2012 12 14aralikkitapeki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

36 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1391

14 Aralık 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 42

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Türkan Şoray’la, kitabı “Sinemam ve Ben” üzerine

“Star değil, emekçiyim”

İnsana karşı cepheden bakmak

Türk Çağdaşlaşmasının Kadın Tahayyülü

Ananın yazısı kızaymış

Arada kalanlar

Özgürlüğün bedeli ve körlük



Aydınlık KİTAP

14 ARALIK 2012 CUMA

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Wilhelm Karl Grimm

s. 4

İnsana karşı cepheden bakmak

s. 5

Türk çağdaşlaşmasının kadın tahayyülü

s. 6

Ölüş

s. 7

Ananın yazısı kızaymış

s. 8

Arada kalanlar

s. 9

Özgürlüğün bedeli ve körlük

s. 10

Kapak: Türkan Şoray Aydınlık Kitap’a konuştu: “Star değil, emekçiyim”

s. 12

Kadir Aydemir’le “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” üzerine söyleşi:

s. 14

Mimarların Dünyasından Kesitler

s. 15

Umudun ve direncin şairi: Hüseyin Haydar

s. 16

Marsilya rıhtımındaki Fransız işçi: “İnönü, milletini harp cehennemine sokmadı.”

s. 17

Yeni Çıkanlar

3

Tuhaflık mı? İsterdik ki Orhan Pamuk bugünlerde yeni bir eser versin, biz de bir güzel masaya yatıralım, edebi yönden inceleyelim. Nasıl günümüzün en büyük eleştirmenlerinden Tahsin Yücel yaptıysa öyle irdeleyelim yeni eserini. Yakında “Kafamda Bir Tuhaflık Var” isimli kitabının çıkacağı söyleniyor. Kitap henüz ortada yok ama tuhaflık çok; Orhan Pamuk ve benzeri dört yazarın Esad’a açık mektubu Fransız Liberation gazetesinde yayımlandı. Her ortamda insan hakları, demokrasi gibi lafları diline dolayanlar bu kez ölüm naraları atıyorlar. Pamuk, mektubunda Esad’ı açıkça tehdit etmekten çekinmiyor. “Dikkat et, sonun Kaddafi gibi olur” diyor. Alın size Nobel’in büyüklüğü. Alın size Nobel meşruluğu. Nobel’in temsil ettiği sözüm ona entelektüel birikime bakın siz! Yazarlar ne zaman haydutluğa soyundu?

*** İstanbul’un Kadıköy ilçesinde birkaç yıldır ufak çaplı bir kitap fuarı düzenleniyor. Bu yıl altıncısı gerçekleşecek olan Kadıköy Kitap Günleri 1316 Aralık tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezi’nde kitapseverlere ev sahipliği yapacak. Etkinliğin bu yılki onur konuğu Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ. Birçok yayınevinin katılacağı ve çok sayıda söyleşi ve imza gününün gerçekleşeceği etkinlikte Çığ’ın yanı sıra Öner Yağcı, Cüneyt Ülsever, Seyyit Nezir, Orhan Koloğlu, Eray Cenberk, Bilgesu Erenus, Hüsnü Mahalli, Bedri Baykam, Emre Kongar, Alev Coşkun, Orhan Bursalı, Mustafa Mutlu ve Orhan Karaveli gibi birçok isim kitaplarını imzalayacak ve söyleşiler düzenleyecek.

s. 18-19 ***

Çocuk: Doğadan beslenen kitaplar

s. 20

Sahaf: Gizli belgelerdeki İsmet Paşa politikaları

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

30 Kasım 2012 tarihli sayımızda yer alan “Büyükşehir yaşamında göçmen sorunsalı” başlıklı yazıda Yrd. Doç. Dr. Bora Ataman’ın kitabından bahsediyoruz. Yazıdaki Bora Ataman fotoğrafı yanlış kullanılmıştır. Sayın Ataman’dan ve okurlarımızdan özür diliyoruz. Haftaya görüşmek dileğiyle...

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk

www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com

Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

Saynur Okuroğlu

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

14 ARALIK 2012 CUMA

Faili meçhul padişah

HAFTANIN PORTRES

“Tarihin onda dokuzunu egemen yazd r r. Cesaretin varsa sen yazars n! T pk bir sanat yap t gibi! Bir ba na belge toplar, tan k dinlersin. Ama bo unad r! O kelle koltukta yazd klar n ya elinden al n p yok edilir ya da ar ivlerin insana geçmez, el de mez raflar n birinde toz-ufak olmaya b rak l r”

Wilhelm Karl Grimm (24 ŞUBAT 1786 - 16 ARALIK 1859) Grimm Karde ler çe itli mahalli lehçeleri incelemi ler, daha sonra köy köy, kasaba kasaba dola arak, yüzy llardan beri anlat lagelen eski Alman iirlerini, efsanelerini ve masallar n derleyip, edebi bir üslupla yeniden yazm lard r Ünlü Alman masal toplayıcısı ve yayımlayıcısı Grimm kardeşlerden Wilhelm Grimm, 1786’da Almanya’nın Hanau kentinde doğdu. Babasının işi sebebiyle gençlik yılları Steinau’da geçmiştir. Kardeşiyle beraber gittiği Kassel’deki Friedrich Lisesi’nden mezun olunca Marburg Üniversitesi’ni kazanarak Friedrich Carl von Savigny’nin yanında hukuk eğitimi almıştır. Eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli sağlık sorunları nedeniyle istikrarlı bir memuriyet görevi sürdürememiştir. 1806 yılından itibaren kardeşi Jacob ile beraber masallar toplamışlar ve daha sonra bu masalların üzerinde çalışarak yayımlamışlardır. Meşhur “Grimm Masalları” 19. yüzyılda yayımlanmış Germen dünyasından derlenmiş masallar olma özelliğini taşımaktadır. Daha sonra Göttingen Üniversitesi’nde kütüphaneci olarak görev yapmıştır. 1835 yılında profesör olmuştur. 1837 yılında Hannover kralı tarafından görevi yükseltilmiş ve ülkesinde tanınan bir kişi olmuştur. 1841 yılında Prusya kralı Friedrich Wilhelm IV. tarafından Berlin’e davet edilmiş, buraya yerleşmiştir. Aynı yıl içinde Prusya Akademisi’nin üyeliğine yükselen Wilhelm Grimm, ölümüne kadar 18 yıl boyunca Berlin Üniversitesi’nde eğitim vermiş ve kardeşi ile beraber “Al-

man Sözlüğü” üzerine çalışmıştır. Kardeşi ile ortak çalışmalarının haricinde Wilhelm Grimm, Alman yiğitlik destanları gibi ortaçağ edebiyatı üzerine yoğunlaşmış ve dramatik masallar da yayımlamıştır. Kardeşi ile beraber Alman Arkeoloji Bilimi’ni, Alman Dil Bilimi ve Alman Dili ve Edebiyatı Bilimi’ni kurmuştur. Wilhelm Grimm 16 Aralık tarihinde vefat etmiştir. Kendisi Akademi’nin bir üyesi, Alman Dilbilimcisi, Alman şiirlerini ve efsanelerini toplayan bir kişi olarak akıllarda kalmıştır. Alman halkı genellikle onu kardeşi Jacob Grimm ile birlikte anmıştır. “Grimm Masalları” olarak bildiğimiz eser 1812’de Almanya’da “Çocuk ve Yuva Masalları” ismiyle yayımlanmıştır. Grimm Kardeşler çeşitli mahalli lehçeleri incelemişler, daha sonra köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, yüzyıllardan beri anlatılagelen eski Alman şiirlerini, efsanelerini ve masallarını derleyip, edebi bir üslupla yeniden yazmışlardır. Tüm dünyaca bilinen bu masallar, Alman dilinin tüm inceliklerini yansıtmaktadır. Çünkü Alman diline dair araştırmalar da yapan Grimm Kardeşler masal derlemeleri esnasında da bu titizliklerini sürdürmüşlerdir. Almancanın bugünkü duruma gelmesinde büyük katkıları olmuştur.

Y lmaz Gruda

DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com

Oyuncu ve yazar Yılmaz Gruda, “Sultan Abdülaziz Vak'ası” isimli yeni romanıyla okuyucuyla buluştu. Bilgi Yayınevi’nden çıkan kitapta Sultan Abdülaziz’in intihar mı ettiğini yoksa suikaste kurban gittiğini mi sorgulayan Gruda, kitabının kapağında da belirttiği üzere “çağcıl, hızlı yaşama uygun ancak piyasadaki romanlara karşı-roman” yazdığını belirtiyor. Sultan peki öldü mü öldürüldü mü? Cevabı okuyucuya bırakmak en iyisi. Yılmaz Gruda’nın bu romanı ilk kitabı değil. Daha evvel yayımlanan “Bir Başka O - Oratoryo”, “Marathon ‘Bir Uzun Koşu’ ”, “Çarmıhtaki Yeni Mehmet”, “Bir Çürümüş Kent Belgeseli” ve “Şu Bizim Tiyatromuz” gibi eserleriyle tanıdığımız Gruda, aynı zamanda Attila İlhan ile beraber şiirde mavi hareketinin öncülerindendir. Türkiye’de ilk kez “Çağdaş Meddah”ı sahneye koymuştur. Tiyatro oyunları yazan ve çeviriler de yapan Gruda’nın eserlerinde geleneksel Türk tiyatrosundan izler ve Çehov’dan etkiler görmek mümkündür. Romanın konusu belirtildiği üzere Sultan Abdülaziz’in ölümündeki sır perdesini aralamak ve bunu yapan ana karakterlerimiz de Abdülhamid devrinin vakanüvisleri Tarih Efendi ile Kâtip Efendi. Her iki karakter de Abdülaziz devrinde de görevlerini sürdürmüş ve padişahla çalışma imkânı bulmuştur. Hatta kendileri de tarihe padişahın intihar ettiğini yazmışlardır, on dokuz doktordan alınan rapor doğrultusunda… Ancak Abdülhamid döneminde Yıldız Mahkemeleri ile beraber olayın tekrar sorgulanması ve Tarih Efendi’ye araştırması için emir verilmesi ile Tarih Efendi’nin de içine kurt düşer. Tarih gerçekten nasıl yazılır? “Tarihin onda dokuzunu egemen yazdı-

rır. Cesaretin varsa sen yazarsın! Tıpkı bir sanat yapıtı gibi! Bir başına belge toplar, tanık dinlersin. Ama boşunadır! O kelle koltukta yazdıkların ya elinden alınıp yok edilir ya da arşivlerin insana geçmez, el değmez rafların birinde toz-ufak olmaya bırakılır… Üstelik bu egemeni de, ortalıkta dolaşan yöneticiler filan sanırsın!” Yani yazar esas olarak romanda tarihin ele alınışını ve tarih yazımındaki yanlılığı yansıtmakta. Zira Tarih Efendi tarihi yazarken şüphe duymamış ve sorgulamadan eldeki görünür verilerle yetinmiştir. Hem de yanı başında gerçekleşen bir olayda! Halbuki sultanın karakterini bilecek kadar yakınındadır. Sultanın intihar edip etmeyeceğini raporlara rağmen bilebilecek durumdadır. Yazar, tarihin oluşumuyla ilgili vurgulardan sonra değişimin ve getirilen yeniliklerin yerleşmesinin zorluğunu sultanın ölümü ile beraber sorguluyor. Zira sultanın ölümü ile kimlerin fayda sağlayabileceğini irdeleyerek, sultanın getirdiği yenilikleri tek tek hatırlatıyor. Bu hatırlatmaların peşi sıra Osmanlı’daki yenilikçi padişahlarının, modernleşmeye çalışmaları sebebiyle ölüme gittiğini gözler önüne seriyor ve değişimin daimi zorluklarını anımsatıyor bizlere. Sonuç olarak roman, son dönemde oldukça tartışılan ve dizilere, filmlere ve kitaplara konu olan Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili bir karşı-roman niteliğinde. Yazar, Osmanlı padişahından yola çıkarak esas olarak tarih algımızı ve modernleşmeye, daha ileriye gitme çabasındaki her insanın karşısına çıkan sindirilmenin ölümle sonuçlanmasını, faile meçhule gitmesini anımsatıyor tekrardan. (Sultan Abdülaziz Vak’ası, Yılmaz Gruda, Bilgi Yayınevi, 167 s.)


Aydınlık KİTAP

5

İnsana karşı cepheden bakmak Gardner, Grendel’e bir iç dünya ve ruh katm . Böylelikle Grendel roman boyunca t pk saf bir çocuktan gittikçe canavarla an bir yeti kine dönü üyor SEZA ÖZDEMİR sezaozdemir@gmail.com

Eski kıta Avrupa’nın bilinen en eski destanlarından biri olan “Beowulf”u bir de karşı cepheden okumaya var mısınız? İnsanı, varoluşu üzerinden sorgulamak, iyi ve kötü kavramlarını bir de Beowulf’un alt etmeye çalıştığı Grendel’in gözünden bakmak isterseniz John Gardner’ın romanı “Grendel”i okumadan geçmeyin. Azize Özgüven’in çevirisiyle kasım ayında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Grendel”de, İngiliz edebiyatının bilinen en eski ve en ünlü sözlü destanı Beowulf’un karşıt karakteri (antagonist) Grendel’in hem insanlarla savaşını hem de bu savaşla birlikte kendi içindeki serüvenini belki deyim yerindeyse kendi var oluşunu okuyoruz. Peki bunun neyi mi ilginç? CANAVARIN BAKI AÇISIYLA NSANO LU Amerikan yazar Gardner; 1971’de “Beowulf”a paralel olarak yazdığı romanda, bildiğimiz destanın aksine canavar Grendel’in karşısında sadece Beowulf’u görmüyoruz. Romanda Beowulf’un ne Anne Grendel’le ne de Ejderha ile savaşını görüyoruz. Aslına bakarsanız, Beowulf hâlâ Grendel’le savaşabilen tek insanoğlu olmasına karşın, Beowulf’un kendisi bile küçük bir öneme sahip hikâyenin bu karşı cepheden yazılmış hikâyesinde. Gardner’ın romanın ana karakterinin karşısında bu kez tümüyle insanoğlu, onun yapısı ve dünyayla olan ilişkisi var. Yazar bunu yaparken de canavar Grendel’e bir iç dünya ve ruh katmış. Böylelikle Grendel roman boyunca tıpkı saf bir çocuktan gittikçe canavarlaşan bir yetişkine dönüşüyor. İnsanları anlarken insanlar tarafından anlaşılmayan ancak korkularak dışlanan, yalnız ve ötekileşen bir kahraman var karşınızda. Roman boyunca göçmen topluluklardan mükemmeleşen araçlar, savaş ve siyasetler giderek karmaşık bir uygarlık kurmaya doğru ilerleyen insanoğlunun da gelişimini izleyebilirsiniz. Hrothgar’ın insanları üzerinden izleyebileceğiniz bu gelişim, Grendel’e insanoğluyla ilgili çok çarpıcı gerçekleri de öğretebilir mi? Bunun en güzel örneklerinden biri Grendel’in Beowulf’un gözlerinde gör-

John Gardner

düğü duygu hali. Ejderha’nın Grendel’e aktardığı katı gerçeklik onu insanoğlu ve dünyaya bakış konusunda ikna edebilecek mi? Yoksa yaşadıkları mı Grendel’e belli bir gerçeklik dayatacak? Bu ve benzeri ipuçlarının yanıtı bulmayı da siz okurlara bırakalım.

SANAT NSANI NSAN KILAR MI? YOKSA... Sanat insanı insan kılar mı? Sanatın var oluşu basit bir estetik ihtiyacı mı yoksa ondan ötesi mi? Sanatçının sanat ve insan arasındaki ilişkide sorumluluğu ne kadardır? Grendel’in sorgulamaları arasında en büyük paylardan biri de sanatla ilgili olanlar kuşkusuz. Hrothgar’ın köyündeki Ozan’ın Grendel’i nasıl etkileyebildiğinden söz etmeden geçmek olmaz. Ozan’ın dilin araçları (şiir) ve müziği kullanarak insanları yaptıklarına dair adeta büyülü bir “yeniden tanımlamaya” sevketmesi ve Grendel gibi farklı yaratılışta olan bir canavarı bile etkilemesi sanatın özelliği olsa gerek. Romanın yazarı Gardner, romanında sanata da böylelikle farklı bir özellik yüklemiş. Bunu da sanatçının üretimi üzerinden değil “güzellik” (estetik) kavramı üzerinden sorgulatarak yapıyor. Sanıyoruz bunu en iyi özetleyen şu cümlelere bakmakta yarar var: “Eğer sanatın fikirleri güzel idiyse bu sanatın kabahatiydi, Ozan’ın değil. Bir kör seçici, neredeyse bir çılgın: Bir kuş. Ormanda tatlı tatlı şakıyan kuşlar var diye insanlar birbirlerini daha nazikçe mi öldürdüler?” Grendel’in bakış açısından tekrar yaptığımız bu okumada; Grendel’de vücuda eren yazar Gardner’ın bakış açısını antihümanist bir cephede, katı da olsa salt gerçekle nihilizm arasında bir yere oturtabilirsiniz. Gardner’ın sadece korkunç görüntüsünden ibaret bir varlığı bir karaktere dönüştürmesi büyük bir başarı açıkçası. Dünyanın anlamı, edebiyatın ve mitolojinin gücü, iyi ve kötünün dünyası üzerine sıkı bir sorgulama olan romanın Gardner’a dünya çapında* ün kazandırmasının asıl nedeni de bu olsa gerek. * Roman öyle bir ün kazanır ki, 1981 yılında “Grendel Grendel Grendel” adıyla bir animasyona uyarlanmıştır. (Grendel, Yapı Kredi Yayınları, John Gardner, Çev: Azize Özgüven, 142 s.)


6

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Türk çağdaşlaşmasının kadın tahayyülü Türk siyasi tarihinin mücadele çizgisine uygun olarak erkekler gibi kad nlar da kurduklar dernekler ve ç kard klar gazete-dergiler arac l yla hak arama mücadelesine giri mi ve toplumsal alana at ld klar oranda da ba ar l olmu lard r CANSU YİĞİT cansuygt@gmail.com

Ulus-devletlerin inşa süreçlerinde aileye önemli roller yüklenmesi ve dönüşümün aileden başlayarak diğer toplumsal alanlara aktarılmak istenmesi yeni bir uygulama değildir. Türk çağdaşlaşması toplumu şekillendirmek için aileyi yeniden düzenleme gerekliliğini duymuştur. Bu bağlamda erkeklere olduğu kadar kadınlara da rol biçilmiştir. Ancak bu rol uzun bir süre ev içinde “iyi bir eş ve iyi bir anne” rolleri ile sınırlı kalmıştır. DEAL KADIN MODEL Kadın, “eş” ve “anne”den sonra 1908 Devrimi sonrasında ve Milli Mücadele yıllarında hızlanarak, daha çok koşulların zorlamasıyla işçi olarak toplumsal hayata dâhil olmaya başlamıştır. Kadınların evden çıkması başta muhafazakâr aydınlar olmak üzere pek çok kesimden erkek tarafından eleştiri yağmuruna tutulmuştur. Kadın için evden çıkmak “kötü yola” düşmek için bir adım demektir. Dışarısı kadınlar için pek çok tehlike barındırmakla beraber, kadın doğası gereği “erkeği cezbeden yaratık” olması bakımından da toplum için bir tehdittir. Dönemin ileri diye nitelendirebileceğimiz aydınları da kadınların eve kapatılmasından rahatsız olmakla beraber şöyle bir ara formül üretmişlerdir: “Kadın Batılı tarzda eğitim görecek ama Batı’nın ahlaki değerlerinden uzak duracak, sınırları çizilmiş alanlarda çalışacak. Örneğin öğretmen, hemşire olacak ancak bu alanlarda aseksüel olarak yer alacak ve her şeyden önce de evinde iyi bir anne ve iyi bir eş olacak.” Çizilen bu ideal(!) kadın tipi daha sonra büyük ölçüde Cumhuriyet kadrolarınca da benimsenmiştir.

