2012 09 28 eylul kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

41 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1073

28 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 31

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Tesadüfen gelen intikam

Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun dilimize çevrilen son kitabı ‘Uzak Tepeler’

Arafta r a l n a yaşay

Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı

Köpekler ve Efendiler

Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus

Çözümsüzlükte boğulan Kıbrıs


Aydınlık KİTAP

28 EYLÜL 2012 CUMA

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Émile François Zola

s. 4

Tesadüfen gelen intikam

s. 5

Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı

s. 6

Kabuğu sert, içi yumuşak meyve

s. 7

Öyküleriyle farklılığı yakalayanlar

s. 8

Köpekler ve Efendiler

s. 9

Hayatı yakalayan demokrasi: Komünizm

s. 10

Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus

s. 11

Kapak: Japon asıllı İngiliz yazar: Kazuo Ishiguro Arafta yaşayanlar...

s. 12

Kaosun sesi ve hayatın hikâyesi

s. 14

Rousseau: “Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu; şimdi sadece kuvvet deviriyor.”

s. 15

“Müslüman Roma” masalları

s. 16

Madonna’ya gönderilen lokum

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuk: Çirkinsen kaybettin!

s. 20

Sahaf: Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

Festival zamanı İTEF – İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali , 1–4 Ekim’de İstanbul’da, 3–5 Ekim’de Ankara’da, 5–6 Ekim’de İzmir ve 5–6 Ekim’de Hatay’da okurlarla buluşacak. Dördüncüsü gerçekleşecek festivalin 2012 teması “Şehir ve Korku” olacak. Okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve Dünya edebiyatının en iyi örnekleri İTEF kapsamında sunulacak. “Şehir ve Korku” başlığı festival tanıtımında şöyle açıklanmış: “Söyleşilerde korku, edebi bir tür, bir kip, bir roman kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alınacak; yazarlar ‘korku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara da değinecek.” İTEF Festival Kitabı, festival sonrasında İstanbul Kitap Fuarı zamanında okurlarla buluşacak. Edebiyatseverlere duyurulur. *** “Büyük ozan Neşet Ertaş’ı kaybettik.” Günlerdir üzüntümüzü yaşarken bu sözü duyuyoruz çevremizde. Neşet Ertaş’ın ölüm haberini kabullendikten sonra dönüp tekrar bakıyoruz bu cümleye. En etkileyici kelimeyi buluyoruz: “Ozan”. Sözlüğe baktığımızda kısacık bir açıklamasını buluyoruz bu sözcüğün; şair. Düşünüyoruz sonra. Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kullanıldığı türküler gelecek kuşaklara bırakacağımız en büyük miras. Miras dediysek yanlış anlaşılmasın. Parada pulda gözümüz yok. Ozanın dediği gibi “Neyleyim yalan dünya malı ziyneti...” Her güzel şeyin yitip gittiği duygusuna kapıldığımız bugünlerde geride bırakılan miras sayesinde yeni ozanların yetişeceğinden eminiz. Ustayı saygı ve rahmetle anıyoruz... Haftaya görüşmek dileğiyle...

ÖneriYorum 1)

AHU TÜRKPENÇE

2)

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Yekta Kopan, Kediler Güzel Uyanır Kopan’ın bu öykü kitabında her biri birbirinden farklı hikâyeler anlatılmış. Her biri okurda farklı hisler uyandıran, kendisini özdeşleştirip yoğun duygulara kapılmasına sebep olan hikayeler... Okurken hiddetlenip gaza geliyorsunuz kimi zaman. Bir yandan da bir o kadar yumuşak bir ton hissediliyor. İnsanda aşık olma isteği uyandırıyor... Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor Normal olmak nedir? “Akıllı” olduğumuzu zanneden bizler miyiz doğruyu gören, “deliler” mi? Okuru gerçeğin peşine düşüren bir kitap. Gördüklerimizin, bildiklerimizin gerçek olmama ihtimalini, bunların

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

bir kurgudan ibaret olma ihtimalini akıllara kazıyor.

3)

Dennis Kelly, Sondan Sonra Şu anda sahneye koyduğumuz oyunun ismi. Okuyucularımız oyunun tam metnini bulabilirler mi bilemiyorum, bulamazlarsa da oyunumuza bekleriz. Kelly’nin bu eseri güç dengeleriyle alakalı... Oyun karşısındakine istediğini yaptırmak isteyen, onlara sahip olabileceğini düşünen kişileri anlatıyor. Bu kişiler üzerinden toplumsal bir düzene atıf yapılıyor aslında. Bahsi geçen düzen faşizm. Faşizm sadece yukarıdan aşağıya doğru toplumsal bir düzlemde şekillenmiyor, bireyler üzerinden de gözlemlenebiliyor. Bu açıdan metin kayda değer bir yaklaşımı içeriyor.

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

28 EYLÜL 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Émile François Zola (2 NİSAN 1840 – 29 EYLÜL 1902) Zola’n n edebiyat aç s ndan önemi ku kusuz Natüralizm ak m n edebiyata kazand rmas ndan ve deneysel roman gelene ini ba latmas ndan ileri gelmektedir. Natüralizm ak m hayat gözlemleyip tüm ç plakl yla edebiyata aktarmay öngörmektedir. Tasvirlerin gerçeklili i ve karakterlerin ruhsal yönleri eserlerde önem kazanm t r. Zola’n n eserlerinde toplumunun hemen hemen her kesiminden insanla kar la mak mümkündür Natüralizm akımının öncüsü ünlü Fransız yazar Émile F. Zola, 1840 yılında Paris’te doğdu. Babası İtalyan asıllıydı ve mühendisti. Ancak küçük yaşta babasını kaybetti. Zola’nın bundan sonra yaşamı zorluklarla geçti ve lise eğitimini yarıda bırakarak çalışmak zorunda kaldı. 1862’de bir yayınevinde çalışmaya başladı ve hayatı değişti. 1864’te ilk öyküleri basıldı. Figaro Gazetesi’ne makale vermeye başladı. Yazarlığına duyduğu güven sayesinde kendini tamamen edebiyata adamak için yayınevindeki işinden ayrıldı ve 1867’de meşhur romanı “Therese Raquin”ı yayımladı. En az bu roman kadar değerli olan eserlerinden birkaçı “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane”dir. Zola’nın edebiyat açısından önemi kuşkusuz Natüralizm akımını edebiyata kazandırmasından ve deneysel roman geleneğini başlatmasından ileri gelmektedir. Natüralizm akımı hayatı gözlemleyip tüm çıplaklığıyla edebiyata aktarmayı öngörmektedir. Tasvirlerin gerçekliliği ve karakterlerin ruhsal yönleri eserlerde önem kazanmıştır. Zola’nın eserlerinde toplumunun hemen hemen her kesiminden insanla karşılaşmak mümkündür. Eserlerini oluştururken araştırmalar yapmış ve eserlerini oldukça sağlam temeller üzerine şekillendirmiştir. Doğal ve gerçekçi üslubuyla döneminde kim-

senin yapmadığı şeyi yapmış ve eserlerinde açık ve cesur bir şekilde toplumsal gerçekleri yansıtmayı başarmıştır. Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davası’nda takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olmasından dolayı askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben “İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, hapis cezasına çarptırılmış ve baskılardan dolayı Fransa’yı terkedip bir süre Londra’da yaşamak zorunda kalmıştır. Çabaları sonucunda Dreyfus Davası’nın yeniden görülüp adaletin yerini bulması ile bir yıllık sürgün hayatından sonra yurduna dönmüş ve Paris’te mütevazi bir hayat sürmüştür. Hatta son romanı Dreyfus Olayı’nın bir öğretim kurumuna uyarlanmasıdır. 1902’de baca zehirlenmesinden ölmüştür, ancak ölümünün şaibeli olduğunu düşünenler de vardır. Haksızlıklara karşı mücadele etmiş usta edebiyatçıyı, ölüm yıldönümünde şu cümlesiyle anıyoruz: “Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur.”

Rastlantının kurgusu “Alg Kalesi”nin, okuru hemen avcunun içine alabilmesinin en büyük sebebinin, ço u zaman kendi kendimize sordu umuz, yüksek sesle dillendirmekte zorland m z sorular , cesaretle sormas ve bunlara samimi bir ekilde cevap aramas oldu unu dü ünüyorum SİBEL ÖNAL “Algı Kalesi”nin kapağını ilk gördüğümde beğenmiştim ama biraz karanlık gelmişti. Kitabı okuyup bitirdikten sonra kapak benim için daha anlamlı bir hale geldi, hatta karanlığın bile bir anlamı vardı artık. Kitabın kapağını açtığınızda bir başka kapakla benim “yardımcı kapak” diye adlandırdığım, yayınevi h2o Kitap’ın tüm kitaplarında da yer alan eski tarzda (vintage) bir kapakla karşılaşıyorsunuz. Bir uçurumun kenarında yalnız ve üzgün bir kadının üzerine harfler yağıyor illüstrasyonda. İki kapağa bir kez daha bakıp roman ile ilgili bir ipucu yakalamaya çalışıyor, içinizden öngörüler oluşturuyorsunuz hepsinin az sonra yazar tarafından birer birer yıkılacağını bile bile. Sonra bir sayfa daha çeviriyorsunuz ve okurun aklına ilk merak tohumu atılıyor: “Bu kitap belli bazı nedenlerle yazarın da izni alınarak ilk bölümü çıkartılarak yayımlanmıştır.” Okur olarak bu oyuna katılıyor, inanmış görünerek ilk bölümü yani aslında rivayete göre ikinci bölümü okumaya başlıyoruz. Ama bölümü bitirdiğimizde o kulak ardı ettiğimiz bilgi içimizi kemirmeye başlıyor. Okur her yeni bölümde o boşluğun gittikçe büyüdüğünü duyumsuyor ve bu duygu kitabın sonuna kadar onu hiç bırakmıyor.

CESUR VE SAM M Kitap az ama önemli karakterlerden oluşmuş bir hikâyeye sahip ve biz ilk bölümde neredeyse tüm karakterleri tanıyoruz. “Algı Kalesi” ilk bölüme aslında finallere yakışır bir sahneyle başlıyor, şaşırıyor ama aynı zamanda meraklanıyoruz. Yazarın bence en büyük başarılarından biri bu merak duygusunu kitabın sonuna kadar koruyabilmesi, okuru hep uyanık tutabilmesi. “Algı Kalesi”nin, okuru hemen avcunun içine alabilmesinin en büyük sebebinin, çoğu zaman kendi kendimize sorduğumuz, yüksek sesle dillendirmekte zorlandığımız soruları cesaretle sorması ve bunlara samimi bir şekilde cevap araması olduğunu düşünüyorum. Yazar her sorusuyla aslında okurun aklına bir çentik atıyor, kitabı okumaya devam eden okur, bu çentik attığı yerlere defalarca gidip gelmeye başladığını fark ediyor. Cevabı aranan her soru yeni sorular doğuruyor ve sonunda hiç bitmeyen bölünerek çoğalan bir döngüye evriliyor. Hikâye, İstanbul’da 1873 yılında geçiyor. Yazar okurun bu zamanı soluması için; keli-

melerini özenle seçmiş, karakterlerinin hal ve tavırlarını adeta çizmiş ve eski İstanbul tasvirleriyle hikâyesini desteklemiş. Yazarın kelime bilgisi, Türkçeye hâkim olması ve bu kadar naftalinli kelimeye rağmen metnin akıcılığını koruyabilmesi beni etkiledi. Kitabın ilk bölümünde Tahir Usta ve onun bir nevi öğrencisi sayılabilecek Levend ile tanışıyoruz ve elbette bir de Akil Hoca var. Kitap bu üç karakter üzerinden yürüyor. Baskın karakter Levend olsa da ben Akil’le eşit rol paylaştıklarını düşünüyorum ve bu benim kitapta çok hoşuma giden bir durum. Çünkü iki ayrı hikâyeyi sanki bir saçı örer gibi örüyor yazar. Okur da bu örgüyü takip ederken Tahir Usta’yı da kitabın sonuna kadar hiç unutmuyor, bir yerlerde bırakmıyor ve sayfalar boyu onu da yanında taşıyor. Yazar bunun ödülünü ise okura son bölümde veriyor. Bir bohçayı bağlar gibi ilk önce Akil ve Levend’in hikâyelerini bağlıyor sonra üzerlerine son düğümü Tahir Usta ile atıyor. Okur bohçayı biraz daha karıştırmak isterken yazar onu sırtlanıp hızlıca uzaklaşıyor.

YO UN B LG AKTARIMI Levend’in bilgiye olan tutkusu, öğrenmeye olan açlığı meraklı okur için de aslında bir okuma izleği çıkarmasını sağlayabilir. Ama aynı zamanda hızlı temposu ve aşırı bilgi yüklemesi zaman zaman sabırsız okura ipin ucunu kaçırma endişesi yaşatabilir. Yazarın bilinçli bir tercihi miydi bilmiyorum ama kadın karakterler ve aşkları, sanki baş erkek karakterlerin etkileyiciliğine gölge düşürmesin diye geri planda bırakılmış gibi geldi bana. Oysa ben Neva ve Tahir Usta’nın aşkını biraz daha okumak, Neva’yı daha yakından tanımak isterdim. Ayrıca Akil başına gelen felaketten kurtulduktan sonra sanki bir süre kendi derdine düşüp Melike’yi unuttu. Oysa ona ulaşamasa da aklında olduğunu okur olarak bilmek istedim ve bunun eksikliğini hissettim. Kitabın arka kapak yazısındaki söze katılıyorum: “Bir solukta okuyacak ama bir lokmada yutamayacaksınız.” Çünkü yazar sorularını Levend, Akil ve Tahir Usta aracılığıyla sizin zihninize bırakıp gidecek. Her bir soru kozalakların tutuşması gibi patlayarak parçalara ayrılacak ve içinizdeki yangın git gide büyüyecek… (Algı Kalesi- Rastlantı ve Devinim, Gültekin Karakuş, h2o Kitap, 190 s.)


Aydınlık KİTAP

Gonçalo M. Tavares

5

Tesadüfen gelen intikam

Vah etin tarihçesini ara t ran bir doktorun, delili in pençesinde a klar n ya amaya çal an iki sevgilinin ve sava a kat lm ama insanl n sava alan nda b rakm bir adam n, bir cinayetle kesi en hayatlar n n öyküsü “Kudüs” DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Portekizli yazar Gonçalo M. Tavares’in son romanı “Kudüs”, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı. Vahşetin tarihçesini araştıran bir doktorun, deliliğin pençesinde aşklarını yaşamaya çalışan iki sevgilinin ve savaşa katılmış ama insanlığını savaş alanında bırakmış bir adamın, bir cinayetle kesişen hayatlarının öyküsü “Kudüs”. Arka kapakta da belirttiği gibi “insanın karanlık yüzüne korkusuzca bakmaya çalışan” bir anlatı. Özellikle kitabı elinize aldığınızda Saramago’nun da tavsiye cümlesiyle karşılaşınca iyice meraklandıran bir kitap. Roman, karakterlerin hayatlarının kesişeceği ve tamamen değişeceği geceyle başlıyor. Karakterlerden biri bir doktor ve vahşetin tarihçesiyle ilgileniyor. İnsanları şiddete iten etmenleri inceleyerek şiddetin yüzyıllara göre değişimini bir grafikle açıklamaya çalışıyor. Bu şekilde vahşetin zamanla azalıp azalmayacağını veya yok olup olmayacağını anlamaya çalışıyor. Doktorun eski karısı ise bir şizofren ve yatırıldığı hastanede kocasını aldatarak başka bir şizofrenle beraber oluyor ve çocukları oluyor. Doktor çocuğu oğlu olarak kabul ediyor ve diğerlerine göstermiyor. Savaşa katılmış adam ise bir fahişenin dostu ve geçimini onun kazancıyla sağlıyor. Sıradan bir gecede doktorun fahişeyle tanışması, şizofren kadının rahatsızlanıp kendini sokağa atması ve eski sevgilisini yanına çağırması, savaşa katılmış adamın adam öldürme dürtüsüyle sokaklarda ava çıkması ve doktorun oğlunun babasını bulmak üzere dışarı çıkmasıyla karakterlerin hepsinin hayatı kesişmiş oluyor. Ve gece cinayetle son buluyor. İşin ilginç tarafı katilin de cinayete kurban giderek, maktulün kanının yerde kalmaması. Ancak bu durum sadece tesadüfler sonucunda oluşuyor.

SA LAM KARAKTERLERLE TÖKEZLEMEK Kitaba başlayınca olay örgüsü, karakterlerin ilginçliği hemen insanı sarıyor ve say-

faları nasıl hızla geçtiğinizi anlayamıyorsunuz bile. Olay gecesi, karakterlerin o esnada yaptıklarıyla başlayan anlatı, geriye dönüşlerle karakterleri şekillendiriyor ve yazar, her birinin öyküsünü yaratmaya başlıyor. Romanın karakterleri iyi kurgulanmış ve özellikle doktorun araştırmasıyla ilgili kısımlar insanı vahşet üzerine düşünmeye teşvik ediyor. Yani sadece karakterin bir özelliği olmaktan çıkıp yazarın vahşet üzerine düşüncelerini de öğrenme fırsatı veriyor, romana derinlik katıyor. Ancak belli bir noktada vahşet konusunda da yazarın tıkanma yaşadığı, karakterine ciltlerce kitap yazdırıp başarısızlığa sürüklemesinden belli oluyor. Yazar karakterleri oluşturma esnasında çok başarılı, ancak bu kadar detaylı ve ilginç karakterler dahi romanın sonunun iyi bağlanamamasına engel olamıyor.

TESADÜF SON Karakterlerini bu kadar renkli ve olay örgüsü sonuca kadar gayet iyi gelen kitap, sonuyla şaşırtıyor. Son, sadece hayatın tesadüflerle ilerlediğine dair bir göndermeden ibaret. Karakterler, olay, vahşet, insanın karanlık yüzü bir çırpıda kenara itilmiş oluyor. Tesadüf tüm olaya yön veriyor ve diğerleri bunun için feda edilmiş oluyor. Roman için gerçekten üzülüyorsunuz. Ama yazar yine de aklınızda kalıyor. Sonu hariç geri kalanı mükemmel yaratan yazarın bir dahaki kitabının daha iyi olabileceği umuduyla diğer kitabı beklemeye karar veriyorsunuz. Sonuç olarak kitaptaki tek kusur yazarın sonu iyi bağlayamayarak o kadar emekle yarattığı karakterlerini heba etmesi. Ve vahşetle ilgili derinlemesine düşünürken, düşündürtürken bir anda sonuca ulaşamayarak konuyu kenara atıp tesadüflere odaklanması hayal kırıklığı yaratıyor. ( Kudüs, Gonçalo M. Tavares, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev: Pınar Savaş, 191 s.)


6

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı Birçok önemli ismin biyografilerine imza atan Karaveli, bu kitab nda da an lar n ve mektuplar n nda ülkemizin en önemli ayd nlar ndan, bir Cumhuriyet neferi, babadan Kuvvac , Cumhuriyet gazetesinin ba yazar lhan Selçuk’un ayd nlanmac ki ili ine tan kl k ediyor ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com

“İnsan, ömrünü bir taşı yontmakla geçirir ve sonunda kendi heykeli çıkar ortaya…” İlhan Selçuk Tahsin Yücel O’nun için; “Bakmayın görünüşüne, bakmayın arada bir tekleyen yüreğine, hep güçlüdür, güçlü olmuştur İlhan Selçuk…” diyor. O’nun yaşam öyküsünü ne de güzel anlatıyor bu cümle. Gazetecilik mesleğinin duayenlerinden Orhan Karaveli, bir başka duayeni, altmış yıllık dostu İlhan Selçuk’u anlatıyor… Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Sakallı Celal ve Ziya Gökalp gibi birçok önemli ismin biyografilerine imza atan Karaveli, “Kendi Heykelini Yapan Adam” kitabında da anıların ve mektupların ışığında ülkemizin en önemli aydınlarından, bir Cumhuriyet neferi, babadan Kuvvacı, Cumhuriyet gazetesinin başyazarı İlhan Selçuk’un aydınlanmacı kişiliğine tanıklık ediyor. Önsözünü usta romancımız Adnan Binyazar’ın kaleme aldığı ve Orhan Karaveli’nin onuncu kitabı olma özelliğine sahip bu eser üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde Selçuk’un ailesi, çevresi ve kendisinden; kısacası yaşam serüveninden söz ediliyor. İkinci bölümde dostlarının aktardığı anılara yer verilirken, üçüncü ve son bölümde ise son günleri aktarılıyor. Kitabın hazırlanmasında Selçuk ailesinin yüz yıllık arşivinden yararlanmış Karaveli, özellikle İlhan Selçuk’un kız kardeşi Ülfet Ertel’in desteği büyük olmuş. Mengü’nün anıları, bu efsane düşün adamının yaşam çizgisini ve felsefesini yansıtmakta oldukça önemli bir rol üstleniyor. Ayrıntılı bir biyografi olmanın yanında, bir anı ve saygı kitabı da olan “Kendi Heykelini Yapan Adam”, İlhan Selçuk’un yaşamının yanında, ülkemizin bir dönemini

de gözler önüne seriyor. Yine Selçuk’un yakınındaki diğer önemli isimler de, en başta büyük çizer Turhan Selçuk olmak üzere, ayrıntılı portreleriyle eserde yer alıyor. Cumhuriyet yazarı ve doktoru Dr. Erdal Atabek, Prof. Dr. Emre Kongar, Prof. Dr. Gürbüz Barlas, Alev Coşkun, Ali Sirmen, Gufran Kurtböke, Prof. Dr. Tahsin Yücel, Turhan Selçuk ve Mehmet Benli anlatımlarıyla kitaba büyük katkı sağlıyor.

