2012 10 05 ekim kitap eki

Page 1

.

KITA P osé Aydınlık

BU SAYIDA

32 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1105

5 Ekim 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 32

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

J

Yaşamak, sevmek ve ölmek...

SARAMAGO Paris bir şenlik değildi

İnsani Öyküler!

Bir delilik hali

Ezilenlerin gözünden bir Portekiz tasviri

Balyoz’a Balyoz



Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Edgar Allan Poe

s. 4

Paris bir şenlik değildi

s. 5

İnsani öyküler!

s. 6

Bir delilik hali

s. 7

Kutunun içinde

s. 9

“Montaigne akılcılığın ışığını taşır”

s. 10

Kapak: Ezilenlerin gözünden bir Portekiz tasviri

s. 12

Rönesans Avrupası’nda tutsak bir şehzade

s. 14

Rousseau, çağımızı hazırlayan düşüncenin en ateşli ve parıltılı sözcüsüydü

s. 15

Misafir: Cahit Sıtkı Tarancı

s. 16

Balyoz’a Balyoz

s. 17

Yunus Emrelerin Molla Kasımlara “eyvallah”ı yok!

s. 18

Yeni Çıkanlar

s. 19

Çocuk: Masal her ülkede masaldır

s. 20

Salinger ve Holden’a söylenen şarkılar

s. 21

Alıntı Test - Bulmaca

s. 22

Karınca Adası’nda son Yaşar Kemal “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesinin son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yı sekiz yılda tamamladı. Kitap 5 Ekim’de okuyucuyla buluştu. Edebiyat dergileri, gazetelerin kültür – sanat muhabirleri söyleşi için çırpınırken yazardan yayınevi aracılığıyla bir açıklama geldi. Sağlık sorunları sebebiyle söyleşi yapmasının mümkün olmadığı bilgisi verildi. Bunun yerine yazar yayınevi aracılığıyla merak edilen soruları yanıtladı. Yayınevinin paylaştığı söyleşinin tamamını birçok internet sitesinde bulmak mümkün. Yeni çıkan kitabına ilişkin de birçok sorunun yanıt bulduğu söyleşiden küçük bir alıntıyı sizlerle paylaşmak isteriz: “Edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok aşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hala yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam tesadüftür- bir destancı olurdum. 16 ya da 17 yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim. Okulu bırakınca Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışmaya başladım, habire okudum. Biz cumhuriyet sanatçıları, Tercüme Bürosu’nun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik. Tercüme Bürosu’ndan gelen kitapları okuyordum, klasikleri, dünya romanlarını, tarih kitaplarını okuyordum. Ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?” Alıntıladığımız bölümde usta, nasıl Yaşar Kemal olunduğunun ipuçlarını veriyor aslında. Bu kadar gerçek hikayeler, kendimizle birebir özdeşleştirebildiğimiz karakterler nasıl yaratılabilir başka? İnanması zor, akılalmaz özelliklere sahip roman kahramanları bu toprakların gerçeğini yansıtıyor. Yine betimlenen doğa bu toprakların parçası. Ve Yaşar Kemal’in de vurguladığı gibi, yazar da yaşadığı toprakların parçası olmasa böyle destansı romanlar nasıl yaratılırdı? *** Ahmed Arif’in eserleri sahneye taşınıyor. Tiyatro Kumpanyası’nın hazırladığı “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı oyun Sarper Özsan’ın müziği, Kemal Kocatürk’ün yorumuyla sergilenecek. Oyunun ilk gösterimi 5 Ekim Cuma günü saat 20.30’da Caddebostan Kültür Merkezi’nde yapılacak. İlgililere duyurulur. Haftaya görüşmek dileğiyle...

ÖneriYorum

JANSET

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

1)

Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupery, Mavibulut Yay. Ara ara hala açıp okuduğum en sevdiğim masal.

2)

Parfümün Dansı, Tom Robbins, Ayrıntı Yay. Pancarın benim için anlamını bambaşka bir yere koyan kitap.

3)

Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar, İletişim Yay. Set aralarında, hem bitmesin istediğim hem deli gibi sürüklenerek son say-

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

falara kadar heyecanla okuduğum çok güzel bir hikaye.

4)

Suskunlar, İhsan Oktay Anar, İletişim Yay. Yine İhsan Oktay Anar’ın en sevdiğim kitabı, kitap bittikten sonra ayağa kalkarak alkışladığımı hatırlıyorum.

5)

Su, Buket Uzuner, Everest Yay. Buket Uzuner'in seri kitabının ilki, sonuna kadar heyecanla okudum... Devamını bekliyorum.

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

5 EK M 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

HAFTANIN PORTRES

Yaşamak, Edgar Allan Poe sevmek (19 OCAK 1809 - 7 EKİM 1849) ve ölmek...

Mutsuzlu unu ya ad ölümler beslemektedir, ama öbür taraftan edebiyattaki dahili iyle bunu alt etmeye ba ar r. Alkol bata ndayken, delilik krizleri geçirirken ve hastal k hastas ruh haline ra men, dönüp kendisine bakmay bilmi ve gördüklerini olanca gerçekli iyle yazm t r

Hiç de yabanc s olmad m z bir hastal kla, bir tümörle Walter Frank olarak yola ç kar kahraman m z. Yol boyu kendi gibi pek çok hasta ruhla kar la r. A k, h rs zl k, cinayet art k dört bir yan ndad r. Kendi hasta beyninden ç kmaktad r tüm bunlar, toplumun hasta beyni DİLAN ÖZTÜRK dilanozturk@gmail.com

Romantik Akımı’nın öncülerinden olan Edgar Allan Poe, “Amerika Birleşik Devletleri” ABD’nin ilk kısa hikâye yazarlarındandır ve modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür. Çok yönlü bir yazar olan Poe’nun öykülerinin yanı sıra şiirleri de meşhurdur. Yazarlık haricinde editörlük ve edebiyat eleştirmenliği de yapmıştır. Bugün birçok kimse tarafından ABD’nin ilk büyük yazarı olarak kabul edilmektedir. Edgar Allan Poe’nun yaşamı zorluklarla geçmiştir. Erken yaşta annesini kaybetmiş ve babası da terk etmiştir. Evlatlık alınınca kısmen iyi bir eğitim alabilmiştir. Ardından çok sevdiği üvey annesini kaybetmiş ve üvey babasınca da sevilmemiştir. 13 yaşındaki kuzeniyle evlenmiş, ancak karısı da erken yaşta vefat etmiştir. Bu durum öykülerindeki ölüme yakınlığı da beraberinde getirmiştir. Hayatta çok sevdiği üç kadını da kaybetmesi öykülerindeki ve şiirlerindeki güzel ve ölü kadın karakterleri de açıklamaktadır. Hatta “Usher Konağı’nın Çöküşü” isimli öyküsünde ölümle yok olan bir aileyi anlatırken kendi hayatını anlatmaktadır sanki. Ölümlere hem mistik bir saygı duymuş hem de gerçek olduklarını kabullenmiştir. Poe, ölüm karşısında aciz kalmayı seçmez. Aksine ölümü yenmek için edebiyata sarılır. Mutsuzluğunu yaşadığı ölümler beslemektedir, ama öbür taraftan edebiyattaki dahiliğiyle bunu alt etmeye başarır. Alkol batağındayken, delilik krizleri geçirirken ve hastalık hastası

ruh haline rağmen, dönüp kendisine bakmayı bilmiş ve gördüklerini olanca gerçekliğiyle yazmıştır Karısının ölümünden evvel yazdığı “Kuzgun” şiiriyle adeta o öldüğünde neler yaşayacağını, hissedeceğini öngörmüş ve kendi korkularıyla, çaresizliğiyle alay etmeyi de bilmiştir. Poe’nun hayatla bağlarını koparmadığını gösteren diğer bir kanıt da sistemden memnun olmayışında kendini göstermektedir. 19. yüzyılın Amerika’sında gelişen ekonomiyle insanların artan hırsından, açgözlülüğünden rahatsızdır. Ülkesinde belli bir sanat geleneği olmayışından memnun değildir ve bu sebeple gizemli olana yönelir. Yaşadığı toplumdan memnun olmayışı onu maddi dünyadan soyutlar ve hayal gücüne sığınır. Poe’nun öykülerinde efsanelerle gerçekler bir aradadır. Kimi öykülerinde mantıksız hiçbir olaya yer vermezken, kimi öykülerinde hayaletlere, ruhlara rastlamak mümkündür. Sanayi toplumunun gerçekçi polisiye öykülerinin yanı sıra eski çağın gotik öykü unsurlarına da rastlamak mümkündür. Her iki çağın da insanıdır. Geleneksel öykü unsurlarından da kopamaz, yeni tekniklere de karşı değildir. Matematik ve fizikten keyif alır. Erken yaşta vefat etmesine rağmen öyküleriyle ve şiirleriyle hâlâ akıllarda. İnsanın karanlık tarafını gösterme cesareti ile ölümsüzlüğünü de koruyacağa benziyor.

Uzun yıllar Hollywood’da orta sınıf bir senaryo yazarı olan James Elroy Chandler bir film işi için Münih’te bulunurken amansız bir hastalığa yakalandığını, beyninde bir tümör olduğunu ve bununla en fazla bir yıl daha yaşayabileceğini öğrenir. Kahramanımız Dashiell Hammett’in ölüm ihtimali ile yüz yüze gelince çok sıkıldığı ve anlamlandıramadığı yaşantısını o anda terk eden Flitcraft karakteri gibi arzu ettiği şekilde yaşamaya, karısını, metresini, sıfatları, milliyetini bırakmaya belki de bu sefer kendi senaryosunu kendi yazmaya karar verir. Chandler’ın hastalığı salt fiziksel belirtiler göstermez, bu bütün beynine hükmeden bir tümördür; hem bedenen hem de ruhen çökecek, gittikçe şüpheci, kimseye güvenmeyen, bencil, içine kapanık, toplumsal yaşayışa aykırı hareket eder olacak, mülkiyet kavramları, sorumluluk bilinci, dini ve özel bağlar kahramanımız için anlamını yitirmeye başlayacaktır. “Bilir misiniz, Mr. Chandler, bazen bunu çağımızın hastalığı, dünya üzerinde yapılan çılgınlıkların tek nedeni olduğuna inanacağım geliyor!” Ne demek istediğinizi anlayamadım! “Çağımız da bilincini yitirmiş sayılmaz mı? Yüzyılımızın bütün acılarını, karışıklıklarını ve dehşetlerini, doğru düşünebilme olanağının yitirilmesine bağlamak mümkün değil mi? Beyinlerimizin yapısı değişti; basit insancıl bağlantıları kuramıyor; basit insancıl gerçeklerin yerine sahtelerini geçiriyorlar. Hasta ruh, hasta dünya. Benim için hastalarım bazen canlı simgelerden başka bir şey değildir.” Böylece hiç de yabancısı olmadığımız bir hastalıkla, bir tümörle Walter Frank olarak yola çıkar kahramanımız. Yol boyu kendi gibi pek çok hasta ruhla karşılaşır. Aşk, hırsızlık, cinayet artık dört bir yanındadır. Kendi hasta beyninden çıkmaktadır tüm bunlar, toplumun hasta beyni… J. Mario Simmel “Güneşten de Sı-

cak” isimli romanında bir kez daha gel geç bir yazar olmadığını gösteriyor ve karakterlerinden Doktor Freund’u dün, bugün ve yarın için konuşturuyor: “Dünyamızı artık etkisi altında tutan şüpheciliktir! Şüphecilik ilişkilerimizi parçalar, yaşama duygumuzu zedeler, davranışlarımızı frenleyip engeller. Bu tehlikeyi artık herkeste görebilirsiniz. Her yerde şüphecilik.... Büyükler birbirine inanamaz. Büyükler insan değildir. Onlar sadece kavramdır insanlar için. Birbirinden haberi olmayan, birbirlerinden şüphe eden ve meslekleri gereği birbirinden nefret eden birkaç politikacının temsil ettiği milyonlarca insan için. Hayır, bu kadar büyük kavramları biz bugün düşünemeyiz. Biz sadece küçük kavramlarla düşünmeyi denemeliyiz. İnanın bana, bu tek çıkar yoldur! Çalışmamızın amacını bunda görüyoruz. Daima azınlık olmuştur dünyayı değiştiren. Toplumun sınırları içinde kalanlar başarıya ulaşamaz.” Johannes Mario Simmel savaş sonrası çok sayıda edebi eser vermiş, 1960’da “Yalnız Havyarla Yaşanmaz” isimli romanı ile başarı kazanmış, pek çok senaryosu filme alınmış ve ömrü boyunca özgürlüğü için haksızlığa karşı savaşmış bir yazar. Seksen ihtilaline olan tepkisinden ötürü ise kitaplarının Türkiye’de yayımlanmasına izin verilmemiş bir yazar. Ölümünden kısa bir süre önce, 2008 yılında, verilen izinle ülkemizde nadir bulunan eserleri Everest Yayınları tarafından yayımlanmaya başlandı. Ne mutlu ki “Gelsen ne olur gelmesen ne!” furyasından haberi olmadı, nasibini almadı. Everest Yayınları Ahmet Arpad’ın ve Ahmet Cemal’in o güzel çevirisi ile yayımladı bu kitabı. Seksenlerde kitaplarını saklamış bir babanın evladı da değilsek eğer, belki de hiç tanışamayacaktık bu muhteşem yazarla! (Güneşten de Sıcak, J. Mario Simmel, Everest Yayınları, Çev: Ahmet Cemal, Ahmed Arpad, 354 s.)


Aydınlık KİTAP

5

Paris bir şenlik değildi “Filmimiz Paris’te geçiyor; o ahane günlerde, siren kelimesi alarm seslerini de il, esmer dilberleri akla getirirdi ve Frans z erke i hava ak nlar sebebiyle de il, ba ka bir sebepten çekerdi perdeleri!” DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com

Greta Garbo’nun güldürüldüğü vaadiyle “Ninoçka” filmi 1939’da gösterime girer. Film, çarlık mücevheratını satmak için Paris’e giden Sovyet ajanlarının peşine mücevherlerin sahibi düşesin takılmasıyla başlar. Bunun üzerine Nina Yoldaş, Paris’e hem mücevherleri satmak hem de üç yoldaşını kurtarmak üzere gönderilir. Ancak bu macera esnasında Nina Yoldaş, Fransız komiserine aşık olur ve Ninoçka’ya dönüşür. Nina yani Greta Galbo gerçekten gülüyordur vaat edildiği gibi. Coşkulu bir Ninoçka olup çıkmıştır. Sosyalizmle kapitalizm birbirini tanımış, sevmiş ve alışmıştır. Bahsedeceğim kitap Metis Yayınları’ndan çıkan “Ninoçka”, filmin gösterime girişiyle başlıyor, filmle iç içe ilerliyor ve bizi savaş öncesi Sovyetler’den Paris’e göçmüş bir grup Rus entelektüelinin yaşamlarına ortak ediyor. İki dünya arasında sıkışıp kalmış bu insanların hayatları bir cinayetle daha da ilginç bir hâl alıyor ve Paris’ten Leningrad’a ve New York’a kadar uzanan bir macera sizleri bekliyor. Romanın ana karakteri Tanya, Sovyet Rusya’dan Amerika’ya göçmüş tarih öğrencisidir. Araştırma esnasında kitaplardan birinde Nina Belskaya adında kendi gibi bir göçmen olan, dilbilimcinin makalesine rastlar ve Nina’nın öldürüldüğünü öğrenir. Üstelik “Ninoçka” filmini izledikten bir gün sonra! Tanya, Nina ile hayatları arasında benzerlik bulur ve ölümüyle ilgili araştırma yapmak üzere önce Paris’e gelir. “Ninoçka” filminin de cinayetle ilgisi olduğunu düşün-

mektedir. Ardından büyükannesinin ölümü nedeniyle kendini Rusya’da bulur ve Nina cinayetini araştırmaya Rusya’da da devam ederken büyükannesinin geçmişine de yolculuk yapar ve cinayeti çözer.

N NA’DAN N NOÇKA’YA Kitabın cinayetle ilgili kısmından bahsetmeyi doğru bulmuyorum, ama okuyucuya sonun güzel bağlandığının garantisini verebilirim. Benim daha ziyade bahsetmek istediğim kitabın kuru kuru bir cinayet romanı olmadığı, aksine göçmenlik ve Avrasyacılık üzerinden ilerleyen olay örgüsünün düşünmeye ve bilgilenmeye sevk eden bir yanının da olduğu. Cinayete kurban giden Nina, bir dilbilimci ve Sovyetlerden Paris’e göçmüş tıpkı diğer kahraman Tanya gibi. Kitabın yazarı Svetlana Boym da bir dilbilimci ve Rus göçmeni. Karakterler ve yazar arası ilişkinin de gösterdiği üzere yazar, göçmenlik konusunda yaşadıklarından yola çıkarak karakterlerini oluşturmuş ve göçmenlerin arada kalmışlığını gerçekçi bir şekilde yansıtmış. Hatta “Ninoçka” filminin kurgulamada kullanılması göçmenlerin dönüşümünü anlatmak için seçilen en etkileyici yollardan biri. Romanda göçmenlerin yaşadıkları her iki ülkeye de tam olarak ait olamama hissi ve ülkelerine dair özlemleri Avrasyacılık fikri ile hayat bulmuş durumda. Nina’nın çevresi kendi gibi göçmenlerden ve Avrasyacılardan oluşuyor. Hatta cinayetin si-

yasi amaçlarla mı yoksa aşk nedeniyle mi işlendiği sona kadar belirsizliğini koruyor. Bu da biz okuyucuya o dönem Avrasyacılarını ve göçmenlerin yaşamını tanımamız için fırsat tanıyor. Bolşeviklerin Avrasyacılarla mücadelelerini ve onları kazanmaya çalışmalarını öğrenme fırsatı yakalıyoruz.