“M LL VE MUHAFAZAKÂR MODERNLE ME” Serpil Sancar tarafından kaleme alınan “Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti” adlı araştırma eserin özgün kısmı muhafazakâr-modernlik dönemi olarak adlandırdığı 1945-65 dönem ile ilgili dört farklı gazeteyi tarayarak yürüttüğü çalışmayı değerlendirdiği üçüncü kısımdır. Bu dö-

nemde aile odaklı bir modernleşme yaşandığını anlatan Sancar, bu dönemin iki özelliği üzerinde durur. Birincisi erken Cumhuriyet döneminde romanlarda tahayyül edilen ailenin artık orta sınıf üzerinde şekillenmiş olması ikincisi ise köyden kente yaşanan göç neticesinde ortaya çıkan köylü gerçeğinin orta sınıf Türk ailesinde yarattığı endişedir. Kitabın ilk iki bölümü ise yazarın milli modernleşme diye adlandırdığı Osmanlı ve Türk çağdaşlaşmasının 1945’lere kadar gelen süreçte kadına yüklediği rol modellerle ilgili. Sancar, daha önce bu konuda yapılmış pek çok feminist yazarın araştırmalarına da değinmiş. Diğer feminist yazarların Tek Parti Dönemi’ne yönelik eleştirilerini Sancar’da da görmek mümkün: “Hiçbir konuda gericileri dinlememeye azim gösteren Cumhuriyetçiler neden kadınları devlet yönetimine alma ve siyasal haklar tanımada onların düşüncelerini karşılarına almak istemiyorlar acaba?”(s.156)

POSTMODERN STLER N KADIN LG S Şunu belirtmek de fayda var: 1980’lerden sonra gelişen postmodern söylemler kadın araştırmalarına bir devinim kazandırmakla beraber toplumsal sorunları dışlaması yönüyle olumsuz bir rol oynadı. Feminist araştırmacılar postmodern söylem içinde din ve kültür gibi öğeleri öne çıkararak sınıfsal sorunları hemen hemen hiç tartışmadılar. Üretime aktif olarak katılan kadınların yaşadıkları sorunlar, seçme-seçilme hakkının neden 1924’te değil de 1934’te verildiği meselesi kadar tartışılmaya değer görülmedi. Hâlâ daha öyle. Feminist araştırmacılar cumhuriyetin otoriter olduğu gerekçesi ile eleştirilen Tek

Parti Dönemi’nde kadınların susturulduğunu, genellikle partileşmesine izin verilmemesi ve Türk Kadınlar Birliği’nin (TKB) kapatılması ile açıklamaya çalıştılar. III. Selim’den başlayarak Cumhuriyet Devrimi de dâhil tüm yenileşme adımlarında baş gösteren direnmeler karşısında “kadının statüsü” konusunun feda edilebilir bir alan olarak görüldüğü bir gerçektir ve bu anlamda eleştirilmelidir de. Ancak unutmamalıdır ki yüzyıllarca süren bir devlet geleneğinin bir anda silinip gitmesi beklenemez ki bu gelenek bir devletin hukuk kurallarını oluşturmuş, toplum yaşamı o geleneğe göre şekillenmişti. Ayrıca değişime en dirençli olan katmanlar ki halkın büyük çoğunluğunu oluşturan gruptur bu, değişim ve dönüşümlerde geleneklere daha sıkı bağlanır, kurtuluş yolunu geleneklerin daha da yerleşmesinde görür. Bu da uygulanmak istenen reformların, getirilmek istenen yeniliklerin hız kesmesine neden olur.

CUMHUR YET VE KADIN Cumhuriyet Devrimi Medeni Kanun’un kabulü ve seçmeseçilme hakkı ile kadınlar açısından ileri bir adım atmıştır. Ancak genel kabul gören bu hakların “bir avuç kurucu kadro tarafından bahşedildiği” yönündeki görüşün gerçekçi olmadığı, aksine kadınların bu hakları elde edebilmek için uzun soluklu

bir mücadele yürüttüğü aşikârdır. Türk siyasi tarihinin mücadele çizgisine uygun olarak erkekler gibi kadınlar da kurdukları dernekler ve çıkardıkları gazete-dergiler aracılığıyla hak arama mücadelesine girişmiş ve toplumsal alana atıldıkları oranda da başarılı olmuşlardır. Medeni ve siyasi hakları için mücadele eden, eve kapatılmaya karşı çıkan, peçesini atmak için savaşan kadınların torunlarının yüz sene sonra atılan peçeyi takmayı talep etmesi de demokrasinin sadece demokrasi olmadığının bir kanıtıdır. Kadınların, Tanzimat’la başlayıp, II. Meşrutiyet ve özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında yüklendikleri sorumluluklar ve başarıları cumhuriyetle birlikte kendilerine “eşit yurttaş” olmanın yolunu açacak olan yeniliklerin yapılmasına vesile olmuştur. Bugün gelinen noktada kadınların, eleştiri yağmuruna tutulan Tek Parti Dönemi’nde elde ettikleri haklar üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen yeni hiçbir şey yoktur. Karşı devrimin ve gericiliğin öncelikli hedefinin kadın olduğunu unutmadan cumhuriyet kazanımlarının her alandan büyük oranda silindiği günümüzde, kadınların toplumsal ve siyasal alana katılımlarının son derece kısıtlı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Cumhuriyetle beraber “eşit yurttaş”lık hakkını sadece hukuki düzlemde de olsa elde edebilen kadınların gerçekten “eşit” olabilmeleri yine kendi mücadelelerinin sonucu olacaktır. (Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İletişim Yayınları, 339 s.

Medeni ve siyasi hakları için mücadele eden, eve kapatılmaya karşı çıkan, peçesini atmak için savaşan kadınların torunlarının yüz sene sonra atılan peçeyi takmayı talep etmesi de demokrasinin sadece demokrasi olmadığının bir kanıtıdır


Aydınlık KİTAP

Ölüş

7

Kitapta, ölümcül bir hastal a yakalanan ve üç ayl k ömrü kald söylenen resim ö retmeni Zahit lo lu’nun iç dünyas na giriyoruz. Haliyle, yo un, çok yo un bir sorgulama süreci görüyoruz. Ölüm korkusu, ya am korkusu, ölümünden sonra ya ayacak olanlara dair korkular, art k hastal k yüzünden ac çekmeyecek olman n verdi i “umut” ve daha nicesi dönüp duruyor Zahit’in beyninde

MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com

Bir röportajında, “benim için önemli olan -her zaman- sayı değil kaliteydi. Bütün Türkiye tanımasın, yüz kişi bilsin, ama ben kalitemi hep artırayım o yüz kişinin gözünde.” dediğini okudum Bülent Ortaçgil’in. Ve genellikle “iyi” olanın “az popüler” olan olduğu fikrine bir destek daha bulmuş oldum. Bu durumun farklı disiplinlerde farklı farklı açıklamaları mevcut elbet, ama belki de, işin temelinde “kendini tanımak” ile beraber gelen tevazu yatıyor. Malumdur, “kendini tanı” Sokrates’ten beri söylenegelir. İki binlerde ise, akla “Dunning-Kruger sendromu”nu getirir. Yetkin olmayan insanların sahici beceriyi idrak edemediklerini, kendi “becerilerine” aşırı değer biçtiklerini ve kendi eksikliklerini fark edemediklerini söyler, Cornell Üniversitesi’nin iki psikologu David Dunning ve Justin Kruger. Ancak şayet bu yetkin olmayan insanlar becerilerini geliştirmek üzere eğitilirlerse, geçmişteki eksikliklerini fark edip kabul edebilirler, diye de ekler. Bu mevzunun toplumsal gölgesi, aslında “iyi” olmayanı popüler eder. “İyi” ise bir yerlerde keşfedilmeyi ya da hatırlanmayı bekler. Bunun edebiyat dünyasındaki örneklerinden biri, Erhan Bener. 1945’te başladığı yayın yaşamına, 2007’de vefat ettikten sonra da devam eden, zira kimi eserleri ölümünün ardından yayıma giren bir yazar Erhan Bener. Kırktan fazla edebi eseri olan, bunların içinde yirmi beş tane roman bulunan ve kimi eserleri yabancı dillere çevrilen Bener, hayatında sadece edebiyata yer vermez; 1950’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, 1956’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden diploma alır; maliye danışmanlığından, Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü’ne kadar pek çok konumda görev yapar. Görevleri icabıyla Belçika’da, Fransa’da ve pek çok şehirde bulunur. Bunca işin arasında, çocuk kitapları, radyo oyunları, maliye ve iktisat kitapları da yazar, ayrıca çeviriler yapar. Pek çok eseri sinemaya ve tiyatroya uyarlanır. Ayrıntı Yayınları güzel bir şey yapmış, Erhan Bener’in bütün eserlerini basmaya

başlamış. Serinin başına da, ilk olarak 1961 yılında “Ara Kapı” adıyla yayımlanan “Kedi ve Ölüm” adlı romanı almış. “Kedi ve Ölüm” Erhan Bener’in ödüllü romanlarından; Fransız-Türk Kültür Cemiyeti Büyük Roman Ödülü’ne layık görülüp “Le Chat et la Mort” ismiyle Fransız okurlara sunulan kitabıdır.

ÖLÜM HT MAL YLE GELEN SORULAR Kitapta, ölümcül bir hastalığa yakalanan ve üç aylık ömrü kaldığı söylenen resim öğretmeni Zahit İloğlu’nun iç dünyasına giriyoruz. Haliyle, yoğun, çok yoğun bir sorgulama süreci görüyoruz. Ölüm korkusu, yaşam korkusu, ölümünden sonra yaşayacak olanlara dair korkular, artık hastalık yüzünden acı çekmeyecek olmanın verdiği “umut” ve daha nicesi dönüp duruyor Zahit’in beyninde. O kadar çok dönüyor ki bunlar, bir süre sonra iş kabusa dönüşüyor. Uyanınca geçen kabuslara. Ama uyanıkken zihnini saran iç sesler, onların yarattığı gürültü ve o gürültünün yalnızlıkta yankılanışı gittikçe şiddetleniyor Zahit’in. Çünkü, anlamak çözmeye yetmiyor. Derken, işe uyanınca da geçmeyen kabuslar, yani sanrılar dahil oluyor. Ve Zahit’i savurup duruyor. Okur bu savrulmaların ortasında, Zahit’in fırçasının ucunda buluyor kendini. Zahit’in aslında çok da güzel olmayan resimlerine dokunuyor. Adeta onun vücudunun ve ruhunun vücuduna dokunuşunun sentetik bir uzantısı oluyor. Ve manzarayı hem çok yakından hem de çok çeşitli açılardan görüyor. Bunu yaparken metinden hiç kopmuyor okur, sıkılmıyor; aksine algısı metinle beraber akıyor, konular değişirken, virajlar keskinleşirken satırlara tutunuşu daha da güçleniyor. İşin şaşırtıcılığı da burada belirginleşiyor, zira akla, bundan elli bir sene evvel yayımlanmış bir anlatı nasıl olur da, gün gibi açık, bugün gibi duru bir dile sahip olur, sorusu geliyor. Ve bu soru, insanı bir başka Erhan Bener romanı okumaya itiyor. (Kedi ve Ölüm, Erhan Bener, Ayrıntı Yayıncılık, 128 s.)


8

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Ananın yazısı kızaymış Kitab söyle i gözüyle okumad n zda bir roman havas ya atm yor de il. Çünkü nci Aral’ n hayat ndan zaten bir roman ç karm . Ve okudukça siz de göreceksiniz ki zaten yazar m z n bugüne kadar ç karm oldu u tüm o be endi imiz eserlerde onun hayat n n belirli kesitleri yer al yor BURCU ÖZÜPEK burcu_ozupek@hotmail.com “Ananın yazısı kızaymış,” der annem birçok anne gibi. Ben ise bunu annemin tamamen annelik içgüdülerine ve benim geleceğime karşı duymuş olduğu endişeye bağlar ve bunun gerçeklik payını her zaman göz ardı ederdim. Lakin İnci Aral’ın anlattıklarını okuduğumda bu sefer böyle olmadı. İnci Aral yeni kitabı “Unutmak”ta kendi çocukluğunu, deneyimlerini, aşklarını kısaca hayatının birçok karesini çok açık yüreklilikle okuyucuları ile paylaşıyor. Kitap, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı. İnci Aral’ın da söylediği gibi tam bir “nehir söyleşi” özelliği gösteriyor. Aslında yazarımız daha önce gelen “nehir söyleşi” önerilerine sıcak bakmadığını, çünkü varoluşuna, yazarak anlam ve gerçeklik kazandırmış bir insan olarak dünyaya bakışının kapsayıcı özünü alışılmış soru-yanıt yöntemiyle ve gündelik dilin yetersizlik ve yavanlığıyla dile getirilemeyeceğine olan inancına bağlamakta olduğunu kitabın sunu bölümünde söylüyor bizlere. Ancak Tolga Meriç’in yakın arkadaşı olması gerekçesi ve onun dilinin şifrelerini çözdüğüne olan inancı bu söyleşi konusunda İnci Aral’ın ikna olmasını sağlıyor. Hemen söylemeliyim ki Tolga Meriç yaptığı işin hakkını veriyor. Sorduğu sorular, üzerinde iyice düşünülmüş aklın ve kalbin süzgecinden geçirilmiş sorular. Bir insanın sırf insan olmasından ötürü sahip olduğu tüm zaafları bilmesinin verdiği farkındalık ile yazarımızın belki de cevap verirken en çok zorlanacağı veya cevap vermekten kaçınacağı veyahut kendisinin bile bugüne kadar itiraf etmekte zorlandığı tüm soruları en kuytu köşelerden çıkartıp hiç çekinmeden yazarımızın önüne koyuyor. Ve hemen bu aşamada yazarın başarısı dikkat çekiyor. Çünkü yazarımız bütün bu sorulara tüm içtenliği ile cevap veriyor. Kitabı okurken kendimi İnci Aral’ın yerine koymadan edemedim. Tam emin olmamakla birlikte büyük ihtimalle bu kitabın yazarımızı bugüne kadar çı-

kardığı bütün roman ve öykülerden daha çok yormuş olduğunu düşünmekteyim.

SÖYLE DEN ROMANA Evet, bütün roman ve öyküler hatta edebi açıdan ortaya çıkartılan her bir ürün büyük sancılara doğmuştur. Doğru, yalnız ben her zaman edebi açıdan yazılması en çok zor olan ürün olarak yazarın kendi hayatını konu olarak işlediği eserler olduğunu düşünürüm. Bunun nedeni ise yazdığının bir türlü içine sinmemesi veya yazara çok basit gelmesidir bence. Belki de korkularının, sevinçlerinin, hüzünlerinin kısacası tüm mahreminin tanımamış olduğun insanlar ile paylaşmış olmanın verdiği zorluktur. Kitabın bu kadar güzel olmasının temel sebebi de bu bence. Aslında kitabı söyleşi gözüyle okumadığınızda bir roman havası yaşatmıyor değil. Çünkü İnci Aral’ın hayatından zaten bir roman çıkarmış. Ve okudukça sizde göreceksiniz ki zaten yazarımızın bugüne kadar çıkarmış olduğu tüm o beğendiğimiz eserlerde onun hayatının belirli kesitleri yer alıyor. Bazen ana karakter olarak çıkıyor yazarımız karşımıza bazen ise o öyküye konu olan olay, onun yaşamış olduğu bir olayın parçası oluyor aslında.

NSAN U YA DA BU EK LDE UNUTAMAZSA HAYATTA KALAMAZ

nci Aral

nesinin de İnci Aral’ın hayatına çok benzeyen bir hayatı olmuş. O da evlenmeden önce küçük denilebilecek bir yaşta annesini ve babasını kaybetmiş. Okudukça annemin sözünü yâd edemeden duramadım. Ananın yazısı kızaymış... Ve aslında okudukça yazarımızın unutmaya çalıştığı birçok şeyi gerçekten unutmak istemediğinin farkına varıyorsunuz. Çünkü unutmaya çalıştığı birçok şey onun çocukluğuna ait. Yazarımız yaşadığı olayları anlatırken bir taraftan da o dönemin koşularını ayrıntılı olarak anlatıyor bizlere. Bu da kendimizi onun yerine koyabilmemizi ve olayları o günün koşulları içinde değerlendirerek daha aklıselim şekilde değerlendirme yapabilme imkânı sağlıyor biz okurlara.

BEN M CENNET M VE Ve “Unutmak”... “İnsan unut- CEHENNEM M YAZININ mak zorundadır. Ama bu unutmanın Ç NDE kendisi değildir. Unutmak yoktur.” diyor İnci Aral. Hep zor bir hayatı olmuş İnci Aral’ın. Çok küçük yaşta babasını ve babasının ölümünün üzerinden birkaç sene sonra da annesini kaybetmiş. Üç kardeş ayrı ayrı şehirlerde büyümüş. Halasının ve eniştesinin yanında büyüyen yazarımız evin en küçük çocuğu olmasının verdiği rahatsızlığı hep duymuş hayatında. Belki de en çok kızgınlığı annesine duymuş yaşamı boyunca, lakin bu kızgınlığın temelinde aslında ona olan sevgi, özlem ve hasret yatmakta olmuş hep. Ne trajedidir ki yazarımızın an-

Zor hayat koşullarına rağmen okumayı hiç bırakmamış İnci Aral. Taşındıkları bir evin çatı katında bulduğu kitaplar onun hayatının dönüm noktası olmuş. Her ne olursa olsun, ne yaşarsa yaşasın okumaya devam etmiş. Durmadan, dinlenmeden okumuş. Ve onun bu tutkusu mesleği olan resim öğretmenliğinden yazarlığa kadar taşımış. “İflah olmaz bir yazma tutkusunun acınası kölesi gibi hissediyorum kendimi. Nasıl öldürücü bir zehri seçmiş olduğumu bilen ağır madde bağımlısı biri gibi...” Lisede ve öğretmen okulunda

uzun uzun mektuplar yazmış İnci Aral arkadaşlarına. Aşkı anlatmanın en uygun yöntemi olarak görmüş çoğu zaman yazmayı. Karşındakine söylemek istediklerini anlatamadığında hep yazmayı seçmiş çünkü böylelikle daha kolay anlatabiliyormuş hissettiklerini karşısındakine. Hatta yaptığı ilk evliğin temelini yazdığı mektuplar oluşturuyormuş. Yazmayı şöyle tanımlıyor usta yazarımız: “Gerçekten başkalarının ne dediğine ve yergilere olduğu kadar övgülere de fazla önem vermemek gerekir, çünkü alkışlar en küçük hatada yuhalamaya dönüşebilir. Yazmak güncel bir uğraş değil, uzun yol hayalidir. Başarı gelir ya da gelmez, hayal gerçek olur ya da olmaz, yeterince emek vermeden, işin çilesiyle pişmeden ve güçlükleri sabırla yenmeden bilemezsiniz bunu. Farklı bakışlar, edebi anlayışlar olduğunu da akılda tutmak gerekir. Birileri sizi kendi tarzına yakın bulup beğenebilir, öteki de hiç beğenmez.” Toparlamak gerekirse kitabı bir haftadır başucumda tutuyorum ve odamda benimle birlikte dolaşan bir kişi daha var. Açtığım her yeni sayfada kendi hayatımın bir anına tanık oldum. Çok hoş sohbet bir dostumu dinlemiş gibi hissediyorum kendimi. Bu uzun saatlerce yapılan konuşmadan yorulmuş, lakin mutlu. İnci Aral hayranları kitabı zaten bir an önce okuyacaklardır, fakat benim sözüm henüz onunla tanışmamış olanlara. Kendinize bir dost daha edinin... (Unutmak, İnci Aral, Kırmızı Kedi Yayınevi, 372 s.)

