.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
30 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1323
30 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 40
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Zamana direnen yazar
Gerçekte savrulan kim?
Gerçeği kusurda arayan bir yazar: Jodi Picoult
Max Beer’den “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi”
Kendi türünde bir klasik
Ülkesi gibi, bu gezegen gibi, hepimiz gibi, arafta
Latin Amerika’nın devrimi ve evrimi
Aydınlık KİTAP
30 KASIM 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER
Haftanın Portresi: Fernando Pessoa
s. 4
Orhan Kemal
s. 5
Gerçekte savrulan kim?
s. 6
Dört duvar dört kaçak
s. 7
Gerçeği kusurda arayan bir yazar: Jodi Picoult
s. 8
Yüksek dozda vitamin
s. 9
Bu sayıda Max Beer’in dünya sosyalist yazınında önemli yere sahip “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi” başlıklı çalışmasını kapak dosyamızdan işliyoruz. Kaynak Yayınları tarafından yeniden basımı yapılan kitap İlkçağ’dan 20. yüzyıla; insanlık tarihinde özgürlük, eşitlik, barış ve refah uğruna yürütülen mücadelelerin tamamını kapsıyor. Bu çalışmaya dair geniş bir değerlendirme yazısını kapak sayfalarımızda bulabilirsiniz. İlginize sunuyoruz. ***
Kozmopolitan hayatlar, Diasporik kimlikler
s. 10
Ülkesi gibi, bu gezegen gibi, hepimiz gibi, arafta
s. 11
Yalçın Doğan’ın kısa süre önce basılan “Savrulanlar” başlıklı kitabı haftalardır tartışılıyor. Gazetelerin eklerinde çokça yer aldı. Dersim olayları hakkında sayısız makaleye imza atmış, konunun uzmanı sayılabilecek Mehmet Bedri Gültekin Aydınlık Kitap için yazdı. Tartışmalara açıklık getireceğini düşünüyoruz. ***
Kapak: Kendi türünde bir klasik
s. 12
Don ve Volga’da yolculuk
s. 14
Latin Amerika’nın devrimi ve evrimi
s. 15
Arkeolojinin yıktığı tabular
s. 16
Tanpınar: “Atatürk bizi özlediğimiz bütünlüğe götürdü.”
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk-Genç: Kuyrukluyıldızın gizemi
s. 20
Sahaf: Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk’le beraber
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Orhan Kemal’in ölümünün ardından 40 yıl geçmiş. Oğlu Işık Öğütçü’nün titiz çalışmaları sayesinde yazarın farklı yönlerini keşfetmeye devam ediyoruz. Yakın zamanda yayımlanan “Zamana Karşı Orhan Kemal” başlıklı kitap 50’li yıllardan bu yana çeşitli yayın organlarında Orhan Kemal hakkında yazılmış eleştiri yazılarını bir araya getiriyor. Olumlu olumsuz tüm yazıları içinde bulunduran çalışmada Attila İlhan, Melih Cevdet gibi birçok yazar ve edebiyat eleştirmeninin Orhan Kemal’e ilişkin değerlendirmeleri bulunuyor. Bunların birçoğu elbette biliniyor fakat hepsini tek bir eserde toplamak özellikle konu hakkında araştırma yapanlar için büyük bir olanak. Eser, tüm bu yazıları farklı yayın kuruluşlarından bulmasıyla ciddi bir arşiv çalışmasının ürünü. Bu açıdan Öğütçü’nün sunduğu, büyük bir hizmet. Bu değerlendirme yazıları sadece Orhan Kemal’i yeniden keşfetmeye yaramıyor. Aynı zamanda Türk edebiyatında var olan eleştiri kültürünü hatırlamamızı, dönemin tartışmalarındaki derinliği görmemizi sağlıyor. Kitaba ilişkin yazıyı iç sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk
www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
Saynur Okuroğlu
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
HAFTANIN PORTRES
Fernando Pessoa (13 HAZİRAN 1888 - 30 KASIM 1935)
Kitap sayesinde, 18. ve 19. yüzy l ngilteresini ve domuzun geli en olaylar sonucunda yetene inin ke fi ile panay rlar dünyas n anlayabiliyorsunuz. Özellikle dilinin ak c ve güzel olu u s k lmadan okuman z sa l yor. Ancak tüm bunlar gerçekten güzel ve de i ik bir kitap okudunuz mu sorusunun akl n zdan ç kmas na sebep olam yor
Pessoa yap tlar n kendi ad yla yazd kadar ba ka adlarla da yazd . Ancak bu sadece takma ad kullanmaktan ibaret de ildi. Pessoa; Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares gibi takma adlar olu tururken yaz lar nda onlar aras nda diyalog da sa layarak kurmaca bir gerçeklik kazanmalar na sebep olmu tur Ünlü Portekizli yazar, şair ve ressam Fernando Pessoa 1888 yılında Lizbon’da doğdu. Erken yaşta babasını kaybeden Pessoa, annesinin tekrar evlenmesiyle Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Durban’a taşınır. 1905 yılında üvey babasını kaybedince Lizbon’a geri dönerler ve 1921 yılına kadar ekonomik zorluklar nedeniyle zor günler geçirir. Geçimini yabancı dillerde iş mektupları yazarak kazanan Pessoa döneminin ve özellikle de ülkesinin önde gelen yazarlarından olmuştur. Portekiz modernizminin öncülerinden Pessoa önceleri önce İngiliz klasiklerinden Poe, Shakespeare’den ve daha sonra Fransız sembolistlerinden Mallerme ve Baudelaire’den etkilenmiş ve ilk şiirlerini 1905’te yazmaya başlamıştır. Lizbon’a döndükten sonra dönemin modernist dergilerinde şiirleri yayımlanmaya başladı. 1912’de şiirleri yayımlanmaya başlandığında simgeci şiirin ve “geçmişe özlem”in etkisi altındaydı. Takip eden yıllarda eleştiri ve denemeler de yazdı. 1913 yılında fütürist harekete katıldı ve “paulismo” akımını başlattı. Pessoa yapıtlarını kendi adıyla yazdığı kadar başka adlarla da yazdı. Ancak bu sadece takma ad kullanmaktan ibaret değildi. Pessoa; Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares gibi takma adları oluştururken yazılarında onlar arasında diyalog da sağlayarak kurmaca bir gerçeklik kazanmalarına sebep olmuştur. Bu adlarının her birinin ayrı bir yaşam öyküsü vardır. Örneğin Alberto Caeiro kötü bir Portekizceyle doğa şiirleri yazmaktadır. Ri-
Domuz gözüyle hayat
Russell Potter
DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com
İthaki Yayınları’nın “Başka Kitaplar” lınızdan çıkmasına sebep olamıyor.
cardo Reis pagan dinlere inanan bir hekimdir. Bernardo Soares ise önemli eserlerinden “Huzursuzluğun Kitabı” yazarı olarak yaratılmıştı. Soares, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu. Pessoa hayali yaşamlar oluştururken gerçek sanılması için de uğraşmıştır. Yarattığı bu kimlikler bir anlamda kendisinin farklı yönlerinden oluşmaktadır. Yaşamında pek tanınmayan yazar, vefatıyla beraber bulunan yazılarıyla ünlenmiştir. Pessoa’nın eserleri ise şunlardır: “Şeytanın Saati”, “Sırların Cebiri”, “Denize Övgü”, “Düşsel ve Gerçek”, “Anarşist Banker”, “Huzursuzluğun Kitabı”. Şiirleri de meşhur olan Pessoa’yu şiirleriyle de hatırlamak gerekmektedir: Sayısız insan yaşar içimizde, hissetsem de düşünsem de bilemem kim düşünür içimde kim hisseder. Düşünceler ya da hisler için yalnızca sahneyim ben. Ruhsa, birden fazla var bende. Ben’se benden daha fazlası. Herkes kayıtsız oysa yaşadığım hayata: Susturuyorum onları, kendim konuşurken. Hislerim, hissetmediklerim onlardan doğup da birbiriyle çelişenler. Farkına varmıyorum hiçbir şeyin - yalnızca yaşıyorum ben, olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.
isimli serisine bir kitap daha kazandırıldı: “Tahsilli Bir Domuzun Anıları”. Yazar Russell Potter’ın son kitabı dilimize kazandırılmış ilk kitabı olma özelliğini taşıyor. Hip hop kültürü, pop müzik ve 19. yüzyılda İngilizlerin Kuzey Kutbu’ndaki keşifleri üzerine araştırmaları ile dikkat çeken yazar edebiyat ve erken dönem medya dersleri de vermektedir. Türkiye’de basılmamış olsa da 1995 yılında çıkmış “Muhteşem Dil: Hip Hop Kültürü ve Postmodernizmin Politikaları” ve 2007 yılında basılmış “Kutup Manzaraları: Görsel Kültürde Buzlar İçindeki Kuzey” isimli iki kitabı mevcuttur. Arka kapağında “Normallerin ulaşamayacağı raflarda saklayınız…” şeklinde bir uyarıyla okuyucuyu bekleyen kitap, 19. yüzyıl İngilteresinde geçiyor. Roman, bir çiftlikte yaşayan sıradan bir domuzun okumayı öğrenerek gelişen birtakım olaylar sonucunda insanlarla iletişim kurabilmesini ve bu yeteneğinin keşfedilmesiyle eğitim alıp üniversiteden mezun olmasını anlatıyor. Kitap, “Toby” isimli domuzun otobiyografisi esasında. Okumayı öğrendikten sonra yazabileceği bir makine geliştiren Toby, hayatını kaleme almış ve “kitapta belirtildiği üzere” esasında kitap 19. yüzyılda basılmış ve günümüzde yeniden okuyucuyla buluşmuştur. Kitabın konusu gerçekten ilginç. Arka kapakta herhangi bir bilgi yer almaması da belki de ilgi çekiciliğe katkıda bulunuyor. Kitap sayesinde, 18. ve 19. yüzyıl İngilteresini ve domuzun gelişen olaylar sonucunda yeteneğinin keşfi ile panayırlar dünyasını anlayabiliyorsunuz. Özellikle dilinin akıcı ve güzel oluşu sıkılmadan okumanızı sağlıyor. Ancak tüm bunlar gerçekten güzel ve değişik bir kitap okudunuz mu sorusunun ak-
Başlangıçta ilk hissettiğiniz hayvan sevgisini hissettirmek ve onların da en az insanlar gibi değerli olduğu düşüncesi oluyor. Ancak sadece bu amaçla kitap yazılmıştır diye düşünmemeye başlıyorsunuz bir süre sonra. Çünkü tam olarak hissedebildiğiniz net bir fikir sunmuyor kitap. Sadece domuzun yaşamından ibaret. Domuz üniversite eğitimi aldıktan sonra da düşünceleriyle sizi etkileyen veya size bir şeyler ifade eden bir karaktere dönüşmüyor maalesef. Sadece Shakespeare’i sevdiğini ve Latince dil bilgisinin muazzam olduğunu öğreniyoruz. Dünyayı bir domuzun gözünden görmeye çalışıyoruz, ancak bir yerde bir sorun olduğu ve sizi hep tedirgin ettiği kesin. Sonu nereye bağlanacak veya yazarın değişik bir tarzla okuyucunun karşısına neden çıkıyor sorularının cevaplarını ben bulamadım ve bu sebeple kitabın büyük bir etkileyiciliği olduğu kanısında değilim. Genel olarak kitaptan alabildiğim “hayvanları sevme ve onlara eziyet etmeme” oldu. Ancak bir domuzun bile entelektüel bir seviyeye gelebilmişken çoğu insanın gelemiyor oluşu eleştirilmek isteniyorsa oldukça farklı bir noktaya ulaşılmak isteniyor. Ancak kitabın sadece hayvan sevme temalı kaldığını umut etmek istiyorum. Sonuç olarak bir domuzun gözünden eski İngiltere panayırlarını ve hayatının konu olarak ilginç olduğunu düşünüyorsanız, okunabilecek sıkıcı olmayan bir kitapla karşı karşıyasınız. Ancak kitaplardan bir şey bekleyenlerdenseniz umduğunuz gibi çıkmayacağını söyleyebilirim. ( Tahsilli Bir Domuzun Anıları, Russell Potter, İthaki Yayınları, Çev: İnci Katırcı, 229 s.)
Aydınlık KİTAP
5
Zamana direnen yazar Otuz y ll k zaman diliminde edebiyat m zda tart lan ve konu ulan konular okuyoruz; usta yazar m z Orhan Kemal’e dü en kadar yla MUSTAFA ASLAN “Zamana Karşı Orhan Kemal” Işık Öğütçü tarafından hazırlanıp geçtiğimiz aylarda raflarda yerini aldı. Kitap, geçmişten bugüne Orhan Kemal’le ilgili çeşitli yayın organlarında yer almış yazıların ve yazarla yapılan röportajların bir derlemesi. Bugüne dek kaleme alınan tüm eleştiri yazılarını bir araya getirdiği için gerçek bir kaynak kitap niteliğinde. Öğütçü, daha önce de Orhan Kemal’in gün ışığına çıkmayan “Yüz Karası”, “Önemli Not”, “Yazmak Doludizgin” adlı yapıtlarını okurla buluşturmuştu.
YAZI VE RÖPORTAJLAR Işık Öğütçü, Orhan Kemal’e ilişkin kaleme alınan yazılarla, yazarla yapılan söyleşileri tarih sırasına göre okura sunuyor. 1940’lı yıllardan başlayarak 1970’li yıllara uzanan bir zaman dilimi içerisinde Orhan Kemal’in eserlerini değerlendiren yazıları ve onunla yapılmış söyleşileri sunuyor. Yazıların tarih sırasına göre verilmesi bir yerde birbirini izleyen yazılar ve yapıtlar arasındaki bağlantıyı da kurduruyor okura. Orhan Kemal’in yapıtları hakkında yazılan yazılar kitapta çoğunluğu oluşturuyor. Yazılara imza atanlar arasında, Attila İlhan, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Oktay Rıfat, Vedat Günyol, Ömer Faruk Toprak, Doğan Hızlan, Tarık Buğra, Melih Cevdet Anday’ı adları ilk aklıma gelenler arasında sayıyorum. Işık Öğütçü sadece yukarıda anlattığım derleme işini yapmıyor. Kitabı okurken derlemeden öte bir çalışma yaptığı göze çarpıyor. Yazılarda sözü edilen bir konuyu yerine göre özel arşivine başvurarak zenginleştiriyor. Örnek vermek gerekirse; Orhan Kemal bir yapıtı hakkında yapılan eleştirilere Fikret Otyam’a yazdığı bir mektupta yanıt veriyor. İşte bu yanıtı da kitapta bulmak mümkün: “ ‘Suçlu’ insanların bozduğu dünyayı gene insanların düzene koyacağına inanan bir yazarın romanıdır her şeyden önce. ‘Suçlu’da insanların insanlara yardımı vardır, arkadaşlık vardır. Aydınlık bir gerçekçiliktir o. Basit bir gözlemcilik değil.” (s.119) Böylece Orhan Kemal’in yapılan eleştiri hakkında ne düşündüğünü de öğrenmek mümkün oluyor. Bu açıdan kitap, Orhan Kemal’i tanımak ve daha iyi anlamak adına bulunmaz bir imkan sunuyor okura.
EDEB YAT TAR H M Z “Zamana Karşı Orhan Kemal” bir yönüyle Orhan Kemal’i anlatırken, bir yönüy-
Orhan Kemal
le de 1940-70 arasındaki edebiyatımızın otuz yıllık tarihine de katkıda bulunuyor. Otuz yıllık zaman diliminde edebiyatımızda tartışılan ve konuşulan konuları okuyoruz; usta yazarımız Orhan Kemal’e düşen kadarıyla. Dünden bugüne uzanan düzlemde edebiyatın kapanmayan yaralarına da parmak basıldığını görüyoruz; özellikle Orhan Kemal röportajlarında. Işık Öğütçü bu çalışmada 1940-70 yılları arasında yayın yaşamımızda varlığını duyumsatan yazarlar ve yayın organlarını birer belge olarak aktarıyor. Bu dönem her açıdan incelemeye değer. Dikkat çeken önemli yanlarından birisi de kitaptaki yazı ve röportajların II. Dünya Savaşı ve sonrasına rastlaması. Dünya savaşları sonrasında yaşanan sosyo-ekonomik çalkantıların edebiyatı da derinden etkilediği su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. “Zamana Karşı Orhan Kemal” yukarıda anlatmaya çalıştıklarımızın dışında bir yanıyla da Orhan Kemal’in düşün dünyasının kapılarını açıyor bizlere. “Sanat öncülüğü bence, öncü sanatçının içinde yaşadığı toplumun sosyal, ekonomik itmesiyle meydana gelen bir çeşit görevdir. Öncü sanatçı da her bakımdan bu niteliğe sahip kişidir. Öncü sanatçı çıkarcı politikanın önündedir.” (s.270) Işık Öğütçü’nün Orhan Kemal ve yapıtlarıyla ilgili yazı ve röportajları bir araya topladığı, birkaç yerde de aile arşivini devreye soktuğu “Zamana Karşı Orhan Kemal” sadece Orhan Kemal okurlarının değil, her edebiyatseverin ve edebiyat alanında çalışma yapanların kitaplığında bulunması gereken bir kitap. (Zaman Karşı Orhan Kemal, Işık Öğütçü, Everest Yayınları, 450 s.)
6
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YALÇIN DOĞAN’IN KİTABI “SAVRULANLAR - DERSİM, 1937-1938 HATTA 1939”
Gerçekte savrulan kim? Yalç n Do an’ n kitab nda öne sürdü ü görü ler ile, Ba bakan Yard mc s Bekir Bozda ’ n “Tekke ve Zaviyelerin Kald r lmas Hakk ndaki Kanun, Alevileri hedef alm t r” eklindeki aç klamalar aras ndaki paralellik son derece dikkat çekicidir MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla Şark Islahat Planı’nda amaçlanan “Kürtlerin asimile edilmesi” bir bütünlük taşıyor. (s.265) Kitapta bir yanda bu iddialar sıralanmakta, öte yanda Dersimlilerin neden bugüne kadar CHP’yi destekledikleri ise laiklik ile açıklanmaktadır. Tekke ve zaviyelerle ilgili kanunun Cumhuriyet’in en önemli laiklik uygulamalarından biri olduğunu unutuyor Yalçın Doğan. Gerçekte ise Dersim İsyanı’nın Alevi-Sunni çekişmesi ile en ufak bir ilgisi yoktur. Kemalist iktidarı “sunni” bir iktidar olarak nitelemek ise ancak her türlü gerçeklik duygusunu kaybetmekle açıklanabilir. Kemalistlerin en büyük muhaliflerinin Devrim yıllarından DERS M SYANI VE bugüne kadar “Sunnilik” adına politika yaptıklarını iddia edenler ALEV L K Yalçın Doğan bu konudaki gö- olduğunu düşünmek bile konuyu rüşlerinde iddialıdır: “Bugüne ka- aydınlatmaya yeter. Aleviler ise Atatürk’ü yaptığı dar (Dersim isyanı üzerine olan yadevrimlerden dolayı hep kendilezılar) Kürtlüğün Türkleştirilmesi, rinden saymışlardır. Evet, Tekke ve Türkleştirme, Kürtçülüğü yok Zaviyelerin Kapatılması Hakkınetme üzerine oluşturulan politidaki Kanun’la kendi tekkeleri kakalar ve eylemlerden söz ediyor. Oysa Türkleştirmenin yanı sıra panmıştır ama ondan önce yüzyıllardır kendilerini ezen Sunnileştirme de, temel tarikatların tekkeleri politika olarak karşıkapanmıştır. Yani Kitapta mıza çıkıyor.” (s.36) artık herkesle rin lile Dersim Yalçın Doğan, “kanun önününe bug en ned Dersim İsyai de eşit” yurtP’y CH ar kad nı’nın sadece taş konumuaşiretlerin verdestekledikleri ise laiklik na yükselgi, askerlik, ile aç klanmaktad r. Tekke m i ş l e r d i r. ve zaviyelerle ilgili yol, okul gibi en t’in Dolayısıyla iye hur düzenlemelere kanunun Cum söz konusu önemli laiklik karşı tepki olabiri n yasadan randa lar ma ula rak ortaya çıktıuyg hatsızlık duyoldu unu unutuyor ğını iddia etmemaları bir yana, Yalç n Do an nin yanlış olduğuseve seve benimsenu, isyanın en önemmişlerdir. li nedenlerinden birinin de Dersimlilerin Alevi, KemaSEY T RIZA’NIN S YAS list iktidarın ise Sunni olması olK ML duğunu belirtir. Yalçın Doğan’ın kitabında ger“Cumhuriyet Sunni bir Türk toplumu yaratmak istiyor. Der- çekleri yansıtmayan bir diğer tessim tedibinde bir de bu amaç var.” pit ise, Seyit Rıza’nın bilinçli bir Kürt milliyetçisi olduğu iddiasıdır. (s.261) Seyit Rıza’nın idam sehpasına Doğan, 1925 yılında çıkarılan giderken söylediği iddia edilen “Tekke ve Zaviyelerin Kaldırıl“Şehit oluyorum, Kürdistan şeması Hakkındaki Kanun”un da esas olarak Alevileri hedef aldığı hitlerine karışıyorum. Dersim kanısındadır. “Resmi Tarih bu ya- mağlup oluyor, fakat Kürtlük ve sayı hep laikliğin ölçüsü olarak ta- Kürdistan yaşayacaktır. Kürt gennıtır, öyle bir algı yaratmaya çalı- ci intikam alacaktır.” şeklindeki şır. Oysa ... hedefte Alevilik var.” sözleri gerçek dışıdır. Bu sözler sonraki yıllarda Seyyit Rıza’dan bir (s.261)
Her kitap sonuç olarak bazı mesajlar verir ve yayınlanan her kitap genellikle o günlerde yaşanan gelişmelerle de ilişkilidir. Yani kitap, olduğu varsayılan bir “ihtiyaç” karşılamak, bir “boşluk” doldurmak iddiasındadır. Bu açıdan bakıldığında Yalçın Doğan’ın Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Savrulanlar – Dersim, 1937-1938 Hatta 1939” adlı kitabında öne sürülen görüşler ile, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın 21 ve 22 Kasım 2012 tarihlerinde çeşitli vesilelerle açıkladığı “Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Hakkındaki Kanun, Alevileri hedef almıştır” şeklindeki açıklamaları arasındaki paralellik son derece dikkat çekicidir.
