. KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
36 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1497
4 Ocak 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 45
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
20 yazardan 20 öykü: “Kar İzleri Örttü”
Muammasız polisiye, katilsiz cinayet
Prof. Dr. Zafer Toprak
Değişimin baharı
Lovecraft ve Korku
Kötü Çocuk ve Son Arzusu…
Dışa karşı direnişin öyküsü: “Türkiye’de Milli İktisat”
Aydınlık KİTAP
Haftanın Portresi: Albert Camus
s. 4
Dışa karşı direnişin öyküsü:
s. 5-7
“Türkiye’de Milli İktisat” Lovecraft ve Korku
s. 8
Devir salaklık devri-mi-ni
s. 9
Kavalılar’ın göç hikayesi…
s. 10
Zihin üzerine materyalist bir felsefe
s. 11
Kapak: Kar İzleri Örttü: s. 12
Nasıl girerseniz öyle gider! Kötü çocuk ve son arzusu…
s. 14
“Onlar ‘medyanın Fosforlu Cevriyeleri’ s. 15
Amerikancı sivil kurumların cicişleri” Türkçe şiirlerin şairi
s. 16
Recaizade Mahmut Ekrem:
s. 17
Kalemi devralan kalem Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk-Genç: Ağaçta durumlar karışık
s. 20
Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu Ortaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı.”
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
s. 21 s. 22
Şiire dahil bir hayat onunkisi Türk şiirinin usta kalemlerinden biri Cemal Süreya. 9 Şubat 1990’da aramızdan ayrıldığından bu yana 23 yıl geçti. Türk ozan geleneğinin çağdaş simgelerinden biri olan Süreya, şiire dahil bir hayat sürdü. Kendinin de dediği gibi, bir doğum günü bile yok. Şairliği, annesinden dinlediği halk hikâyelerinden miras! Türk şiir geleneğinde Yunus Emre ve Pir Sultan, Namık Kemal ve Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet ve Attila İlhan gibi, hayatın içinde bir şiirdir onunkisi. “2000’e Doğru” dergimizin yazarlarından olan Süreya’yı en güzel anlatan kitaptı Feyza Perinçek’in “Cemal Süreya / Şairin Hayatı Şiire Dahil” adlı kitabı. Usta şairin dergimize armağan ettiği kişisel arşivini, Nursel Duruel’le birlikte titiz bir incelemeden geçirerek hazırlamışlardı. Cemal Süreya ile Feyza Perinçek 2000’e Doğru’da yıllarca birlikte çalıştılar. Doğu Perinçek, Süreya ile 2000’e Doğru’yu çıkarma kararı aldıkları günü “Cemal Süreya/Şairin Hayatı Şiire Dahil” adlı kitapta şöyle anlatıyor: “Cemal Süreya’yı o akşamki kadar coşkulu ancak birkaç kez gördüm. Politika yazmak istiyordu. ‘Ben insanları yazarım’ dedi…” Derginin Kültür Sanat Yönetmeni ve Yazı Kurulu üyesi olan Süreya, ilk sayıdan başlayarak “İzdüşümler”i yazdı. Yazıları, ölümünün ardından “99 Yüz” başlıklı kitapta toplandı. Usta şair, “2000’e Doğru’da yazdığım ‘İzdüşümler’, şiirim kadar önemlidir” derdi. Onun en güzel şiirlerinden biri, yazıldığı gün kadar bugünleri de yansıtıyor. Ve bu haftaki “sunu” köşemizi hayatını sanatına dahil eden ustaya ayırdık.
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk
555K şimdi bursada ipek çeken kızlar bir karasevda halinde söylemektedir: görmeğe alıştığımız nice yazlar kimleri alıp götürdüler ama kimleri karanfil bıyıklı genç teğmenleri ak saçlı profesörleri, öğrencileri adları şuramıza işlemektedir ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler bir karasevda halinde söylemektedir şimdi bursada ipek çeken kızlar şimdi erzurumda çift sürenlerin geçit vermez kaşlarının altında derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri sabanın demiri girdikçe toprağa hınçlarını gömmektedir içine yerin. çünkü millet hayınları ankaralarda çünkü izmirlerde, çünkü istanbullarda çünkü başka yerlerinde memleketin kanına girdiler masum gençlerin işte onun için karanlıktır gözleri şimdi erzurumda çift sürenlerin. şimdi saat sekizdir başlar gecemiz gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar şimdi acının ve hüznün göklerinde umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız uykumuzun bir ucunda bombalar bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar ingiliz usulü piyade tüfekleriyle insanca yaşamanın onuru arasında milletcek bir gidip bir geliyoruz şimdi saat sekizdir başlar gecemiz şimdi ay doğar bulutlar arasından kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri cebren ve hile ile haklarımızı alan zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi türküleri duyuyor musunuz nice derin yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda karanlığı tutuşturup bir köşesinden geceyi gündüze çevirenlerin biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya anamız çay demliyor ya güzel günlere sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız bu, böyle gidecek demek değil bu işler biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
3
SUNU
İÇİNDEKİLER
Alıntı Test-Bulmaca
4 OCAK 2013 CUMA
Saynur Okuroğlu
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
4 OCAK 2013 CUMA HAFTANIN PORTRES
Albert Camus (7 KASIM 1913 - 4 OCAK 1960) Bir yanda ya ayarak hayatlar m za de er vermekte, öte yandan eninde sonunda yok olaca m z gerçe ini de bilmekteyiz. Bu çeli kiyle ya amak absürdün kendisidir! Bu k s r döngü saçma kavram n olu turur, yani ya am n beyhudeli ini bilen insan olu ur Cezayirli ünlü filozof ve yazar Albert Camus, varoluşçuluk ve absürdizm akımlarıyla ilgilenmiş ancak kendini hiçbir akıma dahil etmemiştir. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, siyasi faaliyetleriyle de dönemine damgasını vurmuştur. 1913 Cezayir doğumlu yazar, I. Dünya Savaşı’nda babasını kaybetti ve çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Lise eğitiminin ardından Cezayir Üniversitesi’ne kabul edildi, ancak vereme yakalanması nedeniyle eğitimi aksadı ve üniversitede futbol takımındaki kalecilik görevini bırakmak zorunda kaldı. 1934’te Fransız Komünist Partisi’ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, komünizm eğiliminin yanı sıra İspanya’da iç savaşla sonuçlanacak siyasi duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra,Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. 1935’de “İşçinin Tiyatrosu”nu kurdu, fakat bu 1939’da kapandı. Aynı yıl, verem nedeniyle Fransa ordusuna kabul edilmedi. II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında pasifist olarak kaldı. Ancak Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941’de, komünist gazeteci Gabriel Périi’nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Sisifos Söylencesi”ni tamamladı. Camus II. Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı Fransız Direnişi’ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak “Combat” adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943’te gazetenin editörü oldu, fakat 1947’de “Combat” ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir. Savaş sonrasında Amerika’yı turla-
Değişimin baharı Kitaba dair bahsedilmesi gereken kurgunun alt nda yatan ele tiriler ve hissedilen ekonomik ve siyasi durumlar. Kitab n geçti i zaman gözünüzde daha da canland rman z sa layan bu unsurlar sayesinde 1930’lu y llara, hemen sava öncesindeki buhran dönemine geri dönebiliyorsunuz
Muriel Spark
DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com
Ülkemizde pek bilinmeyen ancak mal okuyuşunuzu aksatmıyor. Dili de akı-
yarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, onu Sartre’dan uzaklaştırdı. Camus, 1949’da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Başkaldıran İnsan”ı yayımladı. Bu kitap, Fransa’daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre’la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus’yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye başladı. Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954’te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Cezayir’in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Bu süreç boyunca ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı. Camus’nün felsefeye en büyük katkısı, anlam sunmayan dünyada bunu aramanın sonucu olarak oluşan “absürt” fikridir. Filozof bu felsefesini “Sisifos Söylencesi”nde açıklayıp “Yabancı” ve “Veba” gibi romanlarında da işlemiştir. Camus, makalelerinde dualizmi işler. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. “Sisifos Söylencesi”nde bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak absürdün kendisidir! Bu kısır döngü saçma kavramını oluşturur, yani yaşamın beyhudeliğini bilen insan oluşur. Ancak Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğini bilmekte ve bununla savaşmaktan kaçınmamaktadır.
daha evvel de eserleri Türkçeye kazandırılmış Muriel Spark’ın ünlü romanı “Bayan Jean Brodie’nin Baharı” Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Roman dünya çapında oldukça ünlü ve kitabın arka kapağında da belirttiği üzere Time tarafından da “tüm zamanların en iyi 100 romanı arasında” gösteriliyor. Roman, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde İskoçya’da bir kız okulunda aykırı bir sınıf öğretmeni olan Bayan Brodie’nin başından geçenleri anlatıyor. Bayan Brodie geleneksel bir kız okulunda öğretmenlik yapmakta, sınıfta derslerini oldukça farklı işlemektedir. Tarih dersi diye farklı ülkelere yaptığı yolculuklarda yaşadıklarını anlatmakta, öğrencilerini, kentin kimsenin hatırlamadığı eski yerlerine götürmekte ve yetiştirebileceğine inandığı öğrencileriyle okul dışında da buluşup özel hayatına dair her şeyi paylaşmaktadır. 1930’lu yıllarda bekar bir öğretmenin yaşadığı aşk maceraları ve özellikle hayatı anlatmaya dayalı eğitim anlayışı, okul yönetimi tarafından hoş karşılanmamakta ve müdire, öğrencilerinden laf almaya çalışmaktadır. Bayan Brodie’nin gözde öğrencileri ise okulda “Brodie Kızları” olarak bilinmekte ve oldukça ilgi görmektedir. Ancak Bayan Brodie ve kızları arasındaki bu durum içlerinden birinin ihanetiyle ve Bayan Brodie’nin erken emekliye ayrılmasıyla sarsılacaktır. Romanın yazım tekniğinden bahsetmek gerekirse, zamanlar arasında gidip gelmesi romana hareket katmış ve ilk kez bu kadar rahat geçişler yapan bir kitap okuduğumu da rahatlıkla söyleyebilirim. Genelde kopukluklar oluşturan ve ayrıca dikkat sarfetmenize neden olan bu durum, kitapta doğal bir şekilde gelişiyor ve nor-
cı olunca kitabın sayfaları hızla ilerliyor. Esas kitaba dair bahsedilmesi gereken kurgunun altında yatan eleştiriler ve hissedilen ekonomik ve siyasi durumlar. Kitabın geçtiği zamanı gözünüzde daha da canlandırmanızı sağlayan bu unsurlar sayesinde 1930’lu yıllara, hemen savaş öncesindeki buhran dönemine geri dönebiliyorsunuz. İşsizlik kurgunun altında hissedilen en önemli sorun. Hatta bu sebeple Bayan Brodie’nin zaman zaman faşizmin işsizliği çözdüğünü belirten söylemlerine rastlıyoruz ve aynı şekilde kızların da öğretmenlerinin onları aynı düzen içine soktuğuna dair tespitlerini bulabiliyoruz. Aynı zamanda kadının değişimi ve toplumdaki yerine dair sorun da en az ekonomik ve siyasi konular kadar kitapta ön planda. Başta ana karakterin farklı ve değişimi sağlamaya çalışan bir kadın ve bunu da küçük kızları yetiştirerek başaran bir öğretmen olması dikkat çeken bir unsur. Özellikle kadınların farklı iş alanlaırnda çalışmaya başlamaları yine değişimi gösteriyor. Hatta kitapta bu -belki de ufak bir detay olsa da- kızların kadın polis görüp bunun üzerine tartışmaları şeklinde anlatılıyor. Sonuç olarak 1930’lu yılları yaşamak ve kadının değişimi üzerinden savaşın ayak seslerini duymak istiyorsanız tavsiye edilecek bir kitap. Üstelik sağlam kurgusu ve geçmiş, gelecek ve şimdiki an arasında hızlı geçişlerin akıcı bir dille sağlandığı roman karşı duruşun insanın kendisinde başladığını hatırlatan okunması gereken bir roman “Bayan Jean Brodie’nin Baharı”. (Bayan Jean Brodie’nin Baharı, Muriel Spark, Çev: Püren Özgören, 149 s.)
Aydınlık KİTAP
SÖYLEŞİ
4 OCAK 2013 CUMA
5
HOCALARIN HOCASI PROF. DR. ZAFER TOPRAK İLE SÖYLEŞİ
Dışa karşı direnişin öyküsü: “Türkiye’de Milli İktisat” Millî iktisat ulus-devlet in as nda da önemli i lev görüyor, bir toplumsal taban, kendine göre bir burjuvazi olu turma çabas içinde. D a kar bir direni , kapitülasyonlar n kald r lmas anlamlar na geliyor. K sacas millî iktisat asl nda bir tür liberal ekonomi dü üncesine kar bir kalk nma hareketi DR. ARDA ODABAŞI
Osmanlı döneminde, Tanzimat’ın liberal ekonomi yönelimine kapitülasyon sorunu, savaş çözümsüzlüğü ve Türk milliyetçiliğinin güçlenmesi eklemlenince iktisat politikaları da “milli iktisat”a evrildi. Bu evriliş yeni kurulacak devletin iktisat politikasının oluşturulmasına da temel olacaktı. Prof. Dr. Zafer Toprak “Türkiye’de Milli İktisat” kitabı ile bu evrilişi detaylı bir biçimde sunuyor. Toprak, geçtiğimiz günlerde bir önceki kitabı “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” ile “Sosyal Bilimler” alanında Sedat Simavi Ödülü’ne de layık görüldü. Prof. Dr. Zafer Toprak ile “Türkiye’de Milli İktisat” kitabı üzerine konuştuk, sonunda önemli saptamalar ve güçlü temellendirmeler bulacağınız aşağıdaki belge ortaya çıktı. “Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918”, iktisat tarihimiz ve II. Meşrutiyet dönemi üzerine en temel başvuru kaynaklarından biri olageldi. Uzunca bir aradan sonra, şimdi genişletilmiş ve güncellenmiş baskı elimizde. Yeni baskının sunuşunda dikkat çektiğiniz bir nokta ile başlamak istiyorum. Son 30-40 yılda tarih yazımındaki köklü dönüşümlere karşın “Türkiye’de Millî İktisat”ın omurgasında “zihniyet” açısından temel bir dönüşüme gidilmediğini söylüyorsunuz. Aslında bir eleştiri getiriyorsunuz. Evet, tabii ki. Son yıllarda, özellikle 70’lerin ortalarından itibaren neoliberalizm beraberinde post-modernite kavramını getirdi; kültüralizmi egemen kıldı. Sosyal ve beşeri bilimler de bundan nasibini aldı. Kuşkusuz post-modernitenin bir dizi artılarından söz edilebilir. Bireyi ön plana çıkartması, temel hak ve özgürlükleri dile getirmesi gibi. Modernitenin hakım olduğu bizim gençlik dönemimizde toplumsal perspektifimiz demokrasiyi epey dışlıyordu. Bu açıdan özgürlüklerin gündeme oturması yararlı oldu. Ama post-modernitenin artıları yanında önemli eksileri de var. Bir kere modernitenin sorunlara makro yaklaşımı yitirilmiş oluyor. Daha spesifik, daha mikro yaklaşımlara yöneliniyor. İkinci husus, post-modernitede sosyalden çok kültürele bakıyor; din,
tarikat, cemaat, azınlıklar, etnisite ve benzeri sorunlar ön plana çıkıyor. Keza, modernitede pozitivizminden de kaynaklanan sayısayarlık önem arzediyordu. Oysa post-modernitede sayılar ya da nicelik bir kenara bırakılıyor; nitelik önemseniyor. Son olarak modernitede yapılar, strüktürler vurgulanırken, post-modernite ile birlikte tarih yazımı “edebî” yönüyle ele alınıyor; anlatım, ya da naratif bir üslup hakım oluyor. Tarihi artık roman yazar gibi yazıyorsun. Bunlar iki dönemin, yani moderniteyle post-modernitenin farkını ortaya çıkartıyor. Post-moderniteyle birlikte herkes kendi gerçeğinden söz eder oluyor. İnsanın ya da toplumun ne olduğu değil, nasıl algılandığı önem kazanıyor. Aydınlanmacı anlayıştan uzaklaşılıyor; hatta sorgulanır oluyor; “öznel gerçek”ler üretiliyor. Post-moderniteyle birlikte Aydınlanma’nın “birey”i yerini cemaate bırakmış oluyor. Cemaatin değerleri bireyi bastırıyor. Post-modernite bireye sahip çıkıyor gözükse de aslında Aydınlanma felsefesi, modernite anlayışı bireyin özgürlüğünü vurguluyor. Türkiye’de Milli İktisat Aydınlanmacı bir anlayışın ürünü. Toplumsala bakıyor; kültüreli olanaklar ölçüsünde dışlıyor. Sınıfsal yapının oluşumunu irdeliyor. II. Meşrutiyet’e hiç olmazsa ekonomik ve toplumsal bağlamda makro bakıyor. Sayıları, sayısallaşmayı önemsiyor. Yapıyı ele alıyor. Ama şunu da itiraf etmem gerekiyor; okuyucuya kolaylık sağlamak amacıyla romansı bir üslubu da kimi bölümlerde uyguluyor.
Prof. Dr. Zafer Toprak
Bu kitab Feroz Ahmad’a da gönderdim. Bana bir mektup yazm , diyor ki: “Bu konuda son sözü söylemi sin. Kapak, yeni bir s n f n do u unu en iyi ekilde ifade ediyor. Ben de yeni kitab m yaz yorken, okuyucular m yönlendirecek bir kitap var art k.” Yani bu kitap hakikaten Osmanl toplum yap s n yans tan bir kitap
“Millî iktisat” deyince ne anlamalıyız? Nasıl bir iktisat anlayışıdır? Bizde 1908 Jön Türk Devrimi bir dönüm noktası olarak görünüyor bu açıdan. Millî iktisat, 19. yüzyılda başı çeken İngiltere gibi, serbest ticareti ön plana çıkaran iktisada karşı bir tepkinin ürünü. Özellikle, az gelişmiş, ya da geri kalmış demeyelim gecikmiş ülkelerin benimsediği bir iktisat politikası. Siyasal birliğini geç kurgulamış Almanya bu konuda başı çekiyor; gümrük birliğini gerçekleştirerek “milli iktisat”ın ilk adımlarını atıyor; ardından Bismarck’la birlikte siyasal biliğini kuruyor.. Yani “milli ikti-
6
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
sat”la birlikte klasik iktisadın bireyle dünya ekonomisi kavramlarının arasına ulus sokulmuş olunuyor. Bu nedenle buna millî iktisat diyoruz. Ziya Gökalp’in de dediği gibi ulus aslında bir bütün, kendi kendine yeterli olması gerekiyor birçok konuda. Millî iktisat sektörel bazda; tarımda, sanayide, ticarette kendi kendine yeterli olabileceği, başkasına bağımlı olmaksızın ayakları üzerinde durabileceği bir ekonomik model. Millî iktisat II. Meşrutiyetle birlikte başlıyor. Daha sonra değişik adlarla varlığını sürdürüyor. Cumhuriyet’te devletçilik, karma ekonomi yapılara bürünüyor. İthal ikamesi de milli iktisadın bir parçası bence. 1930’da çıkarılan Türk Parasınının Kıymetini Koruma Kanunu 80’lere kadar devam ediyor. Milli iktisat 24 Ocak 1980 kararlarıyla tam anlamıyla son buluyor. Kuşkusuz milli iktisat ulusdevlet inşasında önemli bir işlev görüyor. Bir toplumsal Ülkelerin savaş ekonomiletaban, kendine göre bir rine geçişi ve savaşı fiHobsbawm burjuvazi oluşturma nanse etmek için sanaüçüncü kitab çabası içinde. Dışa yilerini büyük ölçüde lar rluk “ mparato karşı bir direnişi savaş araç gereçlerii’nin Ça ”nda “Türk Devrim gündeme getirine yönlendirmeleri, anss zl Rus Devrimi’yle yor; kapitülasyonkendi içlerine kaayn tarihlere denk gelmesidir. ların kaldırılması panmalarına neanlamlarına geliden oluyor. Öbür Oysa Türk Devrimi çok daha yor. Kısacası millî taraftan da savaş figeni yank lar uyand rabilecek . iktisat aslında bir der nansmanı eskisi gibi dir” rim dev güçte bir tür liberal ekonomi sınırlı bütçelerle gere Hâlâ yeterinc düşüncesine karşı bir çekleştirilmesi olanakbilinmiyor kalkınma hareketi. sız. Altın standardı bir kenara bırakılıyor, herkes Kitabınızın kapağındaki para basmaya başlıyor, devlet “yeni zenginler” çizimi de bu yeni oluekonomiye müdahale şan millî burjuvaziyi anlatıyor. ediyor, bir anlamda heFeroz Ahmad’a gönderdim bu kitamen tüm savaşan ülkebı. Bana bir teşekkür iletisi göndermiş: lerde devletçilik günde“Bu konuda son sözü söylemişsin. Kame geliyor. Yani milli ikpak, yeni bir sınıfın doğuşunu en iyi şetisadı ve devletçiliği biz kilde ifade ediyor. Yeni kitabımı yazıykeşfetmiyoruz. Bizim keşken, okuyucularımı yönlendirecek bir fettiğimiz bir şey var; o da kitap var artık” diyor. Kitap hakikaten enflasyon. Bu konuda haCumhuriyet arifesi Osmanlı toplum ya- kikaten öncülük ediyoruz. pısını, kristalleşen sınıfları yansıtıyor. Savaş sırasında tek bir yılda % 400 fiyat artışıyla enPeki millî iktisada bu yöneliş 20. flasyon terimini iktisat liteyüzyıl başlarında sadece Türkiye’ye ratürüne kazandırıyor. özgü bir olgu muydu? Savaşın üç türlü finansBu sadece Türkiye’de gerçekleşen man yöntemi var, kitapta bir şey değil; dünyanın dört bir yanında da bu konuya değiniyorum: Ya olağanaynı dönemde “küresizleşme” dediğim üstü vergi ihdas edeceksin; İngiltere olay meydana geliyor. Latin Amerika’da bunu yapıyor. Ya Almanya gibi savaş da var o tarihlerde. Ama tabii Türkisonrası ödemek üzere halkına borçlanaye’nin öncü bir işlevi var bu konuda, caksın. Ya da bunları yapamazsan para onu da unutmamak gerekiyor. Yani Jön basacaksın. Osmanlı bunu yapıyor; kağıt Türk Devrimi önemli bir devrim. O bağ- para basıyor. Dolayısıyla her ülkede filamda baktığımızda, bu küresizleşme yat yükselişi var ama Türkiye’deki gibi sürecine büyük oranda 19. yüzyılın sonu değil. Enflasyonda liderlik savaş ertesi itibariyle gidiliyorsa da, özellikle liberal savaş tazminatının ödenmesi sırasında iktisat öğretisinin bir ölçüde tıkanması Almanlara intikal ediyor. ve siyasetle iktisadın birlikte ele alınışıyBu kitabın aslında temel tezlerinden la birlikte, serbest ticaret anlayışına bübiri Osmanlı’yı çökerten, Cihan Harbi yük tepkiler geliyor Almanya, ABD, Ka- değil, Cihan Harbi’nin beraberinde genada gibi ülkelerden. Küresizleşmenin tirdiği toplumsal çöküntü ve sınıfsal yailk evreleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya pılanma. Geleneksel dengeler büyük ölbaşlıyor ama asıl olay I. Dünya Savaşı. çüde çarpılıyor. Savaş enflasyonu işçisi,
köylüsü, emeklisi, kısaca sabit gelirlileri, büyük ölçüde yoksullaştırıyor; Osmanlı’da orta sınıfı tamamen yok oluyor. Tıpkı 1923 Alman hiperenflasyonunun orta sınıfı yok ederek Hitler’i iktidara getirişi gibi , Osmanlı’da da geleneksel dengelerin çöküşü Osmanlı’nın sonu oluyor. Öte yandan Osmanlı’daki toplumsal dönüşüm, bir taraftan Türkiye’nin bağımsız bir ekonomik yapılanmasına da vesile oluyor ama öbür taraftan da sınıflı bir toplumun temelleri atılıyor. İşte bu kitabın da ana ekseni iktisadi anlamda yeni bir yapılanmanın neden olduğu toplumsal dönüşüm.