Kitabı bir haftadır başucumda tutuyorum ve odamda benimle birlikte dolaşan bir kişi daha var. Açtığım her yeni sayfada kendi hayatımın bir anına tanık oldum. Çok hoş sohbet bir dostumu dinlemiş gibi hissediyorum kendimi. Bu uzun saatlerce yapılan konuşmadan yorulmuş, lakin mutlu


BABİL BALIĞI

Aydınlık KİTAP

14 ARALIK 2012 CUMA

9

Arada kalanlar M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Peri masalları çocuklara ejderhaların gerçek olduğunu anlatmaz. Çocuklar onların var olduğunu zaten bilir. Peri masalları çocuklara, ejderhaların da yenilebileceğini anlatır.” G.K. Chesterton

Bir haftalık aranın ardından tekrar beraberiz. Nadiren de olsa yazımın ekte bulunmadığı haftalar için, özellikle köşeyi düzenli takip eden okurdan özür dilerim. Nedenlerini sıralamaya gerek yok. Genel olarak, kitap fuarının da bitmesiyle yeni yayımlanan eserlerde bir durgunluk yaşandığını belirtmek gerekir. Madem bir hafta kaybettik, telafi edelim. Bu hafta farklı tatları ve farklı okuma serüvenlerini sunan üç kitabı beraberce inceleyeceğiz. BAS T D YALOGLAR VE HAVADA KALAN ÖYKÜLER Vakit kaybetmeden, ilk kitaba geçelim. İlk kitabımız Maceraperest Çizgiler’den (Oğlak Yayınları) bir çizgi-roman. Alman çizgi-roman yazarı Peter Wiechmann’ın kaleme aldığı (aynı zamanda Andrax ve Dietrich von Bern adında iki farklı seri ile Thomas der Trommler’in de aralarında bulunduğu bir hayli fazla sayıda çizgi-romanın yazarıdır) ve İspanyol Rafael Méndez’in çizdiği Hombre. 2 ciltten oluşan serinin yayımlanan ilk cildinin tercümesini Kerem Sanatel üstlenmiş. Çeviri oldukça kolay bir okuma sunmasına karşın, Alman bir yazarın kaleme aldığı ve benim de Almanca (ve bir kaynakta da İspanyolca ve Fransızca tercümelerine ulaştım) dışında bir baskısına ulaşamadığım çizgi-romanın, ciltte bulunan “İtalyanca aslından çeviren,” ibaresi biraz tuhaf ve sorgulamaya yol açacak bir ibare olmuş. Serinin yayın hakları ise ilk olarak Ervin Rustemagiç tarafından Bosna-Hersek’te kurulan, fakat savaş sonrası Slovenya’ya taşınmak zorunda kalan SAF’ın (Strip Art Features) elinde bulunuyor. İngilizce tercümesine rastlamadığım, 2009 yılı gibi yakın bir zamanda oluşturulan, western çizgi-roman Hombre’yi keşfettikleri ve dilimize kazandırdıkları için Oğlak Yayınları’nı kutlayalım. Çizgi-romana gelirsek, her ne kadar Wiechmann’ın vahşi batı tarihi ve öyküleriyle ilgili engin bir birikimi olduğunu bilsek ve fark etsek de öykücülüğünün pek de elle tutulur yanı olduğunu söylemek mümkün değil. Bir çizgiroman için bile fazlaca basit kaçacak (hatta pek çok gerçek-dışı izleğin peşini süren western fumettilerde bile

rastlayamayacağınız kadar yalın) diyaloglarını göz ardı etsek dahi, bu sefer de öykülerinin izlediği yol ve çözümlemelerinin havada kalmışlığına takılıyoruz. Ciddi anlamda bir çizgi-öykü senaryosu oluşturmak yerine, aklında kalan vahşi batı öykülerinin çarpıcı olabilecek doneleri etrafında gezinip duruyor gibi bir izlenim söz konusu. Yazarın, okurun serüvenine yaptığı tek katkı, öyküler arasında sunduğu okuma parçaları. Bu parçaları okurken keyif aldığımı ve hiç olmazsa öyküleri imgesel anlamda okurun bir yerlere oturtmasına yardımcı olduğunu söylemeliyim. Rafael Méndez’in çizimi ve anlatımı ise yazarının aksine olağanüstü ve açıkçası Hombre’yi okumaya iten, taşıyan ana faktör de Méndez’in sanatı. Biraz ağır olabilir belki ama eleştirmenin gereği olarak o kadar da söz söyleme hakkımız bulunsun; kişisel görüşüm, Weichmann’ın bir yazar olarak Méndez gibi bir çizeri kesinlikle hak etmediği yönünde. Hombre harika sanatıyla, yeni bir western arayışındaki çizgi-roman okurunu bekliyor.

YEN DEN MASALLARLA BULU MAK İkinci kitabımız, Evrensel Basım Yayın’dan. Melek Özlem Sezer imzalı “Masal Masal Matitas” kitabı. Yazarının derlediği, başlıklara böldüğü ve harmanladığı, yetişkinlere yönelik bir masal antolojisi. En azından iddiası bu yönde. Halbuki yazarının da üstünde durduğu, masalların sadece çocuklar için olmadığı yönündeki serzenişindeki haklılığı kadar, çocuğun anlayabileceği herhangi bir kitabın da aynı zamanda çocuklar için de olabileceğinin ayırdına varmak gerekir. C.S. Lewis’in “sadece çocuklar tarafından keyfine varılabilecek bir çocuk öyküsü, zerre kadar bile iyi bir çocuk öyküsü değildir,” sözlerini hatırlayalım. TRT Radyolarına masal programları da hazırlamış olan 1971 doğumlu Melek Özlem Sezer’in şiir (Derin, Yusuf ile Zeliha, Söğüt Sefası Meyhanesi, Söğüt Sefareti, Sözcük Dülgeri Ali), çocuk (Yokoko, Sincap Evi, Sakız Çiğneyen Kedi vb.) kitapları ve bunların yanında “Masallar ve Toplumsal Cinsiyet” adında bir inceleme kitabı bulunuyor. Masalların yetişkin ha-

yatına nasıl etki ettiği ile ilgili fikirlerine kitaplarında (Masal Masal Matitas’ın başlangıcında da görüşlerine yer vermiş) rastlamak mümkün. Bu anlamda harmanladığı bu antoloji, Melek Özlem Sezer’in masalları yeniden insanlarla buluşturma, farklı yönlerini işleme çalışması için tamamlayıcı bir rol de oynuyor. Antolojiye dâhil ettiği masalları okumak ve veriler çevresinde tartışmak oldukça zevkli. Pek çok farklı yaklaşımı oldukça keyifli ve sorgulayıcı bir okuma serüvenine yol açsa da ne yazık ki stereotipleştirilen, “masalları sadece küçük çocuklar için sanan” ucube okur tiplemesinin çok fazla etrafında döndüğü izlenimine kapılıyorum (-ki aslında klasik masalların Grimm yanına ve karanlık yönlerine yaklaşımı, pek çok Batılı yazar tarafından defalarca irdelenmiştir, bu nedenle pek de orijinal yaklaşımlar olduğunu söylemek mümkün değil). Yazılarında sıklıkla eksikliğini hissettiğim şeyler, çocuk ve çocuğun barındırdığı “macera” duygusudur. Beni bazı kolaycı yaklaşımlar zaman zaman rahatsız ediyor. Yazarın belirttiği Hansel ve Gratel’in “haneye tecavüz, yamyamlık, cinayet, hırsızlık” gibi verilerine dikkat çekmek, bunları yazmak, istediğiniz meselelere yaymak kolaydır. Esas olan, Hansel ve Gratel’deki, edebi anlamda, korku yazınındaki “çaresizlik” duygusunun nasıl su yüzüne çıkartıldığına ve modern zamanın zombi öykülerinden tutunda, apokaliptik bilim-kurgudaki “çaresizlik” hissine nasıl ön-ayak teşkil ettiğine, dolayısıyla “çaresizlik” duygusuna duyulabilecek özlem veya nefrete dikkat çekmektir. Yine yazarın değindiği, rızası dışında öpülen ölü Pamuk Prenses’in karşısında dehşete kapılmamız gerekirken hissettiğimiz romantik duygular üzerinden masalın gücüne göndermeler veya övgüler de yine kolaycı bir yaklaşımdır. Asıl olan, meseleyi oradan Erich Fromm’un “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” (1964) kitabında ele aldığı nekrofiliye taşıyarak, karşılaştırma yapabilmektir. Yani, örnekte değindiğim gibi nekrofilinin psikolojideki yerinden emin olmadan, karşısında “dehşete düşmek” tanımlamasına indirgeyerek, masalın ergen ve yetişkin yaşantısındaki psiko-

lojik açılımını yapmak, oldukça havada kalan bir çabalamadır. Bu örnekleri çoğaltmak elbette mümkün ancak unutmamamız gereken bütün bu incelemeleri Melek Özlem Sezer’den beklemenin haksızlık olacağıdır. Masallara sırtını dönen okuru (sadece masallara değil elbette, bu sorun, hayal gücünün bütün eserlerine sırtını dönen tüm okurları kapsar) yeniden masallarla buluşturduğu, masallara farklı bakış açılarının yolunu açtığı için ona teşekkür borcumuz var. Okuması ve üzerine düşünüp tartışması bir hayli zevkli olan bu antolojiyi kaçırmamanızı öneririm.

KURGUDAN FELSEFEYE Üçüncü kitabımız, İthaki Yayınları’ndan: Gregory Bassham ve Eric Bronson’un derlediği, “Hobbit ve Felsefe”. Gregory Bassham’ın imzası bulunan, aynı şekilde pek çok popüler fantastik kurgu eseri felsefeye yakınsandığı çalışması mevcut (bkz. Narnia and Philosophy, Lord Of The Rings and Philosophy ve Harry Potter and Philosophy). Kitabın adını duyar duymaz, işte bir eseri daha sömürmeye çalışan “falanca filanca ve felsefe” veya “bilmem ne’nin şifresi,” gibi bir kitapla karşı karşıya olduğum önyargısına kapıldım ve kitabı okudukça da bu önyargımdan dolayı utandım. Felsefeyi daha geniş kitlelere, popüler bir kitabın öykü dağarcığından yola çıkarak, akıcı bir dille aktarmaları oldukça değerli bir çalışma. Hobbit’i tekrar elinize alıp, felsefi keşiflerle beraber bir yolculuğa çıkmanız elbette keyifli. Ancak gözden kaçabilecek bir başka can alıcı noktaya değinmek istiyorum. Yazar olmak gayretindeki genç arkadaşlar (özellikle de fantastik kurgu alanında eser vermek isteyen kardeşlerimiz) bu kitabı özellikle okusunlar. Öykücülüğün norm, kurgu ve alt metin oluşturma yönlerine farklı bakışlar edinecekleri gibi, aynı zamanda başlangıçta mutlaka her yazar gibi öykünecekleri usta yazarların yaratımlarını incelemede ve okumada hangi faktörlerin üzerinde durmaları gerektikleri hakkında ipuçlarına da ulaşacaklardır. Kitabın bir başka kullanım alanı da bahsedilen başlıklar üzerinden, kitabı okuyan başka arkadaşlarınızla yapabileceğiniz tartışmalar olacaktır (özellikle, 292. sayfadaki, ‘Tolkien’in Boethiusvari Çözümü’ne tekrar göz atınız). Özetle herhangi bir kurgu eserin, farklı şekillerde nasıl okunabileceğine dair bir kılavuz olarak da değerlendirebilirsiniz. Haftaya görüşmek dileğiyle…


10

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Özgürlüğün bedeli ve körlük “Köleli in ilgas evrensel özgürlük idealinin mümkün olan tek mant ksal sonucu olsa da, kölelik devrimci fikirler, hatta Frans zlar n devrimci eylemleri sayesinde de il, bizzat kölelerin eylemleri sayesinde kald r ld .” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@gmail.com

Metis Yayınları 2012’nin kasım ayında Susan Buck-Morss’un “Hegel and Haiti” adlı eserini, “Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih” başlığıyla Türk okuruna sundu. Kitabın adına “Evrensel Tarih” adının eklenmesinin nedeni kitabın iki makaleden oluştuğunu vurgulamak olsa gerek. Kitap iki ayrı ama birbiriyle ilişkili makaleden oluşuyor. Makalelerden ilki “Hegel ve Haiti”, ikincisi ise “Evrensel Tarih” adını taşıyor. Yazarın, “Hegel ve Haiti” adlı makalesi (2000 yılının yazında Critical Inquiry dergisinde yayımlanmış ve bu makale ilkin Monokl dergisi tarafından çevrilmiş fakat çeşitli nedenlerle yayımlanamamış) beraberinde birçok tartışmayı getirmiş. Bu makaleye yöneltilen eleştilere yanıt vermek, ilkinde yazarın ele almadığı başka kaynakları da değerlendirmek ve tartışmayı derinleştirmek amacıyla “Evrensel Tarih” başlıklı ikinci makaleyi kaleme almış yazar. AVRUPA’NIN KORKAKLARI: GERÇE GÖREMEYEN KORKAR, KORKAN GERÇE GÖREMEZ!

Aydınlanma dönemindeki etkisiyle birlikte “tarafsızlık”, “nesnellik” adına yeni bir ideolojik tutum beliriyor. İkinci tutumun örneğini Almanya menşeili Minerva dergisinde görebiliyoruz. Bu dergi dünyada olup bitenleri “olduğu gibi”, “tarafsız” bir şekilde aktarırken, hakkını teslim edelim, devrimci olgu ve olayları da Avrupalı aydınların dikkatine sunuyor. Yazarın iddiası bu derginin Hegel üzerinde büyük bir etkide bulunduğudur. Hegel’in, alabildiğine soyut anlatımının ardında, Haiti’de olanları “Köle-Efendi Diyalektiği”nde sunduğu iddia ediliyor. Kojeve’den Frankfurt Okulu’na, Hegel’in “Tinin Görüngübilimi” adlı eserinde (Türkçesi Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi) köle ile efendi arasındaki tanınma mücadelesine dair yazdıkları hep Fransız Devrimi’yle sınırlandırılmıştı. Yazar, akademinin bu sığ okumasını eleştiriyor ve Hegel’in sözü edilen metinde Haiti ile koloniciler arasındaki ilişkiyi betimlediğini belirtiyor.

AVRUPALILA TIKÇA BA NAZLIK, DÜNYALILA TIKÇA İki makalenin de ana ekseni, Avrupa merkezci, ırkçı, korkak ve DEVR MC L K uysal tarih yazımı ve tarih felsefesinin eleştirilmesidir. Eserde adı geçen Hegel, bu ırkçı, ayrımcı ve korkak tarih felsefesi yazınının gerçeğe en yakın filozofu olarak ele alınmakta. Hegel’in yakaladığı onca bağlantıyı nasıl olup da soyut bir dille sunduğunun, filozofun devrimci yaklaşımını neden sürdüremediğinin (deyim yerindeyse Burjuvazinin ilerici hamlesini neden sürdür(e)meyip gerici bir şekilde kendi ideallerinden çark ettiğinin), Avrupa’nın evrensellik idealinin nasıl olup da Haiti gibi bir ülkede daha da ileriye taşındığının ve Avrupa’nın bu ilerici hamleye karşı duruşunun hikayesi kitabın merkezini oluşturuyor. Aydınlanma’nın filozoflarının (Hobbes, Rousseau, Locke, Hegel, vb.) ırkçı yaklaşımlarının, kolonileştirilmiş halkların mücadelesine karşı tepkisiz kalışlarının, Avrupa’nın merkezi siyasetinin sınırlarına hapsoluşlarının nedenleri bir bir ele alınıyor. Avrupa’nın tarih yazımının ideolojik karakteri her iki makalede de başarılı bir şekilde sunuluyor. Bir yandan, oldukça yanlı ve tarafını açıkça belirten bir ideolojik tutum gözlenirken, öte yandan pozitivizmin

Ne var ki, Hegel, konu ırk ayrımcılığına gelince Avrupa’nın geri kalanından nitelik açısından çok da ayrılmıyordu. Onların aksine siyah ırkın doğuştan aşağılık olmadığını düşünmekle beraber, siyah ırkın özgürleşmesi söz konusu olduğunda aşamacı bir çizgi izliyordu. Soy bağı üzerinden biyolojik bir ayrımcılık yerine kültürel bir ayrımcılığa saplanan Hegel, alalade ırkçılıktan farklılaşsa da son kertede Avrupalı’nın bakışına uyuyordu: “Hegel belki de daima biyolojik değilse de kültürel bir ırkçıydı.” (s. 87). Yazar, Hegel’in bu tutumunu, onun temkinli oluşuna ve akademisyen olarak varlığını sürdürmek için düşünsel iklimle çatışmaktan korkmasına bağlıyor. Şu devrimci sözlerin yazarı bu korkaklığın sonucu köşesine sinmiş: “Dolayısıyla, özgürlük için mücadele edilmesi... kişinin kendisini

tıpkı başkalarını attığı gibi ölüm tehlikesine atması gerekir.” (s. 74, Hegel’den aktaran Buck-Morss). Hegel başka bir yerde, yine şunları söylemişti: “Özgürlük ancak tehlikeye atılırsa kazanılır... Hayatını ortaya koymamış olan birey, hiç şüphesiz, bir kişi olarak tanınabilir, ama bu tanınmanın bağımsız bir özbilinç mahiyetindeki hakikatine ulaşmamıştır.” (s. 68). “İşin ironik ama acı yanı şu ki, Hegel’in bu dersleri Afrika toplumu konusundaki konvansiyonel uzmanlık bilgisini daha sadık bir şekilde yansıttıkça, daha az açık fikirli hale gelip daha çok bağnazlaşıyordu.” (s. 86). Öteden beri tarihin amacını “özgürlük” olarak koyan Hegel, bağımsızlığın ve emeğin hakkını teslim etmişti: “Kölelere sahip olan sınıf, zenginliğini oluşturan “bolluk” için, kendi varoluşunu ortadan kaldırmadan, tarihsel ilerlemenin bir faili olamaz.” (s. 66). Avrupalı’nın maddi gücünün dayandığı plantasyonlarını kaybetmemek için Hegel yarattığı ırkçılık ve ırkçılığa dayalı düşünsel iklimden soyutlanmamak için Hegel’in de uyduğu “ortak akıl” onu kölelerin özgürleşmesi konusunda ahmaklaştırdı.

SEZAR’IN HAKKI SEZAR’A Yazar bütün bu eleştirileriyle birlikte, Hegel’in Aydınlanma dönemi filozoflarıyla arasındaki farkı da unutmuyor: “(Hegel), Hobbes’tan Rousseau’ya kadar pek çok kişinin yaptığı gibi, kölelik karşısında bir tür mitik doğa durumu metaforuyla değil, kölelere karşı efendiler metaforuyla yola çıkıyor ve böylece, eserini görünmez bir mürekkep gibi sarıp sar-

malayan çağdaş, tarihsel gerçeklikleri bu metne (Tinin Görüngübilimi) dahil ediyordu.” (s. 64). Avrupalı liberallerin ve demokratların günümüzde de pompaladığı gibi özgürlüklerin bahşedilerek geldiği ya da tesadüf sonucu oluştuğu yalanına karşı bir safta durur Hegel de. Yazar bu konuda kendi duruşunu çok net bir biçimde belirtir: “Köleliğin ilgası evrensel özgürlük idealinin mümkün olan tek mantıksal sonucu olsa da, kölelik devrimci fikirler, hatta Fransızların devrimci eylemleri sayesinde değil, bizzat kölelerin eylemleri sayesinde kaldırıldı.” (s. 48). Her ne kadar Fransız devrimciler ve devrime önderlik eden Burjuvazi özgürlük duaları etmiş olsalar da zenginliklerinin kaynağının Afrika’da, Karayipler’de ve dünyanın geri kalanında kurdukları plantasyonlar olduğunu fark ettikleri ölçüde köleliği savundular, buna uygun yasa-

Yazar çok net bir dille Aydınlanma dönemi filozoflarının ekonomik ve sosyal açıdan girdikleri ilişkileri ortaya koymakta ve bu ilişkileri filozofların ırkçı tutumlarının nedeni olarak sunmaktadır


Aydınlık KİTAP lar yaptılar ve dahası köle isyanlarını kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştılar.