Kürdistan isyan kahramanı yaratmak isteyen Kürt milliyetçilerinin imalatıdır. İdama doğrudan tanıklık eden İhsan Sabri Çağlayangil bilindiği üzere 1970’li yıllarda Seyit Rıza’nın idamı sahnesini büyük bir açıksözlülükle anlatır. Seyit Rıza, idam sehpasına giderken “Evladı Kerbelayık, bihatayık, ayıptır, günahtır, zulümdür” demiştir. Gerçekte ise Seyit Rıza, feodal aşiret sistemini tasfiye ederek Cumhuriyet’in otoritesini Dersim’de kurmak istenmesine karşı, eski düzenlerini olduğu gibi sürdürmek isteyen aşiretlerin temsilcisi olarak ayaklanmıştır. Nitekim isyanın hemen öncesinde devlet yetkilileri ile görüşen aşiret temsilcilerinin biricik istekleri kendi düzenlerinin bozulmamasıdır. Hatta üzerinde anlaştıkları bir vergiyi de vermeye razıdırlar, yeter ki okul, yol gibi, devletin kendi içlerine girmesi anlamına gelecek adımlar atılmasın. Nuri Dersimi, Alişer gibi eski Kürt mensuplarının Dersim’deki varlığı birer “sığınmacı” olmanın ötesine varmamıştır. Aşiretlerin silaha sarılmalarında belirleyici değillerdir.
Keza İngiltere, Fransa, Hoybuncular ve Ermeniler Dersim isyanında Kemalist iktidarı zayıflatacak bir “fırsat” olarak bakmış olabilirler. Hatta bu “fırsat”ın daha da büyümesini istemiş olabilirler. Ama bunun ötesinde Dersim aşiretlerinin, milliyetçi bir amaçla bazı ilişkilere girdiğinin de hiçbir kanıtı yoktur.
DERS ML LERE KURULAN TUZAK 1937-38 Dersim İsyanı sırasında olup bitenler bugün yoğun olarak gündemde. Herkesin unutmaması gereken gerçek şudur: Dersim İsyanı ve halkın çektiği acılar bugün; birinci olarak Kemalist Devrime ve Cumhuriyet’e karşı yürütülen saldırının bir parçası olarak; ikinci olarak ise bugüne kadar Kemalist Devrimi samimiyetle benimsemiş Alevileri Cumhuriyet Devrimi cephesinden koparmak amacıyla gündeme getiriliyor. Bu çabaların halkın yaşadığı acılarla bir ilgisi yoktur. (Savrulanlar: Dersim 1937 – 38 Hatta 39, Yalçın Doğan, Kırmızı Kedi Yayınevi, 288 s.)
Dersim İsyanı ve halkın çektiği acılar bugün; birinci olarak Kemalist Devrime ve Cumhuriyet’e karşı yürütülen saldırının bir parçası olarak; ikinci olarak ise bugüne kadar Kemalist Devrimi samimiyetle benimsemiş Alevileri Cumhuriyet Devrimi cephesinden koparmak amacıyla gündeme getiriliyor
Aydınlık KİTAP
7
Dört duvar dört kaçak Film tad nda okunan bir kitap olan ‘”Güzel Kaçak”; ritminin yan nda diliyle de çabucak okunacak kitaplardan. Yazar, mizah bar nd ran diyaloglarla dillendiriyor adeta kitab ve kitab okurken, bir anda Simon’un arabas nda, Yenge Carine’ye söylenirken buluveriyorsunuz kendinizi
Anna Gavalda
CEREN ADALETSEVER cerenadaletsever@hotmail.com
Fransız Edebiyatı’nın popüler kadın yazarlarından biriymiş Anna Gavalda. Karakterlerin, konusunun ve olayların ritminin size film tadını verdiği bu romanı okuduktan sonra ufak çaplı araştırmamda öğreniyorum bunu ve sonradan fark ediyorum ki, iki sene kadar önce izlediğim, “Bir Aradayız, Hepsi Bu” filminin öyküsü de Anna Gavalda’ya aitmiş. Filmin sıcaklığını hatırlıyorum ve ısınıyorum yeniden. Audrey Tautou’nun muhteşem oyunculuğuyla yer aldığı bu filmde oldukça basit bir şey anlatılıyordu: Sevginin yanı başımızda durduğu gerçeği. Tıpkı filmdeki gibi, kitabı okuduktan sonra da aynı gerçeğin farkına varıyorsunuz. Fakat bu sefer 68 kuşağının yetiştirdiği sıra dışı dört kardeşin öyküsüyle. Güzel kaçak, bu beraber büyümüş dört kardeşin yakın bir akrabanın düğün davetinde bir araya gelme hikayesini konu alıyor. Her şey Lola, Simon ve Garange’ın Vincet’in davete gelmediğini öğrenmesiyle başlıyor. Üç kardeş, hep beraber olmanın özlemiyle ani bir karar vererek düğünden kaçıp Vincent’ı rehberlik yaptığı şatoyu ziyarete gidiyorlar. Özgür ruhlu kardeşlerin, hapsoldukları yetişkin hayatlarına bir mola niteliğindeki bu buluşma; her birinin hayatlarında yeni değişimler yaratıyor. Kitap, bu dört kardeşin ilişkilerini bize anlatırken aynı zamanda insanın kendini yenilemesi konusuna da değiniyor. Kitabı okurken, sizin de çocukluk anılarınız canlanıyor gözlerinizin önünde ve çocukluğunuzun saf mutluluklarını arıyorsunuz. Büyümekle çocuk kalmak arasındaki o çizgiyi ne zaman geçtiğinizi ve o mutluluğu nerede bıraktığınızı sorgulatıyor size bu kitap. Yazar hikayesiyle, bize büyürken kendimiz ve çevremiz arasında ördüğümüz duvarların bizi ne kadar yalnızlaştırdığı ve mutsuz ettiğini göstermek istiyor. Ve aslında kitabı okurken ben; bu dört kardeşin düğünden kaçış hikayesini, dört kardeşin ayrı ayrı hayatlarından, kendi duvarlarından kaçış hikayesi olarak nitelendiriyorum. Her biri kendi hayatlarına sıkışmış olan bu dört kar-
deşin “bir arada” olma özlemi de bundan kaynaklanıyor olsa gerek. Anna Gavalda, diğer kitaplarında da olduğu gibi bir arada olmanın mutluluğunu anlatmak istiyor bizlere. Bir arada müzik dinlemenin, bir arada uyumanın, bir arada gülmenin, bir arada ağlamanın… Aynı zamanda hikayede mizaha da yer veren yazar; bu sıradışı karakterlerin gözünden yetişkin dünyasının absürtlüklerini mizahi bir şekilde dile getirip, bizim bunun farkına varmamızı sağlıyor.
YÜKSEK TEMPO VE M ZAH Film tadında okunan bir kitap olan “Güzel Kaçak”; ritminin yanında diliyle de çabucak okunacak kitaplardan. Öyle ki, yazar daha ilk sayfalarda kitaba bağlıyor sizi. Aynı zamanda mizah barındıran diyaloglarla dillendiriyor adeta kitabı ve kitabı okurken, bir anda Simon’un arabasında, Yenge Carine’ye söylenirken buluveriyorsunuz kendinizi. Bu arada tüm kitaplarında sevgiyi işleyen Anna Gavalda’nın, yazarlığın yanı sıra edebiyat öğretmenliği ve okuldan sonra da veterinerlik yaptığını öğreniyorum onu araştırırken, buna çok da şaşırmıyorum. Nitekim içinde bu derece sevgi barındıran bir insanın bunları çevresine aktarması gerek. Yazarın tavsiye edebileceğim bir diğer romanı tüm diğer kitapları gibi yine Doğan Kitap’tan çıkan “Onu Seviyordum”. Nitekim yazar en çok bu romanıyla tanınıyor. Diğer bir büyük başarı kazanan eseriyse “Bir Bekleyenim Olsa” isimli öykü derlemesi. Eserleri birçok dile çevrilmiş olan yazarın, insan ilişkilerinin, özellikle yetişkinlerin dünyasındaki ilişkilerin 68 kuşağının yetiştirdiği, aykırı dört kardeşin gözünden sorgulandığı ”Güzel Kaçak” adlı son romanını okurken siz de bir süreliğine duvarlarınızdan vazgeçip, çocukluğunuzdaki mutlulukları arayabilirsiniz. (Güzel Kaçak, Anna Gavalda, Doğan Kitap, Çev: Yaşar İlksavaş, 128 s.)
8
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Gerçeği kusurda arayan bir yazar: Jodi Picoult Jodi Picoult tüm dünyadaki okurlar n yüzle meye davet ediyor. Güzellikler, kusursuzluklar ve ideal olanlar üzerine yerle tirilmeye çal lan bir dünyada sakat, sorunlu ve eksik olanlar üzerinden bir edebiyat kuruyor NAZLI BERİVAN AK berivanak@gmail.com “İdealin öldüğü bir dünyada gerçeği güzelde aramak boşunalıktır.”- B. F. “Kız Kardeşim İçin”, “Yapboz”, “Cam Çocuk”, “Taş Kağıt Makas”, “Bir Daha Bak” ve en son A”nlaşma”… Tüm dünyada 20 milyondan fazla okur sahibi, kırktan fazla dilde tercümesi olan bir yazar ile karşı karşıyayız: Jodi Picoult. Sıradan bir çocukluk, Harvard’da tamamlanan bir eğitim ve devamında zorlu konulara cesurca yaklaşan genç bir kadın. Tüm kitapların ortak sorusu ise aynı: Peki siz olsaydınız ne yapardınız? İnteraktif okuma deneyimi, aynı olayın birden fazla karakter üzerinden farklı açılardan anlatımı, her defasında sorunlu, riskli bir konu üzerine inşa edilen bir hikâye ve sürpriz bir son.
P COULT ST L : ROMANT ZMDEN ÖTE Amerikan edebiyatında artık bir Picoult stilinden söz edebiliyoruz. Her kitabında ortak özellik aynı olayı romanın her bir kahramanı üzerinden tekrar ve her defasında farklı açılardan anlatıyor olması. Batı dünyası yazarlarının yazmaya çok da yanaşmadığı, yazdıklarında da ortalama okura yönelik romantik bir anlayışla çatılarını kurdukları konular Picoult’nun yazarlığında özel alanlar olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’de yayınlanan romanlarına baktığımızda bu zorlu konuların dökümünü görüyoruz. İlk olarak “Kız Kardeşim İçin” adlı romanıyla Türkiyeli okurla buluşan Picoult, bir laboratuar çocuğunun hikâyesini anlatmıştı. Kardeşini yaşatmak için doğan ve tüm hayatını kardeşine bedenini parça parça bağışlamakla geçiren kahraman, bir gün bir avukata gidiyor ve ailesine dava açıyordu. Devamında vicdan, aile bağlarının sınırları ve bağışlama temaları yakıcı bir biçimde inceleniyordu. “Kız Kardeşimin Hikâyesi” adıyla filmleştirilen roman, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de büyük ilgi gördü.
Devamında “Cam Çocuk” adlı romanıyla Picoult osteogenesis imperfecta hastalığı taşıyan bir kızı anlattı, kemikleri cam kadar kırılgan olan, nereye saklanacağı, nerede korunacağı bir türlü bulunamayan, küçük bir kızın hikâyesiydi bu. Okurun beklentisi kızın dramını yaşamak iken Picoult yine dehasını kullanarak böylesi bir çocuğa sahip olmayı ve ailenin çözülüşünü anlatmayı seçti. Mutlak doğru, vicdan, aile bağları ve hastalık yönetimine dair sarsıcı bir romandı “Cam Çocuk”, eleştirmenlerin bir kısmı yazarı vicdanını satma kaygısıyla kaybetmekle suçlarken, bir kısım eleştirmen ise gerçekçi romanın en önemli örneklerinden biri olarak “Cam Çocuk”u gösterdiler. “Yapboz”da bu kez yazar çocuk tacizi konusuna yöneldi. Güçlü, sert ve disiplinli bir ailenin oğlu gün geçtikçe içine kapanmaya, hırçınlaşmaya, değişmeye başlıyor ve sonunda taciz ve tecavüze uğradığı anlaşılıyordu. Aile fertleri, komşular, kilisedekiler şüpheli duruma düşüyor ve sonunda beklenmeyen bir isimle hikâye bağlanıyordu. Picoult sanılan ve tahmin edilenin aksine tehlikenin çok yakında olduğunu anlatıyordu “Yapboz”da, ailelere düşen yalnızca parçaları birleştirmekti. “Bir Daha Bak”ta Kızılderililer üzerinden “ırk temizliği” faciasını anlatırken, “Ev Kuralları”nda Asperger sendromlu bir çocuğun cinayet zanlısı olarak mücadelesini kaleme aldı. Her defasında sorunlu bölgelere dokundu, Amerikan toplumun içini oydu, cesur konuları özel bir teknikle ve okuru zorlamak pahasına işledi. İdeal Amerikan toplumunu, sonsuz sınırsız rüyayı sözcükleriyle dağıttı, kusursuz görünen bir sistemi tekniği ve diliyle darmaduman etti. Üstelik bütün bunları bir çok satan yazar olarak yaptı. Kasım ayında April Yayıncılık bu sefer “Anlaşma” adlı kitabıyla okuru buluşturdu. İlişkilerin kaypaklığı, görünen ile hakikat arasındaki uçurumun en basit insan ilişkilerinde
bile nasıl ortaya çıkabildiğine dair etkileyici bir roman “Anlaşma”. Çevirmenliğini Cihat Taşçıoğlu’nun üstlendiği roman mutlak doğru ve mutlak yanlışı tartışıyor her şeyden çok.
YA H ÇB R EY GÖRÜNDÜ Ü G B DE LSE? On sekiz yıl boyunca yan yana evlerde yaşayan iki aile Harte ve Gold’lar. En mahrem sırlardan aile buluşmalarına birlikte kurulmuş ve büyümüş bir hayat yaşadıkları. İdeal Amerikan rüyasının bir banliyödeki yansımaları adeta. Çocukları Chris ve Emily de bu ideal tablonun biricik figürleri: aynı yaştalar, güzeller, akıllılar, popülerler… Belli ki zamanı geldiğinde aileler daha da büyüyüp güçlenecek onlar üzerinden, ailelerin birbirine olan bağlılığı bir de çocuklarının evliliğiyle perçinlenecek. İdeal tablo bir gece yarısı çalan bir telefonla kapkaranlık bir hal alıyor. Emily başından vurulmuş, Chris olay yerindeki tek kişi ve silahta bir kurşun daha var, onu da kendine ayırdığını söylüyor. Ve Picoult bu noktadan sonra ustalığını konuşturuyor, ya hiçbir şey göründüğü gibi değilse? Ya birbirine böylesine bağlı bu iki aile arasında dostluğu çok aşan bir duygu fırtınası için için yaşanıyor ve birlikte geçirilen tüm vakitlerde söylenenlerden çok söylenmeyenler kulaklarda uğulduyorsa? Ölesiye aşkın, sınırsız bağlılığın, en büyük dostlukların yüceltildiği bir rüyada tek kurşun tüm duyguların çökmesine ve en baştan sorgulanmasına neden oluyor.
KUSURSUZLARA KALKAN BALTA Jodi Picoult’nun kişisel hikâyesi aslında yazdığı romanlara yön veren. Dışarıdan bakıldığında mutlu bir aile sahibi, geniş çiftliğinde hayvanlarıyla yaşayan, çok yazan ve çok kazanan bir yazar profiliyle karşı karşıyayız. Oysa ki hayatı boyunca büyük mücadeleler vermiş bir yazar Jodi Picoult, elitist yazar çevresinde hala kabul görmüyor, gay ve lezbiyen haklarıyla ilgili verdiği mücadele ve yazdığı kitap (Singing You Home) Ameri-
Jodi Picoult
ka’nın muhafazakar çevreleri tarafından lanetlenmiş durumda, dahası kitabın hikâyesi aslında gay olan oğlunun hikâyesi üzerine kurulu, ensest mağdurlarını ısrarla romanlarına konu ediyor, dini, sistemi, özellikle adalet kurumunu sorguladığı romanları büyük ilgi ve tepki çekiyor. Baltasını tüm kusursuzlara kaldıran bir yazar Picoult.
YÜZLE MEYE DAVET Başa dönersek, siz olsaydınız ne yapardınız sorusu üzerine kurulu, yoğun ve tempolu romanlarıyla Jodi Picoult tüm dünyadaki okurlarını yüzleşmeye davet ediyor. Güzellikler, kusursuzluklar ve ideal olanlar üzerine yerleştirilmeye çalışılan bir dünyada sakat, sorunlu ve eksik olanlar üzerinden bir edebiyat kuruyor. Çok satan yazar olarak edindiği şöhret ve gücü, istenmeyenden yana kullanıyor ve en büyük özelliği, eli her defasında yükseltiyor. Şimdi sıra okurda, elindeki okuma ve eleştirme gücünü farkında olan okurda: Peki siz olsaydınız ne yapardınız? (Anlaşma, Jodi Picoult, April Yayıncılık, Çev: Cihat Taşçıoğlu, 528 s.)