“VATAN SEVDALISI, CUMHUR YET A I I” 1925’te İzmir’de dünyaya gelmiştir İlhan Selçuk... Kuvvacı bir yüzbaşı Kasım Efendi’nin oğludur. Çocukluk yıllarından itibaren şiire düşkün, şiirle yatıp kalkan, kardeşleriyle şiir atışmaları yapan bir insandır. Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli okur: “Hararet nardadır sacda değildir Keramet baştadır, tacda değildir” Ve bir Tevfik Fikret sevdalısıdır, yani vatan sevdalısıdır, aydınlanma sevdalısıdır. Yazarlığı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve Cumhuriyet gazetesiyle bütünleşmiştir İlhan Selçuk’un ve Dr. Erdal Atabek’in de belirttiği gibi “Hayatta en çok kimi sevdin?” diye sorsalardı, sanırız hiç tereddüt etmeden “Atatürk” derdi.

“ELBET SABAH OLACAKTIR, SABAH OLUR GECELER” Tevfik Fikret gibi “Elbet sabah olacaktır. Sabah olur geceler” diye düşünür İlhan Selçuk, 21 Mart 2008 günü sabah saat 4’te kapısı çalınıp gözaltına alındığında da böyle düşünür. Kardeşi Turhan Selçuk’la birlikte adeta bir ruh ikizi gibi yaşamış, aynı yola baş koymuştur. 12 Mart’ı yaşamış, Ziverbey işkencehanelerinden geçmiştir:“Kontrgerillaya götürü-

lürken içimden demiştim ki, ‘Ulan İlhan… Önünde bir süre var. Bugüne kadar oluşturduğun kişiliğe ya da kendi ellerinle yaptığın yontuya ters düşecek bir şey yaptın mı, yaşarken öldün!..’ ” “İleri demokrasi” diyerek iktidara gelenlerin cumhuriyet devrimini ve onun aydınlarını hedef alan saldırısından o da nasibini almıştır. Elli saat boyunca gözaltında, sandalye üzerinde ve uykusuz... Ergenekon dalgası onun da kapısını çalmıştır. Ama o İlhan Selçuk’tur, onun rahle-i tedrisatından geçenlerin ifadesiyle “İlhan Abi”dir, yine dimdik çıkacaktır. Bu gözaltı sürecinden sonra iki yıl daha ülkenin karanlığa götürülüş sürecine tanıklık edecek, 21 Haziran 2010’da, yakınlarına, dostlarına, meslektaşlarına ve okuyucularına veda edecektir. “Pencere” kapanacak ve O’nun doğduğu bir 11 Mart’ta aramızdan ayrılan ruh ikizinin, Turhan Selçuk’un yanına gidecektir. Ancak bu kadar dayanabilmişti O’ndan ayrı kalmaya… Yaşam felsefesini benimsediği Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda birbirinden ayrılmaz iki parça buluşmuştur. Turhan ve İlhan Selçuk; iki Cumhuriyet neferi, iki yılmaz aydınlanma savaşçısı artık sonsuza kadar beraberdirler.

B R “MERHABA” K TABI Orhan Karaveli’nin büyük bir boşluğu dolduran bu kitabı, Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” benzeri bir Cumhuriyet gazetesi kitabı değil, O’nu yakından tanımak isteyenler için adeta bir “merhaba” kitabı özelliğinde. Neler yok ki bu kitapta; Ailesi, kardeşleri, okul yaşamı, 1950’li yılların Mevhibe Beyat’ı nam-ı diğer gönüller fatihi Lavinia’yla evlilik, ikinci eşi Handan Hanım’la kırk bir yıl… Baba Albay Kasım Bey’in emeklilik yıllarında yaşanan 6-7 Eylül olayları sırasında Kurtuluş’taki yerinde refleksi, Adana Mensucat Spor’un rakiplerine kök söktüren kadrosunda yer alan İlhan Selçuk,

Orhan Karaveli

Vatan’da yazarlığa başlayışı, Cumhuriyet gazetesine geçişi, Turhan ve İlhan Selçuk’un 12 Mart günleri, Annesine yazdığı mektuplarda İlhan Selçuk, Dostlarına yazdığı mektuplarda İlhan Selçuk, Turhan Selçuk’un kaleminden İlhan Selçuk, Tanıyanların kaleminden İlhan Selçuk, Çetin Altan, Hasan Cemal ve İlhan Selçuk… Doğan Avcıoğlu’yla neden ayrıldılar? Siyasete neden girmedi? Cumhuriyet gazetesinin inişliçıkışlı günleri… Bu ve benzeri birçok olaya tanıklık edeceğiniz, Orhan Karaveli gibi gazeteciliğin duayenlerinden bir ismin kaleme aldığı bu eseri mutlaka okumalısınız… (Kendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk, Orhan Karaveli, Doğan Kitap, 224 s.)

Ayrıntılı bir biyografi olmanın yanında, bir anı ve saygı kitabı da olan “Kendi Heykelini Yapan Adam”, İlhan Selçuk’un yaşamının yanında, ülkemizin bir dönemini de gözler önüne seriyor

K TAPTAN Futbolcu olmak isterdim; ünlü bir futbolcu!.. Yeşil sahalarda gol attıkça alkışlanan. “İnce hastalık” etkiledi kişiliğimi, önce duyarlı bir genç sonra da yazar oldum. Çeyrek yüzyıl geçmişti ki enfarktüs gelip vurdu. Beklemiyordum desem yalan olur. Böyle ince ve hasta bir yürek nasıl dayanabilirdi olup bitenlere (gözyaşları)? Ama her hastalığın kendine göre özgül nitelikleri var. Enfarktüs, ince hastalığın tersine insanı başka biçimde etkiliyor. Bundan böyle streslere dayanmak için egoist, duyarsız, vurdumduymaz, kaba, terbiyesiz bir adam olmak gerekiyormuş. Eh, mademki öyle; niçin olmamayım? İşte sana bir ay sonra yanıt verişimi de umursamıyorum. Af da dilemiyorum; ne istersen düşün, ben böyleyim işte… mi?


Aydınlık KİTAP

7

Kabuğu sert, içi yumuşak meyve imdi “Kad nlar” roman n n ç lg n k z l Tammie’nin ilham kayna Cupcakes, asl nda o kadar da ç lg n, o kadar da keva e de ildim diyor; kendi gerçekli inde neler oldu unu anlat yor bize DİLAN ÖZTÜRK dilanozturk@gmail.com “Ona dahi diyenler var, buna ben de katılırım. Eşsiz bir biçimde karmaşık, harikulade bir eksantirikti. Sözü berraklık ve kolaylıkla dizme yeteneğiyle hayatı kor halinde bir tutkuyla yaşadı- gücünü genellikle aşktan ve öfkeden alarak.Ruhunu açmaktan korkmadan, çoklarının ele alınmayacak kadar mahrem ve tabu buldukları konularda çiğ bir dürüstlükle yazdı. Onu farklı kılan hayatın müstehcen yanına dair mizah, vakar ve zarafetle yazarak milyonlarca insanı etkilemesiydi- ben de bunlardan biriydim.” Bukowski’yle yirmi üç yaşımda tanıştım. Yaşadığım şehirden başka birine taşınmıştım, yıllar sonra “birbirimize karşı çok gaddarız galiba” diyecek olan sevgilimden ve onu çağrıştıran her şeyden uzaklaşmaya çalışıyordum, bir şehirden gitmek kadar kolay olduğunu sanıyordum bir aşktan gitmeyi.. Çoğunluğun aksine önce Fante vardı benim için sonra onu okuduğu, ona tanrım dediği için Bukowski. Şaşkındım, yazar olma hayallerim, gerçekçiliğini yitirmeye başlamıştı, yazdıklarım kişiseldi, güzel cümlelerdi ama bir günlükten öteye gidemiyorlardı gözümde, kızgındım, iyi bir okur olduğum için bir araya getirebiliyorum böyle cümleleri diyordum, kimbilir belki de okuduğum şeylerdi yazıyorum sandıklarım, başkalarının cümleleriydi. Sonra Hank geldi yeraltından; gerçeğe tutunarak yazdığım hayali diyalogların, Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, pejmürde odada geçen gaddarlığın/aşkın sevgilimle benim aramda değil benimle benim aramda geçtiğini, tüm o cümlelerin gerçekte değil, benim kafamda geçtiğini anlattı bana, günlük yazmaya devam ettim böylece, yaşanmamış günlükler… Şimdi “Kadınlar” romanının çılgın kızılı Tammie’nin ilham kaynağı Cupcakes, aslında o kadar da çılgın, o kadar da kevaşe değildim diyor; kendi gerçekliğinde neler olduğunu anlatıyor bize. “Gerçek susuz yenen bir portakaldır” diyen Bukowski’nin yazdıklarının da bir günlük olmaktan çok öte olduğunu ispatlarcasına. Bukowski Tammie için; “Yatağa girip saçlarını düşündüm. Gerçek bir kızılla birlikte olmamıştım o güne kadar. Yangın gibiydi. Cennette çakan bir yıldırım gibi. Yüzünü o kadar da sert bulmuyordum artık nedense.” Pamela “Cupcakes” Wood, Charles Bukowski ile 23 yaşında tanışmış kendi cümleleri ile o zamanki kendini şöyle anlatıyor:

Charles Bukowski

“Beş yıllık planın canı cehenneme, anın içinde yaşamak beni yeterince meşgul ediyordu. Kendimi ya da hayatı fazla ciddiye almıyor, genellikle kolay hoşnut oluyordum. Gençlik ve güzellik benden yanaydı- bir paket sigaram, dinleyecek güzel bir müziğim ve ucuz bir şişe şampanyam varsa, iyi bir gündü.” Böylece başlayıp, iki yıl süren ilişkilerinin anlatıldığı kitapla “Kadınlar” romanının kahramanlarından biri dile geliyor ve adeta Chinaski ile Bukowski’nin aynı adam olmadığını söylüyor, bu kez nasıl anlatıldığı değil kimin anlatıldığı önemli benim için. Bu sebeple ona aslında hiç aşık olmadığını söyleyen Kızıl’ın vücudunun hatlarını vurgulayan spagetti çizgili dekolte elbisesi ile Hank’ten son kez borç isteyişinden öte göremedim, bu kitabın yazılış sebebini, belki de biraz kıskanarak... Kitabı bitirdikten sonra tabiki “Born İnto This” belgeselini tekrar izlemek, Bukowski’nin arabasının ön camının sağındaki çatlağın Cupcakes’in sivri topuklarının eseri olduğunu bilerek ve sanki ordaymışçasına kikirdemek, “Kadınlar”daki Tammie’yi hatırlamak farz oldu, ilk defa öznesi ben olan bir kitap tanıtım yazısı yazmak cesareti geldi; tüm Bukowski kitapları raftan indirildi, bol bol iç çekildi Bukowskivari.. Bu noktada bu kitabı takdir etme sebebim yayın yönetmenlerinden Şenol Erdoğan’ın bahsettiği gibi sadece okuru değil bir Bukowski düşkünü olmamdan ileri gelebilir. Pis moruk; bütün bu sertliğinin altında eski kafalı, romantik bir orospu çocuğunun olduğunu hissetmiştim kuşkusuz, bir otel odasının harikalar diyarı olduğunu hissetmem gibi. (Charles Bukowski’nin Kızılı, Pamela Wood, Altıkırkbeş Yayınları, Çev. : Avi Pardo, 312 s.)


8

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Öyküleriyle farklılığı yakalayanlar Anlayamad m z, bizi bir karma an n içinde ya yor hissetmemize sebep olan izleklerin, bo ucu e yalar n ve olaylar n, tuhaf bir biçimde yolumuza ç kan ve kendi irademizle yön veremedi imiz bir sürü eyin, ili kinin, tüketilmenin, yap l p yap l p yok edilmelerin, varl klar n ya am m z n merkezine sokan insanlar yazmak istedim DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Öykü dergilerinden tanıdığımız Bora Abdo, “Öteki Kışın Kitabı” adlı öykü kitabıyla okuyucuyla buluştu. Kitap, yayımcılığa yeni adım atan ve özellikle öykücülüğe verdikleri önemle göz dolduran Alakarga Sanat Yayınları’ndan çıktı. “Öteki Kışın Kitabı”, Bora Abdo’nun “Karakış Üçlemesi” adlı üçlemesinin ilk kitabı. Gerek dili, gerek öykülerindeki renkli karakterleriyle şimdiden farklılığı yakalamış ve dikkate değer bir yazar Bora Abdo. Bu hafta kendisiyle kitabı ve Türkiye’deki öykücülük üzerine bir röportaj yaptık. Keyifli okumalar. Alakarga Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabınız “Öteki Kışın Kitabı” ile okuyucuyla buluştunuz. Neden öykü yazmayı seçtiniz? “Öteki Kışın Kitabı” yazın dünyamda, “Karakış Üçlemesi” adını verdiğim üçlemenin ilki. Öbür ikisi ise roman olarak sürüp, bitecek. Bu yüzden salt öykü ve roman ayrımından çok yazma eylemine girişme sebebimden bahsedebilirim. Anlayamadığımız, bizi bir karmaşanın içinde yaşıyor hissetmemize sebep olan izleklerin, boğucu eşyaların ve olayların, tuhaf bir biçimde yolumuza çıkan ve kendi irademizle yön veremediğimiz bir sürü şeyin, ilişkinin, tüketilmenin, yapılıp yapılıp yok edilmelerin, varlıklarını yaşamımızın merkezine sokan insanları yazmak istedim. O insanların hayatlarındaki küçük renk tüplerini, ayrıntılarını. Öyküyle başlama tercihim ise sanırım onun bu başkaldıran yapısına bilinçli tanıklığımdan ve genelde sözcüklerin de sağaltıcı ve büyülü etkisindendir. Bir de öyküde okura, onu ayrıntılara boğmadan, çok açık, bambaşka bir göz önerebilirsin. Türkiye’de öykücülük size göre ne durumda? Öykücülük derinleşti mi sığlaştı mı? 2000’lerin ortalarından sonra öykünün dil ve anlatım olanaklarını zorlama ve biçimsel gelişme göstermediğini düşünüyorum. Son zamanlarda yazılan öykülerde 1950’lerin öncesindeki gibi sadece olay anlatmak ve bunu yaparken güdümlü, gerçekçi bir dil kullanma kolaycılığına kaçılması öykücülüğümüz açısından tehlikeli. Öykünün gündelik dille yazılması gerektiğine

dair tutucu bir görüş var çünkü çoğu yazarda. Çoğu öykü birbirine benziyor, çünkü aynı kısır dille yazılıyor. 1990’lı yıllarda yazılan öyküler şimdi yazılan çoğu öyküden daha heyecan verici. Şu anki öykü damarı izleyebildiğim kadarıyla sıradan ve demode. Fakat çok iyi öyküler yazan az sayıda genç öykücünün de hakkını vermek gerekli. 90’ların ustaları bence çıtayı bir hayli fazla yükseltip, öyküyü basit bir olayı anlatır gibi yazmaktan uzaklaştırıp, sanatın ve edebiyatın yenilikçi yollarına çıkardılar. Dünya ölçeğinde de iyi eserler verdiler ancak romancılarımız kadar bilinemediler. Öykü, ülkemizde biraz daha az üzerinde durulmuş bir yazın türü ne yazık ki. Her ne kadar son zamanlarda roman yazıyor olsam da öykü kitaplarının daha çok çıkmasını, çok sayıda öykü dergisi yayımlanmasını umuyorum. Kitabınızın isminin de belirttiği gibi, her öyküde kış, fırtına hissediliyor. Kışın sizin için anlamı ne, neden kış? Kış her insan gibi bende de karanlık ve kasvetli çağrışımlarla ilerlememe neden oluyor yazdıklarımda. Kış, kar, çocukluğumuzda, gençliğimizde hiçbir zaman varsıllığa denk gelmemiş, hep bir şeylerin eksikliğini duyurmuştur bize, gizliden gizliye. Yazmaya ve anlatmaya çalıştığım, kıştan çok, “Öteki Kış”. Öykülerinizin dili alışılmışın dışında. Genelde cümleler yarım veya oldukça kısa. Cümlenin kelimelerinin her biri bölünmüş. Bu tarz bir dili neden seçtiniz? 1995 yılında, ilk yazmaya başladığım zamanlar ben de alışılmış cümleler kuruyordum. Sonrasında uzun bir süre ara verip yeniden döndüğümde “nasıl anlatsam?” kaygısını yaşamaya başladım. İçimde yazmak istediğim her şeyi nasıl damıtabilirdim. Biçimsel ve dil olarak sahte bir gerçekçiliğe hiçbir şekilde yanaşmadan şiirsel ve imgesel bir yazı anlayışı yakalamaya çalıştım. Kitapta uzun cümlelerim de var. O fikir ya da duygu beni uzun uzun an-

latmaya sürüklüyorsa bazen uzun da yazıyorum. Her öykünüzde karakterler oldukça farklı ve öyküleriniz bu açıdan oldukça zengin. Karakterler ilginç, her seferinde bambaşka bir hayata dâhil olduğunuzu hissediyorsunuz. Karakterlerinizin oluşumunda nelerden besleniyorsunuz? Hayal gücümden. Kurgu ve deneysel yazma özgürlüğümden. Ayrıca iyi bir yazarın sadece kendi içine bakarak yazması kısa bir süre sonra köreltiyor onu. Artık yazamıyor ya da tekrara düşüyor. Benim de yeni yeni anladığım bir algı bu. Kendi karakterlerimi yaratırken artık eskisi kadar içime bakmıyorum. Başka hayatları, varoluşları, insanları da “görmek” gerekiyor. Okuma kültürümü de dünyası farklı, başka yazarları keşfederek genişletmeye çabalarım hep. Böylelikle kendi dünyamın uzağında kalanların zengin ayrıntılarını da gözlemlerim. Kurmacayla paralel yazmak zaten özelliksiz karakterleri dışlar. Öyküleriniz pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı. Hatta en son, ilk sayısıyla okuyucuya ulaşan “Sarnıç Öykü” dergisinde öykünüz yayımlandı. Öykücülüğün gelişiminde dergilerin rolü nedir sizce? Yeni yeni yazmaya başlamış ve sesini duyurmaya çabalayan bir yazar adayı için büyük ölçüde çok önemli bir rolü var tabii ki. Öykücü, dergilerde yayımlanan çağdaşlarının ya da ustalarının neler yazdığını gözlemleyip kendi yazın dünyasını da geliştirmek zorunda hisseder kendini. Daha farklı ve daha yeni yazmaya çalışır. En azından çalışmalıdır. Dergiler her şeyden önce daha nitelikli öyküler, öykücülüğümüz hakkında kuramsal metinler yayımlayarak öykücülüğümüzün çıtasını yükseltebilir. Bugün Türkiye'deki edebiyat dünyasında (yayınevleri, editör kadroları, yazarlar, edebiyat dergileri vb.) genç yazarların önceliği ve öncülüğü ne du-

Bora Abdo

rumda? Tatmin ediciliği konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu biraz ülkemizdeki okur sayısıyla da ilintili aslında. Okumuyoruz. Düzenli dergi takip edenlerimizin sayısı az. Çoğu yayınevi öykü kitabı basmaktan yana satmaz endişesiyle olumsuz görüş bildiriyor yeni ve genç yazarlara. Ülkemizin toplumsal ve sanatsal durumu da tetikliyor bunu. İthal fikirleri beğeniyor. Çoğu taklit. Düşünmüyor. Yaratıcı değiliz. Yayınevleri tarihi ya da cinselliğin sulandırıldığı, şiddet ve silah içeren romanlar, kitaplar bekliyor yazardan. “Alakarga Yayınları”nı kitabımı yayımladıkları için değil gerçek anlamda yeni yazarlara destek olma ve en ufak bir kâr gütmeden yalnızca nitelikli ve iyi edebiyatın peşinde koştukları için tebrik ve teşekkür etmek gerekir. Bu, sadece bir yazarın değil, yazmak isteyenlerin de inancını tazeliyor. Yayınevlerinde öykücüler için kitap yayımlatmak zor bir olasılıkken, dergiler genç yazarlar için inanılmaz objektif davranabiliyorlar. Sarnıç Öykü, “sadece iyi öykü” sloganıyla yola çıkıp sonraki sayılarında genç yazarlara çok yeni kapılar açıp kendilerini gösterme imkânı sunacak. Notos, Kitap-lık, Sözcükler ve diğer dergiler de edebiyatımıza yıllardır yeni öykücüler kazandırma konusunda çok tarafsız ve nitelikli öykü yayımlamada yeterince titizler. Hem okuyanların hem yazanların öncelikle dergileri sahiplenmeleri gerekiyor. Bir dönem peş peşe dergiler kapanırken şimdi birilerinin cesaretle bunun üzerine gidip yeniden yeniden denemeleri de mutluluk verici. (Öteki Kışın Kitabı, Bora Abdo, Alakarga Sanat Yayınları, 128 s.)