SÖYLEŞİ
rekçesi, önsözde de belirtiyorum. Osmanlı sömürge, ya da yarı sömürge değil. Eğer öyle bir bağımlılık olsaydı Milli Mücadele’ye varılamaz, bağımsızlık sürecine girilemezdi. O dönemde tabii ki bir Rus – Japon Savaşı çok önemli sonuçlar doğurmuştur, bunu göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan Rusya’da Müslüman burjuvazinin yeşermesi bizi de etkilemiştir. Ama bizim Jön Türk Devrimi’nin yankıları da çok geniş coğrafyalarda duyulmuştur. Jön-Cezayirliler, Jön-Tunuslular gibi birçok coğrafyada benzer hareketler görülmüştür. Hobsbawm üçüncü kitabı “İmparatorluklar Çağı”nda “Türk Devrimi’nin şanssızlığı Rus Devrimi’yle aynı tarihlere denk gelmesidir”diyor. Oysa Türk Devrimi çok daha geniş yankılar uyandırabilecek güçte bir devrim olduğunu söylüyor.
Millî iktisada yöneliş Türkiye’ye özgü ve keyfi değil yani. Aslında aynı dönemde siyasal düzlemde de 1908 Jön Türk Devrimi’ne benzer devrimler, hareketler görüII. Meşrutiyet’in başlarında liberal yoruz. Mesela Rusiktisat anlayışının baskın olduğunu göya’da, İran’da, Çin’de... rüyoruz. Az sonra millî iktisada kayış Bunlar bir tesadüf mü? var. İttihatçıların erken bir tarihten itibaren, hatta neredeyse en başından Tabii ki tesadüf deberi Türk milliyetçiliği güttükleri ve ğil. Dünyanın dönüşhatta diğer Osmanlı unsurlarını asimimekte olduğu, 19. yüzyılın sonundan itibale etmeye, Türkleştirmeye ren emperyalizçalıştıkları iddia edilir. Bu min doruk noktasınİktisat politikaları da olması, dünyanın paylada bu asimilassadece Türkiye’de şılması beraberinde biryonun araçlagerçekle en bir ey takım sonuçlar da doğurından biri bir t dör n yan dün de il, ruyor. Artık siyasetle gibi değerde em dön yan nda ayn ekonomi o kadar iç içe lendirilir. olay “küresizle me” dedi im geçmiş durumda ki O konumeydana geliyor. Latin dünyanın dört bir tada da kesin Amerika’da da var. Ama rafında kapitalizmin konuşmasorgulanma evresine mak gerekiTürkiye’nin öncü bir i levi var yor. İttihat ve gelindiğini görüyoruz. bu konuda. i rim Terakki 1908 İran’da, Çin’de, OsmanDev k Tür Yani Jön programında lı’da bu tepkilerin ortaya rim önemli bir dev çıkışı, bu ülkelerin sömürgeson derece liberal leştirilememesinden kaynaklabir iktisat anlayışını nıyor. Enformel bir bağımlılık içerigündeme getiriyor. Bizim İttihatçılarımız ilk dönemlerde Batı sindeler ama kesinlikle tam olarak sömedeniyetine o kadar hayranlar ki dünmürge değiller. Bu kitabın yazılma ge-
SÖYLEŞİ yadaki siyasal ilişkilerin uzlaşmacı bir süreç içerisinde ötelere götürülebileceğini, Türkiye’nin gelişmesinin Batı’nın da çıkarına olabileceğini düşünüyorlar. O yüzden serbest ticarete ve parlamenter rejime gönül bağlıyorlar. Bu konuda uyarıcı olanlar ya Kuzey’den, Rusya’dan geliyorlar, Yusuf Akçura, Hüseyinzade ya da Akyiğitzade gibi… Tabii Türkiye’de beş yılını geçirmiş olan Parvus Efendi’yi de unutmamak gerikiyor. O yüzden erken dönemlerde İttihatçılara tam olarak milliyetçi diyemeyiz. Osmanlı Devleti’nde birtakım katmanları iyi yakalamak gerekir. Tepede bir devlet vardır, onun ardından meclis vardır, onun ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti vardır. Bunun dışında bir dizi sivil dernekler vardır. Bu yapılar heterojen unsurlar içerir. Mesela İttihat ve Terakki kolejyal bir yapıya sahiptir. İçinde Ziya Gökalp de vardır, Sait Halim Paşa da vardır, liberal Cavit Bey de vardır, Kara Kemal de vardır. Ama bence devlet politikası olarak Osmanlılık sonuna kadar devam etmiştir. Osmanlı Devleti maliye sorunlarını çözmek için yurtdışına eğitilmek üzere insanlar göndermiş. Kitabın 445. sayfasında Fransa’ya tahsile gönderilmiş bazı öğrencilerin toplu bir fotoğrafı var: Hrant Dançikyan Efendi, Asaf Cemal Bey, Karabet Tutanyan Efendi, Dimitri Leonidis Efendi, Mustafa Arif Bey, Arşak Seğpusyan Efendi, Hüseyin Avni Bey, Hasan Basri Bey, Bekir Kemal Bey, Ahmet Şevket Bey, Halil Behzat Bey, Yervant Kasçiyan Efendi, Alber Narzilay Efendi, Antranik Zakaryan Efendi, Vahram Hasarliyan Efendi, Hayik Sernikveliyan Efendi, Salih Zeki Bey. Bu insanların milliyetlerine bakarsan çok çeşitlilik görürsün. Milliyetçilik olsa bu adamları yurtdışına gönderir misin? Zaten farklı etnisitelerden pek çok insan farklı üst kurumlarda görevler alıyorlardı. Kitabın 534. sayfasında eski Ticaret ve Nafia nazırlarından Hallacyan Efendi’nin fotoğrafı var. 1916’da, yani tehcirden sonra Adliye Nezareti’nde onun başkanlığında komisyon kuruluyor. Tabii bu dönemde kurunun yanında yaşın yandığı da bir gerçek. Ama bunu “soykırım” olarak nitelendirme, hele ki bunun Almanya gerçeğinden türetilen bir terimle ifade edilmesi son derece yanlış. Nazi Almanyası’ndaki gelişmelerle Cihan Harbi Osmanlı’sını karşılaştırmak abesle iştigaldir. Başlangıçta savaş stratejisi gereği gayrimüslimler insanlar kıyı bölgelerden içeri doğru çekilmiştir. Ama Türkiye’nin koşulları o kadar elverişsizdir ki her türlü soygun, aşiretlerin çatışmaları, devlet yö-
Aydınlık KİTAP netimindeki birtakım kişilerin de neden olduğu ölümler olmuştur: bunu da göz ardı edemeyiz. Sadece coğrafi koşullarla açıklamak mümkün değildir. Öte yandan unutmamalıdır ki Balkan Harbi o denli hunharca bir savaştır ki Balkan Harbi’nden sonra Türkiye’de okullarda intikam köşeleri oluşturulmuştur. Bu Balkanlardaki mezalimin faturasının başka birtakım unsurlara kesilmiş olduğunu da söylemek mümkün; bunu göz ardı etmemek gerekir. Ama dediğim gibi bunun bir “soykırım” olarak nitelendirilmesi, planlı, programlı bir proje olarak görülmesi yanlıştır. Osmanlı çöküşe gidiyor ve I. Dünya Savaşı bu noktada önemli bir dönemeç... Osmanlı’nın savaşa girişi de sonrası da çok tartışılır. Gazi’nin 1 Aralık 1921 yılında çok önemli bir konuşması var. Bence en önemli konuşmalarından biridir bu; Meşrutiyet yıllarına yüklenir ve kuvvetler ayrılığını sert bir şekilde eleştirir. O nedenle kuvvetler birliğinden yana olduğunu söyler. İttihatçıları birliği sağlayamamakla suçluyor. İttihatçılar çözümsüzlük içerisinde Almanya’nın peşine düşüp savaşa giriyorlar. Bunu kendileri açısından bir bağımsızlık savaşı olarak niteliyorlar. Zaten Osmanlı’nın savaş dışı kalması gibi bir olasılık yok. 1920’lerin ekonomisine baktığımızda, savaştan bir tek Amerika kazançlı çıkıyor; Kazanan kaybeden tüm Avrupa ülkeleri son kertede yenik düşüyorlar. Avrupa İkinci Dünya Savaşı ertesine kadar
4 OCAK 2013 CUMA
7
yıl başlıyor. Cihan Harbi’nin neden olkendini toparlayamıyor. Almanya’ya saduğu düş kırıklığı ve çöküntü, bambaşvaş tazminatı yükleniyor, ama sonuçta bu ka bir zihniyet doğuruyor. Bence Atabütün Avrupa’yı çökertiyor. Herkes gibi biz de savaşı kaybettik türk de bu zihniyetin ürünüdür. Ataama biz savaştan sonra irredantist oltürk 1919’a kadar yetenekli bir zabitti. madık. Yani kaybedilenleri tekrar kaOnun siyasal kimliği savaş travması sozanmak için savaş çığırtkanlığı nucu oluşuyor. Cumhuriyet yapmadık. Bu da Lozan’ın anlayışı da keza 1919 Kitapta sayesinde oldu. Lozan’ın sonrası gündeme Fransa’ya tahsile ne kadar büyük bir şey geliyor. olduğunu biz zaman gönderilmi baz içerisinde gördük. Millî iktiö rencilerin toplu bir an çiky Mağlup ülkelerle imsat İttihatçıDan nt foto raf var: Hra t zalanmış o beş anların şahsınabe Kar , Efendi, Asaf Cemal Bey laşma içinde sadece da birkaç kez is nid Tutanyan Efendi, Dimitri Leo Sevr geçersiz kılınde yargılanEfendi gibi isimler var. Bu mıştı. Savaşta yenik dı, öyle değil insanlar n milliyetlerine bakarsan düşen diğer bütün mi? Ama sonçok çe itlilik görürsün. ülkeler irredantist bir ra CumhuriMilliyetçilik olsa bu adamlar çizgiye girmişti. Lozan yet döneminde yurtd na gönderir büyük bir başarıdır. Atayeniden o politimisin? türk’ün Lozan’la yetinmekaya dönüş görülüsi çok önemlidir. “Yurtta yor. Millî iktisat nesulh, cihanda sulh”, Türkiye’de den yargılandı? irredantist birtakım gelişmeleri önleBence millî iktisattan çok İttimiştir. Biz bunları görmeksizin Cumhu- hatçılar yargılandı. Yolsuzlukların yarriyet’i değerlendiremeyiz. gılanması olarak gündeme geliyor ama nihayetinde İttihatçılar yargılanıyor. II. Meşrutiyet ile Cumhuriyet araSavaş sırasında oluşan ve kimi ellerde sında ne tür bir ilişki olduğundan söz biriken sınırlı servet birikimi Milli Müedilebilir? Kopuş mu yoksa süreklilik cadele ortamında tükendi. Bir ölçüde o mi? II. Meşrutiyet’te “millî iktisat”, birikim Milli Mücadele’yi finanse etti. Cumhuriyet’te de “devletçilik” var meBu bağlamda İttihatçılar üç kez sela... yargılandılar. 1918’de Meclis bünyesinÇok güzel bir soru bu. Ben bunu de, Beşinci Şube ya da Komisyon’da kendime çok sordum. Çok ilginç, bu ki- başladı; 1919’da Divan-ı Harbi’de yartabı okuduğun takdirde sürekliliği gögılandılar. Ve en sonunda 1926’da İzrüyorsun. Ama diğer kitabım olan mir Suikasti’nde son perde yaşandı. “Cumhuriyet ve Antropoloji”yi okuduHer üçünde de savaş ekonomisi gündeğunda da kesinti görüyorsun. Çünkü me geldi: İttihatçılar millî iktisadın nezaman içerisinde Cihan Harbi’nin ne den olduğu birtakım yolsuzluklar, hakkadar büyük bir savaş olduğunu gözsız kazançlarla itham edildiler. Daha lemleme fırsatım oldu. Cihan Harbi’yle doğrusu savaş ekonomisi yargılandı son birlikte çok şey değişiyor, artık 20. yüzkertede. Savaş ekonomisi hiçbir zaman barış ekonomisinin koşullarında gerçekleşmez. Denetlemek son derece zordur, ihtikar vardır, spekülasyon vardır ve bu Türkiye’ye özgü değil, dünyanın dört bir tarafında bu durumla karşı karşıya gelinmiştir. Bizde, sürekli para basılan bir ülkede, fiyat politikalarının her geçen gün değiştiği bir ortamda, birtakım malların stoklanması veyahut bazı insanlara vagon tahsisi gibi ayrıcalıklar tanınması, bunlar tabii ki toplumda, bölüşüm ilişkilerinde büyük dengesizlikler ortaya çıkarıyor. Yani yargılanan şey özünde kapitalizmin ta kendisiydi. Ama biz tarihin bu doğal akışını İttihatçılara yükleyip, onları yargılamışız. Yoksa benzer bir iktisat politikası daha sonra da uygulandı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da benzer ayrıcalıklar milli iktisadın ikinci evresini oluşturdu. Ama ilkinde kaybedilen bir savaş vardı; ikincisinde ise başarıyla inşa edilen bir ulus devlet. Son kertede milli iktisat artılarıyla eksileriyle günümüz Türkiyesi’ni şekillendirdi. (Türkiye’de Milli İktisat(1908 – 1918), Zafer Toprak, Doğan Kitap, 800 s.)
8
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
BABİL BALIĞI
Lovecraft ve Korku M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Gündüz düş görenler, sadece gece düş görenlerin kaçırdığı pek çok şeyin farkındadır.” Edgar Allan Poe
Amerikalı yazar Howard Philips Lovecraft’i (1890-1937), yeniden keşfetmenin, eğer daha önce okumadıysanız okumanın tam zamanı. “Korku”yu yeniden tanımlayan bu dahi aklın eserlerinin sahip olduğu kötümser havanın, içinde olduğumuz kışın karanlık yönüyle örtüşmesi bir yana, son dönemde bir takım astrolojik veriler çerçevesinde uydurulan saçma sapan kıyamet senaryoları karşısında kozmik korkunun yeniden gündemde yer işgal etmesi, kozmik düzeydeki bir “korku” faktörünün edebiyattaki “ciddi” yerini yeniden keşfetmeye yönelik yapılabilecek okumalar için her şey doğru zamanı işaret ediyor. Üstüne İthaki Yayınları, Lovecraft’in “Deliliğin Dağlarında” kitabını (yapı olarak bir romandan çok yüzden fazla sayfa süren uzun bir öyküdür), yeni kapak tasarımıyla yeniden raflara döndürüyor. Elimdeki ilk İthaki baskısı, Mart 2000 tarihli. Aradan bir hayli zaman geçmiş görünüyor ve Lovecraft’in bütün eserlerinin yeniden raflara dönmesini, yeni bir okur jenerasyonuyla buluşmasını ben dâhil bütün korku edebiyatı ile ilgilenenler arzu ediyor olmalı. EDEB YÖNÜYLE FARK YARATAN KALEM OR Tek bir kitabı ele almaktansa Lovecraft’in edebi yönünü ve önemini tamamen ele almakta ve okuyucuya hatırlatmakta yarar görüyorum –ki “Uyku Duvarının Ötesinde” öyküsünden sonra başyapıtı olarak “Deliliğin Dağlarında”yı görmeme karşın. Zira bir dezenformasyon kirliliği de ortalığı mahvediyor. Lovecraft’in bilim-kurgu ve korku edebiyatını bir araya getiren ilk yazar olduğuna dair cahilce yazılmış birkaç makaleyi okumamın (saçmalığın kaynağı da hiçbir şekilde ciddi bir kaynak olarak görmediğim, hakkında şüphelerim bulunan Türkçe Wikipedia imiş, fark ettim) ardından da Lovecraft’in tür ayrımını ve edebi değerini yazmak farz oldu. Bilim kurgu ve korkuyu bir araya getiren ilk yazar Lovecraft değildir. Öncesinde Mary
Shelley’den (bkz. “Frankenstein”) Robert Louis Stevenson’a (bkz. “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”) H. G. Wells’den (bkz. “Dünyaların Savaşı”), Edgar Allan Poe’ya (bkz. “Kızıl Ölümün Maskesi” ve ayrıca “Eiros’la Charmion’un Konuşması”) varan bilindik örneklerin dışında daha az bilinen yüzlerce örnek mevcuttur. Kaldı ki böyle bir birleşime indirgenecek bir yazım tarzına hapis de değildir Lovecraft. Yazınında gotik korku edebiyatının izlerine rastlamak mümkündür, ancak bu izler total kurguya değil yazınının edebi yönüne yansır. Edebiyatı üzerine etkisi bulunduğu bilinen E. A. Poe ile sürekli olarak karşılaştırılmasında yatan temellerden biri de budur. Dönemin “tuhaf kurgu” (weird fiction) akımından da bir hayli etkilenmesi ve izler taşıması da Poe’ya olan bu yakınlaştırmaları perçinlemektedir, ancak Lovecraft tuhaf kurgu veya gotik korku yazarı da değildir. Tuhaf kurgu alanında etkilendiği ve etkileşimde bulunduğı isimlerden bir başkası da Algernon Blackwood’dur. Hatta Blackwood’un “The Willows”unu yazılmış en iyi tuhaf kurgu örneği olarak görür. Lovecraft’i daha önce okumamış ve ilk kez okuyan bilhassa nitelikli okurların karşılaşacağı ilk şok, Lovecraft’in edebi yönünün ne kadar gelişmiş, başa çıkılamaz ve ötekileştirilemez olduğudur. Özellikle yazıldığı dilde okunduğunda, cümleler yerine paragraflarla anlatısını geliştiren Lovecraft’in kelime ve tasvir haznesi bir kaynak gibi fışkırır. Uzun paragraflarındaki mekân, olay, olgu ve ruh hali tasvirleri ve açılımları, her zaman karakterleri ve öyküsü çerçevesinde atmosferi oluşturmak yönündedir. Söz gelimi herhangi bir manzarayı veya öyküyü çıplak, doğal haliyle kısa cümlelerle ve “göz”lemlere dayalı şekilde aktarmak yerine, sahne, manzara, plan ve/veya olay karşısında, karakterlerinin duyumsadıkları ruh halleri ve çağrışımları ile ilgilidir. Ruh hallerine ve psiko-faktörlere etki etmeyen şeyler öykülerinde gerekmedikçe bulunmaz ve okuru da öykülerinin sahip olduğu karanlık, akıl sağlığı ile mücadele eden, çaresizlikle kavrulan atmosferine hızla çekiverir. Okurunun aklına gerçeküstü (surreal) resimler ve sahneler yerleştirir. Tasvirlerindeki ve edebi yönündeki bu zenginlik özellikle yazınını etkileyen, Joseph
H.P. Lovecraft
Addison, Jonathan Swift gibi Augustan İngiliz Aydınlanma yazarlarıyla benzerlikler taşımaktadır. Dönemin hem edebiyat tarihi, hem de eleştiri tarihi için akıl almaz boyutta öneme sahip ve henüz Türkçe tercümesi bulunmayan mektuplarında –ki hayatı boyunca yüz bin civarında mektup kaleme almıştır ve bu anlamda karşılaştırma yapılabilecek tek kişi de Voltaire’dir- bu kalemşorluğun izleri sıklıkla açığa çıkar.