Her defasında sorunlu bölgelere dokundu, Amerikan toplumun içini oydu, cesur konuları özel bir teknikle ve okuru zorlamak pahasına işledi. İdeal Amerikan toplumunu, sonsuz sınırsız rüyayı sözcükleriyle dağıttı, kusursuz görünen bir sistemi tekniği ve dilliyle darmaduman etti
Aydınlık KİTAP
BABİL BALIĞI
30 KASIM 2012 CUMA
9
Yüksek dozda vitamin M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Hayattaki her şey bir süreliğinedir.” Philip K. Dick, A Scanner Darkly
Babil Balığı’nda işlediğimiz türleri göz önüne alırsak, bazı haftalar içine hapsolunan bunalımlara düşmemiz kaçınılmazdı. Bunalımların çoğunlukla kaynağını işlediğim türlerde yeni yayınların ulaşmaması, yeterli tercümelerin o hafta bulunmaması, çeşitli nedenlerle elime geçmemesi oluşturuyordu. “Ne yazacağım bu hafta?” diye dövündüğüm ve bir kaçış şekli olarak, daha önce elime geçmiş fakat işleme fırsatı bulamadığım yayınlara yöneldiğim haftaların aksine, bu hafta da olduğu gibi bir güzellik bombardımanına tutulduğum ve “Hangi birini yazacağım şimdi?” diye dövündüğüm, yüksek dozda okur vitaminiyle karşılaştığım da -şükür ki- oluyor. Bu hafta elime geçen kitaplar arasında özellikle üç kitap öne çıkıyordu. Eşit derecede öneme, okurla buluşturulma ihtiyacına ve kıymete sahiplerdi. Ben bu güzellikler silsilesi için geride bıraktığımız TÜYAP Kitap Fuarı’nı sorumlu tutuyorum. Pek çok yayınevi yeni kitaplarını fuara yetiştirebilmek için canla başla emek sarf ettiler ve bizi de uzun süre sayfaların arasına hapsedecek bir macera bekliyor. Bahsettiğim öne çıkan bu üç kitap, sayfa adedi az ve kısa sürede okunup bitirilebilecek, önümüzdeki haftaya kadar ancak karın tokluğu yaratabilecek (ki düzenli kitap okuma alışkanlığı olan okurun, bir anda üç kitabı da bitirince şaşkınlıkla “Daha yok mu?” demesine yol açacak) kitaplar olduğu için, üçünü aynı yazıda tanıtmaya karar verdim. YARI NOIR YARI FANTEZ Hiç vakit kaybetmeden ilk kitaptan başlayalım. Mürekkep Basın Yayın, Neil Gaiman’ın kaleme aldığı öykünün (radyo oyunu versiyonu da bulunuyor), Craig Russell tarafından çizilen ve çizgi-roman haline getirilen, “Cinayet Sırları”nı dilimize, kalın kapakla, harika bir baskı kalitesiyle ve özenli bir tercümeyle kazandırdı. Kesin bir çizgiyle çocuklar için değil, yetişkinler için olan çizgi-romanın konusunu iki faktör katmanlaştırarak belirliyor. İncil’den alıntılanan bir hikâye, Tanrı’nın planlamasını biraz daha fanteziye kaçan, zaman zaman ürkütücü bir kalıba sokarken, bu öykünün anlatımına olanak sağlayan bir diğer katmandaki öyküde Los Angeles’taki bir cinayet öyküsüne tanıklık ediyoruz.
Bütünde ise her iki öykü katmanı birleşiyor ve yarı Noir, yarı fantezi unsurları örtüşüyor. Craig Russell’ın -ki kendisi pek çok ödülü süpüren, yılların çizgi-roman emekçisidir (özellikle “Fairy Tales of Oscar Wilde” unutulamayacak bir çalışmadır), çizimindeki kıvrımlar bir yana özellikle gerçek zamanı içeren bölümlerdeki Noir yaklaşımı oldukça güzel bir hava katıyor. Bunun haricinde ise hayran kitlesini karşıma almayı da göze alarak itiraf etmeliyim ki genel olarak ne yazık ki Craig Russell’ın çalışmalarını estetik açıdan klişe ve sıkıcı bulurum. Kullandığı paneller ve açılar bende hep Hollywood izlenimi uyandırır. Özetle bir Amerikan çizgi-romancısı için dahi fazlaca Amerikan çizgi-romanı kokar. Neyse ki “Cinayet Sırları”nın Noir tabanıyla bu çizim tarzı örtüştüğünden, fazlaca rahatsız etmediği gibi, Neil Gaiman’ın leziz öyküsü sayesinde tamamen göz ardı da edilebilir.
MODERN MANGA ÖNCÜLÜ Ü Bu haftaki bir diğer önemli kitap, uzun bir süredir birbirinden harika çizgi-romanı büyük özveriyle dilimize kazandıran Marmara Çizgi’den geldi. Sıkı durun çünkü oldukça önemli, klasik bir seri raflardaki yerini alıyor: “Yalnız Kurt ve Yavrusu” (Lone Wolf and Cub, Kozure Okami)! İlk olarak 1970 yılında Japonya’da yayınlanan Manga’nın (kısa tanımıyla Japon çizgiromanı), konusunu epik bir samuray öyküsü oluşturuyor. Yayınlandığı tarihten bu yana dünya çapında milyonlarca satan 28 ciltlik bu dev seriyi önemli kılan unsurlar arasında, modern manganın şekillenmesinde yaptığı öncü rol, destansı öykü yapısı, tarihi detaylardaki tutarlılığı, bushido etiğine yaptığı nostaljik aracılık ve yayınlandıktan 42 yıl sonra dahi pek çok modern örneğinden daha güzel
duran efsanevi sanatı gelir. Aksiyonu yansıtan panellerin dışındaki çoğu panel Ukiyo-e (Japon tahta blok baskısının ana sanatsal türüdür, Türkçesi: “Seyyar Dünyanın Resimleri”) tarzında Japon tarihinden mekânlar, gelenekler ve doğa tasvirleriyle doludur. Serinin yazarı Kazuo Koike’nin, çizer Goseki Kojima ile birlikte “Yalnız Kurt ve Yavrusu” haricinde, “Samurai Executioner” (10 cilt) ve “Path of The Assasin” (15 cilt) adında iki serisi daha bulunuyor. Ayrıca Koike’nin başka çizerlerle “Crying Freeman” ve “Lady Snowblood” serilerinin mevcut olduğunu da ekleyelim. “Yalnız Kurt ve Yavrusu”nun 300 sayfalık 1. cildini bir çırpıda yıllar sonra tekrar okumamın ardından, serinin devamını da tekrar Türkçe okumak için sabırsızlanıyorum. Marmara Çizgi’den Emre Yavuz’a özenli tercümesi, cilde eklediği sözlük (son sayfada olmadığı için gözden kaçabilir, sözlük 295. sayfada) ve tıpkı Okko’yu incelediğimiz yazıda (bkz. 3 Ağustos 2012 tarihli yazım) değindiğimiz Japonca terimlere gösterilen dikkat için teşekkür edelim. Frank Miller’ın 1. cildin arkasında da bulunan, seriyi harika şekilde özetleyen cümlelerini hatırlayalım: “Sizi başka bir zamana ve rüzgârlarla süpürülmüş, gri, korkutucu, yabancı bir ülkeye götürüyor. Koike ve Kojima, hikâyelerini sanatsal bir ustalıkla anlatıyorlar ve bunu yaparken de bir adamı, bir çocuğu ve cehenneme giderlerken onlara eşlik eden bir ülkeyi resmediyorlar.”
GERÇEK DÜNYADAN KAÇI Üçüncü kitabımız Altıkırkbeş Yayınları’ndan: bBilim-kurgunun peygamberi Philip K. Dick’in 1965 yılında kaleme aldığı ve kitap halinde de yayımlanan “Şizofreni ve Değişimler Kitabı” isimli makalesi. (Dick’in “ ‘Aksın Gözyaşlarım’ Dedi Polis”, kitabının incelemesi ve hakkında daha fazla kişisel -çoğunlukla da övgüsel- gözlem ve birikim için bkz. 27 Temmuz 2012 tarihli yazım) Dick’in entelektüel birikimini ve çeşitli konularda görüşlerini açıkladığı makaleleri, pek çok okuru tarafından bilinmez. Ancak Dick’in
dünyasının ve birikiminin anlaşılmasında hayati önem taşımalarının ötesinde bu makaleler ayrıca başlı başlarına çeşitli alanlarda öneme sahiptir. “Şizofreni ve Değişimler Kitabı”, bu anlamda Dick’in şizofreni anlayışı göz önüne alındığında (genel olarak ise birincil anlayışı “We Can Build You” -yazım tarihi 1962 yayınlanma tarihi 1972- romanının temelindedir), ilk kez şizofreniyi, erken dönem çocukluk çağıyla ilişkilendirdiği yazısıdır. Şizofreniyi, “gerçek dünyadan fanteziye doğru bir kaçış” olarak tanımlar, psikoseksüel olgunluğa erişmede ve koinos kosmos’a (idios kosmos’un tersidir, “ortak dünya” anlamına gelir) doğuşta başarısızlıkla ilişkilendirir. Bahis edilen “Değişimler Kitabı” (asıl adı Çince “I Ching”, Yi Çing –Pin Yin-) Fu Xi tarafından yazılan, bilinen en eski Çin metinlerinden biridir. 3000 yılı kapsayan sürede Çin üzerinde etkisini sürdürmüş ve Batı dünyasında da takip alanı bulmuştur. Gizemli yönü yadsınamayan bu metin üzerine inceleme ve araştırmalar günümüzde de sürmektedir. İnsanın evrende kendini konumlandırması üzerine ilk denemelerdendir, Tao’yu anlatan ilk metindir ve en sık kullanım alanı tüm yaşamı yöneten değişim sürecini anlamak üzerinedir. Dick’in “I Ching” üzerine gözlem ve ilişkilendirmelerini okumak hayranlık uyandırıcı. Zaten oldukça kısa olan kitabın (50 sayfa) içeriğini çok fazla deşifre ederek okuma serüveninizi baltalamak istemediğimden geri duruyorum. 6.45’in Harry G. Frankfurt ve Philip K. Dick’le başlayan, bu bez ciltli (bir okur olarak bu bez ciltleri o kadar özledim ki anlatamam) yeni serisini takibinize almanızı tavsiye ederim. Yalnız 6.45’den ricamız ileriki baskılarda, özellikle “Şizofreni ve Değişimler Kitabı”nda çokça mevcut bulunan yazım ve baskı hatalarından kaçınmaları, dolayısıyla redaksiyon için daha fazla özen harcamaları olacaktır. Ne yazık ki tercümesi bulunmadığından, sadece İngilizce bilen okur için, Philip K. Dick’in bu kitabının yanında, Samuel J. Umland’ın “Philip K. Dick: Contemporary Critical Interpretations” kitabıyla yapılacak paralel okumaların çok daha özel bir okuma serüveni ve Dick’in yazınına derin bir bakış sunacağını vurgulayalım. Her hafta bizleri memnun edecek bu kadar çok yayını işleyebilmek ve haftaya görüşmek dileğiyle…
10
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Büyükşehir yaşamında göçmen sorunsalı Ataman’ n çal mas temelde göçmenlerin çok katmanl ve karma k kimlik olu turma süreçlerine ve bu karma kl n içinde önemli bir sosyal aktör olarak görülen medya ve göçmenlerin medya ile dolay mlanm ya amlar na e iliyor AYDIN ÇAM
Immanuel Wallerstein’ın “dünya sistemindeki hegemonik tabakaların, kendi gerçeklerini genelleştirip evrensel insan gerçeklikleri haline getiren ve böylece insanlığın önemli kesimlerini, yalnızca tözel önermelerinde değil araştırmalarının epistemolojisinde bile unutan görüşlerine karşı bir saldırı” olduğunu söylediği (2000, 206) kültürel çalışmalara, “göç ve göçmenlik deneyimi” gibi güncel konularda önemli bir katkı kısa süre önce akademisyen Bora Ataman tarafından yapıldı. Almanya’ya göç eden birinci kuşak “gurbetçi” bir ailenin üyesi olarak ilk elden göçmenlik deneyimlerini yaşayan Ataman, akademik çalışmaları için gittiği İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bu deneyimlerini daha ileriye taşır. Onun 90’ların ortasından bugüne değin yaşadığı kişisel göç deneyimleri ve göçmenlikle ilgili bütün dertlerinden kaynaklanan sorunlar ve bu sorunları araştırma merakı ilk kitabı olan “Kozmopolitan Hayatlar, Diasporik Kimlikler”in arka alanını oluşturur. Ataman’ın çalışması temelde göçmenlerin çok katmanlı ve karmaşık kimlik oluşturma süreçlerine ve bu karmaşıklığın içinde önemli bir sosyal aktör olarak görülen medya ve göçmenlerin medya ile dolayımlanmış yaşamlarına eğiliyor. 2006-2008 yılları arasında Londra’da bulunan Ataman aynı kentte gerçekleştirdiği araştırmalarda uzun süreli göçmenlik hayatı sonucunda oluşmuş kimlikler yerine, Türk diasporası içinde yer alan Türkiyeli lisansüstü öğrencileri tarafından oluşturulan geçici bir alt kümenin, ön-göç-
menlerin kimlik oluşum süreçlerine odaklanıyor ve bu süreçte medya tüketim alışkanlıklarını inceliyor. Bölüm, göçmenlik, diasporik kimlikler, kozmopolitizm, çok kültürlülük, küreselleşme bağlamlarındaki metodolojik ve teorik yaklaşımları çözümleyerek, medya izleyicisinin kimlik inşa süreçlerinin ne derece karmaşık olduğunu gösterme amacı güdüyor. Ancak çalışma bununla da kalmayarak Londra’da yaşayan sosyalist-“ulusalcı” Türk diasporasını inceliyor. Bu inceleme göçmenliğin tek bir hali olmadığı, bu nedenle farklı bağlamlarda ele alınması gerektiğini göstermesi bakımından önem taşıyor. Ataman, Londra’da yaşayan Türkiyeli gruplar içinde yapmış olduğu çalışmalarının odağını oluşturan ön-göçmenlik kavramını, onu ilk kullanan Harry Hiller ve Tara Franz’dan (2004) farklı bir şekilde ele alıyor. Bu araştırmacılar, ön-göç aşamasını fiziksel göçten önce gelen dönem olarak tanımlayarak iletişim teknolojilerinin ön-göçmenlere yerleşmeyi amaçladıkları yer hakkında bilgi sağladığını öne sürerken Ataman ise ön-göçmenliği mekânsal ve zamansal değişimlere duyarlı olmakla birlikte, fiziksel hareketliliği göçmenliğin söz konusu ilk fazı için tek bileşen kabul etmeyerek, daha çok bir “bilinç hali” olarak kavramsallaştırıyor. Ona göre ön-göçmenler, her nerede yaşarlarsa yaşasınlar, sınırlar arasında yapılacak uzun süreli ve belki de geri dönüşsüz seyahatlere hazırlanan ve/veya uzun süreli konaklamalara ilişkin kararlar verme aşamasında olan insanlardır. Ataman çalışmasının ilk bölümünde ön-göçmenlerin varoluş ve
dönüşümlerinde medyanın rolüne odaklanırken, ikinci bölümde ise kozmopolitan hayatlar ve ulusötesi medya atmosferi bağlamında diasporik kimliklerin inşası olgusunu ve sabit kimliklerden daha akışkan, melez veya Bora Ataman karışık kimliklere geçiş sürecini ele almaktadır. Kimlikler durağan bir “oluş” olarak değil evrilen ve dönüşen bir sürecin çıktıları olarak tartışılmakta ve bu süreçte medyanın rolü incelenmektedir. Onun ifadeleriyle bu çalışma; “siyasi ve kültürel kimlikleri anlamada daha yapısal olan kimlik kategorileri göz önünde bulundurularak köken ve sınıf bazlı kategorizasyonlardan daha açık uçlu, akıl bazlı ve bireyci kategorizasyonlara bir dönüştür.” Yine ona göre “ulusötesi medya kullanımı/tüketimi ile beslenen belirli bir diasporik grubun siyasi dünya görüşlerinin küreselleşmiş/kozmopolitan bir dünya karşısında günlük hayatlarını ve sosyal dünyalarını nasıl biçimlendirdiği milliyetleri bağlamında sosyalist görüşlerine tutunmalarını nasıl sağladığı; aynı zamanda, ulusötesi hayatlarının kimlikleri ve ideolojileri açısından onları konumlarını müzakere etmeye ne ölçüde teşvik ettiği incelenmiştir.” Bu incelemeler ile Londra’nın kozmopolit ortamında belirli bir sosyo-politik çevrenin ideolojik duruşu günlük yaşantılarını ve sosyal dünyalarını nasıl şekillendirdiği; bu ideolojik duruşun sosyalist-“ulusalcı” fikirlere tutunmalarını nasıl sağladığı ve bu süreçlerde medyanın rolünün ne olduğu açıklanmaya çalışmaktadır. Londra’da yapılan araştırmaların önemli sonuçları var. Yapılan araştırmalar katılımcıların Lon-
dra’ya geldikleri günden itibaren yaşadıkları çarpıcı değişimlerden birinin medya tüketimlerindeki büyük çeşitlenme olduğunu gösteriyor. Katılımcıların küresel sorunlara ilgileri artmakta ve bu artış küresel medyaya olan ilgilerinde de görülmekte. Dünya sorunlarına karşı farkındalıklarının ön-göçle birlikte arttığı ve medya tüketimlerinin çeşitlendiği gözlenmiş. Ayrıca, kültürel kimliklerin dönüşüm halinde olduğu ve milliyetçi yönelimlere karşı kozmopolit dünya görüşünün filizlendiği gözlenmiş. Ataman’ın çalışmasının bu güne değin yapılmış kültürel çalışmalara ve izleyici araştırmalarına iki temel katkıda bulunduğu söylenilebilir: Birincisi, bu çalışmayla diasporik kimlik ve cemaatlerin inşa süreçlerini günlük medya tüketimleri ve medya ile kurulan ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkarılmıştır. İkinci olarak, ister anavatan, isterse diaspora kaynaklı olsun, belirli bir topluluğu hedefleyen tikelci medyanın artık bu pazara tikelci bir yayın anlayışıyla ulaşımının çok sınırlı kaldığı tespit edilmiştir. (Kozmopolitan Hayatlar, Diasporik Kimlikler, Bora Ataman, Libra Kitapçılık, 156 s.)
KAYNAKÇA HILLER, H. ve T. FRANZ. (2004). “New Ties, Old Ties and Lost Ties: The Use of the Internet in Diaspora”, New Media & Society, S.6 (6), ss.731-52. WALLERSTEIN, I. (2000). Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim. T. Birkan (çev.), İstanbul: Metis Yayınları (orijinal baskı tarihi 1999).
