2013 01 25ocakkitapeki

Page 1

. KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

34 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1596

25 Ocak 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 48 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Mozart 257 yaşında

Dahiyane notalar

Yeni bir Dan Brown mu?

Tüm yeryüzünü yaşama katma sevinci

, l i ğ e d k a s a y p a t i K ! ı l a c n ı k sa

Modern sanat öcü değil bazen, cici

Arşivlerden süzülmüş gerçekler



Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Neyzen Tevfik

s. 4

27 Ocak Mozart’ın doğumgünü. Bu vesileyle hazırladığımız kapsamlı Mozart dosyasını iç sayfalarımızda bulacaksınız.

Modern sanat öcü değil bazen, cici

s. 5

Kapak: Yasak değil, uygunsuz!

s. 6

Tüm yeryüzünü yaşama katma sevinci

s. 7

“Çok sesli müziği 18. yüzyılda Avrupa’da doruğa taşıyan büyük bir besteci Mozart. Bir müzik dahisi. Yapıtları, özellikle de operaları yaşadığı döneme yenilik getirmiş. Türkler açısından da ayrıca önem arz ediyor. Türklerin Avrupa’daki görünüşlerine katkı sunar Mozart. “Saray’dan Kız Kaçırma” bu toplumun değerlerine benzer değerleri anlatır. Yine “Türk Marşı” adını verdiği bestesi vardır Mozart’ın. Kültürel etkileşimin göstergesidir bunlar. Osmanlı ile dönemin Avrupası arasında kurulan bir köprüdür, bir aktarım işlevi görür. Özellikle “Saray’dan Kız Kaçırma” sanıldığı gibi aleyhte bir çalışma değildir. Saray yaşantımızla ilgili konulara tanık oluruz. Yine kendi ezgilerimize yakın ezgiler görürürüz bunlarda. Mozart bugünün insanının da tanıması, bilmesi gereken önemli bir değerdir.” Bu sözler sanat eleştirmeni Hayati Asılyazıcı’ya ait.

Fantezinin söz hakkı

s. 8-9

Kitleleri kahramanlaştıran bilge: MAO

s. 10

Arşivlerden süzülmüş gerçekler

s. 11

Dosya: Dâhiyane Notalar

s. 12-13

Güngör Gençay’ın şiiri

Türkiye’nin yetiştirdiği büyük sanatçılardan ünlü orkestra şefi Gürer Aykal da kendisiyle yapılan söyleşilerde çok sesli müziğin ve özellikle de Mozart’ın önemine ve büyüklüğüne sıklıkla değinir. Bir söyleşide şöyle diyor: “Tamamen Mozart dinleyen, Mozart anlayan bir insan savaşmaz.” “İnsan Mozart’sız kaldı mı, bitti, her şeyi bitti. Gerçekten her şeyi bitti. Bunu birçok yerde söylüyorum.” Türkiye’nin her yerinde çok sesli müziği halkla buluşturan orkestra şefi Anadolu insanının çok sesli müziğe duyarlılığını da dile getiriyor. Buradan hareketle “Anadolu’da en çok sevilen müzisyen Beethoven’dır” diyor Gürel.

s. 14

Çarklara rağmen nefes alabilmek

s. 15

Namık Kemal’in özeleştirisi

s. 16

Paralel zamanlarda birbirine zıt kadınlar

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Mozart’ın son operası “Sihirli Flüt” Fransız Devrimi’nden iki yıl sonra tamamlanır ve sahne sanatlarında Aydınlanma felsefesinin en önemli temsillerinden kabul edilir. 1789 ile 1848 tarihleri arasında yetişen yazarların, müzisyenlerin, ressamların, şairlerin, düşünürlerin her birinin ölümsüzlüğe ulaşmaları kuşkusuz sadece yetenek ve dahilikle açıklanamayacak bir olaydır. Bir cümlenin, bir ezginin, bir resmin, bir mısranın dünyanın en büyük devletleri ve onların ordularını yerinden ettiği bu dönemin en güçlü imgelerinden biri de Mozart’dır. Operaların siyasal manifestolar biçiminde yazıldığı ya da öyle görüldüğü ve devrimin tetiğini çektikleri tarihteki tek dönem bu dönem olmuştur. Özellikle “Sihirli Flüt” ile Mozart bu döneme kusursuz şekilde ruhunu vermiştir. Son derece siyasal bir niteliğe sahip Farmasonluk için propaganda amaçlı bir opera olduğu bilinen “Sihirli Flüt” bir anlamda Beethoven’in “Erocia”sını hazırlamıştır. Diğer bir deyişle devrimin müziğini...

Çocuk-Genç: Küçük beyaz avuçta siyah burun s. 20 Sahaf: Derslerle dolu Osmanlı'nın Balkanları

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç - Ebru Baysan

Mozart’ın doğumgünü dolayısıyla hakkında yazılmış kitaplar yeniden basılıyor, yazılar yazılıyor. Biz de bu büyük besteci ve devrimciyi okurlarımıza hatırlatmak ve çok sesli müziğin önemine bir kez daha dikkat çekmek için hazırladığımız dosyayı ilginize sunuyoruz. Haftaya görüşmek dileğiyle...

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com

Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Saynur Okuroğlu

Müşteri Temsilcisi (Reklam): Kamile Karakadılar

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Yeni bir Dan Brown mu? Neyzen Tevfik

HAFTANIN PORTRES

(24 MART 1879 - 28 OCAK 1953 ) Osmanl döneminde istibdata kar , Cumhuriyet y llar nda ise devrimlere kar gelenlere yazd ta lamalar yla tan nm ; haks zl a, yolsuzlu a ve yozla m l a kar iirler yazm t r Tevfik Kolaylı, bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarıyla tanınan neyzen ve şairdir. Taşlama eserlerinin yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi olarak da bilinir. Osmanlı döneminde istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere taşlamalarıyla tanınmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre sonra serbest bırakılmıştır. Bodrum doğumlu şair, Bektaşi tekkesine mensup olmuş ve hayatının büyük bölümünü İstanbul’da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930’larda kısa süreyle kendine aylık bağlanmıştır, ancak bu süreç haricinde düzenli bir geliri olmamıştır. Hayatı boyunca sara nöbetleri ile uğraşmıştır, aynı zamanda çok içki içtiği bilinmektedir. Bodrum’da geçirdiği çocukluk yıllarında neye ilgi duymaya başladı, ancak babası izin vermedi. 13 yaşında Urla’ya taşındıktan sonra Neyzen Kazım’dan dersler almaya başladı ve ilk sara nöbetini geçirdi. Okulu bırakmasına sebep olan ve ilk önce neyin sesi yüzünden olduğu sanılan hastalığının tedavisi için annesi birçok doktora ve hocaya danıştı fakat sonuç alamadı. İstanbul’daki bir doktor sayesinde hastalığını kontrol altına alabildi ve ney çalmasına izin verildi. Eğitimini bitirmesi için babası tarafından yatılı olarak İzmir İdadisi’ne gönderildi fakat sara nöbetleri yüzünden eğitimini tamamlayamadı. İzmir Mevlevihanesi’ne giderek kendini neyine verdi. İzmir’in bu yıllarda istibdat yönetimi tarafından sürgün yeri olarak kullanılmasının neticesinde, kovulan aydınların uğrak yeri olan bu mevlevihanede Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref ve Ruhi Baba gibi ünlü kişilerle ta-