MONOLOGLAR VE DÜ EN TEMPO Kitabın tartıştığı konulardan sonra diline gelmek gerekirse, sıradan anlatım tarzından kimi yerlerde kaydığını görüyorsunuz. Karşılıklı konuşma yerine yer yer monologların yer alması ne kadar etkili olur bilinmez ama farklılık getirdiği de kesin. Ancak bazen ipin ucunu kaçırmanıza, kimin konuştuğunu karıştırmanıza sebep olabiliyor. Dilinin biraz kar-

maşıklığı ve olayın başlangıcının tam tatmin etmemesi kitabı zorlaştıran bir unsur. Bazı kısımların uzun tutulması da olayın temposunu düşürüyor. Hatta kitabın daha kısa olabileceği kanısındayım. Bu gibi sebeplerle tam anlamıyla “çok keyifli bir kitap okudum” diyemiyorum. Ancak cinayet romanı olup da belli bir derinliğe sahip olması kitabı görmezden gelmenize de engel oluyor. Kitabı filmden yola çıkarak kurgulamayı da güzel bir düşünce olarak kabul etmek gerekiyor. Neticede göz ardı edilecek bir kitap değil. Okuyucuyu biraz uğraştırdığı, akıcılığın kısmen bozulduğu kesin olsa da çoğu cinayet temelli kitaplara oranla anlatmaya çalıştığı bazı konularla dikkat çekiyor. ( Ninoçka, Svetlana Boym, Metis Yayınları, Çev: Yiğit Yavuz, 325 s. )


6

Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

FRANZ KAFKA’DAN

İnsani Öyküler! Gerçeküstücü bir yakla mla yaz lan bu öyküler, asla gerçek hayattan sonsuz bir kopu un ifadesi de ildir. Kopu , yaln zca yazar n kendisine aittir. Aksine yaz lan öyküler, okuyucuyu daha çok hayat n gerçek yüzü ile temas ettirmekte ve çarp c izler b rakmaktad r DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com

“Kendini insanlığa bakarak sına. Şüphe edeni şüpheye, inananı inanca götürür bu.” Franz Kafka

Bir yazar düşünün ki, ölümünden sonra tüm yazdıklarının yakılmasını istesin! Oysa eski Yunan’dan bu yana, sanatçının ruhsal kimliği tartışıla gelmiş; yaratılarıyla, ilahi güce meydan okurcasına ölümsüzlük peşinde olduğundan dem vurulmuştur. Gel gelelim, bu yazar için yazma eylemi belki de bir kaçış planıydı… Kafka’dan bahsediyorum. Kitapçıda bakışlarımı parlak ciltler arasında gezdirirken, beni demirleten, insiyaki elimi kitaba atıp; arka kapağını çevirten adamdan…Kaçış planının sahibinden…Arka kapaktaki şu tek cümlelik tasarım, Kafka’ya yaraşır cinsten: “Yarı kedi yarı kuzu, garip bir hayvanım var.” Tuhaf değil mi? Arka kapak yazıları, çoğu zaman size kitabın kabasını aldırır. Satın alma güdüsünü tetikler veya tersi yönde etki eder. Fakat Altıkırkbeş Yayınları’ndan çıkan “Hayvan Öyküleri”nin arka kapak yazısı, zihninizde sadece cevabının ne olduğunu hiç mi hiç kestiremediğiniz sorular uyandırıyor. Tıpkı Kafka gibi… Kitabı okurken, kendimi içten içe şu soruyu sorarken yakaladım: “İnsan niçin kendini bir köpek yerine koyup, sayfalarca; köpeğin gözünden hayatı anlamlandırma çabasına girişir?” Kimi kitaplar vardır ki, koca bir külliyatın ipuçlarını taşıdığından okunur, kimileri yazarın olağanüstü yazım tekniğinden, bazıları ince bir işçilikle değindiği temalardan… Kafka okumak ise, bir ruhu anlamaktır. Çünkü Kafka’nın ruhu -belki de kitaplarından bile- çözümlenmesi zor; usta gözlere muhtaçtır. İlginç bir tesadüftür ki, “Hayvan Öyküleri”ni okuduğum günlerde elime Scott Hicks’in yönettiği “Shine” filmi geçmişti. Film, Avustralyalı piyanist David Helfgott’un hayat öyküsünü anlatıyor. Müziğe tutkun bir babanın oğlu olan Helfgott, baba tarafından adeta yarım kalmış bir ha-

yalin tamamlayıcısı olarak görülüyor ve yaşamı bir projeye dönüşüyor. Filmin bir sahnesi benim için çok çarpıcıdır: Müziğe olan yeteneğinden ve kazandığı ödüllerden dolayı fark edilen genç Helfgott, sanat cemiyetinin olduğu bir baloya katılır. Ünlü bir yazarla tanışan genç adamın bir adım arkasında babası durmakta ve fısıltı halinde verdiği suflelerle çocuğu tıpkı ipleri olan bir kukla gibi yönetmektedir. Müzik dehası David Helfgott, kazandığı onca başarıya karşın; bu dominant elin gölgesini hep tepesinde hissedecek, hayatı bu zinciri kırmakla, tekrar başladığı yere dönmek arasında sarmal bir çaresizlik içinde sürecektir.

KUKLA ÇOCUKLAR Bir şiirimde şu dize geçer: “…çocuk, yaşını izlemektir başka ten üzerinden…” Yaşını bir diğer beden üzerinden izlemekle kalmayıp, yaşamaya da kalkan ebeveynin çocuğu olma durumu, başka bir dehada daha göze çarpar. Kafka! Birlikte olduğu kadınlarda dahi babasının müdahalesiyle karşılaşan, yıllarca istemediği halde bir sigorta şirketinde çalışan Kafka’nın, 1919 yılında kaleme aldığı (o tarihte yayınlanmamış olsa da) “Babaya Mektup” adıyla dilimize çevrilen eseri, bu psikolojinin bir dışavurumudur. “Onunla hiç konuşulmaz zaten, hemen insanın üzerine gelir dersin hep, oysa o kişinin aslında üzerine geldiği yoktur; sen kişiyi meseleyle karıştırıyorsun; senin üzerine gelen meseledir ve kişiyi dinlemeden meseleyi derhal bir karara bağlarsın; ondan sonra sana söylenenler seni ancak daha da sinirlendirir; asla ikna etmez. O zaman da yalnızca şöyle konuşursun: Bildiğin gibi yap, benim için fark etmez. Yetişkin bir insansın; sana öğüt verecek halim yok. Ve tüm bunları öfkenin alttan alta tınlayan o hırıltılı korkunç sesi ve mutlak bir mahkumiyet kararıyla söylersin.Bugün bu ses karşısında, çocukluğumdaki kadar titremeyişimin biricik nedeni, çocukluğun o katıksız suçluluk duygusunun, yerini kıs-

men ortak çaresizliğimizin sezgisine bırakmış olmasıdır.” (Babaya Mektup, Franz Kafka, Can Yayınları, sayfa 24) Kafka, epigraf cümlesinde olduğu gibi kendini insanlığa bakarak sınamıştır hep. Bu uzaktan bakış, aslında dahil olamamanın da bir sonucudur. Babasıyla ilişki biçimini “ortak çaresizlik” olarak tanımlayan Kafka’nın eylemsizliğinin sebebi, belki de bu cümlede gizlidir. Bundan dolayı yazmak, bir kaçış planıdır. Gerçek hayattan, hayal kırıklığı dışında karşılık göremeyen bu yalnız adam, yazı yoluyla kendi kurduğu hayatta soluğunu hissetmiştir. Gerçeküstücü hikayeler, birinci tekil ağızdan yazılan hayvan öyküleri, muazzam hayal gücü hep insanlığa ve onun yaşadığı o kımıltısız, acı dolu hayata uzaktan bakışın ürünüdür. Çaresizliği kabullenişin… Kim bilir?

YERALTINDAK DÖNÜ ÜM Ancak gerçeküstücü bir yaklaşımla yazılan bu öyküler, asla gerçek hayattan sonsuz bir kopuşun ifadesi değildir. Kopuş, yalnızca yazarın kendisine aittir. Aksine yazılan öyküler, okuyucuyu daha çok hayatın gerçek yüzü ile temas ettirmekte ve çarpıcı izler bırakmaktadır. Yine bir hayvan öğesi olan “böcek” kullanılarak yazılan “Dönüşüm”, Kafka’nın yaşadığı hayatın psikolojisini gözler önüne serecek türdendir. Hatta, edebi çevrelerde “Dönüşüm”ü; köklerini tamamı ile yaşamın kendisinden besleyen Dostoyevski ile paralel çizgide kabul eden görüşlere rastlamak mümkündür: “Dostoyevski kahramanının zihninde yarım asır öncesinden kıpırdar durur Kafka’nın böceği. Ama “Dönüşüm”deki hatlarına en çok “Yeraltından Notlar”da yaklaşır. Çünkü “ne bir kahraman ne de bir böcek” olabildiğinden yakınıyordur; yeraltı adamı. Madem kahraman olmamıştır, hiç değilse böcek olabilmelidir. Madem siz beni bir böcek gibi görüyorsunuz, diyor gibidir; alın işte ben sizin sandığınızdan daha iğrenç, daha aşağılık, daha zararlı bir böceğim. Notlarında bu gönüllü gerilemeyi bile başaramadığını anlatır yer altı adamı: Sevgili okuyucularım, sizin dinleyip dinlemek istemediğinizi bilmem, ama şimdi size niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak is-

Franz Kafka

tiyorum. Şunu bütün ciddiyetimle belirteyim, pek çok kez böcek olmayı istedim. Ne yazık ki buna bile erişemedim.” (Benden Önce Bir Başkası, Nurdan Gürbilek, sayfa 26) “Hayvan Öyküleri” kitabına dair birkaç satır okumak istediğinizi duyar gibiyim. Ancak ben bu kitabı sıradan bir fabl kitabı gibi değil, Kafka’yı anlama yolculuğunda bir köşe taşı olarak okumanıza taraftarım. Puzzle’ın parçası niteliğindeki bu kitap, birçok hayvan öyküsünden teşekkül ediyor. Özellikle “Yuva” ve “Bir Köpeğin Araştırmaları” üzerine hayli düşünülmesi gereken öykülerden… Kitabın sonundaki, “Kafka’nın Günlüklerinde Hayvanlar” ve M. Kamil Utku’nun kaleme aldığı “Kafka’nın Hayvan Metinleri Üzerine” başlığını taşıyan bölümler, kitabın içeriğini zenginleştiriyor. Ferit Edgü, Kafka’nın “Aforizmalar” olarak Türkçeye çevrilen kitabının önsözünde, “Kafka, içinde yaşadığı dönemin, o dönemin olaylarının değil, gelmiş geçmiş tüm zamanların toplumsal mekanizmalarının yarattığı yalnızlığı, anlamsızlığı betimlemiştir. Kuşkusuz karanlık bir tablodur bu. Bu karanlık tabloyu aydınlatan ise, Kafka Güneşi’dir.” der. Saygıdeğer okur, bilhassa içinde yaşadığımız coğrafyada, insanların ayrıştığı, kutuplaştığı şu günlerde; bırakınız karşısındaki insanı dinleyip anlamayı, bir hayvanla dahi özdeşleşebilen Kafka’nın Güneşi, gözünüzü mü alacak yoksa sizi aydınlığa mı çıkaracak bilinmez… (Hayvan Öyküleri, Franz Kafka, Altıkırkbeş Yayın, Çev: Yekta Majiskül, 175 s.)

Kimi kitaplar vardır ki, koca bir külliyatın ipuçlarını taşıdığından okunur, kimileri yazarın olağanüstü yazım tekniğinden, bazıları ince bir işçilikle değindiği temalardan… Kafka okumak ise, bir ruhu anlamaktır. Çünkü Kafka’nın ruhu -belki de kitaplarından bileçözümlenmesi zor; usta gözlere muhtaçtır


Aydınlık KİTAP

7

Bir delilik hali Keret, sanki elinde bir ne terle dalm hayata. nce ince kesikler at yor uçuk kaç k insanlar n alelade ya amlar na, sarho lara, rahat ve umursamaz tiplere ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com

İsrailli genç yazar Etgar Keret’in ülkemizdeki okurlarla tanışmasını sağlayan “Nimrod Çıldırışları” gözden geçirilmiş baskısıyla Siren Yayınları etiketiyle yeniden raflardaki yerini aldı. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin davetlileri arasında ismi geçiyordu Etgar Keret’in. Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde de muhtemelen İstanbul’da olacaktır. Çok yönlü bir yazar Keret; yeni kuşağın gözdesi olduğunu özellikle belirtelim. Kısa öyküleri büyük ilgi görüyor. Tabi gözde olmak, çok ilgi görmek önemli ama ölçütlerimizi yalnızca buradan aldığımız gibi bir izlenim oluşmasın. Yazarlığının yanı sıra bir sinemacı Keret. Animasyondan televizyona kadar pek çok alanda üretiyor. İlk uzun metrajlı filmi olan “Meduzot”la 2007 Cannes Film Festivali’nde de ödül kazanmıştı. Çevirisini Avi Pardo’nun yaptığı bu kara mizah dolu öykü kitabında hayal gücünün sınırlarını zorluyor yazar. Zorlanan bu sınırların açtığı ufukta yürümek bazen tuhaf ve zor, bazen zahmetli, çoğu zaman ise eğlenceli ve keyifli gelebiliyor. Kitabın tanıtım metninde de belirtildiği gibi; Etgar Keret’in büyülü, tuhaf, ters köşelerle dolu inişli çıkışlı dünyasına bir giriş bileti: “Nimrod Çıldırışları”. ANLATILAN B R LER N N H KÂYES Keret, sanki elinde bir neşterle dalmış hayata. İnce ince kesikler atıyor uçuk kaçık insanların alelade yaşamlarına; sonra sarhoşlara, rahat ve umursamaz tiplere… Keret’in belleğinin boyutlarında şekillenmiş bir başka dünya bu. Aykırı haller, kaygısız durumlar, alışılagelmişin ötesinde davranışlar, ayrıntılarda boğulma korkusuna kapılmamış betimlemeler, telaşsız saatler, öğretici olma iddiası gütmeden satır aralarında verilmiş iletiler… İlişkiler, cinsellik, konuşan nesneler, betimlemeler, günlük yaşam hallerinin yalın, bayağı, doğal, kimi zaman gerçeküstü halleri… Süresini kestirmenin nafile olduğu, bitmek bilmeyecek gibi görünen bir delilik hali…

SINIRSIZ B R HAYAL GÜCÜ Birbirinden ilginç otuz iki kısa öyküyle dolu

bir kitap “Nimrod Çıldırışları”. Keret, öykülerindeki karakterlerini genellikle erkeklerden seçmiş. Büyümeye direnen bir çocuk gibi bu adamlar; kimisi kıllı, şişko. Kadınlarıysa oldukça rahat. Birbirini ve ilişkilerini basitleştirme durumlarına da rastlıyoruz. Dikkatimi çeken bir başka nokta da Keret’in “intak” yani nesneleri konuşturma yoluna da başvurması. Bir bakmışsınız ‘l-a-y-l-a-y-l-o-m’ diye mırıldanıyor bir bardak; sonra ‘B-e-n-i-ya-l-n-ı-z-b-ı-r-a-k-m-a-y-ı-n’ diye yazıyor. Hayal gücünün sınırı yok Keret’in… Annesi ve babasını gömleğinin cebinde taşıyan bir çocuk görmek de mümkün, şişenin içinde bir müzisyen de... Yüzünüzde tebessüm bırakabilecek ‘Bagaj Teddy’yi unutmayalım bu arada. Hani şu kafayı çektikten sonra bagajda seyahat eden adamı. Ve yirmi birinci yüzyılın en büyük ekonomik başarısı “İkinci Fırsat”ı ve onun yerini alan üçüncü bir fırsatı… “Eldeki üç kuş, Ağaçtaki iki kuşa yeğdir. Yazıl Üçten Bir Çıktı’ya, Dileklerini yaşa, hem de doya doya.”

BU B R AKA MI? Ülkemizde daha önce de “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” , “Gazza Blues” ve “Buzdolabının Üstündeki Kız” gibi öykü kitaplarıyla da tanınan ve ciddi bir okur topluluğuna sahip Etgar Keret’in “Nimrod Çıldırışları”nın sade olduğu kadar anlaşılması zor bir yanı da var. Zaman zaman mantık kurallarının reddedildiği bu öykülerde, bir anda içinde bulunduğunuz zaman diliminden başka başka boyutlara yolculuklara çıkıyormuş hissine kapılabilirsiniz. Ama Keret, sizi kendi evrenine alıp, hapsolmanıza izin vermiyor. Nasıl olduğunu anlamadan bir anda bitiveren bir yolculuğa sahip oluyorsunuz. Keret’in hüzünlü, oyunbaz, eğlenceli öyküleriyle dolu dünyasında yapılan bir yolculuk bu. Kimi zaman da öykülerin bir şaka gibi geldiği oluyor, kendinize sormadan edemiyorsunuz: “Sahiden bu bir şaka mı?”. (Nimrod Çıldırışları, Etgar Keret, Siren Yayınları, 158 s.)



