Metin Erksan’dan sonra Ömer Uzmanlaşanları çıkartıyorlar, yeniler geliKavur en önemli yönetmenlerinden biridir. yor. Bu yüzden çuvallamalar oluyor. AnKavur, son filmini yapmak için arabasını, talya’nın 49.su oluyor bu yıl, ben 40 senekatını sattı. Bu iş hiçbir zaman parlak bir dir gidiyorum. 50. yılından sonra bir kitap olay değil. Sürprizler hariç. Eskiden usta çı- yazacağım. Tüm belgeler bende, katıldım. rak ilişkisi vardı. Bu çok önemli bir yerde. Festivaller muhakkak faydalı ama abartılı Metin Erksan’a asistanlık yapanlardan bir şeyler yapılıyor bazen.
14
14 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KLASİK SAVAŞ DESTANLARININ TERSTEN OKUYAN KİTAP: “ISSIZ”
“Çünkü harp bir kurşunla başladı” ÖZCAN ERDOĞAN Dergilerin edebiyatın, şiirin mutfağı olduğu hep söylenir. Özellikle bir yazarın yaşadığı dönem açısından; nelerin yazıldığını, kendisinin nereden başlayacağı, nerede olduğuna bakacağı, kendini sınayacağı en önemli edebiyat alanı olmuştur dergiler. Cemal Süreya “Papirüs” dergisi ile bata çıka da olsa bu alanın en belirgin ismidir. Dergicilik ona da şiirine de yenilik, tutku ve devinim olarak çok şey katmıştır. Aynı şekilde bir geri dönüşten çok rahatlıkla bahsedebiliriz; kendisi de bu birikimini dönemin şairleriyle paylaşabilmiş ve bunu gençlere de aktarabilmiştir.
DERG C L KTEN RE
Kitle ileti im araçlar n n bize sokakta omuz att , canl bombaya dönü erek evimize, odam za büyük bir gümbürtüyle dü tü ü, bizi potansiyel bir taraf olarak gördü ü bir ortamda “Iss z” kitab yla Gündo du, i gal alt nda oldu umuzu kendi kendimizin polisi, jandarmas olmaya do ru sürüklendi imizi de haber veriyor
2000’li yıllara baktığımızda, Cemal Süreya’ya en yakın örnek; dergiciliği “Üç Nokta” dergisi ile 90’ların sonundan alıp bugünlere hemen her şartta bir aşk ve tutkuyla göğüsleyen biri olarak Cenk Gündoğdu’yu gösterebiliriz. Gündoğdu’nun kendisi de şiiri de dergicilik serüveninden çok şey kazanmıştır. Özellikle Türk şiirindeki dönemleri dosya konusu ettiği sayılarda bireysel imge yoğun şiirler ve şairlerin yanı sıra eski-yeni toplumcu duyarlığı olan şairleri de hep önemsedi. Bugün bu kazanımlarının bir geri dönüşüyle; Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Issız” adlı şiir kitabıyla kucaklıyor bizi. Bu birikim sadece “Üç Nokta” ile elde edinilmiş değil tabii ki. Şeref Bilsel ile birlikte hazırlamış oldukları “Şiir Defteri” ile on yılını dolduran hummalı bir şiir yıllığı çalışması da bulunuyor. Öyle ki her yıl yayımlanan yüzlerce derginin her sayısının, özellikle şiirlerin tek tek incelenmesi, oradaki yeniliği; devinimi ve evrimi iyi gözlemleyip kavrayabilmek bir şaire elbette çok şeyler katar. Yanı sıra çoğu şairin özden kopuk, biçimde kaybolan tek renkte, tek tip şiirleri karşısında kendini konumlandırarak, onların düşmüş oldukları bu handikapları da fark ederek bir hiza tutturduğunu, klasik savaş destanlarını tersten okuyarak; savaşın getirdiği yıkımları, yok ettiği insanı ve insani değerleri işleyen tematik bütünlüklü modern zamanın destanı sayabileceğimiz bu kitapla günümüzün genç şiirinde yeni bir damar oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu oluşumun destansılığından toplumsallığına, diyaloglarından tiplemelerine tiyatrallığına kadar bir ucunun Nazım Hikmet’e kadar uzandığını da rahatlıkla görebiliyoruz. Yer yer “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı okur gibi oluyoruz.
“simirnalı yorgo zeytinliklere akan/ suları düzledi, gözleriyle/ ağları yırtan kefalleri, devrilmiş bir tekneyi…/ bu düşünceyle güçlendi, unuttu ağrısını”, “geçmişi kötü bir rüzgârın getirdiğine/ inanan, devrekli baston ustası/ cephede mezar kazdı torağın çektiğini düşünerek/ nasırlı elleriyle/ bir tüfek gibi tuttuğu zamanı yontuyor şimdi”, “bir ağaç olmak isterdim/ gölgemde dünya” vb. kitabın tamamına hâkim olan bu tür dize ve ifadelerle toplumsal duyarlılık oluşturarak içinde umut ve gelecek özlemini barındırırken öte yandan büyük egemenlerin savaş tamtamları eşliğinde emperyalist işgalleri uğruna zorla cepheye gönderilmiş anti-militarist, savaş karşıtı bir İkinci Yeni şairinden, Edip Cansever’den dizeler okuruz sanki: “boşluğun içindeki saate baktı/ dikkatle, unuttu cümle kurmayı/ durmuş zamanı/ güneşle yunmuş bir şehir/ kadar esmerdi çiçekçinin elleri/ kötü bir karanfilden şimdi gelmiş gibi”, “sonra bir büyük susmaya çalıştılar yenilmiş elleriyle/ sessizlik koyulaştı, çoğalttı kendini simsiyah bir anıt kadar/ kireç kokulu ağrılı odada/ yorgun bir hatırayı taşıyan cep aynasının/ dağılan sesiyle yerçekimine olan inancı arttı/ birinin, acısı kırıldı, ötekiler duymadı susmaktan”
GÜNDO DU’NUN HATIRLATTIKLARI Gündoğdu bu ilk kitabında, yalnız başına iç monologlarıyla -her yanıyla bir savaş alanına dönmüş olan- günümüzün kahraman, gazi, şehit gibi mertebelerle nitelendirmelerin karşısında yorgun bir oğulun, babanın, amcanın, dayının gözüyle hedefe özellikle nişan almak istemeyen bir emir erini dramatize etmiştir. Çünkü “susmak kuralıdır sözcüklerin/ diyordu bir eski general” Aslında bir savaşı şiirde anlatabilmek ve karşısına dikilebilmek için savaş meydanında savaşan bir taraf olmak gerekmez. İşte bu nedenle bir caydırıcılığı vardır bu kitabın. Kitle iletişim araçlarının bize sokakta omuz attığı, canlı bombaya dönüşerek evimize, odamıza büyük bir gümbürtüyle düştüğü, bizi potansiyel bir taraf olarak gördüğü bir ortamda “Issız” kitabıyla Gündoğdu, işgal altında olduğumuzu kendi kendimizin polisi, jandarması olmaya doğru sürüklendiğimizi de haber veriyor: “çarşılar yenileniyor, ekmekler kesiliyor/ kediler uyanıyor, düşüyor grev, yeniliyor / insan, sürüyor savaş, bin bir çığlıkla/ ölçülüyor ta-
rih, ağrısıyla akşamın içimiz kararıyor/ televizyon, borsa, para kasası, kredi kartı, mp3, mp5, mg3, / üç aşağı beş yukarı üç yüz köy üç günde haritadan/ siliniyor bir cd çalar gibi, uzun / namlulu silahlar döndürüyor zamanı” “Çünkü harp bir kurşunla başladı” dizesi bu kitabı akla getirecek, belki şairin de aklına getiren ilk işaret fişeğidir, ana tema ve asıl bağlamdır. Öncesi ne kadar kavga ve gürültü içeriyorsa sonrasının Issız olduğu gerçeğidir bu kitapla yüzümüze çarpan. “cepheden gelen haberlere inanmayın” derken de birden aklıma Erich Maria Remargue’nın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanı geldi. Savaşa giren ve bedenen ölenlerin dışında kalanların da ruhen öldükleri gerçeğini çok iyi veren bir şiir kitabının böyle önemli bir romanla benzerlik taşıması; savaş eşittir ölüm, gerçeğini vermesi açısından oldukça önemli. Gündoğdu’nun yazımın başında bahsettiğim dergilerden, şiir ortamındaki alışverişten ve güncelden neler kazandığını; onun duyarlı, yenilikçi ve bir o kadar da yere sağlam basan dizelerinin kitabın başından sonuna dek bir bütünlük arz eden tüm şiirlerdeki işçiliğinden, sözcük seçimine ve işleyişine yerli yerinde oluşturulduklarını görebiliyoruz. Öyle ki bu bütünlükçü yapıda kitabın başından, ortasından ve sonundan seçeceğiniz herhangi birer dize altlı üstlü yerleştirildiğinde bile bu doku, renk ve uyum bozulmadan devam edebilmektedir. Gündoğdu’nun lojistiğinin sadece şiir okumalarından oluşmadığını; tiyatromuzda ilk defa gündeme gelen mültecilerin dramının konu edildiği “Radyonun İçindekiler” (İkaros Yayınları) oyununu yazdığını, yine Aleksandr Sergeyeviç Griboyedov’un bir şiirsel metin sayılabilecek “Akıldan Bela” adlı tiyatro oyununun (İkaros Yayınları) çevirisini (Engin Toprak ile) yaptığını bu nedenle düz yazılarının ve şiirinin arkaplanında edebiyatın yanı sıra tiyatrodan plastik sanatlara, siyasetten sinemaya, müziğe varıncaya kadar birçok alanın olduğunu ve şiirinin toplumsal duyarlılıkla, vicdanla işlendiğini rahatlıkla görebiliyoruz. “Issız”da ölümün karşısına, öte dünyalara uzanmadan, yine bu dünyada dikilen dirimsel bir şiirle karşılaşıyoruz. Ne diyordu Nietzsche: “Yaratıcı, gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı. Acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yere çevire-
bilmek baş döndürücü bir mutluluktur.” Bu ifadelerin bir şair için kullanılmasının çok yerinde olacağını düşünürsek 2000’ler şiiri için bu en çok da Cenk Gündoğdu’nun şiiri için kullanabilir sanırım: “resim yapan tanrıyı/ içinin boyasını döken arkadaşımı/ ölümün hallerini/ görüyorum bir eski fotoğraf gibi”, “o zaman karanlığı bilmiyordu/ kendine açık bir yara buldu”. “bir sabah bir ağrıya uyandım/ çadırın önünde dinledim toprağı/ sıhhiyeydim, tüm gün yaralıydım/ hiç ölmeyecek kadar ölümü bildim” Saatsiz biri için geç kalmak yoktur. O her yerdedir, her savaşta her savaşın karşısında. Yalnız da bırakılsa ölümün karşısında hayatın savunmasıdır “Issız”. Cenk Gündoğdu’nun yalnızlığı vardır bu şiirlerde. Nietzsche’nin bakışından farklı olarak umutsuzluktan daha çok umudu barındırması söz konusudur: “bir gün unutulur aşk/ kesilir elektrik bir gün/ biter acı, denizler içindeki hayat/ dünya insanı yanıltır/ boşluk gibi hüzünlü/ çalgılar gibi bakar kalırsın/ o gün açıklanmaz hiçbir şey/ açıklanmaz hayat, sınavlar, gazeteler,/ telefon konuşmaları, köşe yazarları,/ bordrolar, alacak verecek, sms, ımf, mit/ o gün büyüdünüz denir, okullara/ sınıflara, aşklara, iş görüşmelerine/ mahkeme ilanlarına, evlenme odalarına/ çalışılır artık ve bir büyümedir başlar/ baş edilmez bir aşkla açıklanmaz/ insanın yoksulluğu, dünyanın sonu/ tanrının bir adı, insanın ilk hali/ açıklanmaz o gün ilk aşk bile hiçbir şeyle/ ölmekte olan ölüler, gelmekte/ olan gelecek ve geçecek törensiz generaller/ açıklanmaz, denize giden atlıların düşüncesi/ gelinlerin ve geleneğin gecesi”
B R R K TABININ VERD MESAJ Bugün, birçok gerçeğin maniple edilerek dezenformasyona uğratıldığı, Suriye için, savaş çığırtkanlıklarının yapıldığı, savaş tamtamlarının çaldığı bir dönemde, Cenk Gündoğdu, “Issız” kitabıyla “Savaşları devletler ilan eder ama insanlar ölür.” sözünün gerçekliğine dikkatimizi çekmiştir bir kez daha, hem de bir şiir kitabıyla beynimize ve yüreğimize kazımıştır bunu. Cenk Gündoğdu’nun tematik bütünlüğü olan bu kitabına konulmamış diğer şiirleri de aklımda. Bu nedenle, yakında çok ses getirecek bir başka kitabın ayak sesleri olarak görüyorum ben “Issız”ı. (Issız, Cenk Gündoğdu, Kırmızı Kedi Yeyınevi, 64 s.)