nıştı. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldığı bu kişilerden Şair Eşref aynı zamanda ona hicvi öğretti. Bu sayede 13 Mart 1898’te Muktebes dergisinde ilk şiirini yayımlattı. 19 yaşındayken babası eğitim için bu sefer İstanbul’a gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçiren Tevfik, Mehmet Akif Ersoy’la ve onun yardımıyla dönemin seçkin sanatçılarıyla da tanıştı; Mehmet Akif Ersoy’dan Fransızca, Arapça ve Farsça dersleri aldı, aynı zamanda ona ney öğretti. 1900’de bir plak doldurma girişiminde bulundu. Gülistan Plak Mağazası’nın sahibi Hafız Aşir Bey’le beraber yaptıkları denemelerde çok içkili olduğu için plaklar zar zor doldurulsa da yine de piyasaya sürüldü. Bu dönem, saray çevresince bile davet edilen, köşk, yalı ve konaklara çağırılan meşhur bir neyzen olmuştu. 1902 yılında bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi Tekkesi’ne devam ettiği bu zamanlarda Şeyh Mümin Paşa’dan nasip aldı ve hayatının geri kalanını da şekillendirecek bu inancı ve biçimi benimsedi. Cumhuriyetin ilanı sıralarında kardeşinin yanına Ankara’ya gitti ve 1926 yılında tanışacağı Mustafa Kemal’i ve Kurtuluş Savaşı’nı yücelten şiirler yazdı. 1940’larda valinin izni ve doktor olan bazı dostlarının yardımı ile Bakırköy Akıl Hastanesi’nde 21 numaralı koğuşa tam anlamıyla yerleşti. Otel odası gibi kullandığı bu koğuşta ve hastanede çevresine yine şiir ve felsefe ile ilgilendi. 9 Mart 1946’da basın yararına bir konser verdi. İhsan Ada, sonunda 1949 yılında, onun gözetimi altında, eserlerini “Azâbı Mukaddes” adı altında kitaplaştırdı. 1950’de “Onu Affettim” ve sonra “Ağlayan Şarkı” adındaki 2 filmde rol aldı. Arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yıl olan 1952’de Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübilesini yaptı.

K smen tarihî gerçeklere dayanmas , sanat eserlerinden örnekler vermesi, bilgilendirici özellikler göstermesi bir fark yarat yor muhakkak

DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Kanadalı yazar D. J. McIntosh’un ilk romanı “Babil Cadısı” raflardaki yerini aldı. Doğan Kitap’tan çıkan kitap, yazarın “Mezopotamya Üçlemesi” ismini verdiği serinin ilk kitabı. Roman polisiye/gerilim türünde. Önemli bir tarihi eserden yola çıkarak tarihi eserin kaybolmasıyla peşi sıra gelen ölümleri, gizemleri ve bulmacaları içeren roman, tarih ve sanat tarihinden yola çıkılarak kurgulanmış. Yazardan bahsetmek gerekirse ülkemizde tanınmıyor ve yayımlanan ilk kitabı “Babil Cadısı”. Daha evvel iki öykü kitabı yayımlanmış ve bunlardan biri ödül almış. Yazarın en iddialı eseri kuşkusuz ki bu romanı ve yazacağı serinin devam kitapları. Yazarın, yurtdışında olduğu gibi kitabın arka kapağında da Dan Brown’un tahtına aday olduğu söyleniyor. Roman gerçekten de Brown’un kitaplarıyla benzer özellikler taşıyor ve onun tahtına adaylıktan ziyade bir farklılık yaratmayarak tahta ortaklıkla yetineceğini gösteriyor. Tabi Brown’un edebiyattaki tahtı da tartışılması gereken ayrı bir nokta.

TAR H NDEN KOPARILANLAR Romanın konusu ABD’nin Irak işgalinin hemen öncesine dayanıyor. ABD’li bir arkeolog Bağdat müzesine yapılan yağmalamadan önemli bir tarihi eseri savaş bittikten sonra iade etmek üzere ABD’ye götürür. Tarihi eserden ve değerinden haberdar olanlar arkeologdan çalmak için harekete geçerler. Ancak arkeolog kardeşiyle beraber bir trafik kazası geçirir ve ölür. Kardeşi hastanedeyken, en yakın arkadaşı eserden haberdar olur ve eseri satmaya çalışır. Ancak işler istediği gibi gelişmez ve öldürülür. Tehlikenin daha önce farkına vardığı için eseri saklar ve arkeologun kardeşine bulmacalar bırakarak eseri bulmasını ister. Kurgu bol bol tarihi olaylarla özellikle de Mezopotamya uygarlıklarının efsaneleri ile örülmüş. Aynı zamanda sanat tarihi, simya, cadılık gibi konularda olay örgüsünü destekleyici nitelikte. Kitapta bahsedilen sanat eserle-

D.J. Mclntosh

ri ve tarihi eserlerle ilgili resimler de mevcut. Konu ve bulmacalardan da anlaşılacağı üzere kitap “Da Vinci Şifresi”, “Melekler ve Şeytanlar” gibi tüm dünyada oldukça popüler olan kitapları anımsatıyor. Bu tarz romanlar, çok satan “sabun köpüğü” kitaplar arasından bir nebze sıyrılıyor. Kısmen tarihi gerçeklere dayanması, sanat eserlerinden örnekler vermesi bilgilendirici özellikler göstermesi bir fark yaratıyor muhakkak. Ancak yine de okunması ve çok satması için tamamen buna dayalı, bilgilendirmeyi amaçlamaları mümkün değil gibi gözüküyor. Çünkü sadece olay odaklı okumak istiyorsanız, bilgilendirme kısımlarını atlayarak da kitabı rahatlıkla bitirebilirsiniz. Belki de iki tip okuyucuyu da kazanabildiğini söyleyebiliriz: hem macera okumak isteyenler hem de kısmen daha nitelikli kitap okumak isteyenler. Bu tarz kitapların daha çok yazılması ve okunması iki okuyucuyu da kapsayan bir piyasa anlayışından ileri geliyor olabilir. Özellikle yayınevleri için ikinci Dan Brown vakası kuşkusuz kârlı olacaktır. Hatta film sektörüne yansımalarını da düşünürsek kârlı ayrılacak bir sektörden daha bahsedebiliriz. Sonuç olarak keyifli bir kitap okuyabileceğiniz ortada. Eğer tarih, sanat tarihi, simya gibi konular ilginizi çekiyorsa kısmen ilginç bilgiler dahi öğrenebilirsiniz. Beğenenler içinse ikinci kitabın yolda olduğunu da belirtmekte fayda var. (Babil Cadısı, D.J. McIntosh, Doğan Kitap, Çev: Yeşim Seber Kafa, 444 s.)


Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

5

Modern sanat öcü değil bazen, cici nkâra gerek yok, ço umuz modern sanat n pek çok i ini sevmemi ve bunu dile getirmeye zaman zaman çekinmi izdir. Hele hele sanat kuramlar n su gibi içti imize inanm yorsak, ço u zaman sessizli i seçmi izdir. te bu kitap, bu s k nt ya kap lan sanat merakl lar n n yüre ine su serpiyor MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com İlginç davranışları olan varlıklarız biz insanlar. Bir toplantıya katıldığımızda, bu sevdiğimiz bir yazarın ya da yönetmenin söyleşisi olabilir mesela, konuşmacıyı uslu uslu dinleriz. Söyleşinin sonunda yapılan soru-cevap kısmına geldiğimizdeyse usluluğumuz minik bir tedirginliğe dönüşür. Zira konuşmacı ya da sunucu, “sorusu olan var mı” diye sorup etrafa bakar ve biz çok da belli etmemeye çalışarak etrafı izleriz. Sorumuz varsa da, yoksa da. Sorumuz yoksa, “bir soru sormalıyım, ayıp olacak konuşmacıya” diye düşünürüz; sorumuz varsa, bir öncüyü bekleriz, içimizden, “birileri sorularını sorsa da, ben de sorumu soruversem” diye geçiririz. Sonra o öncü -muhtemelen ya o söyleşinin konusunda deneyimli olduğunu düşünen biridir, okuldaysak da muhtemelen hocamızdırsorusunu sorar. Konuşmacının yanıtıyla ortam ılımaya başlar ve sorusu olan herkes el-