2000’lerin ortalarından sonra öykünün dil ve anlatım olanaklarını zorlama ve biçimsel gelişme göstermediğini düşünüyorum. Son zamanlarda yazılan öykülerde 1950’lerin öncesindeki gibi sadece olay anlatmak ve bunu yaparken güdümlü, gerçekçi bir dil kullanma kolaycılığına kaçılması öykücülüğümüz açısından tehlikeli


Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

28 EYLÜL 2012 CUMA

9

Köpekler ve Efendiler M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

Bu hafta okuduğum kitaplar arasında Andrew O’Hagan’ın “Maf” kitabı diğerlerinden biraz öne çıktı. Bu öne çıkışta kitabın edebi değerinin fazlalığı, yazımındaki kalite vb. den ziyade, edebi açıdan bu köşede işlenebilecek ve biraz da başka yerde rastlanabileceğinden daha farklı bir konuyu ele alma fırsatı sunduğu için beni daha fazla heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Andrew O’Hagan’ın 1968 İskoçya doğumlu olduğunu, henüz genç bir yazar olmasına karşın kurgusal anlamda Our Fathers (1999), Personality (2003), Be Near Me (2006, O’Hagan’ın kitapları arasında kişisel favorimdir, kültür şoku yaşamak için bire birdir) ve nihayetinde Maf (2010, Tembel Hayvan Yayınları bu yıl dilimize kazandırdı), kurgu dışı olarak da The Missing (1995, kayıp insanlar hakkında derin ve etkileyici bir kitaptır) ve The Atlantic Ocean (2008) kitaplarını yazdığını hatırlayalım. “Maf” temel olarak Marilyn Monroe’nun köpeğinin gözünden Monroe’yu, dönemi ve dolayısıyla hayatı anlatmak üzere kurgulanmış bir roman. Monroe, Sinatra, mevzubahis dönem (60’lar) ve bir köpeğin gözünden her şeyin anlatımı gibi ilk çırpıda orijinal görünen bir kurgu (yazının devamına bakınız) bir araya gelince, oldukça kazanan bir formül ortaya çıkmış görünüyor. “Maf”ın Hollywood tarafından da keşfedilmesi aslında sürpriz sayılmaz ve açıkçası kendi adıma, filminin, kitabından daha başarılı olacağını düşünüyorum, nedenlerine ve incelemeye birazdan geliyoruz.

ANLATICI KÖPEKLER İlk evcilleştirilen hayvan olmasıyla birlikte köpekler, insanlar ile tarih sahnelerinde hep yan yana bulunmuşlardır. Kendilerine biçilen eşlik etme görevi zaman zaman insani kendi özümüzü açıklamakta da bizlere yardımcı olduğundan ve yadsınamaz gerçekliklerini göz ardı edemeyeceğimizden dolayı da edebiyat tarihi boyunca da kitapların içerisinde en az efendileri kadar unutulmaz karakterlere dönüşmüşlerdir. Örneklemek gerekirse “Odyssey”den Argos, “Oz Büyücüsü”nden Toto, “David Cop-

perfield”den Jip, Stephen King’den “Cujo”, “Peter Pan”den Nana, Jack London’dan “Beyaz Diş” ve niceleri sayılabilir. Öykünün yan karakterleri ve ana temalarını oluşturmanın yanında, “Maf”ı okuyan belirli kişilerin de fark edebileceği üzere edebiyatta köpekler zaman zaman kurgunun içinde anlatıcı koltuğuna da oturabilirler. Nasıl oturmasınlar ki bütün dünyaları kokularla renklenen, normal koşullarda sahiplerinin bacaklarının veya ayaklarının hizasında dünyayı seyreyleyen ve bağlılığın ne demek olduğunu varlıklarıyla kanıtlayan insanlığa lütuf bu canlıları bazı şeyleri anlatmak için koltuğa oturtmayıp da kim oturtulacaktır ki? Aklıma belli belirsiz köpek eğitimi görüntüleri geliyor. Asıl olan köpeklerin de sahiplerini hem de bu işi şova dökmeden adım adım bazı konularda eğitmeleridir. Köpekleri olan okuyucularımız ne demek istediğimi hemen anlayacaktır. “Maf”ın orijinal bulunan yanlarından biri olarak görülen Marlyn Monroe’nun ve döneminin öyküsünün bir köpeğin gözünden anlatımı aslında zannedildiği kadar da dahiyane bir fikir veya bir yenilik değildir. Öncesine gidersek orada Paul Auster’ı ve “Timbuktu” (Can Yayınları, 1999) romanını görürüz. Paul Asuter’ın ölümsüzleştirdiği Mr. Bones’da (Kemik Bey) öykünün ana anlatıcısıdır. Brooklyn’i ve şair sahibi Willy’nin öyküsünü bizlere anlatır. Ama durun bir dakika! Aynı yıla gidelim ve benim de favori yazarlarımdan biri olan John Berger’in “King: A Street Story” (1999, Kral: Bir Sokak Hikayesi, Metis Yayınları 2001) kitabını da hatırlayalım. Şüphesiz “Kral” bir köpeğin gözünden gerçek dünyanın nasıl anlatılması gerektiğinin en güzel örneğidir. Bir kişi durumuna sokularak canlandırılan köpeği dünya, gerçeklik ve efendileri hakkında konuştururken düşülecek tuzaklardan biri şüphesiz köpeği tamamen gerçekliğin dışına itmektir. Bu bakımdan köpeği anlatıcı konumuna koyarak pek çok öyküde olduğu gibi can yoldaşı olmak vb. gibi konularla beraber tamamen her şeyi karikatürize edip bir mizah öyküsü yazmak ne kadar kolay ise “Maf”, “Timbuktu” ve “Kral”daki gibi gerçek bir drama, gerçek bir anlatıyı sunmak ise o kadar zordur. Yazıp yazmamak konusunda yazarının eli bağlanacağından, yazıyı çelişkilere sokPaul Asuter

“Cennette torpil geçilir. Eğer hakkıyla değerlendirilseydi, siz dışarıda kalırdınız ve köpeğiniz içeri girerdi.” Mark Twain

Andrew O’Hagan

mak, hatta tamamen sahte görünümlere büründürme riskini de taşımaktadır. Bu açıdan John Berher’in şu ana kadar edebiyat tarihinde bunu hakkıyla tek başaran yazar olduğunu söylememiz kaçınılmaz. Nedenlerine gelirsek, gerek “Timbuktu”da gerek “Maf”da çok fazla sonradan eklenildiği belli olan faktörle karşılaşırız. Söz gelimi “Maf”ta köpeğin felsefi düşüncelere gönderimleri sıklıkla oldukça eğlenceli bir okuma serüveni sunarken bu öğretilmiş düşünce tarzının roman boyunca fazla zorlandığını ve yazarının sıklıkla karakterine müdahale edip durum veya durumlar için yorumda bulunma zorunluluğu ortaya koyduğunu görürüz. Yine “Timbuktu”da Bay Ke- John Berger mik’in eylemleri ve hareketleri örtüştürülmeye çalışılırken, gerçek dünyanın bir nebze de olsa ona ayak veya dayanak sağlamak amacıyla eğildiğini ve önüne kemirmesi için atılan bir kemik durumuna indirgendiğini görürüz. Bay Kemik, sadece kendi inandırıcılığını tıpkı “Maf” gibi örselemekle kalmaz aynı zamanda Şair Willy, Monroe ve dönemi de birer sis perdesinin arkasına iter.

EFEND Y GÖZ ARDI ETMEK “Maf”ta en çok dikkat çeken kusurlardan biri her ne kadar yazar gönderimde bulunduğu gerek edebiyat gerekse felsefi eserlerde inanılmaz bir başarı yakaladıysa da Monroe’yu, terapi seansları haricinde gerçek bir karakter olmaktan sıklıkla uzaklaştırır. Hâlbuki bu tip anlatımın en vurucu yanı olan “efendileri hakkında olma” etkisini tamamen yitirir. Böylelikle de kurguyu da bir anlamsızlık silsilesi içine itmiş, daha çok yazarın

kendi vızıltılarını (rant) söylevlere yaymak adına kullandığı paravanı kaldırmış olursunuz. Gerek “Maf”, gerek “Timbuktu”nun yaşadığı temel sorunlar bunlardır. Yanlış anlaşılmasını istemem, eğer John Berger’in “Kral”ı –ki muazzam bir eser olmasını tamamen her şeyi doğal bırakıp, gerçekleri ve karakterleri manipüle etmeden, dolaylı anlatıma kalkışmadan ve sabit, süreğen drama faktörü ile okuyucuyu baş başa bırakan yazınına borçludur- yazılmamış olsaydı ve en azından ben okumamış olsaydım her iki kitaptan da (“Maf” ve “Timbuktu”) etkilenmiş olabilirdim. Ancak sonuçta aynı eksiklik hislerini taşıyacaktım. Bir bakıma bu nedenle “Maf”ın kurgusunun kurbanı olduğunu söylemek mümkün. Aksi halde kitap için devasa boyutta bir araştırma ve olgunlaşma sürecinin geçtiği açıkça görülüyor. Pek çok edebiyat eserine, felsefeye (özellikle de içinde hayvanları da barındıran felsefi görüşlere) ve döneminin olaylarına –ki yazar 60’lı yılları gözlemleyebilecek kadar yaşayamamış olmasına karşın, bu eksikliğini hiç sezdirmiyordönük kullanılan referanslar oldukça zengin ve kitabı başından sonuna kadar götürmenize yardımcı oluyor. Kısaca özetlemek gerekirse, kurgusundaki kusurları göz ardı edebilirseniz okuyunca pişmanlık uyandıracak cinsten bir kitap kesinlikle değil. Her şeye rağmen “Maf”ın kurgusuna derin bir iç çekişle beraber, bu hafta da John Berger’den bir alıntıyla vedalaşalım: “Bir daha hiçbir hikâye, bir tek o varmış gibi anlatılamayacak.” (Maf, Andrew O’Hagan, Tembel Hayvan Yay., Çev: Cihat Taşçıoğlu, 307 s.)


10

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Hayatı yakalayan demokrasi: Komünizm “Demokrasi, bir biçimde ‘komünist’ de olmas gerekti ini, aksi takdirde, arzudan, yani ruhtan, solukyan anlamdan yoksun, sadece zorunluluklar ve ç kar yollar i leyen bir vekil olaca n yeterince belle inde tutamad ” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com

TANRILA MA ZORUNLULU U YA DA NSANIN YETERS ZL “Eğer Tanrılardan oluşan bir halk olsaydı, demokratik olarak yönetilirdi” (Rousseau, Toplum Sözleşmesi, III. Kitap, Bölüm IV). Jean-Luc Nancy’nin Murat Erşen tarafından çevrilerek Monokl Yayınları tarafından 2010 Ekimi’nde basılan “Demokrasinin Hakikati” adlı kitabı bu alıntıyla başlıyor. Kitabın sonuna eklenen, Nancy’nin 28 Ekim 2010’da İstanbul’da Demokrasi Fikri adlı konferansa sunduğu metnin çevirisini de Atakan Karakış üstlenmiş. Bu metnin adı ise “İle-olmak ve Demokrasi”. Dolayısıyla, bu kitapta iki ayrı metin bulunmaktadır. Alıntıya dönersek, Rousseau’nun bu sözünde halkın bireylerinin demokratik olarak yönetilebilmesi için insanlıklarından kurtulmuş olması gerektiği imleniyor. Dolayısıyla, ima açıktır: İnsan kendi kendini yönetmeye hali hazırda muktedir değildir, ya da böyle bir yönetim demokratik olamayacaktır. İnsan kendini aşabilmeli, Tanrılaşmalıdır. Burada, Nancy’ye göre örtük bir teolojik tutum vardır. Dinin aşılması olarak yeni bir insan doğası, yeni bir insan gereklidir. Yeni insan, Tanrı’yı gereksizleştiren yeni bir Tanrı’dır, bu tahayyüle göre. Rousseau’nun insanın yetersizliğinin çözülemez olduğunu, yani insanın kendisini aşamayacağını düşünmemiş olsa da alıntının anlamı insanın insan olarak demokrasi hayalinin ulaşılamaz olduğudur.

68’ N GERÇEK ANLAMI İnsanın çobanını aradığı, ya da başına dikilen çobanın oluşturduğu siyasi biçimler serisinin serimlendiği tarih boyunca bireyin verili koşullar tarafından biçimlendirildiği bir ortamda Rousseau’nun bunun aksini düşünmesi olanaksızdır. Ancak, Nancy’nin dikkat çektiği tarih bu olanaksızlığın düşünüldüğü 1968 yılının Paris’idir. Sarkozy’nin 29 Nisan 2007’de 68 ruhuna yönelik saldırısına cevaben Nancy’nin söyledikleri bu olanaksıza işaret eder: “68’in derin hareketi, kendinde siyaseti ve kendinde kapitalizmi muhatap alıyordu. Ateşliliği, işletmeye dayalı demokrasiye çatıyordu ve daha da önce, teşebbüs edilen şey, demokrasinin hakikati üzerine bir sorgulamaydı” (s. 9). 68 bu anlamıyla bitmeyen ve bu nedenle ölmemiş ve mirası olmayan bir süreçtir (s. 11). Ancak, 11. sayfada yer alan çevirmen notuna katılmıyoruz. Notta 68’in “Türkiye’yi de kapsayacak şekilde” tasarımlandığı bir ifade yer almaktadır. Türkiye’nin 68’i bambaşka koşulların ürünü ve bambaşka ürünleri veren bir olaydır. Bunun tartışmasına burada girmek kitaptan kopmak

olacaktır. Kısaca değinmek yerindeyse Paris 68’i yaratan Türkiye gibi ülkelerin 68’i, yani milli kurtuluş hareketidir. Bu nedenle Paris 68, Che Guevera, Castro, Ho Şih Minh, Charu Mazumdar ve Mao gibi komünist ve milli kurtuluşçu liderleri bayrak edinmiştir. Onlarda yakaladığı damar, yeni bir sosyalist seçenek olduğu kadar yepyeni bir teori ortaya çıkarmalarıdır: Marksizmin kara kaplı defterindense, ezberleri bozan yepyeni bir kurtuluş teorisi.

ÖVÜLEN 68’ N BA ARISIZLI IDIR. Bu kurtuluş teorisi tam da Nancy’nin değindiği şeyin demokrasinin yeniden, halkın savaşımı içerisinde keşfidir. Nancy’nin sorgulama dediği şeyin tarihteki temsili Mao’nun Kültür Devrimi’dir. Kültür Devrimi’nin nesnelliğinden çok Avrupa’nın devrimci kuşağının üzerindeki etkisi burada belirleyici olmuştur. Avrupalı’nın Avrupalılığını sorguladığı bir ortamda bundan başkası da beklenmezdi: “Avrupa, hangi ölçüde artık olmuş olduğunu sandığı şey olmadığını ya da, belki, hangi ölçüde yine de doğurmaya çabaladığı şey; yani ruhani kendilik ve jeopolitik birlik olarak ‘Avrupa’ haline gelemediğini görmüyordu” (s. 15). Avrupa’nın bu körlüğüne karşın, devrimci kuşak, bu körlüğün ardındaki gerçeği, Vietnam’ın, Küba’nın direnişini yakalamaya çalışıyor ve kendisi için yeni bir kurtuluş tasarlıyordu. Bu kurtuluş varoluşsal bir mücadeleydi ve varolmak yerine uyumlu olmayı seçti. Varolanı sorgulama hali olarak, Nancy’nin övdüğü politik belirsizlik, esasında 68 hareketinin başarısızlığının öznel nedenini ortaya koyuyordu: Önderlik veya liderlik eksikliği. Bu eksiklik tarihin öznesi olacak bir tözün yokluğu anlamına geliyordu. Bunun varlığında ise tabu sözcük olan “totalitarizm” hortlayacak ve Stalin’in belirişinden korkanlar dağılacaklardı. Avrupa’nın nesnelliği buydu. Bu bahsi kapatıyoruz.

DEMOKRAS N N Ç ÇEL K S N N KE F OLARAK PAR S 68 “Yüzeysel bir şekilde: saldırıya uğrayan demokrasiyi gördük, ama onun da kendisini saldırılara açtığını ve eskiden olduğu gibi savunulmaya olduğu kadar yeniden icat edilmeye de ihtiyaç duyduğunu anlamadık. 68, böyle bir icada olan ihtiyacın ilk ortaya çıkışıdır.” (s. 20). Nancy’nin de dediği gibi hastalığın semptomunu belirtmesi açısından Paris 68’in

olumlu bir işlevi oldu. Demokrasinin sürekli kılınması gerekliliği aksi halde sekteye uğrayan kesikli demokrasinin oligarşik bir tiranlığa dönüştüğü Paris 68’in hazin sonucudur. Böyle bir ortamda yeniden olumsuz bir varoluşçuluk, Nietzschecilik hortlamıştır. Nancy’nin de dediği gibi “Nietzsche’nin ‘tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi çağrısı’ edimsel hale geliyordu” (s. 21). Tüm değerlerin yeniden ele alınışı, değersizleşme sonucunu ürettirmişti Avrupalı aydına. Bu değersizleşmenin sonucunda değer salt bir mübadele ortamı sağlamış, kapitalist değiş-tokuş üretim olmaksızın hayatı mübadele etmiştir. Bu yanıyla artık herşey politiktir. Her şeyin politik oluşuna karşı bir başkaldırı olarak 68, “artık gerçeğin ters yüz edilmiş yansısı değil, düşünce gövdeleri, fikirlerin biçimlendirilmesi”ni arzuluyordu. (s. 25). Ters yüz edilmiş gerçeklik olarak Marx’ın ideoloji tanımına örtük olarak yer veren Nancy, ideolojisizleştirilmiş gerçeklik olarak hakikatin izini sürdüğü 68 okumasında, genel olarak tarihi, genel olarak halkı, genel olarak insanlığı değil, tekil insanı, somut insanı, demokratik yönetimin öznesi ve nesnesi olarak halkı aramaktadır. Varolan çokkültürcülüğe karşı özgürlük arayışının bir temsili olarak ararken günümüzün kandırmacalarını betimliyor: “Bugün demokrasiye dair gerçek ya da sözde öz eleştiriler etrafında pek çok muğlaklık baş gösterebilir. Aslında demokratik ilkeler kendilerine karşı döndürülebilir ve ‘insan hakları’nı saptırmak için fazla aşikar bir zayıflıktan yararlanılabilir, tıpkı dini tutumlara karşı yürütülen eleştiriler ‘ırkçılık’ olarak nitelendiğinde ya da, siyasi olarak ‘doğru’ ile ‘çokkültürcülük’adına kadınların bağımlı kılınmasını aklamak için çözümler üretildiğinde yapıldığı gibi.” (s. 29). Bu sahte demokrasinin karşısında gerçek demokrasinin belirmesi bir anlamda “çokkültürcülük”ün kabul edemeyeceği bir hakikat arayışını zorunlu kılar. Ancak, aranan hakikatin bulunmasıyla, ya da bu yolda yürünmesiyle çokkültürcülüğün değersizliğinin örttüğü değer ortaya çıkabilir ve değeri örten örtü kaldırılabilir.