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
14 EYLÜL 2012 CUMA
15
Halklar, tarih yapıcı güçlerini yaşama geçirmek zorundalar Kuram, eylemi ancak onun d nda kalarak, d na ç karak, daha sonra onu iki ad m ileri ta mak üzere bir ad m geri çekilerek, siyasi mücadele sürecinde olu an y rt klar dikme ve bütünlü ü yeniden kurma giri imlerine olanak sa lar. Bu elbette her eyden önce ya am n her türlü heyecan n canl ya amakla ve özveride bulunmakla gerçekle ir seyyitnezir@yahoo.com “Emperyalizmin BOP’unun (Büyük Ortadoğu Projesi) yürürlükte olduğu, Arap ayaklanmalarının tartışıldığı, Suriye’nin dört koldan saldırıya uğradığı bir dönemde Doğu sorununu ele alan kitapları tartışmak güzel... Güncel politik durumların ötesine geçerek tarihsel derinliği işlemek bugünü ve geleceği daha yakın ve açık gösteriyor. Sınıf vurgusunu koyulaştırmak daha iyi olmaz mı?” Sesi hemen tanıdım ve çıt çıkarmadan dinledim. Birkaç paragraf daha konuştuktan sonra sordu: “Tanıdın mı beni?” Samatyalı Ali Usta’ydı telefonda. Yıllardır görüşmüyorduk. Ben hazıroldayım: “Ellerim dizlerimin üstünde usta!” Faik Usta, Zeki Baba, Şükrü Abi benim TİP (Türkiye İşçi Partisi) yıllarından beri dostlarım ve öğretmenlerim oldular. Sosyalizmi de 1965 yazında o zamanların en büyük işçi bölgelerinden biri olan Zeytinburnu’nda çalışırken seçim sürecinde tanık olduğum tartışmaları sırasında demiryolu işçilerinden, Cavit ve Ramiz Ustalardan öğrenmeye başladım. Bana Carlo Cafiero’nun Kapital özetini (Sosyal Y.) okutmuşlar, bir de üstüne, istasyonda işçilerin kaldığı büyük bir barakada bir cumartesi günü öğleden sonra artı değeri anlattırmışlardı... Eve babamın kışın getirdiği “Bitmeyen Kavga”nın (J. Steinbeck) işçilere yönelişimdeki payını atlayamam elbette. İlkokul öğretmenim Hasan Arabacı’nın üstümdeki emeğini ve aşıladığı gerçek tutkusunu da hiç unutmuyorum. Bütün bunların yanı sıra, Kemal Nebioğlu’nun seçim günlerinde Çorlu’da Cumhuriyet Meydanı’nda dağıttığı TİP bildirisi ve kendimi bir anda parti içinde buluverişim, köylü önderi Rahmi Arıcan’la arkadaşlığımız... Ve daha kimler... Ali Eriş beni böyle yarım yüzyıl gerilere götürdü ya, sözlerinde altını çizdiği “güncel politik durumların ötesi”, “Doğu sorunu”, “sınıf vurgusu” kavramları da Turner’ın “Marx ve Oryantalizmin Sonu” (Kaynak Y., Ocak 2001 [I. basım: Kasım 1984], çev.: H. Çağatay Keskinok) kitabını masa üstüne taşıyıverdi. Geçen hafta tartıştığımız “Marx ve Weber’de Doğu Toplumları”nda da (Lütfi Sunar, Ayrıntı Y., 2012) ele alınan Bryan S. Turner (s. 64), Marx ile Weber karşıtlığına ve ilişkisine öteden beri çalışan araştırmacılardan biri olarak, adı geçen kitabında birçok kuramsal girişimi özlü biçimde gözden
geçirmiştir. Kimi dizgi yanlışları çevirideki yer yer çapaklı anlatımla bitişerek akıcılığı güçleştirse de özenle okunması gereken kitabında Turner; emperyalizm, Doğu, sömürge kavramlarını sınıf çatışması dışında yorumlamanın yanlışlığını sergiledikten sonra, kuramsal çalışmaların tarihsel derinlik ve güncellik geriliminin ötesinde ya da berisinde ama mutlaka dışında yürütülmesi gereğini ima eder. Daha doğrusu, Hindess ve Hirst’in yaklaşımına dikkat çeker: Onlara göre, “siyasi olgular Marksist kuramın nesneleri olamaz, çünkü siyasi eylem ve kestirim, bir şekilde, kuram öncesi ya da kuram dışıdır” (s. 134). Başka deyişle, kuram, eylemi ancak onun dışında kalarak, dışına çıkarak, daha sonra onu iki adım ileri taşımak üzere bir adım geri çekilerek, siyasi mücadele sürecinde oluşan yırtıkları dikme ve bütünlüğü yeniden kurma girişimlerine olanak sağlar. Bu elbette her şeyden önce yaşamın her türlü heyecanını canlı yaşamaktan özveride bulunmakla gerçekleşir. Şerif Mardin, “Jöntürklerin Siyasi Fikirleri” (İş B. Y., 1964) kitabının Giriş’inde Karl Mannheim’ın “Ideology and Utopia” kitabına göndermeyle bu konuya çok yıllar önce değinir: Marx, ihtilalci bir ‘praxis’e yardım amacıyla hazırladığı bir teoriyi bambaşka, bilimsel bir mecraya sokar (s. 25, İletişim Y., 1983). Bu olgunun Weberci açılımına dikkat çeken Turner’ın bu değinmesini de yine Mardin’de aynı yerde buluruz. Bu saptama; eylem ve kuram arasındaki örtüşme ve ayrılma noktalarının, aslında bilim ve ideoloji arasındaki çekim ve itmelere göre çok daha derin yarıklarda gizlendiğine işaret edişi yönünden de önem kazanıyor. Hegel, “Minerva’nın baykuşu karanlık basınca uçar” derken, Marx, felsefe için, çalışma süresinin dışına çıkarılmış özgür zamanı gerekli görüyordu. Bu keşifler ışığında söyleyecek olursak, günlük siyasal eylemle anbean çakışan kuramsal etkinlikte bulunmanın güçlüklerini aşmak siyasetçinin zaman zaman en azından teneffüse çıkmasıyla olanaklıdır. “Fransız Devrimi üstüne yorumda bulunmak için erken!” ve “Emperyalizm kâğıttan kaplandır” cümleleri arasındaki çelişkiyi gösteren İtalyan gazeteciye Mao’nun verdiği yanıt çarpıcıdır: “İlki tarihe ait bir konudur, tarihsel uzamdaki yeri henüz bütün açıklığıyla ortaya çıkmış değildir. İkincisi va-
roluş sorunudur ve biz Fransız Devrimi’nin ürünü olan bir canavarla savaşmak zorundayız!” Kuram ve eylem arasındaki birlik ve ayrılık üstüne daha derinlikli bir örnek ve açıklama bulmak çok zor... Emperyalizm var olduğu sürece, Doğu sorunu, oryantalizm, tek çizgili tarih, ATÜT, Marksizm’in çelişkileri gibi sorunlar tartışılacak; bulgular günlük savaşımın sıradan ilişkileri içinde yer ettikçe kuramdan yaşama inecek, güncel edinimlere kazanılacak... Ortadoğu’da halkların emperyalizmle hesaplaşması bugünden yarına sonuçlanacak gibi görünmüyor. Zaten ABD’nin de ne böyle bir isteği var, ne de buna gücü yetiyor. Ama halklar, tarih yapıcı güçlerini gerçekten öğrenmek ve yaşama geçirmek zorundalar. Turner’ın “Marx ve Oryantalizmin Sonu” kitabı ışığında Doğu sorunu tartışmalarını sürdüreceğiz... BANA GELEN KİTAPLAR: Benim Öğrettiklerim, Jacques Lacan, çev.: Murat Erşen, psikanaliz, Monokl Y., ağustos 2012; Acı Türkücü, Hüseyin Haydar, şiir, Kaynak Y., Temmuz 2012; Şifreli Hayat, Faruk Güçlü, şiir, Ürün Y., eylül 2012; Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, Lütfi Sunar, araştırma, Ayrıntı Y., 2012; Güvercin Döngüsü, Gönül Bakır, öykü, Aydili Sanat Y., Mayıs 2012; 11. Dervişin Kehanetleri, Ş. A., öykü, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Akustik Aşk, A. Arda Yastıoğlu, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Yapraklar Kırmızı Deli, Selma Gün, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Batık Düşler Ülkesi, Ahmet Yaşar Tezulaş, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Islak İmza, Mahir Dönmez, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Kalbin Sol Anahtarı, Songül Karakoç, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Gül Zamanlarda, Gül Anasal, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Kâğıt Kokusu, Oya Aksu, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Mardin Düşleri, Murat Sipahioğlu, öykü, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Işığını Arayan Şiirler, Zeynep Karaca, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Gecenin Sandığı, Anıl Küsen, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Odalık: Görünmeyeni Sergilemek, Gonca Güçsav, çev.: Evren Yılmaz, sanat dizisi, YKY., Nisan 2012; Selahattin Hilav’la Konuşmalar, haz.: Selahattin Bağdatlı, sanat dizisi, YKY., nisan 2012; Poemalar, Puşkin, çev.: Kayhan Yükseler, şiir, YKY., Nisan 2012; Denizin Kanı, Tarık Dursun K., roman, YKY., Nisan 2012; Hoşça Kal Berlin, C.