lerini pıtır pıtır kaldırıp sorularını sormaya başlar. Hatta çoğu zaman soru sorma kısmı iş sıkıcılaşmaya başlayana kadar da uzar. Bu huyumuz başka konularda da belirir. Mesela bir klasik müzik konserinde çalınan her eserden sonra da benzer bir sessizlik oluşur. O şarkıyı bilen ve kendine güvenen birisinin ellerini ilk iki çırpışından sonra salonu ölçülü bir alkış merasimi doldurur. Salon ısındıktan sonra da iş bise, hatta ikinci bise, bazen de üçüncü bise kadar gider. Bunun gibi durumlara sadece salonlarda gerçekleşen etkinlerde rastlanmaz. Örneğin bir resim sergisinde de benzer şeyler yaşanır. İlk önce grubun öncüsü eserle ya da sanatçıyla ilgili kısa bir yorum yapar, ardından da diğer katılımcılar. İş modern sanata dair bir sergiye geldiğindeyse durum biraz daha garip bir hâl almaya başlar. Zira deneyimli ya da bilgili denilebilecek kimseler dahi modern sanat eserleri karşısında “aciz” kalabilir. Bahsettiğimiz acz tırnak içinde bir acz, zira takdir edersiniz ki, modern sanatın ürünlerini anlama yolu klasik ürünlerden

farklıdır. Ya eserin kendinden öncekilere dair bir birikiminiz olmalıdır ya da o esere dair ön okumanız. Ya da belki de birkaç anahtar kelimeyi içeren sağlam bir “sallama” beceriniz. Alırsınız anahtar kelimelerinizi elinize, oynar durursunuz afili sözcüklerinizle. Tabii biliyoruz, siz bunu yapmazsınız, ama çoğu “sanatsever” için vazgeçilmezdir bu taktik. Hayır, bunu sadece ben söylemiyorum; düşüncelerimi “Bunu Ben de Yaparım! Modern Sanat Kullanma Kılavuzu” kitabının yazarları Christian Saehrendt ve Steen T. Kittl ile paylaşıyorum. Kendileri hatrı sayılır işler yapmış sanat tarihçileri. Çekinmemişler, söyleşide ilk soruyu soran ve konserde ilk alkışı patlatan kişiler olmuşlar ve okurlarına, “kral çıplak!” demişler. Hem de bunu öyle boğucu bir dille, sıkıcı ve büyük bir ön okuma gerektiren bir şekilde yapmamışlar. Tatlı dilleri haklı eleştirilerini öyle güzel anlatmış ki, kitapta -hayatında bir kere bile modern sanatın zırvalarına maruz kalmış olan bir insanda bile oluşabilecek olan- bir sarılma duygusu yaratmış. İnkâra gerek yok, çoğumuz modern sanatın pek çok işini sevmemiş ve bunu dile getirmeye zaman zaman çekinmişizdir. Hele

hele sanat kuramlarını su gibi içtiğimize inanmıyorsak, çoğu zaman sessizliği seçmişizdir. İşte bu kitap, bu sıkıntıya kapılan sanat meraklılarının yüreğine su serpiyor. Tabii, “Allah bu modern sanatı icat edenin de onu icra edenin de topunun belasını versin” demiyor. Sadece, “sakin olun” diyor, çok büyük “sanat markalarının” bile size sunduğu “eserler” aslında o kadar da iyi olmayabilir. Sonra da, şu veya bu sebeple krala çıplak diyemeyenlerin de etkisiyle bu işin cılkının nasıl çıktığını anlatıyor. Ve okura bir tür “sanat diyeti” yapmasını öneriyor. Bu diyette neleri yiyip neleri yemeyeceğimizi ise fevkalade eğlenceli örneklerle anlatıyor. Bu sayede görüyoruz ki, aslında modern sanata tatlı bir giriş de mümkünmüş meğer. Ve kitabın sonuna geldiğimizdeyse, modern sanat akımlarından keyifle haberdar olmanın, sanat ticaretinin oyunlarına kanmamanın, sapla samanı ayırt edip dışı cilalı içi boş sergilerden uzak durmanın mümkün olduğunu görüyoruz bizler. (Bunu Ben De Yaparım, Christian Saehrendt/ Steen T. Kittl, Ayrıntı Yayınları Çev: Zehra Aksu Yılmazer)


6

Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

KAPAK

ARTIK RACON DEĞİŞTİ

Yasak değil, uygunsuz! Bugün Türkiye'nin yay n hayat , yaz l olmayan yasak ve sansürlerin uyguland bir dönemi ya yor. Bu racondur MEHMET BOZKURT -Şeker Portakalı, Fareler ve İnsanlar ve Zıkkımın Kökü. Yasak mı bu kitaplar? -Olur mu öyle şey! -Bu kitaplar uygunsuz görülmüş. -Aman efendim, 128 sayfanın üçü beşi. -Kitap yasak mı yani?! -Yoook canım, artık yasak kalktı. -Bu kitaptan çocuklara ödev vereceğim. -O ödev uygun olmaz. -Neden? Bir karar mı var? -Yooo, racon böyle! Artık yasak kitap yok, uygunsuz birkaç sayfa var. 3. yargı paketi mecliste kabul edildi, 453 kitap, 645 gazete, dergi üzerindeki yasak kalktı. Kalktı dediysek, artık herhangi bir belgenin üzerinde “bu kitap yasaktır” diye yazmıyor. Ama kitaplar “uygunsuz” görülüyor. Yazılı olmayan yasaklar devrede. Racon böyle. Bir veli çocuğunun elinde bir kitap görüp Başbakanlık İletişim Merkezi’ne hemen bir e-posta gönderirse, o ödevi veren öğretmen hakkında soruşturma başlatılabiliyor. Kitap yasak mı? Değil. Ya da, İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü Kitap İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” adlı kitabının bazı bölümlerini sakıncalı bulabiliyor. Kitap mı sakıncalı? Değil. Sadece birkaç sayfa. Olaylar şöyle gelişti: 2013’ün ilk günlerinde, 1937 yılında John Steinbeck tarafından kaleme alınan ve dünya klasikleri arasında yer alan “Fareler ve İnsanlar” adlı kitap bir velinin şikayeti üzerine, İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu tarafından sakıncalı bulundu. İzmir İl Milli Eğitim Müdürü Vefa Bardakçı basına, kararın bir velinin şikayeti üzerine alındığını söyledi. Bardakçı yasak kararını savunarak, “Kitabı okumadım ama o bölümleri okudum valla bir gencin çok da bilmesi gereken şeyler değil bunlar diye düşünüyorum” dedi.

KAYET BA BAKANLI A İstanbul Bahçelievler’de Behiye Dok-

tor Nevhiz Işıl İlköğretim Okulu’nda görev yapan 7. sınıf Türkçe öğretmenine “Şeker Portakalı” kitabını okuttuğu için soruşturma açıldı. Çocuğunun “Şeker Portakalı” isimli kitabı okuduğunu gören bir veli öğretmen hakkında Başbakanlık İletişim Merkezi’ne (BİMER) yazdığı şikayet dilekçesinde kitabın Türk örf ve adetlerine aykırı olduğunu ve argo kelimeler içerdiğini belirtti. BİMER’in talimatı üzerine Bahçelievler İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, kitabı ödev olarak veren Türkçe öğretmeni hakkında soruşturma başlattı.

ZIKKIMIN KÖKÜ Bütün bunlar medyanın, “Yasak kitaplar özgürlüğüne kavuştu” haberlerini yayımladığı sırada oluyordu. Aziz Nesin öyküsü gibi... Bursa’nın Osmangazi İlçesi’nde Ziya Gökalp İlköğretim Okulu Türkçe Öğretmeni Saadet Kermen, 7. sınıf öğrencilerine Muzaffer İzgü’nün “Zıkkımın Kökü” adlı kitabını okuyup özetlemelerini performans ödevi olarak verdi. Bir velinin konuyla ilgili “şikayetini” değerlendiren Osmangazi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Kaymakamlık olu-

ruyla komisyon oluşturdu. Komisyon, “Zıkkımın Kökü” adlı eseri inceleyerek “Bahsi geçen okul öğrencisinin sınıf düzeyi dikkate alındığında, ergenlik döneminin ve cinsel gelişimin ön plana çıktığı bu dönemde, her bireyin hazır bulunuşluk ve algılama düzeyi farklılık yarattığından 7. sınıf seviyesine uygun farklı bir kitap önerilmesinin daha yararlı olacağı” kararına vardı.