BABİL BALIĞI

Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

9

Kutunun içinde M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

“Önce kişisel bilgisayarın hesap makinesi olduğunu düşündük. Daha sonra ASCII ile birlikte sayıları nasıl harflere dönüştüreceğimizi keşfettik ve onun bir daktilo olduğunu farz ettik. Daha sonra grafiği keşfettik ve televizyon olduğunu sandık. İnternet ile birlikte onun bir broşür olduğunu fark ettik.” Douglas Adams

Yine o haftalardan birindeyiz. Bu hafta elime ilgimi çekebilecek, bu köşeye uygun bir kitap ulaşmadı. Bu gibi haftaların güzel yanı, başka konulardan ve değerli bulduğum, tekrar hatırlatılmasının değerli olacağını düşündüğüm kitaplardan bahsetmeye olanak tanıması. Kurgulamada ve yaratıcı çalışmalarda sıklıkla kullanılan deyişlerden biri kutunun dışında düşünmektir. Misal, bilim kurgu eserleri çoğunlukla kutunun dışına çıkılarak yazılırlar. Bilimsel verilerin ışığında, kutuyla bağlantıyı koparmadan kutudan ne kadar uzaklaşabilirseniz kurgunuz da bir o kadar ilgi çekici olacaktır. Şimdi bu da nereden mi çıktı? Anlatayım. Bilim kurgu yazarı olduğu iddiasında bulunan ve bir şekilde birkaç kitabı da yayınlanmış bir arkadaşımı uzunca süredir devam ettirdiği ısrarı sonunda dayanamayıp ziyarete gittim. Kendisinden izin almadığım için ismini vermem uygun olmaz, kitaplarının hatırı sayılır bir satış rakamı yakaladığının ama buna rağmen okurlarını ve eleştirmenleri bir türlü tatmin edemediğini biliniz, yeterli. Çalışma odasında kitapları hakkındaki nacizane kendi eleştirilerimi de paylaşırken, gözüm kitaplığında geziniyordu. Son rafı da gördükten sonra eleştirilerimi sıralamayı bıraktım. Çünkü artık beni anlayamayacağından ve boşa nefes tükettiğimden emindim. Dostumun kitaplığında bilime yönelik tek bir kitap dahi bulunmuyordu. Asimov, Lem, Dick, Gibson ve nice yazarın kitapları yan yana diziliydi dizili olmasına da… Sanıyorum öykündüğü bütün bu yazarların kütüphanesinin de kendi kitaplarıyla dolu olduğunu sanıyor olmalı. Bilim kurgu yazma gayretinde olan bir yazarın kitaplığında

herhangi bir bilim dalına yönelik tek bir kitabın bulunmamasının dehşeti bir yana beni en çok hayal kırıklığına uğratan okuyan bir insan olarak da bunca zamandır bilimin hiçbir dalına yönelik bir ilgi ve merak beslememiş olmasıydı. Kutunun içini hiç bilmeden dışına nasıl çıkılabilirdi ki… Çağımızda pek çok klişe (şükür ki) artık ailelere bir şekilde kabul ettirilmeye başlandı. Mesela, “çocuklarınıza satrancı öğretin, zihin sporudur, kralların sporudur,” “çocuğunuz mutlaka bir müzik enstrümanını öğrenmeli, müzik ruhun gıdasıdır, ruhu geniş çocuklar yetiştirin,” “çocuklarınızı kitaplarla tanıştırın, hayal gücü ve bilginin temel kaynağı kitaplardır,” vb. Genellemek ne saçma ama?!! Satranç, müzik, kitaplar, aksine yürütülen milyonlarca kampanyaya rağmen tarih boyunca belirli bir azınlığın ilgi alanına girdiler. Madem durum bu, bir klişe de benden olsun; çocuğunuz değil, insan olarak herkesin en az bir bilim dalıyla ve o dalda meydana gelen yeniliklerle (yeniliklerin altını çizelim çünkü pek çok akademisyenin de sürekli atladığı bir noktadır bu) ilgilenmesi gerekir. Atamızın da dediği gibi: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Meraklanmayın, “bilimin üretilmediği ülkede bilim kurgu edebiyatı nasıl üretilsin,” klişesine gelmeyeceğim tekrar. Tersine bu ülkede de az da olsa bilimin üretildiğini bilen biri olarak, öyküler kaleme alan ve hatırı sayılır bilimsel bir kurumda üst düzey araştırmacı görevi üstlenen bir başka arkadaşımın kütüphanesinde de bilim kurgu edebiyatından örneklere hiç rastlamayıp supernatural (doğaüstü fantezi) kurgu kitaplarına ve çoğunlukla da H. P. Lovecraft’a rastladığımın anısını da paylaşayım. Tezatlar ülkesinin insanlarıyız vesselam. Uzun uzadıya yazmanın âlemi yok. Sorunun ne olduğu ortadaysa o halde çözümü nedir? Var oluşumuzu,

Einstein

canlılığı, hayatımızı, evreni ve varlığımızı açıklayan, uygarlığımızın ve geleceğimizin şekillenmesinde tek etken olan bilime yönelik yeniliklere katkıda bulunamıyorsak da okuyan ve düşünen bireyler olarak takip etmek, izlemek ve ilgilenmekle yükümlüyüz. Demek istediğim elinize immunoloji, mikro cerrahi, yüksek matematik kitabı alıp anlamaya çalışın değil. Şükür ki hala ülkemizde az sayıda da olsa, popüler bilim kitaplarını ve yeni bilim kitaplarını tercüme eden, yayınlayan yayın evleri hala mevcut. Özellikle TÜBİTAK’ın yıllardır bu konuda (gerek içerik, gerek fiyat, tercüme, baskı kalitesi) inanılmaz katkıları var. Bu sebeple bu hafta iki kitaptan birini hatırlatmak istiyordum; bir elimde Douglas Adams’ın da hayattayken sıkıldıkça tekrar tekrar okuyorum dediği “Kör Saatçi”yi, diğer elimde “Dünyayı Değiştiren Beş Denklem”i tutuyordum. Evrime yönelik olarak artık okuyucuların da bu yıllarda oldukça yorgun olduğunu ve düzgün düşünemez hale geldiğini bildiğimden, sıkıcılıktan ve tekrardan uzak olmak adına “Dünyayı Değiştiren Beş Denklem” kitabını hatırlatmaya karar verdim. Dr. Michael Guillen tarafından kaleme alınan “Dünyayı Değiştiren Beş Denklem”de matematiğin önemini bir kez daha anlayacak, Newton, Bernoulli, Faraday, Clausius ve Einstein’ın dünyayı değiştiren denklemlerinin ne anlama geldiğini ve dünyaya nasıl bir etki yaptıklarını okuyacaksınız. Herkesin anlayacağı bir dille yazılan harikulade kitabın en can alıcı noktası, her denklemin ve denklemi bulan bilim adamının öyküsünün de bölümlerde

kaleme alınmış olması. Newton, Einstein, Faraday… Bizim gibi korkuları var mıydı? Özlemleri, yalnızlıkları, çelişkileri, iyi birer insan mıydılar, hiç aptallık etmişler miydi, toplumla araları nasıldı, anlaşmazlığa düştükleri şeyler, hırsları, rekabetleri nelerdi?.. Her şey o kadar güzel işlenmiş ki bazen denklemleri unutup bir romanı okuduğunuzu da sanabilirsiniz. İşte en çok da bu yüzden yazının başında anlattığım yazar örneğine istinaden bu kitabı hatırlatmayı istedim. Harikulade bir geçiş kitabı. Kitap bir kurgu eseri değil, bilimsel gerçekler, bu gerçekleri ortaya koyanların hayat öyküleri ve gerçeklerin sonuçları var. Kısmen biyografi ama olur olmaz bir siyasetçinin biri ötekine benzeyen sıkıcı, bunaltıcı biyografisi değil. Kim bilir hatta belki kitabı okurken günümüzü yaratan bu dev beyinlerin kimilerinden insan olarak nefret edeceksiniz. En güzel yanı da kitap bilimin nelere yol açabileceğinin anlaşılması için oldukça keyifli bir okuma serüveni sunuyor ve bunu, bilimi herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatarak yapıyor. Orijinal dilinde ilk olarak 1995 yılında yayınlanan kitap, Gürsel Tanrıöver’in harika çevirisiyle dilimize kazandırıldı ve Tübitak Yayınları tarafından 2001 yılında yayınlandı. Kitap ciltli ve ciltsiz olarak iki şekilde sunuluyor. Tavsiyem bulabilirseniz ciltli olanı edinmeniz olacaktır, çünkü tahminimce uzun süre kitabı saklamak isteyeceksiniz. Sanırım bu kadarı yeterli… Bu şekilde zaman aralıkları buldukça, değerli ve kimi zaman göz ardı edilmiş diğer kitapları da paylaşmayı düşünüyorum. Hatta bir listesini dahi oluşturdum. İlgi duyduğum alanlarda yeni, dikkate değer bir şeyin yayınlanmamış olması hiç umrumuzda olmayacak anlayacağınız. Bu hafta da Bertolt Brecht’in “Life Of Galileo” kitabından bir alıntıyla vedalaşalım: “Bilimin amacı sonsuz bilgeliğin kapısını açmak değil, sonsuz hataya sınır koymaktır.” (Dünyayı Değiştiren Beş Denklem, Michael Guillen, TÜBİTAK Yayınları, Çev: Gürsel Tanrıöver, 285 s.)


10

Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

FERİDUN ANDAÇ İLE MONTAİGNE ÜZERİNE SÖYLEŞİ:

“Montaigne akılcılığın ışığını taşır” “Montaigne ak lc l n n ta r. Üç ciltlik denemelerinde, bugünlerde okurumuza ula an ‘Yol Günlü ü’nde en çok gözledi imizin ayd nlanmac bak kadar ça n n kavrama / tan ma / yans tma bilincidir de. Bu üç kavram bile ö renmenin temel anahtar de il midir? Safsatalar ö retmek yerine Montaigne’le ö renmeyi ö retmek / dü ünmeyi ö retmek neden olmas n.” ELİF ŞAHİN HAMİDİ

Okumakla arası hoş olan, hat- manıydım. Okuduğum her kitap ta bir yandan yazmaya da gönül vermiş, kendi çapında bir şeyler karalamaya çalışan herkesin yolu Montaigne’den geçmiştir desek abartmış olmayız sanırım. Hele ki bir deneme yazarıysanız Montaigne’den el almışsınızdır kuşkusuz. İşte Feridun Andaç da bu türün isim babası Montaigne’den el alanlardan. Montaigne’nin gölgesi her daim Andaç’ın kaleminin ucunda. Ustaya bir saygı duruşu amacı taşıyan “Gölgesi Kalemimin Ucunda Montaigne” adlı kitabında “Herkesin okumalarının ilk sırasına almasını istediğim yaşam ustasıdır Montaigne” diyor Andaç. Bu son kitabıyla Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü’ne layık görülen Andaç ile okuma yazma serüveninde önemli bir yeri olan Montaigne’i konuştuk… Okuma yolculuğunuzun henüz başlangıcında elinizden tutup, size yol gösteren yazar Montaigne. “Gölgesi Kalemimin Ucunda Montaigne” adlı son deneme kitabınızda “okurken yazmayı öğreten bir yazarla başlayan yolculuğumun izlerini sizlerle paylaşmak” istedim diyorsunuz okura. Bu paylaşma isteğinin gelişiminden, kitabın oluşum sürecinden bahseder misiniz? Belki de o ilk okuma günlerine dönmek gerekecek. Montaigne ile karşılaşmanın da öncesine. Okuma tutkusunun uç verdiği zamanlar… Eğer karşınızda sizi buna yöneltecek kişiler / modeller / figürler varsa, başlangıçta bir oyun olarak algıladığınız okumayı zamanla tutkuya dönüştürebilirsiniz. Böylesi bir yolculuktu benim okuma yolculuğum. O insanları gördükçe, hayatımda, çevremde onların varlığını hissettikçe okumanın büyüsünü keşfetmiştim. Karşıma çıkan her yazılı metin o büyüyü donatıyor yeniden, biçimliyor; hatta efsunluyordu. Bense bir ayin yaparcasına okuyordum. İlkokul, ortaokul yıllarımda bu büyülü yolun kahra-

bir şeyler taşıyordu bana. Halamdan dinlediğim masallar, babamın anlattığı halk hikayeleri, aşıklar kahvelerinde dinlediğim Köroğlu destanları, Karacaoğlan, Kerem ile Aslı hikayeleri… Bin Bir Gece Masalları’na kavuşmam… Yazarları keşfetmeye başlamıştım bu sıralarda da… Sait Faik, Halikarnas Balıkçısı, Yaşar Kemal… Gogol, John Steinbeck… Bir tür, ileride edebi akrabalık kuracağım çoğu yazarı keşfetmiştim. Lise yıllarımda Montaigne ile buluşmam beni yazı üzerine düşündürttüğü gibi yazmaya da yöneltmişti. Önceleri öyküler yazıyordum, ama şimdi düşünce yazıları, deyim yerindeyse, denemeler yazmaya yönelmiştim. Ressamla çırağının ilişkisine benzer bir yolculuk başlamıştı aramızda. Öyle ki bütün yazılı sınavlarındaki yanıtlarıma Montaigne’den düşünceler sızmıştı: Edebiyat, felsefe, tarih, ahlak, sosyoloji gibi derslerde kendimi yazarak sınıyor, hata gösteriyordum… İşte tüm bu süreçlerdir beni Montaigne’den koparmayan, ona doğru yolculuğumu besleyen. Zamanla kalkıp onun yaşama yurduna gitmem, ona dair yazamaya başlamam da bu nedenledir. Yani gölgesi hep kalemimim ucundaydı onun. Ben de oturup ona dair yazmaya verdim kendimi. Bu kitap da öylece çıktı ortaya. Michel de Montaigne, 38 yaşında dünyadan elini eteğini çekerek, Perigord Şatosu’nda var ediyor Denemeler’ini. “Kendine ait bir oda”, bir yazı yurdu kuruyor kendisine. Yazmak sanatı ile uğraşan çoğu insan böyle bir şeyi hayal eder sanırım. Bu kapanış, bu ayin üzerine konuşalım biraz da… Sanırım bütün yaratıcılar için gölgede bir hayat gerek. Platon’un “mağara” mitine inanırım. Yazar kendi “in”ini kuran insandır. Kendi kuyusunu kazan, debisini yaratan… Hatta o kuyuya sürekli suyunu taşıyan. Kimi kez de onun bu

Feridun Andaç

yolculuğunu Sisifos’un öyküsüne benzetirim. Doğrudur da, hele çağımızda yazarlar / yaratıcılar yenilgilerinden doğarlar, var olurlar diye düşünürüm. Onların galiplerin yanında yeri yoktur. Geçenlerde bunu dile getiren bir yazı yazmıştım, okurlar “muhalif yazarın tanımı bu mudur sizce?” gibisinden sorular yöneltmişlerdi. Sorgulamak, eleştirmek, itiraz etmek gerçeğe ulaşmanın başlıca yolu… Kabullendiğinizde sinikleşir, sıradanlaşır, hatta sürüleşirsiniz. Montaigne’i bütün görevlerine yüz çevirip ayin odasına kapatan düşünce de budur biraz. Kapandığınızda yaratabilirsiniz. Hz. Muhammed’in mağara kapanmasında bu tür bir mitik görünüm vardır, ama özünde yaratmak için çekilmiştir oraya. Yaratıcılığın özü sizi oraya çağırır. Montaigne’e dönecek olursak, denemelerin iki kitabını yazdıktan sonra şatosundan ayrılır; gitmek zamanı gelmiştir. Kabuk değiştirmek, yenilenmek, soluk almak, yeni yerler görmek / tanımak / anlamak düşünmek ister… Uzun bir yolculuğa çıkar… Döndüğünde de üçüncü kitabını yazacaktır… Kapanmak ve gitmek yazarın tek yoludur diye düşünürüm. İnsana / topluma, hayatın gerçekliğine o kıyılardan bakar, oralardan yolculuklara çıkar, gerçekliğin dilini kurabilirsiniz ancak. Bu kendini soyutlama değildir; düşüncesinin on-

dan istediği soyutlama eylemine hizmet eder böylesi bir yaşamı seçerek ya da siz boyun eğerek deyin isterseniz buna. Bordeaux’a gidişiniz üzerine neler paylaşabilirsiniz? Büyük ustanın yaşama yurdunu, Perigord Şatosu’nu, yazı kulesini / yazı sığınağını görmek… Nasıl bir duyguydu? Evet, o şatoyu görmek Montaigne’nin yazı yurdunda gezinmek için gittim Bordeaux’ya. Dokundum her bir şeyine. Adımladığı merdivenlere, seyre çıktığı pencerelere, sığındığı ayin odasına, uyuyup seviştiği yatağa, gözlerini soldurduğu masasına, giydiği elbiselerine, elinden bırakmadığı kalemlerine, sayfaları yıpranmış kitaplarına… Onu yeniden yeniden okumak, ona dair yazmak duygumu körükledi şatoda geçirdiğim saatler ve Bordeaux günlerim… Şair dostunuz Aytekin Karaçoban'dan da bahsetmek gerekiyor sanırım. Onunla mektuplaşmalarınız da yer alıyor kitapta. Ve Bordeaux’da yol alırken Karaçoban’ın anlattıkları da Montaigne’e bir adım daha yaklaştırıyor sizi… İlk gençlik dönemimizde edebiyatı solurduk onunla… Bugün halen sürdürürüz o heyecanı. Dostumun Fransa serüveni, gidip Bordeaux’ya yerleşmesi yılları buldu. Artık kentlidir o, bir bakıma da Montaigne’nin yeni hemşerisi, yani yerdeşidir. Şairdir, çevirmendir Ay-

Montaigne’nin yaratıcılar üzerindeki etkisi bugün bile sürüyor. Bu yanıyla onu salt aydınlamanın düşünürü değil, yazınsal geleneğin de en önemli anlatıcısı olarak görürüm


Aydınlık KİTAP tekin. Yeni yaşama yurdunda gene edebiyatla yol alır… Onunla Montaigne’e gitmek, hatta ondan dinlemek ona dair söylenenleri ilgimi çekmiştir hep. Ama onun serüvenini de getirip Montaigne’le buluşturarak bir anlatı yazmak düşüncesini de gene bana Aytekin’in yaşama biçimi vermişti. Bu kitapta sözünü ettiğim anlatının oluşması da o süreçte gerçekleşti. Sürgün, göçmen bir figür olarak dostumun gerçeğinde Montaigne’le buluşan eski bir okurunun kenti anlamak / tanımak yolculuğu biraz da bu. Bir yanıyla kentinde Montaigne’i didikleyerek okurken, ötede de sürgün bir şairin dünyasına dönmek… Montaigne’nin yaratıcılar üzerindeki etkisi bugün bile sürüyor anlayacağınız. Bu yanıyla onu salt aydınlamanın düşünürü değil, yazınsal geleneğin de en önemli anlatıcısı olarak görürüm. Özellikle yaşadığı kenti gördükten, onun yurdunu tanıdıktan sonra bu düşüncem daha da pekişti. Unutmayalım; iki dönem de kentinin belediye başkanlığını yapmış biridir Montaigne. Bugün bile böylesi pek enderdir! “İyi okur’un okuma yolu Montaigne’den geçer, geçmelidir de. (…) Herkesin okumalarının ilk sırasına almasını istediğim yaşam ustasıdır Montaigne. Onunla yolculuğum yazı ömrümü, düşünce ve yaşam yolumu biçimlemiştir desem, abartı gelmemeli bu” diyorsunuz kitapta. Denemenin okullarda bir ders olarak yer almasının çok yararlı olacağını belirtiyorsunuz. Keşke mümkün olabilse bu. Genç okurlar ve yazarlar için deneme okumanın, yazmaya çabalamanın önemi ve faydasından bahseder misiniz? Montaigne akılcılığın ışığını taşır. Üç ciltlik denemelerinde, bugünlerde okurumuza ulaşan “Yol Günlüğü”nde en çok gözlediğimizin aydınlanmacı bakışı kadar çağının kavrama / tanıma / yansıtma bilincidir de. Bu üç kavram bile öğrenmenin temel anahtarı değil midir? Safsatalar öğretmek yerine Montaigne’le öğrenmeyi öğretmek / düşünmeyi öğretmek neden olmasın. Yanına İbn Arabi’yi de koyabilirsiniz… Deneme öğretici bir yazınsal türdür. Yazmayı olduğu kadar düşünmeyi de öğretir. Deneme yazabilen her türde yazabilir. Edebi bellek oluşturmada deneme okumanın açabileceği kapılar yadsınamaz. Ayrıca bilim alanındaki gelişmelerde deneme yazarak / okuyarak varılabilecek yollar yığınla. Özcesi denemeyi salt bir yazın türü olarak da görmemek gerek. Düşünme yordamını taşıyan bir alan… Evet, kendi içinde türsel çeşitliliği olan bu konuda da düşün yaşamımızın azımsanmayacak bir birikim taşıdığını düşünürüm. Cumhuriyet Aydınlanması bu birikimi bugün var etmiştir. Ataç’tan Emin Özdemir’e, Sabahattin Eyuboğlu’dan Ahmet Cemal’e, Melih Cevdet Anday’dan Uğur Kökden’e değin karşımızda duran birikim bunu anlatıyor biraz da. Camus, Sartre ve daha başka büyük yazarlardan da söz ediyorsunuz kitapta. Ve çok önemli bir noktaya parmak ba-