M TOS VE DÜNYALAR YARATICISI Lovecraft aynı zamanda bir mitos ve dünya yaratıcısıdır. Kendi mitosunu, kadim tanrılarını yaratır ve yarattığı bu mitos, August Derleth’in türettiği ve yaygın popüler haliyle Cthulhu Mitosu terimiyle anılır. Esasen Lovecraft’in mitosuna yarı alayla verdiği isim ise “Yog-Sothotery”dir. Bir mitos oluşturucusu olmasına karşın, Lovecraft bir fantastik kurgu yazarı da değildir. Yarattığı mitos, ana temalarının karşısında çaresizliği ve karamsarlığı perçinleyen unsurlardır. Bu açıdan Lovecraft’in çalışmaları doğaüstü (supernatural) korku edebiyatı kapsamında da değerlendirilebilir. Mitosunun içinde ileri geri hareketlenme veya dalgalanmalara rastlanmaz, bu nedenle de mitosu genel yazına yayılmadığı için de fantastik kurgu yazarı olmaktan oldukça uzaktır. Bu uzaklığın bir başka nedeni, yazınına sıklıkla yansıyan bilimsel ve psikolojik donelerdir. Gençliğinden itibaren pek çok bilim dalı ile yakından ilgilenen Lovecraft’in yazıları zaman zaman bilimsel verilerin izdüşümlerini de yansıtır ancak mitosunun barındırdığı öğelerin “kâbusa” benzeyen (kâbusları da pek çok korku edebiyatı yazarı için -bkz. Poe vb.- Lovecraft’in ilham kaynaklarından biri olmuştur) ve çoğu zaman ucu açık bırakılan yapısı sebebi ile bir bilim kurgu yazarı olduğunu söylemek de zordur. Dönemin biyoloji, astronomi ve fizik alanındaki gelişmelerini takip eden (hatta astronomi alanında kaleme aldığı yazıları da mevcuttur) yazarın, insanın var oluşuna ve önemine yönelik kuşkucu yaklaşımı da şekillenir. Astronomideki gelişmeler ışığında insanın evrende bir nokta kadar bile fiziki değerinin olmadığının ayrımının, Lovecraft’in zaten hazırda bulu-
nan skeptik yaklaşımına fazlaca etki ederek, Alman teorisyen Oswald Spengler’in modern Batı’ya karamsar bakışına yönelik teziyle birlikte, anti-modern dünya kurgusunu ve mitosunu oluşturmasına ön ayak teşkil etmiştir. Öykülerinde sıklıkla ortaya çıkan “yasak bilgi” teması Promethean bir yapıdadır. Yasak, saklı bilginin peşindeki gerek bilim adamları, gerek bilginin ve kadim tanrıların peşindeki tarikatlar (bkz. Lovecraft’de gotik korkunun izleri), ulaştıkları bilgi tarafından yok edilmeyle karşı karşıyadır. Bilgi karşısında çaresizlik ve pişmanlık hüküm sürmektedir. Şüphesiz Lovecraft’in yazınındaki en tematik korku, “bilinmeyen”e karşı duyulan korku olmasına karşın, bunun en somut izdüşümü ise “akıl sağlığını kaybetme”ye yönelik duyulan korkudur. Küçük yaşta babasını kaybedip, annesini akıl hastanesine uğurlayan, içine kapanık, münzevi ve kâbuslarıyla boğuşan bir yazarın belki de kendi sahip olduğu en büyük korkunun kurgusuna yansımasına şaşmamalı. Tıpkı evrenin büyüklüğü karşısında insanın önemsizliği gibi, insanlığın kendisinden daha eski ve daha büyük herhangi bir şey karşısındaki çaresizliğini ve hiçliğini pesimist bir şekilde kurgusunun temeline yayarken, büyüklenme ve ego duyumunda en büyük dayanağı olan akli dengesini de kaybetme durumunun nasıl bir yıkım yaratacağının edebi anlamda en iyi anlatımı Lovecraft’in kurgusunda mevcuttur. Eskiye ait kötülüğün, şeytanın ve kötücüllüğün modern zamanlara dikkatle ve gerçekliğe uygun şekilde taşınmasına yönelik bu kurgu çatısında ise yine bir başka önemli yazar Arthur Machen’in kurgularının izleri görülür. Kullandığı karanlık, anti-modernist atmosfer, aydınlanmanın, romantizmin ve Hıristiyanlığın değerlerini sorgular. Yine mitosunda kurguladığı kült, tarikat, tapınma gibi kavramların Arap ve Fars kültüründen, doğuya özgü büyü kültüründen doneler barındırdığı göze çarpar. Bir dönem tasavvufla dahi ilgilendiği bilinen, pozitif bilimlerin yanı sıra, dünyadaki bütün mitosları ve inanışları incelemekten de zevk alan, mektupları dışında yalnız geçen hayatını yazmaya ve okumaya adayan Lovecraft, bu anlamda eşsiz
Aydınlık KİTAP
bir entelektüel örneği teşkil ediyor. Yaratımlarının böyle bir entelektüelin delilikten sürekli kaçmaya çalışan kâbuslarla dolu aklından çıktığını bir kez fark ettiğiniz zaman, bir araştırmacı okur olarak öncesinde yatan, ilişkilenen metinlerle bir hazineyle karşılaştığınızı, bir yazar olarak ise pek de bir eşine rastlayamayacağınız yepyeni bir kurgu ufkunun nasıl ele alınacağına dair kılavuz olarak kullanabileceğiniz bir “şey”le karşılaşırsınız. Kurgusu pek çok türe yakınsanabilir ancak “korku edebiyatı” çatısı altında olması dışında hiçbir alt ve yakın tür için kesinlik belirtilemez.
ÖLÜMÜNDEN SONRA TANINAN YAZAR Yaşadığı dönemde okurlarıyla buluşamayan, ilgi görmeyen Lovecraft’in ölümünün ardından her geçen sene çığ gibi büyüyen okur kitlesi ve kültüre yaptığı etkileri tartışmaya hiç gerek yok. Hatta kendine has yazım ve kurgu tarzı için artık İngiliz diline yerleşen “Lovecraftian” terimi işin kültürel boyutunu yeterince yansıtmaktadır. Modern zamanların özellikle korku, bilim kurgu, çizgi-roman ve fantastik kurgu yazarlarının pek çoğuna (bkz. Neil Gaiman, Clive Barker, Mike Mignola, Stephen King, Alan Moore, Junji Ito, Brian Lumley ve daha pek çokları) ilham olmanın ötesinde, bütün bu yazarlar Lovecraft hakkında en az bir makale kaleme almış ve Lovecraftvari en az bir öykü yazmışlardır. Arjantinli yazar Jorge Luis Borges “There Are More Things” öyküsünü Lovecraft’e adamış, Fransız filozof Deleuze, Lovecraft’in “Gümüş Anahtar” öyküsünden bahsederek bir başyapıt olduğunu dile getirmiştir. John Carpenter, Guillermo Del Toro gibi pek çok yönetmenin, ilham kaynağı olarak gösterdiği bir yazardır. Sayısız müzik grubu Lovecraft öykülerinden ve atmosferlerinden oluşan izler taşımaktadır (bkz. Black Sabbath, Catacombs, Metallica, David Bowie, Paganizer ve daha pek çokları). Sanatçı H. R. Giger’da en büyük ilham kaynağı olarak yazarı göstermektedir. Modern kültüre bütün bu çok yönlü etkilerini sayfalar dolusu yazmak, Lovecraft’in edebiyatını öyküleriyle tek tek ele almak, “Supernatural Horror in Literature” adındaki önemli makalesinde olduğu gibi (makaleye ulaşmanız mümkün) edebiyat tarihine yönelik inceleme, araştırma, eleştiri dolu makale ve mektupları hakkında konuşmak da mümkündür. Yerimiz kısıtlı olduğundan bunların keşfini birkaç tavsiye kitapla siz-
lere bırakmak en doğrusu. Lovecraft’in dilimize kazandırılmış olan eserleri biraz dağınık ve parçalara bölünmüş halde şu şekilde: İthaki Yayınları’ndan “Cthulhu’nun Çağrısı,” “Deliliğin Dağlarında,” “H.P. Lovecraft’ten Üç Öykü,” ve bunlarla beraber, Lovecraft’ten ilham alan pek çok yazarın (aralarında Stephen King, Clark Ashton Smith, Robert Bloch, Brian Lumley gibi pek çokları mevcut) kaleme aldığı Lovecraftvari öykülerin toplandığı muazzam derleme (umarım bu derleme de raflara geri döner) “Cthulhu Mitosu Öyküleri 3 ve 4” bulunuyor. Altıkırkbeş Yayınları’ndan “Dagon,” “Charles Dexter Ward Olayı” ve “Uyku Duvarının Ötesinde”. Alternatif toplama olarak da Dost Kitabevi Yayınları’ndan “H. P. Lovecraft Toplu Eserleri 1, 2 ve 3” raflarda bulunuyor. April Yayınları’ndan çıkan H. P. Lovecraft çizgi-romanı ise farklı yazar ve çizerlerin uyarladığı 8 farklı Lovecraft öyküsünün çizgi versiyonunu barındırıyor. Mektuplarının veya makalelerinin henüz Türkçe tercümesi bulunmuyor. İngilizce bilen okur için yabancı yayıncıların derlediği (Arkham House, necronomicon Press, Hippocampus Pres vb.) mektuplarının yanı sıra özellikle ek okumalar için tavsiye edebileceğim, tercümesi bulunmayan kitaplar ise: Lovecraft’in müziğe etkisi üzerine Gary Hill’in “The Strange Sound of Cthulhu” kitabı; Michel Houellebecq’ten “H.P. Lovecraft: Against The World, Against The Life”; okuduğum en muazzam inceleme olan Donal R. Burleson’ın (PhD) Lovecraft’in edebiyatını dekonstrüktif metotla masaya yatırdığı “Lovecraft: Disturbing the Universe” kitabı; kısmen Lovecraft’ten de bahseden ve total olarak korku edebiyatı tarihiyle ilgili ilginç bilgileri de barındıran Stephen King’ten “Danse Macabre”; internetten ücretsiz yayını da bulunan “Lovecraft: Fear of the Unknown” belgeseli; Hans Rodionoff ve Enrique Breccia’dan Vertigo’nun yayınladığı “Lovecraft” çizgi-romanı, gerek Lovecraft’in biyografisi, gerek yaşantısıyla yaratımının ilişkilendirmesi açısından (özellikle Cthulhu’nun telaffuzunun nasıl olması gerektiğine dair ilginç bir done de mevcut) oldukça önemli; bunların yanında daha pek çok biyografi ve inceleme kitabı mevcut, buna da yerimiz yetmediği için en önemlilerini saydım. Gerisini keşfetmeyi sizlere bırakıyorum. Haftaya görüşmek dileğiyle…
4 OCAK 2013 CUMA
9
Devir salaklık devri-mi-ni MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com
Geçenlerde gördüğüm bir kitap kapağı bana Selçuk Erdem’in çok sevdiğim bir karikatürünü hatırlattı. “Bulaşıcı Salaklık Epidemiyolojisine Giriş” isimli kitabın kapağında, ağzındaki çöple objektife melül melül bakan bir koyun ve ona geriden puslu puslu bakan iki koyun arkadaşı vardı. Bahsettiğim karikatürde ise, ön ayaklarını yana açarak ayağa kalkmış, çatık kaşlı bir koyun, arkadaşlarına dönmüş, “Artık ben özgür bir bireyim, bundan böyle sürü psikolojisine uymıycam!...” diyordu, baygın koyun bakışlarını yitirmemiş beş arkadaşı ise hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden, “Ben de!” diyordu. Bu ilginç kitabı daha iyi tanımak için arka kapağa geçtiğimde ise ön kapakta gördüğüm benzerliğin başka bir noktada devam ettiğini fark ettim ve derhal kitabı okuma isteğine kapıldım. “Bulaşıcı salaklık; zihinsel işlevlerde bozulmaya yol açan, hastanın ve hasta grubunun doğal ve kültürel çevre içinde yaşamını sürdürme ve geliştirme yeteneğinin azalması ve yitimiyle de sonuçlanabilen, kültürel temas yoluyla bulaşan, memetik kaynaklı ilerleyici bir zihin hastalığıdır. “Özellikle, kesinlikle aydınlıkta olduğuna, aydınlanmış olduğuna inanarak aydınlatma misyonu çerçevesinde kendi hayatına ve diğerlerine zarar verebilme gibi hastalıklı belirtilerin oluşmasında gün ışığının tetikleyici olduğu düşünülmektedir.” diyordu arka kapak. “Kahrolsun faşizm”le büyüdüğünü söyleyen yazar aslında faşizmle ilgili bir çalışma yapmak istemiş. Ancak bakmış ki faşizm insanın içinden gelen bir şey ve aslında bir tür salaklık; salaklık ise hem tüm çağları kapsayan bir kavram hem daha vurgulu hem de daha anlaşılır; salaklığın üzerine gitmeye karar vermiş. Epidemiyoloji, bilindiği üzere, salgın hastalıkları inceleyen bilim dalı. Yazar Fevzi Demir hepimizin hayatında bir şekilde yer alan, biz yapmadığımızı düşünsek bile türdeşlerimizin mütemadiyen yaptığı şeyi, “salaklığı” incelemiş ve bize bir tür "Hasta Yakınları Bilgilendirme Kitapçığı" vermiş. Takdir edersiniz ki, savaşların, sömürülerin ve diğer türlü türlü iğrençliklerin kol gezdiği dünyamızda tüm insanlar birinci ya da ikinci dereceden salak yakınıdır. Tabii Einstein’ın da dediği gibi, salaklık sonsuz geniş bir konu; “İki şey sonsuzdur: insanoğlunun aptallığı ve evren. Fakat ikincisinden emin değilim.” ve bu duruma yine Einstein’ı tanık göstererek “minik” bir des-
tek sunabiliriz: “Ben atomu insanlığın yararı için keşfettim. Ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar.” O yüzden, işe salaklığın ne olduğunu anlamaya çalışmakla başlamış yazar ve “kısaca tanımlamak”tan da kaçınmış, zira bunun aslında salaklığın bulaşıcı yönlerinden biri olduğunu belirtmiş. Tahsin Yücel’den Richard Dawkins’e onlarca insandan alıntılar yapmış, salaklık kavramını etraflıca işlemiş; bu sayede de çalışması uzun uzun düşünülerek okunması gereken bir hâle gelmiş. Bu tanımlamalardan benim en sevdiğim, Berkeley Üniversitesi ordinaryüs profesörlerinden Carlo Maria Cipolla’nın sade ve formülize tanımı oldu. Ona göre, “aptal” bir insan, “kendisine hiçbir yarar sağlamadan hatta bazen zarara uğrayarak başka bir insan ya da insan topluluğuna zarar veren kişi” imiş. Bu arada, alıntılar ve kitabın düşünülerek okunması gerekliliği gözünüzü korkutmasın, zira son derece anlaşılır, sade, temiz ve mizahi bir dil kullanmış yazar. Bu yüzden büyük bir keyifle akıp gidiyor kitap ve güldürmese de gülümsetiyor, gülümsetirken düşündürüyor. Mizahın gücüyle sağlamlaşan anlatı bir yandan da matematik gibi net ve muhasebe yapmaya, tartışmaya açık. Tahmin edebileceğiniz üzere, kitap sadece salaklığın ne olduğunu tanımlamakla kalmıyor. Ayrıntılı bir “Patogenez” bölümünün ardından, “Kimlerde Görülmektedir?”, “Nerelerde Görülmektedir?”, “Hangi Zamanlarda Görülmektedir?", “Prognoz” ve “Korunma Önerileri” bölümleri geliyor ve okura salaklığın hem tarihteki hem bugünkü durumunu, salaklığın temellerini, bugünkü salaklığın meydana geliş biçimlerini ve bu biçimlerin oluşmasında hatrı sayılır ölçüde etkiye sahip olan kapitalist düzeni işliyor. Bize de bu leziz tıp, tarih, antopoloji, felsefe, mizah ve matematik harmanı deha ürününü tekrar tekrar okumak, okutmak ve salaklık devrini devirmeye çalışmak düşüyor. (Bulaşıcı Salaklık, Fevzi Demir, Phoenix Yayınevi, 168 s.)
10
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Kavalılar’ın göç hikâyesi Kavala’n n önde gelen ailesine mensup Hüseyin Kavalal , hem iyi bir ticaret adam hem de vatanseverdi. Babas brahim Pa a Osmanl saray na yak nken, o hep milli mücadeleyi destekledi. Mim Mim örgütünün kurucular aras nda yer ald , Anadolu’ya silah kaç r lmas na yard m etti. ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Kavala’dan İstanbul’a göç eden bir “beyaz Türk” ailesinin, Kavalalılar’ın hikâyesi anlatılan… Ailenin büyük oğlu Hüseyin Kavalalı’nın üç kızından en küçüğü Nakime Çullu’nun gözünden aktarılıyor tüm yaşananlar. Bu “göç” hikâyesini Çullu’nun torunu Ali Selim Emeç’in eşi Zeynep Emeç derledi. Gelini olduğu Kavalalıların öyküsünü kaleme alan Zeynep Emeç, kitabın hazırlanışını şu sözlerle dile getiriyor: “Soğuk bir kış akşamı tanıştım kitabın kahramanı, eşim Ali’nin anneannesi Nakime Çullu’yla. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım sohbette Saraçhanebaşı’ndaki köşkün güzelliğini dinledim. O kadar güzel ve keyifli anılarla dolu bir hayattı ki, dinlemeyi doyamadım. O dönemde gazeteci olarak çalıştığım için bilgileri sadece beynime kaydetsem de bir süre sonra kâğıda dökmeye başladım…”
M M M M’DEN BANKASI’NA Kavala’nın önde gelen ailesine mensup Hüseyin Kavalalı, hem iyi bir ticaret adamı hem de vatanseverdi. Babası İbrahim Paşa Osmanlı sarayına yakınken, o hep milli mücadeleyi destekledi. Mim Mim örgütünün kurucuları arasında yer aldı, Anadolu’ya silah kaçırılmasına yardım etti. Daha sonra Atatürk’ün isteğiyle İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası başkanlığı yaptı ve yine Atatürk’ün isteğiyle İş Bankası kurucuları arasında yer aldı. Cumhuriyetin kuruluşundan gelişimine dek bütün süreçlerde bizzat yer aldı. Yine TBMM’ye İstanbul milletvekili olarak adım atan Kavalalı’nın ailesine söylediği şu söz, Atatürk’e ve cumhuriyete bağlılığının yanı sıra ailesine olan düşkünlüğünü de ifade ediyordu: “Bundan sonra sık sık Ankara’ya gideceğim. Belki size vakit ayıramayacağım ama daha iyi bir Türkiye için çabalayacağım. Burada size de önemli bir görev düşüyor. Bana destek olmanızı ve ben nasıl halkımı iyi bir şekilde temsil edeceksem sizin de beni bu şekilde temsil etmenizi istiyorum.”