HERKES N HERHANG B R K MSE OLAB LD DEMOKRAS : KOMÜN ZM Bu örtü kaldırıldığında somut insan belire-

bilir. Somut insanın herhangi bir insan olabildiği düşünülürse (aksi takdirde belirli insanlar kimi nitelikleri dolayısıyla somut olacaktır ve bu somutluk diğer bazılarını soyut kılacaktır yahut bu nitelikler soyutlukları nedeniyle insanı insan olmayan yoluyla insanlaştırmış olacaktır. Her şekilde somut insan elde edilemeyecektir) Nancy’nin radikalleştirilmiş demokrasi olarak komünizmi açıklık kazanacaktır: “Eğer demokrasinin bir anlamı varsa, bu; içinde, hep birlikte, herkes ve herkesten biri olma biçimindeki gerçek bir olanağın ifade edildiği ve tanındığı bir arzuya – bir istence, bir beklentiye, bir düşünceye – ait olandan başka bir yerden ve başka bir saikten hareketle saptanabilir olan bir otoriteye sahip olmama anlamı olsa gerektir.” (s. 31). Bu sahip olmama bir bakıma hayatın kucaklanması demek olacaktır. Zira, politika, hayatın geri kalanını dışarıda bıraktığı halde içine almış gibi yapar. Bu nedenle demokrasi, politikanın olanağını ortadan kaldırmakla yükümlüdür (sınıf çatışması). Hayatın kucaklanması politikanın gerçek anlamda aşılması olacaktır. “Egemenlik hiç kimsede konumlandırılamaz, hiçbir çerçevede betimlenemez, hiçbir anıtta yükseltilemez... Bu anlamda demokrasi anarşiyle eşdeğerlidir... Demokratik kratein (yönetme), halkın iktidarı; en önce archie’yi (erki) mat etme ve sonra da, böylece aydınlığa kavuşturulmuş sonsuz açıklığın, herkes ve her bir (birey) tarafından üstlenilmesi iktidarıdır.” (s. 64 – 65). Bu açıdan bakıldığında “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz” şiarı demokrasinin, demokratik siyasetin en özlü ifadesidir. Hayatın gerçekliğinde herkesin bir olduğu bir hakikat vardır. Bu anlamın ortaya koyduğu şey dünyaya yaklaşıldıkça, uzaklaşıldığında elde edilen ayrımların gerçek ayrımları örttüğünün ve gerçek birliği bulandırdığının görünmesidir. “Demokrasi anlamın içkinliğinin bir yönetim biçimine ad verir – halka içkinlik, olanlar bütününe içkinlik, dünyaya içkinlik.” (s. 91). Dünyaya içkinliğin sonucu bellidir: laiklik, hayatın sonsuzluğu nedeniyle sürekli olarak gerçeğe ulaşma ve gerçekliği biçimlendirme olarak praksis ve sürekli olarak erki ortadan kaldırma olarak devrim. İşte bu süreklilik demokratik olanın ifadesidir. Bu yönüyle demokrasi politika ya da politik bir biçim değildir (s. 67), aksine politik mücadele sonucu ortaya çıkabilen ancak ortaya çıkışı ile politikayı aşan ve onu ortadan kaldıran bir hakikattir. Bu hakikatin nazarında herkes eşittir. İşte bu hakikat demokrasinin hakikatidir, komünizmdir. (Demokrasinin Hakikati, Jean-Luc Nancy, MonoKL, Çev: Murat Erşen, 96 s.)


Aydınlık KİTAP

28 EYLÜL 2012 CUMA

11

Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakç n n Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini, bir biyografiden çok farkl olarak kritik ederek ortaya koyuyor; farkl bir okuma biçimiyle yap yor bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in ifadesiyle “politik bir amac olan, entelektüel bir tarih çal mas ” ç kar yor ortaya UTKU ÖZBAY utku.ozbay@gmail.com Jean-Paul Sartre’ın ifadesiyle “ahlakçılar geleneğinin günümüzdeki mirasını sahiplenen”, iflah olmaz hümanist Albert Camus önemli bir noktada durur. Kanımca gençleri ya da çok geniş bir kitleyi etkilemesinden gelmez bu önem. Yahut daha geniş bir kitlenin onu sahiplenmeye çalışmasıyla alakası yoktur bunun. Camus’nün önemini anlamamızı sağlayan İletişim Yayınlarından çıkan Stephan Eric Bronner’in, “Camus: Bir Ahlakçının Portresi” adlı kitabı okuyucuyla buluştu. 7 Kasım 1913’te doğan Albert Camus’nün çocukluğu bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’de geçmiştir ve Bronner’in ifadesiyle bu çocukluk, ona sefaletin ne demek olduğunu öğretmiştir. Camus, o yüzden, çokça ifade ettiği gibi “güçsüzlerle içten bir şekilde empati” kurabilmiştir. Bu yüzden “Başkaldırıyı sefaletten değil, Marx’tan öğrendim.” diyecektir sonraları. Camus’nün empati kurabilmesinin özünde yalnızca sefaleti yaşayarak öğrenmesi yatmaz. Doğduğu ve ergenliğine kadar yaşadığı Cezayir’in Belcourt kentinin demografik yapısının etnik dağılımıyla da alakalıdır bu. Biraz da Tanrı’ya ulaşma biçimleri farklı olan inanç sistemlerine tapınan insanların aynı uzamı paylaşmalarıyla alakalıdır. Belcourt; Müslümanlar, Avrupalılar ve Museviler’in bir arada yaşadığı kozmopolit bir uzamdır. Kopkuyu karanlıkların içinde geçer Camus’nün çocukluğu: Yoksulluk, kitapsızlık, sevgisizlik... Henüz bir yaşındayken kaybettiği babasından belleğinde hemen hiçbir şey kalmaz. Baba Lucien, Lucien Camus’nün doğmasından kısa bir süre sonra, mutsuz kitleyle birlikte, mutlu ve onurlu bir şekilde ölmek için Marne Savaşı’na çağırılır; kısa bir süre sonra geriye dönen kendisi değil, ölüm haberidir. Mondavi Köyü’ndeki evi bir yas bürümüştür artık. Bir şarap fabrikasında çalışan baba Lucien öldükten sonra Camus ailesi (İspanyol kökenli, okuma yazması olmayan, kulakları sağır olan ve güçlükle konuşabilen anne Catherine, abi Lucien Camus, Albert Camus, Katherine’nin annesi ve abileri Joseph ile Ettienne) Belcourt’taki Proletarya semtinde oturan Katherine’nin annesinin yanına taşınırlar. Üç odalı küçücük bir dairede yaşayacaklardır artık. Camus, sonraları, hem maddî hem manevî sefaletin yaşandığı bu kapka-

ra uzamı “Defterler”inde anlatacaktır. Gariptir: Yaşanan bunca acının, yokluğun ve sıkıntının ardından hiçbir yakınma belirtisi görmeyiz Camus’de. Aksine, mutluluğun minicik bir yerine tutunarak yaşayan bir Camus görürüz: Çocuk Camus’dür bu. Minik yüreği heyecanla atan ufak bedenli Camus’dür. 1930’da, ilk tüberküloz atağını geçirecek ve “hasta olacak olan” Camus’dür. 1918’de bir devlet okulunda ilkokula başlar. Orada, “ikinci babam” dediği öğretmeni Louis Germain ile tanışır. 1957 yılında yaptığı Nobel konuşmasını ona ithaf edecektir Camus. Hayatında hep önemli bir yeri işgâl edecektir Germain. 1924’te, Cezayir Lisesi’ne bursla girer. Amcası ile birlikte yaşar. Göz alıcı ve aynı zamanda bir uyuşturucu bağımlısı olan aktrist Simone Hie ile bu yıllarda tanışacaktır. Evlenirler. Uzun sürmez. Bunda, Simone’nin madde bağımlılığını yenememesi en önemli sebebi oluşturur. Camus, Simone ile birlikte olduğu ve ayrıldığı zamanlarda yanında olan ve hayatının sonuna kadar yakın arkadaş olacağı iki öğrencisi Jeanne- Paul Sicard ve Marguerite Dobrenn’le tanışır bu süreçte. Onları birbirlerine bağlayan tiyatro sevgisidir, sanat sevgisidir, bohem yaşama tarzlarıdır ve Komünist Parti’ye üye olmalarıdır. - Fakat Camus artık Komünist Parti’ye üye değildir- Üçlü, Cezayir’in tepelerinde birlikte yaşayacakları aynı eve taşınırlar: “Dünyanın Ucundaki Ev”e. “Dünyanın Ucundaki Ev” önemlidir. Bir kaçış uzamı olarak çıkar karşımıza.

ANLAMSIZ B R DÜNYADA ANLAMLAR OLU TURMAK Stephan Eric Bronner, Camus’nün eserlerini keskin çizgilerle olmasa da zaman bağlamında birkaç bölüme ayırır. İlk dönemi oluşturan eserleri “absürd” üzerine kuruludur. Anlamsız bir dünyaya sıkışan bireylerin sıkıntısı ve varoluş problemlerini ortaya koyar Camus bu dönemde. 1937 yılında yayımlanan denemesi ve aynı zamanda ilk çalışması “Mutlu Ölüm”, Aziz Augistine’in ilk çalışması olan “Mutlu Yaşam”a ironik göndermelerde bulunur. “Varoluşuna karşı bir yorgunluk” hisseden ve “doğal ölüm” beklemeye zorlanmaktan şikâyet eden kötürüm öğretmen

Zagreus, öğrencisi başkahraman Mersault tarafından öldürülür. “İşyerinde onu bekleyen kaderden” nefret eden ve eski öğretmeninin parasının çekimine kapılan Mersault, cinayete bir intihar süsü vermeye çalışır ve “mutlu bir yaşam sağlama umudu” ile Zagreus’un paralarını çalar. Avrupa’ya gider. Avrupa’nın kasvetli ortamı, onun buradan sıkılmasına neden olur. Güneşi özlemiştir. Cezayir’e döner. Bir kadınla evlenir. “Dünyanın Ucundaki Ev”e benzer bir şekilde, aynı evi paylaşırlar. Camus, burada, “pagan şehveti”ni, düşmüş ve çökmüş olan Hıristiyan dünyasına yanıt olarak” sunar. Bunu yeğler. Sonra “Tersi ve Yüzü” isimli eserini yayımlayacaktır. “Mutlu Ölüm”, Bronner’in ifadesiyle “Yabancı’nın bir provası”dır.

D NSEL ATE ZM 1930’lar Churchill, Hitler, Mussolini, Roosevelt, Stalin gibi “güçlü kişilerin” olduğu bir dönemdi. Dönemin gençliği gibi Camus de bu yıllarda Halk Cephesi’ne katılarak aktivizmi seçti ve savaşa sürüklenen kasvetli Avrupa’da, kendini siyasi kamplaşmaların içinde buldu. Cezayir Komünist Partisi’ne girdi. Faşizme ve haksızlığa karşı hayatının sonuna kadar savaştı. Yanlış bulduklarını eleştirdi. Dogmatizmle sürekli savaşım içindeydi. Bu yüzden dine mesafeliydi. Camus, Voltaire gibi dinden bağımsız bir düşünür olmadı mesela; karşı çıktığımız şeylerin bakış açısı, karşı çıktığımız şeye göre belirleniyordu ne de olsa. Şöyle yazar Bronner: “Camus, ne bir Katolik ne de dini batıl inançla çok benzer gören Voltaire gibi dinden bağımsız bir düşünürdü. Dinden bağımsız bakış açısı, karşı çıktığı din inancıyla belirleniyordu ve bu açıdan çoğunlukla ‘dinsel ateizm’ olarak tanınan genel bir felsefi akımı tarif ediyordu. Bu akımın Friedrich Nietzsche, Martin Heiddeger, Karl Jaspers gibi felsefi savunucularının her biri radikal bireyler ve sofistike entelektüellerdi . Gençlik endişeleri ya da politik tutkuları ne olursa olsun, olgun düşünürler olarak onlar herhangi bir kiliseye mensup değillerdi, herhangi bir dini dogmayı benimsemiyorlardı ve herhangi bir kitle hareketine temel oluşturmuyorlardı.” İkinci Dünya Savaşı ve Sovyet Rusya’nın -Camus’ye göre- yanlış tutumları, onu sosya-

lizmden uzaklaştırdı. Partiden ayrıldı. Camus’nün 21 Şubat 1941’de günlüğüne düştüğü notta da belirttiği üzere üç absürd, “Yabancı”, “Sisyphus Söyleni” ve “Caligula”yla birlikte tamamlanmıştı. Bu bağlamda, en çok bilinen eserlerinden olan “Yabancı”yı açınlamanın gerektiği kanaatindeyim “Absürd”ün başarılı bir şekilde işlendiği eserde, başkahraman Mersault, Bronner’in ifadesiyle “yaşamın absürdlüğü”nden çok, bu absürdlüğe verilen bir tepkiyi ortaya koyuyordu. Başkahraman Mersault, keyfî ve nedensiz bir biçimde Arap’ı neden öldürmüştü? Mersault’un Arap’ı neden öldürdüğü sorusuna yazarın nesnel bir yanıtı yoktu. Olmamalıydı. Camus, Mersault’un bu “öldürme eylemi”nin sebebinin ve yanıtının olmadığını göstermek için çok uğraşmıştı çünkü. “Malraux, Gide, Dostoyevski, sürrealistler ve başka yazarların içinde olduğu bir edebî gelenekle” yanıt bulabilir bu: “Amaçsız bir hareket, aslında anlamsız bir dünyanın yansımasıdır.” ne de olsa. İkinci Dünya Savaşı, Camus ile birlikte eserlerinin yörüngesini de değiştirecektir. “Absürd”ün yerini “direniş meşruiyeti” ve “dayanışma” alacaktır. “Tek başına isyan” artık yerini “dayanışma”, “ortaklık” gibi kavramlara bırakır. “Yabancı”dan “Veba”ya yaşanan değişimin başat noktasını da bu oluşturur. İkinci Dünya Savaşı’nın o kasvetli ortamını yansıtan; acıyı, hüznü en iyi anlatan romanlardandır sonuçta “Veba”. Şöyle yazacaktır Bronner: “Devrim, ‘varoluşu düzeltme girişimi’ ve Camus’nün ‘din dışındaki yaşamda bir yönetim kuralı’ olarak adlandırdığı şeyi açıkça ifade etme arzusu karşısında boyun eğer. İşte ‘Veba’nın 1947 yılında yayımlandığında vermek istediği mesaj buydu.” Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakçının Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini, bir biyografiden çok farklı olarak kritik ederek ortaya koyuyor; farklı bir okuma biçimiyle yapıyor bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in ifadesiyle “politik bir amacı olan, entelektüel bir tarih çalışması” çıkarıyor ortaya. Bize de keyifle okumak kalıyor. (Camus: Bir Ahlakçının Portresi, Stephan Eric Bronner, Çev: Tuğba Sağlam, İletişim Yayınları, 189 s.)


12

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

KAZUO ISHİGURO’DAN DİLİMİZE KAZANDIRILAN YENİ BİR KİTAP: “UZAK TEPELER”

Japon asıllı İngiliz yazar: Kazuo Ishiguro

Arafta yaşayanlar...

“Uzak Tepeler” nesiller aras çat ma, gelenekçilik ve yenilikçilik çat mas , özgürlükler ve sorumluluklar çat mas , kültür çat mas gibi pek çok arada kalm l n bireyler üzerindeki psikolojik ve travmatik yans mas n sa lam bir ekilde bize sunuyor DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Yazma serüveninin çağlar boyu sürekliliği devam ederken pek çok “yazan kişi” de bu edebiyat denizine kitaplar üretir. Fakat bunların bir kısmı “yazar” olabilme yeterliliğinde eserler vermişlerdir ve hem okuyucunun hem de edebiyat çevrelerinin kabullendiği isimler olmuşlardır. Kimi yazarlar çağından sonra keşfedilmiştir, kimileri çağında kavuşması gereken değere ulaşmıştır. Kimileri vardır ki çağından çok sonraya hitap etmiş ve harcanmış, kimileri bundan kazançlı çıkmıştır. Edebiyatın duygu ve düşüncelerden çıkıp teorilere dönüştüğü günümüzde eserler üzerine tezler yazılmaya başlanmış ve sosyoloji tasniflerinin temel kaynakları haline getirilmişlerdir. Yazarlık kursları dünya edebiyatına da yerel edebiyata “yazar”lar kazandırmaya başlamıştır. “Keşfedilmek” geçmişe göre daha mı kolaylaşmıştır ya da daha mı zordur, tartışılır, fakat artık parlayanı veya parlatılanı görmemek zor. Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro da dönemimizde verdiği eserleri, dili, kurgusu ile parlayan isimlerden oldu. Günümüz Batı Edebiyatı’nda “bestseller” kapsamında daha yenilir yutulur eserlerin arttığı dönemde edebiyat dili, kurgusu ve içeriği bakımından daha düşündürücü ve zaman zaman zorlayan eserler veren yazarların azalması Kazuo İshiguro adını daha değerli kılıyor. Japon kökenli bir yazar olarak İngiltere’ye göçü yaşamak ve bu nedenle içsel olarak çok farklı iki kültürün yansımalarını taşıyor olmak üretilen esere de taşındığı zaman elbette zenginlik doğuruyor. İshiguro’nun geçmişinin yansıması bir çok eserinde rastlayabileceğimiz bir şey.

UZUN B R YOLCULUK 1954’te Japonya’nın Nagazaki kentinde dünyaya gelen yazar, altı yaşına kadar burada yaşadı. Okyanusbilimci olan babasının petrol araştırmaları görevi nedeniyle İngiltere’nin Surrey kentine taşındılar. Babasının kendilerini bir göçmen olarak görmediğini ve bir gün mutlaka geri döneceklerine inandığını söyleyen yazar bunun tam bir göç olduğunu 15 yaşında anladı. İlkokula başlayan Ishiguro, onu matematikten daha başka bir alana yazmaya yönlendiren açıkfikirli bir hocaya sahip oldu. Müziğe oldukça ilgiliydi ve sıkı bir Leonard Cohen, Bob Dylan ve Joni Mitchell hayranıydı. Sağlam bir gitar koleksiyonuna hâlâ sahip olduğunu biliyoruz. Liseyi bitirdikten sonra yazarın otostopçuluk yılları başladı ve ABD’de uzun süre yolculuk yaptı. University of Kent’te İngiliz Edebiyatı ve felsefe okumaya başlayan yazar daha sonra University of East Anglia’da yaratıcı yazarlık yüksek lisansı yaptı. Arkadaşlarının ona bakışı onu sessiz ve kendi halinde biri olduğu yönündeydi fakat yazdığı ilk metinler bu gözlemin tersine bir tablo sergiliyordu. Sağlam metinler çıkarıyordu yazar. Bu yazımızın da çıkış noktası olan “Uzak Tepeler”(A Pale View of Hills) kitabı da yüksek lisans tezi olarak kaleme alındı. “Uzak Tepeler” geçtiğimiz haftalarda Yapı Kredi Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Yayınevi daha önce yazarın önemli iki eseri olan “Avunamayanlar” (The Unconsoled) ve “Beni Asla Bırakma” (Never Let Me Go ) kitaplarını da dilimize kazandırmıştı. “Uzak Tepeler” yazarın ilk romanı olması açısından oldukça önemli iken ayrıca konu-

Kazuo Ishiguro

sunda barındırdığı ve karakterlerle sembolize edilen oldukça önemli sosyolojik ve psikolojik olguları bize aktarması açısından da değer kazanıyor. Bir Japon olarak hayatının uzun yıllarını Nagazaki’de geçirdikten sonra İngiltere’ye gitmiş bir kadının; Etsuko’nun ağzından anlatılıyor kitap. (Yazarın hayatın-

dan izlerin kitaba yansıdığını görebiliyoruz bu noktada.) Etsuko’nun büyük kızı Keiko’nun yalnız yaşadığı İngiltere’deki evinde intihar ettiğini öğreniyor okuyucu ilk olarak. Etsuko’nun diğer kızı Niki bu olay sonrası annesini ziyarete geliyor ve tam anlamıyla Batı eğitimi almış olan Niki ile Doğu kültüründen bes-

“Uzak Tepeler” kitabı yazarın yüksek lisans tezi olarak kaleme alındı


KAPAK lenen annesi Etsuko arasındaki diyaloglar iki kültürün şekillendirdiği insanlar arasındaki çatışmayı yansıtıyor. Etsuko karakterinin geçmişe dönüşleri ile toplumsal dönüşümün bireyler üzerindeki etkisi, sorumluluklarla özgürlükler arasındaki çatışma, kültür çatışması okura aktarılıyor.

NOSTALJ DEAL ZM N KARDE D R Kazuo Ishiguro’nun nostaljiyi kullanması ve geri dönüşlerle hikâyeyi daha merak uyandırıcı hale getirmesi eleştirmenlerce de kitabın dikkat çekici özelliklerinden. Şunu söylemeliyim ki bu, kitaba saplanmayı sağlayan önemli bir teknik. Başarısız bir şekilde kurgulandığında bütün eseri mahvedebilecek olan bu dönüşler Ishiguro’da doğru şekilde yol alıyor. Yazar nostaljiye verdiği önemi bir röportajında şöyle dile getirmiş: “Bazı durumlarda nostalji son derece iyi duygular hissettirebilir. Daha iyi bir dünyayı resmetmemize izin verir. İdealizmle bir tür kardeştirler.” Yazarın “Uzak Tepeler”de anlatıcı karakterin anlatımından geri dönüş ve nostaljiyi kullanması bir pişmanlık ve özlem fikrini mi sembolize ediyor hissiyatı uyandırabiliyor. Tarihsellikten yararlanma ve hatıraların okura anlatanın gerçek zamanda neler yaşadığına dair tahminler yaratmamızı sağlarken birçok soru işareti de yanıtsızlık ihtimaliyle karşılaşıyor. Kitaba bu noktada bir okur olarak sunabileceğim eleştiri -ki pek çok yabancı eleştirmen de aynı eleştiriyi sunuyor- kitabın sonunda cevapsız kalmış sorular bırakması olabilir.