11

sıyorsunuz; Türk okuruna henüz bir Camus külliyatı sunulmadı. Sartre, Balzac, Flaubert külliyatımız da yok. Bu noktada yayınevlerine, çevirmenlere büyük bir sorumluluk düşüyor, değil mi? Yayıncılığımız henüz kendi Rönesans’ını yaratamadı. Bunun düşünce iklimi, eğitim düzeyimizle ilgisi olduğunu düşünürüm. Şu küreselleşme çağında tüketime endeksli bireyi var etme savaşımı birçok değeri yitirmemize neden olduğu gibi aydınlanmanın önemli değerlerini tanımaya da kapılarımızı kapatmamızı sağlıyor ne yazık ki. Gelişmenin göstergesi yüksek binalar, içlerini donattığımız AVM’ler değildir. Sokakları, mahalleleri tüketerek sözüm ona dikey uygarlık yaratmak neyi var ediyor? İletişimsizliği, değersizliği, kültürsüzlüğü, insansızlığı, yabancılaşmayı, aidiyetsizliği… Hatta vicdansızlığı… Yayıncılık da vicdan duygusuyla yapılabilecek bir uğraştır. Andre Gide, yazarlar toplumun vicdanıdır der, ekler; kamu işi yapar herkes öyledir… Sanırım toplumumuz ve yayıncılığımız giderek bunu yitiriyor; oysa buna en çok ihtiyacımızın olduğu dönemleri yaşıyoruz. Kendi yayıncılık deneyimimden de biliyorum; iyi şeyin önünde engeller çoktur bu ülkede; ama yılmayan insanlar da çok. Yani bu karda boranda çalışıp iyi şeyler yapanlar da… Evet, az olan iyidir değerlidir. Oysa çoğalsın istiyoruz… İnsan özgürlüğünü, düşünce ve yaşama özgürlüğünü bu kültürel dokuyu kurarak var edebilirsiniz ancak; yoksa her şeyi dinle yorumlayan bir anlayışı körükleyerek, bunun kurumlarını var ederek değil. Akıl çağından bilgi çağına geçeli çok oldu. Ama biz bunun altyapısını oluşturacak kültürel kurumları oluşturmak zorundayız. İşte yayıncılık da bu anlamda çok ciddi bir iştir, imlediğim vicdan duygusuyla yapılabilecek bir iş, uğraş… Ama bunu görmeden bilmeden yapanların o yazarları bilmesi, bir araya getirmesi çok zor elbette. “Deneme Zamanı” serisinin ilk kitabıydı Montaigne. Diğer iki kitapta Elias Canetti ve Italo Calvino’nun izini süreceksiniz. Bu kitaplarla ilgili çalışmalarınız ne durumda? Yine yollar, yolculuklar vardır sanırım… Her iki kitap bitmiş durumda. Son bir kez Torino’ya ve Rusçuk’a gideceğim. Birtakım yan okumalar da var sırada. Masanızdan kopamadığınız sürece bir kitap sizde bitmez. Çünkü düşünce üretiminizi duygu dilinizle biçimlendirirseniz gitmeyi de seçersiniz sürekli. Bu üçleme biraz da gitmenin kitabıdır. Bir yazara, bir yere, bir düşünceye, bir kültüre, bir duyguya; hatta bir dile gitmenin kitabı… Bunların ardından Mustafa Kemal ve Nazım Hikmet üzerine böylesi bir kitap yazmayı tasarlıyorum. Gene giderek kurulabilecek kitaplar olacak… Zamanın ruhunu anlatarak / anlayarak o insanların gerçekliğine dönmek yolculuğu… (Gölgesi Kalemimin Ucunda: Montaigne, Feridun Andaç, Kavis Kitap, 256 s.)


12

5 EK M 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

ZAMAN İÇİNDE KAYBOLAN VE BULUNAN KİTAP: JOSÉ SARAMAGO - “ÇATIDAKİ PENCERE”

Ezilenlerin gözünden bir Portekiz tasviri Kitaba bir fakirlik havas hakim olsa da ayakkab c ve e inin konu malar ndan her eye ra men çok mutlu olduklar ve en büyük s k nt lar n n geçim derdi oldu unu görürüz. Ayakkab c n n evine kirac olarak gelen Abel ile Silvestre’nin dostlu u siyasi sohbetler ekseninde geli ir. kisi aras ndaki sohbetler umudun, ayd nl n simgesidir. Portekiz sava tan çok fazla yara almadan kurtulmu olsa da dönemin toplumsal yap s na suskunluk hakimdir DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com

Büyük yazarların yeni eserleri basıldıkça yazarın dünyasına bir adım daha atarız. Her yeni kitap yazarın kişiliğini, hayatını, fikirlerini, diğer eserlerini anlamamıza kapı aralar. Hele ki büyük yazarlardan birinin ilk eseri ölümünden sonra yayımlanıyorsa... Öyle bir eser düşünün ki yazar bunu yirmili yaşlarında yazsın - ancak gerek birikimi ile gerek üslubu ile ustalardan farkı olmasın -ve yayınevinin onaylamaması ile yirmi yıl yazmayı bıraksın. Sonra olgunluk dönemiyle karşımıza çıksın ve Nobel’i alsın. Bu hafta, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Çatıdaki Pencere” José Saramago’nun son kitabını, ancak esasında Saramago’nun yayınevlerince reddedilmiş ilk kitabını tanıtacağız. İlk kitapların önemini vurgulamakta fayda var elbet. Bazen ilk anda keşfettirirler yazarlarını bazen de yıllar sonra. Bazen keşfedilmeyen bir ilk kitap azmettirir yazarını bazense küstürür. “Çatıdaki Pencere”nin keşfedilememesi Saramago’yu yirmi yıl uzak tutmuştur okurlardan. Fakat bunların hepsinin dışında önemi şudur ki, bir tanışma, bir keşif kitabıdır ilk kitaplar.

CESUR B R YA AM Portekizli yazar Saramago’yu çoğumuz “Körlük”, “İsa’ya Göre İncil” romanlarıyla ve 1998 yılında aldığı Nobel Ödülü’yle tanıyoruz. Ancak edebi kişiliğinin yanı sıra siyasi fikirleriyle de damgasını vurmuş bir isim Saramago. Sadece Portekiz’de kitapları 2 milyondan fazla satmış yazar “İsa’ya Göre İncil” kitabıyla kilise

tarafından afaroz edilmiş, uzun yıllar ülkesinde Komünist Parti’nin üyesi olmuş, İsrail’e gittiğinde işgal altındaki yerlere de uğramış ve bunu Nazi işgaline benzetmiş, mülteci kamplarını da Auschwitz’le benzerliğini vurgulayarak siyasi tavrını Filistin lehine ortaya koymaktan çekinmemiştir. Hatta Nobel Ödülü’nün genellikle siyasi kararlar doğrultusunda verildiğine tanık olsak da Saramago’nun ödülü, siyasi gerekçelerle değil edebiyatıyla kazandığı fark edilmektedir. Yazarın eserleri yirmibeş dile çevrilmiştir. Saramago’yu farklı kılan nedir diye düşündüğümüzde kuşkusuz işlediği konular ve üslubu ön plana çıkmaktadır. İnsanları büyük bir ustalıkla, kusursuz bir şekilde ve anlatımı uzatmadan betimlemesi Saramago’nun en büyük özelliklerinden. Sıradan ve önemsiz görünüp de aslında hepimizin yaşadığı sorunları eserlerinde işlemesi, dingin bir şiddetle değer yargılarına tamamen karşı çıkışı okuyucunun Saramago’yla özdeşleşmesini ve O’nu ve eserlerini içselleştirmesini sağlayan en önemli unsurlardan. Üstelik dilinin zorlayıcılığına rağmen. Yazılarında sadece noktayı ve virgülü kullanmayı tercih eden yazarın kimi cümlelerinin bir sayfayı bulması, okuyucuyla buluşmasını engelleyen bir unsur değil. Saramago yazı dilinin kurallarına çok önem vermez ve vuruculuğu bakımından sözün ve akıcılığın önde olmasına inanır. Bu onun yazım kurallarına bağlılığını azaltır. Örneğin konuşmalarda tırnak kullanmaz, konuşma cümlelerini virgüllerle

Saramago’nun lise mezunu olup üniversiteyi okuyamaması Lizbon’da seçkin sınıfa dahil olmasını engellemiş ve yazar yapılan pek çok küstahlığı sineye çekmek zorunda kalmıştır.

José Saramago

ayırır. Saramago için okuyucuyu zorlayıp gene de sevilmeyi başaran nadir yazarlardan diyebiliriz belki de. Eserlerinde alegorik anlatımı tercih eder. Canlandırma tekniğini çok güzel işler okuyucuya. Semboller üzerinden anlatıma önem verir. Kimi anlatılarında distopyaya yaklaştığı olur, ancak umutsuzluk hüküm sürmez, her şeye rağmen umut vardır. Kitaplarındaki kötümserlik havası Kafka’nınkine benzetilmektedir. Hayalgücünden yola çıkarak tarihsel olayları işler kitaplarında. Ancak bunu yaparken salt bir tarih anlatısından ziyade olaylara insani açıdan bakmaya özen gösterir. Kimi eleştirmenlerce büyülü gerçekçilik akımına bağlı olduğu için Marquez’e benzetilmektedir. Hayalgücünü temel alan kurguları masalsı olduğu kadar, pek çok eseri politik taşlama niteliği taşımaktadır. Yazarın eserlerini bu tarzda şekillendirmesinde yaşadıklarının da

payının olduğu göz ardı edilmemelidir. Saramago çok fakir bir aileden gelmektedir. Annesi okuma yazmayı bilmeyen bir kadındır. Saramago’nun lise mezunu olup üniversiteyi okuyamaması Lizbon’da seçkin sınıfa dahil olmasını engellemiş ve yazar yapılan pek çok küstahlığı sineye çekmek zorunda kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası entelektüel çevreye girmede oldukça önemsenen bu tür sosyal statü geçmişleri yazarın zorlu zamanlar yaşamasına sebep olmuştur. Öte yandan kekemeliği nedeniyle daha sonra bu sorunu çözmüş olsa da- insanların alaylarına maruz kalması içedönüklüğe neden olmuş ve söz söylemek yerine yazmaya sevk etmiştir. Dünya büyük bir yazar kazanmıştır.

ÇÜRÜMÜ LÜ ÜN KAOSU: “KÖRLÜK” Nobel Ödülü’nü kazandığı “Körlük” isimli eseri kuşkusuz yazarın en önemli eseridir. Büyük bir politik hi-

İyimserlik ve kötümserlik arasında Silvestre’nin Abel ile konuşması kitaba ayna tutuyor; “İnsanlarla yaşıyoruz, insanlara yardım ediyoruz.” “Ne yapıyorsunuz insanlar için?” “Onlar için başka yapabileceğim bir şey olmadığından ayakkabılarını yamıyorum.”


KAPAK civ barındıran roman bir adamın aniden kör olmasıyla başlar ve körlük bir salgın gibi bütün topluma yayılır. İktidar bu süreçte kontrolü ele almanın yolunu akıl hastanesinden bozma bir binaya kör olanları hapsetmekte bulmuştur. Michel Foucault’ un dediği gibi “Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir.” Fakat kaos her çürümüş sistemi ele geçirdiği gibi bu hapishaneyi de ele geçirecektir. Suç artacak, insanlar acımasızlaşacaklardır. Kitapta tek kör olmayan karakter olan doktorun karısı gibi eğitimli ve sorgulayıcı yapıdaki bireylerin bile bu kaosta nasıl içlerindeki bütün zıt karakterleri ortaya çıkarabildiğini gözler önüne seren yazar insan doğasını sorgulatır. Suçun, ölümün ve açlığın sıradanlaştığı bir yapıda görmenin önemini kavratmaya çalışır. Kurgusu, dili ve konusuyla bir başyapıt olan “Körlük” yazara 1998 yılında Nobel Ödülü kazandırmıştır. Nobeli aldığında Saramago “Bu kadar zaman sonra Nobel’i aldım da anlatacak hiç kimsem yok.” demiştir. Kitabın Fernando Meirelles yönetimenliğinde filmi de çekilmiştir. Saramago filmi izlediğinde gözyaşlarını tutamamıştır. Vahşi sistemin ve iktidarların insanlar üzerinde yarattıklarını yaratıcı kurgularla okuyucuya sunan yazar din konusunda da eleştirel tavrını sürdürmüştür. Din konusundaki düşünceleri nedeniyle yapıtları Portkiz Hükümeti tarafından sansürlenince Kanarya Adaları’nda Lanzarote’ye yerleşen yazar ölümüne kadar burada yaşamak zorunda kalmıştır. Vatikan’ın resmi yayın organı olan L’Osservatore Romano gazetesinde şu sözlere yer veriliyordu: “Saramago din karşıtlığının akıl hocalarındandı. O, hiçbir metafizik inancı kabullenmeyen, hayatının son anına dek tarihsel materyalizme, bir başka deyişle Marksizme inatla bel bağlamış bir insandı.” İşte bu fikirlerdeki bir adamın yazdığı İncil, “İsa’ya Göre İncil” kitabıydı. Dini kişiliklere atfettiği betimlemeler aykırılıklarıyla sivriliyordu ve okuyucuyu şaşırtıyordu.

ES RGENEN YANIT Yazımızda temel aldığımız “Çatıdaki Pencere” kitabına gelirsek Saramago’nun geç keşfedilmiş iyi kitabı diyebiliriz. Kitabın önsözünde Jose Saramago Vakfı Başkanı hem de karısı olan Pilar Del Rio kitabın gecikme öyküsünü şöyle anlatıyor. “Telefon çaldığında Saramago tıraş oluyordu. Almacı yüzünün sabun köpüğü bulunmayan kısmına dayayarak kısa konuştu: ‘Öyle mi? Şaşırtıcı. Siz rahatsız olmayın, yarım saat içinde orada olurum.’ Ve telefonu kapattı. Banyodan hiç bu kadar çabuk çıktığı olmamıştır. Sonra bana 1940-50 yılları arasında yazdığı ve o zamandan beri kayıp olan romanını almaya gideceğini söyledi. Döndüğünde kolunun altında “Çatıdaki Pencere” vardı, yani daktiloda yazılmış sayfalarla dolu bir dosya; zamanla sararıp yıpranmamışlardı da üstelik, belki de zaman 1953 yılında teslim edilen bu özgün metne insanlardan daha saygılı

Aydınlık KİTAP

Vahşi sistemin ve iktidarların insanlar üzerinde yarattıklarını yaratıcı kurgularla okuyucuya sunan yazar din konusunda da eleştirel tavrını sürdürmüştür

5 EK M 2012 CUMA

13

minden çıktığı için de fazla riskli bir romandır, getireceği kârla kıyaslayınca toplum ve sansür karşısında savunmak için gösterilecek çabaya değmeyecektir. Böylelikle kitap ne şimdi umut vaat eden bir ‘evet’ ne de gelecekte umut vaat edebilecek bir ‘hayır’ olmaksızın sürgüne gönderilir.”

APARTMANDAK ORTA SINIF NSANLAR

davrandığı içindir. 1989 yılında, José Saramago’ya, ‘Taşınma sırasında bulduğumuz bu metni yayımlamak yayınevimize büyük onur verecektir,’ demişlerdi törensel bir tavırla, o sırada “İsa’ya Göre İncil” adlı kitabını tamamlamakla uğraşıyordu ve ‘Obridago (teşekkür ederim) şimdi olmaz,’ yanıtını vermiş, yeni bulunan kitabı elinde, tüm hayalleri dorukta otuz bir yaşında genç bir adamken ondan esirgenen yanıtı nihayet kırk yedi yıl sonra almış olarak sokağa çıkmıştı. Yayınevinin bu tutumu Saramago’nun artık yok edilmesi mümkün olmayan ve onlarca yıl süren ıstıraplı bir sessizliğe boyun eğmesine neden olmuştu çünkü.” Yazarın 1940- 1950 yılları arasında yazdığı ve o zamandan beri kayıp olan romanı “Çatıdaki Pencere” keşfedildiğinde ve Saramago’nun yirmi yaşında bir genç olarak böylesine incelikle, kusursuzca ve anlatıyı uzatmadan betimlemeler yapması pek çok kişiyi şaşırtmıştı. Yazarın isyankarlığı, özgürlük arayışı, onca yoksulluğa ve talihsizliğe karşı kimi bedenlerin kapsadığı dürüstlük savunusu kitaplarındaki iyi ve sade betimlenen karakterlerde güçlü bir biçimde yansıtılı-

yordu. “Kitabı bu gözle incelemeye / okumaya başladığımızda şunları söyleyebiliyoruz: “Çatıdaki Pencere” kişilerin romanıdır. Kırklı yılların Lizbon’unda geçer. İkinci Dünya Savaşı bitmiştir, ama romandaki her şeyi sarıp sarmalayan bir gölgeye, sessizliğe benzeyen Salazar diktatörlüğü sürmektedir. İlk bakışta politik bir roman değildir, bu nedenle dönemin sansür uygulamaları yüzünden basılmadığını düşünmek yerinde olmayacaktır. Dönemin değer yargılarına karşı çıkması, aileyi ocağın değil de cehennemin eşanlamlısı olarak görmesi, görünüşlerin gerçeklerden daha güçlü olduğunu vurgulaması, övülmeye değer amaçlar gibi görünen bazı ütopyaların sayfalar sonra sorgulanması, kadınlara kötü davranışların açıkça kınanması, hemcinsler arasındaki aşkın doğallıkla anlatılması; tüm bunların yargılayarak değil ama kişisel bir kaygıyla yazarın bakış açısından dile getirilmesi ve kitabı oluşturan diğer her şey, kitabın basılmadan bir kenara itilmesine karar verilmesinde etkili olmuştur kuşkusuz. Fazla serttir, tanınmamış bir yazarın kale-

Kitap bir apartmanda yaşayan kişilerin yaşamlarına tanık olmamızla başlıyor. Yazar metropol hayatının başlangıç yılları olan savaş sonrası dönemi yansıtıyor. Apartmandakiler 20. yüzyıl Lizbon’unda “orta direk”, orta sınıf insanlar; Amelia Teyze, kunduracı Silvestre ve karısı Mariana, Bayan Carmen, kocası Emilia Fonseca ve küçük oğulları Enrique, yıllar önce kızını kaybetmiş ve yalnız yaşayan Justina, şuh Lidia, Rosalia, kocası Anselmo ve kızları Maria Claudia, Silvestre’nin evindeki odaya kiracı gelen Abel... Kıt kanaat geçimlerini sağlamaya çalışan bu insanlar yazarın anlatmak istediklerini sözleriyle ve yaşamlarıyla aktarıyorlar bizlere. Farklı aileler, farklı hikayeler. Aile kurumu oldukça fazla yer alıyor kitapta. Kitaba bir fakirlik havası hakim olsa da ayakkabıcı ve eşinin konuşmalarından herşeye rağmen çok mutlu oldukları ve en büyük sıkıntılarının geçim derdi olduğunu görürüz. Ayakkabıcının evine kiracı olarak gelen Abel ile Silvestre’nin dostluğu siyasi sohbetler ekseninde gelişir. İkisi arasındaki sohbetler umudun, aydınlığın simgesidir. Portekiz savaştan çok fazla yara almadan kurtulmuş olsa da dönemin toplumsal yapısına suskunluk hakimdir. Kitabın bütününe baktığımızda tarihsel göndermeler görüyoruz. Portekiz’in düşün dünyasına oldukça fazla atıf yapılmış eserde. Bunlar şöyle sıralanabilir: Yazar, ayakkabıcı Silvestre karakteri ile büyük filozof Gonçalo Anes Bandarra’yı simgelemiştir. Portekiz tarihinde çok önemli bir yere sahip olan düşünür, “Trovas”ın yazarıdır. Krala yönelik yazdığı şiirler nedeniyle engizisyon mahkemesi tarafından yargılanmış ve daha sonra bir daha İncil’i kafasına göre yorumlamayacağına dair yemin ettirilerek serbest bırakılmıştır. Kiracı Abel’in en sevdiği şair olarak ünlü şair Fernando Pessoa’nın belirlenmesi bu göndermelere başka bir örnektir. Saramago Fernando Pessoa’nın şiirleriyle bezenmiş bir anlatımı da kullanarak kaybedenlerin gözünden bir Portekiz tasviri yapmaktadır. Sonuç olarak, İyimserlik ve kötümserlik arasında Silvestre’nin Abel ile konuşması kitaba ayna tutuyor; “İnsanlarla yaşıyoruz, insanlara yardım ediyoruz.” Apartmanın çatısındaki pencereden içeri sızan ışık ise bütün baskılara rağmen hala umudun var olduğunu sembolize ederek kitabın Türkçe ismini oluşturuyor: “Çatıdaki Pencere” (Çatıdaki Pencere, José Saramago, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev: Pınar Savaş, 306 s.)