CUMHUR YET N LK ÇOCUKLARI Üç kızı vardır Hüseyin Kavalalı’nın. Bunlardan en küçüğü Nakime’dir. O’nun
gördüklerinden ve minicik yüreğinden anlatımlarla başlıyor Kavalalılar’ın öyküsü. Osmanlı döneminin en önemli yerleşim yerlerinden, günümüzde Yunanistan sınırları içindeki Kavala’dan göç ederek İstanbul’da Saraçhanebaşı’ndaki geniş bahçeli bir konağa yerleşir Kavalalılar. Baba Hüseyin Bey, anne Edibe Hanım ve kızları Meliha, Bedaat ile öykümüzün anlatıcısı Nakime’nin yaşayışlarını, anılarını akıcı bir dille, zaman zaman da dönemin siyasi ve ekonomik olaylarıyla birlikte bulabiliyorsunuz. Çocukların büyüyüp birer birer evlenmesiyle ailenin fertlerinin yaprak dökümü misali ayrı şehirlere dağılışının da anlatıldığı kitapta, 1929 ekonomik buhranının yarattığı etkiler, Atatürk’ün vefatı ve 2. Dünya Savaşı’nın izlerine de rastlamak mümkün. Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelişi, 27 Mayıs ihtilal yıllarının da anlatıldığı hikâyede küçük de olsa bir anlamda Cumhuriyetin seyrine ışık tutuyor. Baba Hüseyin Kavalalı’nın vefatının yarattığı derin üzüntünün yanında aileye katılan torunların okuyup, meslek sahibi olmalarının ve evlenmelerinin sevincinin bir arada olduğu hayattan alışılagelmiş kareleri de samimi bir dille bulabileceğiniz bu kitapta, belki de en güzel ve en duygulu cümleleri doksanına gelmiş bir Cumhuriyet kadını Nakime Çullu’dan duyuyoruz: “Her kanalda haberler vardı. Gazeteleri okusam da haber bültenlerini de kaçırmıyordum. İzlerken içim parçalansa da ülkedeki gelişmeleri takip ediyordum. Özellikle terör olayları içimi acıtıyordu. Her şehidimiz için ayrı dua ediyordum. En çok da Atatürk’e karşı olan söylemler içimi acıtıyordu. Sanki bana dil uzatıyorlarmış gibi geliyordu, çok kızıyordum. Bütün bunlar nefes almamı daha da zorlaştırıyordu ama en çok torunlarımı düşünüyordum. Onlar ne yapacaktı! Ben güzel bir hayat yaşamıştım. Ne de olsa Cumhuriyetin ilk çocuklarıydık biz.” (Kavalalı Ailesi, Zeynep Emeç, Destek Yayınevi, 240 s.)
Çatısız, kuralsız! Pekerman’ n 2005 y l nda bir doktora tezi olarak yazmaya ba lad , tamamlanmas 2011 y l n bulan “Film Dilinde Mahrem”, feminist kültür ve film analizi ile ilgili hacimli bir toplama ula m ERCAN DALKILIÇ ercandalkilic111@gmail.com
Bazı filmler vardır ki, sinema yazan, sinema üzerine bir şekilde üreten ve sinema ile yaşayan insanlar arasında derin görüş farklılıklarına yol açarlar. Film ne kadar büyük ve önemli ise, tartışmalar da o denli ateşli geçer. İşte Serazer Pekerman da yaklaşık on yıl önce, “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi” adlı film hakkında çevresindeki sinema çalışanlarıyla derin bir görüş ayrılığına düşmüş. Çevresindekiler “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi”ni kadın düşmanı bulurken; Pekerman, aksine bu filmin feminist bir damarı bulunduğunu anlatmaya çalışmış onlara. Pekerman’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Film Dilinde Mahrem” adlı elimizdeki çalışmasında cevaplamaya çalıştığı sorular da kafasında ta o zaman belirmiş. Pekerman, “Film Dilinde Mahrem”de, aralarında “Kader” (Zeki Demirkubuz, 2006) ve “İklimler”in (Nuri Bilge Ceylan, 2006) de bulunduğu İspanya, İran, Danimarka ve Türkiye yapımı bir dizi kadın merkezli filmi, sürükleyici kadın karakterler ve bu karakterlerin mekanla olan ilişkileri bağlamında ele almış. Bu filmlerdeki kadın karakterlerin hepsinin “huzurlu bir ev” imgesinin dışında, erkek egemen bir kamusal alanda köşeye kıstırılmış şekilde, ataerkil baskı altında çizildiğini ifade eden Pekerman, incelemesini bu kadınların bir süre sonra söz konusu mekanlarda yarattıkları, açtıkları “direniş alanlarına” yoğunlaştırmış. GÖÇEBEL E GEÇ Üç ana bölüme ayrılmış “Film Dilinde Mahrem”. “Hafıza” adlı ilk bölümde kadının içine kıstırıldığı kapanın farkına varmasını ve bu kapandan çıkmaya çalışması “Hareket” adlı ikinci bölümde “ev dışı”ndaki yaşayış koşullarına ayak uydurması,
son ana bölüm olan “Sınırlar”daysa artık ataerkil düzenin çemberini kırması, kendi başına varlığını idame ettirmeyi başarması, incelemeye konu olan filmlerin de referansları aracılığıyla apaçık ortaya konmuş. Fark edileceği üzere, kadının azınlıksal mücadelesini sürdürdüğü bu bölümler, aynı zamanda tahakkümden kurtulan kadının “göçebeliğe geçiş”inin de aşamalarını oluşturuyor, Bütün bu okumaları yaparken esas olarak Deleuze ve Guattari’nin şizoanalitik kavramlarının izleğinden ilerlemekle yetinmeyen Pekerman; mimarlık, politika ve kadın çalışmaları gibi farklı disiplinlerde üretilmiş birçok kavram, teori ve fikirden de yararlanmayı ihmal etmemiş. Pekerman’ın 2005 yılında bir doktora tezi olarak yazmaya başladığı, tamamlanması 2011 yılını bulan “Film Dilinde Mahrem”, feminist kültür ve film analizi ile ilgili hacimli bir toplama ulaşmış sonuçta. Serazer Pekerman’ın bu önemli çalışmasını okurken, bir yandan da sürekli olarak 1985 tarihli Agnès Varda filmi Çatısız Kuralsız’ın (Sans toit ni loi) “göçebe” kadını Mona Bergeron’u düşündüm. Mona Bergeron, bu çalışmada ele alınan karakterlerden biri değil. Fakat Pekerman’ın çalışmasının kurgusunun oluşturduğu hikâye tam da Mona Bergeron’un hikâyesidir: Bergeron da göçebe bir halde “kendisiyle birlikte hareket eden bir yaşam alanı” oluşturmuştur. Bu alanda verili tanımlar, kimlikler, değerler sürekli değişim halindedir. Kısaca Mona Bergeron, kendisine çizilmiş sınırların dışına çıkmış ve kelimenin tam anlamıyla özgürleşmiştir! (Film Dilinde Mahrem, Serazer Pekerman, Metis Yayınları, 264 s.)
Aydınlık KİTAP
4 OCAK 2013 CUMA
11
Zihin üzerine materyalist bir felsefe
Madde ile Mana’n n, Beyin ile Zihnin, Gerçeklik ile Bilincin ara t r lmas bugün materyalizm ile idealizmin en s cak çat ma zeminidir. Bu zeminde ortaya ç km önemli bir eseri dikkatinize sunuyoruz CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@gmail.com
Var olanların dayandıkları temel varlığın ne olduğu, nasıl meydana geldikleri ve var olanlar arasındaki ilişkilerin ne türden ilişkiler olduğu soruları felsefenin (daha genel olarak tüm bilimlerin) en eski ve belki de en temel sorularıdır. Bu sorulara verilebilecek türlü yanıtlar insanlığın düşünce tarihinde gözlemlenmiştir. Ancak bu yanıtlar arasında belirli ayrımlar yapmak da mümkün. Söz gelimi Antik Yunan’dan çok önce bu tür sorulara çeşitli yanıtlar verilmiş fakat bunlar mitolojik, dini ya da törel biçimlere bürünmüştür. Antik Yunan’da bu soruların sistemli bir biçimde ele alınmasıyla felsefe tarihinin belki de en temel ayrımlarından biri görünür hale gelmiştir: Materyalist ve idealist felsefe ayrımı. Kabaca söylersek materyalist felsefe var olanların dayanağını nihai olarak maddede, maddi olanda bulurken; idealist felsefe (maddenin varlığını kabul etsin veya etmesin) maddi olanlar dahil tüm var olanların dayanağını madde dışı bir kavramda ya da bir ideada bulur. Antik Yunan’daki felsefe uğraşının bir sonucu olarak bu tür sorular bu ana eksende ve sistematik bir tarzda ele alınmış, hangi görüş desteklenirse desteklensin sağlam bir akıl yürütmeye dayandırılmaya çalışılmış ve çoğu zaman filozofların ait oldukları çağın bilimsel bulgularıyla ilişkilendirilerek savunulmuştur. Özellikle Kopernik devrimi ve aydınlanma çağıyla birlikte bilim-felsefe ilişkisi daha perçinlenmiş ve materyalizm-idealizm karşıtlığı farklı karşıtlıkların da belirmesiyle çeşitlenmiştir. Bu karşıtlıklar arasında düalizm (ikicilik) ile monizm (tekçilik), rasyonalizm (akılcılık) ile ampirizm (deneycilik ya da deneyimcilik), öznellik ile nesnellik gibi karşıtlıkları sayabiliriz. Geleneksel olarak materyalist bir söylemi benimseyen filozoflar düalizmi, öznelciliği, göreceliliği reddetme ve rasyonalizm ile ampirizm arasında bir denge kurma eğilimindedirler. İdealizmin de tüm bu karşıtlıklara karşı farklı tutumlar alan farklı versiyonları bulunmaktadır. Dolayısıyla tartışma ve adlandırmalar geçmişe nazaran daha çetrefilli bir hal almıştır. Yukarıda sayılan karşıtlıkların belirdi-
ği iklime damgasını vuran bilimsel keşifler Newton mekaniği, Kopernik ve Galile’nin gözlemleriyken sonrasında insanlığın gündemine oturan Einstein’ın özel ve genel göreliliği, Skinner’in davranışçılığı, beyin korteksinin ve korteksin çeşitli bölümlerinin işlevsel açıdan ele alınışı, genetik bilimi ve evrim gibi bilimsel keşiflerse özellikle 20. yüzyıl felsefesinin yeni paradigmasını belirlemiştir. Bu dönemde önem kazanan felsefe dalları epistemoloji (bilgi kuramı), zihin felsefesi, dil felsefesi ve etik gibi çalışma alanlarıdır. Şayet insan zihni ve düşünceler maddi bir temele dayanıyorsa ve Descartes’ın ortaya attığı düalizm materyalizm tarafından çürütülebiliyorsa o halde ahlakın kaynağının ne olacağı (ahlak diye bir şeyden söz etmek mümkünse tabii), bilgimizin kaynağının ne olduğu ve bu kaynağın bilgi edimindeki rolü, şu veya bu deneyim nedeniyle var olduğunu söylediğimiz çeşitli türden “ruhsal durumlarımız”ın bize özgülüğü ve nesnel olarak anlaşılıp anlaşılamayacağı türünden sorunlarla baş etmemiz gerekmektedir. İşte tüm bunlar ancak ve ancak tutarlı, kapsayıcı, akli ve olgusal olarak temellendirilebilir bir materyalist kuram çerçevesinde ele alınması gereken sorunlardır. Aksi takdirde materyalizmin kendisinin “idealizm” diye adlandırdığı alana kayılması kaçınılmazdır.
Z H N VE B LG ÜZER NE: NÖROFELSEFE Genel okuyucu kitlesi açısından (hatta yıllar yılı felsefe alanında çalışmış kişiler için bile) böylesi bir kuramın anlaşılmasının önünde büyük bir engel durmaktadır: Modern bilimin bulgularının kavranması ve felsefeyle ilgisinin kurulması. Bu engelin birinci yanı modern bilimin, özellikle de beyin korteksinin ve genel olarak beynin çeşitli bölümlerinin işlevlerinin ve bu işlevlerin insanın zihinsel durumunu belirlemesini ele alan nörobilimin bulgularının anlaşılmasıdır. İkincisi ise zihin ve bilgi üzerine felsefe tarihi boyunca ortaya atıl-
mış görüşlerle ilişki içerisinde bu yeni bulgulara dayanarak yeni ve bütüncül bir felsefi kuramın inşa edilmesi. Bu ikinci amacı gerçekleştirmeye çabalayan felsefi bir alan da mevcut: Nörofelsefe. İşin zor kısmı bu alanlardaki ürünlerin kavranması ve bunlar bir kere kavrandıktan sonra bu alanlarda ürünler vermek için ek okumaların takip edilebilmesi. Tüm bunların başarılabilmesi için nörobilimin bulgularının ve bunların olası sonuçlarının kavranması gerekmektedir. Neyse ki sonunda Türkçede de bu alanlarda ürünler verilmekte ve yabancı eserler Türkçeye kazandırılmaktadır. Bu sayfalarda daha önce bu alanda yazılmış bir eseri tanıtmıştık: Saffet Murat Tura, “Madde ve Mana”, Metis Yayınları. Yine yakın zamanda Saffet Murat Tura’nın önsözünü yazarak katkı sunduğu önemli bir eser Türkçeye kazandırıldı: Paul M. Churchland, “Madde ve Bilinç”, Çev: Berkay Ersöz, Alfa Kitap, İstanbul, Ocak 2012. Paul Churchland bu eseriyle “Zihin Felsefesine Güncel Bir Bakış” atıyor. Kendisinin de sıraladığı dört materyalist akımdan eliminatif materyalist dediği bir akımın savunucusu kendisi. Paul Churchland’in akademik geçmişinde özellikle zihin felsefesinde önemli çalışmalar yer alıyor. Sellars’ın Kant geleneğine dayanan ancak onu aşan ve özellikle de dil ve bilim felsefesinin sorunlarına odaklanan akademik çalışmalarından onun öğrencisi olarak yararlanan Paul Churchland bir süredir nörobilim ve zihin felsefesi ilişkisi üzerinde çalışmaktadır. Bu alanda kendisinin en önemli yardımcısı ve öğretmeni kendisi gibi bu alanlarda da ürün veren ama aynı zamanda bir nörofilozof olan eşi Patricia Churchland’dir. Churchland ailesinin nörobilim alanında verdikleri diğer eserlerin de Türk okurla buluşturulması Türkçe yayıncılık hayatının önünde duran bir görevdir.
GÜNÜMÜZ FELSEFES N N EN GÜNCEL SORUNLARI “Madde ve Bilinç” adlı esere dönersek, Churchland kitabın amacını şöyle be-
timliyor: “Filozoflar kitaplarını genellikle başka filozoflar için yazarlar, ama kitaplarının öğrenciler ve uzman olmayan okurlara faydalı olmasına yönelik tali umutlarını da ifade ederler. Bu tür umutlar genellikle anlamsızdır. Ben ise bu kitabı tam da bunun aksine, öncelikle ve özellikle felsefede, yapay zeka alanında ya da nörobilimlerinde uzman olmayanlar için yazdım.” (s.23). Churchland, eserinde öncelikle kitabın kapsamı hakkında özlü bir dizi bilgi veriyor. Bunun hemen ardından felsefe tarihinde ve bilim alanlarında söz konusu sorunlar hakkındaki görüşleri özetliyor ve her bir yaklaşım için leyhte ve aleyhte argümanlar verip bunları inceliyor. Bu süreç içerisinde kendi tutumunu da okuyucuya yavaştan sunmaya başlıyor. Eserin ilerleyen bölümlerinde yapay zeka ve nörobilim üzerine daha derinlemesine, ancak kolayca okunabilecek, bilgiler veriyor. Eserin son bölümünde ise o ana kadar söylediklerinden ve ortaya çıkanlardan hareketle daha felsefi bir tartışma yer alıyor. Özellikle bu bölümde kendi savunduğu akımın genel özelliklerini, yönelimlerini ve vaadlerini bulmak mümkün. Eserin aksayan yönü kıta felsefesinin (ve genel olarak felsefesi tarihinin) düşünürlerini işlerkenki naifliğidir. Kant, Hegel ve Husserl gibi filozofların görüşleri karikatürize edilip geçilmiş. Öte yandan önsözde, Saffet Murat Tura’nın da dediği gibi diyalektik materyalizmin bu eserde yer almaması da önemli bir kayıp. Bu kaybı tamamlayan Saffet Murat Tura’ya teşekkür ederiz. Eseri okuyanlar günümüz felsefesinin en güncel sorunlarına, bunların bilimle ilişkisine ve özellikle de ekranlarda boy gösteren “sahte” uzmanların hurafelerine karşı daha bilimsel ve daha doğru bir bakış açısına dair kapsamlı bir bilgiye ve genel bir çerçeveye sahip olacakları kesindir. Varoluşa, hayata, bilgiye ve insan zihnine dair en ufak bir merakı olanların kesinlikle okuması gereken bir kitap. (Madde ve Bilinç, Paul M. Churchland, Alfa Basım, Çev: Berkay Ersöz, 280 s.)
12
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
20 YAZARDAN KAR VE KAN ÖYKÜLERİ: “KAR İZLERİ ÖRTTÜ”
Nasıl girerseniz öyle gider!
Kitapta toplam yirmi öykü var. Kitab yay na haz rlayan çevirmen öykücü lknur Özdemir de bir öyküsü ile kat lm derlemeye. Genel olarak nitelikli öyküler bir araya gelmi . Yazarlar n ço u önceden tan d m z isimler SUAT DUMAN
Öykü derlemelerine çoğu kez temkinle yaklaşırım. Şundan: Yazarların her biri istek üzerine yazmaktadır, zaman sınırlı, tema verilidir. Bu şartlarda derli toplu bir hikâye anlatılabilmesi bile takdiri hak eder. Zira daha başına oturur oturmaz klavyenin bütün harfleri, noktalamaları, gerekli gereksiz bütün tuşları sırıtmaya başlar yazarın suratına, ısmarlama hikâye ağır bir meydan okumadır. Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Kar İzleri Örttü”yü görünce, temkinli davranmayı bir yana bıraktım. Zira bu tip bir meydan okuma en çok da polisiyeye yakışırdı. Kitabın yazara teklifi ve okura vaadi şu: Yeni yıl heyecanı, karla kaplanmış sokaklar ve esrarengiz cinayetler! Polisiye yazını bir tür oyun kurgusu gibi de görülebileceğinden, yayıncının yazara, yazarın okura bu türden oyununu eğlenceli buldum doğruyu söylemek gerekirse. Bir derleme olması nedeniyle hiçbir öykü, kitabı yalnız başına temsil etmediği gibi yazarının dili, biçemi, polisiyeye yaklaşımı konusunda da kesin, köşeli bir fikir vermiyor. Bu nedenle sözgelimi Barış Müstecaplıoğlu’nun öyküsünü okuyup kitabın
bilimkurgu türünde olduğunu söylemek doğru olmayacağı gibi, bu öykü üzerinden Müstecaplıoğlu’nun polisiye yazını ile bağını kestirebilmek de olanaksız. Kitaba öykü vermiş yazarları görmenin, dünyalarını anlamanın en doğru yolu elbette yapıtlarını okumak, bu nedenle burada yazarların türe yaklaşımlarını değerlendirmeyeceğimi, olabildiğince bir bütün olarak kitabın kendisini ele alacağımı belirteyim.
YER NDE DURAMAYAN TÜR Kitapta toplam yirmi öykü var. Kitabı yayına hazırlayan çevirmen öykücü İlknur Özdemir de bir öyküsü ile katılmış derlemeye. Genel olarak nitelikli öyküler bir araya gelmiş. Yazarların çoğu önceden tanıdığımız isimler. Hakan Günday ve Tuna Kiremitçi gibi romanlarıyla bilinen yazarlar da birer öyküyle bu yılbaşı heyecanına katılmışlar.