AYDINLANMA F LOZOFLARININ IRKÇILI ININ NEDENLER Yazar çok net bir dille Aydınlanma dönemi filozoflarının ekonomik ve sosyal açıdan girdikleri ilişkileri ortaya koymakta ve bu ilişkileri filozofların ırkçı tutumlarının nedeni olarak sunmaktadır. Irkçılık, yazara göre, koloniciliğin nedeni değildir, aksine ırkçılığın nedeni kolonicilik ve kolonileri sömürme politikasıdır. Yazarın bu materyalist duruşunu destekleyen olgulardan bazıları şunlardır: Hobbes’un ırkçılığı savunmasının nedeninin hamisi Lord Cavendish üzerinden Amerika’da bir koloni yöneten Virginia Şirketi’yle bağlantısının olması (ss. 38-39); İngiltere’de direnme hakkını açıkça savunan ve köleciliğe karşı nutuk atan Locke’un, Carolina’daki Amerikan koloni yönetimiyle bağları olan Royal African Şirketi’nin hissedarı olması (s. 40).

YAZARIN “EVRENSEL TAR H”E BAKI I Yazar, akademik çalışmayı şu şekilde betimlemektedir: “Akademik tartışmanın maksadı, düşünce alanının belli bir kavramını savunmak yerine, tarihsel tahayyülün ufkunu genişletmek olmalıdır. Böyle bir kolektif akademik uğraşın siyasi bir yanı vardır. Amacı, tanımlayıcı sınırların tarihin galiplerinin bilgi üzerindeki tekelci denetiminin bir sonucu olarak önceden belirlenmediği, adına yaraşır bir küresel kamusal alan için bilgi üretmektir.” (s. 25). Dolayısıyla, yazar, ideolojik örtüyü kaldı-

11

rıp ardındaki gerçeği bulmayı sadece yalanları ve yanlışları ifşa etmekle sınırlı tutmayıp karartılan gerçekliğin yeniden bir inşasını kurmakla mümkün görmektedir. Tarihin gerçekçi yazımı salt bu nedenle bile olsa yine ideolojik olmaktadır: “Tarihsel tahayyülün ufkunu genişletmek”. Yazara göre evrensel tarih anlayışı, bazılarının (Frankfurt Okulu ve Postmodernistler gibi) savunduğu gibi yerle bir edilmesi gereken bir anlayış olmaktan çok bir tarih yazım (ya da tarih felsefesi) yöntemi olarak anlaşılmalıdır: “Evrensel tarih içerikten ziyade yönteme göndermede bulunur.” (s. 10). “Hegel ve Haiti” başlıklı makalesinin hakim anlayış tarafından eleştirilmesinin nedeni olarak yazar şunları söylüyor: “Batı modernliğinin mirasını merkezinden ediyordu etmesine (ve bundan dolayı methediliyordu), ama birçok alternatif modernlik olduğu beyanında bulunmaktansa, daha az rağbet görebilecek bir hedefe yönelip modernliğin evrensel yönelimini kurtarmayı öneriyordu.” (s.9). Dolayısıyla, yazar, halkların ilerlemesinin ve özgürlük mücadelesinin (dolayısıyla da tarihlerinin) yazılmasında Avrupa-merkezci yanın evrensel tarih anlayışından ya da yönteminden değil de bu yöntemin içeriğinde yattığını düşünmektedir. Devrimci yaklaşım, evrensel tarihi ya da tarihin (ve toplumun) yasalarını yerle bir etmek yerine onları hakikate uygun bir biçimde belirlemek olmalıdır. Yapılması gereken, olguları yerele özgü olarak ele almak ama bütüncül bir yöntemde kurgulamaktır. (Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih, Susan Buck-Morss, Metis Yayıncılık, Çev: Erkan Ünal, 176 s.)

Çeviriye dair Yazarın, başka bir eserini de Türkçeye çeviren Tuncay Birkan, “Hegel ve Haiti”yi Özge Çelik ile birlikte yayıma hazırlamış. Eserin çevirisini ise Erkal Ünal yapmış. Böylesine zor bir eseri böyle duru bir Türkçeyle okumak gerçekten bir şans. Çeviride karşılaşılan güçlüklerin (yazarın kullandığı kimi terimlerin tarihsel imlemlerini okuyucuya sezdirme sorunu) giderilebilmesi için fazlaca dipnot kullanmak gerekebilirdi. Kendi payıma böylesi bir düzenlemeyi isterdim ancak eserin özgün haliyle Türkçesini karşılaştırınca böyle bir düzenlemenin kitabın Türkçe baskısını şişirmesi kaçı-

nılmaz olurdu. Söz konusu sorunlara bir örnek vermek için “boudoir” sözcüğünün “özel oturma odası” şeklinde çevrilmesine dikkat çekmek istiyorum: Fransızca boudoir sözcüğünün işaret ettiği oda tipi, bildiğim kadarıyla, Türk kültürüne ve tarihine oldukça yabancı. Bu ve bunun gibi terimlerin, sözcüklerin anlaşılabilmesi için oldukça uzun dipnotlara gerek olabiliyor. Benzer bir durum, yazarın andığı bölgeler, halklar ve yasalar için de geçerli. Bu örneklerle yazıyı daha fazla genişletmemek için böylesi bir kitabın çevirisinin zor olduğunu söyleyerek bu bahsi kapatalım.

Susan Buck-Morss kimdir? “ABD’li yazar ve akademisyen Susan Buck-Morss, Cornell Üniversitesi, Kamu Yönetimi bölümünde Siyaset Felsefesi ve Toplumsal Teori, Sanat Tarihi bölümünde de Görsel Kültür dersleri vermektedir. Frankfurt Okulu, özellikle de Adorno ve Benjamin’in eserleri hakkındaki özgün çalışmaları çok yankı uyandırmış ve birçok dile çevrilmiştir. Metis’te “Rüya

Alemi ve Felaket” (2004) ve “Görmenin Diyalektiği” (2010) adlı eserleri yayımlanmış. Yazarın bir başka eseri “Küresel Bir Karşı Kültür” adıyla Versus tarafından 2007 yılında yayımlanmış. Buck-Morss ayrıca “The Origins of Negative Dialectics: Theodore W. Adorno, Walter Benjamin and the Frankfurt Institute” (2007) adlı kitabın yazarıdır.” (Kitaptan)


12

KAPAK

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık

TÜRK SİNEMASININ “SULTAN”I TÜRKAN ŞORAY İLE “S

“Star değil, emekçiyi “Bu kitap benim seyircilerimle bir sohbetimdir. Asl nda edebiyat ve sinema temelde ayn eyler. Dünyay anlama, anlatma, kendini ifade etme, hayatta biriktirdiklerini ifade etme sinemada kamerayla perdeye aktar mla oluyor, yazar da anlatmak istediklerini kalemle ka da aktar yor. Bu kitapta ben kendimi ifade etmeye çal t m, sinemam anlatmaya çal t m.” DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com

Türkan Şoray’ın 60’larda “Köyde Bir Kız Sevdim” filmiyle başlayan sinema serüveni bugün ona “Türk Sinemasının Sultanı” ünvanını kazandırdı. Bu süreçte onlarca kadın rolünü üstlenen Şoray, 70li yıllara geldiğinde melodramların “salon kadını” rollerinden mücadeleci, emekçi, baş kaldıran, edilgen değil etken kadın rollerine geçiş yaptı. “Kamera” ve “stop” sözcüğü arasında yaşanan onlarca hayat Türkan Şoray’ın yaşamı. Yıldız oyunculuktan yorumcu oyunculuğa ulaştığında sinema artık Türkan Şoray için bir “aşk”tı. “Dönüş” filmiyle erkek egemen sinema sektöründe kadın yönetmen olarak yer buldu. Daha sonra yönettiği üç filmle de bu konumunu sağlamlaştırdı. Sinema emekçilerinin hak mücadelesinde başı çekenlerden oldu. Sansür, telif hakları, çalışanların sigorta hakkı gibi konular üzerine kurulan örgütlü mücadelenin içindeydi. Onun ağzından sinema serüvenini dinlediğimiz “Sinemam ve Ben” isimli kitabı Sultan’ın bir “güzellik fenomeni”nin ötesinde olduğunun en güzel kanıtı. Seyircisine sarılmaktan korkmayan, sinema uğruna her türü zorluğa göğüs germiş, oynadığı karakterlerle gönlümüze taht kurmuş olan Türkan Şoray'ın kendiyle barışık, dalga geçer hali ve mizahi yönü kitapta dikkat çekiyor. Bütün şaşaalı yaşam sunusuna rağmen sadelikte kendini ifade etmeyi seçmiş, şöhretin rüzgarına kapılmayıp mütevazılığını muhafaza edebilmiş, geldiği noktada kendi emeğinin ve terinin yanında seyircinin de payı olduğunu en derininden görebilmiş nadir sanatçılardan. Yapmacıklığın ve yabancılaşmanın giderek arttığı günümüzde “samimiyet” sözcüğü oldukça değer kazanıyor. Kitabı okuduğumuzda Türkan Şoray'ın bu kadar sevilmesinin anahtar sözcüğü “samimiyet” olarak karşımıza çıkıyor. “Oyuncu öncelikle kendini tanımalı, kendi eksiklerini, zaaflarını bilmeli, en önemlisi egosunu yok etmeli, sırça köşkte yaşamamalı, toplumda yaşananlara, kendi dünyası dışında yaşanan dramlara duyarlı olmalı, sorgulamalı, meraklı olmalı, kültürel birikime sahip olmalı. Ben de sanatımla olduğu kadar kişiliğimle de oyuncu sıfatını taşımalıydım,” diyor Türkan Şoray kitabında. “Bana hayatı tanıtan

oyunculuğu bir yaşam felsefesi olarak benimsedim,” diye de ekliyor. Aydınlık Kitap olarak “Türk Sinemasının Sultanı” Türkan Şoray ile son kitabı “Sinemam ve Ben” üzerine konuştuk.

“BU K TAP BEN M SEY RC LER MLE SOHBET MD R” Türkan Şoray’ı başkalarının kaleminden okumuştuk fakat ilk defa sinema hayatınızı sizin kaleminizden okuyoruz. Sinemadan sonra kitap dünyasında da bir Türkan Şoray imzası görüyoruz. Size bu kitabı yazdıran neydi? Ben sinemamı yazdım. Benim buradaki amacım şuydu; bana yıllardır filmlerimi nasıl çevirdiğim soruluyor, ben de anlatıyorum başıma şunlar geldi, bunlar oldu diye. Bu kitap benim seyircilerimle bir sohbetimdir. Aslında edebiyat ve sinema temelde aynı şeyler. Dünyayı anlama, anlatma, kendini ifade etme, hayatta biriktirdiklerini ifade etme sinemada kamerayla perdeye aktarımla oluyor, yazar da anlatmak istediklerini kalemle kağıda aktarıyor. Bu kitapta ben kendimi ifade etmeye çalıştım, sinemamı anlatmaya çalıştım. Sinemanın benim için ne ifade ettiğini, hayatımı nasıl etkilediğini bütün samimiyetimle yazdım. Yani ben yazar dünyasındayım gibi bir şeyi kesinlikle söylemiyorum. Zaten bu kitabın ne edebi bir değeri var, ne de benim bir yazarlık amacım var. Ben kesinlikle böyle bir şey atfetmiyorum bu kitaba. Devrik cümleler, yarım cümleler ile doğal bir akış var. Aman çok güzel cümleler olsun, şöyle edebi olsun diye hiç düşünmedim. Benim yazar dünyasına girmem gibi bir şey mümkün değil. Ülkemizde saygı duyduğum çok değerli yazarlarımız var, asla o alana girme gibi bir hedefim olmadı, haşa yani. Benim mesleğim sinema. Sinema anılarımı ve sinemayla büyüyen kendimi anlattım ben.

“DÜ LED M BUYDU” Kitabı okuyan sevenlerinizle son dönemde sık sık imza günlerinde buluşuyorsunuz. Tüyap, Ankara Kitap Fuarı, çeşitli kitabevlerindeki imza günleri... Muazzam bir ilgi var bu günlere. Neler his-


lık KİTAP

KAPAK

14 ARALIK 2012 CUMA

13

“SİNEMAM VE BEN” ADLI KİTABI ÜZERİNE KONUŞTUK

im”

settiriyor bu size? Düşlediğim buydu. Yani yıllarca filmlerimi seyreden o seyirciyle buluşmak, onların kalbine dokunabilmek, onlarla göz göze gelebilmek... Kitap buna imkan sağladı. Benim için bu imza günleri mutluluk kaynağı. Seyircilerimle o kadar mutluluk yaşıyorum ki. Birbirimize sarılıyoruz hasret gideriyoruz. Öyle özel bir bağ ki onlarla aramızda var olan. O yüzden bu günler benim için unutulmaz ve heyecan verici günler oluyor.

“KIRGINLIKLARI Ç MDE HALLETT M” Peki her şeyi anlattı mı Türkan Şoray bu kitapta? Yoksa meslek hayatında olan bazı kırgınlıkları, anlaşmazlıkları ya da özel hayatına dair parçaları kendine mi sakladı? Bir otosansürden bahsedebilir miyiz? Şimdi öncelikle şunu söylemek isterim, bu benim özel yaşamımı anlattığım bir kitap değil. Ben özel yaşamımı yazmayı düşünmem. İnsanın kendine saklayacağı birtakım şeyleri, bir mahremiyeti olmalı düşüncesindeyim. Kitapta yer yer özel yaşama dokunuluyorsa da, sinemamdan dolayıdır. Hayatımın o dönemi sinemayla bağlantılıdır ve o yüzden yazmışımdır. Örneğin mesleğimden ayrı kalmışımdır ya da mesleğimin bana kattığı güzelliklerdir. Bu çerçevede özel hayatımdan parçalar var. Sinemanın özel yaşamıma değdiği dönem yani. Meslek yaşamım için bakarsak da, herkesin kariyerinde mutlaka iniş çıkışlar, kırıcı olaylar, üzen olaylar olmuştur. Benim de kolay olmadı tabi sinema hayatım. Tek başınıza bir mücadele veriyorsunuz. O dönemde de beni üzen tatsız olaylar, kırıldığım insanlar oldu tabii ki. Zaman zaman bazıları anılarını yazıyorlar, yirmi sene önce olmuş bir şeyi böyle pat diye gündeme getiriyorlar. Ben bunu gereksiz buluyorum. Kötü şeyler yaşanmışsa bile, yıllar sonra o insanı yargılamaya, rencide etmeye gerek yok. Bunlar benim karakterime uygun şeyler değil. Onun için ben, empati kurabiliyorum, affediciyim. Yani bazen çok affedemesem bile içimde halletmeye çalıştım. Ayrıca ben hayata ve insanlara sevgiyle bakan biriyimdir. Bu meslekte olduğu gibi tabii her meslekte olabilir böyle şeyler. Hatta benim mesleğimde en az olur herhalde diye düşünüyorum. Çünkü biz yıllarca sinema dünyasında birbirimize o kadar kilitlendik ki. Benim sevgi dünyasındaki sevgi sözcüklerimin hepsi gerçektir, hepsi yüreğimdendir. Çok köklü aile bağlarımız vardır bizim sinemada. Bazen birbirimizi görmesek de o benim canımdır, ben onun canıyımdır. Böyle bir dayanışma,dostluk, kenetlenme oluştu bizim sinema dünyasında. Onun için pek otosansür denemez buna, çünkü ben zaten bütün kırgınlıkları

yıllar öncesinde kendi içimde hallettim, çözümledim, sansürlememe gerek yoktu.

“BEN M Ç N ÖHRET; PARA, PUL, A AALI YA AM DE L, SEY RC M N SEVG S D R” Türk Sinemasının Sultanı ünvanıyla yıllardır şöhretin zirvesindesiniz, fakat halkınıza sarılmaktan hiç vazgeçmediniz. Sanatçının toplumdaki konumu ve şöhreti doğru sindirmesi konusunda neler düşünüyorsunuz? Özellikle egolarımızın bu kadar kaşındığı bir dönemde siz bunu nasıl başardınız? Aslında şöhret tabii çok tehlikeli bir olgu. Eğer “ben şöhretim” duygusuna kapılırsanız, zaten o bir süre sonra biter, şöhret kalıcı bir şey değil. Ben kendimi hiçbir zaman şöhretliyim diye görmedim. Ben mesleğimi seviyorum, mesleğime emek veriyorum, mesleğime aşığım. Ben bir “star” değil, bir “emekçi”yim. Çünkü ben emek veriyorum sinemeya. On sekiz saat çalışıyorum, dağlarda, kar, tepe, soğuk demeden. Güneşin kavurucu sıcağının alnında çalışıyorum. O zaman ben de bir emekçiyim. Bir de şu var tabii; on dört, on beş yaşlarımda tanınmaya başladım ben ve “şöhret olacağım, star olacağım” gibi bir hedefim hiç olmadı, şöhret nedir bilmediğim için ve dolayısıyla süreç içerisinde şöhret ile tanıştığım için, anlayamadım tam olarak şöhret miyim neyim (gülüyor) Böylece onunla bütünleştim, kaynaştım, bu benim hayat tarzımmış demek ki dedim. Çünkü birdenbire şöhret ile tanışanlar “ayy ben neymişim” havasına girebiliyor. Ben bir anda şöhret olmadım. Daha hayatı tanımadığım, kişiliğimin gelişmediği dönemlerde, kendimi keşfederken hepsi birbirine kaynaştı, ben onu üstüme yavaş yavaş giydim. Bir de beni mutlu eden tanınmak, çok para kazanmak, süslü elbiseler giymek, lüks arabalara binmek değildi. Tanınmaya başlayınca fark ettim ki, bizlere o şöhreti veren seyircidir ve ben seyircimle sevgi bağımı keşfettim böylece. Demek ki şöhret güzelmiş dedim, yani benim için şöhret para, pul, şaşaalı yaşam değil, seyircimin sevgisidir.

LK VE SON Başka bir kitap daha gelir mi Türkan Şoray’dan? Sanmıyorum. Herhalde hayatta ilk ve son kitabım bu olacak. Nezaketiniz ve zaman ayırdığınız için çok teşekkürler Türkan Hanım. Ben teşekkür ederim, bütün Aydınlık çalışanlarına sevgilerimi yolluyorum. (Sinemam ve Ben, Türkan Şoray, NTV Yayınları, 388 s.)