14

Aydınlık KİTAP

Rönesans Avrupasında tutsak bir şehzade Cenazesinin Avrupal lar taraf ndan bir pazarl k unsuru olarak kullan lmas Cem Sultan’ n trajik hikâyesinin ya am yla s n rl olmad gözler önüne seriyor DENİZ TOPRAK deniztoprak20@gmail.com

Tarihçi ve yazar John Freely’in “Cem Sultan, Rönesans Avrupası’nda Tutsak Bir Şehzade” kitabı Everest Yayınları etiketiyle yeniden okuyucuyla buluştu. Freely’in bu kitabı Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı padişahları kadar ünlü olan oğlu Cem Sultan’ın, kardeşi Bayezid ile tutuştuğu taht kavgasını kaybedişini ve sonrasında Batı’ya sığınmasını ele alıyor. Cem Sultan’ın bir gün tekrar tahta oturma umuduyla çıktığı, fakat yurdundan giderek uzaklaşmasına neden olan bu yolculuk daha sonra başrollerinde şövalyelerin, kralların ve papalığın olduğu bir oyunun piyonuna dönüşmesine neden olur. Yazar, eserinde yalnızca Cem Sultan’ın kısa hayat hikâyesini ve Osmanlı tarihini vermekle kalmıyor, aynı zamanda Osmanlı ile Avrupa devletlerinin çekişmesini de gözler önüne seriyor. Cem Sultan’ın Avrupa’daki sürgün hayatının başladığı yıllar, aynı zamanda dönem itibariyle Avrupa’da Rönesans’ın da yaşanmaya başlamasına denk geliyor. John Freely kitabında Rönesans Avrupasını, özellikle aydınlanmanın ve dogmaların yerini özgür düşüncenin almaya başladığı zamanı bütün ayrıntılarıyla betimliyor. Özü itibariyle de uluslararası siyasette bir şehzadenin tutsaklığının nelere mal olabileceği en ince ayrıntılarla işleniyor. Y RM GÜN SÜREN SALTANAT Bayezid’in İstanbul’da tahta geçmesine karşılık Şehzade Cem de Bursa’yı ele geçirerek adına hutbe okutur ve sikke bastırır. Cem Sultan’ın isteği Bursa’dan hareketle bütün Anadolu’yu kendi hâkimiyetine almak, kardeşi Bayezid’in de İstanbul’dan Rumeli’yi kontrol etmesini sağlamaktır. Bayezid ise Şehzade Cem’in bu isteğinin ülke topraklarını bölmek anlamına geldiğini söyler ve kardeşinin üzerine bir ordu yollar. Cem Sultan, Bayezid’in askeri gücü karşısında tutunamaz ve Bursa’daki hâkimiyeti yirmi günde sona erer. Saltanatı kısa süren Cem Sultan, yenilginin ardından Osmanlı’nın rakibi Memlûk Sultanı Kayıtbay’a sığınır. Kahire’deki bu buluşma Cem Sultan için on üç yıl sürecek olan, sürgün hayatıyla dolu bir serüvenin de başlangıcı olur. Cem Sultan’ın saltanat mücadelesi hiç

bitmeyecektir. Topladığı askerlerle yeniden Anadolu’ya gidip Konya’yı kuşatır, başarısız olur. Önce Venedik’e, kabul edilmeyince de Rodos Adası’ndaki Hıristiyan şövalyelere sığınır. İşte bu sığınma, esaretin başlangıcıdır da. Avrupa devletleri Cem Sultan’ı kendi çıkarları için kullanmak üzere adeta birbirleriyle yarışırlar. Osmanlı Sultanı Bayezid kardeşi Cem’in kendisine yeni bir sorun yaratmaması için Avrupa devletlerine her yıl yüklü miktarda para ödemeye hazırdır. Cem Sultan ise kendi arzusu dışında önce Rodos’tan Fransa Krallığı’na, sonra da Fransa’dan Roma’daki Papalığa devredilir. Öldüğünde bile cenazesinin Avrupalılar tarafından bir pazarlık unsuru olarak kullanılması Cem Sultan’ın trajik hikâyesinin yaşamıyla sınırlı olmadığı gözler önüne seriyor.

OBJEKT F TAR H Tarih yazarlarının objektif olmaları zordur. Yaşadıkları kültür, inanç ve toplum yapısı bakış açılarını etkileyebilir. 1926’da New York’ta doğmuş olan John Freely, 1960 yılında İstanbul’a gelerek Robert Koleji ve Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermiş, Osmanlı tarihine meraklı bir yazar. John Freely’in yetiştiği kültürün izleri kitapta kendini hissettiriyor. Kitaptaki şu bölüm de bu hissiyatımızı perçinler nitelikte: “İmparatorluğun ilk yıllarında sultanlar anlaşmalı evlilikler yoluyla, Türkmen beyleriyle de Hıristiyan hanedanlarıyla da akrabalık kurdular. Bu uygulamanın en çarpıcı örneği ise, I. Murat’ın Bizans imparatoru V. John Cantacuzenos’un kızıyla evlenmesidir. John, Bizans’taki bir iç savaş sırasında Murat’la ittifak kurarak ölümcül bir hata yapmış, Türklere Avrupa’ya adım atmak ve orada sağlam bir yer edinmek için ilk fırsatı sunmuştu.” Bütün bunların yanında yine de titiz bir araştırma sonucu okurlarıyla buluşan “Rönesans Avrupası’nda Tutsak Bir Şehzade: Cem Sultan”da saltanatı yalnızca yirmi gün sürmüş bir şehzadenin, Cem Sultan’ın efsanelerle, masallarla beslenen sürgünlük yıllarını bulacaksınız. (Rönesans Avrupası’nda Tutsak Bir Şehzade: Cem Sultan, John Freely, Everest Yayınları, Çev: Püren Özgören, 236 s.)


Aydınlık KİTAP

ARAKABLO

SEYY T NEZ R

5 EK M 2012 CUMA

15

Rousseau, çağımızı hazırlayan düşüncenin en ateşli ve parıltılı sözcüsüydü Rousseau, kendinde insana dair var olan gerçekli i insanlarca be enilme duygusuyla gizleme, ba ka türlü gösterme yöneli ine tenezzül etmemi bir içtenlik ve cesaret an t d r seyyitnezir@yahoo.com A. M. Celal Şengör, “bilim, edebiyat, ahlak düşmanı” olarak gördüğü J. J. Rousseau’nun “özel mülkiyet düşmanı” olduğunu anımsatmayı ihmal etmez, “solcuların onu yere göğe koyamadıklarını” söyleyerek, kendi aydınlanmacı çizgisine, Voltaire’den, akıl ve bilim yandaşı, din karşıtı, özel mülkiyetçi sınırlar getirir; ardından ülkemizde ve dünyada 20. yy'ın kötülüklerinin kaynağında Rousseau’yu bulur (CBT, 1327): “Bugün ülkemizde çektiğimiz acılar, çevremizde gördüğümüz ve bizi de ne yazık ki yutacakmış gibi görünen felaketler, Lord Russel’ın yukarıda alıntıladığım Hitler vurgusunda görüldüğü gibi, Rousseau’nun düşüncelerinin doğal sonuçlarıdır.” Russel’ın vurgusu ise şudur: “Hitler, Rousseau’nun bir türevidir.” Öyle ya, dahiler ortaya birtakım fikirler atacak, insanlar da o fikirler çevresinde saflaşıp boğazlaşırken felaketlere uğrayacak! Sözgelimi Türkiye’de Rousseau’nun karanlık düşünceleri doğrultusunda 1908 Devrimi olacak, İngiliz kışkırtmasının ürünü 31 Mart Karşıdevrimi ise onu boğmaya kalkışarak, Rousseau’nun koyu karanlık dinci düşüncelerini yaşama geçirmeyi deneyecek... Dahası var: Dünya Savaşları kapitalist mülkiyet sahiplerinin, banker ve sanayicilerin, silah tekellerinin dünyayı (ve Osmanlı İmparatorluğu’nu) ele geçirme ve paylaşma niyetleriyle değil, ilhamını Rousseau’nun düşüncelerinden alan Fransız Devrimi’nin eşitlik, özgürlük, kardeşlik ideallerini gerçekleştirme tutkusuyla patlayacak?? Lorduna kurban!

ROUSSEAU B L M Ç N NE D YOR? Hitler’in önce Alman halkı ve Yahudilerinin, sonra da Avrupa ve dünya halklarının felaketini yaratan cani fikirlerinin babası Rousseau mudur Krupp mu? Bunu çok geç de olsa anlayarak Vietnam Savaş Suçları Mahkemesi’ni kuran Lord Russel, gerçeği geçten geçe kavramıştı hiç değilse. Şengör’ün de savaş ve barış üstüne en bilimsel yasayı keşfetmiş olan Carl von Clausewitz’e ge-

cikmeden göz atmasının büyük yararı var: “Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.” (Savaş Üzerine, çev.: Şiar Yalçın, May Y., Nisan 1975, s. 64). Hitler, olsa olsa, akıl, bilim ve insanlık düşmanı özel mülkiyetçi Krupp çıkar ve politikalarının savaş dönemi sözcüsüdür. Yoksa Şengör, “Rousseau’nun nefret ettiği uygarlığı” yıkacak oluşundan ötürü mü Hitler’i onun savaşçı müdavimi ve doğal müridi görüyor? Bilim ve sanat düşmanı olarak gösterilen Rousseau, söylevinin sonuç bölümünde şöyle diyor: “Doğanın çırak yetiştirmek için yarattığı insanların ustaya ihtiyacı olmamıştır. ... Hangi rehber onları dehalarının götürdüğü yere götürebilirdi? ... Bilim ve sanatlarla uğraşmalarına izin verilen kimseler, kendilerinde büyük ustaların izinde yürümek ve onlardan ileri gitmek kudretini bulan sayılı insanlar olmalıdır.” (Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev / BSÜS, çev.: Sabahattin Eyüboğlu, s. 32, İş B. Y., Mart 2007) Rousseau’nun devrimciliği de her ne pahasına zorbalık ve şiddet değildir, o, iyi olanı arayıp bulma derdindedir: “İnsanları iyiliğe kendi istekleriyle götürmek zorla götürmekten nasıl daha kolay olabilir? ... iktidar bir yanda, bilgi ve hikmet diğer yanda kaldıkça, bilginler büyük şeyleri pek az düşünecekler, krallar büyük işleri pek az başaracaklar ve halk yoksul, ahlaksız, mutsuz bir durumda yaşayıp gidecektir.” (BSÜS, s. 32-33) Rousseau, sanayi devrimi sonrasındaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yıkıcı sonuçları üstüne karamsar tutumunu, özel mülkiyetçi eğilimlerin bilim ve aklı da araca dönüştürmesiyle insanlığın uğrayacağı zararları sezmiş, insan yaşamında doğal olanın uygarlıkla yok edilmesine karşı duyguyu ve sezgiyi öne çıkarmayı istemiştir. Onun doğaya ait olanla topluma ait olan arasındaki kesin ayrılığı, örtüşme ve ayrılma noktalarını yalın biçimde görmesi ve göstermesi çağına göre oldukça ileri bir sonuçtu. Teknolojinin insanı yüz yüze bıraktığı durum hiç de iç açıcı değil. Fransa’da

GDO’lu mısıra ilişkin bilimsel gözlemler bile, insanlık için en büyük tehdidin özel mülkiyetten ve kapitalizmin kâr tutkusundan geldiğini göstermeye yeter. Afşar Timuçin, “Düşünce Tarihi” adlı kitabında (Bulut Y., şubat 2008, s. 444450), düşünürün bu özelliğinin altını çizer, çelişkilerle dolu J. J. Rousseau büyük içtenliğinin ve yürekli tutumunun onu öbür aydınlanmacılardan ayır- ta kendisidir. Ahmet Cevizci, “Felsefenin Kısa dığını, geleceğe açık bir düşünür olarak hep önemsenip tartışıldığını Tarihi”nde (Say Y., 2012, s. 390-395) vurgular: “Rousseau, insanın gele- Rousseau paragrafına şöyle başlıyor: ceğinden ağır biçimde kaygılıydı. “Fransız Aydınlanmasının en önemBu durum onu Fransız Devrimi’nin li ve özgün düşünürüdür. Gerçekten öncü düşünürü yaparken gelecek de birinci sınıf veya üst düzey bir dükötü günlerin bildiricisi kılmıştır.” şünür olan Rousseau, Aydınlanmanın öncü kolunu oluşturan diğer ROUSSEAU VE DO AL arkadaşları gibi, eleştirel bir akıl ve E TS ZL K reformcu bir coşku ile donanmıştı. Orhan Hançerlioğlu, “Düşünce Ta- Fakat onda her şey bundan ibaret rihi”nde (Remzi K. Y., 1970, s. 269- değildi; zira o, diğer aydınlanma 275), Rousseau’yu özlü biçimde an- düşünürlerinden farklı olarak, uylatırken onu Aristoteles’in karşısına garlaşmış, aydınlanmış varoluşun koyar: “Rousseau, doğal eşitsizliğin olumsuzluk ve kötülüklerini teslim gerçek eşitsizlik olmadığını tanıtla- eden, rasyonalist değil fakat romak için işe başından başlıyor. İlkel mantik bir filozoftu.” Şurası bir gerçek ki, Rousseau, insanı, Aristoteles’in zannettiği gibi, bir hayvan türü olarak değil, bu- kendinde insana dair var olan gergünkü biçimiyle gerçek bir insan ola- çekliği insanlarca beğenilme duyrak ele alacaktır.” Bu, çok önemli bir gusuyla gizleme, başka türlü gössaptamadır: İnsanı alet kullanan terme yönelişine tenezzül etmemiş toplumsal hayvan olarak ele alma il- bir içtenlik ve cesaret anıtıdır. Bu nekesi Rousseau’nun yaklaşımına sığ- denle, Rousseau’yu tartışmak, doğal maz. İnsan doğasının aşılmaz yön- ve toplumsal bütünlüğüyle, güncel ve leriyle toplumsal ilişkilerde işlenip bi- evrensel düzeyde, doğrudan doğruçimlenen yapısı arasındaki diyalek- ya insanın kendisini tartışmaktır. tiği kavramıştı o. Bu nedenle Şengör, Bu nedenle, yeni yazı ve tartışmalar “Bu doğal yasaların yaratacağı eşit- oldukça Rousseau’ya döneceğiz. KAYNAKLAR: Rousseau Kimdir, sizliklere itirazı yoktu. Sadece insan kurumlarının yarattığı eşitsizliklere Liberalizm Nedir? haz.: T. Kakınç, Akşam karşıydı.” derken düşünüre haksız- Kitap Kulübü, Ekim 1968; İnsanlar Aralık etmektedir. Silah sanayiinden, tıb- sında Eşitsizliğin Kaynağı, çev.: Erdoğan bı ve nano teknolojiyi kâr tutkusuy- Başar, Anadolu Y., Ocak 1968 / ayrıca, çev.: R. N. İleri, Say Y., 2010; Toplum Sözleşla kullanan sermayeden insanın do- mesi, çev.: Vedat Günyol, İş B. Y., Mayıs ğal varlığına her türlü tehdidin yö- 2009; İtiraflar, çev.: Kenan Somer, Remneldiği bir dünyada Rousseau’nun zi K. Y., Mart 1975; Siyasal Fragmanlar / doğal eşitsizliğe itirazı olmadığından Ekonomi Politik Üstüne Söylev, çev.: İsmail yakınmak postmodern safsatanın Yerguz, Say Y., 2008


16

5 EK M 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Misafir: Cahit Sıtkı Tarancı Ölümün uzak ve ihtimallerle dolu karanl na her bakt nda ya am n bin bir lezzete kaynak olan ve bütün bu lezzetleri teklifsizce sunan ayd nl na döndüVe böylece ölüm ve ya am gibi iki devasa olgunun gerilimli hatt nda gidip gelen bir ruh kompleksi oldu CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com