Yayınevinin talebine uygun olarak her yazar, yılbaşı öncesi ya da sırasında, dört yan karla kaplanmışken gerçekleşen ölümlere odaklanmış. Öyküler, aşağıda örnekleyeceğim üzere klasik anlamda polisiye olmaktan uzaklar ve rahatlıkla başka bir başlık altında da bir araya gelebilirler. Fakat yine her biri toplumun gerçekçi birer kesitini sunmak konusunda hayli başarılılar. Öykülerin dil ve üslup yönünden yetkin, konularını ele almada ise çoğu kez- gerçekçi bir ton yakaladıklarını belirtelim. İşte bu noktada iki soruya yanıt aramamız gerekiyor: Polis ya da dedektif olmadan polisiye ya da dedektif hikâyesi yazılamaz mı ve hikâyeyi polisiye yapmaya cinayet yeter mi? Polisiye değişiyor şüphesiz. Bütün alt başlıkları yeniden tarif ediliyor, polis ve dedektif karakterleri, kötü ve iyi adam evrim geçiriyor. Bunda bu türün bütün şifrelerini kırıp yeniden kodlayan sinemanın etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor. Fakat atlamamamız
Hakan Günday ve Tuna Kiremitçi gibi romanlarıyla bilinen yazarlar da birer öyküyle bu yılbaşı heyecanına katılmışlar
KAPAK
Aydınlık KİTAP
gereken bir nokta var, okurlarının başkaca hiçbir yol gösterici olmaksızın kestirebildiği bazı olmazsa olmazları da yok değil polisiyenin. Belki bu kriter belirleme işini okurun keyfine bırakmayıp, neler olmalı, nelerden uzak durulmalı diye madde madde yazan Amerikalı polisiye yazarı S.S. Van Dine’ı da anmak gerekir. Yirmi maddede, kimi artık komik gelse de kimi yönleriyle pek de itiraz edilemeyecek kıstaslar getirmişti yaklaşık yüz yıl önce S.S. Van Dine. Bunlar bir yana, zaman içinde polisiye edebiyat alelade bir cinayet fiilinin nedenini ve işlenme biçimini sorgulamanın dışına çıktı ve suçun sosyal gerekçelerini araştırmaya başladı. Başlangıçta bir çeşit kaçış edebiyatı gibi görülen polisiye sık sık ve etkili bir şekilde mevcut sosyal yapının, hukuk sisteminin, adalet mekanizmasının çıkmazlarıyla okuru yüzleştirdi. Amerikalı öncü yazarlar Raymond Chandler ve Dashiell Hammet’ın adları anılmalıdır. Adi suçların konu edinildiği yapıtlarında bile insan fiillerinin “suç” olarak tasnifinde yönetici sınıfın sınıf çıkarlarının tayin edici özelliğini belli belirsiz de olsa ortaya koymuşlardır. Fransız yazınında Leo Malet’nin kanun kaçağı ile kanun adamının kişiliğinde adalet, hak gibi kavramları nasıl ters yüz ettiğini biliyoruz. Yine de bu örneklerde çeken esas nokta muammanın yokluğu dahi, üstat Erol Üyepazarcı’nın ısrarla değil, muammanın önemsenmemesi. altını çizdiği üzere, kafa kurcalayan bir “Neden mi? Kimin umurunda...” Öymuamma bulunmaktadır ve bu polisiküde dört kez yinelenen bu kalıp, aynı yenin, hadi şartıdır demeyelim ama ya- zamanda hikâyenin finalini de belirlipıyı ayakta tutan kaidesidir en azından. yor. Klasik polisiyede okurun ısrarla Bu muamma, okurun kandırılmasorup, merakla çözümlenmesini dığı, tesadüflerin öykünün beklediği tüm sorulara aynı esasına etki etmediği, yanıtı veriyor: Kimin Öyküler, suçlunun itirafından umurunda! Hiç şüpheklasik anlamda önce ana karakterin siz polisiye okurunun polisiye olmaktan olayı çözümlediği umurunda. Burada inandırıcı bir olay çocuk suçlular gibi uzaklar ve rahatl kla örgüsü ile kaleme hassas bir konunun ba ka bir ba l k alt nda alınmalıdır vb. bir bulmaca gibi da bir araya gelebilirler. Kuşkusuz, bir ededeğil de sosyal ve Fakat yine her biri biyat metnini şartpsikolojik boyutlatoplumun gerçekçi birer larla boğmanın anrıyla ele alındığını kesitini sunmak lamsızlığı da ortada. görüyoruz. Diğer takonusunda hayli raftan “Suça itilen çoba ar l lar MUAMMASIZ cukların tarumar edilPOL S YE, KAT LS Z miş hayatları ortadayken, C NAYET kim, neden, nasıl yapmış, kimin umurunda!” şeklinde de okunabiKitapta yer bulan yirmi öyküyü tek lir Günday’ın öyküsü pekala. tek incelemek en azından bu yazının İlknur Özdemir bir intikam hikayesınırları dahilinde pek mümkün olmasa da kitabın tamamına hakim olan an- si anlatmış. Katil bir cinayet işlemek üzere yola çıkıyor ve sürpriz yok, cinalayışı ortaya koyduğunu düşündüğüm yeti işliyor. Hikâyedeki gerilim, klasik dört öyküye kısaca değinmek isterim. Hakan Günday’ın “İlk” isimli öykü- polisiyedeki “katil kim?” sorusundan sü kitaptaki diğer öyküler açısından da ziyade, kimliği bilinen fakat eylemi henüz gerçekleştirmemiş müstakbel katibir ortak özelliği çok net ve neredeyse slogan düzeyinde dile getirdiği için öne lin, cinayeti gerçekten işleyip işlemeyeçıkıyor. Öykü herhangi bir polisiye olay ceği üzerine kurulu. İyi yazılmış bir aşk incelemesine soyunmadığı gibi herhan- cinayeti okuyoruz. Yukarıda sorduğumuz soruya burada cevap verebiliriz gi bir şekilde muamma da içermiyor. sanıyorum, cinayetin varlığı hikâyeyi Bu hemen tüm öykülerin ortak özellipolisiye yapar mı? Özdemir’in öyküği. Fakat Günday’ın öyküsünde dikkat
4 OCAK 2013 CUMA
13
yor. Katil hemen teslim oldu mu, kaçıyor mu, geride iz bıraktı mı, şahit var mı gibi sorular polisiye okuru için havada kalıyor. Hacer Yeni’nin öyküsü “Karmen”de muamma öyküden değil, yazarın üslubundan kaynaklanıyor. Kardan adamın öldürülen koca olduğunu biraz sonra anlıyoruz. Cinayet sebebi de kendisini çabucak ele veriyor. Fakat zaten “kim?”, “neden?”, “nasıl?” gibi sorularla ilgilenmiyor yazar. Türkiye’de artık kanıksanmış kadına karşı baskı ve şiddetin yakıcı bir şekilde dile geldiği öyküde ana karakter -katil, alışageldiğimiz sorunlu katil tipiyle hiçbir akrabalık bağı taşımıyor. Dahası burada katili, ezilen kadının cinnetinin temsili gibi okumak daha doğru olur. İlknur Özdemir ve Hakan Günday’ın öyküleri için söylediğimiz gibi her cinayet polisiye olmuyor. Tuna Kiremitçi’nin “Vitoşa’nın Sırrı” öyküsünde ise diğerlerinden farklı olarak muamma var fakat burada da muammanın çözümü okurdan esirgeniyor. Akıllıca bir tercihle, bilimkurguya meyleden hikâyesini Türkiye dışın lknur da, Sofya’da kurguÖzdemir bir luyor Kiremitçi. intikam hikayesi Vaatkar bir cinaanlatm . Hikâyedeki yet vakasının içegerilim, klasik risine okurunu sünde katilin karak?” kim til “ka çabucak alıveriki teri, ruh hali çok baede polisiy yor. Fakat sonra, şarılı bir şekilde tasade ziy sorusundan sı gelmiyor. Tıpkı vir edilmişken, cinacinayeti gerçekten komiser Atayetin soruşturulmasıi leyip i lemeyece i nas’ın tatmin edina ilişkin hiçbir detaya üzerine lememiş intikam yer verilmemiş. Polisiye kurulu duygusu gibi okurun süreçler öyküye dahil edilda macera duygusu yarı memiş. Katilin ne yaptığını, yolda bırakılıyor. Yine de Kineden yaptığını, cinayeti nasıl işleremitçi’nin öyküsü bir bilimkurgu padiğini bilmemize rağmen, onun sonrasında neler yaşadığını bilemiyoruz. İlk- rodisi olarak zevkle okunuyor. Elbette bütün öyküler birbirinden nur Özdemir dokunaklı bir aldatma ve farklı. Aslı E. Perker’in üç maktulün cinayet hikâyesi anlatıyor ve polisiyebulunduğu failsiz aile trajedisi; Yekta nin başladığı yerde öyküsünü noktalıKopan’ın sokak hayvanlarının karşı karşıya kaldığı tarifsiz şiddeti bir cinayet ve delirme hikâyesiyle birleştirdiği “Doğum Sancısı”; Doğu Yücel’in daha ziyade bir zamanların meşhur ve tadına doyulmaz “Alacakaranlık Hikâyeleri”ni anımsatan esprili “Noel Babayı Kim Öldürdü Lan” hikâyesi, Sibel Oral’ın deneysel “Kiralık Yazar”ı ve diğerleri. Her öykü, kitap için belirlenen üst başlığın ve temanın ötesinde bir bakışla okunursa daha isabetli olur diye düşünüyorum. Polisiye beklentisi okurda belli belirsiz bir boşluk duygusu yaratabilir zira. Bir damla kan yere düşer, bir çift ayak koşarak uzaklaşır ve kar izleri örter: Polisiyenin başladığı yer tam da burası değil mi? (Kar İzleri Örttü, Kolektif, Kırmızı Kedi Yayınları, 300 s.)
14
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
KARANLIĞA MEKTUPLAR, 3
Kötü çocuk ve son arzusu Söz konusu metin, idama mahkum bir ateist ile, onun günahlar ndan ar nmas ve affedilmek için Tanr ’ya yakarmas ad na tebli de bulunan bir papaz n k sa diyalogundan olu uyor. Sade, ateistin a z yla kendi fikirlerini ve felsefesini ka da döküyor DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com
Teninde böcek yürüyormuşçasına, kaşındırıyordu tutkusu. Dört duvar arasında, yağamayan gri bir buluttu Sade. Marquis de Sade! Hayatının yirmi yedi yılını hapishanede geçiren Marki’nin, diğer günahkârlardan ayrıldığı yegâne nokta; başı darda olsa dahi, yaptıklarından asla pişman olmayışıydı. “Papaz: İnsani zaaflar ve güçsüzlükler sonucu sürüklendiğiniz günahlarından dolayı pişman mısınız? Can Çekişen Ateist: Doğa tarafından çok canlı tatlarla, çok güçlü tutkularla yaratılmışım; bu dünyaya kendimi bunlara adamak ve bu tutkularımı tatmin etmek için geldim ve yaradılışımın bu sonuçları, yalnızca doğanın temel tasarımlarıyla ilintili gerekliliklerdir. Ya da istersen şöyle söyleyeyim, benimle ilgili kurduğu tasarımların türevleridir sadece, hepsi onun yasalarına göredir, onun tüm gücünü tanıyamamış olduğum için pişmanın yalnızca… Sizin saçma öğretileriniz yüzünden körleşerek arzularıma meydan okudum, oysa bu arzular bana ilahi bir ilhamla ulaşmıştı.” Kafekültür Yayıncılık tarafından dilimize çevrilen, Marquis De Sade’in kaleme aldığı; “Can Çekişen Ateist ile Papazın Konuşması” adıyla Türkçeleştirilen eser, kitaptan çok bir kitapçık mahiyetinde... Önsöz yazısının olmaması ve eserin kronolojik konumunun dahi belirtilmemesi, yayıncılık anlamında menfi olarak görülebilse de, edebiyat tarihi açısından öneme haiz bu metni, dilimize kazandırması açısından yayınevini kutlamak gerek… Söz konusu metin, 1782 yılında Sade tarafından hapishanede yazılıyor. İdama mahkum bir ateist ile, onun günahlarından arınması ve affedilmek için Tanrı’ya yakarması adına tebliğde bulunan bir papazın kısa diyalogundan oluşuyor. Sade, ateistin ağzıyla kendi fikirlerini ve felsefesini kağıda döküyor. Yine idama mahkum bir hükümlüyken… Bu sebepten metin, otobiyografik bir muhteva da kazanıyor. Kitap ha-
cimce kısıtlı olmasına karşın, papaz ve ateistin düellosundaki esaslı sorularla; derin bir felsefi tartışmanın kapılarını aralıyor. Bilhassa ateistin, yüzyıllardır süregelen ve nice düşünürlerin kendilerince cevap aradığı soruyu papaza ve onun şahsında tüm ilahi kaynağa dayalı doktrinlere yöneltmesi, okuyanın zihninde soru işaretleri yaratıyor: “Sahiden de büyük insanmış. (Yaratıcıyı kastederek) Peki o zaman, madem bu adam bu kadar güçlü senin bozulmuş olarak nitelediğin bir doğayı neden yarattı?” Yalnızca, “Tanrı’nın doğayı neden yarattığı” sorusu bile meraklı okuyucuyu; çok farklı kaynaklara, muhtelif fikir tartışmalarına taşıyabilecek nitelikte… Sade, toplumun doğası gereği kolay yıkılmayan, değişime direnen ve varlığını uzun süre devam ettiren sosyal yapılar kurduğunu ancak bu yapıların doğaya aykırı olduğunu savlıyor. Çünkü ona göre doğa, yapısı gereği yıkıcıdır. Referans noktası daima doğa oluyor Sade’ın! Ve doğanın insandaki yansıması olduğunu düşündüğü iç güdüler… Şöyle söyleyecektir: “Hayır inanmıyorum, sebebim de çok basit, bir insan anlamadığı bir şeye kesinlikle inanamaz. Anlayış ve inanç arasında aracısız bağlar olmalıdır; eğer anlayış devrede değilse, inanç ölür ve eğer böyle bir durumda inandığını söylüyorsa yalan söylüyordur. Bence sen de inanmaktan vazgeç, çünkü onu bana kanıtlayamayacaksın, çünkü onu bana tanımlayabileceğin kadar içinde değil senin, çünkü aslında sen de onu anlamış değilsin!” Sade, “Dinler Felsefesi” kitabında daha da ileri gidecek ve bütün dinleri şeytanın eseri olmakla suçlayacaktır. Tanrı’nın varlığına ve yarattığı düzene inanmayan Sade’ın, dinleri yine teolojik kaynaklarda geçen “şeytan” tabiriyle tanımlaması bir tezat elbette… Aynı metin içindeki başka bir çelişki ise, Sade’ın “insan anlamadığı şeye inanmaz, ben yalnızca apaçık olana inanırım” düsturundan hareket
Marquis de Sade
Ateistin, yüzyıllardır süregelen ve nice düşünürlerin kendilerince cevap aradığı soruyu papaza ve onun şahsında tüm ilahi kaynağa dayalı doktrinlere yöneltmesi, okuyanın zihninde soru işaretleri yaratıyor
edip; sonrasında doğanın meydana gelişini, “…sonuçta her şey ilksel bir nedenin türevi olabilir, bu ilk nedende ne akıl, ne bilgelik olmaksızın” diyerek, doğanın nedenselliğini akılla izah edilemez bir gerekçeye dayandırması… Goethe, “Faust” adlı o muazzam kitabında, insanın şeytanla pazarlığını oldukça lirik bir dille anlatır. Sade ise, şeytanla pazarlık masasından çoktan kalkmış; onu kontrolü altına almıştır. Düşünce düzleminin çizgileri, son derece kesin ve nettir. Tasavvuf alimleri, “hırsız zengin eve girer” veciziyle şeytanın ruhunda iyilik olanlara daha çok yaklaştığını ve vesvese verdiğini ileri sürerler. Sade’ın hırsızı ise artık ev sahibidir. Tüm bunların yanı sıra, Sade’ın sahip olduğu özellikler; onu “kusursuz dürüst” sıfatına da eriştirmiştir. “Ya beni öldürün, ya da böyle kabul edin; çünkü ben buyum!” diyen odur. Belki de kendisini, doğa dışında hiçbir ahlakı ve yaşam biçimini kabul etmeyip; nihilist olmaya vardıran tek bir etken vardır: Sefahat düşkünlüğü! Kitabın sonunda, papazın ateist karşısında yetersiz kalışı ve insani zaaflarına teslim oluşu, yine bu sefahat düşkününe yaraşır bir sonla karikatürize edilmektedir: “Can çekişen adam zili çaldı, kadınlar içeri girdi ve vaiz onların
kollarında doğa tarafından bozulmuş bir adama dönüştü, bozulmuş doğanın ne olduğunu nasıl açıklayacağını bilmediğinden.” Bu paragraf Sade’e göre, ateistin hem ölmeden önceki son arzusu hem de zaferidir. Sade, kendi hayatında ise; ne yapıp edip idamdan kurtulacaktır. Uzun yıllar hapis hayatı yaşayan kötü çocuk, zindanda kaldığı yıllarda en önemli eserlerini verecek ve binlerce sayfalık pornografi yazıları yazacaktır. Bu romanlarının arasında, ünlü “Justine” romanı da yer almaktadır. Bu romanlarda kırbaçlama makinesi, tecavüz makinesi gibi sıra dışı buluşlarına da yer vermiştir. Yazılarında en belirgin yan ise, bütün kadınlara karşı kin kusmasıdır. Özellikle de kendisini ele veren kayınvalidesine… Romanlarında bir nefret duygusu hep olmuştur. Annelerine karşı nefret hisseden erkek karakterleri romanlarında kullanmıştır. Annelik kavramına şiddetle saldırmıştır. Onun belki de tek istisnası, karısı Renee-Pelagie de Montreuil’dir; nam-ı diğer Markiz… (Not: Sevgili okur, Sıbylle Knauss’un Sade ile karısının hayatını anlatan romanı, “Markiz” hakkında yazım; Aydınlık Kitap’ın 17 Ağustos 2012 tarihli sayısında yayımlanmıştır.) Sadizmin kurucusu olarak kabul edilen Marquis De Sade’ın, bu esaslı felsefeci, edebiyatçı ve pratisyenin, çelişkileri ve çürütülebilir tezleri olsa da, insan zihninin karanlık noktalarına yönelttiği sorular bir hayli sarsıcı… Bu açıdan ve Sade’ın kendi düşünsel kronolojisinde yer alması bakımından raflarımızda olması gereken bir metin, “Can Çekişen Ateist ile Papazın Konuşması”… Yalnızca otuz dört sayfalık bu kitabı tek solukta okuyacak ancak yarattığı dalgalanmada uzun süre demir alamayacaksınız! Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş bir mektuptur… ( Marquis de Sade, Can Çekişen Ateist ile Papazın Konuşması, Kafekültür Yayıncılık, Çev: Asena Yalınız, 34 s.)
Aydınlık KİTAP
4 OCAK 2013 CUMA
15
NİHAT GENÇ İLE SON KİTABI “ASLANLI YOL’A DOĞRU” ÜZERİNE SÖYLEŞİ...