CENNET CENNET DED KLER Yunus Emre’nin yüzlerce yıllık şiirini bile sansürlediler. 10. sınıf “Türk Edebiyatı Ders Kitabı”nda yer verilen “Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/Bana seni gerek seni” dörtlüğü yayınevi Fırat Yayıncılık tarafından “sansürlendi”. Kitapta Yunus’un söz konusu şiiri 8 kıtadan oluşmasına karşın 7 kıta olarak kitaba yansıdı. Kitabı inceleyen Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu da sansürlenmiş haline “beklenen kazanımlar sağlandığı” görüşüyle onay vermiş. “Şeker Portakalı”, “Fareler ve İnsanlar” ve “Zıkkımın Kökü”. Bu üç kitapla ilgili herhangi bir toplatma kararı yok. Kitaplar “yasak” değil! Peki, bu olanlardan sonra öğretmenler öğrencilerine bu kitaplarla ilgili ödev verirken

kaç kere düşünür?

RACONA UYMAYAN K TAPLAR DÖNEM Bugün Türkiye’nin yayın hayatı yazılı olmayan yasak ve sansürlerin uygunlandığı bir dönemi yaşıyor. Bu racondur. Yasak kararı, beğenelim ya da beğenmeyelim bir gerekçeye dayanır. O gerekçe yasal düzenleme çerçevesindedir. İtiraz yolu açıktır. Bugün, kitapların yasaklanmasını bırakın, yasaklar kalkıyor. Ama hukuk dışı, yazılı olmayan bir yasakçılık devreye giriyor. Bunu kim uyguluyor? Raconu bilenler. Yazılı hukuk kurallarına karşı yazılı olmayan raconun kuralları. Yayıncılık, fikir işçiliği bu tehlikeyle karşı karşıya. Yasaklı kitap yok ama örgütsel döküman olarak toplatılan kitaplar var. Hem de basılmadan. Bir yazar düşünce suçundan cezaevine atılmıyor artık. Günümüz yazarlarının “terörist” olduğu ortaya çıkıyor. En çok tutuklu gazetecinin olduğu ülkeler sıralamasında birinciyiz. 2012’nin en çok satanları cezaevinden yazıldı. Uygunsuz görülen “Şeker Portakalı”, “Fareler ve İnsanlar” ve “Zıkkımın Kökü” internetten en çok siparişi verilen kitaplar oldu. Artık “yasak” kalktı. Racona uymayan kitaplar dönemindeyiz.


Aydınlık KİTAP

7

Tüm yeryüzünü yaşama katma sevinci Okurken insan sanki özüne, do aya dönüyor. Giono, zengin hayal gücünü bu çal mas nda da hayranl k uyand racak düzeyde ortaya koyuyor ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Büyükşehirlerin keşmekeşi, kalabalığı ve curcunası ortasında boğulan, beton ve cam köşklerden kendine az da olsa yer bulabilen birkaç parça yeşile ve arada sıkışıp kalan maviye bile hasret modern zamanların insanının sıklıkla duyduğu özlemin bir diğer adı değil midir doğa? Hızla gelip geçen yaşama kısa bir ara “yavaş” dedirten bir kitap okudum. Sayfalarda sakin, huzurlu bir yolculuğa çıktım. Yemyeşil kırlarda, mavi bir sonsuzluk altında, kadim dostuyla buluşmanın mutluluğu gözlerine yansıyan insanla tanıştım. Tıpkı küçük bir çocuk gibi; saf, umutlu, mutlu bir insanla… İşte doğa tutkunu Fransız yazar Jean Giono’nun “Sevincim Eksilmesin Yeter Ki” romanını okurken insan sanki özüne, doğaya dönüyor. Genellikle Fransa’nın Provence bölgesinden seçtiği konuları işleyen Giono, zengin hayal gücünü bu çalışmasında da hayranlık uyandıracak düzeyde ortaya koyuyor. Kendisi de bir dağ kasabasında doğan ve yazlarını çoban ailesinin yanında geçiren Giono, kimilerine yurt olan Gremone yaylasına götürüyor bizi. Tarlaların açıklarından ve içerisinden maral, yavru geyik sürülerinin geçtiği, gölgeli, gizemli havasıyla “Gremone Ormanı”; her mevsim başka bir duyguyu bağrında filizlendiren bir orman. Uzun bir zaman sonra, bir şeylerin değiştiği orman. Ormanda daha şimdiden büyülü bir sevinç vardı. İlkbaharın gece şenliği başlamıştı. Açılan tomurcukların ışığında yeni yeni odalar, yeni yeni filayakları, yeni yeni koridorlar, yeni yeni dal iskeleleri seçiliyordu. Her yerde tomurcuklar açıyordu. Tüm ağaçlar yeni yeni yapraklarıyla balkıyordu. Yılın ilk şarkısını tutturan bir ormanda kimi zaman bir geyik gülümsüyor, kimi zaman yeller konuşuyor. Akağaçların zaman zaman ağladığını da şahit oluyorsunuz. Ka-

J. Giono

dınların gizemli dilini ise ilginç hikâyelerle anlatan romanda bazen de akağaçların ağladığını görüyorsunuz.

BAMBA KA B R HAYATA MERHABA Ve bir gün kendi başlarına küçük dünyalarında yaşayan, yaşadığı gibi düşünen insanların hayatını değiştiren bir olay gelişir. Romanımızın kahramanları Jourdan ve karısı Marthe’yi Bobi isminde bir şair ziyaret eder. Bir insan bazen çok şeyi değiştirebilir evet, ama bazen de her şeyi değiştirir. Bobi de işte böyle bir insandır. Bambaşka bir hayatın da olabileceğini gösterme gayretindedir, küçük dünyalarında yaşayan insanlara. İnsanın özünü, doğayı, yaşamı ve umudu yüceltme peşindedir Bobi. Özgürdür çünkü düşleri vardır. Ve düşünü düşler. Tasarısını düşünür. Geyik, marallar, çiçekler, sevinç arayışı… Sevinci ekecek, köklendirecek, toprakta milyonlarca kökle, havada milyonlarca yaprakla, tek bir çayıra dönüşmesini sağlayacaktı. Dans eden deniz, dans eden ırmak, dans eden kan, dans eden otlar, durmaksızın dönüp duran tüm yeryüzü gibi yaşama katılmasını sağlamalıydı. Fransa’nın güneyinde, 19. yüzyılın başlarında, Provence’ın ılık Akdeniz ikliminde taptaze bir rüzgârı duyumsadığınız oluyor yüzünüzde. Kimi yerinde insanın basitliği sergilenirken kullanılan cümlelerin konunun önüne geçer gibi olmasına rağmen insanı insanlaşmış doğasıyla buluşturuyor “Sevincim Eksilmesin Yeter Ki”. Düş gücünü zorlayan, edebi tadın damağınızda kalacağı bir roman aynı zamanda. (Sevincin Eksilmesin Yeter Ki, Jean Giono, YKY, Çev: Orçun Türkay, 385 s.)