SONUÇSUZ SORGULAMALAR Kitap içinde pek çok soruyu barındırıyor ve pek çok temayı işliyor demiştik. Etsuko’nun geçmişe dönerek Nagazaki’de hatırladığı komşusu Sachiko ve onun küçük kızı Mariko ile yaşadıkları da bize çok soru doğuruyor. Sachiko kocası öldükten sonra kızı Mariko ile hayatta kalmaya çalışır ve taşradaki amcasının yanından ayrılıp şehirde bir kulübeye yerleşir. Bir gün Amerika’ya gitme hayalleriyle birikim yapmaya çalışır, oraya gittiği takdirde herşeyin düzeleceğine, kızı için güzel bir geleceğin orada onu beklediğine inanıyordu. Hovarda sevgilisinin temizlikçilik yaparak biriktirdiği bütün parayı üç günde içkiye yatırmasına rağmen ne hayalinden vazgeçmişti ne de hovarda sevgilisinden. Sachiko’ya göre hayat bir kadın için Amerika’da daha kolaydı. Gerçekten de öyle miydi? Sachiko Amerika’da umduğunu bulabilmiş miydi? Cevapsız kalan sorulardı. Etsuko ise köklerinin ateşli bir savunucusu olmasa da daha yerel bir karakter olarak karşımıza çıkıyordu fakat kitabın başında da anladığımız gibi zamanın 2. Dünya Savaşı sonrası Batı yönüne akması onu da sürüklemişti İngiltere’ye. Büyük kızı Keiko’nun intiharı ise modern çağda kültürel arayışının ve toplumsal dönüşümlerin yansıyan en ağır bedelini ödemişti. Kazuo İshiguro bu karakterde kendini işledi yorumlarına karşılık benim görüşüm hikâyenin bütün karakterlerine yazarın kendinden bir parça bıraktığı yönünde. Cevapsız sorular belki yazar için de hâlâ cevapsız. Etsuko’nun diğer kızı Niki kitapta son nesil Batı’nın sembolü durumunda. Ni-

Aydınlık KİTAP ki’nin adının konma hikâyesi aslında kitabın temasını bize sunmakta; “Küçük kızıma sonunda verdiğimiz Niki adı bir kısaltma değil, babasıyla bizi buluşturan bir ortak noktaydı. Ne tuhaftır ki ona Japon ismi vermeyi isteyen kocamdı, bense belki de bencilce davranıp bana geçmişi anımsatmasını istemediğimden, bir İngiliz adı olmasında diretmiştim. Sonunda Doğu’yla ilgili belli belirsiz bir çağrışımı da bulunduğundan, Niki’de karar kıldı.”

ÇATI MALAR S LS LES “Uzak Tepeler” nesiller arası çatışma, gelenekçilik ve yenilikçilik çatışması, özgürlükler ve sorumluluklar çatışması, kültür çatışması gibi pek çok arada kalmışlığın bireyler üzerindeki psikolojik ve travmatik yansımasını sağlam bir şekilde bize sunuyor. Yazarın diğer eserlerine baktığımızda “Beni Asla Bırakma” farklı konusu ile ötekilerden ayrılıyor. Ishiguro’nun bir bilim-kurgu yazarı olarak anılmasına sebep olan eser aslına bakılırsa yazarın istisnai eserlerlerinden. Eserin bilim- kurgu olduğuna dair dahi tartışmalar var iken böyle bir sınıflandırma yapmak oldukça gereksiz olur. Fakat eser Hailsham Yatılı Okulu’nda büyütülen, dışarısıyla ve aileleriyle hiçbir bağ kuramayan ve bedenlerine iyi bakmakla yükümlü, organ ihtiyacı olan insanlara organlarını bağışlamak için klonlanmış öğrencilerin hayatı üzerine kurgulanmış. İçinde klonlanma tekniğini ve gerçek dışı faktörleri kullandığı için bilim- kurgu olarak adlandırılan eser bunun yanında bazı distopya özellikleri de barındırmakta. 2010 yılında yönetmen Mark Romanek tarafından filme uyarlanan kitap yabancı okur tarafından beğenildiği ka-

28 EYLÜL 2012 CUMA

13

dar Türk okuru tarafından da ilgiye değer görüldü. Film aktarımının da oldukça iyi olduğunu söyleyebiliriz.

ISH GURO VE S NEMA Yazar Kazuo Ishiguro’nun diğer değinmemiz gereken yönü sinema ile olan ilişkisi. İki televizyon dizisi iki de sinema filmi senaryosu hayata geçirilen yazarın “Beni Asla Bırakma” dan önce başrollerini Anthony Hopkins ve Emma Thompson’ın oynadığı The Remains of the Day filmi Booker ödüllü “Günden Kalanlar”(Can Yayınları 1993, Turkuvaz Yayınları 2009) romanından uyarlanmıştı. Hayatı boyunca soylu bir adam olan Lord Darlington’a hizmet eden bir uşağı anlatan roman yazarın en büyük başarısı olarak kabul ediliyor. 1982 yılında İngiliz vatandaşlığına geçen yazar 1983’te İngiltere’nin önemli edebiyat dergisi Granta’nın “En İyi Genç İngiliz Yazarlar” dosyasına girdi. Yazar günümüzde Martin Amis, Julian Barnes ve Ian McEwan’la birlikte İngiliz Edebiyatı’nın dört büyüğünden biri olarak gösteriliyor. Kültürel açıdan farklı temellere sahip olması onu ayrı ve ilgi çekici kılıyor haliyle. Kazuo Ishiguro gibi son dönemde sürrealist yazar olarak ülkemizde de oldukça ilgiyle karşılanan Japon yazar Haruki Murakami, Ishiguro hakkında “Yazdıkları bize ait gibi geliyor, çok tanıdık" diyor. Farklı bir temelin yazara kattığı zenginlik ürettiği eserlerin içeriğini de o derecede zenginleştiriyor. Geleceğe taşınacak yazarlardan biri olacağı tartışmasız olan Kazuo Ishiguro’nun daha pek çok eserini daha dilimizde göreceğiz gibi duruyor. (Uzak Tepeler, Kazuo Ishiguro, Yapı Kredi Yay., Çev:Pınar Besen, 161 s.)

(Beni Asla Bırakma, Kazuo Ishiguro, YKY, Çev: Müne Haydaroğlu, 272s.)

(Avunamayanlar, Kazuo Ishiguro, YKY, Çev: Roza Hakmen, 544s.)

(Günden Kalanlar, Kazuo Ishiguro, Turkuvaz Yayınları, Çev: Şebnem Susum, 248s.)

Anthony Hopkins ve Emma Thompson' n oynad The Remains of the Day filminden bir kare


14

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Kaosun sesi ve Çözümsüzlükte hayatın hikâyesi boğulan Kıbrıs Kitab n kahraman Bilal Kaya’n n, sanki bizi hissediyormu gibi benzer sorularla kendini sorgulamas , a k , kad nlar , ç kmaz sokaklar ve insana dair ne varsa her eyi, ya ad olaylarla ve rol modeli olarak gördü ü amcas n n hayat ndan görüp kendine pay biçti i parçalarla resmi tamamlamaya çal yorsunuz

Ada’da görülebilir bir gelecekte, tek bir devletin yarat lmas n olas göremedi ini ifade eden Tuncer, gerek K br sl Türkler gerek K br sl Rumlar, kendi kimliklerini b rakmaya ve ortak bir kimlikte bir araya gelmeye niyetli gözükmediklerine dikkat çekiyor

ECE ATAYURT eceatayurt@gmail.com “Her hikâye içinde bir hayatı barındırır. Ama her hayattan bir hikâye çıkmaz. Hayat, içinde kısa düzen dönemlerinin olduğu bir kaostur. Yarın ne olacağını kimse bilemez. Yine de her şeye rağmen, planlar yapar, hayaller kurar, âşık oluruz. Ama hayat tüm bunları sekteye uğratabilir. Çoğunlukla da uğratır. Sonuçta geriye sıkıcı mı sıkıcı bir yaşam kalır. Ama hikâyeler böyle kurulamaz. Biri size hikâyesini anlatıyorsa, mutlaka planını sonuca ulaştırmış, hayallerini gerçeğe çevirmiş ya da âşık olduğu kızla veya erkekle evlenmiştir. Gerçekte olmasa bile zihninde bunu başarmıştır. Aksi halde onu kimse dinlemez. Bu yüzdendir ki her hayatın bir hikâyesi vardır ama bu hikâyeler çoğunlukla anlatılamaz. Anlatıldığında emin olun ki, orada hayat yoktur. Anlatacak bol bol hikâyeleri olduğunu söyleyenler, aslında yaşamayanlardır. O yüzden en güzel hikâyeleri, daima ölüler anlatır.”

B LAL KAYA’NIN B R GÜNÜ Yazarın hayata ve kitaba dair kısa bir özeti, bu kısacık paragrafta mevcut. Kitabı okurken; Bilal Kaya’nın bir gününden yola çıkarak, zaman tüneli içerisinde, hayata, insana ve ilişkilere dair bir gezintiye çıktığımız sürükleyici macerada buluyorsunuz kendinizi. Dede Resul Kaya’nın radikal bir karar vererek Konak Otel’i inşa projesi ve açılışını bizzat Atatürk’ün yapmasını istemesi hayaliyle başlayan bu serüven, okuduğunuz her sayfada biraz daha kendinizi sorgulamanızı sağlayan, ironik sorularla içine çeken bir hikâyeye dönüşüyor. Dede Resul Kaya’nın defterlerinden yola çıkarak, torunun da aynı yollardan aynı duygularla geçişine tanık oluyorsunuz. Geçmişi ve bugünü aynı anda görmenizi sağlayan olaylar örgüsüyle kendinizi bir filmin içerisinde buluyorsunuz. Kitabın ritmi apansız sorulan sorularla hiç düşmüyor, aksine biraz daha merakla okumaya devam ediyorsunuz. Kitabın kahramanı Bilal Kaya’nın, sanki bizi hissediyormuş gibi benzer sorularla kendini sorgulaması, aşkı, kadınları, çıkmaz sokakları ve insana dair ne varsa her şeyi, yaşadığı olaylarla ve rol modeli olarak gördüğü amcasının hayatından görüp kendine pay biçtiği parçalarla res-

mi tamamlamaya çalışıyorsunuz.

“HER EY HAVVA’NIN ADEM’E GÜLÜMSEMES YLE BA LADI.” İnsanlığa dair ne varsa, en başkahramanlardan yola çıkarak sorgulayan yazar, kitap içerisindeki olay örgüsüyle geçmişi ve bugünü rahat üslubu ve esprili anlatımıyla okuyucuya iyi bir şekilde yansıtıyor. Yazım dilindeki sadelik ve olaylar arasındaki kurduğu bağ sayesinde, okurken her karakteri biraz daha tanımaya ve kendi içinizde sorgulamaya devam ediyorsunuz. “Aşk, kalandan çok gidendir. Bunu ancak onun arkasından el sallarken anlarız.” “İlişkide bir yatak ne zaman sadece bir yatak olur?” Kitabın içerisinde yazara ait küçük notlar sayesinde siz de kahramanla birlikte bu sorulara cevap bulmaya çalışıyorsunuz. Yazarın özgeçmişine baktığımızda yazmayı hayatının merkezi yapmış bir kişi görüyoruz. Yazar Umut Dağıstan 2002 yılında Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Bir bankada çalıştı. Ardından yazı çalışmalarına ağırlık vermek için işinden ayrılıp Antalya’ya yerleşti. Yerel dergilerde ve ulusal gazetelerde yazıları yayımlandı. Evli ve hayatını okuyup yazarak geçiriyor. Yazmanın bir hobiden çok daha öte bir şey olduğunu gösteren cesur bir seçim onunkisi. Yirmi yılı aşkın bir süredir, düşünce ve sanat dünyasının usta kalemleri Ayrıntı Yayınları'nın listesini zenginleştirdi ve zenginleştiriyor. 22 yılda çeşitli diziler halinde 560'dan fazla kitap yayımladı ama sevinerek söyleyebiliyoruz ki, bu öykü henüz bitmedi; tersine yeni alanlara da açılarak tüm heyecanıyla sürdürmeye devam ediyor. Bu yola Umut Dağıstan’ın “Boşluğun Sesi” kitabı da katılmış durumda.Yazarın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve ikinci kitabı olan “Boşluğun Sesi”, eğlenceli, hüzünlü ve ritim duygusunu hiç kaybetmeyen bu bir günlük hikâyenin arka planında ise Cumhuriyet tarihinin ve bu tarihsel süreçte taşralı bir ailenin çok canlı bir tablosu çiziliyor. Türk Edebiyatına gönül vermiş, yeni yazarları ve farklı dünyaları keşfetmek isteyen herkesin “Boşluğun Sesi”ni severek okuyacağına eminim. (Boşluğun Sesi, Umut Dağıstan, Ayrıntı Yayınları, 176 s.)

CÜNEYT AKALIN Doç. Dr. Hüner Tuncer, Kaynak Yayınları’ndan yeni çıkan “Kıbrıs Sarmalı, Nasıl Bir Çözüm?” başlıklı kitabında, yıllardan beri çözümsüzlükle iç içe yaşayan Kıbrıs sorununun tarihine ve gelişimine göz attıktan sonra, ortaya atılan çözüm önerilerini değerlendiriyor. Ada’da yaşayan Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların, dilleri, dinleri, kültürleri, gelenek ve görenekleri açısından birbirinden farklı iki toplum olduğu görüşünden hareketle, Tuncer, bu iki toplumun barış ve istikrar içinde bir arada yaşayabilmesinin güç olduğunun, yıllar içerisinde meydana gelen olayların bunu gözler önüne serdiğinin altını çiziyor.

arıyor: Büyük Atatürk’ün ta 1920’lerde önemine dikkat çektiği Kıbrıs konusunda, acaba Türk hükümetleri yeterince bilinçli davranabilmiş, bu soruna gerektiği ölçüde sahip çıkabilmiş midir? Kıbrıs sorununa bugüne değin bir çözüm bulunamamasında, Türk hükümetlerinin rolü ve payı ne olmuştur? Türk hükümetleri, genellikle, Kıbrıs konusunda neden ürkek ve çekingen davranmıştır? Türkiye, neden Yunanistan’a kıyasla, Kıbrıs sorununda daha “boynu bükük” bir tutum sergilemiştir? Türkiye neden Yunanistan gibi yumruğunu masaya vuramamış ve Kıbrıs görüşmelerinde daha çok ödün veren taraf durumuna düşmüştür?

KIBRIS VE EGEMENL K

ADADAK ÇÖZÜMSÜZLÜK

Tuncer “Kıbrıs Sarmalı” kitabında, Kıbrıs Sorununun, öncelikle bir “egemenlik” sorunu olduğunu anlatıyor. Kıbrıslı Türkler ile Rumların, dün ve bugün ortak bir “egemenlik” kavramı üzerinde uzlaşmaya varamadıkları ve kısa bir süre içerisinde böyle bir uzlaşmaya varabilmelerinin de pek mümkün olamayacağı kitapta vurgulanıyor. Kıbrıs Türk toplumunun “egemenlik” kavramından anladığı, “azınlık” statüsünde bulundurulmamak, mutlak Rum egemenliği altında yönetilmemek, Ada’da iki kesimliliğin kabul edilmesi ve Türk halkının can ve mal güvenliğini koruyabilmek amacıyla, Türkiye’nin etkin güvencesinin sürdürülmesidir. Kıbrıs Rum toplumu ise, Ada’da kendi hegemonyaları altında bir yönetimin kurulmasını, Türk toplumunun azınlık statüsünde bulundurulmasını, Rum ve Türk halklarına dolaşım ve mülk edinme özgürlüğünün tanınmasıyla, iki kesimliliğin sulandırılmasını ve Kıbrıs’tan Türk askerinin çıkartılmasını murad ediyor. Kıbrıs Türk ile Rum taraflarının, Kıbrıs Sorununun ne anlama geldiği konusundaki görüşleri birbirleriyle bağdaştırılamayacak niteliktedir. Bu durum, Kıbrıs Sorununun çözümsüzlüğünü de beraberinde getiriyor. Kıbrıs Sorununun tarafları olan Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar, çözümsüzlüğün nedenini karşı tarafta buluyor, birbirini kıyasıya suçluyor; bu da, çözümsüzlüğü büsbütün perçinliyor. Tuncer, kitabında, şu soruların yanıtlarını

Doç. Dr. Hüner Tuncer Ada’nın bugünü ve geleceği hakkında şu vurguyu yapıyor: “Uluslararası toplumun şu gerçeği göz ardı etmemesi gerekir ki, Ada’nın kuzeyinde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin kuruluşundan bu yana, yani Kıbrıs’ta kendi sınırları içerisinde varlıklarını sürdüren iki bağımsız yönetimin oluşturulmasından bugüne değin, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında kayda değer hiçbir fiili çatışma yer almamış ve Ada’da göreceli bir barış dönemi hüküm sürmüştür. Özellikle Kıbrıslı Türkler, Ada’daki Türk askerinin güvencesi altında, can ve mal korkusu olmadan güvenlikli bir yaşam sürdürebilmektedir. Kıbrıslı Türklerin amacı, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin uluslararası toplum tarafından tanınması ve devletlerinin uluslararası düzeyde yasallık kazanmasıdır.” Ada’da görülebilir bir gelecekte, tek bir devletin yaratılmasını olası göremediğini ifade eden Tuncer, gerek Kıbrıslı Türkler gerek Kıbrıslı Rumlar, kendi kimliklerini bırakmaya ve ortak bir kimlikte bir araya gelmeye niyetli gözükmediklerine dikkat çekiyor. Doç. Dr. Hüner Tuncer, Rauf Denktaş’ın, “şu anda ve geçmişte hiçbir zaman bir Kıbrıs ulusu olmamıştır” sözlerine gönderme yaparak, Kıbrıs sorununa çözüm arayışlarında, Ada’da mevcut iki farklı ulus ile iki ayrı devlet olgularının mutlaka dikkate alınması gerektiğine işaret ediyor. (Kıbrıs Sarmalı, Doç. Dr. Hüner Tuncer, Kaynak Yayınları, 264 s.)


Aydınlık KİTAP

ARAKABLO

SEYY T NEZ R

28 EYLÜL 2012 CUMA

15

Rousseau: “Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu; şimdi sadece kuvvet deviriyor.” “Vah et halindeki insan ile uygar insan birbirinden ruhlar n n temeli ve e ilimleri bak m ndan öylesine ayr l r ki, birini en yüce mutlulu a götüren, ötekini mutsuzlu a sürükleyecektir” seyyitnezir@yahoo.com Say Yayınevi, Jean Jacques Rousseau’nun (1712-1778) Bütün Yapıtları dizisini sürdürüyor. Temmuz başlarında uğradığımda, 300. doğum yıldönümü olduğu halde yapıtlarının hiç tartışılmadığı konuşuluyordu. Arkadaşlardan biri, “Diderot’nun 200. ölüm yıldönümünde Düşün Dergisi’ndeki tartışma ne güzel olmuştu” dedi. Gerçekten de İlhan Selçuk, Adnan Cemgil, Uluğ Nutku, Selâhattin Bağdatlı, Afşar Timuçin’in katıldıkları ve benim yönettiğim toplu söyleşi (Temmuz 1984), Düşün Dergisi’ni bir anda bütün cezaevlerine taşımakla kalmamış, 12 Eylül karanlığına karşı aydınlanmanın ateşini üflemişti. “Böyle bir tartışmaya yine gereksinme var ama insanlar güncel ve yerel politik değerlendirmeye öylesine sıkıştı ki, başını kaldırıp da Rousseau’nun derin, upuzun bakışlarını görecek hal kimsede yok.” Olmaz olur mu? Daha yaz bitmeden, hem de A. M. Celâl Şengör, CBT’de (Cumhuriyet Bilim ve Teknik) cepheden bir saldırı başlattı: “Jean Jacques Rousseau: Erdemsiz bir bilim ve akıl düşmanı” (24.08.12, S: 1327). Şengör, Rousseau’nun “yıkıcı etkisi”ni işlediği yazısında, “ciddi felsefeciler, felsefe tarihçileri ve bilim tarihçileri arasında onu metheden tek bir tane yoktur.” dedikten sonra, eleştiri adına düşünce tarihinde Rousseau üstüne söylenmiş ne kadar kem söz varsa hepsini yazıya boca ediyor. 12 bin vuruşun üstünde olduğunu tahmin ettiğim yazıda kırdığı ceviz kırkı aştığı için bunları tek tek göstermekle başa çıkmak birkaç yazı gerektiriyor, ama biri var ki, Sayın Şengör’ün meramını da açık ediyor: “Özel mülkiyetin her türlü fenalığın babası olduğu fikrindeydi (onun için solcular Rousseau’yu yere göğe koyamaz).” CBT’nin aynı sayısında Osman Bahadır, Dijon Akademisi’nin açtığı yarışmaya “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev” (1949) yapıtıyla katılan Rousseau’nun bu çalışmasını, günümüz insanlığına bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kimi olumsuz sonuçları konusunda erkenden gönderilmiş bir uyarı olarak almanın önemini vurgulayarak okurları düşünsel yönden son derece gerilimli bir tartışmaya hazırladı.