Damla Yaz c Türkan oray ile birlikte


14

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KADİR AYDEMİR’LE “TUHAF ALIŞKANLIKLAR KİTABI” ÜZERİNE SÖYLEŞİ:

“Komik bir itiraflar kitabına dönüştü bu eser” “Yay nevimiz için ‘farkl ’ ve ‘daha önce yap lmam ’ olmas n kerteriz alarak sürekli kitap projeleri dü ünen ben ‘tuhafl klar’ üzerine kafay takt m. Yazarken, okurken, birisiyle konu urken hep bizimle beraber olan gariplikleri zihnimde not almaya ba lad m” ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com “80’lerde Çocuk Olmak Kitabı” ve “90’lar Kitabı” gibi bir hayli ilgi gören kitaplar kaleme alan Kadir Aydemir, bu kez “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” ile okurlarının karşısında. 80’ler kitabı 90; 90’lar kitabı ise 111 yazara sahipti. Bu son kitap ise 126 kişilik yazar kadrosuyla bir rekor kırdı. Tuhaf olmasının yanı sıra bir o kadar da neşeli takıntıların bir araya geldiği bu kitap okurun yüzüne bir gülücük konduruyor. Neşeli ve moral veren bir kitap ortaya koymayı hayal ederek derlenmiş kitaptaki tüm yazılar. İyi kötü, acı tatlı, komik ya da ilgi çekici pek çok takıntının bu kitapta bir araya geldiğini belirten Aydemir; “Türkiye’nin içinde bulunduğu saçma sapan dönemde, her şeyin çiğnenip insanların özgürlüklerinden edildiği, üçüncü sayfa haberlerine ya da magazine hapsedildiğimiz bu yıllarda kırık bir gülümseme de olsa yüzümüzde, insanlar neşelensin istedim… Tabii bir yönüyle hem psikolojik hem de sosyolojik bir çalışma ‘Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı’” diyor… Öncelikle böyle “tuhaf bir kitap” hazırlama fikri nasıl doğdu diye sormak istiyorum. Kitabın ortaya çıkış hikâyesini dinleyebilir miyiz? Bugüne dek kurucusu ve editörü olduğum Yitik Ülke Yayınları için çok çeşitli kitaplar hazırladım; “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” da zincirin şimdilik son halkası oldu. “Cunda Öyküleri” ile başlamıştım çok yazarlı kitapların ilkine, 20 küsür yazar bir aradaydı orada; zamanla “Bozcaada Öyküleri”, “Olimpos Öyküleri” derken 2010 yılının sonunda 90 yazarlı dev bir kuşak kitabı olan “80’lerde Çocuk Olmak Kitabı”nı projelendirip yayımladım. 80’ler kitabı oldukça ilgi çekti, çünkü türünün ilk örneğiydi. Sonrasında 111 yazarlı “90’lar Kitabı” oluştu, o da oldukça ses getirdi. Bu iki kitap gündem yaratıp gazete ve televizyon haberlerine konu olunca yayınevimiz de tanınmaya, bilinmeye başlamış oldu. Yitik Ülke projesi benim için büyük bir düş sonuç olarak... Derken yayınevimiz için “farklı” ve “daha önce yapılmamış” olmasını kerteriz alarak sü-

rekli kitap projeleri düşünen ben “tuhaflıklar” üzerine kafayı taktım. Yazarken, okurken, birisiyle konuşurken hep bizimle beraber olan, ikili sohbetlerimize neşe katan gariplikleri, absürd alışkanlıkları zihnimde not almaya başladım. “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı-Beni hiç tanımıyorsun!” başlığıyla çıktı kitabımız. 126 yazar bir araya geldi ve sanırım oldukça komik bir itiraflar kitabına dönüştü bu eser. Doğru kullanıldığında pek çok fayda, kolaylık sağlıyor internet/sosyal medya. Hatta görüldüğü üzere bir kitap yazmaya bile olanak sağlıyor. Sosyal medyanın rolü çok büyük bu kitabın hazırlanmasında… Bu sosyal medya aşaması üzerine konuşabilir miyiz biraz? Yitik Ülke, 1997 yılında internet üzerinde kurulan ilk şiir/edebiyat penceresiydi desem yeridir. Dal.net server üzerinde MiRC programında #yitikulke sohbet kanalını açarak çıktım bu yolculuğa. Aynı yıl Kadıköy’de bir grup arkadaşımla beraber “BaşkA” isimli bir şiir dergisini de yayına hazırlamaya başladım. Sonra yavaştan web tasarımına merak sardım, www.yitikulke.com sitesini 2000 yılında kurup yayına açmamla işin rengi daha da değişti. Hayatımızda internet, bilgisayar, internet kafe, modem gibi şeyler geniş yer kaplamaya başlıyordu ve Yitik Ülke’yi geliştirip daha geniş kitlelere duyurmayı hedefliyordum. Yitik Ülke internetin en çok izlenen ve ziyaret edilen şiir/edebiyat dergilerinden biri olmuştu. Aylarca elde şiir kitapları ve dergiler, oralardan bakıp bakıp şiirler, yazılar dizdim ve siteye ekledim. Sosyal medya üzerinde kurulan ilk dergilerden biri olan Yitik Ülke, yine sosyal medya yani internet yayıncılığı üzerinden basılı/matbu yayına geçen kurulu “ilk yayınevi” olma özelliğini kazandı. Bugünün dünyasında Twitter ve Facebook sayfalarımızda binlerce takipçimizle yolumuza devam ediyoruz. Nasıl seçtiniz bu 126 kişiyi; bu insanların anlatabileceği tuhaf alışkanlıkları olduğunu biliyor muydunuz? İsimleri belirleme sürecinden bahseder misiniz? 126 yazarın tamamını sosyal medya üze-

rinde Twitter’dan seçtim. Takip ettiğim ve yazılarını, paylaşımlarını, tuttuğu bloglardaki yazıları takip ettiğim insanları tek tek davet ettim. Yazar seçiminde dile ve üsluba dikkat ettim. Bazı arkadaşlar da diğer yazarlarımızın önerileriyle kitaba alındı. Kitaptaki tüm isimlerle Twitter üzerinden yazışıp maillerini aldım, gerekli ön bilgileri pay- Kadir Aydemir laşıp projeye uygun yazılar istedim. “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” böyle dayanışma duygusuyla, tam da Yitik Ülke’ye yaraşır şekilde ortaya çıktı. Kitabın son bölümü çok ilgimi çekti; burada Schiller, Balzac, Dickens, Virginia Woolf gibi yazarların yazma sürecindeki tuhaflıklarına tanık oluyoruz. Kadir Aydemir’in yazmakla ilgili tuhaf bir takıntısı var mı diye sorsam? Kitabın son bölümünü, yani ünlü yazar ve düşünürlerin takıntılarını, garip alışkanlıklarını sevgili Güncem Topçu Güzel hazırladı. Burada amaç Türkiye’den 126 yazarın yanında dünyadan da bilenen isimlerin ne gibi huylarının olduğunu okurlarımızla paylaşmaktı. Bu bölüm oldukça ilgi çekti diyebilirim. Ne tuhaftır ki hiçbir tuhaf alışkanlığım olmadığını düşünüyordum. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de farkında olmadığım tuhaf alışkanlıklarım olduğunun farkına vardım. Bu kitap, çoğu insana böyle bir farkındalık kazandıracak, bir parça daha kendini tanımasını sağlayacaktır desem abartmış olmam sanırım… Kitabın özelliği aslında neşeli takıntıların bir araya gelmiş olması. 126 yazarıyla sanırım bir rekora da imza atan bir kitap oldu “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı”. İyi kötü, acı tatlı, komik ya da ilgi çekici pek çok takıntı bir araya gelmiş oldu bu kitapta. Kim ne hisseder bilmem ama ben neşeli, moral veren bir kitap olması hayaliyle derledim tüm bu yazıları. Türkiye’nin içinde bulunduğu saçma sapan dönemde, her şeyin çiğnenip insanların özgürlüklerinden edildiği, üçüncü sayfa haberlerine ya da magazine hapsedildiğimiz bu yıllarda kırık bir gülümseme de olsa yüzü-

müzde, insanlar neşelensin istedim… Tabii bir yönüyle hem psikolojik hem de sosyolojik bir çalışma “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı”. Umarım “80’lerde Çocuk Olmak Kitabı” ve “90’lar Kitabı” gibi sevilir, benimsenir ve zamanlar üstü bir eser olup uzun yıllar okunur, kitaplıklarda/kütüphanelerde saklanır… Kitapta anlatılan bazı alışkanlıklar fazlasıyla tuhaf ve insan gerçek olabileceğine inanamıyor; “yok artık” derken buluyor kendini. Kitapta paylaşılan alışkanlıklardan en tuhaf bulduğunuz alışkanlık hangisi acaba? Benim en tuhaf bulduğum alışkanlığı seçmek zor; hepsini beğendiğim ve ilginç bulduğum için kitaba aldım desem yeridir. Ama sanırım Ece Dorsay’ın her şeyi tersten okuması benim için en ilginçlerden biri. Şimdi siz bir anda sorunca şaşırıp kaldım; bu kitabı okuyanlar karar versin en ilginç takıntıya… 126 ayrı konu var sayfalarda, birini seçsem diğerlerinin hatrı kalır. Her kitap gibi bu da benim ruhumun bur parçası. Her sayfası, her yazısı özel. Ufukta yeni bir kitap var mı? Belki de bir şiir kitabı? 70. kitabına ulaşan Yitik Ülke Yayınları için yeni kitaplar hazırlıyorum, bu projelerin neler olduğunu da www.yitikulke.com sitemizde paylaşıp, yazılar yazan herkesi kitaplara davet ediyorum. Aşk öyküleri kitabının yanında bir de blog kitabı hazırlıyorum. “Sonsuz Unutuş” adlı öykü kitabım birkaç ay önce yayımlandı, ilk öykü kitabım “Aşksız Gölgeler” de yeniden yayımlanacak. Bir şiir dosyam var; hazır ama hâlâ sihirli bir isim bulamadım… Bulamadım… 2013’ten umutluyum; Yitik Ülke için üretken, paylaşımcı, güzel bir yıl olur umarım.


Aydınlık KİTAP

Mimarların Dünyasından Kesitler Hasol kitab nda, ya ad klar n anlat rken yak n tarihimize tan kl k ediyor. Güneydo u’da halk n Coca-Cola’ya “kara gazoz” deyi inden k rk y ll k mimarinin ad n n “Arkitekt” olarak de i tirilmesine kadar pek çok ilginç olay an msat yor

14 ARALIK 2012 CUMA

15

Hercule Poirot değil o, Başkomiser Galip Bizim kahraman m z ne “dudaklar yla sevi ip yumruklar yla dövü en” Mike Hammer’a, ne katilin saç telinden ayakkab numaras n ç karan Sherlock Holmes’e, ne de sürekli kafas na vurarak “gri hücreler” diye say klayan Hercule Poirot’a benziyor MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com

CÜNEYT AKALIN Mimar, yönetici, kültür insanı Doğan Hasol’un “İlginç Öyküler” alt-başlıklı “Mimarlar Dik Durur” kitabı 4. baskısını yaptı. Hasol, eski baskıları yeni öykülerle zenginleştirdiği kitabında içinde yaşadığı çevrenin insanlarını, onlarla ilgili anekdotları tatlı tatlı anlatıyor okurlara. Bir geçit töreni adeta… Renkli simalar, ünlü şahsiyetler, Hasol’un yakınları, dostları, tanıdıkları vb. sıra ile geçiyor okurun önünden.

M MAR VE KENT Çoğumuz mimar dendiğinde omuz silkip geçeriz. “O da mesleklerden biri” diye geçiririz içimizden. Oysa mimar, içinde yaşadığımız mekanları tasarlayan, yaratan kişidir. Mimar, modern insanın içinde yaşadığı ve sistemin içinden çıkılmaz hale getirdiği dev megakentte insanların toplu/bireysel serüveninin bir bakıma şekillendiricisidir. Tasarımı bizi mutlu edebilir, ferahlatabilir, ya da tersi olabilir; yaratılan basık, kasvetli mekanlar yaşama sevincimizi etkileyebilir. Hasol kitabında, İTÜ yıllarından başlayarak yaşadıklarını, gördüklerini anlatıyor. TBMM projesini kazanan ünlü Avusturyalı mimar Holzmeister’in yanında ça-

lıştığı günleri de anlatıyor, ressam Cihat Burak’ı da; İTÜ’deki hocalarını da anlatıyor, Demirtaş C eyhun’un Adana’da belediye başkanlığına adaylığını koyuşunu da… Diğer bir deyişle, Hasol yaşadıklarını anlatırken yakın tarihimize tanıklık ediyor. Güneydoğu’da halkın Coca-Cola’ya “kara gazoz” deyişinden kırk yıllık mimarinin adının “Arkitekt” olarak değiştirilmesine kadar pek çok ilginç olayı anımsatıyor, dikkatimize sunuyor. Hasol’un öykülerinin bazıları insanı gülümsetiyor, bazıları öfkelendiriyor. “Mimarlar Dik Durur!” keyifle okunuyor. Hasol her zamanki yumuşak, zarif üslübuyla okurlara sıcak, yumuşak, eğitici mesajlar veriyor. “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az”. Bazı öyküler vinyetlerle, çizimlerle, karikatürlerle, fotoğralarla süslenmiş. Kitabın boyutlarından kaynaklandığı belli olsa da, bazı çizimlerin, fotoğraflarının küçük tutulmuş olması bir eksiklik olarak dikkati çekiyor. (Mimarlar Dik Durur, Doğan Hasol, YEM Yayın, 176 s.)

“Mimarl k Cep Sözlü ü” Mimar Doğan Hasol’ın hazırladığı “Mimarlık Cep Sözlüğü”nün gözden geçirilmiş 2. Baskısı çıktı. TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) için hazırlanmış Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü’nün damıtılmış bir özü niteliğindeki “Cep Sözlüğü”, temel mimari kavramların yanısıra, kavramları açan çizimlerle ve fotoğraflarla desteklenmiş. Baskı temiz, özenli anlatım, okumayı kolaylaştırıyor.

1998’de İTÜ tarafından “fahri doktor”, 1999’da Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından “onursal doktor” ünvanına layık görülen, 2000’de Mimarlar Odası’nca “Mesleğe Katkı Başarı Ödülü” ile ödüllendirilen görmüş geçirmiş mimar, yayıncı Doğan Hasol’ca hazırlanan sözlük, hem teknik kişilerin ihtiyaçlarına karşılık veriyor hem de mimarlık konularına genel olarak ilgi duyanlara yol gösteriyor.

Artık kimse Türkiye’de polisiye yazılmadığını iddia edemez sanırım. Ahmet Ümit, Celil Oker, Osman Aysu, Emrah Serbes, Algan Sezgintüredi, Esmahan Aykol, Armağan Tunaboylu ve Murat Somer gibi yazarların adlarını sık sık duymaya başladık son zamanlarda. Hatta Emrah Serbes’in hoyrat karakteri Behzat Ç.’nin bir dizide oynamaya başlamasıyla polisiyenin tür olarak popülerleşmeye başladığını bile söyleyebiliriz. “ON PARALIK ÖYKÜLER”DEN B R NC SINIF POL S YEYE Ancak polisiye romanın Türkiye’deki tarihine baktığımızda geçmişte, çevirileri okurlar tarafından sevilerek okunmuş olsa da, polisiyenin Türk yazarları arasında pek tutulmadığını görüyoruz. Kuşkusuz bunun nedeni 1880’li yıllarda Osmanlıca’ya çevrilen kitapların Amerikalıların “dime novels” dediği, bizdeki adıyla “on paralık öyküler” olmasıydı. Bu dönemde Peyami Safa’dan siyasi hasmı Nazım Hikmet’e, Halide Edip’ten “Kesik Baş”ıyla Hüseyin Rahmi Gürpınar’a bize tanıdık gelen birçok yazar “kolay para kazanmak için” polisiye yazmaya karar verdi, ancak eserlerinin “ikinci sınıf edebiyat” olarak görülmesi üzerine bu sevdadan vazgeçti. Sevinerek belirtmek istiyorum ki, o köprünün altından çok sular aktı. Polisiye türü hak ettiği değere kavuştu, hem Türkiye’de hem de dünyada, nihayetinde Edgar Allan Poe’nun kitapları da polisiye değil miydi? Polisiye Kraliçesi Agatha Christie’nin “On Küçük Zenci” adlı kitabının yüz milyonun üzerinde satarak, listelerde “Küçük Prens”, “İki Şehrin Hikâyesi” gibi klasiklerin arasına girmesi de bunu gösterir. Kesinlikle halk tarafından tutulmanın kaliteyi belirlediğini söylemiyorum, ancak Christie’nin başarısı birçok yazarın ilgisini çekti ve onları yazmaları için yüreklendirdi. Bu çeşitlilikten de bir sürü yerli ve yabancı iyi yazar çıktı. Artık şöyle de diyebiliriz, “ikinci sınıf edebiyat” yok, birinci sınıf polisiyeler var!

BA KOM SER GAL P K MSEYE BENZEM YOR Oğlak Yayınları’nın Maceraperest Kitaplar serisinden çıkan “Bir Başkomiser Galip Polisiyesi – Kadıköy Cinayetleri”, yazar Çağatay Yaşmut’un dördüncü kitabı. Yazarın “Başkomiser Galip Polisiyeleri” dizisinin ilk üç kitabı, “Beyoğlu Çıkmazı”, “Şarkılar Susunca” ve “Beni Yavaş Öldür”. Sıkı bir polisiye ve sinema tutkunu olan Yaşmut, polisiye tutkusunu roman yazarak, sinema tutkusunu ise Beykent Üniversitesi Sinema Bölümü’nde yüksek lisans yaparak gideriyor. Gelelim Başkomiser Galip’e, bizim kahramanımız ne “dudaklarıyla sevişip yumruklarıyla dövüşen” Mike Hammer’a, ne katilin saç telinden ayakkabı numarasını çıkaran Sherlock Holmes’e, ne de sürekli kafasına vurarak “gri hücreler” diye sayıklayan Hercule Poirot’a benziyor. Evet, belki onlar gibi hayatta kaybetmiş biri. Hem de en sevdiğini, Aylin’i. Ama görevini yaparak acısını unutmaya çalışıyor. Tam olarak da yalnız sayılmaz, iş arkadaşları Komiser Serdar, Komiser Melike, Mustafa ve ona âşık bir kadın var hayatında, Oya.

HANET VE ÇATI MA DOLU ORTAM Aylin’i kaybettiğinden beri depresyonla mücadele eden Başkomiser Galip’in artık başka sorunları da var, Kurbağalı Dere’de bulunan başsız bir ceset gibi. Başkomiser, katilin izini sürerken bir yandan da kendini ihanet ve çatışmalarla dolu bir ortamda bulacak. Başı fena halde dertte çünkü yakasını kadınlardan da kurtaramayacak zira bilindiği üzere çapkın bir adam bizim Başkomiser. “Kadıköy Cinayetleri”, üçüncü sayfa haberinden bozma kuru bir polis hikâyesi olmaktan ziyade, kadın-erkek ilişkilerini sorgulamamıza neden olabilecek bir kitap. Başkomiser Galip ise alışılageldik soğuk polisiye karakterlerinden çok daha farklı, herkes onda kendinden bir parça bulabilir. (Kadıköy Cinayetleri-Bir Başkomiser Galip Polisiyesi, Çağatay Yaşmut, Oğlak Yayıncılık, 376 s.)