8

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

Fantezinin söz hakkı M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “İnsanlığın başardığı her şey yaratıcı fantezinin sonucudur, öyleyse hayal gücünü küçümsemeye ne hakkımız var?” Carl Gustav Jung Elimden geldiğince, incelemeye değer eserler de yayıncılar tarafından raflara taşındıkça, bu güne kadar fantastik kurgu, bilim kurgu, çizgi roman ve korku edebiyatı eserlerine değinmeye gayret gösterdim. Alt türleri, yazarları okurlara tanıtmaya çalıştım. Elbette haftalık, bir gün var olup ertesi gün rahatlıkla unutulacak bir yayının içerisinde düzenli yazmanın ortaya çıkardığı sorulardan bazıları şunlardır; söylediklerinizi gerektiğinde tekrar etmeli misiniz? Hangileri okuyucuda yer etmiş, hangileri çoktan unutulmuştur? Referans göstereceğiniz yazı, okurun yüzde kaçına daha önce ulaşmıştır? Bütün bu sorular sonrasında, belirli şeyleri ele almak itiraf etmeliyim ki zorlaşıyor. Bunun altından, aynı şeyleri tekrar etmemek, yeni şeyleri söylemeye de fırsat tanımak adına sıklıkla yazılarımda falanca tarihteki yazıma yönelik düştüğüm kısa notlarla kalkmaya çalışıyorum. Şu ana kadar, en azından gelen e-postalar doğrultusunda okurun da bundan memnun olduğunu söylemem mümkün. Ancak öyle durumlar oluyor ki dilim döndüğünce her şeyin en başına dönüp, bir kez daha hatırlatmak, farklı unsurları da barındıran yeni bir üslupla sıkılmadan tekrar anlatmak zorunda kalıyorum. Son bir ay içerisinde, fantastik kurgu, bilim kurgu, korku edebiyatı ve çizgi romanlara yönelik, üzerine titrenmesi gereken pek bir kitabın raflarda yerini almaması sebebiyle ortalama çizgimin dışında farklı türlerde yine değerli gördüğüm eserleri, yazarları tanıttım. Farklı türlerde yazarları tanıtmamın okurum üzerinde olumsuz izlenim oluşturacağından çekiniyordum fakat sizlerden gelen tepkiler bütün bu şüphelerimi dağıttı. Bu süre içerisinde –aslında ta başından beri- Aydınlık Kitap dahil, diğer dergi, kitap eki ve platformlarda gerek fantastik kurgu, gerek bilim kurgu alanında yazılan yazıları sıklıkla takip ettim. Verilen hatalı bilgilerin, yanlış ve eksik yorumların, kitaplar ve yazarlar hakkında eksik bilgilerin sınırı yoktu. Özensizce yapılmış internet aramalarında karşılarına çıkan ilk cümleler aceleyle yazıların mottosu haline getirilmiş, yazılar daha doğmadan sakat bırakılmıştı. Hepsinin ötesinde, kurguların alt ve üst türlerine yönelik yansıtılan bilgisizlik sonsuz bir uçurumdu. Yine bu yazıları kaleme alan

yazarların bir kısmı hiç olmazsa okura saygı kapsamında, bahsi geçen türlerde uzman olmamasına karşın, yalın bir okur gözüyle kitabı veya yazarı incelediğini dile getiriyordu. Bu elbette mümkündü. Ancak görüşlerinin yanına eksik ve hatalı bilgileri eklemelerinin (bunlardan örnekleri yazı içinde sıkça göreceksiniz) pek de affedilir yanı ne yazık ki yoktu. Esasında bir açıdan, bu tip yazıların, türle daha önce karşılaşmamış “yalın okur” üzerinde, bir de eksik bilgiyle nasıl etki yaratacağını bizlere gösteren değerli, incelemeye değer bir yanı da mevcuttu. İşte tam da bu değer üzerine, belirli sisleri dağıtmak amacıyla, fantezinin başlangıcına ve tür ayrımına yönelik temel bilgileri kısaca ele almaya çalışan bir yazıyı kaleme almak zorundaydım çünkü karşılaşılan hatalı çıkarımlar ve tür üzerine yanlış anlaşılmalar pek çok açıdan ürkütücüydü…

“ZAN”DAN “B LG ”YE Hemen, karşılaştığım bir yazıdaki eksikliklerle başlayarak, konuyu “zan”dan “bilgiye” taşıyalım. Karşılaştığım yazıda, yazar, “fantastik” kelimesinin Türk Dil Kurumunda bulunan anlamından yola çıkarak tür olarak fantezi edebiyatının (veya fantastik kurgu) kendince tanımına varıyordu. Efendim, birkaç farklı yazıda daha önce de rastladığım bu düşüncenin çarpıklığı şöyle ki; bu mantık silsilesiyle bilim kurgu edebiyatını tanımlamak için de “bilim” kelimesinin anlamına bakıp, içinde bilimsel herhangi bir veriyi bulunduran her kitabı da bilim kurgu eseri olarak ele almak gerekir -bu durumda kitapta birinin damdan düşmesi de bilim kurgu eseri olması için yeterlidir, yerçekimi kanuna uymaktadır ne de olsa. Bu savını desteklemek amacıyla da Ursula K. Le Guin’den yaptığı “fantezi iç benliğin dilidir” alıntısını öne sürerek Kafka’nın “Dönüşüm”ünün dahi bir fantastik kurgu sayılabileceğine yönelik savıyla ilerliyordu. Öncelikle bu alıntının, fantezinin tanımını yapmaya yönelik olmadığı, fantezinin içeriğine yönelik bir ayrımsama olduğu açıktır. Eğer alıntı, “fantezi sadece” şeklinde (sadece kelimesine dikkat) başlıyor olsaydı hatalı çıkarımına yönelik hiç olmazsa somut bir done elinde bulunacaktı. Kaldı ki içerisinde belirli katmanlarda fantastik kurgu öğeleri bulunduran her kitap da fantezi edebiyatı kapsamında değerlendirilmemelidir, değerlendirilemez. Kafka’nın “Dönüşüm”ü, bir tür ayrımına indirgenemeyecek bir klasik olmasının

ötesinde, yine de yapılacaksa içerisinde fantezi unsurları da bulundurduğu için fantastik kurgu değil, daha yoğun tema ve kalıplarını içerdiği “grotesk korku” edebiyatı kapsamında değerlendirilebilir. Yine yazarın örneklediği ve cüzi miktarda fantezi unsurları içeren George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” klasik bir distopyadır ve bir bilim kurgu eseridir. Fantezinin hayal gücünden besleniyor olması, bir edebiyat türü olarak kalıp ve formlarının da hayali olduğu veya yok olduğu anlamını taşımaz. Tür ayrımına yönelik daha pek çok yazıda karşılaşılan bu karışıklığın, yazarlar ve eleştirmenler dâhil elbette pek çok sorumlusu mevcuttur. Ancak birincil sorumlu aranacaksa, sorumlu, fantezi eserlerine yıllarca burun kıvırarak (ülkemizde buna, bir de geçmişimizden gelen fazlaca yazarına rastlamadığımız bir tür olması engeli de çıkıyor) ciddi bir araştırmaya girmeyen akademisyenlerdir. Neyse ki dünyada sayılı da olsa, fantezi edebiyatı üzerine eğilen, makaleler ve araştırmalar yayınlayan akademisyenler ve üniversiteler –iyi kivarlar da her fırsatta hasıraltı edilmeye çalışılan bir tür ve tarihi hakkında bilgiye kavuşabiliyoruz.

FANTEZ EDEB YATI NED R? NEREDEN BA LAR? Fantastik kurgunun proto ve öncül versiyonları üzerine yazılı sayısız makale vardır. Aralarında Gılgamış Destanı’nı başlangıç alan da mevcuttur, Sanskrit destanlarından “Mahabharata” ve “Rama-

yana”yı alan da mevcuttur. Yine mevcut tezlerde daha fazla öykü formu içerdiği için Homeros’un “Odysseia”ni başlangıç alan da Kral Arthur efsanelerini başlangıç alan da mevcuttur. Dante’nin “İlahi Komedya”sı da yine belirli tezlerde, barındırdığı epik unsurlarla erken dönem fantezinin bir örneği olarak sunulmaktadır. Ancak bahsedildiği gibi bütün bu eserler, modern fantastik kurgunun sadece öncülleridir. Modern fantastik kurgunun oluşumu edebi anlamda iki yönlü tartışmanın ortasındadır. Bir kısım tezler, “Grimm Masalları” dahil, masal formundaki pek çok eserin de modern fantastik kurgunun çatısında bulunduğunu savunurken, bunun karşısındaki tez ise modern fantezinin, dünya ve alternatif gerçeklik yaratmaya yönelik unsurların ve bu unsurların edebi etkinliğinin tartılması gerektiğini savunur. Bu hassas terazi neticesinde de modern fantezinin başlangıcı olarak genel anlamda tartışmalar iki yazar ve iki kitap etrafında şekillenir. Biri John Ruskin’in 1841 tarihli, “The King of The Golden River”ıdır. Kitabı başlangıç kabul etmeyen tezler özetle, Ruskin’in eserinin bir peri masalı kurgusuyla örülü olduğu, metaforlarının kolay duyumsandığı ve epik unsurları barındırmadığını savunmaktadır. Karşıt tezler ise –yine özetle- eserde kurgulanmış etiyolojik bir mitin varlığının göz ardı edilmemesi gerektiğine yöneliktir. Modern fantezinin başlangıcı için tartışılan ve daha genel bir kanıyla kabul gören isim ise George MacDonald ve 1858 tarihli “Phantastes: A Faerie Romance for Men and