“Onlar ‘medyanın Fosforlu Cevriyeleri’ Amerikancı sivil kurumların cicişleri” Bir zaman kendilerini reklam n gücüyle bir ey san yorlar ertesi gün yoklar. Bu türlerden i renerek kendimi geli tirdim, çok uzun y llar aç kald m, çok uzun y llar paras z kald m ama sadece edebi metinlerimin telifiyle altm ya na kadar hayat m idame ettirmeyi ba ard m DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com
Her zaman kendine has üslubu ve kalmadı. Şahin, Fethi, Hakan ve ben, bükülmez diliyle kendini sevdiren yazar Nihat Genç, Türkiye’nin içinde bulunduğu büyük “adalet” karmaşası içerisinde yeni bir kitapla okurlarıyla buluştu: “Aslanlı Yola Doğru”. Halkın sokaklara döküldüğü ve ülkedeki siyasete, karşı geliş sergilediği bu dönemin esaslı bir tablosunu yine kendi üslubuyla bize sunuyor. Nihat Genç’le son kitabı üzerine konuştuk. Yeni kitabınız “Aslanlı Yol’a Doğru”da gelişen halk muhalefetine dair “Cumhuriyet bu yüz binleri arkasında bulduğu müddetçe hiçbirimize havada karada ölüm yok” diyorsunuz. Sokağa çıkan yüz binler sizin gibi bir edebiyatçıya neler hissettiriyor? Aslanlı Yol’dakiler bugün “suçlu” konumuna getirilmeye çalışılıyor. Sizce gelecek bize neler gösterecek? “Aslanlı Yola Doğru” kitabım Ergenekon operasyonları başlangıcından beri Ergenekon iftiralarına karşı yazdığım dördüncü kitap, ilki “İşgal Yılları”, ikincisi “Yurttaşların Cinlerle Savaşı”, üçüncüsü “Beni Kandırası Umman Bulunmaz”, dördüncüsü “Aslanlı Yola Doğru”. ODA TV'de sekiz kişiydik malumunuz yedisi içeri alındı, ODA TV'de Şahin, Fethi ve Hakan adlı üç gençle başbaşa kaldık. Yandaş medyanın topluca saldırılara başladığı o ilk günden beri, bütün suçlamalara kim, nerede, ne iftira etti, yetişebildiğimiz duyup gördüğümüz hepsine seri cevaplar vererek işe başladım. Hepsine de yetişmek zaten mümkün değildi, ama en ağır suçlamaları en ön plana alıp tek tek cevapladım. Tabii iftiraların hukuki bir yanı olmadığından yüzde yüz emin olduğum için daha çok işin siyasi, felsefi, psikolojik yönlerini ve o en ağır şartlar altında sert bir mizah kullanarak cevaplamaya çalıştım. Ergenekon iftiraları bugün gücünü varlığını hepten topyekün kaybetti, ama o saldırıların yoğunlaştığı günleri düşünün, etrafımızda bu iftiralara cevap verecek neredeyse tek kişi
gücümüz yettiğince rüyamda görsem inanmayacağım çok müthiş bir mücadeleye giriştik. Tek bir amacımız vardı, bütün medya yüzde doksan itibariyle iftiralarla saldırıyor ve sizi de yok etmeye çalışıyor, bunun bir yok etme girişimi olduğunu ta baştan biliyordum, bu yüzden yapacağım tek şey bu siteyi tutuklanan arkadaşların mahkeme ifadeleri hazırlanıp yayınlanacağı güne kadar tutmaktı. Çünkü Ergenekon sürecinde gördük ki çok insan masumca ifadesini belgeleriyle mahkemede söylüyor ama duyan yok, amaçları bu, duyan kalmasın. Bu yüzden siteyi çok canlı ayakta tutmalıyız ve arkadaşlar ifadelerini verdiğinde bu ifadeleri yüz binlerce insana ulaştırmak, işte bütün kutsal telaşımız buydu. Bu saldırıların ilk amacı bizi boğmak boğuntuya getirmekti, kırdık, aksine iftira atanları dur durak bilmeden çalışarak yazarak bataklıklarına gömüverdik, bu yüzden arkadaşlar bir gün ifadeleri verdiğinde bu büyük yandaş boğuntusu içinde kaybolmasınlar korkumuz korkuların en büyüğüydü, işte bu dört kitabın macerası kısaca budur. “Umut” baskıya karşı önemli bir silah mıdır? İnsanlar bazı zamanlarda umutsuzluğun ağına düşüp mücadele etmekten vazgeçebiliyor. Umut bugün Türkiye’de nerede? Ben umuttan mumuttan anlamam, böyle umutlu lafları da sevmem, ben işime bakarım, umut varsa da işimi coşkuyla yaparım umut yoksa da dıngılımda değil, yine büyük bir özenle işimi yaparım. Benim işim de yazarlık, üstelik edebiyatçıyım. O halde derdimi, bir avukatın hukuk dili ile değil, edebiyatın hikaye tekniğini kullanarak geniş kitlelere daha anlaşılır ve çarpıcı şekilde anlatmalıyım, kendime verdiğim görev buydu. Bu son beş senede bu birbirinden renkli onlarca arkadaşım telefonu selamı sabahı dahi kestiler, kitaplarımda bu zavallıların da
Nihat Genç
hikayeleri bolca mevcuttur. Hatta ilk operasyonlar başladığında ileride isimlerini tek tek vereceğim sevinmeye göbek atmaya başladılar, işte ne güzel foyaları ortaya çıktı, meğer derin devlet bunlarmış diye zil takıp topluca eğlendiler. Ve arkadaş çevresinden ve medyasından maliyesine kadar dolu dizgin aralıksız bir saldırı düzenlediler. O gün yazdığım bir yazıda aynen şöyle söylemiştim, ya kaçarsın ya göğüs göğüse savaşırsın, ben göğüs göğüse savaşı tercih ettim ama şu espriyi yazmadan da edemedim, bu saatten sonra kaçsan mermiyi sırtından yersin, hiç değilse mermiyi alnımızdan yiyelim, dedim. Bu toprağın en zor gününde dahi bir bilinmez gücü var, bir birikimi var. Bu birikimi oluşturan herkes artık ebedi arkadaşlarımdır. Düşünün elimizde ayağımızda yok, cebimizde beş kuruş para yok, imkan hiç yok. İşte böyle günlerde, karşı cepheyi yani elinde virüsler, bilgisayarlar, savcılar büyük bir medya olan karşı cepheyi darmadağınık ettik, kalbura eleğe çevirdik, kitaplarım bu iftiraları nasıl göğüslediğimizin bir küçük özetidir. Ambargoya uğradığınız dönemlerde özellikle genç kitleler tarafından medyada her gün gördüğümüz isimlerden bile daha çok okunduğunuzu biliyoruz. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Nihat Genç sivri tavrın-
Sözümona yazarlar kanla kelimenin aynı şey olduğunun farkında değiller
dan hiç vazgeçmedi. Korku duymadınız mı hiç? Biraz frenlesem kendimi diye düşünmediniz mi? Ben basın tarihimizde sağcısından solcusuna, ilericisinden gericisine, medya dergisine kadar en çok sansür uygulanan yazarım, buna alıştım, Leman dergisinde onlarca yıl yazdım ve yazılarımı yüz binlerce insana okuttum, peşinden hikayelerimi yüz binlerce insana taşıdım, sonra televizyon programlarıyla kendi okuyucumu kendim inşa ettim. Kimsenin röportajına, reklamına, tanıtımına muhtaç olmadım. Etrafta birbirine fare kuyruklarıyla bağlanmış, hep bir arkadaşlığa, ideolojiye ya da patrona angaje olmuş yüzlerce zavallı var. Bir zaman kendilerini reklamın gücüyle bir şey sanıyorlar ertesi gün yoklar. Bu türlerden iğrenerek kendimi geliştirdim, çok uzun yıllar aç kaldım, çok uzun yıllar parasız kaldım ama sadece edebi metinlerimin telifiyle altmış yaşına kadar hayatımı idame ettirmeyi başardım, bugüne kadar burnumdan kıl aldırmadan kelimelerimle omuz omuza geldik işte. Ben onun bunun torpili kayırmasıyla değil nara atarak bugünlere geldim, naramı duymayan kalmadı. Hadi bir daha atayım; bu beş kitabımın içinde toplasan 10-15 tane ancak var ama bu kitaplar öncesi yazdığım yüz ellinin üstündeki hikaye için söylüyorum, yazarım diyenlerin alayına, size otuz yıl avans veriyorum, bu hikayelerimden sadece bir tanesini edebi estetik değer olarak aşmaya çalışın, medyanın hayal ürünü kayırma balonları uçup biter, geriye sahici eserler kalır, olağanüstü keskin duygular, hadi, son otuz yılına bire bir şahit olduğumuz bu toprakların en trajik günlerine dair dokunuşlarınız duygularınız tasvirleriniz resimleriniz ya da derin zevkleriniz, derin mizahınız ya da derin şaşkınlıklarınız nerede, yapamazlar, henüz bu sözümona yazarlar kanla kelimenin aynı şey olduğunun farkında değiller. Onlar medyanın Fosforlu Cevriyeleri, Amerikancı sivil kurumların cicişleri. Bilge insanların ilk ve vazgeçilmez dostu, medya patronları arkadaşlar, ideolojiler değil. Kelimelerin suratları olduğunu bilmezler, edebiyatla uğraşan bir insan kelimelerden başka ata oynarsa sonları işte böyle soytarılık olur. (Aslanlı Yol'a Doğru, Nihat Genç, Kırmızı Kedi Yayınevi, 238 s.)
16
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
MEHMET EMİN YURDAKUL:
Türkçe şiirlerin şairi Mehmet Emin Yurdakul, milli bir duru la ve sorumluluk duygusuyla yaz yordu. Sanat anlay güzelin ayn zamanda iyi olmas na dayan yordu. Bu nedenle, Türklük, Türk’ün kahramanl temalar n i leyen iirleriyle tan nsa da asl nda o milletin bütün hayat cepheleriyle ilgili olmu tur CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com
Tanzimat şairlerimiz eski şiirin içeriğini değiştirdiler fakat dil ve şekil bakımından onun devamı oldular. Tanzimat, yeninin eski kalıplar içinde sesini haykırdığı bir edebiyattı. Namık Kemal’in o ünlü kasidesinde ne padişah ne de bir vezir vardır gür sesiyle kurduğu övgünün odağında. “Muini zalimin dünyada erbabdenaettir Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-isafa hizmetten” (Dünyada zalimlerin yardımcıları kötü insanlardır, insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alanlar köpeklerdir.) * “Ne mümükün zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten” (Zulmle işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak mümkün değildir, eğer kendinde o gücün olduğuna inanıyorsan insanlığın zihninden hürriyet düşüncesini yok et.) * “Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” (Ey hürriyetin güzel yüzü, ne büyüleyiciymişsin, gerçi kurtulduk esaretten fakat senin aşkının esiri olduk.) Üç beytini aktardığım ama tümü otuz bir beyit olan kasidesinde Namık Kemal zalimi ve zalime yardakçılık yapanları aşağılar. Milleti, millet yolunda fedakarca çalışanları yüceltir. Hürriyetin ne denli nadide bir değer olduğunu anlatır. Ziya Paşa da gazelinde ne kadınların güzelliğinden ne de sevgiliyle birlikte gezilen, eğlenilen gül bahçesinden söz eder. İslam ülkelerinin yoksulluğuna dikkat çeker, hükümetlerin zalimane ve insanlık dışı uygulamalarından haber verir: “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler görgüm Dolaştım mülk-i İslamı, bütün viraneler gördüm” (Küffar diyarını gezdim, köşkler
ve bayındır şehirler gördüm; dolaştıım İslam ülkelerini harabeler, viraneler gördüm.) * “Bulundum ben dahi darüşşifayı Babıâlide Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm” (Bir zamanlar ben de Babıâli denilen hastanede bulunmuştum, orada Eflatun’u beğenmeyen nicedivaneler gördüm.) * “Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm” (Bir gün adına dünya denilen ve insanların topluca katledildiği bir yere yolum düştü, orada hükümet denilen mezbahalar gördüm.) Namık Kemal’in olsun Ziya Paşa’nın olsun düşünceleri yeni fakat ifade araçları ve biçimleri eskidir. Bu durumun, onların edebiyatının daha geniş kesimleri kucaklaması ve daha geniş kesimleri etkilemesinde olumsuz bir role sahip olduğu gerçektir. Şöyle de söyleyebilirim. Eski duyarlılığı yıkan Tanzimat kuşağı yeni duyarlılığı millete taşıyacak araçları edinemedi. Bununla birlikte, belki de nedenidir, milletle buluşacak bir düşünsel berraklık ve olgunluğa da henüz ulaşmış değildi. İmparatorluğun girdiği her savaşta, savaştığı her cephede ölümcül darbeler aldığı tarihin yoğunlaştığı bir kesitte milletin beklediği ses Mehmet Emin Yurdakul’dan geldi: “Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur, Sinem, özüm ateş ile doludur, İnsan olan vatanının kuludur, Türk evladı evde durmaz giderim.” Onun 1897’de yayımlanan “Cenge Giderken” şiiri sızlayan milli vicdanlara merhem oldu. Sonu gelmeyen yenilgilerin yarattığı karamsarlık içinde havai fişekler gibi parladı ve milletin iç dünyasındaki karşılığını buldu. Mehmet Emin Yurdakul, milli bir duruşla ve sorumluluk duygusuyla ya-
Mehmet Emin Yurdakul
zıyordu. Sanat anlayışı güzelin aynı zamanda iyi olmasına dayanıyordu. Bu nedenle, Türklük, Türk’ün kahramanlığı temalarını işleyen şiirleriyle tanınsa da aslında o milletin bütün hayat cepheleriyle ilgili olmuştur. Balıkçıların, demircilerin, çiftçilerin, yetim çocukların, düşkün ihtiyarların yaşamından aksettirdiği çizgiler az değildir şiirlerinde. Emekten daima saygıyla söz etti, yoksulluk karşısında ıstırap duydu ve isyanını ortaya koydu. Tabii ki bu realiteleri millet bilinciyle bütünleştirerek işledi: “Biz Türklere çiftçi millet diyorlar. Evet, Oğuz Han gününden elimizde sapan var; Bizim için en aziz şey topraktır. En iyi hal alında ter, elde nasır olmaktır.” (Ey Genç Çiftçi şiirinden) Zaman oldu “Ey hemşehri! Sakın kesme, yaş ağaca balta vuran el onmaz” diye seslendi. Zaman oldu “Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar” diye reddiyede bulundu. Atatürk’e inandı ve onun tarihsel inşaasını sahiplendi.
Sanatını, düşünce ufkunu, siyasal çabalarını bütünüyle Türk milletinin oluşumuna adamış idealist olduğu kadar da realist bir şairdir o
Tabii ki edebiyatımızda hak ettiği yeri aldı. Belirtmem gerekir ki Mehmet Emin Yurdakul’un edebiyatımızdaki yeri hece ölçüsü düzeninde, anladığımız dilde şiirler yazmasıyla sınırlı değildir. Bunlarla birlikte ve daha önemli olanı milletleşme sürecimize yaptığı katkılardır. Sanatını, düşünce ufkunu, siyasal çabalarını bütünüyle Türk milletinin oluşumuna adamış idealist olduğu kadar da realist bir şairdir o. Birinci Dünya Savaşı yıllarında etkisi ve ünü doruğuna ulaşmıştır. Artık yanında güçlü yol arkadaşları da vardır. Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmet, Fuat Köprülü, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Celal Sılay bunlardandır. “Biz Nasıl Şiir İsteriz”, “Benim Şiirlerim” şiirlerinde poetikasını açık ve içten bir anlatımla ortaya koymuştur. Dili ve anlatımıyla olsun, duygu atmosferi ve düşünsel bakışıyla olsun onun poetikasına bütünüyle uygun düştüğü kadar etkileyicilik çıtası en yüksek şiirlerinden biri de “Bırak Beni Haykırayım”dır. Bu şiirden iki bölüm aktarmak isterim: “Ben en hakir bir insanı kardeş sayan bir ruhum Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar … Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” Mehmet Emin Yurdakul 1869 yılında İstanbul’da doğdu. Ateşini fitilleyenlerinden olduğu milletleşme sürecimizin Atatürk dönemine tanıklık etti. 1944 yılında bu dünyadan ayrıldı. Gözünün açık gitmediğini, aklının arkada kalmadığını çıkarsayabiliriz. Ne hazindir ki onun ölümünün altmış sekizinci yılında ülkemiz bölünme ve birliğimiz bozulma tehdidi altındadır. Hilafsız ve çekincesiz sesine ihtiyaç duyduğumuz günlerde yaşıyoruz. Tarih, onu bir kez daha gündemimize taşımış bulunuyor.
Aydınlık KİTAP
GÜLDEN TERAZİ
4 OCAK 2013 CUMA
17
NAMIK KEMAL’İN BIRAKTIĞI VEKALET…
Recaizade Mahmut Ekrem: Kalemi devralan kalem MECİT ÜNAL mecitunal@aydinlikgazete.com
Kapı Yayınları, romanımızın ilk örneklerini yeniden yayımlarken, Selim İleri’nin kısa bir değinisi ile yayınevi imzalı bir de inceleme eklemiş. İnceleme dört romana da salt roman penceresinden baktığı için her kitapta yazarları hakkındaki bilgi, ansiklopedik bilgi türünden öteye geçememiş. Oysa Recaizade Mahmut Ekrem, ölümünün 100. yılı yaklaşırken çok daha kapsamlı araştırma inceleme ve değerlendirmeleri hak eden bir edebiyat insanımız. “Zamanın dik durmak hakkını kaybetmiş başları arasında hiçbir gölgenin en ufak rastlamasıyla örtülmemiş başı elbette bütün gururuyla yükselebilir, tenkid ve sitem salahiyetlerine tamamiyle malik olan sesi yukardan inen bir ceza kuvvetiyle kendisini işittirebilirdi; o bu bakımdan Tevfik Fikret’le aynı seviyede, hayır, aynı yükseklikte idi.” Ona “azametli” ve “kibirli” diyenlere Halit Ziya Uşaklıgil’in “40 Yıl” adlı edebiyat anıları kitabında verdiği bu yanıt (İnkılap ve Aka, İstanbul 1969, sf. 435), Recaizade Mahmud Ekrem’in edebiyat ve aydınlar tarihindeki yeri ve önemini de gösteriyor. Ekrem Bey’in edebiyat ve aydınlar arasındaki yer ve önemini çok daha önce hisseden Namık Kemal’in 1879’un Ocak ve Şubat aylarında yazdığı iki mektuptan biri, vekalet vereceği, kalemini devredeceği iki “kardeş”ten birini “Araba Sevdası”nın yazarında bulmaktadır. (Kendisinden sonraya vekil bırakmak bir divan şiiri geleneğidir. 18. yüzyılda, divan şiirinde Reis-i Şairan seçilen şair kendisinden sonraki reisi belirleme hakkına da sahip. Bu geleneğin içinden gelip, devrimci bir yorumla ona yeni bir öz ve biçim veren büyük şair, vekalet kurumuna da devrimci bir özellik kazandırıyor.) KALEM DEVRALACAK KARDE Namık Kemal, Abdülhamit diktatörlüğünün ilk yıllarında memuriyetle sürgün bulunduğu Midilli’de hem Abdülhak Hamid, hem Ekrem beylere ayrı ayrı, ama hemen hemen aynı cümlelerle, elinden düşecek kalemi kaldıracak iki kardeşi olduğunu yazar. Recaizade Ekrem Bey’e “Hürriyet şehitlerinden sayılırım, elim kalem tutmak istemiyor” demektedir; “bununla birlikte, benim eğer elimden düşen kalemi bir gülle ile şehit olmuş bir bayraktarın bayrağı gibi kaldırmak isterseniz, uymaya hazırım. (…) Ekrem, biraz düşünelim. Bizim yaş kırka vardı. Ben ihtiyarladım, yeteneğimce ne yapabileceksem onu da yaptım. (…) İnancı-
ma göre, ihtiyarlara uymayan gençler inatçı ise, gençlere uymayan ihtiyarlar da bağnaz sayılır.” (Türkdili dergisi, Mektup özel sayısı, Temmuz 1974, sf. 117-118, Sadeleştiren: Cevdet Kudret).
KAN DE L B RKAÇ DAMLA MÜREKKEP Namık Kemal, Abdülhak Hamid’e yazdığı mektupta da şairden, kan değil birkaç damla mürekkep istemektedir: “Ademe her feyz vatandan gelir dizesi ne büyük bir gerçektir. O zamana dek her neye çalışırsam istekle çalışırdım. Şimdi ödev duygusuyla çalışıyorum. Kemal’in elinden hemen düşmekte olan kalemi –yurdu yolunda şehit olmuş bir sancaktarın başucuna dikilecek bayrak gibi- düşkünlük toprağından kaldıracak iki kardeşim var ki Ekrem ile sensin! Tanrıya ait büyük mahkeme pek yüce, tarihin gerçek yargısı çok uzaktaysa da, ikisinin önünde de benden sonra siz sorumlusunuz. Yurt bugün yazından gördüğü yararı, askerlikten başka hiçbir şeyden görmedi. Şinasi öte dünyaya göçtü. Beni önünüzde görüyorsanız çaba gösterin. Sizden kan istemiyorum; çünkü çok kolay vereceğinizi bilirim. Birkaç damla mürekkep istiyorum.” (A.g.e., sf. 120-121, Sadeleştiren: Halûk Aker). Vekaleti/kalemi Ekrem Bey aldı ve Ahmet İhsan’ın “Servet-i Fünun” idarehanesinde, Edebiyat-ı Cedide’yi oluşturacak gençlerin önünde Tevfik Fikret’e verdi.
15 YA INDA EDEB YAT TUTKUSUYLA DOLU Zamanın ölçülerine göre oldukça köklü ve kültürlü bir aileden gelen Ekrem Bey, 1847’de, İstanbul’da Tanzimat’ın tam içine doğuyor. Babası, Encümen-i Daniş ve Meclis-i Maarif-i Umumiye azası, Takvimi Vekayi ve Matbaa-i Amire müdürü yazar ve âlim Recai Efendi; oğlunu Harbiye İdadisi’ne veriyor. 1862’de ise, “Hariciye Mektubi Kalemi”nde. Henüz 15 yaşında ve edebiyat tutkusuyla doludur. Tanzimat sonrası aydın kuşağı büyük ölçüde önce bu kalemlerden, 1890’lardan itibaren de Askeri Tıbbıye, Harbiye ve Mülkiye’den yetiştiler. Tanzimat sonrası ilk kuşaktan Recaizade, bu kuşağın bütün özelliklerini üzerinde taşıdı. Eskiyle yeninin iç içe ve birlikte var olduğu koşullarda ne eski eğitim sistemine göre yetişebildi, ne de Batılı anlamda bir eğitim alabildi. Büyük ölçüde kendi kendilerini ve birbirlerini ye-
tiştiren bu kuşak, öncülerini de yine kendi içinden çıkardı. Sonuna kadar siyasi idiler. Siyasal çalışmaya doğrudan katılmayan Recaizade Ekrem bile 1880 ve 90’larda edebiyat üzerinden ideolojik bir misyon taşıdı. Faaliyetleri hep izlendi, zaman zaman endişeli günler geçirdi. Halit Ziya “40 Yıl”da, Libya’daki İtalyan propagandasını yerinde tespitle görevli heyetle gittiği Trablusgarp’tan pek sağlam olmayan bir vapurla dönen Recaizade’nin bundan kuşkulanarak İzmir’de inip yola başka bir vapurla devam ettiğini yazar.