Isherwood, çev.: Zehra Gencosman, sanat dizisi, YKY., Nisan 2012; Arkadaşım Deniz Gezmiş, Doğu Perinçek, anı, Kaynak Y., Nisan 2012; Padişahım Çok Yaşa, Mehmet Beşeri, araştırma, Togan Y., Nisan 2012; Komünist Ufuk, Slavoj Zizek, çev.: Özgür Öğütcen, felsefe, Encore Y., Şubat 2012; Küçük Bir Harf, Halim Yazıcı, şiir, Cazkedisi Y., Kasım 2011; Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Doğu Perinçek, kuram, Kaynak Y., Kasım 2011; Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim, Mehmet Ulusoy, araştırma, Kaynak Y., Kasım 2011; Tarihin Uyanışı, Alain Badiou, çev.: Murat Erşen, kuram, Monokl Y., Kasım 2011; Her Yönüyle Alevilik, Ali Bektaş, araştırma, KKM Y., Kasım 2011; Poetika ve Felsefe, Abdullah Şevki, araştırma, KKM Y., Kasım 2011; Fethullah ve Susurluk, Nusret Senem, araştırma, Kaynak Y., Ekim 2011; Kanatlarım Kendime Doğru, Zehra Betül, şiir, ZımbaKitap Y., Haziran 2011; Yusuf İle Zeliha, Melek Özlem Sezer, şiir, Kanguru Y., Nisan 2011; Söğüt Sefası Meyhanesi, Melek Özlem Sezer, şiir, Kanguru Y., Nisan 2011; Arap Dünyasında Ayaklanma, haz.: Mustafa Yalçıner, derleme, Evrensel B. Y., Nisan 2011; Şiirden Önce, Şiirden Sonra, Veysel Çolak, deneme, Hayal Y., Nisan 2011; Hayata Resim Altı, Veysel Çolak, şiir, Hayal Y., Nisan 2011; Nâzım Hikmet Şiirinde “İnsan Manzaraları”, Veysel Çolak, inceleme, Salihli Bld. Kültür Y., Nisan 2011; Marx, haz.: Mutlu Parkan, kuram, Say Y., 2011; Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Taner Timur, kuram, Yordam Y., Nisan 2011; Batı Düşüncesinde İslâm, Albert Hourani, çev.: Celal A. Kanat, araştırma, 2010; Çingene Çadırı, Faruk Güçlü, şiir, Ürün Y., aralık 2010; Bazen Turuncu Bazen Kırmızı Devrim, Mehmet Beşeri, araştırma, Togan Y., Kasım 2010; Melez Zamanlar, Ferruh Tunç, şiir, Sözcükler Y., Ekim 2010; Başka Bir Estetik, Alain Badiou, kuram, Metis Y., Ekim 2010; Tarihin Bilinçdışı, Bülent Somay, deneme, Metis Y., Temmuz 2010; Meydanda Kalalım, Yavuz Özdem, şiir, Şiirden Y., Haziran 2010; Dibine Düşüyor Karanlık Da, Müesser Yeniay, şiir, Şiirden Y., Ekim 2009; Ekin Yatağında Uyandı, Selahattin Uyuşan, şiir, Punto Y.; Sorularla Estetik Elkitabı, Afşar Timuçin, felsefe, Bulut Y., Mayıs 2009; İbni Haldun, Ahmet Arslan, araştırma, İBÜ Y., Nisan 2009.
16
14 EYLÜL 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Şair sözü yalan değildir: Hasan Hüseyin Yalvaç
Gerçekle kar la t , gerçekle yüzle ti i yerdedir daima. Bu nedenle olmal Hasan Hüseyin’in iirinde dolambaçlar olmaz. O ne söylemek isterse do rudan söyler. Onun iirini okurken aç kl k, anla rl l k ve yal nl k bak m ndan hiç s k nt çekmeyece inizi pe inen söylemeliyim. Bu bak mdan onun iiri, yorumsal varyasyonlar n olu mas na pek uygun de ildir CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com “Aydınlık Kitap”ta Mart ayından beri her hafta yazıyorum. Şunu öncelikle belirtmek isterim ki amacım şiir eleştirisi yapmak değildir. Bu anlamda çok iyi isimlerimizin olduğunu biliyorum, örneğin Gökhan Cengizhan. Yazılarımı dikkatle okuyanlar başka bir şey yapmak istediğimi sezmişlerdir. Nedir o şey derseniz, şairlerimizin okurla buluşmasına ve şiirin kültürel hayat içindeki dolaşımına katkıda bulunmak diyebilirim. Hasan Hüseyin Yalvaç da bu anlamda uzun süredir üzerinde yazmak istediğim bir şairdi. Onu yıllardan beri tanıyorum. Dört çocuklu bir ailenin babasıdır. Aile gailesi hiçbir zaman peşini bırakmadı. Bodrum’da doğduğu yazıyor biyografisinde. Sonrası ise kesik kesik dönemeçler. Kars, Eski Foça, Denizli, Kara Deniz Ereğlisi ilk ve orta öğretimini gördüğü yerler. Üniversiteyi İzmir’de okumuş. Çalıştığı işlerin çeşitliliği bir yönüyle hayatını da yansıtıyor. Bir dönem liselerde öğretmenlik yapıyor. Hava meydanlarında kontrol amirliği, özel kurumlarda muhasebecilik ve personel müdürlüğü. Kitapçılık, redaktörlük… Şu an kendi kurduğu Sone Yayınlarını yönetiyor. İlk kitabı 1970 yılında yayımlandığında o henüz on dokuz yaşındadır: “Goca Goca Daşlar”. O tarihten bugüne yazı hayatı sürüyor. Şiir ve düz yazı alanında yirmiden fazla kitapta imzası bulunuyor. “Soyut basamaklardan geldik bugüne Sevdalarımız vardı salkım saçak Kavgalarımız kanlı bıçaklı Dört yiğit arkadaştık ölümüne Soyut basamaklar bitti Dayandı bıçak kemiğe Ve gerçek dikildi heybetiyle” Gerçekle karşılaştığı, gerçekle yüzleştiği yerdedir daima. Bu nedenle olmalı Hasan Hüseyin’in şiirinde dolambaçlar olmaz. O ne söylemek isterse doğrudan söyler. Onun şiirini okurken açıklık, anlaşırlılık ve yalınlık bakımından hiç sıkıntı çekmeyeceğinizi peşinen
söylemeliyim. Bu bakımdan onun şiiri, yorumsal varyasyonların oluşmasına pek uygun değildir. Hasan Hüseyin şiirinin bir diğer belirgin özelliği ise baştan sona umut ve bu anlamda bir ikna şiiri olmasıdır. Yalnızlık mı, çaresizlik mi, parasızlık mı, ayrılık mı, tümü var şiirinde. Ama bütün bu kavramlar diri bir umut perspektifinden ele alınıyor ve işleniyor. Barış özlemi, doğanın tahribine karşı duruş, bağımsızlık bilinci, sömürüsüz bir yurt ve dünya özlemi, işçi hakları, yoksullara duyulan merhamet onun şiirinde belirginlik kazanmış temalardır. Bu temaların konuşma dilinin imkânlarından yoğunluklu olarak yararlanılarak ve sosyalist dünya görüşünün penceresinden işlenişi esnasında bireysel duygularla da bütünleştirilmesi şiire sahici bir samimiyet kat lk maktadır. Bu samiHasan Hüseyin Yalvaç 1970 b kita miyet havası şiiy l nda rin okunurluk çıDamar Dergisi Şiir Yarışması … tasını yüksetyay mland nda o geç uşa- Üçüncülük Ödülü, İbrahim Yıldız mekle kalmıhenüz on dokuz ğım geç sen Şiir Yarışması Birincilik Ödülü, yor, şair okuya ndad r: “Goca Goca üne bug n bunları, dinle Ömer Nida Şiir Ödülü. hte yucu bütünleştari O . lar” Da ve iir r. Aziz Kemal Hızıroğlu’nun Habir mesini sağlayaüyo sür at hay yaz şu harita- san Hüseyin’le ilgili bir belirlemerak şiirin amaçdüz yaz alan nda da gördüğün si var. Benim de katıldığım bu tahsallığına da hizyirmiden fazla her köy her şehir lille yazıyı bitirmek istiyorum: “Hamet ediyor. kitapta imzas destanlarla va- san Hüseyin Yalvaç 1951 doğumlu “öyle bir yerdeyiz bulunuyor ve genç sayılabilecek bir yaşta bir rıp geldi bu büne ki dünya gülü bizde çanakkale’de ölümü şair olmasına rağmen 35 yıldır ülaçar kenin toplumsal, sınıfsal kaynakyendi makileri dolanır rüzgâr bilbierzurum’da nene hatun oldu gö- larını inatla, öfkeyle, sevgiyle ve en lan’da konaklar önemlisi sabırla işaret ediyor. Şair hamsi sırtı turkuaz rengi deniz ründü izmir’de hasan tahsin antep’te Yalvaç’ın bir biçemi var elbet, anmavisi cak biçem kaygısından çok neyi imferhat’ın deldiği dağ şirin’in buk- karayılan türkiye mustafa kemal diye bi- lediğini özellikle vurgulamaya çale bukle saçı lıştığı farklı ve öyküleyici biçimler ve en güzel kuş sesi, kuzu mele- lindi” (Amerika Katil Katil) Hasan Hüseyin’in şiiri değerli denemeyi seçiyor. Kimi şiirlerinde mesi yayılır yayıklarında ülkemin sev- eleştirmenimiz Asım Bezirci’nin siyasal söylem yansıması görülse de maddeler halinde sıraladığı top- bunun, dünya görüşündeki bazı da sütü lumcu gerçekçi edebiyat anlayışı- olmazsa olmaz doğruların doğaçtüm insanın yüreğine çalınır böylesine bırakır mı elin oğlu ya- na birebir uygundur. Onun şair ola- lama tarzında kâğıda dökülmesi rak duruşu, edebi çabası, üretken- şeklinde yorumlanması gerekiban oğlu işçimi işinden eder köylümü top- liği ile örnek edebiyatçı kimliğinin yor.”(Damar, Mayıs 2006) Şairimizin “Goca Goca Daşlar zaman zaman ödüllendirildiğini rağından sattırır varını yoğunu kendine kul de biliyoruz. Bunları okuyucunun (1970)”la başlayan edebi yolcuda bilmesini isterim: Sabri Akay ğunun daha nice yıllar sürmesini ve eder coğrafyanın tarihiyle bağlı halkını Şiir Yarışması Mansiyon, Petrol- yepyeni eserlerle taçlanmasını dibirbirine amansız düşman eyler İş Şiir Yarışması Jüri Özel Ödülü, liyorum.