BABİL BALIĞI

George MacDonald

Women” kitabıdır. MacDonald’ın gerek Tolkien gerek C.S.Lewis’a büyük bir esin kaynağı olması, bu kanıyı perçinlemektedir. Başlangıç için bu iki tezin hangisini onaylarsanız onaylayın, türün çatı ve sınırlarının belirlenmesinde, ayrıca geniş okur kitlelerine yayılmasında Lord Dunsany’nin (Edward Plunkett) eserleri ayrı bir önem teşkil eder. Yine aynı dönemde Kipling, Burroughs, Haggard gibi çok okunan yazarların da devreye girmesiyle fantezi edebiyatı, kurgu çatısındaki çeşitlilik ve kuramsal yoğunluk bakımından gelişim gösterir. Bu gelişim, inceleme aşamasında fantastik kurgu kapsamında alt türlere bölümlemeleri de zorunlu kılar. Öte yandan, daha öncesindeki çocuk edebiyatı eserlerinin çatıları modern fantastik kurgu ile bağdaştırılmazken aynı yıllarda modern çatıları kapsayan çocuk edebiyatı örnekleri yazılmaya başlanır. En önemli kırılma noktası şüphesiz 1865 yılında “Alice Harikalar Diyarında” ile gerçekleşir ve erken dönem 20. yy. eserleri “Peter Pan”, “Oz Büyücüsü” gibi çocuk edebiyatı klasikleri ile bu yeni form arayışı ete ve kemiğe bürünür.

TOLK EN ALGISI Yine pek çok yazıda karşılaştığım ilginç bir unsurda, yazarlar ağız birliği etmiş gibi aynı cümleyi kurmaktaydılar. Serzeniş hep aynıydı: “Tolkien ile birlikte günümüzde fantastik kurgu farklı bir yere oturtulmaya çalışılıyor.” Bu söylem, bana kendi kendine sorun yaratıp çözme yoluna gitmeyi çağrıştırıyor. Çünkü Tolkien’in bu türün veya herhangi bir alt türün başlangıcında olduğuna dair ne bir yazı, ne bir makale, ne de akademik bir çalışmaya rastlamadım. Tolkien, fantastik kurgu

Aydınlık KİTAP

John Ruskin

çatısı içinde Yüksek Fantezi alt türünün (high fantasy, aynı zamanda epik fantezi adıyla da anılır) bir yazarıdır. Alt türün dahi kurucusu değil, sadece önemli aktörlerinden biridir. “Sanırım bu serzenişleri, Tolkien’in daha popüler şekilde bilinmesinden kaynaklanıyor olmalı,” diyerek, önce kendimce bu duruma iyimser yaklaşmaya çalıştım. Ancak konuyu oradan, bütün bir edebi türü, sinema ve bilgisayar oyunlarıyla küresel sermayeye hizmet eder duruma sokmalarını, lafı olmadık yerlere getirmelerini görünce deyim yerindeyse zıvanadan çıktım. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki ister sinema, ister bilgisayar oyunları, karşılığında kazanılan paraları bir kenara bırakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki birer sanat dalı ve birer öykü anlatım formudur (özellikle bilgisayar oyunlarının da nitelikli edebiyat barındırdığı örnekler nedense görmezden gelinir). Elbette onların da içerisinde daha fazla kazanca yönelik, ucuz eserler de mevcut olacaktır. Ancak kötü örneklerden yola çıkarak, ne bütün bir edebi tür, ne tamamen sinema, ne tamamen bilgisayar oyunları eleştirilebilir; özellikle de söz konusu olan bir eserin başka sanat formlarında uyarlamaları olunca. Bu mantıkla, herhangi klasik bir romanın tiyatro uyarlaması kötü oynanmışsa, o eserin veya edebi türün, hatta tiyatronun sermayeye hizmet ettiği ve aldattığı çıkarımına varabilir miyiz? Yine aynı yazıda, fantastik kurgunun orta çağ dekorlarını kullandığından bahsediliyordu. Fantastik kurgu çeşitli alt bölümleri içerir ve ne gariptir ki hani yüzdeye vursak, fantastik kurgunun yüzde beşi ancak orta çağ dekorlarına sahiptir. Yine bir alt akım olan “Kılıç ve Büyü”nün –ki kılıç ve büyü de değil orta çağ, daha eski, hatta medeniyetin ilk çağlarına kadar taşan dönemleri daha çok fonunda taşır- fantastik kurgunun

25 OCAK 2013 CUMA

9

Lord Dunsany

tamamı olduğunu düşünüyor olmalı. Şimdilik kısmen değinilen, fantezinin tüketime yakınsandığı konu, başka bir yazıda baştan sona ele alınacaktır.

FANTAST K KURGUDA ALT TÜRLER Neyse ki bu vesileyle, araştırması eksik mevzubahis yazarların Tolkien’e yönelik önermelerle devam eden bu tuhaf serzenişlerden yola çıkarak alt türlere de bir göz atalım. 1923 yılında yayın hayatına başlayan Weird Tales dergisi ile birlikte özellikle Britanya ve Amerika’da okur adedi kadar yazar ve akım adedini de katlayan fantastik kurgu edebiyatı, artık tek bir kurgu türü olmaktan çıkıp, alt türleriyle de anılan bir kurgu türü haline gelmiştir. 1950’lerde özellikle Robert E. Howard’ın “Conan”ıyla (İthaki Yayınları) anılan “Kılıç ve Büyü” alt türü yaygınlaşır. 1960’larda yükselişe geçecek olan “Epik Fantezi” alt türünün aksine, “Kılıç ve Büyü” daha çok kişisel mücadelelerle ilgilidir ve önemli isimleri arasında, R.E.Howard dışında Fritz Leiber, Michael Moorcock, Clark Ashton Smith, Sprague de Camp, Poul Anderson, Charles Saunders ve daha pek çok isim sayılabilir. “Yüksek Fantezi” (Epik Fantezi) türünün başlangıcına yönelik ise çeşitli tezler sunulmuştur ve en yaygın olarak kabul göreni, Lewis Caroll’un (gerçek adı Charles Dodgson) “Alice Harikalar Diyarında” kitabı olduğuna yöneliktir. Bu alt türün geniş kitlelere yayılmasında katkısı olan, en bilinen isimler arasında C.S.Lewis (Narnia Günlükleri), J.R.R.Tolkien (Yüzüklerin Efendisi serisi), Robert Jordan (Zaman Çarkı serisi), Lloyd Alexander (Prydain serisi) ve daha pek çok örnek bulunur. Yüksek Fantezi eserleri temel olarak gerçek dünyadan farklı, tamamen kurgusal başka bir dün-

yayı içeren eserlerdir. Alt türün öncesinde yazılan eserlerden temel ayrılma noktasını da bu oluşturur. Yeni yapılandırılmış bir dil (bir kısmında mevcuttur), yeni canlılar ve ırklar (ister mitolojiden öykünülmüş, ister tamamen yeni yaratılmış), büyü, hedefe yönelik maceralar, doğaüstü ve şeytani güçlere karşı bir mücadele, olgunlaşma ve kendini keşfetme serüvenleri, epik bir anlatımla bezeli çoklu karakter yapısı, kültürler ve ırklar arası çatışmalar, kurgu çatısında görülen donelerden birkaçıdır. Kendi içinde de -Nikki Gamble’ın sınıfladığı ve kısmen katıldığım fakat eksik bulduğum- üç alt türe ayrılır. Bunlar; a) gerçek dünyanın bulunmadığı, sadece alternatif kurgusal bir dünyada geçen eserler (Yüzüklerin Efendisi gibi), b) gerçek dünyadan bir geçit aracılığıyla geçilen alternatif/paralel bir evren (Narnia Günlükleri ve S.King’in Kara Kule serisi gibi), c) gerçek dünyanın bir parçası halinde içinde bulunan bir başka dünya (Harry Potter gibi). Gamble’ın bu ayrımını neden eksik bulduğum, Yüksek Fantezi alt türünü işleyeceğim bir başka yazının konusudur. Karakter sayısını fazlasıyla geçmiş bulunmaktayım. Diğer alt türleri, özellikle Hiromi Goto incelemelerinde de karşılaştığım üzere, Karanlık Fantezi alt türünün eserlerinin anlaşılmasındaki güçlüğü de ortadan kaldıracak (Japon mitolojisinden beslenen eserler ise daha da başka bir konudur) yazının devamı ilerleyen tarihlerde yayınlanacaktır. O zamana kadar bazı kafa karışıklıklarını ortadan kaldırabildiysek ne mutlu. Ayrıca bütün bu alt türleri, türlerde eserler geldikçe detaylı şekilde ele almaya da önceki yazılarda olduğu gibi devam edeceğim. Haftaya görüşmek dileğiyle…