ROUSSEAU AYDINLANMAYI KARARTTI MI? Ertesi hafta Bozkurt Güvenç, Rousseau’nun “hafife alınacak bir düşünür olmadığını” ima ederek, “yalnız Proudhon ve Nietzsche gibi solcular ve anarşist fi-

lozoflarca değil, akıllı uslu bilim ve düşün insanları arasında Rousseau’yu destekleyen yazarlar da var” dedikten sonra, Spengler, Huxley, Polanyi, Orwel, Snow, Habermas, Hoebel, Galbraith, Durning, Zerzan, Stiglitz, Rees’in yanı sıra kimi kurumsal girişimleri de anarak, düşünürün “bilimsel ve teknolojik gelişmelerin olumsuz sonuçları” üstüne uyarısının akıldışı bir hayal olmadığı yönünde Bahadır’a katıldığını anlattı (CBT, 1328). Aynı sayfada Yiğit Akçalı, onun Kant ve Fichte’yi derinden etkilemiş bir düşünür olduğuna değinerek tartışmaya katıldı. Osman Bahadır, tartışmayı kendi köşesinden sürdürerek, onun yapıtlarındaki başlıca temaları belirtti; “Rousseau bütün kötülüklerin gerçek kaynağı olarak bilimleri ve sanatları değil, mülkiyetin ortaya çıkışını görmektedir” saptamasını bir genel doğruyla birlikte anımsattı: “Bir düşünürü değerlendirmenin en doğru ve erdemli yolu, o düşünürün fikirlerini ve eserlerini incelemekten geçer.” A. M. Celâl Şengör, “Rousseau ve Aydınlanmanın Kararması” adlı ikinci yazısında (CBT, 1329), daha önce Rousseau düşmanlığı için yandaşlığına başvurduğu Russel’dan sonra, bu kez de İngiliz eleştirmen Samuel Johnson’ın saldırısına yer verdi: “... o en kötü insanlardan biridir. Toplumun dışına itilmesi gereken bir alçaktır ki zaten itilmiştir. Dört ülkeden üçü onu kovmuştur ve bu ülkede korunuyor olması bir utanç vesilesidir.” Şengör, hızını alamayıp Hitler’in katliamıyla bir tuttuğu, “insanlığın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olarak gördüğü Fransız İhtilali”ni aydınlanma idealine ihanet ve en büyük hakaret olarak nitelendirdikten sonra, “Robert Academy”deki İngilizce hocası Mr. Lowett’in varsayımını okurlarıyla paylaştı: “Voltaire hayatta olsaydı, Fransız İhtilali yapılamazdı”. Bu arada, zaten Avrupa’nın dört ülkesinin üçünden kovulan Rousseau’nun da Voltaire’den iki ay sonra öldüğünü ve onun yokluğundan pek de yararlanamadığını, olanca titizliğine karşın, nedense atlayan Şengör, ardından, Nazi Almanya’sının yanı sıra Komünist Rusya ve Çin’de, “Rousseau’nun ‘kurtardığı’ iddia edilen milyonlarca çocuğun neler çektiğini gözleriyle gördüğünü” de ifşa edince, tartışmanın endazesinden çıktığına karar vermiş olmalı ki, Bozkurt Güvenç, Şengör’ün “bilim adına açtığı cihat” karşısında havlu attı (CBT, 1330): “Osmanlılar, ‘Üslûb-ı beyan aynıyla

insan!’ (Konuşma tarzı kişinin aynasıdır) demişler. Ciddi fikir ve kaygıları ‘komik’ bulup küçümseyen, eleştirmenlerine ‘at gözlüklerinden arınmayı’ öneren bir bilim mücahidi ile tartışmaya burada son veriyorum.”

ROUSSEAU’YU ÇÖPE M ATALIM? Güvenç’in yazısının altında Şengör, bir önceki hafta Sinclair’in “Rousseau’ya neden kızıyorsun?” sorusunu anımsatan Bahattin Baysal’ı da yanıtlar: “Cevabım basit: Rousseau, Upton Sinclair gibi adamlara sempatik göründüğü için bana antipatik, fikirleri de zırva geliyor.” Rousseau üstüne didişmeyi futbol çekişmesi keyif ve adabıyla sürdürmekten kendini kurtarıp Rousseau’nun “zırva fikir”lerini tartışmaya bir türlü gelemeyen Şengör’e, C. Akça Ataç da iyi bir pas çıkarır: “...biliyorsunuz, Emille diye pedagoji kitabı yazıyor ama öz çocuklarını elleriyle yetimhaneye gönderiyor. Yine de politik teorisini olduğu gibi çöpe atmaya imkân yok. Her şeyden önce, Aristotelyan bir teori, sıfır olamaz o yüzden. Ama ‘Aristo varken JJR niye okuyayım’ diyen biri varsa da ona hak vermek gerekir.” Bekir Onur, bu beklenmedik atağı ustaca karşılıyor: “Locke’un tersine, Rousseau, çocuğu kendi yazgısının belirleyicisi olarak görür, tıpkı Rousseau’ya dayanan Piaget’in çocuğu kendi gelişiminin mimarı olarak görmesi gibi.”

ROUSSEAU’NUN GÜNCELL VE EVRENSELL Tartışmayı Rousseau’ya kendi yapıtlarından yönelme çizgisine taşıyan Osman Bahadır, köşesinde, düşünürün Narcisse adlı komedisinin önsözüne de yer verir (CBT, 1331): “Karşıtlarım ... okuyucunun dikkatini temel konudan ustaca saptıracaklar. Bir hayaletle savaşacaklar ve benim yenik düştüğümü ileri sürecekler.” Aslında mülk sahiplerinin çok eski çağlardan beri korkuyla anımsadıkları ve Rousseau’nun “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” (İAEK) adlı başyapıtında (çev.: Erdoğan Başar, Anadolu Y., ocak 1968) muhteşem bir sezgiyle apaçık sergilediği bu hayaleti yakından tanıyoruz. Rousseau, kitabının ikinci bölümüne, bizde kentlerin halâ yağmalanma yöntemini andıran şu cümleyle başlıyordu (s. 131): “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Bu, bana aittir.’ diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.”

Ardından, bu çiti söküp atarak, uygar insanın bir gün karşısına çıkacağı korkusuyla binyıllardır uykusunu kaçıran hayaleti tanımlıyor: “Bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız! Meyvaların herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız mahvolursunuz.” Ünlü felsefecimiz Macit Gökberk, onun için, “Kant, Fichte, Hegel ve romantizm üzerinde derin etkileri vardır” dediği Felsefe Tarihi’nde (Remzi K. Y., aralık 1966, s. 382-386), Rousseau’nun konumunu şöyle belirler: “... o büsbütün aydınlanmanın dışında değildir; bir yandan içindedir, öbür yandan da Aydınlanma’yı sona erdirecek anlayışların başlıca kaynaklarından biridir.” Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”nda (IV. cilt, Cem Y., ocak 1989, s. 89-93), “halkın yeni Tanrı’sı olup çıkan” Rousseau’yu şöyle sunar: “Yığınla bireyci, romanesk ve duygusal yazar arasında; duyarlığını dinleyen, ama aynı zamanda akla da tutkun ve ortaya sarsılmaz bir mantıkla bir sistem koymuş bütün romantikler içinde en büyüğü ve kendisinden sonra gelenlerin ustası...” Kant’a ise şöyle başlar: “Rousseau’nun en önemli çömezi Kant’tır.” (s. 94) Şengör; Pozantı’da tecavüze uğrayan ve intihar eden, Kuran kursları yetmedi şimdi ülkenin bütün okullarında 4+4+4’lerle kafaları ve ruhları ütülenen çocukları da aklımıza düşürerek, Rousseau’nun 250 yıldır eğitim açısından olduğu kadar, toplumbilim ve siyaset felsefesi açısından güncelliğini ve evrenselliğini yapıtları üzerinde tartışma zorunluğunu gündeme taşıdı. Gelecek haftalarda sürdürmek üzere, yazıyı İAEK kitabından bir alıntıyla kapatıyoruz (s. 170): “... sözleşmesi zorba istibdat yönetimi tarafından öylesine bozulmuştur ki, müstebit, ancak en kuvvetli olduğu sürece efendidir, hükmeder. Yerinden atılır atılmaz da, kendisine zor kullanılmış olmasına karşı hiçbir şikâyet sebebi olmaz. Bir sultanı tahttan indirmek ya da boğmakla sonuçlanan ayaklanma, o sultanın bir önceki gün uyruklarının hayatları ve malları üzerinde tasarruf ettiği eylemleri kadar hukuki bir eylemdir. Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu; onu sadece kuvvet deviriyor.” Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi (Remzi K. Y., 1970, s. 269-275) ile Afşar Timuçin’in Düşünce Tarihi kitaplarında (Bulut Y., şubat 2008, s. 444-450) Rousseau’nun nasıl yer aldığını da yine gelecek yazımızda göstereceğiz...


16

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

“Müslüman Roma” masalları Hat rlanaca üzere ABD “Ye il Ku ak ”projesini revize ederek yerine “Il ml slam” , AKP eliyle uygulamaya koymu tu. Asl nda Müslümanl n asimilasyonu ve Türklerin H ristiyanla t r lmas demek olan “Il ml slam” ile At lgan Bayar’ n “Müslüman Roma”s , ABD dü ünce kurulu lar nda geli tirilen modernist, protestan slam’ n yorumudur VEYSEL BOĞATEPE Akşam gazetesindeki köşesinde büyüklere masallar anlatan Atılgan Bayar, bu masalları daha da genişleterek “Müslüman Roma / Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Yakın Geleceği ve Değişim Diyalektiği” adıyla kitaplaştırdı. Kitap, sipariş üzerine mi yazıldı bilinmez fakat cemaat rüzgarıyla kendini Türkiye’nin tink tenk kuruluşu zannedecek kadar uçmuş. Bununla da yetinmemiş, Türkiye’nin yeni iddiasının “Müslüman Roma” olduğunu savlamış, yeni Osmanlı veya kendi deyimiyle “Neo Osmanlı” kavramının kendi buluşu olduğunu da ilan etmiş. “Kavram Avcısı” Bayar, verdiği röportajların birinde aynen şöyle diyor: “…. Neo Osmanlı” kavramını ilk kez kullanan biri olarak bunu kayda geçirmek zorundayım.” Buluşu adına kendisini kutluyoruz ancak yunanca “neos” sözcüğünden türeyen, en basitinden Türkçe karşılığı “yeni” olan bu sözcük, asırlar öncesi keşfedilmiş ve dolaşıma sokulmuştu. Kendisinin kötü bir vakanüvis bile olamayacağını buradan tüm okurlara duyuruyor ve iki olmazsa olmaz seçeneği önüne koyuyoruz. Ya Türkiye’nin gerçeklerinden fersah fersah uzaktasınız veya üstlenmiş olduğunuz rol gereği “Ilımlı İslam” projesi için toplum tasarımcılığı yapıyorsunuz. Doğru seçeneğin ikincisi olduğunun altını da çiziyoruz.

öngörmüşlerdir. Biraz daha yakın tarihe gelecek olursak bu kavram tam 38 yıl önce yani 1974 Kıbrıs hareketinde, Yunanlılar tarafından yeniden bir teori olarak gündeme getirilmiştir. Atılgan Bayar ise 16 yıl önce “Yeni Osmanlı”yı keşfetmiş, bu çok önemli buluşu da sahiplenmiş. Bayar’ın kavram icatları göz önünde bulundurulduğunda, daha evvel Küçük Amerika, şimdilerde ise “Yeni Osmanlı” hayalleriyle avutulan Türkiye Hükümet’in, ABD’nin Think Thank kuruluşuna karşıt, tez elden bir “Kavram Enstitüsü” kurması ve tepesine Atılgan Bayar’ı oturtması zaruri ihtiyaç gibi görülmektedir. Hatırlanacağı üzere ABD’ “Yeşil Kuşak ”projesini revize ederek yerine “Ilımlı İslam”ı, AKP eliyle uygulamaya koymuştu. Aslında Müslümanlığın asimilasyonu ve Türklerin Hıristiyanlaştırılması demek olan “Ilımlı İslam” ile Atılgan Bayar’ın “ M ü s l ü m a n Roma”sı, ABD düşünce kuruluşlarında geliştirilen modernist, protestan İslam’ın yorumudur. “Yeni Osmanlı”nın üzerine “Müslüman Roma”yı inşa etme fikrini, Türkiye’nin iddiası olarak ortaya sürmesi ise toplumla üç boyutlu kafa bulmaktan öteye gidemiyor. Sözüm ona, icat edilmiş kavramları bile doğru cümle içinde kullanma becerisini gösterememiş, kavramlar içinde bocalamış.

“MÜSLÜMAN ROMA” DÜ KURMACASIDIR

DÖRDÜNCÜ ROMA OLMAYACAKTIR

“Yeni Osmanlı” kavramını ortaya ilk atanlar, Sultan Abdülaziz rejimine karşı olan bir grup genç elitlerdir. 1865 yılında İstanbul’da gizlice “Yeni Osmanlı Cemiyeti” adı altında toplanmışlardır fakat örgütsel, tutarlı ve belli hedefleri olmadığından, 1889 yılında kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içinde eriyip kaybolmuşlardır. 1839 yılında başlayan Tanzimat reformlarını yeterli bulmayan bu genç elitler, Osmanlının modernleşmesi için Fransız Devriminin kavramlarını benimsemiş, bürokratik milliyetçi ve demokratik çözümü

Ütopik kurmacadan öteye gidemeyen, yabancı kavramları satır aralarına yerleştirerek akademik bir nitelik kazandırmaya çalıştığı kitapta ,tutarsız fikirleri öne sürerek, cevabı bilinen sorular sorarak analizler yapmaya çabalıyor. Ona göre Cumhuriyet, fetihçi / irrendentist değilmiş ama kültür ve ekonomisiyle dünyaya tesir ediyormuş. İrrendentist; kelime anlamıyla kendi memleketinde kaybettiği toprakları geri isteyen demek. Burada parantez açarak sormak gerekiyor: Tarihi 1919’la başlayan, sadece vatan savunması yapan ve bugün bölün-

me tehlikesi yaşayan Türkiye Cumhuriyeti, şu güne kadar kimden toprak talebinde bulunmuştur? Devrimle kurulmuş olan Cumhuriyetin, kuruluş ruhunda bile böyle bir şey söz konusu değilken neyi keşfetmenin derdindesin? Bu sorunun cevabı da basit aslında. Gerçek fikrini ortaya direkt koymak yerine, Cumhuriyet’i perde olarak kullanmaktadır. Atılgan Bayar’a göre; Saidi Kürdi cumhuriyetçiymiş sonradan saltanatçı olmuş. En soldaki sivil toplum örgütü gülen cemaatiymiş ve fırsat eşitliği için kurulmuş. TürkKürt kardeşliği mümkün değilmiş, illaki “Müslüman Roma” olmalıymış. Açıkça şunu demeye geAt lgan Bayar tiriyor; Modern bilim dahil her şey dine refere edilerek ümmetçi / köle toplumuna sinkes ifade ederken, İtalyan tarihçi geri dönülmelidir. AKP’nin ulus- Pierangelo Catalano, Prof. Dr. Hadevlet anlayışını sürdürdüğünü or- lil İnalcık’ da aynı görüşü destektaya atması ise komiklik ile gülünç leyen makaleler yazmış, söylemduruma düşmenin saf değiştirme- lerde bulunmuşlardır. Yine yakın sine sebep oluyor. ABD’nin ulus- zamanda “Mahalle baskısı” kavradevletleri Ortadoğu’daki çıkarları mını ortaya atan Prof.Dr. Şerif Mardin, din ve ideoloji temeliçin tehdit olarak görmesi li birçok kitap yayınlamış ve bu bağlamda Orve son olarak “Yeni tadoğu’da “Böl-yöÜtopik Osmanlı’nın Doğunet” politikasıykurmacadan su” adlı kitabıyla la kanlı savaş öteye gidemeyen, “Müslüman ve çatışmalar r yabanc kavramlar sat Roma”nın hülçıkarması k aralar na yerle tirere yadan ibaret olgüncelliğini akademik bir nitelik duğunun altını koruyorken, and rmaya çal t kitapta kaz çizmiştir. Evin ABD’nin bers z fikirleri öne sürerek, ,tuta Esmen Kısakülirlediği policevab bilinen sorular rek ve Arda Kıtikaları oldusorarak analizler sakürek’in birlikte ğu gibi uygulayapmaya hazırladığı ve ilki yan AKP’nin, çabal yor “Bizimkiler-İlk” ile ulus-devlet anlayıbaşlayan ve tamamı 27 şını sürdürdüğü sonukitaptan oluşan külliyat’ın on cunu çıkarmak, akıl tutuldördüncü kitabı, “Bizimkiler-Müsmasının en ağır tezahürü olsa gerek. lüman Roma İmparatorluğu”dur. Bu savlara baktığınızda sanırsınız ki Osmanlı’dan önce cumhuriyet var- “Bizimkiler-Evrim” yirmi yedinci ve mış veya Osmanlı İmparatorluk son kitaptır. Öyleyse tarihçilerin bu değil, cumhuriyet ile yönetiliyormuş. konudaki kesin görüşünü bir kez Sonucu; yukarıda da belirttiğim daha tekrarlayalım; İlk ikisi Hırisgibi tarihçilerin bu konuda ki gö- tiyan olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu tarihte ki üçüncü “Müsrüşleriyle bitirelim. Tarihte üçüncü Roma’nın Os- lüman” Roma’dır ve dördüncüsü olmanlı imparatorluğu olduğunu söy- mayacaktır. (Atılgan Bayar, Müslüman leyen Prof. İlber Ortaylı dördüncü Roma, Meydan Yayınevi, 456 s.) bir Roma’nın olamayacağını ke-

ABD’nin ulusdevletleri Ortadoğu’daki çıkarları için tehdit olarak görmesi ve bu bağlamda Ortadoğu’da “Bölyönet” politikasıyla kanlı savaş ve çatışmalar çıkarması güncelliğini koruyorken, ABD’nin belirlediği politikaları olduğu gibi uygulayan AKP’nin, ulusdevlet anlayışını sürdürdüğü sonucunu çıkarmak, akıl tutulmasının en ağır tezahürü olsa gerek


Aydınlık KİTAP

28 EYLÜL 2012 CUMA

17

Madonna’ya gönderilen lokum Türk’ten ba ka dostumuz olmad n iar edinmi , gelen giden vururken baklavadan sonra bir de Türk lokumuna el atan Rumlara kar c l z kalm t tepkimiz. Oysa dünya devi Madonna, Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar yank lanacak albümünde bize omuz veriyordu “Turkish delight” diye hayk rarak EMEL TELCİ Madonna: Like a Virgin’dan MDNA’ya kadar her albümü tüm dünyada ses getirmeyi başardı. “Tanrı kadar ünlü olmadıkça mutlu olmayacağım” diyecek kadar sıra dışı davranışlarıyla da diğer starlardan farklılaştı. Madonna Louise Ciccone veya bilinen adıyla Madonna… Şarkıcı, müzisyen, dansçı, aktris, film yapımcısı, yazar ve moda ikonu. Yani on parmağında on marifet var. “Pop Müziğin Kraliçesi” yüksek tempolu sahne performanslarında erotik, politik ve dini temalar kullanmasıyla öne çıkıyor, her albümünde şaşırtıcı bir şekilde kendini güncelliyor. Müzik akımlarını çok iyi sindirdiği gibi, öne çıkan şarkıcılarla yaptığı birbirinden güzel düetlerle, milyonları peşinden sürüklemeyi de başarıyor. Madonna, 2000 yılında, 130 milyonluk albüm satışıyla “tüm zamanların en başarılı solo kadın sanatçısı” sıfatıyla Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi. Guinness Rekorları, Eylül 2007’de Madonna’yı “tüm zamanların en başarılı kadın müzisyeni” ilan etti. Temmuz 2010’da yapılan resmi bir açıklamayla Madonna’yı 275 milyonluk albüm satışıyla resmi olarak “tüm zamanların en çok satan kadın sanatçısı” unvanıyla tarihe geçirdi. En son verilere göre, Madonna’nın 300 milyondan fazla albüm ve 150 milyondan fazla single sattığı hesaplandı. Bu becerileri ve başarılarının yanı sıra kendine özgü başarılı PR’ıyla da gündemden hiç düşmeyen Madonna’nın milyonlarca hayranından biri de benim. Onun şarkıları eşliğinde yolculuk etmenin yolları kısalttığına inanırım. Bu nedenle diskografisi arabamın başköşesindedir. Lokumcu Adnan: Adana’nın eski mahallelerinden birindeki yarım asırdan eski imalathanesinde yaptığı birbirinden leziz lokumlarla parmakları yalatan Lokumcu Adnan da işteki başarısıyla öne çıktı. Kendi ölçeğinde markalaşan Adnan Özdoğru öyle bir lokum yapar ki, yiyen tadına doyamaz, bir daha bir daha yemek ister. O da herkesten farklıdır. Tatlı