Hasan Hüseyin şiirinin bir diğer belirgin özelliği ise baştan sona umut ve bu anlamda bir ikna şiiri olmasıdır. Yalnızlık mı, çaresizlik mi, parasızlık mı, ayrılık mı, tümü var şiirinde. Ama bütün bu kavramlar diri bir umut perspektifinden ele alınıyor ve işleniyor
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
17
ÇAYAN MAHALLESİ SIRTLARINDA JANDARMA ERLERİNİN ARKASINDAN ATEŞ EDİP YAMACA DÜŞEN GENÇ ÇOCUK, MAYIS 1979
Bir askerden 12 Eylül öyküsü 12 Eylül’ün üzerinden 22 y l geçti. Ya ananlar hakk nda pek çok kitap yaz ld , farkl aç lardan o günler yeni ku aklara aktar ld . Cumhur Utku 12 Eylül’ü o dönem görevde olan bir asker olarak anlat yor. Kitap henüz okuyucuyla bulu madan k sa bir bölümle Ayd nl k Kitap’ta... Cumhur Utku’nun “Benim Gözümle 12 Eylül” kitabı önümüzdeki haftalarda raflarda yerini alacak. 12 Eylül’ün üzerinden 22 yıl geçti. Yaşananlar hakkında pek çok kitap yazıldı, farklı açılardan o günler yeni kuşaklara aktarıldı. Cumhur Utku 12 Eylül’ü o dönem görevde olan bir asker olarak anlatıyor. Kitap henüz okuyucuyla buluşmadan kısa bir bölümle Aydınlık Kitap’ta... Telsizle “Komutanım Kâğıthane’de çatışma çıkmış!” diye haber vermişti haberci er. İki er devamlı hazırdı. Birlikte cipe atladık. Cendere boğazına doğru demir haddehaneleri, saç ve metal işleri yapan atölyeler dizilmişti hep. Yamaçlardan Kâğıthane jandarmasından beş altı erin yorgun argın indiğini gördüm. Yanlarına ulaştığımda “vurduk komutanım” diyorlardı. Hele jandarmaların biri “Birini vurduk orada, çalıların dibinde kaldı, diğerleri de kaçtı.” diye gizliden övünüyor gibiydi. Bu arada Karakol Komutanı da gelmişti, birlikte çıktık yukarıdaki çalılara kadar. Tam sırtından yemişti mavzer kurşununu garibim. Sırtından giren kurşun ola ki kalbinde kalmıştı. Yüzükoyun kapaklanmıştı. Yanında bir demet bildiri, bildiride şunlar: “Sıkıyönetim uygulamalarına son! Bütün işçiler birleşin ve direnin!” “Ey çocuk, sana ne?” dedim içimden. Yüzüne bakan anadan doğma sert ve kavgacı bir tip olduğunu kestirebilirdi. Köyden onu okutmak için buralara gelip gecekonduya yerleşen bir fakir ailenin çocuğu olduğu belliydi. Bu tür eylemci gençler hep bu görüntüde oluyordu nedense. Kızlar da öyle, kara kuru, esmer, makyajsız ve kavgacı. Saçları tarak yüzü görmemiş ve ancak on günde bir yıkanabilen hafiften ağzı kokan ve her fırsatta sigara içen tipler… Makyaj yapmak ya da her gün sakal tıraşı olmak, belki de kendi aralarında ayıp olan burjuva özentiliğiydi. Dev-Genç’ten türeyen DevYol’da, ondan türeyen Dev- Sol’da hep bu tür gençlerden ibaretti. Aralarındaki bölünmeler ve fraksiyonlar teoriyi pratiğe dönüştürmede yaşadıkları çelişkilerdendi. Bazıları silahlı mücadeleyi bazıları ise siyasi mücadeleyi benimsiyorlardı hepsi bu. Ülkücülerin erkekleri de aşağı yukarı bu tiplere benzerdi. Gruplardan ve kuruluşunda oldukları yapılanmadan söz ederlerken birisi ‘örgüt’ diğeri de ‘teşkilat’ derdi. Aralarında devrimcilere
benzer belirgin ayrılıklar olmadığı için askerin, karakol polisinin ve siyasi polisin işlerini kendiliklerinden kolaylaştırıyorlardı. Çoğu sarkık bıyıklarını 1970 başlarında terk etmişlerdi. Fazla fanatik, Türkçü milliyetçi olanlarda hala o bıyıklar vardı. O fanatikleri de diğerleri tetikçi olarak kullanırdı. Ülkücü kızlar devrimci kızlara hiç benzemezdi. Yaptıkları eylemlerde erkeklerin yanında konuşamazlardı. Teşkilat terbiyesi bunu gerektirirdi. Oysa devrimcilerin eylemlerinde çoğu zaman sözcüleri kızlar olurdu. Örgütün halkla ilişkileri kızların sorumluluğundaydı. Ülkücü kızlar daha ev kızı gibi, daha akça pakça ama devrimcilerden daha safça olurlardı. Devrimci kızlar ise daha Amazon benzeri… [...] Yamaçtaki çalı dibine düşmüş genç adamı sırtüstü çevirip, hala göğsüne bastırdığı kanlanmış kâğıt destesini gövdesinden ayırırken bunları düşüyordum. “Neden be çocuk? Neden?” Bu yamaçların üstündeki yeni oluşmakta olan mahalleye Çayan Mahallesi diyorlardı. Bu adı polisler neden buraya yakıştırmışlardı bilmiyorum. Mahir Çayan burada uzun süre gizlenmiş diyorlardı, gereksizce efsaneleştiriyorlardı. Bu çocuk belki de hiç görmediği Mahir Çayan’a tapıyordu… Bildirileri üçüncü hamur teksir kâğıdına mavi mürekkeple basmışlardı. Bir sürü arkalı önlü söz söylemişler, aralarda ve son satırdaki sloganları da büyük harfle yazmışlardı. Bildiride yazılanlar, Cendere Boğazında dizili fabrika işçilerini kışkırtmak için değil sanki birbirlerini eğitmek ve kendilerini bilinçlendirmek için söylenen sözler gibiydi… Yarısı kanlanmış kâğıt tomarını jandarmaya verdim, başçavuşa “Şimdi savcı bekleyeceksiniz herhalde.” dedim. Savcının gelmek üzere olduğunu söyledi. Savcıya kalan; daha yirmisine varmamış, askere gitmemiş, meslek sahibi olamamış genç adamı hangi jandarma askerinin tüfeğinden çıkan kurşunun toprağa düşürdüğünü bulmaktı. Bulsa ne olacaktı ki? Benim işim yoktu orada, olan olmuş, ölen ölmüştü. Yamaçtan aşağı toprak yola doğru yürüdüm. Çipteki devamlı tuttuğum mataramdaki suyla elimi, yüzümü yıkadım. Arabanın koltuğuna oturdum başımdan beremi çıkartıp, alnımdaki teri elimle sildim. İki kardeşim vardı. Erkek olan birçok badireler atlatarak, hapisler yatarak İstanbul Teknik Üni-
versitesi’nden mimar olarak bitirmiş, şimdi bir arkadaşıyla iş kurmaya çalışıyordu. Diğeri kızdı ve Tıp fakültesindeydi. Evlerine gittiğimde ikisinin de masalarında, kitapları arasında böyle bildiriler buluyordum. Geçen gün gittiğimde kız kardeşimi Lenin’in “Kadınların devrimdeki sorumlulukları nelerdir?” gibi bir adı olan kitap okurken görmüştüm. Erkek kardeşimin ona ideolojik bir baskısının olduğunu sanmam. Okulda birilerinin kardeşime çengel attığı ise büyük olasılıktı. Benim ise üzerine gitmeme, kitaplarına el koymama gerek yoktu. En büyük ben olduğum halde kardeşlerime hiçbir şekilde iyi ya da kötü müdahalede bulunmam söz konusu olamazdı. Bu daha çocukken onlardan ayrılıp aile içinde birlikte yaşamadığımızdan, benim yatılı okullarda okumamdan da kaynaklanıyordu. Gene de vurulup ölen bu çocuk benim kardeşlerimi koruma dürtüsünü harekete geçirmişti. Onları, annemi ve babamı da telaşlandırmadan bu tür tehlikelere karşı nasıl uyarabileceğimi düşündüm. Oturup her ikisiyle, özellikle kız kardeşimle konuşmak en iyisiydi. Erkek kardeşimin deneyimleri yetmişti ve eylemsel bir işe girişmeyeceği, artık mesleğini yapmanın zorunluluğunu bildiği, gerçekleri gördüğü belliydi. [...] Yürü dedim şoföre… Bölüğe geldiğimde rapor yazacak, Kurmay başkanına çıkıp olayı anlatacak durumda değildim. Kapıyı çarpıp kapattım. Koltuklardan birine uzandım ve ne yapmam gerektiği, neler yapılması gerektiği, nerelere doğru gidildiği gibi şeyler düşünürken gündüz vakti dalıp gitmişim. Telefon çaldığında uyandım. Harekât Eğitim subayı Binbaşı, “Cumhur, Komutan seni soruyor. Kâğıthane’deki olayda ölen çocuğun kimliğini araştırmanı istiyor.” diyordu. “Araştırdım Komutanım, size söylesem iletirsiniz değil mi?” “Evet, zaten önce benden sordu.” “Komutanım ölen çocuk benim kardeşime çok benziyordu, eşkâlini verebilirim ama kimliğini veremem, bilmiyorum.” dediğimde, Binbaşı yavaşça: “Peki, Cumhur anladım!” dediydi… Sonra o karakol komutanını vurdular. Sabah evden geliyordum. Beş günlük bir izin almıştım ve akademi sınavları için öğrenmem gereken bir talimnameyi o beş gün içinde evde okumuş, notlar çıkartmış ve ezberler hale