Ataman ön-göçmenliği mekânsal ve zamansal değişimlere duyarlı olmakla birlikte, fiziksel hareketliliği göçmenliğin söz konusu ilk fazı için tek bileşen kabul etmeyerek, daha çok bir “bilinç hali” olarak kavramsallaştırıyor
Aydınlık KİTAP
30 KASIM 2012 CUMA
11
Ülkesi gibi, bu gezegen gibi, hepimiz gibi, arafta “…Hiç sava ç kmasayd , elli ya nda olaca m za yirmi ya nda olsayd k, aram zdan hiç kimse ölmeseydi, aram zdan hiç kimse ihanet etmeseydi, aram zdan hiç kimse sürgüne gitmeseydi, ülkemiz hâlâ Do u’nun incisi olsayd , dünyan n alay konusuna, saplant s na, öcüsüne ve amar o lan na dönmeseydik, hayat güzel olurdu.” ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com
Bir özlemi en yalın biçimde ifade eden, geçmişle yüzleşip bugünü sorgulayan bu cümle bana sorarsanız her şeyi özetliyor. İç savaşın gölgesindeki bir coğrafyadan, Beyrut’tan, dostlukları, sevinçleri, umutları, acıları bütün bir gençliği geride bırakarak dünyanın dört bir yanına dağılan bir arkadaş grubu. Ve günün birinde Murad isimli arkadaşlarının cenazesi dolayısıyla yeniden bir araya gelişlerinin romanı “Doğu’dan Uzak’ta”. Dünya edebiyatının merak edilen ve beğenilen yazarları arasında olan, kitapları milyonlarca satan Lübnan asıllı Amin Maalouf’un beklenen bu kitabı bir süre önce raflardaki yerini aldı. Romanlarının ülkemizde yayımlanmaya başladığı 90’lı yıllardan bu yana geniş ve sıkı bir okuyucu kitlesine sahip olan ve en çok da “Semerkand”, “Afrikalı Leo”, “Doğu’nun Limanları” gibi kitaplarıyla tanıdığımız Maalouf, bir insanın yapmaktan asla vazgeçmemesi gereken bir şeyi, yani en iyi bildiği işi yapıyor; Doğu’yu anlatmaya devam ediyor… BA IMIZA GELENLER N TEK SUÇLUSU… “Adımda doğmakta olan insanlığı taşıyorum, ama ben nesli giderek tükenen insanlığa aidim, diye kayıt düşecekti Adam not defterine acı olaydan iki gün önce”. Adam (Adem), Maalouf’un kendisi gibi ülkesini terk ederek Fransa’ya yerleşen roman kahramanının adı. Kitabı bitirdiğinde şu soruyu sormadan edemiyor insan; Adam ne kadar Maalouf’un kendisi ne kadar değil. Ali Berktay’ın çevirdiği “Doğu’dan Uzakta” bütünü itibariyle bakıldığında tam da bir yüzleşme romanı. Kahramanımız Adam’ın “eve dönüş”üyle birlikte başlayan ve Ortadoğu’nun uzun yıllardır kanayan yaralarıyla on altı günlük bir yeniden yüzleşmenin romanı. Kitapta da ifade edildiği gibi “Her şeyin bir tek gerçek suçlusu var: Savaş”. 1970’lerin ortasında başlayarak 1990’lara kadar Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında süren bir iç savaş. İsmi hiç geçmese de anlatılan yer Beyrut. Ve Amin Maalouf Adam’ın di-
linden bir yandan 1970’ler Lübnanını anlatırken bir yandan da sanki kendi yaşamını anlatıyor. Adam’ın eski arkadaşı Murad’ın ölümüyle birlikte uzun yıllar sonra döndüğü “evi”ne, Beyrut’a gidişiyle birlikte zaman zaman not defterine düştüğü satırlardan, zaman zaman arkadaşlarına yolladığı elektronik postalardan, zaman zaman da sohbetlerinden çocukluğunu, gençlik yıllarını ve sonrasında ülkesinden ayrı geçirdiği yıllara zaman tüneli misali tanıklık ediyoruz. Anlatılan kimine göre ülkesinde kaçmak zorunda kalanların, kimine göre kaçanların, kimine göre ise mülteciliğe zorunlu bir geçiş yapanların hikâyesi. Adam’a göre hepsi bir mülteci. O kendini Fransa’da buluyor. Arkadaşları Naim Brezilya’da, Semiramis Mısır’dan ayrılmak zorunda kalıyor. Ve diğerleri… Üniversite kendilerine “Bizanslı” adını veren ve her biri bir köşeye dağılan kadim bir arkadaş grubu… Arkadaşları Murad’ın ölümü nedeniyle yıllar sonra bir araya gelmeye çalışırlar. Adam bu buluşmanın öncüsüdür. Her biri dünyanın başka başka yerlerinde, başka başka kaygılar içerisindedir. Hepsine ulaşmaya çalışır Adam. Bu yolda çaba sarfeder. Kimdi bu arkadaşlar? Sanki bütün Ortadoğu yahut Doğu, belki de en doğru bir ifadeyle belirtmek gerekirse bütün bir gezegenimizdi. “Müslümanlar arasında en iyi ar-
kadaşım Ramiz’di; Yahudiler arasında en iyi arkadaşım Naim’di. Hıristiyanlar arasında en iyi arkadaşım da Adam’dı…” Savaşın etkisiyle kimliklerdeki dönüşüm, gidenlerde oluşan noksan yanlar, bölünmüşlükler; kalanların değişen ruh halleri, dünya görüşleri, yaşam biçimlerini bulabiliyorsunuz kitapta.
GÖSTER S Z VE SADE B R YOLCULUK Doğu’yu Batı’ya taşıyan usta yazar Amin Maalouf, sancılı bir coğrafyada yetişen bireylerin ruh hallerini ortaya koyuyor “Doğu’dan Uzakta” romanında. Gösterişsiz ve sade bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Maalouf’un otobiyografisinde yapılmış bir yolculuk da diyebiliriz buna. Maalouf’un ülkesinin adını hiç geçirmemesi bu romanın en dikkat çekici yanı. Sanki ismini andığında yarasının daha beter kanamasından çekinmiş gibi. Ama bu geri dönüş esnasında birçok soru soruyor ve tespitte bulunuyor Maalouf; ama her seferinde de özlemini, düşsel kırıklıklarını dışa vurmaktan geri durmuyor: “İnsan geçmişin yok olması karşısında kolay avunur; asıl kaldırılamayan, geleceğin yok olmasıdır. Yokluğu beni üzen ve aklımdan hiç çıkmayan ülke, gençliğimde tanıdığım değil, gençliğimde hayalini kurduğum ve asla güneşin altında yerini alamayan ülkedir.”
Amin Maalouf
Ve sık sık bir hesaplaşma ve bağları yeniden örme gayreti gösteriyor. “O değişti, ben değiştim, ülke değişti, dünyamız da aynı değil. Dünün öncüleri geriye itildi ve artçı kuvvetleri en ön saflara kadar ilerledi.” Kitapta dikkatimi çeken başka bir noktada Maalouf’un çok kere yinelediği “Çağın Ruhu” “Çağın Nabzı” olgusu oldu. Maalouf birçok kez irdeliyor “Çağın Ruhu”nu ve sorguluyor. Çağın nabzına uygun davranmak, vakitsiz yürürlükten kalkmış başka bir çağa ait olmak…
ÇOK Y B LD CO RAFYAYI YAZMAYA DEVAM ED YOR Asya ve Akdeniz çevresi kültürüne ait söylenceleri de eserlerinde usta bir dille ve örgüyle işliyor. İlk kitabı olan “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri” (1983’te yayımlandı) ile adını duyuran ve büyük bir başarıya imza atan Maalouf, 1986’da yayınlanan ve ikinci kitabı olma özelliğine sahip “Afrikalı Leo” ile Fransız-Arap Dostluk Ödülü’nü kazanmıştı. Ve eseri klasik olarak kabul görmekte. “Afrikalı Leo” aynı zamanda O’nun ilk romanı. Bu yapıtları sırasıyla “Semerkant”, “Işık Bahçeleri”, “Tanios Kayası”, “Doğunun Limanları”, “Ölümcül Kimlikler”, “Yüzüncü Ad-Baldassare’nin Yolculuğu ve Yolların Başlangıcı” (“Doğu’dan Uzakta”dan önceki romanı) takip etti. Maalouf ayrıca, “Uzaktan Aşk” ve “Adriana Mater” adında iki libertoya ve 2009’da ilk denemesi “Çivisi Çıkmış Dünya”ya da imza attı. Amin Maalouf, daha önce de belirttiğimiz gibi çok iyi bildiği bir coğrafyayı yazmaya devam ediyor. “Doğu’dan Uzakta” da bu coğrafyayı anlatıyor ve Doğu’yla Batı arasında ince ince dokunmuş bir köprü kurmaya çalışıyor. (Doğu’dan Uzakta, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, Çev: Ali Berktay, 460 s.)
Gösterişsiz ve sade bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Maalouf’un otobiyografisinde yapılmış bir yolculuk da diyebiliriz buna. Maalouf’un ülkesinin adını hiç geçirmemesi bu romanın en dikkat çekici yanı. Sanki ismini andığında yarasının daha beter kanamasından çekinmiş gibi
12
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
“SOSYALİZMİN VE SOSYAL MÜCADELELERİN GENEL TARİHİ”
Kendi türünde bir klasik Kitap, lkça ’dan ba layarak 1924’e kadar, yeryüzünün Ön Asya, Mezopotamya, Akdeniz, Avrupa ve Kuzey Amerika co rafyalar ndaki e itlikçi ve özgürlükçü toplumsal hareketleri, bask ya, haks zl a ve sömürüye kar mücadeleleri inceliyor ARSLAN KILIÇ 1990 yılından beri, yani 22 yıldır baskısı yapılmayan ve piyasada bulunmayan Max Beer’in ünlü klasiği, “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi” kitabı, Kaynak Yayınları tarafından yayımlandı.1 Kitabın yazarı Max Beer, 1864-1943 yılları arasında yaşamış Galiçya (Avusturya) doğumlu bir Alman sosyalist gazeteci ve tarihçi. Almanya’ya göç ettiği 1889 yılından başlayarak Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin merkez yayın organları Die Neue Zeit (Yeni Çağ), Vorwärts (İleri) ve Sozial Demokratie (Sosyal Demokrat)’ta ve diğer parti gazetelerinde tarih, ekonomi, felsefe, sosyalizm, kültür ve emekçi hareketleri üzerine tahliller, incelemeler ve haberler yazdı. Alman devriminin yenilmesinden sonra kendini daha çok sosyalizm ve sosyal mücadeleler tarihi çalışmalarına veriyor. “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi”, onun bu çalışmasının ilk ürünü… Max Beer’in kitabı ilk önce İngilizce olarak ve 1922-1925 yılları arasında beş cilt halinde Londra’da yayımlanmıştır. Daha sonra hem kendi sağlığında hem de ölümünden sonra, başta ana dili Almanca olmak üzere, dünyanın belli başlı bütün dillerinde ve de-
falarca basılmıştır.
K TABIN KONUSU VE KAPSAMI Kitap, İlkçağ’dan başlayarak 1924’e kadar, yeryüzünün Ön Asya, Mezopotamya, Akdeniz, Avrupa ve Kuzey Amerika coğrafyalarındaki eşitlikçi ve özgürlükçü toplumsal hareketleri, baskıya, haksızlığa ve sömürüye karşı mücadeleleri inceliyor. Bu hareketleri ve mücadeleleri etkilemiş, onlara esin kaynağı olmuş ya da yol göstermiş düşünce akımlarını ve siyasi örgütlenmeleri konu ediniyor. Kitap kendini, başlangıcı bakımından zaman olarak sınırlamıyor. Yazılı tarih kaynaklarına dayanarak incelemesini İlkçağ’a kadar götürüyor. Ama çalışma kapsamını, coğrafya ve toplum olarak sınırlıyor. Kitapta İlkçağ’dan Yeniçağ’ın 20. yüzyılı başına kadar, Musevi-Hıristiyan coğrafyasındaki toplumlarla sınırlamaktadır. Kitapta, “İlkçağ” kapsamında, Filistin, Mısır, Yunan (Atina, Isparta), Roma ilkçağındaki iz bırakan toplumsal mücadeleler ve düşünce akımları incelenmektedir. Bu bölüm, Filistin İbrani toplumu içindeki sosyal adaletçi ve ilkel komünist düşünce ve akımlarla başlamakta, 2. yüzyıla kadar olan İlkel Hıristiyanlıktaki komünizan düşünce ve hareketlerle son bulmaktadır. Ortaçağ’daki eşitlikçi ve özgürlükçü toplumsal hareketlere ve düşünce akımlarına geçildiğinde coğrafi kapsam daha da daralmakta, kitap, Akdeniz ve Avrupa toplumları üzerinde yo-
ğunlaşmaktadır. Bu bölümde Roma, Orta Avrupa ve Balkanlar’daki düşünce akımları ve toplumsal mücadeleler, incelemenin ana eksenini oluşturmaktadır. Yeniçağ’dan itibaren kitap artık bütünüyle, Reform hareketlerinin ve Rönesans’sın merkezi olan toplumlara, doğmakta olan kapitalizm coğrafyasına odaklanmaktadır. Bu bölümde, Avrupa’daki köylü isyanları, Kilise bağnazlığına karşı gelişen ve din dışına çıkmaya çalışan (materyalist) düşünce ve hareketler, Hümanizm, görece gelişmiş sınıfsız (komünist) toplum tasarıları olarak Ütopyalar incelenmektedir. İngiltere’de 17. yüzyılda başlayan ve toplumsal planda burjuva devrimi ile bilim ve teknoloji alanında sanayi devriminin birbirine eşlik ettiği “Kapitalizm çağı” ya da “Yakınçağ”, kitabın en kapsamlı bölümünü oluşturmaktadır. 1650’lerdeki İngiliz Cromwell Devrimi ile başlayıp, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar süren yaklaşık üçyüz yıllık, inişli çıkışlı bir Devrimler Çağı… İnsanlık tarihinin en gelişmiş, en köklü, en kapsamlı ve en büyük devrimlerinin gerçekleştiği çağ... Eşitlik ve özgürlük bakımından İlkel Komünalliğin “altınçağ”ından bu yana insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, baskısız bir toplum düzenine en çok yaklaştığı; böyle bir toplumsal düzeni yaratmanın ve yaşatmanın maddi manevi koşullarına en çok yaklaştığı çağ… Max Beer kitabında haklı olarak, incelemesinin temel konusunu oluşturan “sosyalizm ve sosyal mücadeleler” bakımından en verimli çağ olan “Yeniçağ” ve onunu devrimleri üzerinde duruyor. Bu bölümde de, sınıf mücadelesinin en gelişmiş biçimlerde yapıldığı 19. ve 20. yüzyılın mücadelelerine özel bir önem veriyor. Kapitalizm, başka bir dizi özelliklerinin yanında, aynı zamanda sınıf
Max Beer
mücadelelerinin en gelişmiş ideolojik, siyasi, felsefi akımlar öncülüğünde, en gelişmiş, en çeşitli örgütlenmeler, taktikler, savaş biçimleriyle yapıldığı çağdır. Max Beer’in incelemesi, kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaştığı ve toplumsal çelişmeleri sosyalizm ve milli demokratik halk devrimleri ile çözmeyi zorunlu kılacak ölçüde keskinleştirdiği 20. yüzyılın başında bitmektedir. 1924’e kadar olan bu tarih, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşını ve savaş ertesinde gerçekleşen Ekim Devrimi ile başarıya ulaşamayan Avrupa devrimlerini kapsamaktadır.
MAX BEER’ N EKS KL Yukarıda belirttik, Max Beer’in sosyalizm ve sosyal mücadeleler tarihi çalışması, coğrafya ve toplum olarak Asya, Latin Amerika ve Afrika’yı kapsamamaktadır. Oysa tarihin en eski uygarlık (sınıflı toplum) merkezleri olan Asya ve Latin Amerika’da da eşitlikçi ve özgürlükçü idealler ve özlemler taşıyan büyük toplumsal mücadeleler yaşanmış, bunlara öncülük eden büyük düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Çin, Hindistan, Rusya, İran gibi Asya’nın büyük uygarlık ve
Çevirmen Zühtü Uyar, Atatürk’ün Özel Kalem Müdürlerindendir. Ve kitabı ilkin, 1935 ya da 1936’da Atatürk’ün isteği üzerine ve onun okuması için Almancadan çevirmiştir. Atatürk kitabın ilk müsvedde çevirilerini, altını çizerek ve kenarlarına notlar düşerek okumuş ve sonra Milli Eğitim Bakanlığınca yayımlanmasını istemiştir
KAPAK
Aydınlık KİTAP
imparatorluk merkezleri, Ortaçağ öncesinin büyük İslam uygarlığının bağrında doğmuş eşitlikçi düşünce akımları, hiçbir bakımdan böyle bir genel tarih kitabının dışında tutulamaz. Uzağa gitmeye gerek yok. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları dönemlerindeki tarihe damgasını vurmuş halk hareketleri ve düşünce akımları, Beer’in kitabında incelenmiş olanlardan çok daha önemli ve büyüktür. Örneğin Anadolu’nun batısını ve Balkanları kapsayan geniş coğrafyada etkili olmuş, düşünsel etkisi ise bütün bir İslam coğrafyasına ve yüz yıllara yayılmış Bedrettin hareketi, Max Beer’in inceleme alanına giren Bilimsel Sosyalizm öncesi çağların sosyalizm hareketlerinin en büyüklerindendir. Rusya ve Çin’de 18 ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başında gerçekleşen ve romanlara, filimlere konu olan köylü ayaklanmaları; Rusya’daki Narodnik hareket, Çin’deki antiemperyalist ve antifeodal halk hareketleri, Sun Yat-Sen’in önderlik ettiği 1911 devrimi; Türkiye’de 1908 Jöntürk Devrimi ve 1923 Cumhuriyet Devrimi, 1905-1911 İran Devrimi, Beer’in inceleme alanına giren, tarihte iz bırakmış büyük sosyal mücadelelerdir. ilkin, 1935 ya da Beer’deki eksikliğin biri öznel, r’in Bee 1936’da Atatürk’ün diğeri de nesnel iki nedeni var. mas , Asya, çal isteği üzerine ve Öznel neden, Batı düşünLatin Amerika ve onun okuması cesine 18. yüzyıldan başlayaka’y kapsamamaktad r Afri için Almancarak 19 ve 20. yüzyılda egeÇin, Hindistan, Rusya, ran dan çevirmişmen olan Batı merkezlilikgibi Asya’n n büyük uygarl k ve tir. Atatürk tir. Halen sürmekte olan imparatorluk merkezleri, kitabın ilk bu durum Bilimsel SosyaOrtaça öncesinin büyük slam müsvedde çelizmin Avrupalı bir akım uygarl n n ba r nda do mu virilerini, altıolduğu dönemde onu da ete itlikçi dü ünce ak mlar , nı çizerek ve kilemiştir. Max Beer de bu böyle bir genel tarih kenarlarına notdönemin marksistlerinden kitab n n d nda lar düşerek okuolan bir sosyalist aydındır. tutulamaz muş ve sonra Milli Nesnel neden ise, yazarın zaEğitim Bakanlığınca man ve bilgi sınırlılığıdır. Kaynak ve yayımlanmasını istemiştir.3 kaynaklara ulaşmasındaki olanaksızlıkİlk baskıya önsözü, Cumhuriyet’in lar sınırlılığıdır. devrimci yıllarının İktisat ve Adliye BaBütün bu eksikliklerine rağmen kuşkanı, ateşli devrimci Mahmut Esat Bozkusuz ki Beer’in çalışması, türündeki en kurt yazmıştır. Bozkurt’un övücü önsönemli çalışmalardandır. Bu kitapta inözü, daha sonraki bütün Türkçe baskıcelediği ve Musevi-Hıristilarda korunmuştur. yan coğrafyasının toplumİlk baskıdan sonra larındaki eşitlikçi, özgürkitabın bir daha, 1965 lükçü düşünce akımları ve yılına kadar basılmadıtoplumsal hareketler, hele ğını görüyoruz. Araya, de 16. yüzyıl ve sonrasınTürkiye’nin İkinci Dündakiler, örneğin Markya Savaşı sonrasında süsizm, yüzyıllar boyu dünrüklendiği Atlantik yanın her yerine yayılmış kampı yılları, bu yıllara ve her yerinde etkili olegemen olan “antikomuş akımlar ve hareketmünizm” gericiliği girlerdir. miştir. Kitabın ikinci baskısı, TÜRKÇEDE MAX 24 yıl aradan sonra, BEER Cumhuriyet döneminin ikinci aydınlanma, çağMax Beer’in kitabı daşlaşma ve demokratik Türkçede ilk kez 1941 yılında Zühtü Uyar’ın çevirisiyle Milli Eğitim Bakanlığı devrim atılımını yaratan 27 Mayıs Devrimi sonrasında; 1960’ların devrimci atılım Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.2 yıllarında yapılmıştır. 1965’te gerçekleÇevirmen Zühtü Uyar, Atatürk’ün Özel Kalem Müdürlerindendir. Ve kitabı şen ikinci basım, Kitaş Yayıncılık tarafın-
30 KASIM 2012 CUMA
13
dan, Zühtü Uyar çevirisi esas alı1969 sonnarak, Galip Üstün ve Hüseyin rasında araya Baş’ın çeviri katkısıyla beş cilt ha12 Mart gerilinde yayımlanmıştır. Kitaş Yayınciliği giriyor cılık’ın bu ikinci baskıya koyduğu ve “Sosyalizkısa sunuşta, Max Beer’in kitabımin ve Sosyal nın yeniden yayımlanmasıyla ilgili Mücadeleleşu bilgiler verilmektedir: rin Genel Ta“‘Sosyalizmin ve Sosyal Mücaderihi” kitabı, lelerin Tarihi’ 1941 yılında Milli Eğibaskısı tütim Bakanlığı tarafından basılmış, kendiği ve yayınlanmış ve kısa bir sürede bittiği arandığı haliçin çok aranır bir eser olmuştur. Max de. 1974 yılıBEER'in beş kitaptan meydana gelen na kadar badeğerli, öğretici eserinin tam olarak ve sılamıyor. bugünkü dille çevrilmesine özellikle 1974’te dikkat edilmiştir. Birinci ve ikinci kiTürkçe üçüncü basıtaplar Galip Üstün, üçüncü kitap Hüseyin mı, tek cilt olarak ve 1969 baskısı aynen Baş tarafından gözden geçirilmiştir. Dörkorunarak May Yayınları yapıyor. Kitap, düncü ve beşinci kitabı da Galip Üstün 1980 yılına kadar May Yayınları tarafınçevirmiştir. dan dördüncü ve beşinci kez basılarak, “KİTAŞ bu yeni baskıda beş 12 Eylül’e kadar piyasada bulunuyor. ciltlik bu büyük bilim eseri1980’de araya bu kez 12 Eylül geni yeniden gözden geçiriciliği yılları giriyor. Altıncı lk rerek toplu halde yepbasım, önceki basımların çera son n k da bas yeni şekilde yayınlavirisi ve Mahmut Esat a, dah bir kitab n maktadır. CumhuBozkurt önsözü kullanılaar kad a 1965 y l n riyet Hükümetlerak 1989’da Can Yayın. ruz üyo gör bas lmad n rinin örnek Baları tarafından yapılıyor. Araya, Türkiye’nin kinci kanlarından Kaynak Yayınları bu Dünya Sava sonras nda Mahmut Esat çok aranan eserin Türksürüklendi i Atlantik kamp Bozkurt’tun 25 yıl çede yedinci basımın y llar , bu y llara egemen önce, eserin Zühtü gerçekleştirdi. olan “antikomünizm” Uray tarafından ilk Max Beer’in kitabı, gericili i girmi tir çevrilişi dolayısıyla Türkiye’nin her devrimci yazmış olduğu önsöz, atılım döneminin aranan ve yeni bir önsöz yazılmasını okunan el kitabı olarak yeniden gereksiz kılmaktadır. Aynen okurla buluşmasının yine bir devrimsunuyoruz.”4 ci atılım dönemine rastlaması, onun topKitaş Yayıncılık kitabın kendi ikinci, lumsal mücadeleler konusunda devrimci Türkçedeki üçüncü baskısını 1969 yılınve bilimsel tarih bilinci kazandıran özelda yapıyor. liğine denk düşüyor.