16

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Umudun ve direncin şairi: Hüseyin Haydar Hüseyin Haydar, iirin toplumsal mücadelenin bir parças haline gelmesinde önemli katk larda bulundu. Araçlar n da kendi çabas , iradesi ve kararl l yla yaratt . Belki de, büyük ihtimal, Hüseyin Haydar gazetede iir kö esi olan ilk airimizdir CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com

Birçok şair ilk şiirlerine uzak durur. Bunun nedeni bu şiirlerin fazlasıyla acemilikle yüklü olması ya da şairimizin ilk şiirlerinden sonra sanat ve estetik anlayışının değişmesidir. Hüseyin Haydar ilk şiir kitabıyla ödül almış şairlerdendir. İlk kitabıyla 1981 Akademi Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazandığı kitabının 2012’de yapılan ikinci baskısıyla Troya Folklor Araştırma Derneği ödülünü alması şiir adına hem not edilecek bir gelişme hem de Hüseyin Haydar şiiri adına belirleme olanağı sunan bir durumdur. Demek ki Hüseyin Haydar ilk şiirlerinden itibaren disiplinli bir çalışma içindedir. Sanatta serkeşlik değil esas olan disiplindir. Şairimizin ilk eseri olan “Acı Türkücü”, Türkiye toplumsal tarihinin özel bir kesitinin türküsüdür. Devrimci halk muhalefetinin devletin bütün militarist aygıtları kullanılarak ve faşist yöntemlerle bastırıldığı bu dönemin türkücüsünün görevi de tabii ki acıların estetik tarihini şiir sanatı üzerinden yansıtmaktır: “Gece üstüme attı ölüm ağını, Hangi yana dönsem ağu yağmuru. Artık içime akıyor kanım, Acı, göğsümde unuttu bıçağını. Bağışlamasınlar isterse beni, Yakıyorum işte sevgilerimi. Gençliğime aldanmasınlar sakın, Gençliğim hasat mevsimi. Doldurdum içime isyan günlerini, Göğsümüz çatlamış acı küpü. Damlar duru yiğitlik yollara şıp şıp Dalına yabancı incirin sütü. Ben bir acı türkücüyüm, Taşıdığım acı yükü.” Fakat kendi döneminin belirgin eğiliminin aksine onun şiirinde hüznün dozu oldukça düşük, direncin sesi ise yeterince diktir. Söyleyişindeki bu farklılık, anlatımındaki sadelik ve şiirselliği, bu sadelik üzerinden sağlama başarısını yakalamış olmasıyla onu döneminin şairlerinden farklı bir kulvara taşımaktadır. Hüseyin Haydar’ın “Acı Türkücü”deki bu belirgin tutumunun daha sonraki eserlerinde daha bir olgunlaşmış halini ve bu halin üretime yansımış sonuçlarını görüyoruz. Sayıklamaktan, kâbus görmekten bitkin düşmüş, hastalıklı bir sesle öksürüp duran son dönem şiiri içinde

onun konuşan, söyleyen, başkaldı- mücadelesinde etkili olmak değil ran, umut veren bir şiiri dolaşıma sok- midir? Bireylerin tepki ve yönelişlemuş olması şiirimizin tarihini yazan- rinin görsel medya tarafından belirlendiği koşullarda, bir şair bunu üslar için bir uğrak noktası olmalıdır. Kim ne derse desin Hüseyin Hay- telik şiir üzerinden ve şiir adına taviz dar, şiirin toplumsal mücadelenin vermeden gerçekleştirebiliyorsa, gebir parçası haline gelmesinde önem- riye konuşacak ne kalır? li katkılarda bulundu. Araçlarını da Hüseyin Haydar’ın “Sudan Gövkendi çabası, iradesi ve kararlılığıy- de”si 1993’te yayımlanıyor. Uzun bir la yarattı. Belki de, büyük ihtimal, aradan sonra, 2011’de “Zor GünleHüseyin Haydar gazetede şiir köşe- rin Şiirleri” ve “Doğu Tabletleri” si olan ilk şairimizdir. Şiirleri usta bir geliyor. “Zor Günlerin Şiirleri” Cumspiker tarafından televizyon ekra- huriyetin ele geçirilip tasfiye edildinında hiçbir ticari kaygı güdülmeden ği son dönemin olay ve olgularına taokunan ilk şairimiz de odur. nıklık ediyor. Her zaman olduğu Ve onun şiirleri her sözcüğüne gibi Hüseyin Haydar’ın tanıklığı haydevrimci romantik heyecanın sindi- kırış, uyarı ve ve çağrıyı içinde taşıyan ği bir çağrı metnidir. Günceli tarih- etkin bir tanıklık olarak gerçekleşiyor. sel arka planıyla ya da tarihseli gün“Doğu Tabletleri” aslında çeşitcelin buğusu üzerinde tüten tazeliği li edebiyat dergilerinde 1993’ten itiüzerinden yansıtan anlatımı, tok baren parça parça yayımlanmaya uyakların sesini olduğu kadar halk di- başlıyor. “Doğu Tabletleri”nde geçlinin sıcak tadını da taşımaktadır. mişin egzotizmi üzerinden bugünün Bizim edebiyatımızda toplum- sömürü ve emperyalizm dünyasının sallık Tanzimat’la başlar. Tanzimat bütün berraklığıyla yansıdığını göedebiyatçılarının ilk kuşağı görücü rüyoruz. Ve şairimizin dili kullanma usulüyle evliliğin kötülüğü gibi sosyal, hünerinin bütün incelikleri her divatanın kurtuluşu gibi milli ya zesinde âdeta bir kanaviçe da kölelik kurumuna kargibi okuyucunun algı şı durma biçiminde evevrenine seriliyor. Onun rensel temaları işleAynı zamanda ya iirleri her mişlerdir. Onların şadığımız hayat, sözcü üne toplumsallığı sosiçinde bulundevrimci romantik yal, milli ve evduğumuz döheyecan n sindi i bir rensel temaları nem mitoloji, kapsayan bir içetarih ve günça r metnidir. Anlat m , riğe sahiptir. celin bileşkesi tok uyaklar n sesini Hüseyin üzerinden en oldu u kadar halk Haydar gıdasını, yalın ve estetik dilinin s cak ilhamını Şinasi, haliyle özetlenitad n da Namık Kemal ve yor. ta maktad r Ziya Paşa’dan alıyor. Bir şairden bunBununla yetinmiyor, bu dan daha fazlası bekletoplumsallığı sosyalist, devnebilir mi? rimci bir Türkiye ideali ve umuduy“Doğu Tabletleri”nin Yunus Nadi la da donatıyor. ve Ahmet Necdet şiir ödüllerine deHüseyin Haydar’ı, şiiri bir silah ğer görülmesini de ayrıca önemli olarak kullanmakla suçlayanlar var. buluyorum. Hüseyin Haydar’la birOnun için güncel olaylar üzerine likte artık ödüllerin de ibresi topluköşe yazısı gibi şiir yazılır mı, diyen- ma yönelik, toplumcu içeriğe sahip ler var. eserlere dönmüş oldu. Bu süreç geBen bu tarz eleştiriler karşısında riye işlemeyecektir. Namık Kemal’in, Nazım Hikmet’in, Hüseyin Haydar’ın yüreğine ve hatta Tevfik Fikret’in en kalıcı şiir- kalemine sağlık. Yolu açık, atı rahvan lerini böylesi dönemlerde ve böyle- olsun. si bir anlayışla yazdıklarını anımsatYazımı “AdanışVI” şiirinden makla yetineceğim. bir bölümle bitirmek isterim: Toplumcu gerçekçi şiirin amacı “Emeğin yüceliğine, kitlelere ulaşmak ve onların yaşam insanın yaşam direncine,

Hüseyin Haydar

Yerin ve göğün varlıklarına ve bütünlüğüne, Bilgelik yüklü geleceğin kurucularına, Ceylanlı dağlara, buğday saçan ovalara, Balık taşan derelere, kuş dolusu göklere, Ve yetiştiren, yettirten ulusların analarına, Döven çekice, biçen orağa ve işleyen akla, Kendini halka adayan berk oğullara, Günışığı gibi parıldayan ipek kızlara… Mağara taşına çizene, balçığa kazıyana, Kaşgarlı’ya, Balasagunlu’ya, Dedem Korkut’a, Karacaoğlan’a ve Köroğlu’na ve Emrah’a Ve şiirin kızıl güneşi Nazım’a… Adıyorum bu sözleri, tutulmuş dilimle, Yetkinleşen insanlığa, çocuk kalmış aklımla. … Sana adıyorum, bu tedbirsiz sözleri, Yeri soğutanı unut, asi başını dik tut.”

Hüseyin Haydar’ı, şiiri bir silah olarak kullanmakla suçlayanlar var. Ben bu tarz eleştiriler karşısında Namık Kemal’in, Nazım Hikmet’in, hatta Tevfik Fikret’in en kalıcı şiirlerini böylesi dönemlerde ve böylesi bir anlayışla yazdıklarını anımsatmakla yetineceğim


Aydınlık KİTAP

ARAKABLO

SEYY T NEZ R

14 ARALIK 2012 CUMA

17

Marsilya rıhtımındaki Fransız işçi: “İnönü, milletini harp cehennemine sokmadı.” Tanp nar, “Deniz Feneri”ne uzanan yolculu u daha o y llarda i aret ediyordu: “Adnan Bey, Atatürk’e benzedi ine inanm t . Hugo’nun tabiriyle bu ‘h rs z feneri’ kendisini güne addediyordu.” seyyitnezir@yahoo.com

smet inönü

Başbakan Erdoğan, geçen hafta İnönü için “faşist” nitelemesinde bulununca, Sönmez Targan’ın gönderdiği metin birden güncelleşmişti; bu nedenle, bir hafta beklemesin diye, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazısını Aydınlık’a gönderdim... “Yakın Tarihimiz Üzerinde Dikkatler”i o kapsamda değerlendirip iyice kısaltarak Kültür Sanat sayfasında yayımlamışlar (06.12.12). Bu arada yazının ilk yayımlandığı gazete ve tarihi güme gitmiş: Cumhuriyet, 27 Temmuz 1960. Elli iki yıl yok sayılmış bir yazı için buna da şükür! “Suçüstü”nden daha şanslı... 1960’larda TİP’in Eminönü örgütünde çalıştığı günlerden tanıdığımız İlat Yenidoğan’ın getirdiği “Suçüstü” yazısı (Cumhuriyet, 14.06.1960), yönetmeni geçtik, KültürSanat mümeyyizine bile temeyyüz edememiş de Aydınlı Kitap’ta ağırlanmıştı (19.10.12). Fehmi Özdoğan da, “haftalarca böyle uğraşıncaya kadar kitabını hazırla şunun!” demekte çok haklıydı elbette ama haftalık o yazılar olmasaydı, hakçası bu yazılara ulaşamayacaktık. İşte Osman Erbil’in de SBF Gazete Arşivi’nden fotokopisini sağlayıp gönderdiği, Ulus’ta çıkan (15 Ekim 1960) yazısıyla birlikte, ölümünden bir yıl önce yayımladığı yazıların çoğuna ulaşmış bulunuyoruz*. Tanpınar, bu yazısında, İnönü’ye yurtta ve dışarıdaki yaygın yaklaşımı yansıtırken, Erdoğan ve yandaşlarının da Menderes ölçekli kafa çaplarını daha o günlerden veriyor: HATIRA VE DÜ ÜNCELER A. H. TANPINAR 1951 yılında Park Otel’in kahvesinde aşırı Demokrat bir mebusa: “Dostum, demiştim, siyasi bir teşekkül her şeyden evvel millî hayatı bütünüyle içine alan plan ve program meselesidir. Bu hem siyasî hayatın mutlak icabı, hem de sizleri bu mevkiye getiren demokrasinin ilk şartıdır. Kaldı ki, iktisadî vaziyetimiz artık tesadüf denen şeyi kabul etmeyecek kadar sıkışıktır. Nerden geliyorsunuz? Hangi fikir limanlarından kalktınız ve bizi nereye götürmek istiyorsunuz? Bunu memlekete söylemeniz lazım. Hükümet olarak da meclis olarak da işinize yarar. Hükümet olarak yapacağınız

şeyleri bilirsiniz, sıraya koyarsınız ki muvaffakıyetin başlıca sırrıdır. Meclis olarak hükümeti murakabenizde size yol gösterir, işin riyaziyesini verir.” Muhatabım, “Biz kendimizi bağlamak istemiyoruz. Şartlara ve imkânlara göre iş göreceğiz.” cevabını verdi. “Halledilecek, acil çare bekleyen bu kadar iş varken bunu yapamazsınız. Kalkınma diye bir meseleniz var. Her şey ona bağlı. Programsız, hatta ciddî etütsüz nasıl altından çıkarsınız?” Bana tekrar aynı cevabı verdi: “Beyhude kendinizi yormayın. Biz kendimizi bağlamak istemeyiz. Hem ne diye ısrar ediyorsunuz? Bizim programımız var. Hem de mükemmel bu program... Halk Partisi’nin yaptıklarını yapmamak bize yeter hatta artar bile...” Yüzü, karşısındakini susturmak için en itiraz götürmez formülü bulmuş olanların sevinç ve gururuyla parlıyordu. İlk önce aklımdan Cumhuriyet, Hilâfeti kaldırma, iyi kötü bir sanayi hareketi vb. şeyler geçti. Fakat kırmamak için başka türlü cevap verdim: “Şimdi söylediğiniz söz en ağır ve en doğru tenkidi bile şamil olsa gene program olmaz, çünkü menfidir. Halbuki devlet idaresi müspet iştir. Halk Partisi’nin kendisine göre bir yolu vardır. Oraya gitmeyeceksiniz. Kabul ettim. Fakat bu kendinize muayyen bir yol seçmeniz ihtiyacından sizi kurtarmaz. Günün birinde dört yol ağzında kalırsınız.” İki elini düzlemesine kaldırarak: “Hayır, hayır, bize bu kadarı yeter.” diye cevap verdi. “Siz sinizm yapıyorsunuz. Sinizm ile devlet idare edilmez ancak münakaşa kapatılır.” diyerek sözü kestim. Hayatımda pek az meclisten bu kadar hayal kırıklığı ile ve iyi niyetimden utanarak ayrılmıştım. Arkamdan atacakları kahkahaları o kadar iyi hissediyordum ki kahveden çıkarken omuzlarım kendiliğinden küçülmüş ve çökmüştü. Demokrat Parti’nin mahkeme kararı ile kapandığını gazetelerde okuduğum gün bu konuşmayı ister istemez hatırladım. Sözlerini gerçekten tutmuşlar ve programlarını takip etmişlerdi. Fakat bu konuşmanın bende başka ağızlardan gelmiş bütün bir cevap serisi vardır. “TÜRKLER ONU HERHALDE ÇOK SEVER” 1953 senesinde Paris’te ressam Léopold Lévy’ye rastladığım zaman ilk sözü, “İnönü ne yapıyor?” suali oldu. “Çalışıyor” dedim. “Kendi kurduğu demokrasinin, muhalefet lideri sıfatıyla murakabesini ya-

pıyor. Bilirsiniz yorulmaz adamdır.” O zaman ihtiyar dostum bana şu fıkrayı anlattı: “Marsilya’da arabamı vapurdan çıkardıkları zaman yanıma bir amele yaklaştı. Güçlü kuvvetli, tam bir Fransız amelesiydi. Fakat bir ayağından sakattı. ‘Arabanızın künyesini tanımıyorum, nerenindir?’ diye sordu. ‘İstanbul’dan geliyorum!’ diye cevap verdim. O zaman meraklı muhatabım birdenbire düşündü. İstanbul, İstanbul... Demek Türkiye’den geliyorsunuz. İşte bir memleket ki başında işten anlayan bir devlet adamı var. Milletini bu harbin cehennemine sokmadı... Ve bana İnönü’nün adını söyleyerek, ‘herhalde Türkler onu çok severler!’ diye sözünü bitirdi. Şimdi memleketinizdeki siyasi mücadeleleri gazetelerde okurken veya burada rastladığım eski talebelerimden dinlerken hep bu Marsilyalı amelenin hükmünü hatırlıyor ve şaşırıyorum. Sağduyusuna o kadar inandığım milletiniz nasıl oldu da İnönü’yü feda etti? İşlerinize karıştığım için affınızı rica ederim. Fakat ömrümün mühim bir kısmını memleketinizde geçirdim. Atatürk ve İnönü’nün memleketinizde yaptığı işi siz Türkler kolay kolay anlayamazsınız. Günlük işlerin içinde kaybolur. Ben de orada iken anlayamamıştım. Şimdi buradan daha iyi görüyorum. Eski Reisicumhurunuz beni daima muvazene kudretiyle şaşırtmıştı. Fakat işittiğime göre bu işi biraz da kendisi istemiş. Elbette hakkı vardır.” NSAN DENEN EY VE “HIRSIZ FENER ” Aynı seyahatte Türkiye’de uzun zaman kalmış bir Alman bana şöyle söylemişti: “Sizin en büyük hatanız, Millî Mücadele’yi ve İstiklâl Zaferi’nizi herhangi bir muharebe ve her milletin tarihindeki zaferlerden biri, belki en mübrem ve zarurisi [gerekli ve zorunlu] gibi almanızdır. Halbuki o aynı zamanda memleket içinde yaşadığınız ilk Avrupalı tecrübe oldu. Realite duygunuz onunla başladı. Onun için Atatürk ve arkadaşları tarihinizde yepyeni bir insan tipinin başlangıcıdır.” İnsan denen şeyden bir eski Halk Fırkası mebusunun hiç utanmadan ve sıkılmadan Adnan Bey’i “Siz Atatürk’e benziyorsunuz, nasiyenizde [alın] ve gözlerinizde onun zekâsı ve ruhu parlıyor.” (Belki sözler bire bir aynı değildir) diye övdüğünü gazetelerde okuduğum zaman utanmıştım. Vakıa bu mebusu hiç gözüm tutmamıştı. Meclis koridorlarında rastladıkça üzerimde çok aşağılık şeylerin simsarı hissini bırakırdı. Siyasi ha-

yata öz dayısını jurnal ederek girmiştir. Anlaşılan hayatını başladığı gibi bitirmesi gerektiğini sanıyordu. Atatürk’ü Tarih Darphanesi’nin lüzum gördükçe bastığı bir sikke veya esham [hisse] senedi addedenler çoktu. Ve bir başka nüshasını bulduklarını zannettikleri için mesuttular. Çünkü Atatürk onlar için sadece yüksek gelirli bir yatırımdı. Kaç münevver tanıdım ki, Millî Mücadele’nin ve kurtuluş yıllarının en tabii şekilde tasfiye ettiği birtakım biçare artıklarını ciddiye aldılar ve etrafında pervane gibi dolaştılar. Değiştirilmiş hatıralarını en sahih şahadet diye kabul ettiler ve meclis meclis anlattılar. Yüzen yosunla köklü düşünce arasındaki fark... Fakat daha garibi var. Adnan Bey’in kendisi de Atatürk’e benzediğine inanmıştı. Hugo’nun tabiriyle bu “hırsız feneri” kendisini güneş addediyordu. Hiç olmazsa zaman zaman İnönü’nün henüz hayatta olduğunu unuttuğu anlarda... Evet, iktisadî enflasyonun yanı başında bu çok vahim değer enflasyonu vardır. Yassıada’nın temelleri asıl onun üzerinde kuruldu. * Yazı Erbil’den geldikten iki gün sonra, son yıllarında Tanpınar’ın asistanlığını da yapmış olan Turan Alptekin, benim imeceyle ulaştığım bu metinlerin 10 yıl önce Mücevherlerin Sırrı (YKY, 2002) kitabında yer aldığı bilgisini iletti. Basımı bitmiş olan bu kitabın YKY’den fotokopisini Alptekin’in uyarısıyla edindiğimde, Aydınlık okurlarını buluşturduğumuz bu yazılardan birkaçının gerçekten de adı geçen kitapta yer aldığını, Aralık 2004’teki basımından sonra kitabın yayımının kimi hukuki nedenlerle durdurulduğunu anlamış bulunuyorum. Bu kitabı vaktiyle atladığım için kendimi bağışlayamıyorum. Ama kitap binlerce kişiye ulaştığı halde Tanpınar’ın Atatürkçü kişiliğinin atlanması ya da gizlenmesi konusundaki genel ısrar çözümlenmeye değer. Durumu bilmekle birlikte, sözgelimi Alptekin, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan” kitabının hiç değilse son basımında (İletişim Y., 2010) bu bilgilere yer vermemekle, toplumsal sorumluluktan geçtik, hocasına karşı doğru mu yapmıştır? Özdoğan, hazırlayacağımız kitaba “Hangi Tanpınar” adını öneriyor. “Gizledikleri Tanpınar” adından daha iyisi mi olur? [Tanpınar tutkunlarını bugün (14 Aralık 2012, cuma) CKM’de, Emine Erbaş’la birlikte yer aldığımız, “TANPINAR’DA ZAMAN VE UYGARLIK ÖRTÜŞMESİ” etkinliğine (saat 16:0017:30) bekliyorum.]


18

Aydınlık KİTAP

14 ARALIK 2012 CUMA

YENİ ÇIKANLAR

Devrim Üzerine

Ay

Ölülerle Konu mak

Film Dilinde Mahrem

Hannah Arendt, leti im Yay nevi, Çev: Onur Kara, 398 s.

Anton Çehov, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Tansu Akgün, 220 s.

Harry Bingham, thaki Yay nlar , Çev: lker Sönmez, 336 s.

Serazer Pekerman, Metis Yay nlar , 264 s.