getirmiştim. Bir taraftan da yeni gelen Tümen komutanının o gün benim tatilden döneceğim gün bölüğü denetleyeceğini söylemişti telefonda Bölük Başçavuşu. Tam Kâğıthane köprüsüne gelmiştim ki önümde lacivert bir araba durmuş, birkaç kişi içine şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Tarihi Kâğıthane deresi her daim bok kokardı. Bir de az biraz yağmur yağsa taşardı. Bu dere Lale Devri’nden beri nasıl bu günlere gelmiş diye hep düşünürdüm. Dereler de ölür, işte ölüyor derdim. O kaplumbağaların sırtlarında mumla dolaştıkları Sadabat Bahçesi şimdi benim bölüğün eğitim alanı ve Tümen karargâhının tören alanıydı. Sadabat kasrından arta kalan, iki mermer süslemeli çeşme ve bir iki bina temeli vardı dere kenarında. İşte Kâğıthane Jandarma Karakolu bu bahçenin başladığı doğu ucunda ve çarşının bittiği yerdeydi. Eskiden İstihkâm Okulu olan (şimdi belediye binası olarak kullanılan) Tümen Karargâh binası da batı ucundaydı. Başçavuşu tanırdım. İyi ve saygılı bir adamdı. Demek ki örgütlenmişlerdi ve arkadaşlarının kanlarını yerde bırakmamışlar, jandarmadan intikamlarını almışlardı. Kâğıthane Jandarma Komutanı Başçavuşu bir ay sonra bir sabah, Kâğıthane deresi üzerinde kıstırmışlar, kendi özel arabası lacivert renkteki Murat 124’ün içinde öldürmüşlerdi. Olay yerine gittiğimde, direksiyondaki sağa doğru eğilmiş kanlı bedeniyle karşılaştım. Sonra yarı açık, gözlerini fark ettim. Başçavuşun gözleri benim gözlerime benziyordu…
Cumhur Utku’nun “Benim Gözümle 12 Eylül” kitabı önümüzdeki haftalarda raflarda yerini alacak
18
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
YENİ ÇIKANLAR
Ninoçka
pek Evi
Ka t nsanlar
Edebiyat Olay
Svetlana Boym, Metis Yay nlar , Çev: Yi it Yavuz, 328 s.
Anthony Horowitz, thaki Yay nlar , Çev: Murat Özbank, 296 s.
Salvador Plascencia, Siren Yay nlar , Çev: M. Begüm Güzel, 224 s.
Terry Eagleton, Sel Yay nc l k, Çev: Ba ak Yüce, 256 s.
Yıl: 1939 Yer: Paris Kurban: Nina Belskaya adında bir Rus göçmeni. Paris’teki Rus entelektüelleri arasında asiliği ve “köksüzlüğü” ile tanınan bir genç kadın. Fail: Meçhul. Nina’yı kim ve neden öldürmüştü? Fikirleri yüzünden siyasi bir cinayete mi yoksa çekiciliği yüzünden bir aşk cinayetine mi kurban gitmişti? 1980’lerde Rusya’dan ABD’ye göç eden ve şimdi New York’ta tarih yüksek lisansı yapmakta olan Tanya, Nina Belskaya’nın adına bir dipnotta rastladığından beri bu sorunun cevabını merak ediyor. Nihayet dedektif rolünü üstlenip Paris’e giderek olayı soruşturmaya başladığındaysa işlerin sandığından daha da çetrefili olduğunu görüyor. Ninoçka, dedektiflik romanı geleneğiyle hem inceden alay eden hem de bu geleneğin ustalıklı bir kullanımını içeren; sürgün, nostalji, kuşak ve kültür çatışması gibi kavramlar üzerinde duran bir kitap.
Arthur Conan Doyle Vakfı 125 yıllık tarihinde ilk kez yeni bir Sherlock Holmes romanının yayımına onay verdi. Önceki romanlarıyla New York Times bestseller listelerinde zirveye yükselen Anthony Horowitz’i “İpek Evi”nin yazarı olarak seçti. Bir kez daha “Av Başladı.” Londra, 1890. 221B Baker Caddesi. Yassı kasketli tuhaf bir adam tarafından tehdit edilen Edmund Carstairs, Sherlock Holmes ve Dr. John Watson’ı ziyaret edip yardımlarını ister. Holmes ve Watson istemeden de olsa kendilerini derin bir uluslararası komplonun içinde bulurlar. Yeraltı dünyası, Londra’nın loş sokakları, keşhaneler... Olayları aydınlattıkça karşılarına gizemli İpek Evi çıkmaya başlar. Nedir bu İpek Evi? Duvarlarının ardında neler olup bitmektedir? İpek Evi’nin korkunç gizemi, “son” Sherlock Holmes macerasında...
Sıradışı bir yazardan, oyuncaklı, dokunaklı ve fazlasıyla sıra dışı bir roman: “Kağıt İnsanlar”. Yazarı roman karakterlerinin arasına, kâğıdı olay örgüsüne katan, yıkımı körükleyip küllerinden yeniden doğan, özgün ve çarpıcı bir metin. Alınyazısına karşı koymanın, kurmacanın ve başkaldırının, kayıplara rağmen ayakta kalmanın hikâyesi... Kâğıt kadar hassas, kâğıt kadar tanıdık. Kağıt İnsanlar, sizinle konuşacak. Öykülerini sütunlarla kuracak, mahrem hayatlarını gizlemeye çalışacak. Göğüs kafesinizin içine kâğıttan bir kalp yerleştirip defalarca yırtacak, sonra tekrar yamayacak... Ve siz, kağıdın üzerinde dile gelen sayfaları çevirirken kendi kaderinizi, kendi kâğıt insanlarınızı, kendi yaralarınızı nasıl yamadığınızı düşüneceksiniz. Kelimeler birer yara izi gibi kâğıda tutunacak. İnsanın canını en çok, ama en çok, kâğıt kesikleri yakacak.
“Edebiyat” diye bir kategoriden bahsedebilir miyiz? Gerçeklik ile kurmaca nerede birbirinden ayrılır? Çeşitli edebiyat kuramları metnin ne demek olduğu ve ne işe yaradığı konusunda bize ne söylüyor? Kavram ile “şeyler”, söz ile eylem arasındaki ilişki nedir? Kültür kuramları ile politik durumun bir ilgisi var mı? Edebiyat bir strateji midir? Terry Eagleton daha önceki kitaplarında da öne sürdüğü soruları yeni bir perspektifle ele alırken, edebiyatın kültür içindeki yerine, geçerliliğine, işlevine ve sınırlarına dair net bir bakış açısı sağlıyor. “Edebiyat Olayı”, yalnızca bir edebiyat olayı değil. Edebiyatın doğasına, yapısına, dünya ile ilişkisine dair temel soruları ve çeşitli edebiyat teorilerinin bu konularda verdiği yanıtların ne anlama geldiğini incelerken; dil, kavramlar, gerçeklik, kültür ve ideoloji gibi konularda temel yaklaşımları da sorguluyor ve tatmin edici cevaplar sağlıyor.
Ölüler Genç Kal r
Yenilgiden Sonra
lk empanze
Kay p Zamanlar
Anna Seghers, Yordam Kitap, Çev: Sevinç Alt nçekiç, 576 s.
Ay e Zarakol, Koç Üniversitesi Yay nlar , Çev: Bar Cezar, 356 s.
Jeremy Cherfas, John Gribbin, Alfa Bas m Yay m Da t m, Çev: Özge Kelekçi, 328 s.
Peter Hobbs, Alt n Bilek Yay nlar , Çev: Gizem Genç, 299 s.
“Ölüler Genç Kalır”, Alman dilinin en büyük yazarları arasında sayılan Anna Seghers’in en önemli ve en kapsamlı romanıdır. Almanya’nın 1918-1945 yılları arasında yaşadığı büyük çalkantıları, emekçi ayaklanmalarını, Nazizmin iktidara gelişini ve İkinci Dünya Savaşı’nı büyük bir gerçeklikle anlatır. Roman, farklı sınıflardan ve siyasal eğilimlerden insanların hayat hikâyelerini bir araya getirerek zengin bir panorama sunar. Romanın baş kişileri, 1918’de Spartakist ayaklanmasına katılmış genç bir komünistin “yargısız infazı”yla çeşitli derecelerde ilişkili kişilerdir. Bu şekilde hem faillerin ve onların akrabalarının, hem de kurbanın akrabalarının hikâyesini anlatan bir kurgu ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, Japonya, Rusya: Coğrafi konumları, dilleri, dinleri, yüzölçümleri, güçleri, kültürleri birbirinden bu kadar farklı üç ülke neden aynı saplantılarla boğuşup durur? Bu üç ülkenin Batı denen şeye benzer tepkiler vermelerinin kuramsal açıdan tutarlı bir açıklaması var mıdır? Batı tarafından mağlup edilmiş bu imparatorluklar yenilgiyle nasıl başa çıkmışlardı? Konstrüktivizmin yanı sıra toplumsal kuramcıların ve düşünürlerin görüşlerinden yararlanan “Yenilgiden Sonra”, lekeli devletlerin statü kaygılarına karşı aşırı duyarlı hale geldiklerini ve dış siyasetlerini buna göre biçimlendirdiklerini savunuyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya ve Soğuk Savaş sonrası Rusya vakalarını derinlemesine inceliyor, karşılaştırıyor.