dili, il protokolü, kentin öne çıkanlarıyla kurduğu diyalog kendi PR’ını kendi yapanlara güzel bir örnektir. Basının gücünü çok iyi bilir. Toplumun her kesimiyle olduğu gibi gazetecilerle de çok samimi görünüm sergiler. Bende en fazla etkiyi bir bayram arifesinde dükkânına gittiğimde yaşattı. Müşterilerle hıncahınç dolu dükkânında adım atacak yer yokken hemen karşı köşedeki, berisindeki daha modern görünümlü dükkânlar neredeyse sinek avlıyordu. Yeni Uğur Lokumları’nın sahibi Adnan Özdoğru yakın çevresinde meşhurdu. Rumların Türk lokumuna sahip çıkmalarının ardından yaptığı sert çıkışla Adana halkı tarafından alkışlanmayı başardı. The Times: The Times, İngiltere’de 1785 yılında yayın hayatına geçen ilk halk gazetesi. Etkinliğini, gündemi belirleme görevini halen devam ettiriyor. Kardeş gazetesi The Sunday Times ile birlikte Rupert Murdoch’un başkanlığını yürüttüğü News Corporation Group’un sahip olduğu “News International” şirketinin alt şirketi olan “Times Newspapers Limited” tarafından basılmakta. Gazetenin yayın politikasında geleneksel olarak “merkez sağ” görüş hâkim ve muhafazakâr Cumhuriyetçi Parti tarafından destekleniyor. Ülkemizde başbakan, bakanlar ya da ünlü işadamları bu gazetede yer alınca yüksek tirajlı gazeteler bunu haber yapıyor, yani o derece büyük bir medya devi. Ercan Halıcı, bu üç markayı bir araya getiren gelişmeyi de şöyle kaleme aldı: “Her şey bir ilkbahar sabahı başladı Anadolu Ajansı Adana bölge müdürüyken mis gibi turunç çiçeklerinin koktuğu bir pazartesi sabahı Madonna’nın piyasaya yeni çıkan Hard Candy albümünü özenle arabamın müzik sistemine yerleştirdim. Madonna yine yapmıştı yapacağını. Bir sanatçı kendini bu kadar mı yenilerdi? Pazartesi stresiymiş, sabah iş telaşıymış aklıma bile gelmeden, parmaklarımın ucu-

nu direksiyona hafif ritimlerle dokundurarak yol alıyordum ki birden şarkı sözleri içinde “Turkish delight” sözleri kulağımda yankılandı: See which flavor you like and I’ll have it for you Come on in to my store, I’ve got candy galore Don’t pretend you’re not hungry, I’ve seen it before I’ve got TURKISH DELIGHT baby and so much more. (Hoşlandığın tada bak ve senin için bende olacak Mağazama gel, şeker şölenim var Aç değilmiş gibi yapma, daha önce görmüştüm Bende Türk lokumu ve daha fazlası var.) Türk’ten başka dostumuz olmadığını şiar edinmiş, gelen giden vururken baklavadan sonra bir de Türk lokumuna el atan Rumlara karşı cılız kalmıştı tepkimiz. Oysa dünya devi Madonna, Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar yankılanacak albümünde bize omuz veriyordu “Turkish delight” diye haykırarak. O an aklıma Lokumcu Adnan Ağabey geldi. Bunu dinlese kim bilir ne kadar keyiflenecekti. Ajansa geldiğimde iş yoğunluğunu aştıktan sonra ilk işim Adnan Ağabey’i aramak oldu.Yanılmamıştım, çok çok heyecanlandı. Guinness Rekorlar Kitabı tarafından “dünyanın en başarılı kadın şarkıcısı” olarak ilan edilen Madonna, ona göre Hard Candy’nin ilk parçası “Candy Shop”un sözleri arasında “Turkish delight” ifadesini duyduğunda lokumun Türkiye’ye ait olduğunu tescilliyordu. Özdoğru, ardından yaptı yapacağını ve teşekkür etmek amacıyla, Madonna’nın Amerika’da “Maverick Films, 9348 Civic Center Dr. 3rd Floor Beverly Hills, CA 90210 USA” adresindeki fan kulübüne kendi üretimi olan özel “Oskar lokumu”ndan kargoyla bir kutu gönderdi. Lokum kutusuna, “Türk lokumu üreticilerine desteğiniz için teşekkür ederim” şeklinde İngilizce bir not da iliştirerek. (Bu bizim cin fikirliliğimizdi.) Adnan Ağabey’e göre şarkısını dinleyen, Nijerya’daki, Hindistan’daki, dünyanın her ucundaki hayranları, Türk lokumunu merak

Madonna

edecekler, hemen internetten arayacaklar ve tatmak isteyeceklerdi. Türkiye’yi de tanıyacaklardı. Bundan da önemlisi, Yunanlı lokum üreticilerinin iddiaları, evrensel bir isim tarafından çürütülmüş olacaktı. Bu şarkı tüm dünyanın lokumu “Türk lokumu” olarak bildiğinin de bir kanıtıydı. Adnan Özdoğru bu girişimiyle o kadar çok gazete ve TV kanalında çıktı ki sayısını o bile bilmiyor. Bir anda herkes bu lokumcuyu konuşmaya başladı. Hürriyet’inden Zaman’a kadar tüm gazeteler boy boy Madonna ile kendi fotoğrafına yan yana yer verdiler. Özdoğru, aynı zamanda evrenselleşti, basınla kurduğu güzel diyalog, önerilere kulak vermesi, dost canlısı olması, akıllılığı ve 100 yılı aşkın süren esnaf kültürüyle The Times’ta yer alabilen sayılı Türkler arasına da girdi, “Adana Büyük Saat nire? Londra nire?” diye diye. (Lokumcu Adnan, Madonna ve The Times, Ercan Halıcı, Destek Yayınları, 254 s.)

Özdoğru, aynı zamanda evrenselleşti, basınla kurduğu güzel diyalog, önerilere kulak vermesi, dost canlısı olması, akıllılığı ve 100 yılı aşkın süren esnaf kültürüyle The Times’ta yer alabilen sayılı Türkler arasına da girdi, “Adana Büyük Saat nire? Londra nire?” diye diye


18

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Karga Zarif

Unutu u Arayanlar

Ayk r Kad nlar

Murat Yalç n, Can Yay nlar , 144 s.

Isabelle Eberhardt, Alakarga Sanat Yay nlar , Çev: Ay egül Demir, 80 s.

Hüseyin Akyol, mge Kitabevi Yay nlar , 231 s.

Pulat Tacar, Türkiye’nin deneyimli ve seçkin diplomatlarından biridir. Mesleki kariyerinin büyük bir bölümünü, Türkiye’nin Avrupa ülkelerindeki Konsolosluk ve Büyükelçilik düzeyindeki temsilcilik görevleri oluşturmuştur. Tacar bu kitapta, Batı merkezli “Ermeni soykırımı” iddiasını ve İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in, bu iddiayı kabul etmemenin suç sayıldığı İsviçre’deki “yalan çiğneme eylemi” nedeniyle yargılanıp cezaya çarptırılması davasını incelemektedir. • Perinçek, 1915’in acı olaylarını değil, bunların hukuksal anlamda soykırım olduğu iddiasını reddetmiştir. • Soykırım suçunun varlığını saptamada, bu konuda herhangi bir toplumda oydaşma bulunduğu savını yeterli saymak, uluslararası kaos yaratır.

90’larla birlikte canlanan genç öykücülüğümüzün en önemli yazarlarından Murat Yalçın, yeniden okurunun karşısında. “Karga Zarif”te yer alan öykülerin ortak yanı, insanın sonsuz neşeye de, sınırsız hüzne de açık yüzüne ayna tutması. Murat Yalçın’a göre ne insanın ne de edebiyatın sınırlarla ve katılaşmış tanımlamalarla işi var; göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor yaşam. Anlaşılır kılmaya kalkışmak, boşuna bir çaba. Yalçın, modern öykünün de, Anadolu anlatılarının da el verdiği, bilgelikle ironinin iç içe geçtiği öykülerinde, zengin ve derin bir dille yaşadığımız çağın (ya da çırpınışın) etkileyici bir manzarasını çiziyor.

Aramak, bulamamak mıdır? Yirmi yedi yaşında hayatını kaybetmiş kâşif, gezgin ve yetenekli bir yazar olan Isabelle Eberhardt, Cezayir’e yerleşerek, kendisine “Si Mahmoud Essadi” takma adını almış, erkek kılığına bürünerek Afrika çöllerinde dolaşıp araştırmalar ve keşif gezileri yapmıştır. Yaşamı âdeta başkaldırı ve direnişin simgesi olan yazar, genç yaşına rağmen ardında birçok kitap ve günlükler bırakmıştır. “Unutuşu Arayanlar” yazarın tek öykü kitabı. İlk kez Türkçe'ye çevrilen öyküleri okurken, önünüzde bambaşka bir dünya açılacak. Yalnızlığın, kederin ve çaresizliğin insafsız yüzünü daha da çıplak bir biçimde göreceksiniz. Yazarın, “Göçebe” adı altında toplanan günlüklerini de önümüzdeki aylarda yayımlanacak.

Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol örgütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı. Yazar, araştırmaları sonucu Türkiye’de verilen toplumsal mücadele tarihinin aslında kadınlarla dolu olduğunu, fakat “erkek tarih”in onları ya görmezden geldiğini ya da öykülerini kısaltıp önemsizleştirdiğini fark etti. Yoksa solun yaşadığı başarısızlıkların temel nedeni kadınların hep geri planda kalmaları mıydı? Bu sorudan hareket eden Hüseyin Aykol, bir kez daha ismi tarih kitaplarında geçen kadınların peşine düştü. Lider olarak öne çıkan kadınların yanı sıra, eşini yaratan, ama onun gölgesinde kalan kadınların da mücadele ve katkılarıyla anlatıldığı “Aykırı Kadınlar”, bütün bu düşünce ve çabaların ürünü olarak ortaya çıktı.

arap Rengi Deniz

Andre Malraux

Karain

Levinas

Leonardo Sciascia, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Neyyire Gül I k, 144 s.

Perrine Simon-Nahum, leti im Yay nevi, Çev: Canan Özatalay, 280 s.

Joseph Conrad, Alt n Bilek Yay nlar , Çev: Ça la Ba , 100 s.

Özkan Gözel, Say Yay nlar , 528 s.

İtalyan edebiyatının en çarpıcı kalemlerinden Leonardo Sciascia gününün Sicilya’sını toprak ağası zenginlerinin umursamazlığı, yoksullarının çaresizliği, mafyanın amansızlığıyla, insanları ve toplumuyla görüntüleyerek, bilgece buruk bir gülümsemeyle irdelerken tarihsel boyutu hiç gözden kaçırmıyor. Sicilya’yı Sciascia’dan dinlemek, bu eski uygarlık adasını, açıkça dile getirilmediği anlarda bile, tarihsel derinliğiyle izlemek, hatta duyumsamak anlamına geliyor. “Şarap Rengi Deniz”, Leonardo Sciascia’nın kıvrak, şaşırtıcı anlatımından aşk, inanç, kurnazlık, şüphe, kıskançlık, umursamazlık, masumiyet ve öç alma duygusuyla örülü trajikomik hikâyeler içeriyor.

Malraux, bizi büyüleyen ve aynı zamanda çok sıkı eleştirdiğimiz 20. yüzyılın artı ve eksilerini birçok özelliğiyle ortaya koymaktadır. 20. yüzyılın son ahlakçısı, 21. yüzyılın ilk filozofu Malraux, bugün hâlâ bu denli ilgimizi çekiyorsa, bunun nedeni yalnızca büyük tarihsel olayların birçoğuna aktif olarak katılmış ya da yakından tanık olmuş olması, dönemin siyasi kahramanlarının, edebiyat yelpazesinde Victor Hugo’yla Sartre’ın yanında bulunmuş olması değil, aynı zamanda, bizi yaratan asrın yüzüne ve belirsizliklerine bürünmesidir. Edebiyatından felsefesine, kişisel hayatından politik angajmanına, derinlikli bir Malraux biyografisini entelektüel tarih uzmanlığıyla kendine has bir tarzı olan Perrine Simon-Nahum’un kaleminden okuyacaksınız.

“Karain”, Conrad’ın en büyük, en görkemli ve en içsel öyküsü olmayabilir ama yine de Conrad’ın yazını içinde tartışılmaz bir önemi vardır. Conrad, yazdığı deniz, denizcilik ve donanma temalı öykü ve romanları ile tanınmış ve hayal gücü ile ünlenmiş büyük bir yazardır. “Karain”, on dokuzuncu yüzyılın son dönemlerinde bir gemi reisidir. Kendisine adeta tapılan ve adamlarının gönüllüce kölelik ettikleri bir gemi kaptanın ilişkilerini yönetişi, anlaşılabilir tavırları ve özellikle de yazarın döneme ait yorumlarıyla “Karain”, Conrad’ın kaleminden çıkma müthiş bir macera olduğu gibi, aynı zamanda o döneme ait önemli bir kayıttır da. Evden uzak kalmayı, kimse Conrad’dan daha iyi anlatamamıştır.

Emmanuel Levinas çağdaş Fransız felsefesinin en önde gelen simalarından biridir. “Etiğin filozofu” olarak anılan Levinas, “Aynı’nın hükümranlığı” olarak gördüğü tüm Batı felsefesi geleneğini eleştirir. “Fikir Mimarları” dizisinden çıkan elinizdeki kitap, Emmanuel Levinas’ın metinlerinden oluşan bir seçki mahiyetinde. Bununla birlikte, mevcut derlemede filozofun kendi metinleri dışında onun düşüncesi üzerine kaleme alınmış bazı makalelere de yer verildi. Seçkide, filozofun politik ve dini görüşlerini ihtiva eden metinler de bulunuyor ki bu yolla onun felsefi düşünüşünü belirleyen kültürel ve dini kaynaklara kısmen de olsa dikkat çekme amacı gözetildi. Sonuç olarak, Levinas’ta her şey temelini ve nihai anlamını etikte ve etikten itibaren kazanır; Levinas’ın felsefesi işte bu anlamda bir ilk felsefedir.

Do u Perinçek sviçre Davas

Pulat Tacar, Kaynak Yay nlar , 264 s.


YENİ ÇIKANLAR

Aydınlık KİTAP

Hayaller çinde Bir Dü

Dünyan n En Harika Fikri

Umut Can Çeppio lu, Potkal Kitap Yay nlar , 90 s.

John Farndon, NTV Yay nlar , Çev: Duygu Ak n, 296 s.

Umut Can Çeppioğlu sürükleyici öyküleriyle okurunu şiirsel bir atmosferin içine sürüklüyor. “Hayaller İçinde Bir Düş” adını verdiği ilk öykü kitabında 5 uzun öyküye yer veriyor genç yazar. Ayrıntıların titizlikle işlendiği, yaşam tanıklıklarının ustalıkla öykülere sindiği bu özel kitap, öyküseverler için oldukça iyi bir okuma önerisi. Gerçekle düş, aşkla yalnızlık, uyku ile ölüm kadar size yakın öyküler var bu kitapta, sıkı bir edebiyat yolculuğuna davetlisiniz. Her taraf siyaha bürünüyordu. Hızlı bir şekilde, bir örtü gibi her yeri kaplayarak çöktü üzerine karanlık. Karaltının içindeki beyaz bir tondu artık Derya. Yanlış ve doğrunun, gerçek ve hayalin ötesindeydi. Soruların cevaplarının bittiği yerde, nedenlerin sorgu odasında, yokluk ile varlık arasında.

28 EYLÜL 2012 CUMA

19

Ülkem, Topra m ve Halk m

Öteki Ya Da De il Ne Fark Eder? - zzet Keribar

Pablo Miranda, Evrensel Bas m Yay n, Çev: Tonguç Ok, 232 s.

Rahime Sezgin, Do an Kitap, 180 s.

“Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?” kitabıyla bilinen John Farndon, bu sefer insanlık tarihinde çığır açan en harika fikirleri, bu fikirlerin diğerleri arasından nasıl sıyrıldığını anlatıyor. İnsanoğlu ateş, çiftçilik hatta şarap olmasa ne yapardı? Harika fikirlerin tarihin gidişatını değiştirdiği bir gerçek, ama bir fikrin harika olduğuna kim, nasıl karar verebilir? 50 fikrin bulunduğu bu liste bir internet sitesinde insanların verdiği oylara göre hazırlandı. Peki, ama siz oy verenlerle hemfikir misiniz? Hangisi sizin için daha önemli: Kapitalizm mi yoksa Marksizm mi, bankacılık mı yoksa çay içmek mi, ekmek pişirmek mi yoksa internette dilediğiniz gibi gezinmek mi, kuantum teorisi mi yoksa çömlekçilik mi?

Pablo Miranda’nın “Ülkem, Toprağım ve Halkım” adıyla yayınlanan bu çalışması, “bize anlatılan tarih” diye başlıyor ve egemenlerin yapıp ettikleriyle başlayıp biten bir tarih anlayışını eleştiriyor. Ardından, okul sıralarında okutulan resmî tarih yerine Ekvador halklarının tarihini yazmaya koyuluyor; Ekvador’un doğal güzelliklerinin, verimli topraklarının içinde yoksul bırakılan, sömürülen halkların tarihini. Ve bu tarihi, bütün bir insanlık tarihinin bir parçası olarak kurguluyor. İnsanlığın daha güzel bir yaşam için verdiği mücadele, yarattığı değerler Ekvador halklarının mücadelesinin bir parçasına dönüşüyor. Çünkü bu tarih, insanlığın ortak mücadelesinin tarihidir. Bu bizim tarihimizdir.

Fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar, çocukluğundan başlayarak tüm yaşamını anlatıyor. Keribar’ın kamerası, 75 yılın panoramasını sunuyor, “Öteki yoksa, aslında biz de yokuz!” gerçeğini akıcı bir dille bir kez daha kanıtlıyor. Ailesi, İstanbul, Büyükada, Musevi olmanın getirdiği “öteki” olma duygusu, Varlık Dergisi, 6-7 Eylül Olayları, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası, Kore Savaşı, Japonya, fotoğraf tutkusu, fotoğrafçılığı profesyonel bir yaşam tarzı olarak benimsemesi, yakın tarihimize ve insan olmaya dair her türlü ayrıntı var bu anılar denizinde. Keribar, “Öteki Ya Da Değil Ne Fark Eder”de kendisiyle yüzleşiyor, bizi kendimizle, “öteki”yle ve Türkiye’yle yüzleştirerek gerçeği akıcı bir dille bir kez daha kanıtlıyor.

Türk’ün Türk’ten Ba ka Dostu Yoktur

Robert Ludlum’un Bourne Aldatmacas

Amida, E er Sana Gelemezsem

Yabanc lar, Tanr lar ve Canavarlar

Metin Gülbay, thaki Yay nlar , 328 s.

Eric van Lustbader, Alt n Kitaplar, Çev: Taner Yenido an, 480 s.

Özcan Karabulut, K rm z Kedi Yay nevi, 302 s.

Richard Kearney, Metis Yay nlar , Çev: Bar Özkul, 352 s.

Cumhuriyet nesilleri “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” anlayışıyla yetişti. Oysa yüzlerce uluslararası örgüte üye olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, çok dinli bir yapıyı bu kadar budamaya rağmen yine de sona erdiremeyen bir ülkenin halkı olarak, kime dost kime düşman diyebiliriz ki? Metin Gülbay, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok mu?” sorusunu, Türkiye’nin önde gelen isimlerinden bazılarına yöneltti: Yrd. Doç. Dr. Rula Baysan, Ahmet Ümit, Prof. Dr. Arus Yumul, Em. Koramiral Atilla Kıyat, Prof. Dr. Aydın Uğur, Doç. Ferhat Kentel, Gündüz Vassaf, Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Murat Belge, Murat Kapkıner, Oral Çalışlar, Osman Arolat, Serdar Kaya, Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu.

Jason Bourne için kovalamaca devam ediyordu. Jason Bourne kendisini bir anda, her adımını takip eden tehlikeli bir kiralık katille, ölümcül bir kedi fare oyunu içinde bulur. Savunmasız bir halde kaçarken, kim olduğunu ve kimliğinin ne kadarının Bourne kimliğiyle bağlantılı olduğunu sorgulamaya başlar. Tüm bunlar olurken, bir uçağa yapılan füze saldırısı sonrası başlayan soruşturma, Bourne’un kendisine saldıran kişiyi bulma çabalarıyla kesişir ve Bourne bir anda, o güne kadar karşısına çıkan en ölümcül ve zorlu durumla yüz yüze gelir. Yeni bir dünya savaşı tehdidinin ufukta gözüktüğü bir sırada, can düşmanı tarafından takip edilen Bourne, gerçeği ortaya çıkarmak zorundadır.

Usta öykücü Özcan Karabulut’un ilk romanı. “Amida, Eğer Sana Gelemezsem”, Türkiye’nin son yıllarına, siyasal ve toplumsal değişikliklere derinden bir pencere açıyor. Romanın kahramanı Arat, çocuk işçilerle ilgili bir çalışma için Diyarbakır’a gider. Orada tanıştığı ve etkilediği bir kadına bir zamanlar kente hükümdarlık etmiş Amida’nın adıyla seslenir. Yasak aşk, kimlik ve aidiyet sorunu, kent yaşamının gizemi, siyasal çatışmalar arasında Arat’ı zor günler beklenmektedir. Bugün Türkiye’de çatışan her kesime seslenen ve hiçbirini memnun etmeyeceği daha ilk satırlarında ortaya çıkan can yakıcı bir roman bu; tartışma yaratacak bir yapıt.