B R AYDIN OCA I: TASV R- EFKAR Haksız da değil; Servet-i Fünuncuların tabiriyle Üstad-ı Ekrem, “Yeni Osmanlılar”ın içindeydi. Eskiyi taklitle şiir yazmaya başladığında da çok geçmeden kendisini Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr kadrosunda bulacaktı. Tasvir-i Efkâr, onun gibi, bu kuşağın daha geç doğumluları için bir okul, bir “aydın ocağı” oldu; Namık Kemal’i önder bildi, onun izinden yürüdüler. Namık Kemal’in Avrupa’da sürgün bulunduğu yıllarda Tasvir-i Efkâr, Ebüzziya Tevfik ve Recaizade gibi “Yeni Osmanlı” aydınlar tarafından yenilikçi çizgisi sürdürülerek yayımlandı. “Vakit” ve “Tercüman-ı Hakikat”te de zaman zaman yazılar yazan Recaizade, 1876’dan sonraki dönemde 1880-87’de Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye Mektebi’nde edebiyat muallimliği yaptı. Yenilikçiydi, yenilikçiliğini edebiyat derslerinde de sürdürdü. Bu da, dönemin edebiyat tartışmalarında taraf olmak demektir. Zaman zaman çatışmaya dönen bu tartışmaların öbür tarafında ise hemen her zaman Muallim Naci vardır. Halit Ziya, Muallim Naci’nin kayınpederi A. Mithat Efendi’nin korumasıyla çıkarıldığı edebiyat dünyası tahtında “müstebit bir sultan edasıyla” doğrudan doğruya dil uzatamadığı Namık Kemal yerine, onun izinden yürüyen Recaizade ve çevresindeki gençlere saldırdığını yazar. Ekrem-Naci çatışması öylesine şiddetle sürer ki, Naci, Ekrem’in Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye’den uzaklaştırılmasını yeterli bulmayarak, “gençlerin vicdanındaki kürsüsünden de” indirmeye çalışır. Ancak bunu başaramamıştır. Tam tersine, İstanbul’dan taşraya uzanarak İzmir’de yayımladıkları “Hizmet” adlı gazetede mensur şiirler yazan Halit Ziya’yı destekleyebilen kalemiyle Recaizade,
R.M. Ekrem
yeni bir kürsü kazanır. “Abes-muktebes” tartışmasında olduğu gibi, hep genç yazar ve şairlerin yanında yer alır.
GENÇLER N V CDANINDAK KÜRSÜ Recaizade’nin asıl önemi Servet-i Fünunculara öğretmen olmasından ileri geldi. Halit Ziya’nın “gençlerin vicdanındaki kürsü” dediği buydu ve saraydan tiksinti duyan meşrutiyet yanlısı gençler bu kürsünün etrafında kümelendiler. Kürsüsünden alınan öğretmen, yeni kürsüyü gençlerin vicdanında kuruyordu. Edebiyatımıza düzyazı-şiiri kazandıran Recaizade, yaşadığı koşulların bir sonucu olarak hep “içe dönük” şiirler yazdı. Resim yapar, piyano çalardı. Halit Ziya resimlerini beğenmez ama, piyanosu için şunları yazmıştır: “Piyano kadar mükemmel fakat şark besteleri için o kadar asi olan bu aleti onun gibi tahakkümle bütün incelikleri iradesine ram eden muvaffakiyetle kullanan başka bir kimseye rast gelmedim.” Edebiyatı “fikir, hayal ve his” olarak üç unsurda toplayan Recaizade’nin eserleri içinde “Talim-i Edebiyat” ile “Araba Sevdası” adlı roman önem taşırlar. “Talim-i Edebiyat” bu yolda o güne kadar yazılmış eserler içinde hemen hemen tek kitaptır ve edebiyatta estetik sorununu ele alır. “Araba Sevdası” ise yedi yıl gecikmeyle 1896’da yayımlanmasına rağmen, geliştirdiği alafranga züppe tipi Bihruz Bey’le Türkiye romanında ilk gerçekçi örneklerden biri sayıldı. Resimlenen ilk roman olan “Araba Sevdası”, bugünün gerçekliği içinde de kendine yer bulabilen bir roman olma özelliği taşıyor. Özellikle de siyasal, ideolojik ve kültürel olarak Batı’ya bağlanan “yeni-alafranga züppe” tipolojisine yüz yirmi küsur yıl önce verilmiş bir yanıt olarak...
18
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
imdi ve Burada
Kay p Deniz
Musa Anter Cinayeti
Limoni Ölüm
John Maxwell Coetzee, Paul Auster, Can Yay nlar , Çev: Seçkin Selvi, 272 s.
Özcan Yüksek, Do an Kitap, 576 s.
Orhan Miro lu, Everest Yay nlar , 377 s.
Ay e Erbulak, Destek Yay nlar , 416 s.
Okyanus aşırı ülkelerde yaşayan çağımızın iki büyük yazarı, Paul Auster ile J.M. Coetzee, yazışmalarından bir kitap yaptılar. Auster ve Coetzee’nin iki yılı aşkın bir süre boyunca Amerika ile Avustralya arasında gidip gelen mektupları, sanattan siyasete, spordan savaşlara, ekonomiden insan ilişkilerine kadar iki yazarın pek çok konudaki duygularını, düşüncelerini, gözlemlerini ve çok ilginç saptamalarını içeriyor. Bu mektuplar ayrıca, sadece iki romancının düşünce dünyasını ve çağımıza tanıklıklarını değil, aralarındaki insan sıcağını da aktardığı için benzersiz.
Nerede teki yitirilmiş bir pabuç öyküsünü işitirsen, ona kulak ver; çünkü sana, yalnızca gizemler tülünün ardına sakladığı aşkın sırrını fısıldıyordur. Hem de en önemli sırrını. “Hakikatçi” ve “Cinistan”la “Binbir Gece Masalları”nın peşine düşen Özcan Yüksek, “Kayıp Deniz”le okurları, bizzat masalların içine girmeyi başaran bir kahramanla, Korkut Can'la tanıştırıyor. Kahramanı, varoluşun ve aşkın gizemini çözmek için kıtalar, denizler aşıp ifritlerin, beden değiştiren hortlakların, ürkütücü canavarların diyarlarından geçerken “Kayıp Deniz” yerkürenin gizli belleği olan masalların özündeki hakikatlere ulaştırıyor bizi.
20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da zalimce öldürülen Musa Anter’in hayatı ve mücadelesi üzerinden, Türkiye’nin Kürt sorununda yaşadığı trajik tarihle yüzleşmeye ve hesaplaşmaya “entelektüel” bir davet... “1929-1935 yılları arasında Mardin Yatılı İlkokulunda okuyordum. Vilayet kapısı önünde teneşir tahtası büyüklüğünde iki seki yapmışlardı ve her gün o sekilerde kanlar içinde paramparça olmuş iki Kürt gencini vitrinlerlerdi. Gaye, Kürt halkının gözünü korkutmaktı. Bir gün ben oradayken, Kurdis köyünden dayım sayılan Bengo’nun ölüsünü gördüm. Çuval gibi bir katıra yüzüstü yüklemişlerdi.”
İlk romanı “Çok Şekerli Ölüm”le büyük beğeni toplayan Ayşe Erbulak, serinin ikinci kitabı “Limonî Ölüm”le bir kez daha polisiye seven okurlarıyla buluşuyor. “Limonî Ölüm”ün sayfalarında yol alırken; bir yandan zekice işlenmiş cinayetleri çözmek için serinin ilginç ve renkli hafiyeleri Zeynep ve Meral’i merakla takip edecek, bir yandan çoğumuzun yabancısı olduğu dini cemaatler ve misyonerler dünyasının kapısını aralayacak, bir yandan da aşk ve ihanet üstüne aklınıza takılan sorulara cevap arayacaksınız. Su gibi akan anlatımı ve heyecanlı kurgusu bir polisiye klasiği olmaya aday “Limonî Ölüm”ün tadı damağınızda kalacak.
Önüne Geleni Paramparça Etmek
Dünyay Deviren Kentler
Kapitalizmin K skac nda Kent ve Emek
A kta Kaybeden Büyük Filozoflar
Mike Segretto, Tembel Hayvan Yay nlar , Çev: Cihat Ta ç o lu, 200 s.
Mustafa Tabak, nsanc l Yay nlar , 80 s.
F. Serkan Öngel, Nota Bene Yay nlar , 304 s.
Andrew Shaffer, NTV Yay nlar , Çev: Mehmet Evren Dinçer, 170 s.
Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Bilmek için çok gezmenin yanında çok da okumak gerekir. Bir kenti gezmek en zorudur. Çünkü kentler iktisat, kültür, sanat gibi birçok olgunun iç içe geçtiği karmaşık yerlerdir. Bu yüzden bir kenti iyi bilebilmek o kenti farklı olgular açısından birçok sefer gezmeyi gerektirir. Buna koşut olarak o kente ilişkin çok okumayı da. Elinizde tuttuğunuz kitap, kentleri “Devrim Tarihi(leri)” açısından tanıtan gezi yazılarından oluşmakta. Ayrıca kentlere ilişkin simgeleri vermekle yetinmez, şiirsel diliyle devrimci imgeler de yaratmayı amaçlar.
Bu kitapta, küresel değer zincirlerinin mimarisi üzerinden şekillenen sanayileşme politikalarının, Türkiye açısından pek de fazla görünmek istenmeyen, etkileri irdelenmiş, aşırı sanayileşme olgusu ile kentleşme ve emek süreçleri birlikte ele alınarak, insan sağlığı, konut kalitesi, sağlıklı yaşanabilir bir çevre, çalışma yaşamı gibi değişkenler tanımlanmıştır. Bu çaba sanayileşme olgusunu fetişleştiren algılamanın ötesinde insanı ve ekosistemi temel alan başka bir algılamanın açığa çıkartılması açısından önemli bir katkı özelliği taşımaktadır.
Bilgeliklerine ne kadar hayranlık duysak da, tarih dünyanın en akıllı insanlarının aşk hayatlarındaki hayal kırıklıklarıyla doludur. Sokrates: “Ne olursa olsun evlenin! İyi bir karınız olursa mutlu olursunuz, kötü bir karınız olursa da filozof.” (Karısı hırçınlığı ile nam salmıştı.) Friedrich Nietzsche: “Ah kadınlar! Yüceyi yüceltir, aşağılık olanı yaygınlaştırırlar.” (Evlilik teklif ettiği her kadından hayır cevabı almasına rağmen teklifte bulunmaya devam etti.) Jean-Paul Sartre: “Elbette çirkin kadınlar var, ama ben güzel olanları tercih ediyorum.” (Metresini evlat edindi.)
Bir artı bir iki eder. İki artı bir üç. Ve şimdi üç, bir olmuştu ve kalan, sevgi, sevgi, sevgi, sevgi idi. Ama seni unuttuğumu sanma okur ve bu ilahi sevginin birazını da senin için ayırmadığımı düşünme; azıcık minicik bir parça ama sadece ve sadece senin için. Bu kocaman ciltli kitabıma “Önüne Geleni Paramparça Etmek” adını vereceğim, çünkü yaptığım şey tamı tamına budur; önüme geleni geriye sadece sevgi kalana dek paramparça ederim ben. Sen de paramparça edilmiş say kendini, okur. -Mary-
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
4 OCAK 2013 CUMA
19
Tao Te Ching
Muhbir
Terörle S nanmak
Torino Kefeni
Lao Tzu, Notos Kitap, Çev: Tahsin Ünal, 151 s.
B. sa Seyran, Cinius Yay nlar , 448 s.
Mehmet Bican, Truva Yay nlar , 480 s.
Jamilla Rhines Lankford, Maya Kitap, Çev: Engin Süren, 400 s.
“Tao Te Ching” 81 adet aforizmadan oluşmuştur. Tao artık bildiğimiz üzere Yol; Te (De) erdem ve bu sayede elde edilen güç; Ching (Jing) de klasik eser, külliyat gibi anlamlara gelir. Birinci kitap Yol’un külliyatı, ikinci kitap da Erdem Gücü’nün külliyatı gibi anlamlar taşımaktadır. “Tao Te Ching” (Daode Jing) aforizmaları aslında, insan zihninin, varoluşu anlama sürecine bir tür anlam kazandırmak ve bir biçimde referans noktası oluşturmak adına, sistematik biçimde birbiriyle etkileşen kavramları anlatır.
“Tanrı’ya müthiş bir huşu, tevazu ve teslimiyet içerisinde kendini vererek ibadet etmesini görünce Nafiz abinin bu karakteri ile kolayca bir tarikat kurup etrafına, uğruna ölüme gidecek kadar bağlı olan taraftar toplayabileceği gerçeği gelip beynime saplandı. Kim bilir belki de kendine müthiş bir güven duygusu veren karanlık geçmişindeki başarılarından birisi de budur diye düşünmeden edemedim. Belki de geçmişte MİT adına bir tarikat kurup başına geçmişti. Terör örgütleri, ölüm timleri, intihar komandoları kuran MİT, neden kendine ait tarikatlar kurmasındı ki?
“Bütün kalbimle söylüyorum. Bugüne kadar yazılmış en düzgün ve dürüst 28 Şubat kitabı. İçinde çok renkli anekdotlar var. Türkiye’nin yakın tarihini merak eden herkese tavsiye ediyorum.” -Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi“28 Şubat, hiç bu kadar objektif yazılmadı”, “Dikkatle okunmalı” diyen kalem ustalarının sözünü ettiği “28 Şubat’ta Devrilmek” kitabının yazarı Mehmet Bican bu kez, bu kitapta 1991-2002 arası siyaset arenasında terörle yaşananların perde arkasını mercek altına alıyor.
“Torino Kefeni” okuyucuyu, bir dedektif romanının tüm belirsizliği, bir gerilim romanının tüm heyecanı ve tehlikeli bir maceranın tüm ürpertisiyle sosyetik galalardan İrlanda barlarına, Harlem Kiliselerinden faşist dönem ve günümüz İtalyası’na kadar uzanan bir yolculuğa çıkartıyor. J. R. Lankford’un zekice tasarlanmış ve ustalıkla yazılmış bu sürükleyici romanı, bilimsel bir araştırmanın ayrıntıları ile farklı kültür ve inançları başarılı bir şekilde harmanlıyor.
Mavi Dü stasyonu
Constanbul Sultan’ n Gölgesi
Türkiye’nin Dönü üm Y llar
Küçük nsanlardan Büyük Sorular Hayli Mühim nsanlardan Basit Cevaplar
Murat Selçuk Kat o lu, Paraf Yay nlar , 128 s. Paraf Yayınları’nın şiir dizisinden, Murat Selçuk Katıoğlu’nun kaleme aldığı bir kitap. Bir Bio-Enerji uzmanının aşk serencamı... Şiirin anlamı şairin gönlünde saklıdır... Hadi!.. Tak geceyi koluna şimdi. Derinlerine sakla o hırçınlığını... En sakin halini takınıp kendine benzet beni... Azgın dalgalar uzak olsun artık bizden... Sığ sularında sev beni...
Taner Duru, Sokak Kitaplar Yay nlar , 270 s. 1438, Rumeli Boyları. Toz bulutunun içinden yıldırım gibi ilerleyen atlı, o kadar hızlıydı ki yanından geçtiği başakları, rüzgârının etkisiyle koparıyordu. Atın üzerindeki iri adam ise bir yeniçeriydi ve önemli bir haber ulaştırmak için acele etmekteydi. O sırada siyah pelerininin içinde küçük bir çocuğun korku dolu bakışları belirdi. Henüz nereye gittiğinden habersiz, şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. O sırada gözünden düşen birkaç damla gözyaşı onun hislerini ele vermişti. Mehmet’in, Rumeli boylarında geçirdiği çocukluk günleri sona ermekteydi.
I n Çelebi, Alfa Bas m Yay m Da t m, 592 s. Devletin üst katlarında ağır görevler üstlendikten sonra anı yazmak; yüzleşmeyi, hesaplaşırken hesap vermeyi, yargılarken yargılanmayı göze almaktır. Hiç de kolay değil. Sokrates’i de seveceksiniz, Aristoteles’i de. Ama doğruyu/gerçeği daha çok seveceksiniz. Hem akıl ister, hem de yürek ister bu çaba. Akıl ister; size karşın doğruyu/gerçeği çarpıtmadan, eğip bükmeden yansıtmak için. Yürek ister; değer yargılarında yansız, nesnel, dürüst olmak için. Baştan sona okuduğum yapıtında sayın Dr. Işın Çelebi bunları başarmış, kutlanası bir belgeyi tarihimizin belleğine armağan etmiştir. -Prof. Dr. Sami Selçuk, Eski Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi-
Kolektif, Domingo Yay nevi, Çev: iirsel Ta , 300 s. Önce çocuklar en iyi oldukları şeyi yaptılar ve yetişkinleri şaşkına çeviren akıl ve hayal gücü dolu sorularını sıraladılar: Deniz neden tuzludur? Neden kendimi gıdıklayamıyorum? Tanrı kimdir? Neden uçamıyoruz? Çişimiz neden sarı? Uzay ne kadar uzak? Rüyalar neden yapılmıştır? Zamanda yolculuk mümkün mü? Ve daha onlarca soru... Sonra dünyaca ünlü bilim insanları, yazarlar, filozoflar, sanatçılar her soruya, sanki kendi çocuklarına anlatırmış gibi basit ve keyifli bir dille yanıtladı.
20
4 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Ağaçta durumlar karışık Kitab n karakterleri konusunda çok gelgitler ya ad m. San r m bunun nedeni, iki k z çocu una Rodari’nin Delfin ve Marinet’i gibi, kitab s rtlay p götürecek roller biçilmemesi
İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com
Bir çocuk kitabında beni çok rahatsız eden şeyler görmedikçe kitabı kötülemek istemem. Bu yüzden “bu kitabın nesini beğendin de bu kadar övdün?” gibi eleştiriler alıyorum. Oysaki o kitaplar benim çok eğlenerek okuduğum kitaplar. Elbette her konuda olduğu gibi kitaplar konusunda da çocuklar daha seçici ve daha acımasız. Kötüye kötü demekten çekinmiyorlar. Fakat bu kitaplar benim değerlendirmeme tabi tutulduğunda, birçok etmeni göz önünde bulunduruyorum. Yeni ve hevesli yazarlar, usta yazarlar, önemli konular, iyi niyetli yayınevleri gibi. Nihayetinde çocuk kitapları iyilik, güzellik barındırır. Konuları ilgi çekici olmayabilir, ama öyle renkli öyle güzel resimlerle desteklenir ki beğenirsiniz. Basit imla hataları barındırabilir ama öyle güzel noktalara değinir ki mest eder. Velhasıl, güzel amaçlar uğruna yazılmış kitapları, ufak tefek eksikliklerini göze sokarak harcamak istemem. Gelgelelim, bu hafta okuduğum kitaplardan biri olan, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan “Ağaçtaki Ev”e. İtalya’nın en önemli çağdaş yazarlarından Bianca Pitzorno tarafından yazılmış, Nilüfer Uğur Dalay tarafından Türkçeleştirilmiş. En sevdiğim çocuk yazarlarından biri olan Gianni Rodari yüzünden, İtalyancadan çevrilmiş bütün kitapları aynı tatta bulacağımı zannediyorum. Yine aynı hevesle başladım okumaya. Başlarda heyecanlıydım, yer yer sesli de güldürdü, ama ortalarına yaklaşınca Rodari’nin eşsiz kurgularından eser bulamayınca üzüldüm. Önce biraz konusundan bahsedeyim: Bianca ve Aglaia adında iki kız arkadaş büyük bir ağacın ortalarındaki dallardan birinde yaşıyorlar. Bu dala duvarları yapraklardan örülmüş bir bina inşa etmişler. Bir gün ağaçta yalnız olmadıklarını, üst dallardan birinde yaşlı ve huysuz bir adamın yaşadığını fark ediyorlar. Çalçene Boşboğaz adındaki bu amca ile kızlar arasındaki çekişmeleri anlatıyor kitap. Fakat olaylar öyle sarpa sarıyor ki, ne karakterleri tanıyabiliyorum, ne olayları anlayabiliyorum. DELFIN VE MARINET G B DE L Kitabın kahramanları ve sonradan dahil olan karakterleri konusunda çok gelgitler yaşadım. Tek ısınabildiğim, sesi soluğu çık-
mayan, huysuz amcanın bütün elektrik ihtiyacını karşıladığı halde unutulup giden torpil balığıydı. Sanırım bunun nedeni, iki kız çocuğuna Rodari’nin Delfin ve Marinet’i gibi, kitabı sırtlayıp götürecek roller biçilmemesi. Hepsi bir yana olaylar sürekli birbirinden bağımsız ilerliyor, hiç olmadık yerlerde olmadık şeyler oluyor. Huysuz amca öyle “iyi kalpli ama biraz huysuz” değil. Sepetteki bebekleri tekmeleyen, havadaki leylekleri vuran, çocukları dövmekten beter eden bir adam. O leylekler zaten kitabın konudan sapma nedeni bana göre. Kitabın adı ve kapağı, ona doğayla ilgili bir sorumluluk yükler nitelikte. Ancak ağaçtaki evle, doğayla, doğada yaşamla ilgili yeterince betimleme yok. Aksine leylekler bir sürü bebek getiriveriyor, kızlar onlara annelik yapmaya başlıyor, toplumdan nasıl bu kadar bağımsız yaşadıklarına anlam veremediğimiz bu çocuklar ne yer ne içer diye merak bile edemeden çok çocuklu bir aile oluveriyorlar. Bebeklerin gelişini başından beri nerede olduklarını bilmediğimiz akrabalarıyla eğlenerek kutluyorlar. Huysuz amca bir yolculuğa çıkıyor, nereye gittiğini bilmiyoruz. İtalyan kızların evine Mahir Bey adında tesisatçı getiriliyor. Kitabın sonunda ağacı kesmeye ormancılar geliyor ve çocuklarla ormancılar arasında tuhaf bir savaş gerçekleşiyor. Kitabın başından beri her türlü canlıya zararı dokunan huysuz amca da bu savaşta çocukların safında yer aldığı için -kendi evi için mücadele ettiği unutulup- iyimser bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Cümleler arası senk-ronu bir türlü tutturamayan zaman kipleri de, okurken biraz zorlanmama neden oldu. Kısacası kitabın, bir olaydan, durumdan, fikirden yola çıkarak yazılmamış da, yazdıkça yönü belirlenmiş gibi bir havası var. Neyse ki ardından yine yeni kitaplardan biri olan “Hödük, Güdük, Bir de Bıdık, Rap Rap Rap”ı okudum da kendime geldim. İsmet Bertan’ın bu sıcacık kitabına ayrıca yer vermek istiyorum. İyi okumalar. (Ağaçtaki Ev, Bianca Pitzorno, Günışığı Kitaplığı, Çev: Nilüfer Uğur Dalay, 119 s.)