Kaynakça [1] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, Dördüncü (Altıncı) Basım, 15 Kasım 2012, İstanbul. [2] Kitabın bu baskısı ile ilgili, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde, “Ana İlim Kitapları Tercüme Serisi”nde kayıtlı bilgiler şöyledir: “ Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Umumi Tarihi, Çev: Zühtü Uyar, Önsöz: Mahmut Esat Bozkurt, Bir İzah: Zühtü Uyar, Başlangıç: Marcel Olliver, Maarif Vekaleti Yayınları, 1941, birinci defa 1 000 sayı basılmıştır”. [3] Bu konudaki bilgileri, Sadi Borak’ın Atatürk ve Edebiyat kitabından (Kaynak Yayınları, İkinci Basım, Eylül 1998, İstanbul, s. 135) aldık. S. Borak da bu konuda, kendi özel bilgileri yanında, Afet İnan’ın Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler kitabındaki bilgilere ( s.292) dayanmaktadır. [4]Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, Kitaş Yayıncılık, Çev: Zühtü Uyar, Çevrilen dil: Almanca, Önsöz: Mahmut Esat Bozkurt, ikinci basım, 1965, İstanbul.
14
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
“GECE‘YE EVET”
Don ve Volga’da yolculuk “60’lar n ilk yar s nda, Türkiye’de tam bir ‘SSCB fobisi’ vard . De il bir Türk yazar n n Rusya’da gezi yapmas , Suat Hayri Ürgüplü sonras nda bir Türk Ba bakan Moskova’ya siyasal amaçl ziyarette dahi bulunmuyordu. Bu ko ullarda ben de yazacaklar m edebi bir tür çerçevesinde vermeyi ye ledim” EMEL TELCİ
Uğur Kökden 70’li yıllardan bu yana çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan denemeleriyle bilinir. Kökden, yazılarında çoğunlukla gezdiği coğrafyaya ilişkin gözlemlerini, gördükleri üzerine düşüncelerini aktarıyor. Yazarla “Gece’ye Evet” isimli öyküsü ve gezileri üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Uzun öykünüzün konu aldığı yolculuğu ne zaman yaptınız? 1964 yılında. O tarihlerde, Fransa’nın başkenti Paris’te, genç bir mühendis olarak çalışıyordum. Bağlı bulunduğum uluslararası mühendislik bürosu, büyük ırmaklar üstünde kurulacak hidroelektrik barajlara ilişkin proje çalışmaları yapıyordu. Dolayısıyla, yaz başlangıcında, Sovyetler Birliği’ndeki Don ve Volga nehirlerinde gerçekleştirilecek nehir gezisi programı elime geçince hemen değerlendirmek istedim. Daha sonra yolculuk boyunca yaşadıklarımı öyküleştirme fikri doğdu. Dolayısıyla, öyküm de çok kişili bir toplu yolculuğu yansıtır. Kaldı ki, ırmaklar, benim için son kertede özel, yaşamsal ve sevgili varlıklardır. Bu uzun yolculuk nasıl bir seyir izledi? Vapur, tren, vapur ve de dönüşte uçakla. İlkin, Paris’ten Manş Denizi’ne bakan Le Havre limanına dek trenle gidildi. Sonra da, oradan bir grup Fransız turistle, Nadezda Krupskaya isimli (Lenin’in eşinin adını taşıyan) yolcu vapuruna binerek önce Kuzey Denizi, sonra Baltık Körfezi üstünden Leningrad’a (şimdiki Petersburg) ulaştık. Leningrad ile Moskova arası yolculuk, yataklı bir gece treninde gerçekleşti. Onun ardından da, özel bir nehir teknesi olan Yuri Krimov’la Don Nehri’ndeki yolculuğumuz başlamış oldu; daha sonra Tsimlianski Gölü’nden ve kanallardan geçerek Volga’ya ulaştık. Geceleri vapurda yatıyor, orada yemek yiyor, piyanoda çalınan “Beethoven sonatları (adagio bölümü)” ve “Çaykovski” dinliyor; sonra da değişik insanlarla sohbet
ediyorduk. Bu arada, zaman zaman mayef’de” (Tiksinti Çağı, De Yabazı iskelelere de uğramadık değil. yınevi, Ekim 1985, İstanbul). Volgagrad, İkinci Dünya Savaşı’nda, AlBöylece, Volgagrad’a dek gidildi. Paris’e dönüşte, sıcağı sıcağına - man Orduları için Sovyet topraklahiçbir ayrıntıyı unutmadan- bu sıcak rında varılmış olan son noktadır. Ev ve renkli izlenimleri yazmaya ko- ev sürdürülmüş sokak savaşları, yuldum. Kitabın bir yerinde de söz özellikle, kentte savaşın simgesi olaedildiği gibi, beş deniz (Kuzey Denizi, rak son durumu nasılsa öylece bıraBaltık Denizi, Azak Denizi, Kara- kılmış olan o dev bina iskeleti- tutsak deniz ve Hazar Denizi), aynı za- alınan Alman Generali von Paulus ve manda öykünün çerçevesini oluştu- onun askerleri için kaçınılmaz sonu ruyordu. Zaten evcil Volga’nın uyu- anımsatır. şukluğunun arkasında da, söz konusu Şimdi bile Volgagrad’da kentin o beş denizin hırçın dalgalarının şa- savunmasını temsil eden Mamayef pırtısı duyulur. Tepesi’ndeki büyük granit anıt BaYine de, “Gece’ye Evet” öykü- buşka’dan “Analar’ın Üzüntüsü Alasünü Paris’te tam olarak bitiremedim. nı”na inişi, “Dikilitaş”ı, sonra “Dost1966 yılı başında, Türkiye’ye dönmek luk Çeşmesi”ni, “Barış Sokağı”nı zorunda kaldım ve o yılın martında bence Volgagrad’ın en güzel sokada askerlik görevimi yapmaya başla- ğıydı - bir ucunda Savunma Müzedım. Bu nedenle öyküme si’nin bulunduğu daracık Gogol Soson noktayı, ancak 1967’nin kağı’nı, ve bu çizgi- kenti ikiye bölen son ayında Çankırı’da koy- Volgagrad’ın en uzun caddesini (Lemuş oldum. nin Caddesi), Kızıl Ekim Çelik FabKitabınız gezi izle- rikaları’nı, Çalışma Sarayı’nı anımnimlerinden oluşuyor. Ne- sıyorum bir bir. den tür olarak uzun öyZaten öyküde de, genç Sovyet küyü seçtiniz? gazetecisi Nogin, sanki Volgagrad O yıllarda, yani 60’la- topraklarında bilinmeyen bir gerçeği rın ilk yarısında, ABD’nin arar. Bu bir kemik parçası ya da obüs kışkırttığı soğuk savaş kalıntısı mıdır? Yoksa taze ve sıcak bir propagandasının etkisiy- kan pıhtısı mı? Avucunda sıkmış olle, Türkiye’de tam bir duğu gevşek toprak, neyin simgesi sa“SSCB fobisi” vardı. De- yılmalı? Ayakkabısının uçlarıyla topğil bir Türk yazarının rağı kazıyan gazeteci, orada, nasıl bir Rusya’da gezi yapması, kesinliğin ardındaydı acaba? Savaşın Suat Hayri Ürgüplü sonra- üstünden yıllar geçince de bu kez Sisında herhangi bir Türk menov’un ünlü “İnsan Asker Başbakanı Moskova’ya Doğmaz” isimli roma“Öyküde siyasal amaçlı ziyanını okudum. Ardınrette dahi bulundan, bir kez de, Vargeçen muyordu. Bu koşova ya da Mosco rafyada şullarda ben de kova’da, yazarın bir ayr Volgagrad’ n yazacaklarımı kendisiyle karşıyeri var bende, edebi bir tür laştım ve konuşya Volgagrad, kinci Dün çerçevesinde tum. Sava ’nda, Alman Öte yandan vermeyi yeğleular için Sovyet Ord öykünüzde, yer dim. Ayrıca Vitopraklar nda etnam Savaşı doyer Neva Neh lm olan son var ri’ne, Leningrad’a layısıyla dönemin noktad r” (doğal olarak, o taSSCB’sine yönelik rihteki ismi), Moskova’ya, kimi eleştirilerimi de anRostov’a, dahası Prag’a göncak bu biçimde kağıda dökedermeler var. Böylece, nehirler ve kabilirdim. Öyle de yaptım. Öykünüzün geçtiği coğrafyayı ralarla, kocaman bir Sovyetler Birliği tablosu çizmiş oluyorsunuz. biraz anlatır mısınız? Bütünüyle değilse bile evet. ÖyÖyküde geçen coğrafyada Volgagrad’ın (eski ismiyle Stalingrad) künün kahramanı gazeteci Nogin, ayrı bir yeri var bende. Öyle ki, bu ko- aslında Rostovlu. Rostov Tarım Manuda daha sonra, “Gece’ye Evet”den kinaları Fabrikası’nda işçiyken, fabriayrı olarak bir edebi deneme daha ya- ka’nın verdiği bursla gazetecilik okuyınladım: “Analar El Bağladı Ma- muş. Bu arada, bir süre de, Prag’da staj
U ur Kökden
yapıyor. Tiyatro oyuncusu Maya’ysa, Leningradlı. Onu orada, Rostov Dram Tiyatrosu’ndan tanıyor. Maya’nın annesi de, İspanya İç Savaşı’nda çevirmen olarak görev yapmış. Don’dan Volga’ya geçişte, birtakım kanallardan söz ediyorsunuz. Bu bağlantının geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun sahiplendiği kanal projesiyle bir ilişkisi var mı? Elbette... Sokollu Mehmet Paşa’nın girişimiyle, XVI. yüzyılın ikinci yarısında, Hazar Denizi’ni Karadeniz’e bağlamak için Aşağı Don ve Volga ırmakları arasında bir kanal açılmasına karar verilmiş. Ancak o dönem Kırım Hanı’nın olumsuz tavrı, Rus saldırıları karşısında da Kefe Valisi’nin etkisiz kalışı yüzünden, bu önemli proje gerçekleşememiş. Osmanlı donanmasının İnebahtı yenilgisiyle eş zamanlı. Son olarak, kitabınızın ismine değinelim. Neden “Gece”? “Gece” sözcüğü, ABD’nin Güneydoğu Asya’da yol açtığı sıcak çatışma karşısında SSCB’nin suskunluğu nedeniyle -taşıdığı sorumluluk anlayışı sonucu- Vietnam’a savaşmaya gitmek isteyen genç bir insanın (gazeteci Nogin) önünde ortaya çıkmış olan belirsizlikleri, bilinmeyen ve karanlık geleceği simgeler. Yoksa, yoğun bir umutsuzluğu değil! Nogin’e göre, o yıllarda,Vietnam, bir ayna ödevi görmekteydi. “Sanki herkes orada kendi öz çehresini seyrediyordu.” Yine genç adam için “gece”, “umutsuz bir bugün ve -o haliyle, dayanışmasız kaldıkça da- katlanılmaz bir yarındır”!
“ ‘Gece’ sözcüğü, ABD’nin Güneydoğu Asya’da yol açtığı sıcak çatışma karşısında SSCB’nin suskunluğu nedeniyle -taşıdığı sorumluluk anlayışı sonucuVietnam’a savaşmaya gitmek isteyen genç bir insanın (gazeteci Nogin) önünde ortaya çıkmış olan belirsizlikleri, bilinmeyen ve karanlık geleceği simgeliyor”
Aydınlık KİTAP
30 KASIM 2012 CUMA
15
Latin Amerika’nın devrimi ve evrimi 1500’lerden ba layarak spanyol ve Portekiz sömürgecilerinin, madenlerde ve tarlalarda onlar için çal an ve evlerinde ve yataklar nda da onlara hizmet eden yerli Amerikal lara ve köle Afrikal lara kendi dillerini, kendi dinlerini ve kendi sosyal kurumlar n kabul ettirdikleri üç yüz y l n hikâyesi IRAZ MAYA
Latin Amerika toprakları kanla ve ateşle, tarihiyse işgaller ve kölelikle yoğrulmuştur. Bugün yirmiye yakın ulusun bulunduğu kıtanın temelde tek bir hikâyesi vardır. Birçok ülkenin tek bir tarihi paylaşması ilk bakışta çelişkili gibi görünür ama zaten Latin Amerika pek çok şeyin yanında karşıtlıklar ve çelişkiler coğrafyasıdır: Bir kere henüz gençtir; çoğu ülkede yaş ortalaması ergenlik çağındadır ve gençlikten kaynaklanan bir dinamizm içerir. Aynı zamanda yaşlıdır; küçük ve basit barınaklı köylerden oluşan tarihi yıkıntılarda insanlar binlerce yıl yaşamıştır. Kimi Latin Amerikalılar hâlâ muz ve manyok yetiştirerek küçük arazilerde yaşamını sürdürürken, kimi de pek çok ülkeye göre daha çok kentleşmiş olan gürültülü ve huzursuz şehirlerde yaşamaktadır. Tüm nüfusun onda dokuzu bir Avrupa dilini konuşmakta ve bir Avrupa dinine bağlı yaşamaktadır. Orta sınıfa mensup az sayıda Latin Amerikalı, Amerika Birleşik Devletleri orta sınıfına benzer bir hayat yaşarken, büyük bir çoğunluk satın alma gücünden yoksundur. Bütün bunlara rağmen bugün çoğu Latin Amerikalı Batı’nın tüketici kültürüne kapılmış görünmektedir. Ülkeler arasında da karşıtlıklar vardır: Brezilya kıtanın neredeyse yarısını kaplar ve nüfusu iki yüz milyona ulaşırken, diğer ülkeler oldukça küçüktür. Öyle ki, Pana-
ma, Porto Riko, Paraguay, Nikaragua, Honduras ve El Salvador’un toplam nüfusu, Mexico City nüfusundan azdır. Sosyal göstergeler de çelişki içerir: Arjantin ve Uruguay’daki okur-yazarlık oranı Amerika ve Kanada ile kıyaslanabilecek kadar yüksekken, Guatemala’da yetişkinlerin %30’u okuma yazma bilmemektedir. Kosta Rika’da yaş ortalaması yetmişken, Bolivyalılar altmışı biraz aşabilmektedir.
LAT N AMER KA’NIN ÇE TL L Akıl almaz etnik karışıma gelince; ırklar arasındaki çeşitlilik Latin Amerika tarihinin temelini oluşturur. 1500 ile 1850 yılları arasında Afrika’dan sadece Brezilya’ya getirilen köle sayısı 3,5 milyondur. Bu köleler, Karayiplarden başlayarak Güney Amerika sahillerine kadar binlerce işte çalıştırılmışlar ve özellikle şeker pancarı yetiştirmişlerdir. Zamanla yerli halklarla ve Avrupalılarla karışarak son derece karmaşık ırklar meydana getirmişlerdir. Arjantin, Kosta Rika, Uruguay ve Güney Brezilya’daki nüfusun çoğunluğu Avrupa kökenlidir. Meksika, Paraguay, El Salvador ve Şili’de yerli ve Avrupalı ırkların karışımı olan Mestizolar yaşamaktadır. Peru, Guatemala ve Bolivya’da yaşayanlar kendilerini Mestizolardan ayrı tutmakta, daha çok yerli dilleri konuşmaktadır. Giysileri ve yiyecekleri gelenekseldir. Birçok ülkede siyahlar ve beyazlar sahil kesimlerinde yaşarken, yerli ve beyaz karışımı nüfus, iç kısımlarda yaşamayı tercih etmektedir. Bu kadar büyük farklılıklar ve çelişkilere rağmen tek bir öykü onları birleştirir: Hepsi Avrupalıların fethini ve sömürgeleştirmesini yaşamıştır. Hepsi aşağı yukarı aynı za-
manlarda bağımsızlıklarını kazanmıştır. Hepsi sorunlarla benzer biçimde başa çıkmış, bağımsızlık sonrası hepsi benzer politik eğilimlerin hakimiyetini yaşamıştır. Kazananlar ve kaybedenler. Zenginler ve yoksullar. Fatihler ve fethedilenler. Patronlar ve köleler. İşte Latin Amerika tarihinin kökeninde yatanlar. Bu çelişkiler ve çatışmalar bugün de sürmektedir. 1990’larda Birleşik Amerika ile imzalanan ticaret anlaşmalarını protesto eden Mayalar yıllar süren bir ayaklanma başlatmışlardır. Çoğu yerlilerden oluşan bu insanlar, 1900’lerin başında toprak reformu için mücadele verenlerin anısına kendilerine Zapatista adını seçtiler. Bolivyalılar ise 2006’da ilk yerli başkanlarını seçmeyi başardılar ama yerli olmayan halkın büyük direnciyle karşılaştılar.
LAT N AMER KA’NIN H KÂYES İşte tüm bu çatışmaların kökeni 1492’ye kadar uzanmaktadır. Kuzey Carolina Üniversitesi tarih profesörlerinden John Charles Chasteen, Latin Amerika’nın hikâyesini bu tarihten başlayarak anlatmayı amaçlamakta. Özetle, ilk olarak 1500’lerden başlayarak İspanyol ve Portekiz sömürgecilerinin, madenlerde ve tarlalarda onlar için çalışan ve evlerinde ve yataklarında da onlara hizmet eden yerli Amerikalılara ve köle Afrikalılara kendi dillerini, kendi dinlerini ve kendi sosyal kurumlarını kabul ettirdikleri üç yüz yılın hikâyesi. İkinci olarak, üç yüz yılın sonunda ortaya çıkan iki yeni politik gücün; Amerikan ve Fransız
devrimleri sonucu ortaya çıkan ve inanç yerine mantığı, yerel değerler yerine evrensel değerleri, devlet denetimi yerine piyasa ekonomisini koyan liberalizme ve emperyalizme karşı ideolojik bir savunma, sosyal eşitlik için olumlu bir güç ve beyazların üstünlüğüne karşı bir direniş olarak algılanan milliyetçiliğin Latin Amerika’yı değiştirme ve dönüştürme hikâyesi. Latin Amerikalı yazarlar sayesinde acılı ve hüzünlü hikâyesine aşinayız bu toprakların. Çoğu zaman kendi tarihimizle paralellikler kurar, bir çeşit kader ortaklığı atfederiz. Bu nedenle Chasteen’in “Latin Amerika Tarihi”, coğrafi olarak ne kadar uzaksa, duygu olarak o kadar yakın bir okuma vaat ediyor bizlere... (Latin Amerika Tarihi, John Charles Chasteen, Say Yayınları, Çev: Ekim Duru, 400 s.)