10

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Kitleleri kahramanlaştıran bilge: MAO Mao bir ki i de ildir, nsanl n büyük davas na küçük ve sab rl ad mlarla yürüyen milyonlarca insan n ilham kayna , onlar n yüre i ve akl d r CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@gmail.com

YEN B R MAO ÇEV R S Çin Devriminin, Uzun Yürüyüşün ve Büyük Kültür Devriminin önderi Maonun seçme sözlerinin toplamı olarak bilinen “Küçük Kırmızı Kitap” Duygu Aydının çevirisiyle Epos Yayınları tarafından 2012 yılında yayımlandı. Kitabın adının ilginç bir öyküsü var. Kapitalist Dünya, Maoyu ve önderlik ettiği devrimi küçümsemek için kitabın adını küçük kırmızı kitap adıyla andı. Batının küçümseyici tavrı 68 hareketi tarafından tersine çevrildi. Küçük Kırmızı Kitap 68 hareketiyle birlikte kitlelerin rehber kitabı olmaya başlamıştı. 68 hareketi derken Türkiyenin bağrında yetişen hareketten çok Batının 68ini kastediyoruz.

MAONUN BATIYA M RASI: DÜ ÜNCEDEN EYLEME GEÇ Parisin 68 Mayısında tanıklık ettiği hareketlerin odak noktasını liberalizme ve Sovyet revizyonizmine karşı duruş oluşturuyordu. Vietnam kurtuluş savaşı ile Maonun bilimsel sosyalizme katkıları 68 hareketine katılan gençlere rehberlik ediyordu. Maonun etkisi o derece barizdi ki bir Bertolucci filmi olan “The Dreamers”ta devrimci hareketin simgesi Mao olarak sunuluyordu. Bugün hala Paris banliyölerinde Mao simgeleri geniş yer bulmakta, Maocu düşüncenin bayraktarlarından Alain Badiounun felsefesi göçmenler cephesinde benimsenmektedir. 68 Hareketi sadece doğuda yaşanan ulusal kurtuluş savaşlarının değil aynı zamanda Frankfurt Okulu filozoflarının Sovyet sosyalizmine ve Batılı liberal yaşam tarzına karşı tepkilerin de sonucuydu. O dönemde kültür endüstrisi kavramıyla kitlelerin sanata, bilime ve felsefeye yabancı-

laşmasını konu edinen Adornonun işaret ettiği gerçeklik Çinli Büyük Devrimci Maonun Büyük Kültür Devrimi hareketiyle değişmeye başlamıştı. Kitleler sadece siyasi harekette değil, sanat ve felsefede de etkin olmaya başlamış, kafa emeği ile kol emeği, öncü ile kitle çelişmesini aşmaya yönelmişti. Batının tahayyül ettiğini Doğu gerçekleştiriyordu.

“KEND N GERÇEKLE T RMEN N” K B Ç M Marksist söylemde geniş yer bulmuş yabancılaşma ve gerçekleştirme kavramları Batıda kendini gerçekleştirme biçiminde kişisel gelişim programları tarafından soğurulmuştu. O günden bugüne kendini gerçekleştirme, “Doğu mistisizmi”, secret, dost kazanmanın yolları, başarılı olmanın yolları gibi adlar altında tanışık olduğumuz kişisel gelişim söylemi yaygınlaştı. Geçmişte, egemenlere karşı savaşmış feodal unsurların sözleri ya da feodallere üstü kapalı eleştiri getirmiş bilgelerin yaşam düsturları, yalnız, çaresiz metropol insanının yaşamına yol göstermeye başladı. Böylesi bir ortamda egemen sınıflar geçmiş düşmanlarının söylemlerini eğip bükmekte çekinmediyse de çağdaş düşmanlarının sözlerini olanca güçleriyle marjinalleştirmeye çalışmıştır. Oysa, günümüz insanının dertleri ve ihtiyaçları geçmiş düşüncelerle yakalanamayacak ölçüde karmaşıklaşmıştır. Maonun seçme sözleri salt devrimciler için değil, günümüzde özgün bir yaşam tarzını düşleyen hemen herkes için olağanüstü tavsiyeler içeriyor.

KT DARIN VE DEVR MC L N ÖLÇÜTÜ: K TLEYLE B RLE MEK VE K TLEYE ÖNDERL K Mao, Marx, Engels, Lenin ve Stalinle birlikte Bilimsel Sosyalizmin büyük ustaları arasına adını yazdırmış bir devrimci önderdir. Bununla birlikte, Gramsci, Lukacs, Badiou gibi devrimci filozofların çözüm ara-

dığı güncel sorunlara yönelik esaslı yanıtlar vermiş büyük bir filozoftur. Ama belki de en önemli özelliği, kitleleri kitlelerle birlikte ve kitlelerle birleşerek seferber etme sanatının en büyük sanatçısı olmasıdır. Sanatının en üstün unsurları bir toplam halinde sözünü ettiğiniz kitabında bir seçki halinde sunulmaktadır. Kitleye önderlik etmenin, parti ile kitle çelişmesinin, parti içi mücadelenin, dost ve düşman ayrımının incelikli bir biçimde ele alındığı kitapta, Mao, aynı zamanda devrimci yaşam tarzını da ustalıklı bir biçimde betimliyor. Vatanseverlik ile enternasyonalizm, disiplin ile özgürlük, demokrasi ve merkeziyetçilik gibi kavram çiftlerinin diyalektik ilişkisi halk dilinin olanca zenginliği içerisinde başarılı bir biçimde sunuluyor.

1. YÜZYILIN BÜYÜK GERÇE Mao’nun “Seçme Sözler”i 20. yüzyılın gerçeklerini özlü bir biçimde toparlıyor. Düşmanın, son tahlilde, halkla birleşemeyeceğini [Onlar (ABD Emperyalizmi) hiçbir şekilde, beyazların ezici çoğunluğunu oluşturan işçileri, çiftçileri, devrimci aydınları ve diğer açık fikirli insanları temsil edemezler (s. 20)], işçi sınıfı önderliğinin gerisinde bir sınıf ittifakına (işçi-köylü-küçük burjuvazi ve diğer milli sınıflar) önderlik ettiğini, mücadelede parti ile halkın birliğinin sağlanması gerektiğini (s. 45), halk kuyrukçuluğuyla halkçılığın farklı olduğunu (s. 53), haklı savaş ile haksız savaş ayrımını (ss. 59-60) ve emperyalizmin kağıttan kaplan olduğunu (s.