Aralıksız olarak ölüm korkusuyla cebelleştiğini ve bu korku karşısında kendini çaresiz hissettiğini biliyoruz. Meçhulün verdiği ürperti yüzünü bilinenin, tanınanın dünyasına çevirmesinden başka bir imkân bırakmadı ona. Çalabileceği ya da zorlayıp açabileceği çok fazla kapı yoktu önünde. Ölümün uzak ve ihtimallerle dolu karanlığına her baktığında yaşamın bin bir lezzete kaynak olan ve bütün bu lezzetleri teklifsizce sunan aydınlığına döndü. Ve böylece ölüm ve yaşam gibi iki devasa olgunun gerilimli hattında gidip gelen bir ruh kompleksi oldu. Cahit Sıtkı Tarancı kırk altı yaşında öldüğünde Türkiye’nin tanınmış bir şairi idi.CHP’nin 1946 yılında açtığı şiir yarışmasında ölüm temalı “Otuz Beş Yaş” şiiriyle birincilik ödülünü kazanması ulusal ölçekte tanınmasını sağlamıştı. 1910’da Diyarbakır’da doğmuş olan şairin, öğretim hayatının seçkin okullarda geçmesi varlıklı bir ailenin çocuğu olduğunu gösteriyor. Cahit Sıtkı, ilkokulu Diyarbakır’da, ortaokulu İstanbul’da Saint Joseph’te, liseyi yine İstanbul’da Galatasaray Lisesinde okudu. Daha sonra Mülkiye’ye girdi ve bitirmedi. 1939’da ise Paris’te Science Politigue’deydi. Cahit Sıtkı ile ilgili bütün bu bilgilerin tabii ki şiiriyle bir ilişkisi var. Çünkü onun Fransızca bilmesi ile kurduğu şiiri doğrudan etkiliyor. Bakın şu dediklerine: “Bendeki Lamartine sevgisi Galatasaray onuncu sınıfa kadar sürdü. Orada Baudelaire’i okuduktan sonra düşünüşüm, duyuşum, görüşüm değişti. Daha doğrusu, Baudelaire, elinde tuttuğu canlı meşale ile bana tutacağım, tutmam gereken yolu gösterdi. Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti. İçimle dışım arasındaki farkı “Kötülük Çiçekleri”ni okuduktan sonra anladım. Baudelaire, bana kendi kendimi buldurttu ve ben hayatımı Baudelaire’i okuduktan önce, Baudelaire’i okuduktan sonra diye iki bölüme ayırmaktayım.” İlk şiirlerini, Diyarbakır’dan ayrı

düştüğü, İstanbul’da üstelik bir Fransız okulunda yatılı olarak okuduğu dönemde yazmıştır. Bu ilk şiirlerini dayısının aracılığıyla Abdullah Cevdet’e götürür. Aydın tarihimizin bu renkli siması Cahit Sıtkı’da şairlik yeteneği görür fakat yazdıklarını yayınlamamasını, çok okumasını ve yeniden yazmasını salık verir. Yazdıklarını bir kenara koy ve yazmaya devam et, der. Şiir yazanlar bilirler ki böylesi öğütlere uymak sırat köprüsünden geçmekten daha zordur. Oysa Cahit Sıtkı, Abdullah Cevdet’in sirkeden keskin öğüdüne uyar ve yoluna devam eder. Varlık dergisinde 1951 yılında yapılmış söyleşisinde, Abdullah Cevdet’le istişaresinden bir yıl sonra ikinci durağının Servet-i Fünun dergisi olduğunu söylüyor. Bütün cesaretini toplayarak yirmiyi aşkın şiirini alıp Servet-i Fünun’a gidiyor ve derginin yazıişleri müdürü Halit Fahri’ye veriyor. Halit Fahri, Cahit Sıtkı’nın yirmi şiiri içinden bir şiirini basıyor. Bu bir şiirin basılması Cahit Sıtkı Şiir Gemisinin istim alması için yetip de artıyor bile. Gerçi Cahit Sıtkı sürekli üreten ve üretimiyle gündemini yaratan bir şair olmamıştır hiçbir zaman. Topu topu dört şiir kitabı vardır. Bir öykü ve bir de zaten o dönemin olağan iletişim aracı olan mektupları. Fakat Cahit Sıtkı şiirinin üzerinde titizlikle çalışan, yaşamının merkezine şiiri koymuş, hatta rüyalarında dizeler mırıldanan bir şairdir. Cahit Sıtkı Şiir Gemisinin istim almasını bu anlamda anlamak gerekir. Şiirine dönersek, Cahit Sıtkı’nın şiiri ağırlıklı olarak ölümle yaşam arasındaki karşıtlığın insan ruhunda yarattığı dalgalanmaların yansımasıdır. Çelişkinin keskinliği onda ifadesini sürekli bir ıstırap olarak bulmuştur. Istırabının temelinde ise tanrı varlığıyla ilgili düşüncelerinin bulanıklığı gizlidir. Aslında Cahit Sıtkı şiiri ölüm korkusu ve yaşam sevgisi biçiminde yansımasını bulmuş olan tanrının varlık-yokluk ikilemi üzerinde yükselmiştir. Şairimizin orijinalliği bu ikilem içine hayatın bütün tat ve renklerini, bütün haz ve

elemlerini yerleştirerek bir izlek haline getirebilmiş olmasındadır. “Bahçem ağaçlardan, çiçeklerdendir; Evim taştan yapılmış. Annem kardeşim gibi severim Ağaçları, taşları, çiçekleri; Hepsine dair hatıralarım var, Kimi acı kimi tatlı hatıralar. Bu ağaç servi olmadan, Bu taşa kitabem yazılmadan, Bu çiçek kabrime çelenk diye getirilmeden, Söyleseniz beni onlara kuşlar. Beni yanlış bilmesinler.” * “Kabrime çiçek getirenlere gülerim; Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam; Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam; Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.” Aslında Cahit Sıtkı tanrısızlığa meyyaldir. Bu meyli nedeniyledir ki tanrı hiç aklından çıkmamaktadır. Zihninin tanrıyla buluştuğu anlar ise korku bütün ruhunu sarıp cehenneme çevirmektedir: “Her mihnet kabulüm yeter ki Gün eksilmesin penceremden” Ölüm karşısında dünyanın her ezasını, cefasını çekmeye hazır olmanın nedeni, tabii ki ölüm sonrasının bilinmezliğidir. Bu dizeleri şairin yaşam sevgisine yormak için hayli çabalamamız gerekir. Cahit Sıtkı’nın zaman zaman ölüm korkusundan kısmen sıyrıldığına, daha rahat bir psikolojiye kavuştuğuna tanıklık eden dizeleri de vardır: “Ölmek varsa günün birinde gayri Göz nuru, el emeği, alın teri Yaşadığım iyi kötü günleri Değişmem hiçbir cennet masalına” Burada ölüm sonrasına ait dinsel argümanları masal olarak nitelendiren rahat, korkusuz ve tercihini hayattan yana yapan bir ruh haliyle karşı karşıyayız. Ama Cahit Sıtkı bütünüyle bu değildir. Tanrının varlığı ve yokluğu ikilemi içinde gidip gelen, şiirini bu ikilem içindeki korku, şüphe, sevinç, hüzün, yalnızlık, saadet ve mutsuzluk üzerine kurmuş bir şairdir. Gündelik hayatıyla iç dünyasını bütünleştirerek yansıtması şiirinin okuyucu alanını genişleten bir özelliktir. Yankılanan, çağıldayan, duyulduğunda sarsan kelimelerle yazmadı hiçbir zaman. Onun kelimeleri bizim günlük hayatımızın kelimele-

Cahit S tk Taranc

riydi ve hiçbir yabancılık çekmedik onu okurken. Sözlüklere başvurmadık, etrafımızdaki çok okumuşlara sormadık. Sıradan kelimelerle seçkin şiirler yazabilmesi de onun şairliğinin tabii ki üstün taraflarından biridir. Anlatımında ise samimiyetin tınısı hiç eksik olmadı. Onun şiirlerini okurken bir arkadaşıma sırlarımı anlatıyormuşum hissine kapılmam sanırım bu nedenledir. Cahit Sıtkı’nın şiiri ölüm-yaşam, varlık-yokluk ikilemi üzerinde yükseldiği için felsefi bir içeriğe de sahiptir. Bu nedenle onunla ilgili tahlil ve analizlerin bu mecraya da taşınması ve ciddiyetle yapılması gerekir. Yaşadığı her anın üzerinde gölgesini hissettiği ölüm ne yazık ki şairimizi çok bekletmiyor. 1954 yılının Ocak ayının ikinci yarısında felç kisvesinde hayatına yerleşiyor. Yer ise Ankara’dır. Üç ay sonra tedavisinin daha iyi yapılabilmesi için şair İstanbul’a nakledilir. İstanbul’daki doktorlar doğduğu topraklara götürülmesini tavsiye ederler ve Cahit Sıtkı, Diyarbakır yolculuğuna çıkarılır. Doğduğu topraklar da derdine çare olmayınca eş dost ve sevenlerinin çabaları sonucu devlet şairi 1956 yılı Eylülünde Viyana’ya götürür. Viyana’da tedavi gördüğü hastanede zatülcenpe tutularak yaşama veda eder. Cenazesi Hacı Bayram Camii’nden kaldırılır. Sonbahar tam da ona yakışan bir mevsimdir. Zaten onun en sevdiği şair de sonbahar dekorlarının unutulmaz dizelerini yazmış olan Ahmet Haşim’dir. 26 Ekim 1956’da defnedilir.

Şiirine dönersek, Cahit Sıtkı’nın şiiri ağırlıklı olarak ölümle yaşam arasındaki karşıtlığın insan ruhunda yarattığı dalgalanmaların yansımasıdır. Çelişkinin keskinliği onda ifadesini sürekli bir ıstırap olarak bulmuştur


Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

17

Balyoz’a Balyoz Beyaz Saray’ n kap s nda kendisini aramaya kalkanlara izin vermeyerek milletin gönlünde taht kuran general, Ordu’dan umudunu kesmenin e i ine gelen millete gönül penceresi aç yor CÜNEYT AKALIN

“Şimdi kuvvet bizde değil ama hak bizimdir.” Em. Org Ergin Saygun

Ergin Saygun komutanın “Balyoz”u ile, tarihi Balyoz kararının açıklandığı 21 Eylül’den bir gece önce ekranda tanıştım. Haberlerde Silivri’deki mahkeme önünde kararı bekleyenler gösteriliyordu. Sağlam yapılı, temizpak giyimli bir genç dış kapının önünde bir elinde Aydınlık Gazetesi öteki elinde Saygun’un kitabı, dimdik duruyordu. O görüntü hiç aklımdan çıkmayacak. Kitabı, kararın açıklandığı gün bir arkadaşın bürosunda elime aldım. Girişine şöyle bir göz atayım dedim, göz atış o atış. İlk 20 sayfayı bir çırpıda okudum. Sonra, hemen bir tane edinip evimin yolunu tuttum. Bir büyük komutan-yazarla ve bir başyapıtla böyle tanıştım. “Türk Ordusuna Balyoz’un İç Dünyası” Ergin Paşa kırk yıllık yazar rahatlığı ile anlatmaya başlıyor: “Bu notlar bir hatırat veya otobiyografi değildir”. Ve devam ediyor “Edebi bir eser hiç değildir. Aslında yayımlanmak için de yazılmamıştır. Ama yayımlanmıştır işte.” Yazar, kendisi ile gırgır geçercesine sürdürüyor anlatımı: “Kronolojik Notlar’ da bazı tahminler var, tutmamış. Bazıları olayların gerisinde kalmış. Ne yapalım…” Sonra, ufaktan ufaktan neden/nasıl yazdığının ipuçlarını veriyor: “ Bu notların önemli bir kısmını hastanede tedavi görürken yazdım. Rahatsızlıklarım ciddi idi.” Böyle böyle okuru adeta bağlıyor kitaba…Merak ilgiyi körüklüyor… Okur kitabı elinden bırakamaz hale geliyor. Saygun, bir sohbet tarzında, sürdürüyor anlatımını…. Dere tepe düz gittik havasında… Sonra, birden okuru alıp Ortadoğu’nun derinliklerine, bir kurmay subay olarak kimi bölümlerine bizzat tanık olduğu bol silahlı, bol planlı, taktikli dünyalara taşıyor…Buralardan çıkardığı çarpıcı tespitleri önümüze koyuyor:

“Son yıllardaki gelişmeler Türkiye’nin Doğu ile Batı arasndaki gerçek köprü görevini ortaya çıkarmış, ülkemizi vazgeçilmez bir konuma taşımıştır. Bu tarihi bir fırsattır ve ziyan edilmemesi gerekir.” ( s.19) Bu altın fırsat, ne yazık ki, Balyozcu AKP’nin elinde. Ne demeli? Saygun komutan giriş bölümünü kendi yaklaşımını netleştirerek bağlıyor: “Hiç kimse veya kurumla şahsi bir meselem yoktur. Bunları yazmamdaki yegane sebep üzerine atılı ‘Darbeci’ damgasından kurtulmaktır.” Allah Allah… Bu da nerden çıktı, ciddi mi bu yazdıklarında: Kitabın belki de en zayıf cümleciği bu. Kitapta herşeyin içyüzünü büyük bir vuzuhla açıklayan bir komutanın kaleminden nasıl döküldüğü anlaşılmayan bir cümlecik…… Kızıp kitabı bırakan, kaybeder. Ne yapalım, o kadar kusur kadı kızında, o kadar yanlış Ergin Paşa’da olur,diyen kazanır. Çünkü Paşa kimin darbeci / tertipçi olduğunu bir sonraki satırdan başlayarak bir güzel anlatmaya koyuluyor. Ergin Saygun kısaca hayatını anlattıktan sonra, 2.Bölümde “Türk Ordusu’na Balyoz Üzerine Notlar”da yaraya neşter atıyor, otopsiye başlıyor. “Komplolarla suçlu yaratmak” tan, “Özel Görevli Yargı”ya, “Balyoz’un amaçları”ndan “Yeni TSK’ya Komplolar”a atlıyor. Bölümün sonunda hükmünü veriyor: “TSK’ya ve Cumhuriyet’e Balyoz”. İnsanın, Hay Allah senden razı olsun, diyesi geliyor. Lafı gevelemeden söyleyenlerin sayısı hızla artıyor. Saygun 3. Bölümde derinlikli siyasal tahlillere girişiyor: ABD’yle, NATO’yla yüzleşiyor, ordan AB’nin ikiyüzlü taktiklerine ve Ortadoğu’daki kargaşaya geçiyor. Ardından “Kürt Meselesi, Bölücülük ve Terör Üzerine Notlar” ı sıralıyor. Başlarda, bir masal havası içinde okuru kitaba bağlayan Saygun Paşa, giderek söyleşiyi yoğunlaştırıyor. Okuru derin derin düşünmeye itiyor.

Kitabı okuma ve anlatma anahtarı Saygun Paşa’nın Balyoz kitabı büyük boy 400 küsur sayfalık bir kitap. Bir ansiklopedi kapsamında. Çok şey var içinde…. Bu satırları kaleme alırken, tanıtım için, kitabın neresinden tutacağımı şaşırdım. “Türk Ordusuna Balyoz” da, esas olarak komplo deşiliyor. Onu bir başka yazıya bırakmaya karar verdim. 3. Bülümde ABD- AB ve BOP çerçeveli Ortadoğu sorunları yeralıyor. 4. Bölümde Kürt Meselesi ele alınıyor. Her biri başlı başına inceleme konusu bu konuları da başka yazılarda ele almak üzere, bir kenara bırakıyorum. Kala kala yukarda anlattığım Giriş bölümü ile Sonuç bölümü kalıyor elimde. Sonuç bölümü, bir yanı ile kitabın geniş bir özeti, ama düşündürücü. Daha şimdiden siyasal tarihimizdeki yerini alan bir büyük çığlıkla sona eriyor: “Şimdi kuvvet bizim değil ama hak bizimdir.” İç hesaplaşmayı eklemeyi de unutmamış. Önce eleştiriyi aktarıyor: “Bazıları ‘bu kadar sene hizmet ettiniz de ne oldu, darbeci suçlaması ile yargılanıyorsunuz. Bu kadar sıkıntıya değer mi? diyor” Yanıt açık ve net: “Değer, Devlete, millete, Ordu’ya küsmek olmaz. Silahlı Kuvvetler TC devletini ayakta tutan temel unsurlardan biridir.” (s. 363)

SONUÇ: Em. Orgeneral Ergin Saygun’un çalışması çok yönlü. • Silivri komplosunu ortaya koyuyor, • Silahlı Kuvvetler’e ve Cumhuriyet’e yönelik tertibi açığa çıkartıyor. • Tecrübeli, görmüş geçirmiş bir üst-düzey bürokrat gözüyle Devlet’e kapsamlı bir ıslahat/reorganizasyon planı sunuyor, • En önemlisi, hiç kolayına kaçmadan satır aralarına “Cumhuriyet ilelebet payidar olacaktır” duygusunu/düşüncesini okurun bilincine nakşediyor. Şu sıralarda pekçoğu Ordu’ya (Genelkurmay?) kırgın yurttaşlara Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Sakarya Savaşı’ndan, Kıbrıs Harekatı’ndan daha çetin bir savaş

Em. Org Ergin Saygun

içinde olduğunu kavratıyor. Kasaba avukatı Bülent Arınç’ın bir noktada ne kadar haklı çıktığını farkediyorum birden. “Yaralı hayvan daha tehlikeli olur.” Arınç’ın yarayı sadece fiziki sandığı için, sorunu Silivri’nin duvarlarını mümkün olduğunca yükselterek çözeceklerini sandığı için yanıldığını, yaralı aslanların çok daha başka şekillerde tehlikeli olabileceğini farketmeye başlıyorum. Kemal’in askerleri yeniden sahneye çıkıyor. Saygun’un kitabı bunun açık işareti. Dün, yani birkaç yıl öncesine kadar, Aydınlık Dergi’nin sayfalarına yansıyan teorik-siyasal önermeler, günümüzde yaklaşık yarım yüzyılını devlet hayatı içinde geçirmiş, Ordulara komuta etmiş bir orgeneralin tecrübeleri ile yoğrularak milletin/insanlığın hizmetine sunuluyor. Beyaz Saray’ın kapısında kendisini aramaya kalkanlara izin vermeyerek milletin gönlünde taht kuran general, Ordu’dan umudunu kesmenin eşiğine gelen millete gönül penceresi açıyor. “Silivri Türkiye’nin Gulagıdır” tespiti yaşamca doğrulanıyor. Silivri’den kitaplar, makaleler şeklinde nur yağıyor. Balyoz bir başyapıttır. Millete hayırlı olsun. (Türk Ordusunda Balyoz, Ergin Saygun, Kaynak Yayınları, 416 s.)

Hiç kolayına kaçmadan satır aralarına “Cumhuriyet ilelebet payidar olacaktır” duygusunu/ düşüncesini okurun bilincine nakşediyor


18

5 EK M 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

BİZİM “EYVALLAH”IMIZ SADECE HALKA…

MEC T ÜNAL

Yunus Emrelerin Molla Kasımlara “eyvallah”ı yok! Adam var “eyvallah” tarikata, adam var “eyvallah” parti ba kan na, milletvekiline, belediye ba kan na. Ama adam var Tanr ’ya bile “eyvallah”’ yok. Bizim Tanr ’ya bile “eyvallah” olmayan adamlara ihtiyac m z var! Bizim “eyvallah” m z sadece halka, i çi, köylü ve emekçi kitlelerine Roman bu ya… Bir akşam yolda, yağan yağmurun altında, yarı çıplak, saçı sakalı birbirine karışmış meczup bir derviş, bir mollanın eline, “bunu sana gönderdi gönderen, oku bakalım!” deyip bir tomar kâğıt tutuşturarak kaçıp gider. O zamana dek “tarikat ehline hor bakmış” molla, tomarı açınca bunun bir takım şiirler olduğunu görür. Okumaya başladıkça beğendiklerini bir kenara, beğenmediklerinin kimini ırmağın sularına, kimisini ateşe verir. Dilden dile, kulaktan kulağa yayılarak günümüze değin ulaşan bu efsane, Yunus Emre’nin şiirlerini hikâye etmesiyle meşhurdur. Efsanedeki molla ise Molla Kasım adında bir kimsedir. İskender Pala’nın “Od” adlı romanın çıkış noktasını oluşturan bu efsaneden bundan önceki yazımda söz etmiştim. (Bkz. “Mah’ını yerde bulan şairler/Çağdan çağa, ozandan ozana özü hep aynı kalan imge”, Aydınlık Kitap, 7 Eylül 2012).