Birleşik Amerika ile imzalanan ticaret anlaşmalarını protesto eden Mayalar yıllar süren bir ayaklanma başlatmışlardır. Çoğu yerlilerden oluşan bu insanlar, 1900’lerin başında toprak reformu için mücadele verenlerin anısına kendilerine Zapatista adını seçtiler
16
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Arkeolojinin yıktığı tabular 18.yy ile ba ta Alman entelektüelleri aras nda filizlenen bu yakla m n temel argüman , Bat kültürünün temellendirildi i Antik Yunan’ n ba ms z, kendi içinde geli ti i özellikle de Do u etkisinin olmad ve de ba ms z bir geli meyle süreklilik arz eden bir üstünlük biçiminde oldu uydu. Bu kurgunun materyal olarak desteklenmesi de arkeolojik verilerin tersyüz edilmesi, bilinçli olarak çarp t lmas ya da yok say lmas yla in a edilmeye çal ld UFUK DEMİRBAŞ ufukdbas@gmail.com
Son yıllarda arkeolojik yayınlarda artan yükseliş, alan ile ilgili çalışmaların hem daha zengin kaynaklara doğrudan kendi dilimizde ulaşmamız, hem de yeni arkeoloji çalışmalarına olanak vermesi açısından sevindirici. Farklı yayınevlerinin yayın programlarına arkeolojik yayınlar almasının talep noktasında da ciddi bir yönelişin olduğunun göstergesi diyebiliriz. Tabii yayınevleri arttıkça konuyla ilgili basılan kitapların da çeşitlenmesi kaçınılmaz görünüyor. DO U’YU YOK SAYMAK VE T RAZ SESLER Bu yayınlara iyi bir tarih dizisi katkısıyla giren İthaki Yayınları, art arda yayımladığı eserler ile ilgimizi hak eden kaliteli, özenle basılmış eserler sundu. Bu yayınlardan Walter Burkert’in “Yunan Kültüründe Yakındoğu Etkileri”, konu ile ilgi çalışmalarda ülkemizde de pek girilmemiş bir alanla ilgili olması bakımından, içerik ve savlarına getirdiği açıklamalar ve yaklaşım olarak tartışılması gereken bir kitap. Burada ilk baskısını Kaynak Yayınları’nın yaptığı Martin Bernal’in “Kara Atena” kitabını özellikle anmakta fayda var, keza konunun bütün olarak ele alınışı, getirdiği tezler ve ortaya koyduğu verilerle ciddi bir alan açan yayın olarak önemini fazlasıyla korumakta. Arkeolojinin bu pek tartışılmamış alanında dikkat çekmek istediğimiz nokta, Avrupa-merkezci yaklaşımların arkeolojik verilerle desteklenerek tüm dünyaya sunulması ve bunun yarattığı erozyona karşı, konunun önem bakımından çok daha fazla tartışılması ve çalışmaların artmasıyla ciddi bir yanlışın ortadan kaldırılması yönündedir. 18.yy ile başta Alman entelektüelleri arasında filizlenen bu yaklaşımın temel argümanı, Batı kültürünün temellendirildiği Antik Yunan’ın bağımsız, kendi içinde geliştiği özellikle de Doğu etkisinin olmadığı ve de bağımsız bir gelişmey-
le süreklilik arz eden bir üstünlük biçiminde olduğuydu. Bu kurgunun materyal olarak desteklenmesi de arkeolojik verilerin tersyüz edilmesi, bilinçli olarak çarpıtılması ya da yok sayılmasıyla inşa edilmeye çalışıldı. Özellikle Batı’nın kendi hegemonyasına meşruluk kazandırmak üzere imal ettiği tarih anlayışı, içinde bulunduğu krize uygun olarak, yine özellikle kendi içinden itirazlarla hızlanan bir karşı tezler ve eleştiriler süzgecinden geçirilmeye başlanmasıyla, yıllarca öne sürülen tezlerin ve aslında kurgulanan tarih yaklaşımının ne derece yanlış bilgilerle sunulduğunu da ortaya çıkarmaya başladı. Giderek artan başta arkeolojik buluntular olmak üzere, elde edilen yeni veriler ile itiraz sesleri daha da güçlendi ve konuyla ilgili yayınlar artmaya başladı. Bu yayınların yavaş yavaş dilimize de kazandırılması ümit verici.
SOMUT ÖRNEKLERLE TAÇLANDIRMA Burkert, kitabının giriş kısmını “Yunan uygarlığı Doğu etkisini, tam da şekillendiği bir dönemde yaşamıştı” cümlesiyle noktalarken, kitabın genel çerçevesini de bizlere vermiş oluyor. Yine Burkert, bu giriş bölümünde Bernal’in “Ari Model” olarak andığı sürecin nasıl oluşturulduğunun kısa bir özetini yaparken, konuyla ilgili Batılı çalışmacıların, Batı merkezli anlayışı nasıl kurduklarını, nasıl bir süreç içinde şekillendiğini anlatırken, aynı zamanda bu anlayışa karşı oluşan tepkinin de kısa bir özetini veriyor. Doğu’nun Batı’yı etkilemesini üç ana başlıkta inceliyor Burkert; ilk bölümde “Göçmen Zanaatkarlar -Halkın Yararına Çalışan Zanaatkarlar”, ikinci bölümde “Bir Kahin Ya Da Bir Şifacı –Doğu’dan Batı’ya Büyü ve Tıp”, üçüncü bölümde, “Ya Da Aynı Zamanda Tanrısal Bir Şair – Akadca ve Erken Dönem Yunan Edebiyatı”. Burkert, kitabın oluşturduğu her üç bölümde de bol
kaynaklarla destekleyip, savlarının somut örneklemelerini vererek, okunması kolay, anlaşılır ve konuya hakim oluşunu bizlere gösteriyor. Yazar, “Klasik filoloji, Çiviyazısı ve hiyeroglifin çözülmesi, Eski Yakın Doğu ve Mısır'ın yeniden keşfi, Miken uygarlığının ortaya çıkarılışı ve arkaik Yunan sanatının gelişiminde kuvvetli Doğu etkisinin görüldüğü bir dönemin varlığının anlaşılması”, Batı merkezli savların gerilemesinde önemli adımlar olduğunu belirtir. Burkert kitabında, bolca antik kaynaklardan da yararlanmaya özen göstermiş; edebi ve siyasal metinler ile diğer antik kaynaklara, savlarını doğrulaması bakımından sıkça başvurmuş ve titiz bir çalışmaya imza atmış. Bunları yaparken başta belirttiğimiz gibi alıntılar konusunda da kısa ve öz bilgilerle yetinmiş. Kitabın birçok bölümünde karşımıza çıkan kelime geçişlerini, köken ve fonetik açıdan incelemeye çalışan Burkert, bu geçişlerle ilgili olarak da önemli tespitler sunuyor. Diğer taraftan Burkert, Suriye-Filistin bölgesindeki en önemli başarının, okuma yazmanın ciddi şekilde kolaylaşıp yaygınlaşmasını sağlayan alfabetik yazının geliştirilmesi olarak görmekte ve bu yazının kökeninin Bronz çağına kadar gittiğini vurguluyor. Yunan yazısının ilk örneklerinin ise çok sonra M.Ö. VIII. yy sonlarında ticari faaliyet yollarıyla ilgili olarak ortaya çıktığını belirtiyor.
LET M VAR ETK YOK Her çağda yer ve uzam farkı olmaksızın, kültürlerarası etkileşimin başta ticari faaliyetler olmak üzere birçok alanda kaçınılmazlığı ile, Batıcı yaklaşımların kesin olarak Do-
ğu'yla iletişimi kabul eden fakat etkiyi reddeden bakış açısını somutlayarak iddianın yanlışlığını ortaya koyan yazar, bu gerçekliği verilerle desteklerken nesnelliği de elden bırakmıyor. Dilimize daha önce “İlkçağ Gizem Tapıları” kitabı çevrilen Burkert, 1931 Almanya doğumlu. Yunan dini ve Yakındoğu etkileşimleri konusunda başta gelen uzmanlardan biri olup, Zürih Üniversitesi’nden fahri profesör ünvanına sahip. Birçok yayını bulunan yazarın dilimize henüz iki kitabının çevrilmiş olması ise üzücü. Walter Burkert’in bu çalışmasıyla ilgili benzer yayınların artması, arkeoloji biliminin hak ettiği ilginin karşılık bulması ve gerekli özenin gösterilmesi, gelecek kuşaklar için nesnelliği elden bırakmayan yayınlara dair ülkemizden de gelecek katkılarının çoğalması ümidiyle. (Yunan Kültüründe Yakındoğu Etkileri, Walter Burkert, İthaki Yayınları, Çev: Mehmet Fatih Yavuz, 160 s.)
Yazar her çağda yer ve uzam farkı olmaksızın, kültürlerarası etkileşimin başta ticari faaliyetler olmak üzere birçok alanda kaçınılmazlığı ile, Batıcı yaklaşımların kesin olarak Doğu’yla iletişimi kabul eden fakat etkiyi reddeden bakış açısını somutlayarak iddianın yanlışlığını ortaya koyuyor
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
30 KASIM 2012 CUMA
17
Tanpınar: “Atatürk bizi özlediğimiz bütünlüğe götürdü” “Atatürk'ün ç rakl k devri yoktur. O, daima kar s na geçer geçmez kavrad vaziyetin tek adam olmu tur. Hakikatte vaziyet fikriyle, onun dehas yla do mu olanlardand .” seyyitnezir@yahoo.com
TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda (17-25 Kasım) bulunduğum her üçlü beşli buluşmada konuştuğumuz ilk konu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın siyasal yönelimleri ve sanatçı kişiliği arasında bir kopukluk olmadığı halde kırk yıldır bu gerçeğin göz ardı edilmesi ya da gizlenmesiydi. Teori Dergisi’nin yayın yönetmeni Arslan Kılıç başta olmak üzere birçok yoldaş, nice yazar arkadaş ve her yaştan okur bu konu etraflıca aydınlatılıncaya kadar tartışmayı ısrarla sürdürmemi istedi. Kepirtepe’den çocukluk arkadaşım ve yazar dostum Kemalettin Kaya, Tanpınar’ın Atatürk’ü anlatan bir yazısını (Ulus, 21 Kasım 1960), bu tartışma vesilesiyle kendisi değerlendirmek yerine, bana getirdi. Ona müteşekkirim. Köşemizin elverdiği çerçevede, bu yazıdan başlıca belirlemeleri Aydınlık Kitap okurlarıyla paylaşmak istiyorum:
ATATÜRK’TEN ALINACAK BÜYÜK DERS AHMET HAMD TANPINAR Bir vaziyeti olduğu gibi görmek, bütün ihtimallerini tartmak, sıralamak, en lüzumluyu, acele cevap verilmesi gereğini ayırmak, can alacak kilit noktayı bulmak ve oraya bütün kuvvetleriyle yüklenmek. İşte büyük manasında hareket adamının belli başlı vasfı. Her an uyanık olacaksın ve bu ameliyeyi [işlem] her an için yeniden yapacaksın. Mustafa Kemal’in hayatı üzerine birazcık eğilen her insanın onda ilk gördüğü şey budur. Onun zekâsı daima hareket halindedir. Sanki daima matematik terkipler [bileşim] içinde, onları tanzim ederek ve cevaplandırarak yaşadı. Daha Anafartalar’da, biz onu kısa bir vaziyet mütalaasından [durum değerlendirmesi] sonra kararını vermiş, elindeki kuvvetleri, seçtiği noktaya tereddütsüz boşaltır görürüz. Modern harp tarihi tek bir ku-
mandanın omzuna yüklenmiş bu cinsten bir karar ve icra mesuliyetini [yürütme sorumluluğu] pek az kaydeder. «Böyle olmalıdır, yalnız böyle olabilir.» Ve hareket bittiği anda eski payitaht kurtulmuş, Çarlık Rusya’sının akıbeti belirmiş, dünya gömlek değiştirmeye hazırlanmıştır. Pek az kumandan kendi tarihine bu kadar parlak ve kati bir zaferin kapısından girer. Fakat biz onu daha evvel Balkan Harbi’ne tekaddüm eden [ön gelen] büyük manevrada da aynı sarih [açık] vaziyet mütalaasında görürüz. Atatürk’ün çıraklık devri yoktur. O, daima karşısına geçer geçmez kavradığı vaziyetin tek adamı olmuştur. Hakikatte vaziyet fikriyle, onun dehasıyla doğmuş olanlardandı. [...] 1918’de mağlup İmparatorluğun geniş kumanda kadrosu içinde yalnız onun çehresinin ortaya çıkması, bütün bir milletin onun etrafında toplanması hiçbir şekilde tesadüf değildir. Eğer İstiklâl Savaşı’nda tesadüfün veya talihin bir yardımı varsa, şüphesiz ki bu, Mustafa Kemal’in Mustafa Kemal olarak, o ruh ve imanla, o irade ve vaziyet dehasıyle aramızda doğmuş olmasıdır. Atatürk her yeni işe, biraz evvel bırakmış gibi giren adamlardandır. Asıl yapılacağı adeta içgörüsü ile seçer, Milli Mücadele’de dikkat israfı denen şeyi bulamazsınız. Dumlupınar zaferi tam zamanında yapılan bir hasada benzer. [...] Hakikatte Milli Mücadele’de her şeyden evvel o vardır. 26 Ağustos’ta bütün gücüyle ayağa kalkan ve etrafını hurdahaş eden Dev’in belkemiği ve düşünen kafası odur, seçtiği birkaç arkadaşıdır. [...]
ATATÜRK VE NÖNÜ İşi ne kadar da iyi biliyordu. Anadolu’ya geçer geçmez bu işin ancak bir teşekkülle olabileceğini anladı ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni o meşru ve milli hayata tasarruf hakkı olan cihazı [aygıt] kurdu. Filhakika [aslında] muharebe dahi ancak teessüs etmiş [kurulmuş] bir hukuk devleti ile olabilirdi. Ve hemen arkasından orduyu kurdu. Milli Mücadele’nin ilk zaferlerinden biri muntazam ordunun katıksız olarak kurulması kararının Büyük Millet Meclisi’nden çıktığı gün idrak edildi. Bu işte İsmet İnönü’nün hemen hemen onun kadar payı vardır ve zaten onun Anadolu’ya geçişi de Mustafa Kemal’in kazandığı bu ilk zaferlerden biridir. Atatürk ve İnönü, ne kadar necip [soylu] duygulara dayanırsa dayansın, ihtiyarînin keyfî ile kapı bir komşu ol-
duğunu gayet iyi biliyorlardı. Onu hesaplarından tarh etmişlerdi [çıkarmışlardı]. Atatürk’ün büyük meziyetlerinden biri de arkadaş seçmesini bilmesidir. Bir kere seçtiği ve değerlendirdiği adamı kolay kolay bırakmaz ve daima tutardı. Bütün hayatında hâkim olan ölçü fikri bu değerlendirme işinde hâkimdi. Herkesin onun nazarında ayrı bir yeri vardı. İnönü daha ilk günden itibaren en güvendiği arkadaşıdır. Yeni kurulan devletin içindeki gizli mücadelelerin çoğu bu tercihin etrafında uyanan kıskançlık hissi ile başlar. Sofra adamları bu sarih düşünce ve nizam adamını bir türlü çekemezler. Kaldı ki İnönü her şeyden evvel bir otorite idi. Pek az dostluk bu kadar samimi ve karşılıklı anlayışa dayanır. [...] İsmet Paşa vazgeçmek denen kelimeyi lügatinden silmiş adamdı. Ricat [gerileme] onun için sadece bir tabiye ıstılahı [doğallık terimi] veya usulü idi. Nitekim yeni kurulan Cumhuriyet bu sarih ve başarılı düşünceden en sağlam iç kalesini buldu. İkinci Cihan Harbi’nde bu kale bir kaptan köprüsü oldu. Atatürk Milli Mücadele yıllarında sade büyük asker ve büyük devlet adamı değildir. O her şeyden evvel belki de sari [bulaşıcı] bir ruh, bir iman ve kalp adamı idi. Tarihimizde hiç kimse, büyük halefi hariç, onun kadar iyi ve güzel konuşmadı. Türk demokrasisi her hareketini halkımıza en geniş şekilde izah eden ve onun tasvibinden geçiren Atatürk’le başlar. [...] Burada bir mukayese yapmak zaruridir: Muharebe meydanında hiç şaşırmayan Napolyon hemen her meclisten mağlûp çıkardı. Darıltmadan ağız açtığı pek az vaki idi. Mustafa Kemal ise sözü ile karşısındakini kendine bağlardı. Bütün bunlara, sihirli varlığını, şahsiyetinde kendiliğinden mevcut otoriteyi de ilave etmek lazımdır. Onda kudret denen şey bir mıknatıs gibiydi. [...] Yahya Kemal’den dinlediğim birkaç anektot Mustafa Kemal’in mizaç kudretini bana öğretti. Yazık ki, bu kadar şey, gördüğünü tespit etmeye bir türlü alışamayan muasırlarının ihmali yüzünden kaybolacak. Hiçbir ciddi ifrata [aşırılık] düşmedi. Bütün Müslüman Şark tarihini bize öğreten Garp, kovduğu hanedanın yerine geçeceğini sanıyordu. Hepsi Mustafa Kemal için kabildi. O, kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bir numaralı vatandaşı olmakla kaldı, Atatürk oldu. [...] İyi bir cerrah gibi milli hayatın teşhisini yaparak inkılaplarını vücuda getirdi.
H ÇB R NKILÂBI YÜZEYSEL DE LD Mustafa Kemal inkılâpları yukarıda bahsettiğimiz vaziyet fikrinde en iyi izahını bulur. Vaziyet fikri, realite fikridir ve Batılı insanın en büyük silahı ve en büyük kuvvet ekonomisidir. Türkiye’nin ihtiyaçlarını nefsinde yaşamış gibi biliyordu. Kendisinden yüz sene evvel hangi şartlar altında ve sıfırdan başlayarak yürüdüğümüzün farkında idi. Garp medeniyetinin ışığına ve insan haklarına büyük bir şevkle koşmuş, fakat mazi başlarını gereği gibi koparamadığımız için durmadan bir pervane gibi yolun fenerlerine çarpmıştık. Mustafa Kemal üst üste inkılâplarıyla bu cansız ve yol kesici bağları kopardı. Hiçbir çiftçi, tarlasını bu kadar dikkatle ayıklamaya çalışmamıştır. Bütün kuvvetiyle memlekette hüküm süren ikililiğe ve onları besleyen müesseselere yüklendi. Devrinde o kadar tenkit edilen, halâ bile sathî bir iş gibi görenler bulunan kıyafet inkılâbı hakikatte bizi, bir lahzada, şüpheli bir vaziyetten çağdaş bir vaziyete getirmiştir. Hakikatte Mustafa Kemal inkılapları bir tereddüdün, bir eşikte duraklamanın sona ermesiydi. [...] Eski hukuk, Müslüman medeniyetinin çerçevesinden çıktığımız gün örf olmuştu. Örf [töre], büyük manâsıyle medeniyet ve kültüre karşı gelirse terk edilir. İnsan değişen mahluktur. Çünkü tecrübelerini birbirine nakleden, birbirinden değiştiren mahluktur. Atatürk’ün yaptığı veya başladığı hiçbir şey yoktur ki, bizi özlediğimiz bütünlüğe götürmesin. [...] Kitleye yolunu işaret etti ve oraya doğru beraber yürüdü. Her haliyle, «Bugün belki itiyatlarınızda [alışkanlık] rahatsız olursunuz, fakat yarın çocuklarınız mes’ut olur.» der gibiydi. [...] Düşünce daima bütünü ister. Ancak hakiki aksiyon adamıdır ki olduğu yerde dönmekten ve kuvvetlerini beyhude yere israftan başka bir şey olmayan bu sabırsızlığı, iyi niyet hoşnutsuzluğunu işleri sıraya koyarak müspet bir kuvvet haline getirir. Bu çabada bize Atatürk türlü meziyetleriyle daima en iyi örnek olacaktır. Hayatının her merhalesi, şahsiyetini yapan her çizgi gibi biçim için sonsuz bir tecrübe, nesilden nesle kudreti artacak bir derstir. [...] Demokrat Parti idaresi bu derse ve bu büyük tecrübeye gözlerini kapadığı için on senemizi ve bu kadar imkânı yaktı, kül etti. İkinci Cumhuriyet’in de [27 Mayıs Devrimi] Yeni Türkiye’nin kurucusunun yolunda hiç tereddütsüz yürüyeceğine eminiz ve bununla mesuduz.