ÇOCUK - GENÇ
Hügo’nun Muhte em Dünyas Hügo altıncı sınıfa gidiyor. Yetişkin bakış açısından “tipik ergen”, kitabın seslendiği okurun açısından “aynı ben” diyebileceği bir karakter Hügo... Dünyanın en muhteşem sporcusu, en yakışıklı ve havalı kişisi olduğuna inanıyor. Hatta buna o kadar inanıyor ki sekizinci sınıfların ve hatta okulun en güzel kızı Viola’nın ona hayran olacağından emin. Tek sorun Viola’nın dikkatini çekebilmek. İşte Hügo’nun başına gelen muhteşem komik, bir o kadar da talihsiz olaylar bu şekilde başlıyor... Kitabın ince bir mizahla örülmüş, güncel bir anlatım tarzıyla işlenen sayfalarından akarken asıl sorunun Sabine Zett, “ben kimim?” sorusuna cevap bulmak olduğunu Mavibulut Yay nlar , düşünüyoruz. Hügo hemen hepimizin benzerini yaÇev: Zeynep şadığı okul, aile ve arkadaş ilişkileri içinde komik Alpaslan, 280 s. olaylar yaşarken aslında kendisi olmaya ve kimliğini bulmaya çalışıyor. Onun olaylara bakış açısı sizi çok etkileyecek, zihninde yarattığı dünya ile gerçek dünya arasındaki farkı görmek hayata bakış açımızı sorgulamamıza neden olacak. Acaba hangisi daha iyi; kendi gerçekliklerimizle kurduğumuz sanal dünyada mı yaşamak, başkalarının bizim için kurguladığı gerçek dünyada mı? Ya da acaba hangisi sanal hangisi gerçek?
Kütüphaneci Sincap Ormanın sessizliği sabahın erken saatlerinde bir takırtı ile bozulmuştu. Taaaak... Taaaak... Taaaak... Meşe Ağacı sarsıldı. Uçuşan kuşların kanat sesleri bütün hayvanları ürküttü. Yeşil yapraklar sallantıda hışırdadı. Küçük daldaki yeşil tırtıl durdu. Bekledi. Bu koskoca Meşe Ağacı’nda yıllardır yalnız yaşayan küçük sincap, iri siyah gözlerini açtı. Kocaman iki dişi arasındaki meşe palamudunu kemirmekten vazgeçti. Feridun Etrafı dikkatle dinledi. Birkaç dakika sonra büBüyüky ld z, yük Meşe Ağacı duruldu. Phoenix Yay nevi, Yemyeşil yapraklar, rüzgârda sakince salın80 s. dı. Orman tekrar eski sessizliğine büründü. Tırtıl küçük kıskacındaki yaprak parçasını sıkı sıkıya tutarak sakin ama kararlı yürüyüşüne devam etti. Ağacın en eski sahibi Küçük Sincap, yeniden meşe palamudunu kemirmeye başladı.
Red Kit 62 - Sarah Bernhardt Red Kit’in 62. sayısı olan 1982 yılına ait “Sarah Bernhardt”ı Morris çizmiş, X. Fauche ile J. Léturgie yazmış. Zaman zaman yapıldığı gibi, öykü gerçek bir şahıs ile abartılmış gerçek olaylar üzerine kurulmuş: “Altın Ses” olarak bilinen Fransız tiyatro oyuncusu Sarah Bernhardt’ın ilk ABD turnesi. Bernhardt’ın ABD’deki gösterilerinin sorunsuz gerçekleştirilebilmesi için hükümetçe görevlendirilen Red Kit’i bekleyen zorluklar, bu kez haydutlarla Kızılderililerden ibaret değildir. Gözetimi altındaki tiyatro topluluğunun gıdasından ulaşımına, sağlığından güvenliğine kadar her şeyinden sorumludur. Üstelik çok yakınlarda bir hain, etrafta pek çok düzenbaz varken ve Düldül’ün rolü pek küçükken…
Rene Goscinny, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Eray Canberk, 48 s.
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
4 OCAK 2013 CUMA
21
Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu Ortaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı.” Ayvazo lu: “Ben o makaleleri gazete koleksiyonlar ndan okumu , deh ete dü mü tüm. Bunlar ortaya ç karmamak gerekir diye dü ünmü tüm.” seyyitnezir@yahoo.com
Turan Alptekin, geçen hafta yayımladığımız mektubunda, temel savını şu cümleyle özetliyor: 27 Mayıs’tan sonraki yazılarında CHP’li olduğunu göstermekle birlikte, “Tanpınar’ın ‘Atatürkçü düşünce sistemi’ söyleminin yanına konabilecek tek cümlesi yoktur”. Oysa mektubunda Tanpınar ve kendisi adına savunduklarını, doğrudan doğruya Atatürk’ten verdiğimiz paragraf, daha ilk cümlesinden başlayarak, özlü ve tartışmasız biçimde ortaya koyuyor: “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır...” Tanpınar’ın 27 Mayıs’tan sonra derinleşip koyulaşan siyasal düşüncesinin daha 1940’larda Atatürkçü yönelimler taşıdığını –doktora öğrencisi Kerem Yılmaz’ın ilettiği listedeki– yazılarda açıkça görmek olanaklıdır*. Bu yazılardan bir tanesinden vereceğimiz şu alıntı bile bunu anlamaya yeter: “Bizi, üç adımda, en koyu Ortaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı. (...) Şirazesi kopmuş bir cemiyete, maruz bulunduğu ayırıcı fikirlere, doludizgin yol alan bir yığın ferdî menfaat ve ihtirasa rağmen bütünlüğünü vermek, menfi müspet bir yığın dağınık temayülü tek bir hamle halinde toplamak... İşte Atatürk’ün ilk yaptığı şey. ... Yapıcılık Türk’ün baş meziyetidir. Atatürk bu meziyete imkânsız görülecek kadar sahipti. Bu velut deha bize sadece hür bir vatan temin etmekle kalmadı. Hayatımızda en geniş ayıklamayı yaptı. Kazandığı zaferin beyhude harcanmaması için Türk milletinin hayatındaki engelleri kaldırdı. Vatanın manevi simasını yeni baştan kurdu. Mesut talihi bu işleri başarabilmek için ona İnönü’nün şahsında en kudretli yardımcıyı vermişti. Bizde en cömert manasıyla iş arkadaşlı-
ğı bu iki zekânın birbirini tamamlayışlarıyle başlar. Yaptığı işler düşünülürse, onun hayatını bir mucize gibi tanımamak kabil değildir.” (Ulus, 10 Kasım 1943) Bu sözlerin anlamı tek cümleyle şudur: Atatürk’ün gerçekleştirdiği kopuş, aynı zamanda toplumu tüm sağlıklı unsurlarıyla bütünlüklü olarak geçmişten geleceğe eklemlemektir. Aslında Tanpınar’ın düşünce ve sanatında yaşamının her döneminde ısrarla vurguladığı, geleceği kurmaya yönelik zaman ve uygarlık örtüşmesinden anladığı da tastamam budur, Atatürkçü bir yaklaşımı yansıtır. Nitekim CKM’de (Caddebostan Kültür Merkezi) Kitap Günleri kapsamında düzenlenen kültürel etkinliklerde Tanseli Polikar’ın yönettiği “Tanpınar’da Zaman ve Uygarlık Örtüşmesi” başlıklı panelde (14 Aralık, Cuma, 16:00-17:30) Seyyit Nezir, yazardaki zaman ve uygarlık kavramlarının çağdaş bilinçte ilmeklenişini ele alırken bu olguyu vurguladı; Emine Erbaş, Yusuf Has Hacip’ten Tanpınar’a zaman ve uygarlık sarmalının oluşmasını tartıştı. Bu etkinliği izleyenlerden birçoğu, ellerinde daha önce yayınlanmış kimi yazı ve belgeleri tartışmacılara vererek daha sonra da söyleşiyi sürdürdüler. Etkinliğe katılamadığı için hayıflanan Sn. Berksoy’dan ise aşağıdaki mektubu aldım; yorumu okurlara bırakıyorum:
ARA TIRMACILAR VE TANPINAR Sayın Seyyit Nezir, Aydınlık Kitap’ta yayımlanan “Marsilya Rıhtımındaki Fransız İşçi...” başlıklı yazınızı (14.12.12) bugün okudum. Hangi konu olursa olsun, eksikleri görmek, üzerinde düşünmek, onları tamamlamak bir insanın değil, insanların ömrünü aşıyor. Bu, dünyaya ait bir insanlık durumu. 18. yüzyılda yaşamış olan Diderot’nun el yazılarına, Fransızlar 1960 yıllarında ulaşabilmişler. Önemli olan, konuya azimle odaklanmak, yılmadan çalışmaktır. Edebiyat araştırmalarını daha çok edebiyat araştırmacıları ya-
par. Başka alanlardan ilgi duyanlar o alanın araştırmacılarıyla iletişim kurmadan, bilgilerini teyit ettirmeden yayımlamaktan kaçınmalıdırlar. Düştükleri durum hoş olmayabilir. Tanpınar araştırmacılarının hepsi; önemli bir düşünür, ülkesini ilgilendiren her olayı bir “hakim” gibi gözlemleyen vatansever Tanpınar’ın her kaotik siyasi durumda ülke aydınlarıyla siyasiler arasında paylaşılamayan bir entelektüel olduğunu iyi bilirler. Aydınlık gazetesinin Tanpınar’ın bilinmeyen yazılarına ulaştığını söyleyerek yayım yapması bu alanda yıllardır yapılan araştırmaları ve yayımları görmezden gelmek değil midir? [...] CKM’de 14 Aralık’ta hazırladığınız etkinlik haberini geç almış oldum. Yoksa gelip, 2010’da Strasbourg Üniversitesi’nde yaptığım Karşılaştırmalı Edebiyat doktorası tezimi (Tanpınar’ı Batı Edebiyatı’na sokan öncü olarak jürinin beni tanımladığı tezi), yani sizin eksikler olarak öne sürdüğünüz konuyu, bildiğim kadarıyla aktarmak isterdim. Bu tez, 2013 ilkbaharında Paris’te L’Harmattan Yayınevi’nden kitap olarak çıkacak. Tanıtımını kamuya yapmak üzere hazır olduğumu da belirteyim. [...] Size ve şahsınızda tüm Aydınlık yazarlarına saygılarımı sunarım. Dr. Berkiz BERKSOY Galatasaray Üniversitesi
AYVAZO LU: “BUNLARI ORTAYA ÇIKARMAMALI” CKM’deki panel sonrasında Turgay Kurnaz ve Suat Duman’ın gönderdiği belgelerse, Enginün ve Ayvazoğlu’nun yanı sıra birçok sağcının Tanpınar’a karşı izlediği tutumu apaçık sergiliyor. Belli ki, Tanpınar’ın günlükleri ölümünden sonra 45 yıl bekletilerek, “Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa” adıyla yayımlanınca (İ. Enginün - Z. Kerman, Dergâh Y., Aralık 2007) ilk günah çıkarma girişimi Beşir Ayvazoğlu’ndan gelmiştir (Türk Edebiyatı, Şubat 2008). Der-
gideki söyleşiden aldığımız kesitler şöyle: Beşir Ayvazoğlu: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlüklerinden kısa bir bölümü Kaynaklar dergisinde okuduğumuzda yıl 1984’tü. Şimdi 2008’deyiz. Yirmi küsur yılda ortaya çıkan bir metin var. (...) Sizdeki Tanpınar imajında, günlüklerin tamamını okuduktan sonra bir değişme oldu mu? İnci Enginün: Vallahi hem oldu, hem olmadı. Neden derseniz, ben Tanpınar’ın öğrencisiydim. Onun sınıftaki hallerini, nasıl ders anlattığını biliyorum. Doğrusu beni çok fazla etkileyen hocalar arasında değildi. (...) benim Tanpınar’la ilgili görüşüm zıtlıklarla doludur. B. A.: Tam anlayamadım efendim. Yani Tanpınar’ın dersleri her ne kadar kopuk kopuk olsa da kendi içinde hemen fark edilmeyen bir bütünlüğü mü vardı demek istiyorsunuz? İ. E.: Evet. İnanılmayacak bir bütünlüğü varmış. [...] B. A.: Demokrat Parti’yi ve icraatını beğenmemesi, öfke duyması, düşmanlık hissetmesi... Bunların hepsi anlaşılabilir, hatta en tabii hakkıdır. Fakat o kadar adamın idam edilmesini istemesi onun gibi bir aydına yakışmıyor doğrusu... İ. E.: Aynı düşünceleri savunduğu makaleler de var... B. A.: Evet ben o makaleleri gazete koleksiyonlarından okumuş, dehşete düşmüştüm. Bunları ortaya çıkarmamak gerekir diye düşünmüştüm, ama genç araştırmacılar bulup yayımladılar. İ. E.: Hayır, bence her şeyin ortaya çıkması gerekir. (...) Ben o yazıları doğrusunu isterseniz, Tanpınar’ın Kurucu Meclis’e girmek için yazdığını sanıyorum. “Ben de sizdenim, yaptıklarınızı destekliyorum,” anlamında mesaj iletmek maksadıyla yazıyor Tanpınar. [...] B. A.: Demokrat Parti’den bir kötülük de görmüş değil sanıyorum. İ. E.: Ama burada şahsi kötülük söz konusu değil. Devlete kötülük yaptıklarını söylüyor; fakat bu kötülüklerin ne olduğunu da söyleyemiyor aslında. [...]
22
Aydınlık KİTAP
4 OCAK 2013 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “...Ben filozofluğu sizin için yaptığımı iddia etmiyorum. Oysa siz, doktor; sizi motive eden şeyin bana hizmet etmek, acımı dindirmek olduğunu söylüyorsunuz. Bunların insan motivasyonuyla uzaktan yakından ilgisi yok. Bunlar rahiplere özgü propagandalarla kurnazca yönetilen köle zihniyetinin bir parçası. Daha derinlere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun!”
a) Andrew Jolly - Seni İçime Gömdüm b) Jean Genet - Hırsızın Günlüğü c) Iris Murdoch - Melekler Zamanı d) Anja Meulenbelt - Utanç Bitti e) Irvin D. Yalom - Nietzsche Ağladığında
2
“Yukarıdaki bulutlara ya da aşağıdaki uçuruma bakarken, bu kadının hayatındaki en önemli şey olduğunu; onun bu kayaların, bu gökyüzünün, bu kışın varlığının tek anlamı olduğunu anladı. O yanında olmasa, cennetteki bütün melekler gönlünü almak için aşağı süzülse bile umursamazdı, o yanında olmasa Cennet'in hiçbir anlamı olmazdı.”
3
a) Gerard Chaliand - Hatıramın Hatırası b) Marc Levy - Keşke Gerçek Olsa c) Moliere - Hastalık Hastası d) Michel Zevaco - Venedik Aşıkları e) Paulo Coelho - Brida
“Kuzey denizinde büyük balıklar vardır. Bunları tutarlar, diri diri nakletmek için deniz suyu dolu büyük fıçılara koyarlar. Uzun müddet büyük fıçılar içinde kalan balıklara bir nevi sıkıntı, tazeliğini, lezzetini kaybettiren ölüme yakın bir gevşeklikle pörsüten bir hal gelir. Bu vaziyetten kurtarmak için fıçılarda kedi balığı denilen küçük balıklar bulundururlar, bu küçük balıklar o kadar sürekli büyük balıkları rahatsız ederler ki büyük balıklar da daimi tahrik altında taze ve canlı kalırlar.”
a) Halide Edip Adıvar - Kalp Ağrısı b) Anais Nin - Dört Odalı Kalp c) İbrahim Altun - Üç Kırık Kalp d) Nihal Yeğinobalı - Mazi Kalbimde Bir Yaradır e) Ayşe Kilimci - Ah Benim Akortsuz Kalbim
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(e) 2-(e) 3-(a)
1
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Bir seslenme sözü 2. Ha in, kaba - Fikir, dü ünce - Molibden’in simgesi - “... Güler” (foto rafç ) 3. Nikel’in simgesi - Yunancada bir harf - Bir yaz y , bir dü ünceyi alma, aktarma, al nt 4. Tanelerinden ya ç kar lan bir tür fasulye türü - Bir cetvel türü Bir yüzölçümü birimi - Tantal’ n simgesi 5. Elyaf ndan ip ve çuval yap m nda yararlan lan bir bitki Kolayca bükülen ve ate e dayan kl liflerden olu an bir ak asbest türü - Sürekli, sonsuz 6. Roma’n n eski ad - Y lan - Eski Türklerde “totem”e verilen ad
7. Büyük ça layan, çavlan - Radyum’un simgesi - Japonya’da buda rahibesi 8. Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak - Eski Çin felsefesinde, evrenin birli ini sa layan düzen ilkesi -Çal ma, meslek 9. Kurçatovyum’un simgesi - Zeybek - Yüce 10. Al k - Sanca , yelkeni ya da sereni a a alma 11. lave - Üzülerek dü ünme hali - Tavu un belli bir yerde yumurtlamas n sa lamak amac yla konulan yumurta veya benzeri ta - Gezegenimizin uydusu 12. Alfabe - Düzgün konu an - Maden, tahta vb.’nin pürüzlerini
düzeltmek için kullan lan, üzeri pürtüklü, sert, ensiz, çelikten yap lm araç 13. Fas’ n plakas - Üye - Çin satranc - Ç dam 14. Ate - Rubidyum’un simgesi - Demir’in simgesi - Berilyum’un simgesi 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Seryum’un simgesi YUKARIDAN A A IYA 1. At e itimi - Resimdeki yazar n bir eseri - Baban n erkek karde i 2. Kay nbirader - Azotlu besinlerin vücutta yanmas yla olu an azotlu madde - Edipler 3. Lityum’un simgesi - Dolmakalem - Ya küçük oldu u halde sözleri ve davran lar büyükmü gibi olan çocuk - Ordu (k sa) 4. K salt lmadan k v rc kl k verilmi saçlar n ba çevresinde geni bir y n olu turdu u saç biçimi için kullan l r - badethane, tap nak - Büyücü 5. nce dantel - Doku teli - Çabuk, süratli 6. lgi eki - Halk n bütünü, kamu - Tav r, davran - Bal yapan böcek 7. Ut çalan kimse - Bir hayret ünlemi - Tavlada “üç” say s Berkelyum’un simgesi 8. Yunan mitolojisinde, içenleri ölümsüzlü e kavu turdu una inan lan ve esas maddesi bal olan tanr içkisi - Su yosunu 9. Deri, cilt - Evlerde oda kap lar n n aç ld geni hol 10. Bir tembih sözü - Moliere’nin be perdelik manzum komedisi - Yabanc 11. Giysinin omuzla gö üs aras nda kalan bölümüne eklenen parça - Bir Ortado u tanr s - Yabanc bir a rl k ölçüsü birimi 12. Metal üzerine kaz da ya da ah ap tornas nda kullan lan çelik kalem - Yumurta biçiminde olan, beyzi - A abey (k sa) 13. Favori - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - ridyum’un simgesi - Do um i ini yapt ran kad n 14. Rütbesiz asker - Boru sesi - Bir nota - Dü man, has m 15. Resimdeki yazar n bir eseri
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