Devrim bir başlangıçtır; fakat şiddetle yoğrularak savaşa yaklaşan ve siyasal alanın dışına itilen bir devrim, yıktığı tiranlığın yerine yeni bir tahakküm odağını geçirmekten kaçabilir mi? Devrim, halkın iktidarını getirecek bir araçtır; fakat halkın tam katılımını engelleyen ve yeni güç odakları yaratmaktan öteye gitmeyen bir devrim hareketi kamusal mutluluğu ve iktidarı yaratabilir mi? Fransız ve Amerikan Devrimlerini karşılaştırarak devrim olgusunu modern perspektifte değerlendiren Hannah Arendt, devrim hareketlerinin amaçlarıyla vardıkları nokta arasındaki uçurumda bugünün yakıcı sorunlarının köklerini ortaya koyarken, gerçek bir devrim ihtimaline uzanan yollara da ışık tutuyor.

Bu kitapta yer alan dokuz kısa oyununun altısı komedi, üçü dramdır. Başta “Ayı” olmak üzere komedileri tüm dünyada defalarca sahnelenmiş, büyük beğeniyle karşılanmıştır. Dramlardan “Kuğunun Şarkısı” ve “Şehir Yolunda” kendi hikâyelerinden, “Tatyana Repina”ysa Suvorin’in bir oyunundan ilhamla yazılmıştır. Çehov kısa oyunlarında da tıpkı hikâyelerindeki gibi ilk bakışta önemsiz, gülünç ya da tuhaf görünen günlük olayları işlemiştir. Yaşamın sıradan olaylarını kendine has, sade fakat bir o kadar çarpıcı üslubuyla sahneye aktararak Tolstoy’un onun için söylediği “Çehov eşsiz bir yaşam ressamıdır” sözlerinin doğruluğunu kanıtlamıştır.

Kendi zihninizde savaş varsa barışın hüküm sürdüğü bir dünyada yaşamanın anlamı yoktur. Dedektif Fiona Griffiths’in ilk cinayet vakası tüyler ürperticidir; bir kadın ve altı yaşındaki kızı köhne bir dairede vahşice öldürülmüştür. Tek ipucu ölü bir işadamının olay yerinde bulunan banka kartıdır. Fiona kendini mesleğine adamış, son derece zeki bir polistir fakat gözler önüne sermekten hoşlanmadığı başka yanları da vardır. Fiona geçmişini ardında bırakma derdindedir fakat cinayetler vahşileştikçe o da merhametsiz bir şekilde zihninin karanlık köşelerine sürüklenir, üstelik orada başka bir ölü kız daha vardır: Kendisi...

İspanya, İran, Danimarka ve Türkiye’nin, Almadóvar, Kiarostami, Lars von Trier, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi öne çıkan yaratıcıyönetmenleri tarafından üretilmiş kadın merkezli filmlerin ortak özellikleri üzerine yetkin bir inceleme. Pekerman, hikâyelerin merkezinde yer alan kadınlara odaklanıyor ve bu karakterlerin film mekânıyla kurduğu bağlara bakıyor. Bu hikâyelerdeki kadınlar kendine ait huzurlu bir evi olmayan, ya yaşanmaz bir evden nasıl çıkacağını bilemeyen ya da erkek egemen kamusal/ulusal alanda bir köşeye kıstırılmış kadınlar. Pekerman, film mekânıyla kurduğu bir tür bağın, kadına, içinde bulunduğu alanda var olabilmesini ve ataerkil baskılara direnebilmesini sağlayan bir yer açtığını ileri sürüyor.

Sinestezya

Capon Çayevi

Çaparide Ç rp nmak

Kayg l Y llar

Jeffrey Mppre, April Yay nc l k, Çev: Ergin Kaptan, 528 s.

Mahmut enol, Ayr nt Yay nlar , 320 s.

Hande Gündüz, Alakarga Sanat Yay nlar , 120 s.

Salahi R. Sonyel, Remzi Kitabevi, 480 s.

Sinestezi, algılamada duyuların birleşmesi anlamına gelir. Sinestezikler gerçeği, farklı duyusal algılamaları birbiriyle karıştırarak görür. Kimi için “E” harfi yeşildir örneğin. Bazısına göre “R”nin tiz bir sesi vardır ya da “5” rakamı sarı renktir, “Fa” notası çikolata tadındadır. Bazı araştırmacılar tarafından “hastalık” olarak kabul edilen Sinestezi, bazılarına göre mucize, hatta mistik bir insan yeteneğidir. İşin ilginç yanı, sinestezikler çoğu zaman farklılıklarının farkında bile değildir. “Sinestezya” dünya çapında bir bilim adamının notlarına ve onunla birlikte çalışan dört sinesteziğin günlüklerine dayanan, zihnin kimyasından ruhun simyasına, sinesteziden Alzheimer’e, Batı felsefesinden “1001 Gece Masalları”na uzanan, unutulması zor, kışkırtıcı bir roman.

Çekes Adil Paşa’nın “Tahsildarlık Günleri” romanı ile başlayan “Mahmudiye Üçlemesi”nin ikinci kitabı olan “Capon Çayevi”nde naif bir insan üzerine bir o kadar naif bir hikâye anlatıyor Mahmut Şenol. Biga yöresindeki Çerkes bir delikanlının hayatı ekseninde bütün bir tarihsel toplumsal yapıyı ince ve çarpıcı ayrıntılarıyla gözler önüne seren Şenol, dönemin atmosferini önce dili sonra anlatı tarzı ve kurgusu, nihayetinde insan manzaralarıyla eksiksiz yansıtmış. Şenol romanlarında sanki Bruegel’in tablolarını kağıda aktarıp temize geçer gibidir. Berbat ile şahane, zor ile kolay, yalan ile dürüstlük, ihanet ile sadakat, alay ile gurur, adi ve yüce, hatta dev ve cüce iç içedir...

Hande Gündüz’ün ilk öykü kitabı “Çaparide Çırpınmak”ta on beş öykü yer alıyor. Doğayı kucaklayan bu öykülerde kimi zaman cümle aralarına hayali öğeler serpiştiriliyor kimi zaman da sevecen bir romantizme yer veriliyor. Yazar, kaleminin mürekkebini, gündelik yaşantımızdaki gizli çatışmaların, açığa çıkarılmayı bekleyen iç gerginliklerin hokkasından alırken, sırtımızda bir yük gibi duran aile içi öğrenilmişliklere naif ve sıcak tarafından da bakmayı ihmal etmiyor. Hande Gündüz, duru bir suyu renklendirir gibi yazdığı öyküleriyle, öykü dünyamızdaki özgün yerini alacağı kuskusuz.

Osmanlı topraklarında üstünlük, etki ve çıkar sağlamak için yarışan ve çatışan yayılmacı devletler, Büyük Savaş’tan yenik çıkan İstanbul Hükümeti’ne Mondros Bırakışması’nı dayatmışlardı. Amaç Anadolu’nun işgali ve Türklerin geldikleri bölgeye, Orta Asya’ya sürülmesiydi. Sevr Antlaşması’yla ise can çekişen Osmanlı Devleti’ne son darbenin vurulması planlanmıştı. Ancak Türk ulusal güçleri, korkunç bir tehdit oluşturan bu oldubittiye karşı halkı coşturarak direnişi başlatacaktı. Anadolu’da yaşanan bu kaygılı yılları, gizli İngiliz belgelerine dayanarak ele alan Salâhi Sonyel’in yeni araştırması, yakın tarihimize ışık tutuyor.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

14 ARALIK 2012 CUMA

19

Yerdeniz

On kinci Bilgi

Zalimlik lkesi

Dunhuang’ n Renkleri

Ursula K. Le Guin, Metis Yay nlar , Çev: Çi dem Erkal pek, 944 s.

James Redfield, Alt n Kitaplar, Çev: Zeliha yido an Babayi it, 248 s.

Clement Rosset, Pinhan Yay nc l k, Çev: Kübra Gürkan, 88 s.

Caner Karavit, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 116 s.

Le Guin’in “Yerdeniz” kitapları “Yerdeniz Büyücüsü”, “Atuan Mezarları”, “En Uzak Sahil”, “Tehanu”, “Yerdeniz Öyküleri” ve “Öteki Rüzgâr” Metis Edebiyat koleksiyonunun en sevilen kitaplarından oldu, yıllar içinde birer kült kitap haline geldiler. Metis’in 30. kuruluş yıldönümünde bu altı kitabı tek ciltte toplayarak, sert kapaklı bir özel basım yapıldı. Serinin ilk kitabı “Yerdeniz Büyücüsü”, Le Guin’e göre büyüme temasını işleyen bir romandır. İkinci kitap “Atuan Mezarları”, Le Guin’e göre cinsellik, doğum, yeniden doğum, yıkım ve özgürlük temalarını ele alırken, üçüncü kitap “En Uzak Sahil” ölüm temasını işlemektedir. Serinin diğer kitapları “Tehanu” ve “Öteki Rüzgâr” uzun aralardan sonra yazılırlar.

Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında sessizce yaklaşan bir tehlikeyi işaret eden antik ve gizemli bir elyazmasının parçalarını ele geçiren iki dost, içerdiği anlamı çözebilmek amacıyla mesajın tamamını bulmak için bir araştırmaya girişirler. Ancak karşılarında devasa güçlerle hemen hemen her dine mensup fanatikleri bulurlar. İnsanlık adına neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermeleri için ne zamanları ne de yeterli bilgileri vardır. James Redfield “On İkinci Bilgi”de dinler arasında var olan benzerliklerle farklılıkları temel aldığı yepyeni bir yöntemle, bunların içinde barınan ve ruhsal deneyimlerimize enerji katan, hayatlarımızı, dünyamızı dönüştürebilme potansiyeline sahip ebedi, ezoterik bir gücün varlığını tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor.

“Zalimlik İlkesi”, filozofun gerçek karşısındaki tutumunun kısa ve öz halini sunmaktadır. Gerçeğin akıl almaz ve bir o kadar da inatçı boyutunu vurgulayan Rosset'in zalimlikten kastı sadist bir haz değil, gerçekliğin en çiğ, en ham halidir ki gerçeğin bu zalimliğini bir türlü hazmedemeyen akıl durmaksızın yaratmakta olduğu yanılsamalar silsilesine bırakır kendini. Rosset, gerçeğin tam gözümüzün önünde durduğu ve sırf bu yüzden de zalim olduğunu dile getirdiği bu eserde gerçek olanın, akıl tarafından nasıl da var olmayan, yanıltıcı ve nihayetinde de gerçekdışı olarak addedildiğini inceler. Rosset bu incelemesinde “gerçek” karşısında kör kalmayı tercih ederek öylesine yaşayan insanı da eleştirir.

Dunhuang Mağaraları çölün kalbindeki sessiz ve gizemli bir müzedir. 1600 yıllık Dunhuang mağara tapınakları, İpek Yolu üzerindeki önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi olmasının yanında dört uygarlığın, altı dinin ve onlarca etnik kültürün buluştuğu bir yer olarak Dünya'nın görülmesi gereken en önemli kültürel hazineleri arasındadır. Katalogda yer alan Dunhuang'daki duvar resimleri; Budaların, Budizm'in önemli figürlerinin tasvirleri, Budizm'in Çin'e girmesi, rahiplerin faaliyetleri, kutsal figürler, çiçek, hayvan, geometrik şekiller gibi motiflerin betimlendiği Süs Motifleri, Çin'de büyük Budist olayları kutlamak için şarkı söyleyen, dans eden ve çiçekler saçan kutsal varlıklar olan Apsaraslar'ı konu edinir.

Mozart - Bir Ya am Öyküsü

Cümleten yi Yolculuklar

Neden (Sizden Ba ka) Herkes kiyüzlüdür

Kuram ile Klinik Bulu unca

Ayd n Büke, Can Yay nlar , 338 s.

Kolektif, K rm z Kedi Yay nevi, 280 s.

Bella Habip, Yap Kredi Yay nlar , 148 s.

Mozart Tanrı’nın mucizesiydi. Her ne kadar besteci bir babanın çocuğu, öğrencisi ve ideali olsa da çocuk yaşlarında parlayan dehasının karşısında imparatorlar, imparatoriçeler eğilecek, çağdaşı meslektaşları bestelerine duydukları hayranlığı dile getirmekten yüksünmeyecekti. Daha 6 yaşında ilk defa gördüğü notaları yanlışsız çalabiliyordu. 35 yıllık yaşamında olağanüstü besteler üretti, soluk almadan çalıştı. Çevresinde bulunanlara günde onlarca defa, kendisini sevip sevmediklerini sorar, şaka için bile olsa cevap olumsuz olursa derin bir korkuya kapılır ve hemen gözleri dolardı. Hep çocuk kaldı. Yaşamını mektuplara sığdıracak kadar çok yazdı. Ama yaşamı yarım kaldı, yaş 35, yolun sonuydu, ortası değil...

Yolculuk üstüne düşüncelerin ve yolculuğun şiirinin yer aldığı yazıların yanı sıra yolculuk gerçeğinin de anlatıldığı bu yazıların her biri, aslında hem bir taşıtın hem onunla yapılan yolculuğun hem de şehirlerin ve en anlamlısı da bir insanın hikâyesini getirdi bize. Genellikle şehirlerarası otobüslerle yapılan yolculukların anlatıldığı yazılarda taşradan İstanbul’a, çoğunda ilk kez yapılan yolculukları okuduk... Babalar ve oğullar, çocukluk ve gençlik izlenimleri, hepsi bu otobüs kitabına konuk oldular. “Cümleten İyi Yolculuklar” adlı bu ilk kitabımızı sefere çıkarırken, yazıları ve fotoğraflarıyla katkı veren tüm yazarlarımıza, şairlerimize, bu yolculukta bizi seçtikleri için teşekkür ediyoruz.

Robert Kurzban, Alfa Bas m Yay m Da t m, Çev: Zafer Av ar, 320 s. Robert Kurzban, tutarsız davranışlarımızı anlamanın yolunun, aklın kurgusunu anlamaktan geçtiğini gösteriyor. Zihnimiz, evrim sürecinde doğal seçilimin tasarlamış olduğu, kendi alanında uzmanlaşmış, modül adı verilen küçük birimlerden oluşur. Sabırlı mı olalım deli fişek mi, kendimizi dev aynasında mı görelim, uymamız gereken ahlaki kuralları mı bozalım, bunları bilemez, bocalayıp dururuz. Modülarite “ben” kavramını reddeder, bunun yerine, ayrı ama etkileşim içinde çalışan sistemlerin toplamından oluşan “biz” kavramını getirir. Bu sistemlerin süregiden çatışmaları, birbirimizle ve dünyayla olan ilişkilerimizi biçimlendirir.

“Kuram ile Klinik Buluşunca”, psikanalist Bella Habip’in “Psikanalizin İçinden” adlı kitabının devamıdır. Bu kitapta da okur, yazarın mesleki gelişimine vesile olan bilimsel etkinliklerinin yazıya geçirilmiş halini bulacaktır. Söz konusu bilimsel etkinlikler 2002-2011 yıllarını kapsamakta, ruh sağlığı profesyonellerine yönelik psikanalizi tanıtmayı hedefleyen seminer notlarını, konferans bildirilerini içermektedir. Ayrıca daha önce farklı dergi ve yayınlarda yayımlanmış makaleler bu kitapta yeniden derlenerek yayına hazırlanmıştır. Makaleler psikanaliz kuramı ile psikanaliz tedavisini buluşturan deneyimleri içermektedir.


20

14 ARALIK 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Doğadan beslenen kitaplar Yirmi y l boyunca resim ö retmenli i yapan Özmen, do adan ald ilhamla, kalemiyle f rças n bütünle tirip birbirinden güzel çocuk kitaplar yazm İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Aysun Berktay Özmen’i araştırırken, yazarın “Bir Ressamın Bahçe Güncesi” isimli kitabıyla, resimle ve bahçe sanatıyla ilgilenen okurların gönlünü fethettiğini öğrendim. Bense yazarı elimdeki “Küçük Ressam ile Kral Salyangoz” kitabıyla keşfettim bugün. Elimdeki büyük boy, ışıltılı ve renk cümbüşü kitaplar arasından bunu seçmemin nedeni, bir çocuk kitabı olarak kusursuz denebilecek bir kapak tasarımına sahip olması. Hem içeriği hakkında doğru bilgi veren, hem yakaladığı renk uyumluluğuyla göz yormayan, aynı zamanda bir çocuk okurun dikkatini çekebilecek bir kapak. Kitaptan önce, yazarı tanıma fırsatı bulamayanlar için kısaca bahsedelim: Aysun Berktay Özmen 1952 Kocaeli doğumlu bir ressam. 1976’da Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümü'nden mezun olduktan sonra, bir süre yurtiçi ve yurtdışında kişisel sergiler açıp, önemli karma sergilere katılmış. Ardından yirmi yıl boyunca resim öğretmenliği yapmış. Şu an İznik Gölü manzaralı evinde, doğadan aldığı ilhamla resim çalışmalarına devam eden ressam, kalemiyle fırçasını bütünleştirip birbirinden güzel çocuk kitapları yazmış. İnkılap Kitabevi, İş Bankası Kültür Yayınları, Tudem Yayınları, Altın Kitaplar gibi farklı yayınevleriyle çalışan Özmen’in son iki kitabı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış: “Tavşan Çiko’nun Dileği” ve “Küçük Ressam ile Kral Salyangoz” Aysun Berktay Özmen bütün kitaplarında insanları, hayvanları ve doğayı iç içe sunmuş okuyucuya. İlk kitabı “Bahçemdeki Çiçekler”de, büyük bir emekle can verdiği bahçesini anlatan yazar bahçeler hakkında şöyle demiş: “Bahçede yaşamak bir yaşam biçimi… Bahçeyi sadece evinizi çevreleyen bir toprak parçası olarak görmeyin. O yaşayan, soluk alan bir varlık. Sevdiklerime anlatırken güzel bir yaşam bahçe yaşamı; fakat zorluğunu da bilin diyorum. Eğer bahçeden, çiçeklerden, ağaçlardan siz sorum-

luysanız bir sürü yaşamı omuzluyorsunuz demektir.” Yazar için bahçesi, çiçeklerden ve böceklerden değil; “bir sürü yaşam”dan oluşuyor. Bunun idrakında olan bir insanın yazdıklarından ya da çizdiklerinden hiçbir çocuğa zarar gelmez. Bahçe sanatıyla ilgili hem yazar hem ressam gözüyle bir kitap daha yazan Özmen, kalan zamanını çocuklar için yazıp çizmeye ayırmış. Elbette yerdeki çöpü almaktan aciz insanların öğütlerinden çok daha samimi doğayla iç içe yaşayan ve doğaya emek veren bir insanın paylaştıkları. İlk olarak, bahçıvan bir köstebekle sevimli bir kanatlı karıncanın dostluğunu anlattığı “Bahçıvan Köstebek ve Uçan Karınca Kıvırcık”ı yazmış Özmen ve kitabı 2010 Tudem Edebiyat Ödülleri yarışmasında “yılın en güzel resimli kitabı” seçilmiş. Birbirinden güzel kitaplar yazmaya devam eden yazar, diğer kitaplarında halkına doğayı nasıl koruyacaklarını öğreten kurbağa kralları, yalnızlıktan sıkılıp bir kış günü “kardan tavşan” yapıp onunla arkadaşlık eden tavşanları anlatmış. Elimdeki kitabın kahramanı ise küçük bir kız çocuğunun fırçası sayesinde kral olan salyangoz. Küçük ressam Ayça, bahçesinde bulduğu bir salyangoz kabuğunu eve getirip rengarenk boyuyor. (Kapaktaki güzel resim de salyangozun boyalı kabuğuyla verdiği bir poz). Sanatsal çalışması esnasında uyuyakalan Ayça uyandığında bir de bakıyor ki, kabuk canlanmış kaçıyor! Meğer Ayça içi boş bir kabuğu değil, canlı bir salyangozu boyamış! Tabii ki küçük vücuduna göre büyük bir değişim geçiren salyangozun bu renkli hali arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin değişmesine yol açıyor. Hatta onu görkemli bir kral zannedenler bile oluyor. Peki ya yağmur yağarsa? Eğlenceli okumalar diliyoruz. (Küçük Ressam ile Kral Salyangoz, Aysun Berktay Özmen, Yapı Kredi Yayınları, 36 s.)