18
30 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
666
Umut Yolu
Ayd nlara Dü en Vazife
Kanl Kumpas
Küçük skender (Derman skender Övel), Sel Yay nc l k, 212 s.
Edgar Morin, Stephane Hessel, Say Yay nlar , Çev: smail Yerguz, 88 s.
Yusuf Akçura, Kaynak Yay nlar , 112 s.
Necdet Pekmezci, Tanyeri Kitap, 272 s.
“Gövden mi var, derdin var. Etin markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ’lar eşit olmadıkça, insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır. Yerinde kullanılan şiddeti savun. Kimseyle uyumlu olmak zorunda değilsin. Cesur, özgür ve güçlüysen yenersin. Aksi halde defol! İnkâr et tüm sana öğretilenleri.” Akla gelen her kötü düşünceyi zararlı sanmamalı; bazen kötü düşünmek hayat kurtarır, ilişki kurtarır, ülke kurtarır, gezegen kurtarır. Şeytanın dürttüğü yer bir yol ayrımıdır. O noktada gülümsemeli ve silah, kalp, öç son kez kontrol edilmeli. Tek ortak ana dil, ruhtur. Küçük İskender’den vahşet, şehvet, romantizm, alay, aşağılama, cezaya teşvik, suç arşivi içeren “666” isimli pis bir kitap daha.
Stéphane Hessel 95 yaşında Fransız yazar, filozof ve diplomat. Türkiye’de, yaklaşık 30 dile çevrilen, Fransa’da satışı 2 milyonu aşan “Öfkelenin” adlı kitabıyla tanınıyor. Edgar Morin ise 91 yaşında Fransız yazar, filozof ve sosyolog. Her ikisi de direniş savaşçısı olan yazarlar evrensel nitelikte bir uygarlık siyasetinin mümkün ve gerekli olduğunu ileri sürüyor ve umudun yolunu açıyorlar. Yeşil enerjileri, dayanışmacı ekonomiyi, megapollerin insanileşmesini, kültürü hedef alan düzenlemeleri önceleyen; endüstriyel tarımı, nükleer enerjileri, savaş sanayisini, savurganlık ekonomisini dışlayan; finans kapital ejderhasına, etnik-dinsel çatışmalara, biyosferin bozulmasına karşı çıkan bu yeni siyaset, liberter, sosyalist, komünist ve çevreci kaynaklardan besleniyor.
Yusuf Akçura, Türk milliyetçiliğinin öncülerinden ve Kemalist Devrim’in ideologlarındandır. Yaşamını Türk toplumlarının ilerlemesi, yükselmesi, çağdaşlaşması davasına adayan Akçura, bunun için, Türk milliyetçiliğinin halkçı, antifeodal, antiemperyalist ve birleştirici olmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bütün millet ve kavimlerle eşitlik ve barış içinde yaşamak, onun savunduğu Türk milliyetçiliğinin temel özelliklerindendir. Bu kitapta Akçura’nın, Türk toplumu için; halkçı, bağımsız ve çağdaş bir Türk devletinin zorunluluğunu ve bu konuda Türk aydınına düşen görevleri işlediği makaleleri bir araya getirilmiştir. Makaleler, 1921-1925 yılları arasında yayımlanmış yazı ve konferanslarından seçilmiştir.
“Kanlı Kumpas”ın senaryosunu CIA yazdı, ama figüranlık yerli isimlere düştü. Kenan Evren’den Fethullah Gülen’e, Süleyman Demirel’den Bülent Ecevit’e, Alparslan Türkeş’ten Abdullah Öcalan’a kadar herkes “Kanlı Kumpas” tiyatrosundaki rolünü oynadı. Kan, gözyaşı, acı ve hüznün yolu hep darbelere çıktı... Derin devletin kurulması için imza koyan başbakan kim? Darbelere zemin hazırlayan gladyo yapılanmalarında CIA’nın rolü nedir? Amerikalı çavuşun parkasını tutan general kimdi? Humeyni’nin arkasında namaz kılmak hangi başbakana kısmet oldu? Anadolu’da Alevi-Sünni çatışmasını körükleyen CIA ajanı kimdi? Türk askerinin başına çuval geçirilmesini, “pratik bir uygulama” sözleri ile kim savundu?
Ka t Kay klar
Pusudaki Panter
Hegel
21.12
ebnem Kartal, 3P Yay nc l k, 219 s.
Amos Oz, Do an Kitap, Çev: Elif Ayla, 152 s.
Terry Pinkard, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Mehmet Bar Albayrak, 772 s.
Dustin Thomason, Alt n Kitaplar, Çev: Seda Hauser, 384 s.
“Kağıt Kayıklar”, farklı kesimlerden gelen beş kadın ve beş erkeğin psikoterapi süreçlerini anlatan bir öykü seçkisi. Her bir bölümle bizi başka dünyaların içine çekiyor. Bir öyküde, gençliğinde sistematik işkenceye maruz kalmış bir şairin feryadına şahit olurken, bir diğerinde kadın cinselliğinin çocuk yaşlardan itibaren toplumsal ve dinsel motiflerle nasıl şekillendiğini görüyoruz. Delilikle dâhilik arasındaki ince çizgide yürüyen bir adam, ruhsal acılarını bedeniyle ifade eden bir kadın, aile baskısına karşı direnen bir alkol bağımlısı kitapta bizi bekliyor... Şebnem Kartal, kısa öykülerle derinlemesine giriyor hayatlarımıza. Kendimizi keşfetmek için eşsiz bir kaynak armağan eden yazar, tüm satırlarını “anlamak” ve “farkında olmak” üzerine kurguluyor.
Kudüs, 1947. İsrail devletinin kurulmasına birkaç ay kalmıştır. İngiliz işgali altında büyümüş olan 12 yaşındaki Profi, işgalci kuvvetlere karşı direnişin coşkulu havasına kapılmış ve İngilizleri doğup büyüdüğü topraklardan kovmak için iki arkadaşıyla bir yeraltı örgütü kurmuştur. Hayallerinin arasında İngiliz kraliyet sarayını havaya uçurmak; dünyanın dikkatini, ülkesinde yaşanan haksızlığa çekmek de vardır. Ama hayallerinden bazıları çok da kahramanca değildir. Şeytan, gerçek bir erkek olmaya çalışan delikanlıyı ayartmak için her yerde pusuya yatmıştır; ihanet çok uzak değildir.
Modern düşüncenin kurucularından biri olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel genel olarak Prusya mülkiyetçiliğinin dar kafalı savunucusu, anlaşılmayacak şekilde ve anlaşılmamak için yazmış asık suratlı bir felsefeci olarak tanınır. Onun Fransız devriminin etkisiyle coşan bir devrimci; Alman milliyetçiliğine karşı çıkan bir evrenselci; kağıt oynamayı, arkadaşlarıyla tartışmayı, meyhanelerde yarışırcasına içmeyi seven ve dolayısıyla birçok kez disipline verilen bir öğrenci; dans etmekten, kızların çevresinde olmaktan hoşlanan neşeli bir genç olabileceği pek akla getirilmez. Oysa Hegel, olumlu kişisel özellikleri, bilgisi, geniş ufku ve büyük ilgi gören dersleri sayesinde içinde yaşadığı toplumun en etkin şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir.
Takvimler 11 Aralık 2012’yi gösterirken Los Angeles sıradan bir güne daha uyanmıştır. Ancak günün sonunda, ender görülen salgın hastalıklar konusunda dünyanın en önde gelen uzman doktoru, sergilediği semptomlar karşısında şaşkına dönüp dehşete düştüğü bir hastayla uğraşmak zorunda kalırken, Maya uygarlığıyla ilgili çalışmaların parlak yıldızı Chel’in elinde bir zamanlar atalarının yaşadığı antik şehirde bulunmuş paha biçilmez bir yazıt vardır. Devrin saray kâtibi tarafından gizlice tutulmuş bu olağanüstü tarihi kayıt Maya Krallığı’nın bir gecede yok oluşuyla ilgili tarihin o büyük bilmecesine de cevap olacaktır. Çünkü Maya Krallığı’nı bir gecede tarih sahnesinden silen o korkunç tehlike yeni silahlar kuşanarak medeniyetimizi ortadan kaldırmak için çoktan harekete geçmiştir bile.
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
30 KASIM 2012 CUMA
19
bni Arabi ve Derrida
Unutmak
Gelecek Y l Kudüs’te
Ian Almond, Ayr nt Yay nlar , Çev: Kadir Filiz, 176 s.
nci Aral, K rm z Kedi Yay nevi, 372 s.
Murat Çulcu, E Yay nlar , 278 s.
İbni Arabî ile Derrida arasındaki ilişki tam olarak nedir? Yapısökümün metaforları, stratejileri ve motifleri bütün anlamlarını tasavvufla bir mukayese bağlamında değiştiriyor mu? İbni Arabî bize Derrida’yı farklı şekilde okumayı öğretebilir mi; ya da Derrida İbni Arabî’yi? Son dönemlerde tüm dünyada karşılaştırmalı din ve teoloji bölümlerindeki akademisyenler kendi dini geleneklerindeki çeşitli örnekleri Derrida’nın yapısökümcü yazıları için yeniden keşfederken, Georgia State University’de postkolonyal edebiyat teorisi üzerine dersler vermekte olan ve daha önce Türkiye üniversitelerinde de çalışan Ian Almond da, bu kitapta, pek çok soruya yanıt aramakta ve iki ayrı düşünürü karşılaştırmalı olarak ele almaktadır.
İnci Aral, otuz yılı aşan edebiyat uğraşının bu noktasında duruyor ve Tolga Meriç’in sorularına verdiği yanıtlarda kendini, tıpkı romanlarından birinin kahramanıymışçasına irdeliyor. Parçalanıp dağılmış bir aile, beslemelerle paylaşılmış odalar, parasız yatılı okullar, mektuplar, yolculuklar, uçurumlar, şehirler, şarkılar ve tabii öldürücü aşklar ama hepsinden daha büyük bir aşkla bağlanılmış kitaplarla kâğıtlar... “İnsan unutmak zorundadır. Ama bu unutmanın kendisi değildir. Unutmak yoktur” diyen İnci Aral’ın, hem özel hem de yazarlık dünyasını okuruna açtığı, bu anlatı, hayatına edebiyatın, edebiyatına hayatın ışıklarını düşürebilen bir yazarı daha iyi tanımak, yazdıklarının derinine girmek ve yazma tutkusunun ne olduğunu anlamak isteyenler için...
Murat Çulcu ‘’Siyonizm’in ilk dönemi’’ olarak adlandırırdığı 1895-1922 sürecini kendine özgü bir yöntemle ve tarafsızca irdeliyor. Siyonizm’in “Berlin-Londra İkilemini” ve “HerzlRothschild” yapılanmalarını büyüteç altına alıyor. “Herzl öncesine” parantez açıyor. Çanakkale’de çarpışan Sion Alayı’nın “siyasal misyonu”nu saptıyor. Pro-Palestina’nın izlediği stratejiyi özgün belgeleriyle anlatıyor. Max Cohen’in tarihsel konferansını tam metin olarak okura sunuyor. Osmanlı yönetiminin “Filistin’e Yahudi iskanı’’ politikasını ve yasağını sorguluyor. Herzl - II.Abdülhamid ilişkisindeki yanılsamalara dikkat çekerken Ağa Han’ın Londra-İstanbul eksenindeki “federasyon-konfederasyon” önermelerini masaya yatırıyor.
Llosa “Genç Bir Romancıya Mektuplar”da roman sanatı hakkındaki düşüncelerini aktarıyor. Yazım sanatıyla yaşam arasındaki ilişkiyi sorguluyor. 2010 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar, edebiyat tutkusunun filizlendiği Peru’daki gençlik günlerinden başlayan on iki mektupta, Miguel de Cervantes, Gabriel García Márquez, Jorge Luis Borges, Julio Cortázar, James Joyce, Gustave Flaubert, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Alain Robbe-Grillet, Herman Melville, Marcel Proust ve Franz Kafka’nın da aralarında bulunduğu birçok yazarın eserlerini ve fikirlerini ele alıyor, hem genç romancılar için bir yol haritası çıkarıyor hem de roman sanatına aşina olanların alışkanlıklarını gözden geçirmelerini öneriyor.
Türkiye’de Refah Devleti ve Kad n
Aleviler Neden Namaz K lmazlar?
Osmanl ’dan Cumhuriyet’e Sanc l Y llar
Türk Meteorolojisinin Kurulu u - Aksakall Havabakan Antal Bey
Kolektif, leti im Yay nevi, 368 s.
Do an Do an, Uyum Yay nlar , 280 s.
Lale Uzay Akal n, Tarihçi Kitabevi, 239 s.
Neoliberal iktisadi rejim bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyal politikaları alt üst etti. Bu kitap, konuya toplumsal cinsiyet ve kadın açısından yaklaşıyor. Piyasa, özel ve kamusal ataerkilliğin üçlü kıskacındaki kadın emeği nasıl bir rejime, ne gibi dışlama ve sömürü mekanizmalarına tâbidir? Sosyal güvenlik reformları, ne gibi cinsiyetçi farklılaşmalar kuruyor ve yeniden üretiyor? Kadınlar nasıl bir sosyal güvence tahribatına maruz kalıyor? Bu durum karşısında toplumsal cinsiyet eşitliği taleplerinin anlamı ve perspektifi nedir? Sosyal politikanın bütün özgül alanlarını, kadının ücretsiz bakım emeğini, ev içi emeği, enformel sektörü de hesaba katan, ayrıntılı, titiz incelemelerden oluşan bir derleme.
Aleviler Neden Ramazan Orucu Tutmazlar? Aleviler Neden Tavşan Yemezler? Alevilerde Abdest ve Anlamı Alevilerde Kıble Aleviler Yıkanmaz mı? Aleviler Sünnet Olmaz mı? Alevilikte Musahiplik Alevilikte Miraç Alevilikte Kırklar Söylencesi
19. yüzyılın sonlarında Balkanlar’dan Anadolu’ya göç etmiş bir Müslüman-Türk ailenin tek erkek çocuğunun II. Abdülhamit döneminde geçen okul yılları, Osmanlı İdari Teşkilatı’nda yaşadığı deneyimler, 1908 Devrimi, 31 Mart Olayı, Yunan İşgali, Milli Mücadele ve Kurtuluş, Yahya Sezai Uzay’ın birinci el tanıklığıyla anlatılıyor. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına da uzanan bu tanıklık, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce Trabzon’u ziyaretini de kapsıyor. Yahya Sezai Uzay’ın yaşamı yıkılan İmparatorluğun öyküsüyle, onun küllerinden yaratılan genç Cumhuriyet’in kuruluş öyküsünü birleştiriyor ve Türk tarihinin en sancılı yıllarına ayna tutuyor.
Genç Bir Romanc ya Mektuplar
Mario Vargas Llosa, Can Yay nlar , Çev: Emrah mre, 128 s.
Melek Çolak, Yap Kredi Yay nlar , 152 s. Türkler muazzam çaba ve kararlı çalışmayla modern Türkiye’yi Asya’dan çıkarmaya çabalıyorlar. Yeni nesil Türk, kaderci zihniyetini yenmeye muktedir olacak. Devlet başkanına ve bakanlarına, yabancı uzmanlardan oluşan muazzam bir kadro yardım ediyor. Uzmanların işi zor, çünkü yabancı çevrede idrak daha zor; çoğu kez, daha az aydına sahip olan ama yine de büyük makamı dolduran, sıklıkla uzmanların yanında daha uzman olmayı isteyen eski Türklerin kıskançlığıyla ve güvensizliğiyle baş edebilmeleri gerekiyor. Mucize kâbilinden bir görevle, bugünkü Türkiye’yi yüz yıllık geri kalmışlığından çıkarmak konusunda başarılı olacak olan Gazi Kemal Paşa’nın aydın ve istekli birçok kurmayı var.
20
Aydınlık KİTAP
30 KASIM 2012 CUMA
Kuyrukluyıldızın gizemi “Kitab n Gizemi” serisinin ilk kitab olan “Rasathane’de Bir Gece”de Elif’le birlikte, Takiyüddin’in rehberli inde ayd nl k ve karanl k güçlere kar heyecan verici bir fantastik maceraya ç kacaks n z
ÇOCUK - GENÇ
Geçmi e T rmanan Merdiven Yazarlık üzerine, mizahla renklenen eğlenceli bir öykü! Evrensel konuları, sıradan insanların sıradışı halleriyle anlatan, sosyal sorunları güçlü bir mizah dili ve renkli karikatürlerle işleyen Behiç Ak, çocukların gözdesi “Gülümseten Öyküler” dizisinin 10. kitabında, mahalle yaşamı, aile tarihi ve yazarlık üzerine etkileyici bir öykü anlatıyor. Sahipsiz köşke yeni taşınan yazarın izini süren bir çocuk, geçmişe doğru yolculuk yaparken, kendi ideallerini de keşfeder. Yaşamı değişik açılardan algılayabilme ve anlamanın önemini işleyen Behiç Ak, Gün öykü, gözlem yapmanın bazen deneyimlemekten Kitapl , 92 s. daha anlamlı olabileceğini düşündürürken, hayal gücüne ve bireysel keşiflere bırakılan payın, yaratıcılığı nasıl körüklediğine dikkati çekiyor. Behiç Ak’ın bu kitabı, çocukları yazmaya ve çizmeye heveslendirdiği “ÇizeYaza Öyküler” projesine de yeni bir davet niteliğinde. (Bu projeye katılan çalışmalar cizeyaza.tumblr.com adresinde sergilenmektedir.) Çocukların bahçesinde oyun oynadığı tarihi bir Boğaziçi köşküne bir yazar taşınır. Bütün mahalle, hiç ortalarda görünmeyen yazarın nasıl yaşadığını merak eder. Bir yazar nasıl bu kadar zengin olmuştur? Evde kaç hizmetçi çalıştırıyordur? Yazar, mahalledeki berbere ya da kahveye neden uğramıyordur? Yazarın köşkünü keşfetme cesaretini bulan tek kişi, küçük Doğaç'tır. Köşkün merdivenlerini tırmanırken, hem Yazar'ın hem de yazarlığın sırlarını çözmeye başlayacaktır...
İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com III. Murat’ın fermanıyla 1575 yılında Tophane sırtlarında gökbilimci Takiyüddin’in yönetimi altında bir rasathane kurulmuş. Ancak çok geçmeden birtakım dini ve siyasi çekişmeler nedeniyle rasathane yıkılmış. Osmanlı’nın uzaydaki gözü olan bu rasathanenin hazin sonu hakkında pek çok söylenti var. 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldız, ertesi sene baş gösteren veba salgını, aynı dönemlere denk gelen depremler… Osmanlı halkını çileden çıkaran bu olayların yanı sıra, Takiyüddin ve gözlem ekibinin uygunsuz bir biçimde melekleri izlediği iddiası da rasathanenin sonunu hazırlamış ve rasathane 1580 yılında Kılıç Ali Paşa’ya yıktırılmış. Bu bilgilerin çoğu tarihçiler arasında tartışılıyor, tarihler, kişiler ve iddialar her kaynakta farklı belirtiliyor. Fakat rasathanenin yıkılışındaki siyasi sebeplerden başka asıl ilginç olan Osmanlı halkının “uzayı gözleme” eylemini “melekleri gözleme” eylemine dönüştürüp bunu sakıncalı bularak rasathaneyi yıktırdıkları söylentisi. Henüz bilim geleneğinin yerleşmediği 16. yüzyılda böyle bir olayın yaşanma ihtimali elbette var. Sonuç olarak, “Takiyüddin kimdir?” diye sorulduğunda zihinlerde, trigonometri terimlerinin tanımlarını yapan matematikçi ve dünya ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğikliğini 1 dakika 40 saniye farkla gerçeğine en yakın olarak hesaplayan gökbilimci ile birlikte rasathanede oturup sabah akşam melekleri izleyen bir hasta da canlanıyor. Zaten efsaneler de böyle doğuyor. Takiyüddin’den bahsetmemin sebebi elimdeki kitap: “Rasathane'de Bir Gece”. Kelime Yayınları’ndan çıkan Özlem Tokman'ın yazdığı bu macera kitabının can damarını Takiyüddin Rasathanesi oluşturuyor. Özlem Tokman 1978 Ankara doğumlu, Uluslararası İlişkiler mezunu. Lisans eğitiminin ardından İngiltere’de lisanüstü eğitim almış, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmış ve Pekin Büyükelçiliği’ne diplomat olarak atanmış. Bu başarılı kariyerin ardından anne olduğunda iş hayatına kısa süreliğine
ara verip kızı Ada’dan aldığı ilhamla çocuk kitapları yazmaya başlamış. Kitabın çizimlerini üstlenen Canan Barış ise uzun yıllar reklam ajanslarında sanat yönetmenliği yapan, şu sıralar serbest illüstratör olarak çalışan başarılı bir çizer. Gelelim bu ilginç konulu maceranın öyküsüne.
GERÇEKLE HAYAL ARASINDA Kitabımızın çocuk kahramanı Elif, evin tek çocuğu. On üç yaşına basacağı gün, anne babası doğumgününü unuttuğu için Elif çok öfkeleniyor. Sinirle odasına girip pencerenin kenarına oturuyor ve gökyüzünü izlemeye başlıyor. Bir yandan hem anne babasına kendisine bir kardeş yapmadıkları için kızarken bir yandan da tek çocuk olduğu halde nasıl doğumgününü unutmayı başarabildiklerini düşünüyor. Saat 21:09'u gösterdiğinde gökyüzünde kayan bir kuyrukluyıldızdan yeryüzüne doğru bir ışık hüzmesi inmeye başlıyor ve bu yoğun aydınlık o gecenin bitiminde Elif için yeni bir başlangıca dönüşüyor. 21:09 Elif'in doğum saati! Düşünün ki bir sabah uyanıyorsunuz, anne babanız çalıştığı için evde yalnız olduğunuzu bilerek salona doğru ilerliyorsunuz. Sonra mutfaktan birtakım sesler duyuyorsunuz. Mutfağa doğru yöneldiğinizde karşınıza çıkan manzara şu: Anneniz işe gitmek yerine mutfakta kahvaltı hazırlıyor, babanız aynı şekilde masada gazetesini okuyor ve yanlarında biri kız diğeri erkek, iki küçük çocuk var. Siz daha rüyadan uyanıp uyanmadığınızı anlamaya çalışırken anneniz size “Hadi gel kardeşlerinin yanına otur, omletin hazır olmak üzere” diyor. “Olamaz, benim kardeşim yok ki!” “Kitabın Gizemi” serisinin ilk kitabı olan “Rasathane’de Bir Gece”de Elif’le birlikte, Takiyüddin’in rehberliğinde aydınlık ve karanlık güçlere karşı heyecan verici bir fantastik maceraya çıkacaksınız. İyi okumalar diliyoruz. (Rasathane’de Bir Gece, Özlem Tokman, Kelime Yayınları, 144 s.)
Aç l Maske Aç l Aytül Akal’ın düşlerinden dökülen sözcükler, Mustafa Delioğlu’nun paletinden sıçrayan renklerle birleşerek, serinin ilk iki kitabında olduğu gibi yine kapıların birbiri ardına açıldığı büyüleyici bir görsel ve edebi şölen vaat ediyor minik okurlarına. “Abla olmak zor iş! Kardeşinin haylazlıklarına katlanmak yetmezmiş gibi bir de yıl sonu gösterisini izlemeye gitmek, çekilecek dert değil. Üstüne üstlük, kulisteki kalabalık arasından kardeşini bulup çıkarmak da cabası! Hoop, yakaladım! Çı- Aytül Akal, Mustafa kar maskeni bakalım, gösteri bitti. Nasıl olur, sen Delio lu, Uçanbal k kardeşim değilsin ki! Hah, şimdi buldum! Ay, yine Yay nc l k, 36 s. o değil! Öff, şu kardeşim yok mu!..” Çocuk edebiyatının renkli kalemlerinden Aytül Akal, evrensel motifler kullanarak her kültürün kendine özgü farklılıkları olduğunu hatırlattığı bu öyküsünde; okurlarını, özgünlük ve hoşgörü kavramları üzerine düşünmeye yönlendirirken, satır aralarına serpiştirdiği küçük mesajlar yoluyla da “tek tip birey” olmaya karşı eleştirel bir yaklaşımda bulunuyor. Şiirsel dili ve gökkuşağının renkleriyle boyanan resimleriyle “Açıl Maske Açıl”, çocukları farklı kültürlerle tanıştırarak hoşgörüye yönlendiren, cesur ve yaratıcı bir kitap.
Tav an Peter Masal İş Bankası Kültür Yayınları minik okurları için yine renkli ve eğlenceli bir kitap yayınladı. Kültür Yayınları Oscarlı senarist ve oyuncu Emma Thompson’ın küçükken babasından dinlediği ve İngiltere’de bir fenomen olan Beatrix Potter’in orijinal hikayesinden esinlenerek kaleme aldığı yeni bir “Tavşan Peter Masalı”nı minik okurlarıyla buluşturdu. Sevimli ve afacan tavşan Peter’in yeni ve renkli maceralarını konu alan kitap, Eleanor Taylor’un muhteşem çizimleriyle Emma Thompson, masal tutkunlarına ulaşıyor. Thompson’un yeni ma Bankas Kültür salında can sıkıntısı ve başka yerlere gitmenin özleYay nlar , Çeviren: miyle içinde Bay Yeşilbahçe’nin bahçesine dalan TavCumhur Öztürk, 65 s. şan Peter beklenmedik tesadüfler sonucu istediği heyecana kavuşuyor. Tavşan Peter İskoçya’nın yemyeşil dağlarında yaşadığı maceralarla minikler için renkli ve sıcacık bir dünyanın kapılarını aralıyor. Daha önce İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Tavşan Peter ile Pofuduk Tavşancıklar”, “Tavşan Peter ile Saklambaç” ve “Tavşan Peter” isimli kitaplarla miniklere ulaşan Tavşan Peter bu yeni sevimli masalın sonunda minik okurlarına Thompson’un yazacağı yepyeni maceralarla geri döneceğinin sinyallerini veriyor.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk’le beraber ERCAN DOLAPÇI
30 KASIM 2012 CUMA
21 Mazhar bey
Sivas Kongresi heyeti, 4 Eylül 1919
Mazhar Müfit Kansu, Cumhuriyet Devrimi’mizin önemli tanıklarındandır. Atatürk’ün başlattığı harekâta Erzurum’da katılır ve ölümüne kadar da birlikte olur. Bu beraberliği de “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” isimli kitabıyla ölümsüzleştirir.
devrimle sonuçlanır ve çok önemli olaylara da tanık olur. Bunları günü gününe notlara aktarır. Mazhar Bey’in hususiyeti de budur. Notları öyle işe yarar ki, Mustafa Kemal Paşa birşey hakkında takıldığında hemen onun notlarına başvurur. Notlarda neler yok ki: Erzurum ve Sivas Kongresi hazırlıkları ve oralarda yaşananlar, çekilen sıkıntılar, kaybedilmeyen umutlar, zaferler, bir de Mustafa Kemal Paşa’nın “yaz” dedikleri tabi...
B TL S’TEN ANKARA’YA
ÇAY PARALARI B LE YOKTU
İki ciltlik kitap 1966 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından basılmıştır. Kansu, Bitlis Valisi iken hakkında Ermeni mezalimi gerekçe gösterilerek soruşturma açılır. Mütareke yıllarıdır. İstanbul’a gitse tutuklanıp Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in başına gelenler onun da başına gelecektir. Millici olduğu için tarihi kararı verir ve yolunu değiştirir. Bu hayırlı yolculuk
Gerici kesimin meşhur yalanı vardır ya “Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a 40 bin altınla gönderdi” diye... Mazhar Bey’in notlarını okursanız bunun ne kadar saçma bir yalan olduğunu görürsünüz. Çünkü Erzurum ve Sivas’ta öylesine para sıkıntısı çekilir ki; kimi zaman çay ve şeker alacak paraları bile yoktur. Muzhar Bey, o anlarda Paşa’dan ricada
bulunur, bankadan borç almak için, ancak “Sen bize şimdi de bankaları dolandırıyorlar mı dedirttireceksin” diye geri çevirtir. O anda ise “Allahtan ümit kesilmez” sözleri devreye girer. Bunlardan birisi Erzurum’dan Sivas’a gidileceği günlerde yaşanır. Bin lira para lazımdır. 4 araba tutulacaktır. Ortada para yoktur. Gelenlerden birisine “Çay içmezsiniz değil mi?” denilmiştir. O, durumu anlamış ve eve giderek biriktirdiği 900 lirayı getirerek vermiştir. İşte bu özverilerle yola düşülür. Sivas’a gidiş öyle kolay olmamıştır. Dersim geçitlerini eşkıyalar tutmuştur. Yarı gerçek yarı yalan! Ya doğruysa. Dönmek yok. Mustafa Mazhar Kemal Paşa geMüfit Kansu rekli tedbiri ala-
rak “ölüm pahasına” yola düşer. Sivas’a varılır. Yolda yedikleri yemek ise ekmek, soğan ve zeytindir. İştahla yerler...
VAKT ZAMANI GEL NCE Mazhar Bey’in kitabında öylesine ilgi çekici olaylar edebi bir dille anlatılır ki, koca kitabı bitirmeden bırakasınız gelmez! Unutulmaz satırlardan birisi de Mustafa Kemal Paşa’nın Mazhar Bey’e “Yaz bakalım” deyip de “Vakti zamanı gelince hükümetin şekli Cumhuriyet olacaktır” sözleri... Bunların yazıldığı an, Mazhar Bey şaşkınlığını gizleyemez. Ama olmuştur. Vakti zamanı gelince de sorulur. “Şimdi neredeyiz” diye! Atatürk ve Cumhuriyet dönemi meraklıları bu kitabı okumamışlarsa “Kitap okudum” demesinler. Uzun yıllar milletvekilliği yapan Mazhar Bey’i, 12 Kasım 1948 günü kaybettik. Saygıyla anıyoruz. İyi ki günü gününe not tutmuşsunuz. Sayenizde neler öğrenmedik ki...
SES - SÖZ
The Cure ve esin kaynağı GÖKÇE KALE Müzik literatürüne ismini altın harflerle yazdırmış İngiliz alternatif rock grubu The Cure, melankolik ve kasvetli tarzıyla gotik rock müziğin temsilcilerinden. Solisti Robert Smith ise çılgın saçları, sürdüğü kırmızı ruj ve gözlerine yaptığı siyah makyajla hafızalarımıza kazınan bir isim olmanın ötesinde güçlü bir söz yazarı da ayrıca. Bu hafta dünyaca ünlü müzik grubu The Cure'un müziğinin edebiyatla ilişkilendirmesini ele alıyoruz. The Cure'un dinleyicisine verdiği en güzel şeylerden biri, solisti Robert Smith'in etkilendiği edebiyatçıları, yazarları okuma isteği uyandıracak denli güçlü bir felsefeye ve sözlere sahip olmasıdır. Şarkı sözünün bir melodiyle gelip geçerliğin ötesine taşındığı müziğe sahip olmak The Cure'un gücünü arttıran en büyük etmenlerden. Roberth Smith dinleyicisini iyileştiren müzik adamlarından biri. Robert Smith'in “The Narnia Chronicles” (C.S. Lewis) ile başlayan okuma serüveni, Kafka, Albert Camus ve Jean-Paul Sartre gibi varoluşçuları okumakla etkileşim sürecini sürdürmüştü. Sonraları Robert Smith röportajla-
rında Sartre'ın önemli eseri “The Nausea”dan alıntılar görülecekti. Smith'in edebiyatla kurduğu bağ zamanla şarkılara ilham vermeye başlamıştı. Charlotte Sometimes, The Outsider, At Night gibi parçalar buna örnek gösterebileceklerimiz. 22 aralık 1978 tarihine geldiğimizde The Cure “Killing an Arab” çalışmasını piyasaya sürdü. Fransız varoluşçu yazar Albert Camu'nun “Yabancı” kitabından etkilenerek yazılmış olan bu parça grubu büyük bir karışıklığın içine soktu ve isimden kaynaklı olarak “ırkçılık” suçlamasıyla karşı karşıya kalan grubun albümü piyasadan toplatıldı. Grup bu duruma çareyi ırkçılık karşıtı bir amblemi albüm kapağına yerleştirmekte buldu. “How Beautiful You Are” Charles Baudelaire'in “Les Yeux des Pauvres” adlı kısa öyküsünden etkilenerek yapılan bir The Cure parçasıdır. Patrick White’ın “The Cockatoos” adlı eseri “Love Cats” parçasına ilham kaynağı olmuştur. Robert Smith’in en beğendiği yazarlar arasında yer alan şair Dylan Thomas'ın “Love In The Asylum” adlı şiirinin sözleri “The Top” al-
bümünde henüz melodi halindeki olan “Birdmad Girl” parçasına okumuştu. “The Top” albümü yer alan diğer bir diğer parça “Bananafishbones”, J.D. Salinger’ın “Dokuz Öykü”kitabındaki ilk ve en çarpıcı öyküsü olan “Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün” adlı öyküden etkilenerek yazılmıştır. Jean Cocteau’nun “Les Enfants Terribles” adlı eseri Robert Smith’i gözyaşları içinde bıraktığı söylenir. Smith, okuduğu en iyi kitabın Thomas Nagel'in “The Point of View of Nowhere”olduğunu söyler. William S. Burroughs'un “Çıplak Şölen”i, Vladimir Nabokov'un “Lolita”sı yazarın severek okuduğu ama eserlerinde yer veremediği kitaplardandır. Robert Smith kayıt stüdyosunun hatta evinin duvarlarında bile beğendiği yazarlardan alıntılar karaladığı söylenir. Yıllardan beri Robert Smith kendi kısa öykülerinden oluşan bir kitap yazacağı ve adının “The Glass Sandwich” olacağı da söylentiler arasında. İlerleyen süreçte bu söylentilerin gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğini bekleyip göreceğiz.
Robert Smith
22
Aydınlık KİTAP
30 KASIM 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Her şey sıfırın altında başlar. Kar maskeleri geçirildikçe başların etrafına, gerçek yüzler ortaya çıkar. İnsan, saklanınca kendisi olur.Kalın kumaşlara gömülünce çıplak kalır. Her şey sıfırın altında biter. Hayaller de, gerçekler kadar buz tozuna dönüşünce.
a) Murathan Mungan - Kullanılmış Biletler b) Hakan Günday - Ziyan c) Hikmet Temel Akarsu - Dekadans Geceleri d) Murat Menteş - Korkma Ben Varım e) Hakan Yaman - Fotoğraftaki Kadın
2
Benim hakikatim senin için bir yalan olabilir, Mümkündür bu, elbette, kuşku duymak uzun yaşamış olanın ayrıcalığıdır, işte belki bu yüzden, benim gözüme yalancılık gibi gelen şeyleri gerçek kabul etmeye beni ikna edemezsin.
a) Hermann Hesse - Siddartha b) Virginia Woolf - Dalgalar c) Jose Saramago - Kabil d) Albert Camus - Düşüş e) D.H. Lawrence -Bakire ile Çingene
3
Belli çok düşünmüş beni. Anlamış. Ama anlayamadığı bir şey yok mu, benim bile anlayamadığım? “annem diyor ki...” gibi gitme kal dediğimde “bugün olmaz” demesi gibi... Bugünün çok uzun olduğunu bilmiyor mu?
a) Yusuf Atılgan - Aylak Adam b) Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar c) Tezer Özlü - Kalanlar d) Ahmet Altan - Tehlikeli Masallar e) Tomris Uyar - Ödeşmeler
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(b) 2-(c) 3-(a)
1
BULMACA SOLDAN SAĞA 1. Resimdeki yazar - Kiloamper (kısa) 2. Otlar - Çıplak - İpotek, tutu 3. Beynin parçaları, bölümleri - Brom’un simgesi - Pozitif elektrot - “... Güler” (fotoğrafçı) 4. Bir bilim veya sanata özgü kelime, deyim, terim - Yüzyıl (kısa) - Bir iş, bir görev için yetiştirilmekte olan kimse, namzet 5. Köpek - “Hay hay”, “olur” anlamında bir sözcük - Türk lirası (kısa) - Rutenyum’un simgesi 6. Düşünce, kavrama ve anlama gücü, us - Hastalık yapıcı özelliği olan mikroorganizma veya madde 7. Beyaz - Kimi zaman - Hz.Muhammed’i övmek amacıyla yazılan kaside
8. Özel gezinti gemisi - Voltamper (kısa) - Sahip, malik - Çin satrancı 9. Güçlükleri, engelleri yenme kararlılığı - Mezopotamya panteonunda tüm tanrıların babası ve kralı olan gök tanrısı 10. Son, sonunda - Tel, sicim veya iplikten kafes şeklinde yapılmış örgü - Türk Standartları Enstitüsü (kısa) 11. Yanan şeylerden geri kalan toz madde - Tesir - “... Farrow” (aktris) - Yabancı 12. Mana; meal - Doğru veya düz olmayan - Olan, olmuş 13. Film seslendirmelerinde, tiyatro oyunlarında hareketlere uygun seslerin bazı özel yöntemlerle çıkartılması işlemi Başlangıçta yer alan - Molibden’in simgesi 14. Bir haber ajansı - Bir Afrika ağacı - Şöhret - Üzeri emayla kaplanmış olan
15. İnsan yüzü kalıbı - Sarıya çalan açık yeşil renk - En kısa zaman parçası, lahza YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Kılıcın ya da bıçağın keskin yüzü - Resimdeki yazarın bir eseri 2. Osmiyum’un simgesi - “... Gündüz Kutbay” (ney üstadı) Kan - Ayak 3. Kuşkucu, şüpheci - Devrimden önce Fransa’da soylu olmayanlardan alınan bir vergi 4. Tümör - Köleye ya da cariyeye özgürlüğünü geri verme Zirkonyum’un simgesi - Dört bir taraf 5. Hayvanlar, bitkiler ve cansız nesneler arasında geçtiği hayal edilen öğretici masallar - Bir resmi sulandırılmış renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi - Uzun, yorucu ve özenli çalışma 6. Tanrı - Araba koşumlarında atların boynuna geçirilen ağaç çember - Kuruyarak veya çürüyerek içi boşalmış olan 7. Tantal’ın simgesi - Her zaman, daima, sürekli olarak - Engel 8. Seciye, karakter - Lantan’ın simgesi - İplik eğirmekte kullanılan, ağaçtan yapılmış bir alet - Herhangi bir sefer için merkez olarak seçilip ona göre donatılmış olan yer 9. Bir kömür türü - Dünya zevklerini hoşgören, dünyaya önem vermeyen, kalender 10. Rey - Kimononun üstüne takılan, biçimi ve boyutu cinsiyete, yaşa, mevkiye ve bölgeye göre değişen, bir düğümle birleştirilen geniş ipek kuşak - Asıl sebep, etken, faktör 11. Geri; peş - Çin’in plakası - Düşman, hasım - Bir tür tatlı çörek 12. Bir soru sözü - Herkesin gözü önünde, açıktan açığa - Şikar - Bir nota 13. Sınır, uç - Sodyum’un simgesi - Bir çalgı türü - Japonya’da buda rahibesi 14. Yineleme - Gümüş’ün simgesi - Kaliforniya’da yetişen, yüksek boylu ve çok uzun ömürlü kozalaklı ağaç 15. Resimdeki yazarın bir eseri - Genişlik
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