İnsanlar şempanzelerden değil şempanzeler insandan türemişlerdir. İnsanlar ve kuyruksuz maymunlar bir atayı paylaşırlar. Halk dilinde söylersek, kuyruksuz maymunlardan türemişiz. Ancak DNA’mızın neredeyse hepsini şempanze ve gorillerle paylaşıyor olduğunuza dair bulgular bizi yeniden düşünmeye zorlamaktadır. 1997 yılında Avustralya Ulusal Üniversitesi’nde en son moleküler biyoloji tekniklerini kullanılarak elde edilen DNA bulgularının yorumları, insan ile kıllı kuyruksuz maymunlar arasındaki genetik akrabalığın 3,6 ila 4 milyon yıl önce ortak bir atayı paylaştığız yönünde olduğunu göstermiştir. Türkçeye birçok kitabı çevrilen ünlü popüler bilim yazarı astrofizikçi Dr. John Gribbin ve hayvan davranış bilimcisi Dr. Jeremy Cherfas bilimin en zorlu dedektiflik hikâyesinin, bizlerin ortaya çıkış hikâyesinin izini sürüyorlar.
Charles Wenmoth, İngiltere’nin güneybatısında hem vaaz veriyor hem de demirci olarak çalışıyor. Olay 1870’li yıllarda geçiyor ve o zamanlar Wenmoth gibi vaizler haftanın her günü kendilerini işe ve ülkeyi bir uçtan diğer uca turlayıp değişik yerlerde vaaz vermeye adıyorlar. Wenmoth inançla yanıp tutuşuyor; fakat bu, içgüdüsel bir gnostisizm ile dengede duran bir inanç: Doğa ve etrafındaki dünyanın gerçekliğinden hoşnut. Dikkatini dağıtan tek şey civar kasabada oturan kör bir kız. Gittikçe kötüleşen durumuna rağmen inancını tüm ruhu ve kalbiyle koruyan bir kız. “Kelimelere sığmayacak derecede mükemmel ve çok farklı bir ilk roman.. Hobbs, karakterlerinin ritimlerini tamamen yakalamışa benziyor.” Laurence Phelan
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
19
lkel Asiler
Havaalan Bal klar
üpheli Ölüm
Alg Kalesi
Eric J. Hobsbawm, leti im Yay nevi, Çev: U ur Kocaba o lu, 267 s.
Angelika Overath, Ayr nt Yay nlar , Çev: Zehra Aksu Y lmazer, 128 s.
Michael Connelly, Alt n Kitaplar, Çev: Mehmet Gürsel, 432 s.
Gültekin Karaku , h2o Kitap, 190 s.
Eric J. Hobsbawm’ın klasikleşmiş eseri “İlkel Asiler”, köylü isyanlarından binyılcı hareketlere, mafia’ya, İspanyol anarşizminin isyancılığı ile köylü tasavvurlarına, İtalyan fasci’leri ile komünist hareketin ilişkisine, şehirlerde güruhların ayaklanmalarına ve 20. yüzyılın komünist işçi kalkışmalarına bakarak isyanın, eşkıyalığın tarihini ele alıyor. Avrupa’da eşkıyalığın, isyanın, ayaklanmanın siyasal hareketlerle nasıl buluştuğuna; dinsel inançların siyasal bilinçte nasıl akıp yaşadığına odaklanıyor. İlkel ile modern arasında varlığını sürdüren, dönüşse de yok olmayan bir direniş şeklinin hikâyesini anlatıyor; kan ve gözyaşı kadar efsane, iman ve ısrarın asi hikâyesini... Güruh yoksuldu; “onlar” zengindi; hayat temelde yoksullar için adil değildi.
Bir havaalanının yersiz yurtsuzluğunda, üç insanın hayat çizgisi kesişir. Dergi fotoğrafçısı Elis ile havaalanındaki dev resif akvaryumunun sorumlusu Tobias arasında bir aşk gelişirken, havaalanının sigara odasında, çoktan bitmiş bir evliliğin muhasebesi yapılmaktadır. İşi nedeniyle Afrika ile Asya arasında durmaksızın uçan Elis, devamlı havaalanlarında olmaktan ama aslında hiçbir yere varamamaktan yorulmuştur. Havaalanındaki akvaryuma gözü gibi bakan, deniz canlılarını çocukları gibi şefkatle seven Tobias’la akvaryumun önünde tesadüfen tanıştığında, aralarında önce karşılıklı monologlarla başlayan, sonra giderek derinleşen bir yakınlık gelişir. Akvaryumdaki tropik deniz balıkları, mercanlar ve anemon çayırları arasında sessiz sedasız yüzerken ve yolcular hiç durmadan akvaryumun etrafından akıp giderken, özlemin, yalnızlığın dibine inilir.
Harry Bosch, TETP’ye dahil edilmiş ve Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’nden emekli olmadan önce kendisine üç yıl daha çalışma hakkı tanınmıştır. Bosch, daha birçok davayı sonuçlandırmak isteğiyle yanıp tutuşurken bir sabah önünde çözmesi gereken iki dava birden bulur. İlki 1989 yılına ait bir tecavüz ve cinayet davasıdır. Olay sırasında ele geçirilen DNA, daha önce çeşitli suçlardan mahkûm olmuş yirmi dokuz yaşındaki bir suçluyla eşleşmektedir. Adam henüz sekiz yaşındayken böyle bir suça mı bulaşmış, yoksa yeni açılan yerel suç laboratuvarında korkunç bir hata mı yapılmıştır? Bu ikinci olasılık, halen DNA üzerinden yürütülmekte olan bütün davaların seyrini değiştirecek bir olasılıktır. İkinci davada ise Meclis Üyesi Irvin Irving’in oğlu Marmont Şatosu’nun penceresinden atlamış veya aşağıya itilmiştir.
İstanbul, 1873... “Şansı yaver gitmiş bir ihtimal” hikâyesinin anlatıldığı kitabı okuduğunda, başına gelebilecek tek ihtimalin idama mahkum edilmek olacağını bilemezdi medresenin sevilen hocası Akil. Tahir Usta onu bir mezarlığın kuytusuna sürüklediğinde, ne zamandır merak edip durduğu o “oda”yı nihayet görebileceği ihtimali Levend’in aklına hiç mi hiç gelmemişti. Yaşama dair küçük bir ihtimalin peşindeki Melike, daha önce bir kez olsun düşünmemişti sevginin de bir ihtimal olabileceğini. Peki, ihtimaller tıpkı bir hileli zardaki gibi önceden belirlenmişse? Nasıl çözülecekti varlığımızı kuşatan sırlar? Bir kitap sayesinde mi? Onlarca, yüzlerce? Bilgiye, varlığın bilgisine, yaşamın anlamına dair küçücük bir bilgiye ulaşmayı vaat etmez mi on binlerce, yüz binlerce kitabın yer aldığı bir kütüphane? Yoksa sonsuza kadar kaybolacağınız bir labirente mi dönüşür?
Lanetlenmi A ustosböcekleri
Cumhuriyet ve Hümanizma Alg s
Kendi Heykelini Yapan Adam: lhan Selçuk
Müzisyen Strausslar ve Osmanl Hanedan
Ahmet Cemal, Can Yay nlar , 400 s.
I l Çakan Hac ibrahimo lu, Bankas Kültür Yay nlar , 356 s.
Orhan Karaveli, Do an Kitap, 224 s.
Ömer E ecio lu, Yap Kredi Yay nlar , 288 s.
Edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın öncü kalemlerinden Ahmet Cemal, deneme yazınımıza bir kere daha unutulmayacak bir katkıda bulunuyor. Yazarın yeni denemelerini topladığı “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri”, edebiyattan sinemaya, tiyatrodan resme, çeviri uğraşından politikanın sanata etkisine dek uzanan yazılardan oluşuyor. Kültür hayatımızın son on yılında yaşanan olayları, tartışmaları, gündem oluşturan konuları günü gününe ele alan, ama güncelle asla sınırlı kalmayan yazılar bunlar... Cemal, yaşamın getirdiklerinden, okuduğu bir kitaptan, katıldığı bir tartışmadan yola çıkarak insanı her çağda, her yaşta ilgilendirecek sonuçlara varıyor. Kurumuş gırtlaklardan bir çığlıktır yükseldi, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden denize doğru yuvarlandı.
Hümanizma, antikçağdan beri, tüm insanlık tarihinin “uygarlaşması” sürecinde kölelik, eşitsizlik, yoksulluk, dogmatizm, ayrımcılık, savaş gerçekliği gibi olguların yanı başında ve onlara rağmen sahiplenilen bir kavram olmayı sürdürüyor. Türkiye’nin bu kavramla olan ilişkisini irdelemek ise, akademik bir tarih araştırmasının yanı sıra, bugüne kadar insana dair yaşanan sorunlarımızı fark edebilmek, tanımlamak adına da anlam taşıyor. Doç. Dr. Işıl Çakan Hacıibrahimoğlu da hümanizma ana teması üzerine kurgulu bu çalışmasında, dine, soya ve toprak egemenliğine dayalı imparatorluk mirasını devralan Türkiye’nin kavramla ilişkisini kurmayı, Osmanlı’nın son döneminden 1950’lere kadar uzanan süreçte kavramın aldığı biçimleri, algılanışını Türkiye örneğinde izlemeyi amaçlıyor.