TAR KAT EHL NE HOR BAKAN MOLLA “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sigaya çeker bir Molla Kasım gelür.” Efsaneye göre Molla Kasım, sıra bu beyitin olduğu şiire geldiğinde yaptığı hatanın farkına varır. Romanda mollanın hatasının farkına varışı güncellenerek şu hale koyulmuştur: “Son beyit kanımı dondurdu: ‘Derviş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme / Seni sigaya çeker / Bir Molla Kasım gelir.’ Bu adam benim adımı nereden bilmişti... Tevbe ediyor ve ağlıyordum. Ağladığım iki sebeptendi; ilki o güne dek tarikat ehline hor bakmış olmam; ikincisi de şiirleri ateşe ve ırmağa atmış olmam” (Od, İskender Pala, Kapı Yayınları, s.5)

A R M , CAH L B R MECZUP MU? Efsanenin romandan çok daha gerçek olduğu bu hikâyede Pala’nın güncellediği gerekçe, Molla Kasım’ın “tarikat ehline hor bakma”sı meselesi. Pala’nın, Molla Kasım’a “tarikat ehline hor bakma” hatası uyduruverip sonra bundan rücu ettirmesi, romancı muhayyilesi deyip geçemeyeceğimiz kadar önemli bir saptırma. Tarikatlarla asıl kendi arasını düzeltme, “eyvallah” etme yolunu bu şekilde bulan Pala, mollanın din içi, tarikat ehli bir sıfat, Molla Kasım’ın ise bir şair ol-

duğunu bilmez mi? Allah’tan elimizde Fuad Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi kaynaklar var… Pala’nın uydurmalarına ancak safdin kimselerle çocuklar ve gençler inanır. Zaten roman da onlar için yazılmıştır. Yunus Emre’yi çağının aydını bir şair, bir mutasavvıf / düşünür değil de cahil / ümmî, saçı sakalı birbirine karışmış meczup bir derviş olarak göstermenin gelebileceği başka bir anlam yok çünkü. Ama Yunus Emre’nin de o çağın ve bu çağın Molla Kasımlarına “eyvallah”ı yok. Efsaneye ilk taşı koyan müstensihten beri bu böyledir.

“EYVALLAH”IN BÜYÜKLÜ Ü DE ADIMINA GÖRE Türkiye sağından soluna, işçi sınıfından burjuvazisine bir sürü kişi ve yere “eyvallah”ı bulunan şair, yazar, aydın ve sanatçıyla dolu. “Eyvallah”ın büyüklüğü, derecesi, şiddeti, getirisi ve götürüsü adımına göre değişiyor. Adam var “eyvallah”ı da kendi denli büyük! Adam var “eyvallah”ının değeri kendi ederinin kırkta biri bile değil. Ama borcu var! Sözgelimi bir iki yazısını ya yayımlamışlar, ya da yayımlayacaklar diye umuyor. Eli burda, gözü orda! yüreği burda, küreği hâlâ o tarafa toprak atıyor! Adam var “eyvallah”ı tarikata, adam var “eyvallah”ı parti başkanına, milletvekiline, belediye başkanına. Ama adam var Tanrı’ya bile “eyvallah”’ı yok. Bizim Tanrı’ya bile “eyvallah”ı olmayan adama ihtiyacımız var! Bizim “eyvallah”ımız sadece halka, işçi, köylü ve emekçi kitlelerine...

EROT ZMLE PORNOGRAF B RB R NE KARI INCA Halk müziğimizin son büyük ustası, Yunussoylu ozanların son büyük temsilcisi Neşet Ertaş türkülerine başlarken halktan başka kimseye “eyvallah”ı olmadığını “ayağınızın turabıyım, gönlünüzün hizmetçisiyim” sözleriyle dile getirirdi. UNESCO'nun “yaşayan insan hazinesi” ilan ettiği ozanın, kendisine sunulan “devlet sanatçılığı” unvanını “hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sa-

natçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor, ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu” diyerek kabul etmediği bilinmektedir. “Od”da Yunus’tan cahil bir derviş çıkarmaya çalışan İskender Pala, geçenlerde henüz cesedi soğumamış Neşet Ertaş’tan da pavyon sanatçısı çıkarmaya kalkıştı. Üzerine kalem oynatmasına karşın, türkülerden zerre kadar anlamadığı anlaşılan profesör, ozanı bir kalemde, açık saçık türküler söyleyen pavyon sanatçısı yapıverdi. “Neşet Ertaş’ın türkülerinde de erotizm vardır” diyor; “ ‘Bir tenhada can cananı bulunca...’ diye başladığınızda istediğiniz sahneyi üretebilirsiniz.” Türkünün sözleri “sinemi yaralar dil gizli gizli” diyor bayım, siz hangi sahneyi? “Erotizmin nezih ve zarafete bindirilmiş kısmı başımla beraber, ondan heyecan duyarım, lezzet alırım. Ama kadınları aşağılayan türküleri artık radyolarımızdan çalıp söylemeyelim” diyen İskender Pala’nın, erotizmle pornografiyi birbirine karıştırdığı nasıl da belli!

TRT REPERTUVARINDAN ÇIKARILACAK TÜRKÜLER İskender Pala salt bunu değil çok daha fazlasını söylemiş alt yapısını hazırladığı 11 Eylül 2002 günlü Zaman gazetesinde. “Türküler, anamızın ak sütü kadar temiz, hayatın kaynağı olan su kadar aziz ve öz kimliğimiz kadar asildir” demiş önce. Sonra, “Gel gelelim bazı türküler vardır ki maalesef eski oturak âlemlerinin veya cinsel sapkınlıkların sözcülüğünü yapar gibidir. Hazret-i Pir’in eşiğinde hiçbir Konyalının ‘Haniya da benim elli direm yoğurdum’ diye gezip dolanacağı düşünülemez.” Doğru! Çünkü o türküde yoğurt sözcüğü yok! Türküyü bilmediği, dizeye yoğurt sözcüğünü sokuşturmasından da belli olan Pala’nın vardığı sonuç, kadını aşağıladığı savıyla böyle türkülerin TRT repertuvarından çıkarılması ihtiyacıdır.

TÜRKÜLER ÇAR AFA SOKMA MERAKI Sırf meraktan künyesine baktığım bu tür-

küyü, türkülerimizin yarıdan fazlasını bir araya getiren Muzaffer Sarısözen, 1945 yılında çıktığı derleme gezisinde yörenin folklor ekibinden derlemiş. Konya, halk müziğimizin ana damarlarından birinin bulunduğu bir yöredir; “Hazret-i Pir”den (Pala her halde Mevlânâ’yı kastediyor) ibaret olmadığı gibi, türküleri de “Haniya da benim elli direm yoğurdum”dan ibaret değildir. Türküler üzerine yazarken biraz da türkünün ne olduğunu bilmek gerekir. Tabii İskender Pala’nın meselesi bu değil. O türküleri tesettüre sokmaktan yana. Türkülere giydirmek istediği çarşafı “erotizmin kadını aşağılamasından”, “kadınları, alınır satılır bir meta olarak gören”, “düğmelerin dar geldiğini anlatan” türkülerden rahatsız olduğu şekerine bulayarak vardığı bir başka sonuç ise hepimize çok daha güçlü başka bir zehiri yutturmak: “Düğmelerin dar geldiğini falan anlatan türküler var. Bir taksiye binseniz, taksi şoförü bu şarkıyı açsa rahatsız olmaz mısınız? Ben toplumda bazı şeylerin normalleşmesi gerektiğini düşünüyorum.” (Habertürk, 30 Eylül 2012). Yani repertuvardaki İskender Pala’nın müstehcen bulduğu tüm türküler, bütün o Keremler, Garipler Karacaoğlanlar, divanlar, mayalar, zeybekler, semahlar, halaylar, horonlar atılınca, çünkü bunların tümünün ana teması aşktır, toplumdaki “bazı şeyler normalleşecek”! Hadi ordan anormal! Dikkat! “… O İmparatorluk’ta Haritacılık Sanatı o denli Mükemmellik’e ulaşmıştı ki, Tek bir eyaletin Haritası bütün bir Şehir’i ve İmparatorluk’un kendisinin Haritası bütün bir eyaleti kapsıyordu. Zaman içerisinde, bu ayrıntılı haritalar biraz eksik bulundu ve Haritacılık Okulu, İmparatorluk’la bire bir ölçekte bir imparatorluk haritası geliştirdi, öyleki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyordu. Haritacılık bilimine daha az önem veren sonraki kuşaklar, bu boyuttaki bir haritanın kullanışsız olduğuna karar verdiler ve biraz da saygıızlık ederek onu güneş ve yağmur altında yıpranmaya terk ettiler. Batı Çölleri’nde haritanın yırtılmış parçaları bugün bile bir hayvana ya dilenciye barınak olabiliyor; Coğrafya biliminden tüm ulusa kalan yalnızca budur.” (Alçaklığın Evrensel Tarihi, Jorge Luis Borges, Telos Yayıncılık, 1991, sf. 123).


YENİ ÇIKANLAR

Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

19

Cazibe stasyonu

Modernlik Fragmanlar

Trainspotting

D ar da Kalanlar

Ahmet Büke, Can Yay nlar , 96 s.

David Frisby, Metis Yay nlar , Çev: Ak n Terzi, 360 s.

Irvine Welsh, Siren Yay nlar , Çev: Avi Pardo, 352 s.

Elfriede Jelinek, Destek Yay nlar , 280 s.

Ahmet Büke, sıradan insanların iç dünyalarını yürek burkan bir incelikle anlatan öykülerin yazarı. Alnından gözüne inen siyah lekesiyle kurt indi çok uzakta bir yerde. Havayı derin derin kokladı. Yanık kokusunu takip etti. Et ve kemik çekti onu. Koşmayacak, kovalamayacak bir avı. Ne sürüden geri kalmış, kocamış bir koyun, ne yılkı, ne korkmuş bir tavşan. Pıhtısından donmuş, çatlamış kan. Ahmet Büke, delilerin akıllılardan, anıların yaşanan zamandan daha muteber olduğu küçük bir Ege kasabasında doğdu. Edebiyatı kimsesizlerin kimsesi olarak görüyor. Büke yeni kitabı “Cazibe İstasyonu”nda kalemiyle çizdiği coğrafyayı biraz daha genişletiyor; daha iyi bir dünya umuduyla.

Georg Simmel, Siegfried Kracauer, Walter Benjamin. Üçü de modernliğin kırıntılarından, süprüntülerinden, artıklarından, kısacası “fragmanlarından” yola çıkmayı tercih eder. Felsefi bir yaklaşım ve nüfuz edici çözümlemelerle, modernliğin hayatımızda neleri, nasıl dönüştürdüğüne bakarlar. Geleneksel zaman, mekân ve nedensellik algılarının parçalanmasını, para ve metanın hayatımıza damgasını vuruşunu odaklarına alırlar. Sosyolog David Frisby, değerleri görece geç anlaşılmış bu düşünürlerin külliyatlarını didik didik ederek, düşüncelerinin zengin bir panoramasını sunuyor. Kitap, bu üç düşünürün dünyasına iyi bir giriş olmasının yanı sıra, “yaşadığımız dünyayı” anlamak için de değerli iç görüler bulabileceğimiz özel bir inceleme niteliğinde.

“Trainspotting”, dibe vurmaktan çekinmeyenlerin öyküsü. Şimdi ve her zaman, bir iş, bir eş, bir yuva masallarıyla doymaktansa hayatın gerçekleriyle aç kalmayı seçenlerin gün sonu özeti. Yaşamlarını kariyerle ya da ilişkileriyle anlamlandırmaya çalışanlara inat, bambaşka şeylerin üzerine şeytan arabalarıyla tam gaz gidenlerin çarpıcı, unutulmaz, kafası güzel ve hazmı zor hikâyesi “Trainspotting”. Bizi seç, hayatı seç, çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç. İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum.

1946 yılında Steiermark’ta doğan Elfriede Jeliniek, 1983 yılında yayımlanan ve pek çok baskısı yapılan “Die Klavierspielerin” (Piyanist) adlı romanından beri Alman çağdaş edebiyatın en ilginç yazarlarından sayılmakta. Jelinek, 1998 yılında Georg Büchner ödülünün ve 2004 yılında Nobel edebiyat ödülünün sahibi oldu. “Dışarıda Kalanlar”, önceki nesillerin gölgesinden kurtulmaya çalışan genç insanların hikâyesini anlatıyor: Karanlıktan yararlanarak ve çocuksu görünümlerini kullanarak yoldan geçenlere saldırmak, mallarını yağmalamak ve soymak amacıyla bir çete kuracaklar ama ruhani liderleri Rainier suç işlerken ya da aşkı kovalarken aralarındaki en başarısız kişi olacaktı...

Fallusun Arkeolojisi

Ç plak Deniz Ç plak Ada / Bir Ada Hikayesi – 4

Atatürk - Rauf Orbay Kavgas

Evrim mi Yarat l ç l k m ?

Ya ar Kemal, Yap Kredi Yay nlar , 272 s.

Osman Selim Kocahano lu, Temel Yay nlar , 807 s.

Eugenie C. Scott, Evrensel Bas m Yay n, Çev: Levent Can Y lmaz, 464 s.

Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesi, son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada” ile tamamlandı. “Bir Ada Hikâyesi” dörtlüsü, Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alır. Dörtleme hem bir Yaşar Kemal klasiğidir hem de diliyle, yarattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar Kemal’in romancılığında önemli bir yeniliği işaret eder. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır. Ağaefendi’yle Melek Hatun, Poyraz’la Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erecektir; Lena Ana’nın yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristo’nun başına beklenmedik bir olay gelir.

Bu kitabın adına ve içeriğine bakılarak kesinlikle ve kesinlikle polemik ve sansasyon amaçlı yazıldığı sanılmamalı... Tam bize göre, tam bizim gibi ve tam içimizden iki tarihsel aktörün kurtuluş ve kuruluş mücadelesinde geçen ve süreç boyunca yaşanan olayların bilinmeyen yönleri farklı bir bakışla ortaya konulmaktadır. Bütünsel ve bağımsız portreler çizilme yerine, Rauf Bey kişiliği okunarak Mustafa Kemal portresi, Mustafa Kemal portresi okunarak Rauf Bey kişiliği ortaya çıkarıldı. Etno - kültürel Rauf Bey muhafazakarlığı ile, ana toplum bütün kimlik odaklı Mustafa Kemal devrimciliğini anlaşmazlığa sürükleyen kan uyuşmazlığının ideolojik kök paradigmaları mercek altına alındı.

“Evrim mi Yaratılışçılık mı?” kitabı evrim tartışmasını dinsel, bilimsel, eğitsel, tarihsel, yasal ve politik yönleriyle ele alıyor; görüşlere, sorulara, açıklamalara geniş ve objektif bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bu nedenle de birbirinden çok farklı otoritelerce, konuyu dünyada en iyi aktaran kitaplardan biri olarak tanımlanıyor. Dr. Eugenie C. Scott, donanımı ve konuya hâkimiyetiyle tartışmanın her boyutunu ayrıntısıyla öğrenebileceğimiz ender kişilerden biri olarak tanınıyor. Scott’un bu kitabı bu kaygılara yer bırakmayacak denli anlaşılır ve berrak. Bugüne dek okurlarına pek çok bilimsel kitap sunan Evrensel Basım Yayın’ın 500. kitabı olan “Evrim mi Yaratılışçılık mı?” çok tartışılacak.

smail Gezgin, Sel Yay nc l k, 376 s. Dünyanın her coğrafyasında, uygarlık tarihinin her periyodunda ve her kültürde kesintisiz biçimde, değişik materyaller üzerine betimlenen bereket sembolü falluslar arkeolojisi dünyasının ihmal edilmiş, ötelenmiş bir nesnesidir. Bedendeki onca organ içinde erkeklik organının bu denli sembolik bir anlam yüklenmesi ve tüm dünya tarafından bu anlamın korunması ve üretilmesini açıklamak, araştırmacıyı bilim sınırlarının da dışına çıkmaya mecbur bırakmaktadır. İsmail Gezgin, “Fallusun Arkeolojisi”nde, arkeologların basitçe bereketle özdeşleştirdikleri bir sembolün, yüklendiği anlamı ve toplumlar üzerindeki dönüştürücü etkisini açıklarken fallus konusunda söylenecek tüm sözleri söylemekten ziyade, söylenecek ne kadar çok söz olduğunu ortaya koymaktadır.


20

5 EK M 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Masal her ülkede masaldır Hayvanlar n insanlardan korkmad , birbirleriyle konu abildi i çok eski zamanlara ait birbirinden güzel masallar, “Dünya Halklar ndan Hayvan Masallar ” kitab nda bir araya getirildi

ÇOCUKLAR İÇİN

Uçurtmayla Bal k Tutmak Elindeki kitabın içine düşmek üzere olan bir çocuk gördüm. “Ne yapıyorsun yavrum?” diye sorunca, “Uçurtmayla balık tutuyorum amca”dedi. “Deminden beri izliyorum seni. Yüzün bir gülücüklerle doluyor, bir durgunlaşıyor, epeyce ilginç olmalı?” “Bu kitap yaşamı anlatıyor ama bildiğin bir sıradanlıkla değil. Burda gökyüzü de var, deniz de... Balık da var, şiir de...” Sustum. Düşünerek uzaklaştım yanından. Şimdiki çocuklar ve gençler ne şanslı! Düş dünyasından yola çıkarak yaşama ve sevgiye ulaşmayı öğreniyorlar. Şimdi ben nereye mi gidiyorum? Uçurtmayla balık tutmaya gidiyoruuuuuuuuuum!

Halime Y ld z, Evrensel Yay nlar , 62 s.