Yabancılar, tanrılar ve canavarlar gibi büyük muammalar insanın dünyaya bakışını nasıl şekillendiriyor? Richard Kearney yabancıların, tanrıların ve canavarların mit veya fantaziden ibaret olmadığını, bilakis kültürel bilinçdışımızın önemli bir bölümünü oluşturduğunu ortaya koyuyor. Canavar imgesini derinlemesine inceleyen Kearney, antik minotauruslardan ortaçağ demonlarına, oradan günümüzün postmodern düşmanlarına kadar uzanan güçlü örneklerin de yardımıyla, insan benliğinin canavarca bir tarafı olduğunu ortaya koyuyor. En basit korku ve arzularının dış dünyada nasıl tezahür ettiğini görmek ve bunlarla yaşamayı öğrenmek isteyenlere.


20

28 EYLÜL 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Çirkinsen kaybettin! Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin ve yeteneksiz bir gencin kalabal k ailesinin içinde kaybolu unu, ya am ve ili kileri sorgulay n ve bu umutsuz günlerde kendi gibi “standart”lara ayk r insanlarla tan mas n anlat yor İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Üç beş kitap çevirip çocuk edebiyatını ticarete dönüştüren yayınevleri arasında, fikirleri ve projeleriyle farkını belli eden Günışığı Kitaplığı, güvenilirlik açısından sayıları bir elin parmağını geçmeyen yayınevlerinden biri. Çocuklarınızı bir şekilde kitaplara emanet ediyorsunuz, iş güç arasında belki bu kitapları inceleyemiyorsunuz bile. Onların dünyaya açılmalarını, ama bir o kadar da özlerine bağlı kalmalarını istiyorsunuz. Hem kültürlü olsunlar, hem kötü alışkanlıklardan uzak dursunlar, hedefleri olsun ama hayatın acımasızlıklarını da öğrensinler, yine de çok üzülmesinler diyorsunuz. Ama okudukları kitapların onlara ne kadarını verdiğinden emin olamıyorsunuz. Bu bakımdan çocuğu kitaba emanet etmek, bakıma muhtaç bir bebeği bakıcıya emanet etmek kadar zor. Çocuk ve gençlik edebiyatına gönül veren, uzmanlarla işbirliği içinde bu alandaki gediklerimizi kapamak için dünya edebiyatını özenle takip eden, genç ve dinamik yazarlarla usta yazarları bir arada tutabilen ve bu işi meslekten öte yaşam biçimine dönüştüren Mine Soysal ve tüm yayıncı ekibine, bu vasıtayla bir kez daha teşekkür ediyoruz.

DÜPEDÜZ Ç RK N M! Çirkin bir genç için hayat daha mı zordur? Elbette daha zordur, hele de yeni bir okul dönemi başlangıcında ise. İlk intiba

önemlidir ya, kısa boylu, yelken kulaklı, etli burunlu, iri dişli, pörtlek gözlü ve bol kaşlıysanız, kabul edin baştan kaybettiniz. Neden mi? Çünkü siz “toplum” için “çirkin”siniz. Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin ve yeteneksiz bir gencin kalabalık ailesinin içinde kayboluşunu, yaşamı ve ilişkileri sorgulayışını ve bu umutsuz günlerde kendi gibi “standart”lara aykırı insanlarla tanışmasını anlatıyor. Karanlıktan aydınlığa kavuşan, eğitici öğretici bir kitap değil, sadece bir gencin kendi hayatı hakkındaki samimi itirafları. Suzan Geridönmez 1966 yılında Almanya’nın Kaiserslautern kentinde doğmuş. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra Avrupa'da çağdaş kütüphanecilik eğitimi almış. Uzun süre kütüphaneci olarak çalışan ve çeviriler yapan yazar, bir yandan da kağıt hamuru sanatı ve kukla yapımıyla da ilgileniyormuş. “Kolaysa Ağlama”, “Ötesi Yok” ve “Uzayda Bir Yatılı Okul” isimli üç kitabı daha olan yazar, genç okurları yaşam, ölüm, çirkinlik, dostluk gibi kavramlar üzerinde düşünmeye davet ediyor. İyi okumalar diliyoruz. (Hiç Adil Değil, Suzan Geridönmez, Günışığı Kitaplığı, 176 s.

ÇOCUKLAR İÇİN

S n ftan Yükselen Sesler Yedi çocuk. Bir sınıf. Olağanüstü bir öğretmen. Ve hayatlarını değiştiren bir okul yılı. Snow Hill Okulu’nun yedi öğrencisi için 5. sınıf hiç de kolay başlamamıştır. Okulun yenisi, uyum sorunu yaşayan akıllı ve hoşgörülü Jessica... Dostunuz gibi görünüp arkanızdan iş çevirebilen baş belası Alexia... Sürekli hınzırlık peşinde koşan sınıfın en yaramazı Peter... Gözlerinden zekâ fışkıran Luke... Çekingen yapılı, en ufak şeyden kırılabilen Danielle... Ailesi nedeniyle arkadaşlarınca dışlanan utangaç Anna... Ve okuldan ölesiye nefret eden aksi yaradılışlı Jeffrey. Fakat yeni öğretmenleri Bay Terupt, “yaşa ve öğren” adını verdiği alışılmadık eğitim metoduyla, azarlamak yerine davranışlarının sonuçlarıyla Rob Buyea, yüzleşmelerini sağlayarak onlarla nasıl başa Alt n Kitaplar, Çev: çıkacağını biliyor gibidir. Ancak belki de bu Eda Aksan, 272 s. metodun da bir sınırı olmak zorundadır. Çünkü karlı bir günde yaşanan korkunç bir kaza herkesi ve her şeyi değiştirecektir. Rob Buyea’nın bu sıra dışı romanı yedi çocuğun dilinden ayrı ayrı aktarılıyor. Her birinin değişik bir hikâyesi ve öğretmenlerini eşsiz kılan niteliklere farklı bir bakış açısı var. “Sınıftan Yükselen Sesler”, olumlu düşünmeyi öğreten, öğrenmek için çaba göstermek gerektiğini anlatan, bizi biz yapan en büyük değerler olan yardımlaşmayı ve dostluğu yücelten muhteşem bir roman.

Ruhlar Gölü Korku ve vampir edebiyatının çağdaş ustası Darren Shan’ın, “Saga” olarak adlandırdığı on iki kitaplık vampir serisinin sabırsızlıkla beklenen onucu kitabı “Ruhlar Gölü” raflardaki yerini aldı. Tüm dünyada milyonlarca hayranı bulunan, onlarca farklı dile çevrilen ve 2009 yılında beyazperdeye de uyarlanarak tüm dikkatleri üzerine çeken “Ucubeler Sirki” serisinin onuncu kitabıyla büyük finale adım adım yaklaşırken, tüyler ürpertici yepyeni bir serüvenle serinin ritmi yeniden yükseliyor. Darren, gecenin çocuğu olarak yeniden doğdu. Darren ve Harkat, Ruhlar Gölü’ne doğru yaptıkları zorlu yolculukta karşılarına çıkan inanılmaz engelleri aşmak zorunda kalırlar. Ölülerin gezdiği karanlık sularda onları ne bekliyor olabilir? Kahramanlarımız bu maceradan sağ çıkabilecekler mi dersiniz?

Darren Shan, Tudem Yay nlar , Çev: Arif Cem Ünver, 224 s.

Zeynep Cemali Edebiyat Günü Edebiyatçılar, yayıncılar ve çocuklar bu konferansta! Günışığı Kitaplığı tarafından bu yıl ikinci kez düzenlenen çocuk ve gençlik edebiyatı konferansı Zeynep Cemali Edebiyat Günü, 6 Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Çocuk ve gençlik edebiyatına emek veren yazarlar, editörler, akademisyenler, yayıncılar, illüstratörler, çevirmenler, grafik tasarımcılar, kütüphaneciler ve eğitimcilerin katılacağı tamgünlük konferansta çocuk ve gençlik edebiyatı, yayıncılığın önemli konuları ve 4+4+4’le biçimlenen yeni eğitim döneminde edebiyat kitaplarının yeri tartışılacak. Adını, 2009’da yaşama veda eden usta öykücü Zeynep Cemali’den alan konferansın konuşmacıları arasında Selim İleri, Yal-

vaç Ural, Müge İplikçi, Behçet Çelik, Aslı Tohumcu ve Semih Gümüş gibi edebiyatçıların yanı sıra Prof. Dr. Üstün Ergüder, Zekeriya Kaya, Dr. Müren Beykan gibi eğitim ve yayıncılığımızın önde gelen isimleri bulunuyor. Konferans, ülke genelinde büyük bir katılımla sonuçlanan Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2012 Ödül Töreni’ne de ev sahipliği yapacak. İlköğretim 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerinin katıldığı öykü yarışmasında 2012’de dereceye giren ilk üç öğrenci ödüllerini usta edebiyatçılarımızın elinden alacaklar. Çocuklar, severek okudukları pek çok yazarla tanışma fırsatı bulacaklar.


Aydınlık KİTAP

SAHAF

28 EYLÜL 2012 CUMA

21

Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı ERCAN DOLAPÇI Celâl Bayar! Orta yaş ve üzeri kuşak onu genellikle Demokrat Parti dönemindeki Cumhurbaşkanlığı’yla hatırlar. O dönem de 27 Mayıs ihtilaliyle sonlanmış ve ortaya trajik bir son çıkmıştır. Oysa Celâl Bayar’ı DP döneminin ötesinde; Atatürk dönemindeki İktisat Bakanlığı, Başbakanlığı ve ondan da önce İttihatçı bir kimliğiyle tanımak ve değerlendirmek gerekir. Hatta o dönemleri, onu daha iyi tarif eder. Ben İttihatçı Celâl Bayar’ı daha çok seviyorum. O dönemi için “Partizan Celâl Bayar” diyorum. Bankacı ama gizli komitacı aynı zamanda. 1908 Meşruti Devrimi'ni hazırlayanlardan ve onu yaşatmaya ve geliştirmeye çalışan kadrodan... 1918 sonunda herşeyin bitti denildiği bir sırada ise yılmayan ve eline silah alıp dağa çıkan bir ihtilalci! Kemalistlerle buluşan kahraman...

tekrar yayımlanır. Kitap tarih meraklıları için tam bir şölendir. Bir solukta okunan ve elden düşürülmeyen başucu kitabı gibi. Harika da tarih dersi vardır içinde. Bayar, kitaba “1918 yılı İttihat ve Terakki Kongresi hazırlıkları ve genel durum” başlığıyla başlıyor. Kurtuluş Savaşı başında Ankara’ya vekil olarak gidişiyle bitiyor eser. İçinde neler yok ki; haliyle ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki dönemi, Balkan Harbi, Balkanlar, Osmanlı’nın dağılması süreci ve olayları, Cihan Harbi ve sonuçları, çöküş ve kurtuluş için dağa çıkma... Bolca dipnot ve belgeyle desteklenmiş...

HAR KA TAR H DERS

Celâl Bayar Bursa’da yabancı bir bankada memurken devrimci fikirlerle tanışır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer. Tam bir militandır. Talat ve Enver Paşa’larla meşhur Bab-ı Ali Baskını’na bile katılır. Peşlerinde hafiyeler kol ge-

Celâl Bayar’ın en meşhur eseri 8 ciltlik “Ben de Yazdım” isimli kitabıdır. Eser ilk olarak 1965-1972 yılları arasında yayımlanır. Büyük ilgi görür. 30 yıl sonra Sabah Kitapları tarafından 1997 yılında

DA A ÇIKAN PART ZAN!

BİZİM KİTAP KAFE / İSTANBUL

zer. Onlar ise buna aldırmadan hedefine doğru emin adımlarla yürür. 31 Mart 1909 gerici ayaklanmasında ise yine iş başında. Olayın ilginç yanlarına şahit olur. Bunları genişçe kitapta yazar... Cihan Harbi içinde İzmir’de Parti sekreteridir. Savaş öncesi dağdaki efelerle görüşür ve onları düze indirir. Onlara “Artık büyük devletlerle savaş halindeyiz. Silahınızı onlara çevirin” der. Öyle de olur. Gökçen Efe’yle dağda görüşmüştür. Cihan Harbi sonrası ise yine dağa çıkar bu sefer roller değişmiştir. Artık o da silahlanmış ve efelerle birlikte düşmana karşı savaşacaktır. Gökçen Efe’yle görüşür ve onu iknâ ederek silah başı yapar. Akhisar’dan sonra Aydın’a geçer. Demirci Mehmet Efe’yi mücadeleye katar. Onun kurmay başkanıdır. Ankara’yla temas kurar. Sonrası malum. Bakanlık, Başbakanlık, Reisicumhurluk! Hepsini de bileğinin hakkıyla kazanmıştır. Ölene kadar da İt-

tihatçı/komitacıdır. Başı dik ve gururlu...

ATATÜRK STED BEN DE YAZDIM 103 yaşında kaybettiğimiz Bayar, Türk devriminin önemli isimlerinden birisi. Saygıyla anarken kitabın yazılma öyküsünü de kitabında şöyle anlatır: Çankaya toplantılarında eski günlerden bahsedilince bir gün Bayar “Adam sen de, bunlar da mesele mi?” der ve çekilen sıkıntılardan ve onların nasıl halledildiğini anlatır. Bunu duyan Atatürk de “Bunları yazdınız mı?” diye sorar. “Hayır” cevabını alır. Atatürk “Rica ederim, yazınız” der. O da bunu vasiyet bilir: “O zaman bu benim için bir emirdi. Nur içinde yatsın, irtihalinden sonra bir vasiyet olmuştu. Bunun içindir ki bu kitabı yazmaya başladım ve ‘Ben de Yazdım’ adını verdim.” Not: Geçen haftaki yazımda İbrahim Olcaytu’yu yanlışlıkla “Doğu Perinçek’in de kayınpederidir” yapmışım. Baba Sadık Perinçek’le karıştırdım. Doğrusu “dedesi” olacak. Özür dilerim.

MARTI SAHAF / İSTANBUL

Onlarca Dilde Kitap Elden Ele On Binlerce Kitap

DENİZ TOPRAK Son dönemde internetin yaygınlaşmasıyla insanlar artık bilgisayar başında kitap arar oldu. Oysa sahaflara gide gele birbirinizi daha iyi tanır, dost olursunuz. Kimi zaman kitap aramaya değil, sadece sohbet için bile gittiğiniz olur. Bu sırada sahaf da “Tam senlik bir kitap var” deyip, önünüze koyar. Ya da siz merak ettiğiniz konuyu söylerken hemen uygun bir kitabı getirir. Bizim Kitap Kafe de işte tam böyle bir yer. Sadece eski kitap almaya gitmezsiniz, içeride hoş bir şekilde döşenmiş

koltuklarda çay-kahve içebilir, aperatif bir şeyler de yiyebilirsiniz. Bizim Kitap Kafe’de altı yüze yakın Osmanlıca eser, onlarca dilde on binlerce kitap bulmak mümkün. Sadece kitap da değil eski radyo, daktilo, saat gibi antika eşyaları da bulabileceğiniz bir yer. Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi Karakolhane Caddesi (Yeldeğirmeni)’ndeki yüz elli yıllık Tevfik Tura Apartmanı’nın giriş katında hizmet veriyor Bizim Kitap Kafe.

Sahaflık mesleğinin elbette birçok anlamı vardır. Ama bunlardan birisi kısaca “kitap elden ele” diyerek özetlenebilir. Kimi zaman bir okurdan başka bir okura, bir kitaplıktan başka bir kitaplığa kimi zaman ise depolara, çatı katlarına kaldırılmış, okursuz bırakılmış kitapları okurlarına kavuşturur, zevklerin ve mutlulukların yüzeyselleştiği ve maddileştiği bir çağda daha derin bir mutluluğun yayılmasını özendirir. Kitaplara, ilk baskı eserlere, imzalı kitaplara ilgi toplumun bilgiye, edebiyatçıya, tarihçiye özünde insana verdiği değeri gösterir. Örneğin bir kitaptaki imzaya verilen değer aslında yazar ile kurulan bağdır. Yazar ile okur arasında kurulan çıkarsız bağdır. İşte Beyoğlu İstiklal Caddesi Abdullah Sokak’ta bulunan Martı Sahaf da bir imzaya verilen değerin hatıralara verilen değer olduğundan hareketle “her eve bir kütüphane” sloganıyla kitapseverlerin hizmetinde olmaya devam ediyor.


22

Aydınlık KİTAP

28 EYLÜL 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu. Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim hüznüm hepsinden eski.

2

Burayı inşa ederken kimse bizim ne istediğimizi düşünmedi. Evlerimizi yerle bir edip bizi buraya, dostlarımızı başka yerlere tıktılar. Bir fincan kahve içip gazete okuyacak, ya da üç-beş kuruş borç alacak bir yerimiz yok. Kimse neye ihtiyacımız olduğunu düşünmedi. Buraya gelen büyük adamlar çimenlere bakıp şöyle diyorlar: “Ne kadar şahane! Artık yoksulların her şeyi var!”

a) Huzursuzluğun Kitabı - Fernando Pessoa b) Uygarlığın Huzursuzluğu - Sigmund Freud c) Huzursuz Gölge - Ali Cabbar d) Huzursuz Ölüler - Paco Ignacio Taibo II,

a) Şehir Büyüyor - Yeton Neziray b) Şehirler - John Reader c) Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve

Subcomandante Marcos e) Artık Huzur Yok - Chinua Achebe

d) Şehir ve Şehir - China Mieville e) Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar

Yaşamı - Jane Jacobs

3

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.

a) Tutunamayanlar - Oğuz Atay b) Aylak Adam - Yusuf Atılgan c) Piç - Hakan Günday d) Beyoğlunda Garibanın Otopsisi Yapılmaz Oktay Güzeloğlu

e) Kusma Kulübü - Mehmet Eroğlu

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(a) 2-(c) 3-(b)

1

BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Milattan Sonra (k sa) 2. Yass demir ürünü - Kuyruk sokumu kemi i Sodyum’un simgesi - Sözle me, mukavele, kontrat 3. Diki te kullan lan pamuk ipli i - skambil ka d nda “sinek” - Ya küçük oldu u halde sözleri ve davran lar büyükmü gibi olan çocuk 4. Sar humma virüsü - Gezegenimizin uydusu - “Tavan” kar t 5. sviçre’de bir nehir - Ak ll ca 6. Öde me - Ten, deri - “... Güler” (foto rafç ) - C va’n n simgesi 7. e yatk n, becerikli - Çölde esen rüzgar - Bizans

Devletinde vali ve derebeylerin unvan 8. H rvatistan’da bir liman kenti - Sanca , yelkeni ya da sereni a a alma 9. S n r ni an - Yabanc - Mesafe 10. Bir papa an türü - Eski bir Hindu tap na tipi 11. Din ile devlet ve yönetim i lerini birbirinden ayr tutan, dini kurulu lar n yetkisi d nda kalan - Japonya’n n eski ad - Güre te bir oyun 12. Bir binek hayvan - Stanislaw Lem’in bir eseri Bahçelerde çiçek dikmek için ayr lan yer - Lümen (k sa) 13. Tah l tanesi, evin - Bir tembih sözü - “Ülkü ...” (yazar) 14. “... Derek” (aktris) - stanbul’da bir semt - Cam, kristal 15. (… KARANF L) Resimdeki yazar n bir eseri - Alev, yalaz

YUKARIDAN A A IYA 1. Te ekkür edilen veya övülen, bir kimsenin söyledi i bir incelik ve alçakgönüllülük sözü 2. Sürekli, sonsuz - Yanak - Osmanl devletinde taht yeri, saltanat makam anlam nda kullan lan bir sözcük 3. Yap lan i ler, uygulamalar - Dul kalan kad n n sadakatini göstermek üzere kendini kurban etmesi eklinde bir Hindu gelene i - Ni de’nin bir ilçesi 4. Otlar - Bir dilek art eki - Kartal tak my ld z n n eski dildeki ad 5. Bak r’ n simgesi - Eski haline getirme - M s r’ n plakas Genellikle yaz n kuruyan küçük akarsu 6. vedi - Bir i in yap lmas için ödenen ücret, yap lan bir i in bedeli - Beyaz 7. Dogma, inak - Arnavutluk'un plakas - Kans zl k 8. Antla ma - Sadece jest ve mimikler kullan larak gerçekle tirilen bir gösteri sanat 9. Bön, avanak, budala - Gelecek 10. Motor güç birimi - Dar ve kal nca kesilmi tahta - Cet Bir nota 11. Çabucak gönderme, acele yollama - Birbirine uygun renk ve yap da olan 12. Radyum’un simgesi - Yeryüzündeki yedi büyük kara parças n n her biri, k ta - Hal , kilim ya da bez dokuma tezgah 13. K sa kepenek - Fransa’n n para birimi - Ticaret e yas 14. Evren pulu - Mizaç, itiyat, tabiat - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi 15. Stenografi i aretleriyle herhangi bir metni konu ma h z yla yazan kimse - Hastal klar

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.