Orhan Karaveli altmış yıllık arkadaşı İlhan Selçuk’u anlatıyor... “İlhan Selçuk bir yurtseverlik anıtı, bir insanlık savaşımcısıydı. Onun için kitaplar dolusu konuşmak, anlatmak gerek. İşte bunu bir arkadaşımız gerçekleştirdi. İlhan Selçuk’u yeni kuşaklara gerektiğince tanıtacak bir çalışma içindeki sevgili Orhan Karaveli’ye bin teşekkür.”-Oktay Akbal“Kitap boyunca düşündüm; böylesine çok yanlı, insanlığın her halini kişiliğinde barındıran bir Aydınlanmacının özelliklerini belirten anıları, mektupları Orhan Karaveli gibi, önemli kitaplara imza atmış deneyimli bir gazeteciden başka kim, dağın dibindeki cevheri keşfedercesine somut verilerle okuyucuya ulaştırabilirdi?.. Karaveli, “Kendi Heykelini Yapan Adam” kitabıyla, İlhan Selçuk’un Aydınlanmacı kişiliğine tanıklık görevini yerine getirmiştir.”-Adnan Binyazar-
19. yüzyılın vals kralları Viyanalı Baba Johann Strauss, oğul Johann Strauss ile kardeşleri Josef Strauss, Eduard Strauss ve bu aileyle hiçbir bağı olmayan Fransız vals bestecisi Isaac Strauss. İşte elinizdeki kitapta aynı soyadını taşıyan bu beş bestecinin Osmanlı hanedanıyla müzikal ilişkisi anlatılıyor. Osmanlının Batılılaşma çağında 1840’larda başlayıp 1890’lara uzanan dönemde padişahlara adanan besteler, olağanüstü törenler için sunulan eserler, karşılığında alınan ödüller ve nişanlar. 19. yüzyılın zenginleşen Avrupa’sıyla Batılılaşma çabasındaki Osmanlı Devleti’nin müzik alanında kesişen birlikteliği. İlginç detaylarıyla dikkati çeken bir öykü.
20
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
ÇOCUKLAR İÇİN
Küçük kırmızı balıklara “Bu derenin ucunun nereye ç kt n gidip görmek istiyorum. Ba ka yerlerde neler olup bitti ini gerçekten bilmek istiyorum. Böyle amaçs zca yüzmekten b kt m usand m…” İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Küçük Kara Balık geçti o dereyi, ama Behrengi geçemedi, izin vermediler. 1939’un Haziran ayında Azerbaycan’ın Tebriz kentinde doğmuş Samed Behrengi. İki erkek, üç kız kardeşi varmış. İlkokulu bitirdikten sonra Tebriz’deki Öğretmen Okulu’nda okumuş. Öğrenimini tamamlayınca köy okullarında gönüllü öğretmenlik yapmaya başlamış. Öğretmenlik yaptığı sıralar bir yandan Tebriz Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş. Çocukları seven ve onları anlamaya çalışan Behrengi, halk masallarının gerçekliğine, duruluğuna, yol göstericiliğine çok inanırmış ve ilk kitabında bu halk masallarını derleyip Farsça’ya çevirmiş. Kısacık ömrüne birbirinden güzel çocuk öyküleri de sığdırmış. “Küçük Kara Balık”ı, “Bir Şeftali Bin Şeftali”yi, “Pancarcı Çocuk”u, “Püsküllü Deve”yi, “Kel Güvercinci”yi armağan etmiş küçük büyük herkese. Bu öykülerin yanı sıra, İran kültürü ve eğitim sistemiyle de ilgilenmiş ve sistemin aksayan yönlerini kaleme alıp, çözümler üretmiş. Ancak bu makaleleri ve kısa öyküleri Şah yönetimince
yasaklanmış ve kimilerine göre Behrengi’nin cezası Aras Nehri’nde kesilmiş. Samed Behrengi’yi öldürdüğünü zanneden iktidar, onun ömrüne ömür kattığını anlamamış bile. “Çocuklar, bu toplum babalarınızın size miras bıraktığı toplumdur. Yaramazlıklarınızı aza indirmeli ya da hatta tümüyle bırakmalısınız. Bu toplumun sorunlarının üstesinden gelecek çözüm araçlarını aramalı, bulmalı ve de hastalıkları yok etmelisiniz. Toplumu tanımanın birkaç yolu vardır. Bu yollardan biri kitap okumaktır. Kitapların hem en iyisini seçmeliyiz, hem de bizim çeşitli sorularımıza yanıt verenlerini. Kitap toplumumuzu ve öteki ulusları bilgilendirmek ve bize toplumsal hastalıkları göstermek zorundadır. Öyküler bizlere, toplumumuzun gerçek bir resmini çizebilir; sorunlarını ve nedenlerini açıklayabilir. Öyküler, okuyanları yalnızca eğlendirmez. Bu yüzden ben de akıllı çocukların öykülerimi yalnızca hoş vakit geçirmek için değil, öğrenip bilgilenmeleri için okumalarını istiyorum.” (Samed Behrengi) Çocuklar ilk duydukları sözcüklerle konuşmayı sökerler, ilk gördükleri insanları aile bilirler, ilk mimikleri, tavırları, davranışları bu insanlardan görüp onları taklit ederler. İlk okudukları akıllarından çıkmaz. “Küçük Kara Balık”ı heceleyerek okuma şansına sahip
Benim Ad m Kristof Kolomb
Benim adım Kristof Kolomb. Benim, Yeni Dünya’yı keşfimle birlikte Büyük Okyanus İmparatorlukları Dönemi başladı. Yeni Dünya ile yapılan ticaretlere bağlı olarak, İspanya ve İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ekonomik açıdan büyük bir gelişme gösterdi ve uluslararası güç hâline geldi. O zamandan beri, dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir olay diğer tüm bölgeleri etkiliyor. Benim seyahatlerim olmasaydı, yaşadığınız dünyaya ilişkin bilgileriniz bugün bildiklerinizden çok farklı olacaktı.
Fernando Garces, Alt n Çocuk, Çev: Figen Sayar, 64 s.
çocuklar, o an bunun kıymetini bilmezler, sonradan ya anlarlar ya anlamazlar. Çoğumuz “sistem eleştirisi” bilincine sahip olduktan sonra okumuşuzdur bu kitabı, ama bunu bilmeden okuyan çocuklar ne şanslıdırlar. Yedi yaşına bastıkları gün, birine “Küçük Kara Balık” birine “Bir Şeftali Bin Şeftali” alınan kardeşler vardır mesela, ne şanslıdırlar. Küçük kırmızı balıklar da onlardır asıl. Sabaha kadar okyanusu düşleyip Kara Balık’ın derdine düşen onlardır. Yirmi dokuz yaşında kıymasalardı kim bilir daha neler yazardı Samed Behrengi. Biz bilmeyiz, karşılıklı ağlaşarak Küçük Kara Balık okuyan anneleriyle evlatlarını. Çocukları cezaevinde, eşleri gece nöbetlerinde bu anneler, inadına bulup okuturmuş bu kitabı evin en küçüklerine. İran’da halen yasaklı kitaplar arasında olan bu kitap, 1980 İhtilalinde Türkiye’de de yasaklı olduğu dönemlerde, sayıları az da olsa bazı çocukların eline geçmiş işte bu şekilde. Kitabın arkasındaki öyküyü bildiğinizde, yaşananları, yaşatılanları, acıları, özlemleri, o kitap daha çok dokunur ya size, içinize işler, sadece size özel olsun ama bir yandan da herkes bilsin istersiniz. Yazar öyle şeyler anlatır ki, özgürlüğün ekmek ve sudan daha önemli olduğunu mesela, yasak
tanımazsınız, bulur okursunuz. Kitabevleri beş adım ötenizde de değildir ayrıca, uğraşırsınız bulmak için. Şimdi bu kitap ayağımıza kadar gelmiş de, kıymetini bilmeyecek miyiz? Çocuklar artık Küçük Kara Balık’ı düşünmeden mi uyuyacak? Birileri yok yere ölmesin. Kara Balık okyanusun dibine gömüldüyse Balıkçıl da gömülsün. Birileri bizim için özgürlüklerinden vazgeçiyorsa nedeni bilinsin, isimleri unutulmasın. Çocuklara “Samed Behrengi kim?” diye sorulduğunda yüzümüze boş boş bakmasınlar. Bilsinler ki; kendi yazdığı kahramandı o, Küçük Kara Balık’tı, okyanusa açılırken nehirde boğuldu. En büyük Türk yazarlardan biriydi, herkes çocukları onun kadar sevemezdi. Kütüphanelerine onunki kadar büyük bir hediye bırakan olmadı. Bunları bilsinler ki, okyanusa açılmak için cesaretleri olsun. Hayat boyu okumalar diliyoruz.
Barba ile Rabarba Arslan Sayman çocuklar için çok neşeli kitaplar yazan bir yazar. Şiir ve tiyatronun belirleyici rolü hemen fark ediliyor yazdıklarında. “Bruni’nin Avlusu” kitabında olduğu gibi “Barba ile Rabarba”da da tiyatro ve gösteri sanatı öne çıkıyor. Ama bu defaki kahramanlarımızın ömrü yollarda geçiyor. Barba ile Rabarba, durakladıkları yerde kurdukları sahnede gösterilerini yapıyorlar. “Barba ile Rabarba”, hayatları karda, kışta, yağmurda, güneşte hep yollarda geçen kahramanlarının hem hüzünlü, hem neşeli ve sıcak hikâyesiyle çocukların unutmayacağı bir kitap... Deniz kıyılarında, derin vadilerin ortasına kurulmuş yemyeşil kentlerde, bozkırın ortasında kasaba kasaba gezerek Arslan Sayman, çocuklara oyunlar sergileyen Barba ile Ra- Yap Kredi Yay nlar , 72 s. barba’nın dostluğu her okuyanın gönlünde derin izler bırakacak. Rabarba’nın ağzından anlatılan ve beklenmedik, sarsıcı sahnesiyle hikâyenin burkulup yeniden düğümlendiği bu yol ve dostluk hikâyesini Deniz Üçbaşaran resimledi.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
14 EYLÜL 2012 CUMA
21
İlk gerçekçi sosyal romanımız: “Çıkrıklar ‘Çıkrıklar Durunca” Durunca’ ERCAN DOLAPÇI Geçen hafta sosyal gerçekçilik alanında ilklerden sayılan Reşat Enis’in “Despot” romanını tanıtmıştık. Bu hafta da aynı türde başka bir eser Sadri Etem Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” isimli romanını tanıtacağız. O da Osmanlı’nın Tanzimat Dönemi ekonomisiyle iç piyasasının hızla yabancıların eline geçmesi ve bunun sonucunda da özellikle dokuma tezgâhlarımızın bir bir kapanmasıyla ortaya çıkan sosyal depremi ele alıyor.