ÇOCUK - GENÇ

A açtaki Ev Aglaia da, Bianca da şehirde apartman dairesine tıkılı yaşamaktan sıkılmışlardı. Aglaia sekiz yaşındaydı, Bianca ise bir yetişkindi. Kocaman bir meşenin dallarında kendilerine sıcak bir yuva kurdular ve kedileri Mürdüm’le birlikte keyifli bir yaşama başladılar. Ağaçtaki evi başka bilen yoktu. Daha doğrusu, onlar öyle sanıyordu. Ağaca ne zaman yerleştiği bilinmeyen tuhaf komşuları Çalçene Boşboğaz Bey’le tanıştıkları gün, huzurlarını kaçıran olaylar da başladı... Sosyal sorunları sıradışı bir hayal gücü ve masalsı bir mizahla ele alan, İtalyan çocuk edebiyatının klişelere düşman yazarı Bianca Pitzorno ilk kez Türkçede. Biri çocuk diğeri yetişkin iki insanın şehirden uzak ama sevdikBianca Pitzorno, lerine yakın yaşamını anlatan bu sıradışı roGün Kitapl , Çev: man, insanlarla iç içe yaşamaktan bıkıp da kırNilüfer U ur salda huzur arayan günümüz insanına büyüDalay, 120 s. lü bir gerçeklikle bakıyor. Canlıların bir arada yaşama durumunu hem karikatürize eden hem de sıradan durum ve diyaloglarla kurgulayan Pitzorno, insanın yaşadığı doğayı değiştirici özelliğine de vurgu yapıyor, toplumsallaşan bireyin doğadan kopuşuna da eleştirel bir gözle yaklaşıyor. Hayvanların uyum sağlama yetileriyle, insanların bulundukları ortamları uyarlayıcı yönleri arasında mizah dolu bir zıtlık yaratan kitapta, uçan köpekler, konuşan kediler, miyavlayan bebekler, etobur bitkiler, usta sanatçı Quentin Blake’in neşeli desenleriyle canlanıyor.

Uygulamal Bilim - Ses ve I k Işığı bükmeyi öğrenin! Kendi gökkuşağınızı yaparak arkadaşlarınızı hayrete düşürün! Ayakkabı kutusu ve paket bantlarıyla gitar yapın! Kesme şekerlerin ışık yayabildiğini keşfedin! Heyecan verici ve yararlı 20 deneyle bilimin nasıl işlediğini anlayacaksınız. Bilimsel ilkeler ve etkileyici gerçekler kitapta, sıradan araç gereçlerin kullanıldığı etkinliklerle çok zekice ortaya konuyor. Bilim daha önce hiç bu kadar eğlenceli anlatılmamıştı! Kitapta bazıları klasikleşmiş, bazıları da yepyeni olan deneyler adım adım anlatılıyor. Etkinliklerin yönergeleri oldukça açık, illüstrasyonları göz alıcı. 8 yaş ve üzerindeki bilim adamı adayları için ideal bir kaynak. Kitapta küçük bir sözlüğün yanı sıra, yararlı internet sitelerinin adresleri de veriliyor.

Jack Challoner, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Ça lar Sunay, 32 s.

Ç lg nlar S n f - Dinozor Tak m Çocuk edebiyatının bol ödüllü yazarı Mavisel Yener, “Çılgınlar Sınıfı”nın soluk kesen serüvenleriyle okurlarını heyecanlı bir yolculuğa davet ediyor. “Çılgınlar Sınıfı” hayranlarına müjde! Dinozor Takımı ile tanışmaya hazırlanın. Gizemli kemiklerin peşinde müthiş bir serüven yaşamaya var mısınız? 125 milyon yıllık fosilin sırrı ne? Dikkat edin, siz dinozorların izini sürerken otobur koca bir yaratık kitaptan fırlayıvermesin! Çocuk yazınının en önemli yazarlarından olan Mavisel Yener'in, çok beğenilen “Dolunay Dedektifleri” dizisinden sonra çocukları çılgın serüvenlere sürükleyen ve pek çok şey öğreten yeni dizisi “Çılgınlar Sınıfı”.

Mavisel Yener, Bilgi Yay nevi, 112 s.


Aydınlık KİTAP

SAHAF

14 ARALIK 2012 CUMA

21

Gizli belgelerdeki İsmet Paşa politikaları ERCAN DOLAPÇI

Bu ara Cumhuriyet dönemine ve şahsiyetlerine saldırmak, modanın ötesinde bir politika olduğu apaçık ortada. Oysa Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu anlamak ve öğrenmek bir ders! Nedense saldıranlar, onların zıddı politikalar uyguluyor ve Cumhuriyeti adım adım buduyor. Ortaya ise Osmanlı döneminin kötü politikalarının izlendiği dönem çıkıyor. Buna da süslü sözlerle “Yeni Osmanlıcılık” diyorlar. ALMAN AR VLER NDEN BELGELER Son günlerde tekrar İsmet Paşa ve dönemi hedefte. Faşizmin baskısına maruz kalan İsmet Paşa’ya bir de “faşist” demezler mi... Ne diyelim ki... İsmet Paşa’nın 193850 dönemine, soldan da eleştiriler olmuştur. En çok da İkinci Dünya Savaşı politikaları yerilmiştir. Oysa o dönem incelendiğinde İsmet Paşa’nın ne kadar ağır baskılar altında olduğu ve bunları göğüslemek için zahmetlere katlandığı görülür. Onun dönemini anlamak açısından “İkinci Dünya Savaşı’nın Gizli Belgeleri” isimli kitabı

mutlaka okumak gerekiyor. May Yayınları tarafından 1968 yılında yayımlanan eser, 230 sayfadan oluşuyor. Kitapta Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nden, Almanya’nın Türkiye politikalarına ilişkin seçme belgeler yer alıyor. Bu belgeler döneme ışık tutuyor. Aslında bizde İkinci Dünya Savaşı üzerine yeterince araştırma eser yoktur. Ama öylesine laflar edilir ki, mangalda kül bırakılmaz. Oysa önce bilgi, sonra da fikir sahibi olmak gerikiyor. Bunun için de belgelere dayalı eserleri incelemek şart.

ALMANLARLA KOM U OLDU UMUZ GÜNLER Eserdeki belgeler, 1941-43 yıllarını kapsıyor ve Editions Paul Dupont’un yayımladığı kitaptan derlenmiş. Muammer Sencer’in çevirisiyle sunulmuş. İkinci bölümde de Mehmet Ali Yalçın’ın değerlendirmesi yer alıyor. Belgeler, savaşın kritik dönemine ilişkin. Almanlar, Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmış ve bundan önce de Yunanistan ve Bulgaristan işgal edilmiş. Artık Alman baskısı ka-

pımıza dayanmış. Bunu belgelerde de görüyorsunuz. O dönem Almanya’nın Ankara’daki Büyükelçisi Von Papen! Papen’e bir de suikast düzenlendi. Türkiye bir hayli sıkıntıya düştü. Sovyet Elçiliğindeki suikasta karışanlar da teslim alındı. Dolayısıyla Sovyet dengesi de önemli. Bir de Almanların, Sovyetlerle aramızı bozma çabası var. İsmet Paşa’nın üzerindeki baskıyı tahmin edersiniz.

TÜRK YE’DEK DOSTLARA MARKLAR Belgelerin genelini incelediğinizde dikkatinizi çeken, Almanların Türkiye’nin “tarafsızlık” politikasına dikkat etmeleri ve Türkiye’yi fazla sıkıştırarak karşı kampa itmek istememeleri. Bu dengede süren ilişkiler, yine de zaman zaman sıkıntıya gi-

riyor. Tabi aynı ölçüde yanıtını da alıyor. O dönem ilgi çeken bir konu da, Almanların Türkiye’de para karşılığı basından devşirdiği kişilere propaganda yaptırmaları. Bunu da “Turancılık”üzerinden yapıyorlar. Sovyetlerin işgali sırasında bu politika doruğa çıkıyor. “Esir Türkler” muhabbeti. Bakın Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, Ankara’daki Büyükelçiliğe gönderdiği telgrafta ne diyor: “Türkiye’deki dostlarımızı destekleyebilmeniz için size beş milyon altın Richsmark gönderilmesini emrettim. Bu parayı rahatça ve bol bol kullanmanızı ve kullanma yeri hakkında bana bilgi vermenizi rica ederim. Daha nice ilginç belge... Bu belge, 2003 Irak işgali öncesi, “ABD, Türkiye’de bazı gazetecilere 125 milyon dolar dağıttı” iddialarını hatra getirdi... Yıllar değişse de, bu yöntem değişmiyor demek...

“Ölüm olmasa yaşam tanımlanabilir miydi?” Eski Türklerde ve Hunlardaki defin merasimleri ve ölüm sonras uygulamalara bakt m zda; definlerin zaman içinde ve co rafyadan co rafyaya, kabileden kabileye, hatta ölen ki inin zengin, soylu ve fakir olmas na göre baz önemli de i iklikler gösterdi i bilgisine ula yoruz ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com

Eski Türkler “öldü” yerine “uçtu” di- lumda en eski gelenekleri yansıtan bu zar, mezarlık, cenazenin evden çıkarılması lan ağıtlarla birlikte Türk dünyasında ölümyorlarmış; çünkü insan ruhunu bir kuş olarak tasavvur ediyorlarmış. Ruhun gideceği yerin de gökyüzü olmasını temenni ediyorlarmış. Dilbilimci Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’nin yeni çalışması “Defin”in girişinde rastladığım bu bilgi hayli ilginç geldi bana, tıpkı kitabın konusu ve adı gibi. “Ölüm olmasa yaşam tanımlanabilir miydi?” sorusuyla giriş yapıyor Naskali. Ve bir süre sonra soruyu bu kez de tersten soruyor: “Yaşam olmasa ölüm tanımlanabilir miydi?” Yaklaşık elli kitaba, onlarca makaleye imza atan ve halen Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Dili Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliğini sürdüren ve aynı zamanda Celal Bayar’ın torunu olan Naskali, yine ilginç bir konuyu; Türklerde ölüm, ölü gömme, cenaze merasimleri ve mezar taşları ve motiflere ilişkin gelenekleri işlemiş.

ESK TÜRKLERDE GELENEKSEL NANÇLAR “Hunlarda defin merasimi, 359 Amida Kuşatması’ndaki örneğe göre” incelemesiyle başlangıç yapılan çalışmada özellikle eski Türklerin defin âdetleri anlatılıyor. Her zaman bir dinin indeksi olan ve her top-

âdetlere ilişkin ilginç notlar yer alıyor. Eski Türklerde ve Hunlardaki defin merasimleri ve ölüm sonrası uygulamalara baktığımızda; definlerin zaman içinde ve coğrafyadan coğrafyaya, kabileden kabileye, hatta ölen kişinin zengin, soylu ve fakir olmasına göre bazı önemli değişiklikler gösterdiği bilgisine ulaşıyoruz. Mazdaizm ve İran tesirlerinin incelendiği çalışmada Kuman-Kıpçaklarda ölü gömme ile ilgili inanç ve adetlere, Yoğ (yuğ) yani matem törenlerine rastlıyoruz. Yas alametlerinden biri olan saç kesme adetinin eski Türklerde (Kıpçaklarda da) yaygın olduğunu görüyoruz. Güney Sibirya’da yaşayan Türk halklarından olan Hakas Türkleri’nin geleneksel inancına göre ölüm, ruhun insan vücudunu terk ederek başka bir dünyaya gitmesi olarak algılanıyor. Hakasların ölen kişiyi mezara en iyi kıyafetiyle gömdüğü, ölüye hiç giyilmemiş elbise giydirilmediği ve bununla birlikte mevsimlerden yaz ise yazlık, kış ise kışlık kıyafetinin ters olarak ölüye giydirildiği bilgisine de bu çalışmada rastlıyoruz. Defin ile ilgili törenler, ölü yemeği, me-

ve gömülmesi ile ilgili geleneksel uygulamalara ilişkin farklı bilgiler göze çarpıyor. Alevi geleneğinde “ölüm” yerine Hakk’a yürümek, gerçeklere kavuşmak, kalıbı değiştirmek, kalıbı dinlendirmek, emaneti teslim etmek ve don değiştirmek gibi deyimlerin kullanıldığının belirtilmesinin yanında ayrıca Almanya’daki Türklerin cenaze ritüeli, şiirimizde ölüm yolculuğu ve tabut istiarelerinin yanı sıra eski Türklerde başka bir dünyada yaşantı mekânı olarak mezar (defin) odası “kurganlar”dan da söz ediliyor. (Kurgan: Ölen kişilerin eşyaları, bazen atı ve hizmetkârlarıyla birlikte gömüldüğü defin odası). Öte yandan kurgan geleneğinin Türklerin yerleşik hayata geçmelerinden ve İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra daha da geliştirilerek “türbe” , “kümbet” adları verilerek yeni şekilleriyle devam ettiği ekleniyor.

LG NÇ B LG LER… Mezar taşları üzerindeki sembolik ifadeler, motifler, Tuva, Altay Türkleri’nin destanları, Kutadgu Bilig’deki ölüm kavramları ve halk müziğinde ölüm üzerine yakı-

lük halı, düz dokuma, yaygı ve keçe geleneği yani bir bütün halinde ölüm olgusunun Türk dokumasına yansımasına dair bilgilerin de yer aldığı “Defin”de Emine Gürsoy Naskali, ayrıca yakın tarihimize ilişkin Anıtkabir’in tarihçesini de kendi arşivinden fotoğraflarla aktarıyor. Bundan önce Veda, Ağıt, Çoban, Kasap, Hakaret, Lânet, Temizlik, Uçmağa Varmak, Beden, İğdiş, Sünnet, Bedene Şiddet, Av ve Avcılık, Kültür Tarihimizde Gizli Dişler ve Şifreler, Hediye, Meyve, Zindanlar ve Mahkumlar, Hapishane, Saç, Tuz Ayakkabı, Tütün gibi birçok konuya dair çalışmalara da imza atan Naskali’nin derlediği “Defin” Tarihçi Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Mehmet Tezcan, Ahmet Gökbel, Gülsüm Killi, Harun Yıldız, Ahmet Atilla Doğan, Mehmet Türenek, Yaşar Çoruhlu, Cengiz Alyılmaz, Ali Rıza Özcan, Svetlana Çervannoya, R. Eser Gültekin, Mehmet Aça, Mustafa Aça, Hülya Arslan Erol, Nesrin Kaya, Sema Uğurcan, Mehmet Ali Özdemir, Bekir Deniz ve Filiz Nurhan Ölmez’in makale ve incelemeleriyle katkıda bulunduğu oldukça ilginç bir çalışma. Hevesle okunabilecek birçok bilgiyi içerisinde barındıran tarihi bir belge niteliğinde. (Defin, Emine Gürsoy Naskali, Tarihçi Kitabevi, 544 s.)


22

Aydınlık KİTAP

14 ARALIK 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır... Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır...”

a) Murat Uyurkulak - Bazuka b) Emrah Sebes – Erken Kaybedenler c) Hakan Günday – Az d) Murat Gülsoy – Karanlığın Aynasında e) Murat Menteş – Korkma Ben Varım

2

“İstiyordum ki, adamakıllı kaybolayım ormanda... Bazen bana bir aslanın kükreyişi, bir kertenkelenin renkten renge akışı, bir ceylanın başını çevirip bakışı, ya da çilleri birbirine karışmış kocaman bir keklik sürüsünün aniden havalanışı gibi gözüken zamanların içinde, hiç gözükmeyen, ama hiç mi hiç gözükmeyen bir zaman olayım sözgelimi.”

a) Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi b) Oğuz Atay – Tutunamayanlar c) Osman Şahin – Kolları Bağlı Doğan d) Hasan Ali Toptaş - Bin Hüzünlü Haz e) Tarık Buğra - Dönemeçte

3 “insansız adalet olmaz adaletsiz insan olur mu? olur, olmaz olur mu! ama, olmaz olsun”

a) Attila İlhan – An Gelir b) Turgut Uyar – Denge c) Özdemir Asaf – Adalet d) Ataol Behramoğlu – Eski Nisan e) Ahmet Güntan – Aklımın Buzulları

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(a) 2-(d) 3-(c)

1

BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki air 2. Hitit - Sodyum’un simgesi - Tavlada “üç” say s - Bir bulunma hali eki - Berilyum’un simgesi 3. Giyside boyun bölümü - Fransa’n n para birimi - Do an n sebep oldu u y k m, k ran 4. Bir tap nak ya da kutsal alan n yaln z din adamlar n n girmesine izin verilen bölümü - Ak l - Ut çalan kimse 5. Geni lik - “... Güler” (foto rafç ) - Donanma 6. Baya , s radan - Lantan’ n simgesi - Do al, tabi 7. Daha uzak olan yer veya ey, mavera - E ek sesi - Pi irilerek haz rlanm yemek - Bir cetvel türü 8. Kil ile kar k kireçli toprak - Gezegenimizin uydusu - Y lan

9. Eyere al t r lmam binek hayvan - Bir renk 10. Numara (k sa) - Yünden dövülerek yap lan kaba ve kal n kuma - Üye - Sümerler’de su tanr s 11. Konya’da bir baraj - Arnavutluk’un plakas - Aklama - Kar ile kocadan her biri 12. Gümü ’ün simgesi - Bir renk - nci Aral’ n “Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay k görülmü kitab 13. Belli bir anlam olan iz, i aret - A r dereceye varan al kanl klar - Milimetre (k sa) - Din ile devlet ve yönetim i lerini birbirinden ayr tutan, dini kurulu lar n yetkisi d nda kalan 14. ncelikten yoksun, terbiyesi, görgüsü k t, nezaketsiz Lityum’un simgesi - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n

babas ve kral olan gök tanr s - Bir geçmi zaman eki 15. ( DOKT LOYA ) Resimdeki airin bir eeri YUKARIDAN A A IYA 1. Dokumac lar n kulland kam - Tedavisi mümkün olmayan ölümcül, a r l bir hastan n veya kendi ba na ya am n sürdüremeyecek kadar sakat olan bir ki inin ya am na ac s zca son vermeyi sa layan t bbi yöntemlerin tümü 2. Verme, ödeme - “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Beynin parçalar , bölümleri - Makine Kimya Endüstrisi (k sa) 3. Mürekkep hokkalar na konulan ham ipek - Bir damla gözya Bir haber ajans - Beyaz 4. K laptan ipekle i lenmi , kal n ve iri desenli bir tür kuma Ak am yeme i - Benzer 5. öhret - Bir yüzölçümü birimi - Dört tekerlekli bir kara ta t Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta 6. Kuma lar güvelerden korumakta ve t pta kullan lan, özel kokulu kat bir hidrokarbon - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi 7. Yunanca’da bir harf - Nedensel 8. Eski bir Hindu tap na tipi - Vilayet - Çal ma, meslek 9. Evcil bir geyik türü - Radon’un simgesi - Saz n en kal n teli ya da kiri i 10. Arap edebiyat nda bir iir türü - Becerikli, giri ti i her i i ba ar yla sona erdiren kimse - Mavi 11. sim - Malezya ve Endonezya’da odun kömüründe pi irilen çok baharatl i et - Bir eyin fiyat n art rma - Nikel’in simgesi 12. Satürn gezegeninin be inci uydusu - Rüya - Baryum’un simgesi - “Peki” anlam nda bir sözcük 13. Belli zamanlarda, belli yerlerde mal sergilemek için aç lan büyük pazar - Kuzu sesi - Seciye, karakter 14. Kötü, çirkin - Üst üste raflardan olu an ayakl ya da duvara çak lm küçük mobilya - Fikir, dü ünce 15. Resimdeki airin bir eseri - Askerler

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.