Karlar Ülkesi

İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com

Çocuk edebiyatının saygın emektarı Bilgin Adalı’yı kaybettik. Atatürk’ü konu alan belgesel filmlerin yanı sıra çocuklar ve gençleri ilgilendiren programlar hazırlayan, Türkçenin tüm inceliklerini kullanan ve çocuk edebiyatına özgün eserler kazandıran müstesna yazarımız Bilgin Adalı, “Benim dilim dillerin en güzeli...” demişti. Aslında dilimiz böyle yazarların kaleminde güzeldi. Başımız sağolsun. ŞAKACI ŞİİR Hadi güneşi budayalım daha çok ışısın diye saçlarını kınalayalım aydedenin gençleşsin biraz Top namlusunda saksı uçaklardan dönme dolap tüfeklerden fasulye sırığı yapalım işe yarasınlar Kavun karpuz yetiştirelim çatısında evlerin denizi sürüp darı ekelim ortasına bu da şakası olsun şiirimizin Çöle su, tarlaya tohum gerek yoksula aş, hastaya hekim her köye bir okul kuralım değişsin görünümü yeryüzünün Davranın çocuklar ha gayret geç kalırsak bu işte büyükler oyunu bozacak (Bilgin Adalı)

HAYVANLAR DÜNYASINDAN DUYULMADIK MASALLAR Hayvanların insanlardan korkmadığı, birbirleriyle konuşabildiği çok eski zamanlara ait birbirinden güzel masallar, Tarık Demirkan’ın derlediği “Dünya Halklarından Hayvan Masalları” kitabında bir araya getirildi. Kuzey Amerika kıtasının Kızılderililerin yaşadığı kurak bölgelerinden yüksek dağlarla kaplı Tibet’e kadar çok geniş bir coğrafyadan süzülüp gelen bu işitilmedik masallar, birçok sorunun da cevabını veriyor aynı zamanda. Yılanın neden kıvrıla kıvrıla ilerlediğini bir Afrika masalından, denizatlarının nasıl ortaya çıktığını bir Filipinler masalından, tilkinin kuyruğunun neden beyaz olduğunu bir Norveç masalından, balinaların neden derin denizlerde yaşadığını bir Bahama Adası masalından, baykuşların şarkı söylemeyi nasıl öğrendiğini bir Estonya masalından ya da bazı kazların neden alacalı olduğunu bir Başkır Türk masalından öğrenebilirsiniz. Üstelik “Dünya Halklarından Hayvan Masalları”nın devamı da gelecek. Tarık Demirkan, “Kültürlerimiz farklı olsa da dünyamız tek. Masal her ülkede masaldır, çocuk da her ülkede çocuk” gerçeğine inanıyor. Okunan bir masalın ardından bir çocuğun yüzünde beliren bir gülümsemenin ve dünyayı anlamaya çalışan çocuk için harcanan emeğin her şeye değeceğini düşünüyor. Bartın’da başladığı yaşam macerasını şimdi Budapeşte’de sürdürüyor. Yazar ve serbest gazeteci olarak çalışıyor. Evli ve “hayatımın en güzel masalı” olarak tanıttığı ve çocukluğunu dünya masallarıyla bezediği bir kızı var. (Tanıtım bülteninden) İyi okumalar diliyoruz. (Dünya Halklarından Hayvan Masalları, Tarık Demirkan, Can Yayınları, 112 s.)

Sibirya kurtlarının ulumalarını duyabiliyor musunuz? Sizi Kuzey Kutbu’nda bir maceraya çağırıyorlar! Ella, terk edilmiş bir Sibirya kurdu bulur ve aralarında hemen özel bir bağ kurulur. Mavi adını verdiği bu çok özel yavru köpek, Kuzey Kutbu’nda yaşayan Yıldızışığı “Kar köpekleri”nin üyesidir! Ella da onların yeni lideri olarak seçilmiştir. Görevi, karla kaplı bu ülkede yaşayan hayvanlara yardım etmek ve çıkabilecek sorunları çözmektir. İlk görevinde Ella, kutup ayısı ve onun iki yavrusuna yardım edecektir. Geç gelen kışlar ve incelen buzlar nedeniyle kutup ayıları karınlarını doyurmakta zorlanmaktadır.

Skye Waters, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Tülin Sad ko lu, 204 s.

Derslerle Ba m Dertte - 2: Hayvanat Bahçesinde Neler Oluyor? Bugün çok heyecanlıyım, içim içime sığmıyor! Neden mi? Çünkü sınıfça hayvanat bahçesine gideceğiz. Hayvanat bahçesinde neler öğrendim neler... Örneğin; nesli tükenme tehlikesi olan hayvanları. Bir de başıma gelenleri bir bilseniz... Hangi birini anlatsam ki... Kaybolduğumu mu? Çok korktuğumu mu? Yoksa evde beni bekleyen cezaları mı? Yağmur’un maceraları devam ediyor. Haylaz Yağmur bu kez hayvanat bahçesinde neler yaşadığını anlatıyor size.

Funda Özlem eran, Final Kültür Sanat Yay nlar , 72 s.

Ya l Kad n ve Papa an Tek başına yaşayan Bayan Gage, geçimini ayakkabı onararak sağlamaktadır. Bir gün bir avukatlık bürosundan gelen mektup, uzun zamandır görüşmediği ağabeyinin vefat ettiğini bildirir ona. Nesi var nesi yoksa kızkardeşine bırakmıştır. Hemen yola çıkan Bayan Gage, ağabeyinin yaşadığı kasabaya gider. Ağabeyinden kendisine kalanlar arasında bir de papağan vardır. Ancak bu sıradan bir papağan değildir ve onun sayesinde Bayan Gage’in hayatı tümüyle değişecektir. Ünlü yazar Virginia Woolf’un çocuklar için kaleme aldığı “Yaşlı Kadın ve Papağan”, usta bir yazarın kaleminden çıkan küçük ama etkileyici bir hikâye.

Virginia Woolf, K rm z Kedi Yay nevi, Çev: lknur Özdemir, 48 s.


Aydınlık KİTAP

SES - SÖZ

5 EK M 2012 CUMA

21

Salinger ve Holden’a söylenen şarkılar

DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com

Müzik, edebiyatın başka giyinmiş halidir. Hayatın ritmi ve şiiri öyle bir enerjidir ki yıllardan beri onu müzikte ve edebiyatta yakalamaya çalışırız. Bir kitap bazen bir müzikle değerlenir ya da bir müzik bir kitap yüzünden öne geçer. Modern zamanın kendine uygun bireyler yetiştirmesine karşı içimizdeki isyanın en güzel iki enstrümanıdır müzik ve edebiyat. Kimi kitaplar kimi şarkıları barındırmıştır içinde, kimi şarkılar kimi kitapların efkarıyla yazılmıştır ve kimi kitaplar kimi şarkıların isimleriyle doğmuştur. Ses ile sözün birlikteliğini vereceğimiz bu köşede ilk olarak pek çok kişinin vazgeçilmez kitabı olan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı ele alıyoruz. Yazarı Salinger, gizli saklı yazdıkları yayımlanır artık diye ölümüne sevinen hayranlar barındırıyordu. Hayatını inzivaya çekilerek yaşamayı seçmişti ve basından nefret ediyordu. Çekilmiş olan son fotoğrafı kendisini çekerken yakaladığı kameramana yumruğunu salladığı andır. Yazdığı “Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabı John Lennon'ı öldüren Mark Chapman’ın cebinden çıkmıştır ve davaya konu olmuştur. ABD Holden’ı küfürlü ve aykırı dilinden dolayı bir anti-kahraman olarak görmüş ve okullarda okutulmasını yasaklamıştır. Buna rağmen Holden anlattıklarıyla pek çok insanın unutulmaz kitap kahramanı olmuştur. Eserin müzikle olan bağlantılarına baktığımızda oldukça fazla ilişki ortaya çıkıyor. Kitabın içinde yer yer Holden’ın ağzından bazı şarkı isimlerinin çıktığını görüyoruz: “Stradlater tıraş olurken ıslıkla Song of İndia’yı çalıp duruyordu. İyi ıslıkçıların bile zor çıkaracağı Song of İndia ya da Slaughter on the Tenth Avenue gibi parçaları böyle kulak tırmalaya tırmalaya, bozukdüzen öttürmeye ça-

lışırdı. Şarkının gerçekten de içine ederdi yani.” (Çavdar Tarlasında Çocuklar-YKY, s.31) Kitabın kahramanı (ki ABD için bir anti-kahraman) o kadar unutulmaz bir karakterdir ki pek çok besteciyi etkilemiştir. Kitaptan etkilenerek ortaya çıkan şarkılara geçmeden önce kitabın orijinal adını Holden’ın biraz değiştirdiği Robert Burns’ün “Comin Thro’ The Rye” şiirinden aldığını belirtelim. Kitaba esin kaynağı olan dizeler “Should somebody meet somebody comin’ through the rye”dır. Şiir ayrıca bestelenip şarkı haline de gelmiştir. Kitapta bu atıf, Holden’ın çok sevdiği küçük kız kardeşi Phoebe ile kurduğu diyalogta şöyle geçmektedir: “O şarkıyı biliyor musun, hani, “Yakalarsa birini biri, çavdarlar arasında,” diye? Ben işte...” “O öyle değil, “Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında,” olacak! Şiir bu, Robert Burns’ün.” “Robert Burns’ün şiiri olduğunu ben ben de biliyorum.” Doğru söylüyordu. Doğrusu, “Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında,” olacaktı. Demek ki, bilmiyormuşum. “Ben, ‘Yakalarsa birini biri,’ sanıyordum,” dedim. “Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey.” 1953 yapımı, başrollerinde Clark Gable, Grace Kelly ve Ava Gardner’ın yer aldığı “Mogambo” filminin bir sahnesinde Ava Gadner piyano başında bu şarkıyı söylemeye başlar. Natasha Holt, Julia London, Marion Anderson, Isobel Baillie, Amelita Galli-Curci gibi pek çok isim şarkıyı seslendirmiştir. Holden, yazarı Salinger kadar ilgi çeki-

ciydi ve doğal üslubu onun etkileyiciliğini arttırıyordu. Bu etkileyicilik bir süre sonra bestelerin Holden’a ya da Salinger’a adanmasını doğurdu. Guns N’ Roses 1998-2008 yılları arasında hazırladığı “Chinese Democracy” albümünde bir parça Salinger’in kitabının adıyla aynı adı paylaşıyordu: “Catcher in the Rye”. Sözler Axl Rose’a aitti. “Oooh, the Catcher In The Rye Again Won’t let ya get away from him (Tomorrow never comes) It's just another day... Like today” Ooo, çavdar tarlasında bir avcı ondan uzak kalmana izin vermeyecek (yarın hiçbir zaman gelmez) o sadece başka bir gün tıpkı bugün gibi Kitap Türkçeye “Çavdar Tarlasında Çocuklar” isminden önce “Gönülçelen” adıyla çevrilmişti. Teoman’ın “Gönülçelen” parçasının adını buradan esinlenerek koyduğu bilinir. Ünlü punk rock grubu Green Day 1992’te çıkarttığı “Kerplunk” albümünde sözleri Billie Joe Armstrong’a ait olan “Who Wrote Holden Caulfield?” isimli bir parçaya yer verdi. There’s a boy who fogs his world and now he’s getting lazy There’s no motivation and frustration makes him crazy He makes a plan to take a stand but always ends up sitting. Someone help him up or he’s gonna end up quitting Kendi dünyasını karartan bir çocuk var, gitgide tembelleşiyor Hevesi kalmadı ve hayal kırıklığı onu çıldırtıyor Ayakta durmayı hedefliyor ama her seferinde sonu oturmak Biri ona yardım etsin ya da sonunda pes edecek İngiliz müzik grubu The Divine Comedy 1999’da çıkardığı “A Secret History – The Best of The Divine Comedy” albümünde “Gin Soaked Boy” adlı parçasının son kısmında Salinger’ın kitabına atıfta bulunmuştur. “I’m the half-truth in the lie I’m the why not in the why I’m the last roll of the die I’m the old school in the tie I’m the spirit in the sky I’m the catcher in the rye I’m the twinkle in her eye I’m the jeff goldblum in the fly” Yalanın içindeki yarı gerçeğim

J. D. Salinger

Nedenin içindeki neden olmasın Sikkenin yuvarlanışındaki son devir Eski moda kravatım Gökteki ayım Çavdar tarlasındaki avcıyım Gözlerindeki parıltı Göklerdeki Jeff Goldblum benim. Billy Joel’in “We Didn’t Start The Fire” şarkısı “Storm Front” albümünün 1949-1989 yılları arasına kısa ve güçlü atıflar yapan bir parçadır bu. “Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabı da bu atfa uğramıştır. Şarkı yayınlandığı zaman Amerika'da birinci sıraya yükseldi. “Rosenbergs, h-bomb, Sugar Ray, Panmunjom Brando, “the king and i” and “the catcher in the rye” Rosenbergler, atom bombası, Sugar Ray, Panmunjom Brando, kral ve ben ve çavdar tarlasında çocuklar “Le Pastie De La Bourgeoisie”, Belle and Sebastian’ın sözleri İngilizce adı Fransızca olan şarkısı. “3 6 9 Seconds of Light” albümünde yer almaktadır. Fransız müzik grubu Indochine, “Le Baiser”(1990) albümünde “Des Fleurs Pour Salinger” adlı bir parçaya yer vermişti. Görüldüğü üzere müzik ve edebiyat hayatlarımızı beslerken birbirlerini de beslemeyi ihmal etmiyorlar. Bu beslenmeden doğan şeyleri sizlerle paylaşmaya her hafta devam ederken Holden’dan bir alıntıyla yazıyı bitirelim; “Yemin ederim, ben bir piyanist ya da aktör filan olsaydım ve bu sersemler de benim olağanüstü biri olduğumu düşünselerdi, bu durumdan nefret ederdim. Beni alkışlamalarını bile istemezdim. İnsanlar hep yanlış şeyleri alkışlıyorlar. Ben piyanist olsaydım, gider bir kenefe kapanır, öyle çalardım.”

Ses ile sözün birlikteliğini vereceğimiz bu köşede ilk olarak pek çok kişinin vazgeçilmez kitabı olan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı ele alıyoruz...


22

Aydınlık KİTAP

5 EK M 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Tanrılar adildir. Hiç kuşkusuz. Son tahlilde görünen o ki, tanrıların yasalarını, toplumları idare eden kişiler dikte ederler; İlahi Takdir düşüncesi insanlardan çıkar.

2

a) George Orwell, 1984 b) Ray Douglas Bradbury, Fahrenheit 451 c) Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya d) Anthony Burgess, Otomatik Portakal e) Frank Herbert, Dune

“... hayatlarını son derece çekilmez bulan insanlar her zaman vardır, ve yapacakları en iyi şeyin başka bir varoluş düzlemine geçişlerini hızlandırmak olduğuna inanırlar.”

3

... olduğumuz yerde değiliz, sahte bir konumdayız. Doğamızdaki bir zaaf yüzünden, bir durumu varsayıyoruz, kendimizi onun içine yerleştiriyoruz ve bu yüzden de kendimizi aynı anda iki durum içinde buluyoruz, içinden çıkılması iki kat zor oluyor.

a) Stephen King, Ruhlar Dükkanı b) Jostein Gaarder, Maya c) Martin Suter, Ayın Karanlık Yüzü d) Bret Easton Ellis, Ay Parkı e) Neil Gaiman, Mezarlık Kitabı

a) Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor b) Paul Auster, Hayaletler c) Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık d) Ursula K. Le Guin, Yanılsamalar Kenti e) Umberto Eco, Prag Mezarlığı

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(c) 2-(e) 3-(b)

1

BULMACA SOLDAN SA A 1. (AHMET ... ... ) Resimdeki yazar 2. Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak - Bir aletin, bir arac n veya bir biçimin ana çizgilerini gösteren çizim - Geçmi te i lenmi ve mahkemece ispatlan p cezaland r lm olan suç 3. Su yosunu - Bir eyi benzerlerinden ay rt etmeye yarayan durum veya ö e, ay rmaç - Ho lanma, zevklenme 4. Beyaz - S n r ni an - Eyere al t r lmam binek hayvan - Bir haber ajans 5. Yeryüzü parças - M s r’ n plakas - Ekmek 6. Dayan lacak ey, ilke - Yava , a r - Ulusal bir parayla yabanc bir para birimi aras ndaki de i im oran

7. Baryum’un simgesi - Tatl bir besin maddesi - Bir gayret ünlemi - sviçre’de bir nehir 8. Haber verme - Ut çalan kimse - Terbiyum’un simgesi 9. Kale duvar - Germanyum’un simgesi - nsan n dü ünme, ak l yürütme, yarg lama ve anlama yeteneklerinin tümü 10. Bolluk, varl k ve rahatl k içinde ya ama, gönenç - Stanislaw Lem’in bir eseri 11. Kur un’un simgesi - Kolayca duygulan p incinen, duygulu, hassas - Otlar - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) 12. Anlam, mana - Doyma, doymu luk - Güney Amerika’da s r çoban na verilen ad 13. Bir nota - Jüpiter’in bir uydusu - Tepkili uçak Rubidyum’un simgesi 14. Platin’in simgesi - Türk veren Sendikas Konfederasyonu

(k sa) - Çok ince gözenekli pamuk, ipek veya sentetik dokumadan yap lm perde - Ak am yeme i 15. Bir damla gözya - Ahlak, huy, karakter - Cennet YUKARIDAN A A IYA 1. Holmiyum’un simgesi - Çakal ba l bir insan görünümündeki M s r tanr s - Prometyum’un simgesi - Palladyum’un simgesi 2. Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Resimdeki yazar n bir eseri 3. Yabanc bir uzunluk ölçüsü birimi - sim - Bir seslenme sözü - E ek sesi 4. Garipler - Bir hayvan - Tantal’ n simgesi 5. Çal ma, meslek - Radyum’un simgesi - Dokumada çözgüler aras ndan enine geçirilen iplik - Bizmut’un simgesi 6. Erdem ve meziyette birbiriyle yar ma - nsana al k n, kendisinden yararlan lan hayvan, evcil - Nazi polis örgütü 7. Japonya’da buda rahibesi - Duman lekesi - Dü ünmenin bilincini belirten Japonca terim 8. Külhanbeyi ba rt s - “... Derek” (aktris) 9. A r dereceye varan al kanl klar - Sümerler’de su tanr s - Bir cetvel türü 10. Geçersiz k lma - Resimdeki yazar n bir eseri - Elyaf ndan ip ve çuval yap m nda yararlan lan bir bitki 11. Ölünün vücudu, ceset - Oturma, oturu - Bedevi Araplar’ n ba l olan kefiyeyi tutturmakta kullan lan dü ümlü kordon 12. Bir kan grubu - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - Yapma, meydana getirme Argoda “esrar” 13. Mürekkep kurutma kumu - “... Güler” (foto rafç ) - Ayn ad ta yanlardan her biri - Bir yüzölçümü birimi 14. Eski Çin ve Mo ol hükümdarlar na verilen ad - Bir binek hayvan - nsan ya da hayvan vücudunu derisiz, yaln zca kas yap s görülür biçimde betimleyen sanat yap t 15. slam dinini korumak veya yaymak amac yla yap lan kutsal sava - ABD’nin Illinois kentine ba l bir eyalet - Saz n en kal n teli ya da kiri i

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.