FABR KA DOKUMASI GEL NCE Kitapta, İngilizlerin Anadolu’nun tiftik keçisini, Güney Afrika’ya götürerek yetiştirmesi, çoğaltması ve yününü kumaş yaparak bize satmasının öyküsü var. Anadolu’daki tezgâhların birleşerek fabrikalaşamaması, özellikle gümrüklerin ardına kadar açılarak Avrupa’nın ucuz fabrika kumaşının piyasamıza girerek -çarşıya giren fil misali- herşeyi allak bullak edişi anlatılıyor. Bunun açtığı büyük sosyal ve ekonomik sorun nedeniyle, insanlar başka yerlere göç ederler ve oralarda da tutunamazlar. Çünkü Osmanlı’nın bu sorunlarla başa çıkacak ne parası vardır ne de aklı! Herkes kaderine terk edilmiştir. Çaresizliğe insanların is-
yanı vardır bir anlamda...
70 YIL SONRA TEKRAR BASILDI 1931 yılında Resimli Ay Matbaası’nda basılan eser, tam 70 yıl sonra 2001 yılında Otopsi Yayınları tarafından tekrar basıldı. Bu eseri, Attilâ İlhan’ın yazı ve televizyon sohbetlerinde tanıdık. Otopsi Yayınları’nın önsözünde İlhan’ın tanıtım yazısı da bulunuyor. İlhan kitap için şöyle diyor: “1930’lu yıllarda biraz ‘Anadolu İhtilali’nin etkisi, biraz da Kuzey’den - Sovyetler’den esen ‘toplumculuk’ rüzgârlarıyla, hikâyede ve romanda, genel olarak ‘halkçılık’ özel olarak ‘Anadoluculuk’ cereyanı belirmişti; bu sayede, ‘Meşrutiyet’ romanının ihmal ettiği insanların önemli bir kısmı, edebiyata dahil oluyor ama eksiği yok mu, elbette var; ilk bakışta marjinal sayılabilecek ‘kahramanlar’, hesaba katılmamış; toplumda mevcut olmadığından değil, tabii; yazar okurunu henüz bu tarz bir edebiyata hazır hissetmediğinden!”
GERÇEKÇ L K AKIMININ ÖNCÜSÜ İlhan bu alandaki öncüler olarak Selahattin Enis, Reşat Enis, Aka Gündüz ve Sadri Ertem’i göste-
riyor. Buna da “Erken Cumhuriyet dönemi” diyor. Bunların ardından da malum Cumhuriyet’in sosyal gerçekçi ramancıları Sabahattin Ali, Talip Apaydın, Orhan Kemal, Fakir Baykurtlar geldi.
GENÇ YA TA KAYBETT K Sadri Etem 1898 yılında İstanbul’da doğdu. 1919 yılında Darülfünun Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Cihan Harbi’ne yedeksubay olarak katıldı. İstiklâl Savaşı’nda Anadolu’ya geçti. “Hâkimiyeti Milliye” ve “Yeni Gün” gazetelerinde yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. Sonraki yıllarda da öğretmenlik ve gazeteciliğe devam etti. Dergilerde öyküleri yayımlandı. Romanlar ve hikâyeler yazdı. 12 Kasım 1943 günü 45 yaşında verimli çağının doruğunda hayatını kaybetti. Eserleri Çinceden Rusçaya birçok dile çevrildi. Beş öykü kitabı (“Silindir Şapka Giyen Köylü”, “Bacayı İndir Bacayı Kaldır”, “Korku”, “Bay Virgül” ve Bir Şehrin Ruhu”) ve Dört romana (“Çıkrıklar Durunca”, “Bir Varmış Bir yokmuş”, “Düşkünler”, “Yol Arkadaşları”) imza attı. Ayrıca çok sayıda araştırma inceleme, gezi notları, tarih ve ders kitapları bulunuyor.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
EMİN KİTABEVİ/ RİZE
Öncelik çocuklar
Rize Karadeniz bölgesinde üniversitesi olan sayılı illerimizden birisi olmasına rağmen kitaplara ulaşımın hala kısıtlı olduğunu söylemek mümkün. Emin Kitabevi Rize’nin sayılı kitabevlerinden biri. 1986 yılından bu yana hizmet veren bu kurum her yaştan Rizeliye hitap ediyor. İzlediği vizyon ile bugüne kadar beğeni almış Emin Kitabevi çalışma hayatına kitapseverlerin desteğiyle bu kadar zaman devam etmeyi başarmış. Yılın çeşitli dönemlerinde kampanyalarla kitap alımını kolaylaştırmaya çalışan kitabevi yönetimi sunduğu
hizmetle Rize’de çocuk ve gençlerin aydınlanmasına yardımcı oluyor. Okuma kitapları ve yardımcı ders kitapları burada bulabileceğiniz yayınlardan. Kitabevi özellikle çocukların gelişimine ve gençlere kitap okuma alışkanlığı kazandırılmasına çok önem veriyor. Emin Kitabevi sahibi Emin Usta, çocuklar ve gençlere daha verimli olacak yayınları tercih ettiğini söylüyor. Atatürk Caddesi Ekrem Orhan Apartmanı’nın altında bulunan Emin Kitabevi çalışma hayatına devam etmektedir.
22
Aydınlık KİTAP
14 EYLÜL 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “Seni anlıyorum” demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu.”
a) Hakan Günday – Kinyas ve Kayra b) Emrah Serbes - Her Temas İz Bırakır c) Murat Uyurkulak - Tol d) Murat Gülsoy - Baba, Oğul ve Kutsal Roman e) Ayfer Tunç – Suzan Defter
2
Yanımdan dargın bir halle ayrıldı. Onu alıkoymak, gözüne girmek – beni daha iyi savunsun diye değil, yalnızca gözüne girmek – istediğimi anlatmak isterdim. Hem onu güç duruma soktuğumu da görüyordum: Beni anlamıyor, biraz da içerliyordu bana. Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama, bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.
3
a) José Saramago - Körlük b) Paulo Coelho - Veronika Ölmek İstiyor c) Albert Camus – Yabancı d) Franz Kafka – Dönüşüm e) Jean Paul Sartre - Bulantı
Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular... İki tarafta da, boğuşma büyük bir şiddetle, açıktan yürüyor. Hele, önce “vatandaş” sonra “insan”olunması gereken dehşetli sıralarda faziletle, alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok. Muharebede düşman karşıdadır. Üniformalıdır. Az da olsa, çok da olsa bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler, yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde dost kim, düşman kim, bilinmez!
a) Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları b) Sait Faik Abasıyanık – Lüzumsuz Adam c) Yakup Kadri karaosmanoğlu - Yaban d) Reşat Nuri Güntekin – Acımak e) Hüseyin Rahmi Gürpınar – Namusla Açlık Meselesi
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(a) 2-(c) 3-(a)
1
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Bedevi Araplar’ n ba l olan kefiyeyi tutturmakta kullan lan dü ümlü kordon 2. Göze renk veren tabaka - Toparlak kemik ucu - Osmanl devletinde taht yeri, saltanat makam anlam nda kullan lan bir sözcük 3. Er az - Her i i zaman nda yapan - Anadolu'da kullan lan bir dövme türü 4. Kalça kemi i - Edebiyatla ilgili, yaz nsal - Çabucak gönderme, acele yollama 5. Bir resmi suland r lm renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi - Öldürme, yok etme - En k sa zaman parças , lahza 6. ikar - Laka ile cilalanm - laç, merhem - Ta silindir
7. Çok iddetli k par lt lar meydana getiren k kayna Bir tap nak ya da kutsal alan n yaln z din adamlar n n girmesine izin verilen bölümü 8. Kay nbirader - Bir çalg türü - Radyum’un simgesi - Çocu u olan kad n 9. ABD Havac l k ve Uzay Dairesi - Dü me deli i 10. Toplum hayat na giren geçici yenilik - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - Platin’in simgesi 11. Bahçelerde çiçek dikmek için ayr lan yer - Ahilik oca ndan olan - Çocuk bak c s kad n 12. Ak ll , zeki - Hem karada hem suda ya ayabilen - At üretilen çiftlik 13. M s r’ n plakas - Japonya’da buda rahibesi - Bir i i sona
erdiren, sonuncu - Bir yüzölçümü birimi 14. Beyaz - Lityum’un simgesi - Damarlarda dola an ya amsal s v - syankar 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Halife Osman döneminde ç kar lan elyazmas Kuran örnekleri YUKARIDAN A A IYA 1. Her türlü alkollü içkiyi yasaklayan sistem - Sava , harp 2. Çölde bulunan i aret ta - Bir ilimiz - Kulak iltihab 3. Suudi Arabistan’ n para birimi - Tutuklu ve hükümlülerin konuldu u kapal yer - “Tok” kar t 4. Hararet - Bir ngiliz biras - sviçre’de bir nehir Akümülatör (k sa) 5. Yeni gelin - Olgunla mam 6. “... Derek” (aktrist) - “e ik” kar t - Bayram ve enliklerde caddelere kurulan süslü kemer - Harç al p sürmeye yarayan, yass demirden yap lm , tahta sapl bir duvarc ve s vac arac 7. Dayan lacak ey, ilke - Ba lama, mazur görme - plik e irmekte kullan lan, a açtan yap lm bir alet 8. A abey (k sa) - Cin fikirli, kurnaz 9. Üzerine yaz yaz lm ka t, mektup - Horoz, hindi gibi hayvanlar n tepesindeki deri uzant s 10. Gelecek - Sar humma virüsü - Kuruntuya dü ürme 11. Sözle me, mukavele, kontrat - Bat edebiyat na özgü bir naz m ekli ve türü - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s 12. Bir kan grubu - Kuma la astar aras na konularak giysinin dik durmas n sa layan kolal bez - Allah sevgisiyle söylenip, makamla okunan iir 13. Dilenci - Büyük ve süslü çad r, ota - Rusça’da “evet” - Bir ac ünlemi 14. “Louis ...” (Frans z air ve yazar) - Bir sebze 15. Ka nd r c bir deri hastal - Hz.Muhammed’i övmek amac yla yaz lan kaside - “... Kaptan” (ressam)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