69) net bir dille getirmiştir. 20. yüzyılın gerçeği emperyalizmin kağıttan kaplan olduğu ve bu kağıdı yakacak olanın kitleyle birleşen devrimci bir önderliğin olduğudur. Benzer bir betimleme İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif tarafından tek dişi kalmış cavanar sözleriyle dile getirilmiştir. Dolayısıyla, 20. yüzyılın gerçeği evrenseldir, uluslararasıdır, enternasyonaldir. 20. yüzyılın gerçeği devrimcilerin vatansever ve enternasyonalist olma zorunluluğudur. Dahası, enternasyonalist olmanın anlamının emperyalizme karşı vatan savunmasında birleşmek olduğu gerçeğidir. Bu savunmanın ve devrimin kitlelerin eseri olacağı gerçeği 20. yüzyıla damgasını vurmuş ve 21. yüzyılda da geçerlidir. Devrim ve ilerleme kitlelerin eseridir. Zizek, Maoyu andığı bir yazısında bu gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: Maonun adı emekleriyle tarihsel gelişmenin görünmez özünü, arkaplanını sağlayan yüz milyonlarca adsız Üçüncü Dünya emekçisinin seferberliğini temsil eder. (s. 11). Mao, bu yönüyle bir kişinin adı olmaktan çok yüzyılımızın sorunlarının anahtarını kitlelere sunan kitlelerin adıdır. Mao bir kişi değildir, insanlığın büyük davasına küçük ve sabırlı adımlarla yürüyen milyonlarca insanın ilham kaynağı, onların yüreği ve aklıdır. Sözünü ettiğimiz kitap bu aklın süzgecinden geçmiş deneyimlerin bir toplamıdır. (Seçme Sözler-Küçük Kırmızı Kitap, Mao Zedung, Epos Yayınları, Çev: Duygu Aydın, 251 s.)


Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

11

BİLAL ŞİMŞİR’İN SON ÇALIŞMASI: “LOZAN GÜNLÜĞÜ”

Arşivlerden süzülmüş gerçekler Bilal N. im ir, “Lozan Günlü ü” adl son çal mas nda Lozan konferans n gün gün ortaya koyarken, ya anan gerginlikleri, konular n perde arkas n , “kelle koltukta” görev yapan smet Pa a’ya yönelik (Ermeni teröristlerin suikast haz rl da dahil) tertipleri anlatmaktad r BARIŞ DOSTER Lozan Barış Antlaşması, her daim ülkemizin gündeminde olan konulardan biridir. Tarihi emperyalistlerin mürekkebiyle yazan günümüzün resmi tarihçileri, dolmakalemleri, numaracı cumhuriyetçileri, Soros solcuları, Amerikan İslamcıları arasında, özellikle Musul ve Kerkük’e atıfta bulunarak, “Lozan’ın hezimet olduğunu” öne sürenler çoktur. Osmanlı tarihini, Rus, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturya arşivlerine girmeden, Osmanlı’dan kopan Balkan ve Ortadoğu ülkelerinin arşivlerinde çalışmadan, hatta ve hatta Osmanlı arşivlerine bile girme gereği duymadan yazanlar açısından, Atatürk ve İsmet Paşa’ya saldırmanın aracıdır Lozan. Değerli ustam Attila İlhan’ın sık sık vurguladığı gibi, “hain kontenjanı yüksek olan Türkiye’de” Lozan’a saldırmak, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırmanın diğer yoludur. Kuvvet tahlili, iktisadi tahlil, sınıfsal tahlil yapmayan, “emperyalizm” kavramını ağzına almayanların yöntemidir. Bu tiplere göre, Lozan’da gizli maddeler vardır, aynen henüz açıklanmayan Atatürk’ün gizli vasiyeti gibi! Ve bunlar, Atatürk’ün gizli vasiyetini gören (!) onlarca cumhurbaşkanı, başbakan, Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın, dedikodunun çok sevildiği ülkemizde çok ketum, ağzı sıkı, sır tutan ve bu büyük devlet sırrını tek bir yakınıyla bile paylaşmayan üstün nitelikli insanlar olduğuna inanırlar! Lozan’daki gizli belgeleri ise hadi bizim devletimizi geçtik, emperyalist devletlerin henüz neden açıklamadıklarını bir türlü izah edemezler. Arşivlerinin tamamını, en gizli bölümlerini değil, uygun görülen bölümlerini 30-40-50 yıl sonra açıklayan emperyalist devletlerin, Lozan arşivlerini açıklamamalarını ise komplo teorileriyle yorumlarlar.

Oysa Lozan belgeleri arşivlerdedir. Ali Naci Karacan’dan Cemil Bilsel’e, İsmail Soysal’dan Salahi Sonyel’e dek çok sayıda araştırmacı ve bilim insanı çok farklı yönleriyle Lozan’ı elen alan, ayrıntılı, kapsamlı, değerli eserler ortaya koymuşlardır. Seha Meray’ın çalışması da özellikle önemlidir. Lozan’la ilgili daha önce de kitap yazmış olan ve tek başına adeta bir üniversite gibi çalışan emekli diplomatyazar Bilal N. Şimşir de, “Lozan Günlüğü” adlı son çalışmasında konuyu belgesel boyutta ve derinlemesine ele almaktadır. Lozan konferansını gün gün ortaya koyarken, yaşanan gerginlikleri, konuların perde arkasını, “kelle koltukta” görev yapan İsmet Paşa’ya yönelik (Ermeni teröristlerin suikast hazırlığı da dahil) tertipleri anlatmaktadır. Şimşir, kamuoyunda yanlış bilinen bir bilgiye de dikkat çekerek, Lozan’da ABD ile imzalanan iki ta-

raflı antlaşmaya değinmektedir. ABD ile imzalanan ve ABD senatosunda reddedilen antlaşmanın, çok taraflı Lozan Barış Antlaşması ile karıştırılmaması gerektiği konusunda uyarmaktadır.

LOZAN HAKKINDA HER EY… Lozan ile Ankara arasında o dönemde bin 600 kadar telgraf gidip gelmiştir. Konferans telgraflarla yürütülmüştür. Şimşir, “Lozan Konferansı boyunca bizim şifrelerin karşıtlarımız tarafından açılmış olduğu söylenemez. Ama konferansın sonuna doğru Ankara’dan çekilen bazı şifre telgrafların İngilizler tarafından İstanbul’da açılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu bir istisnadır. İngiliz Yüksek Komiserliği, açılan telgrafları hemen Londra’ya ve Lozan’a yetiştirmiştir,” demektedir. Kitapta İsmet Paşa’nın, “Türkiye, bir elinde Misak-ı Milli, diğer elinde kılıçla Lozan’a gidiyor,” diyen İngilizlerin baş delegesi Rumbold’u dize getirmesinden, Türkiye üzerindeki baskılara ve koparılmak istenen ödünlere dek çok ilginç bilgiler, belgeleriyle birlikte yer almaktadır. İsmet Paşa, en büyük

Kitapta smet Pa a’n n ngilizlerin ba delegesi Rumbold’u dize getirmesinden, Türkiye üzerindeki bask lara ve kopar lmak istenen ödünlere dek çok ilginç bilgiler, belgeleriyle birlikte yer almaktad r

baskıların mali ve iktisadi yönde olduğunu vurgulamaktadır. Lozan şartlarını kabul eden emperyalist devletler, Türkiye’nin bu şartları koruyup geliştirebileceğine aslında inanmadıklarından, yaşamak ve kurtulmak için genç Cumhuriyet’in kısa zamanda onlara avuç açacağını, böylece de Lozan’da kazandıklarını kısa süre sonra kaybedeceğini düşünmektedirler. Lozan konferansını, “Milletimizin Avrupa ortasına davet olunduğu büyük bir imtihan” olarak niteleyen İsmet Paşa, Lozan’ı ve sonrasını bir bütün olarak değerlendirmek gerektiğini vurgular. “Harbi Umumi’den sonra gördüğümüz antlaşmalarla yakından veya uzaktan benzerliği olmayan bir antlaşma” şeklinde tanımlar. Dünya tarihinde nadir görülen örneklerden olduğunun altını çizer. Atatürk ise Nutuk’ta Lozan’ı şu sözlerle değerlendirir: “Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri, öbür barış önerisiyle (Sevr Antlaşması’ndaki hükümleri kastediyor) daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir”. Açılımların, kukla Kürt devletinin, özerkliğin, federasyonun, kısacası bölünmenin “demokrasi ve özgürlük” adı altında ülkemize dayatıldığı, Sevr’i Lozan’a tercih edenlerin gemi azıya aldığı, Atatürk’e, Cumhuriyet’e saldırmanın ün ve zenginlik kaynağı haline geldiği günümüzde, Lozan’a sahip çıkmak Türkiye’ye sahip çıkmaktır. İmzalanmasından 90 yıl sonra, dışarıdan onca saldırıya, içeriden bunca ihanete rağmen yaşamakta olan Lozan’ı savunmak Cumhuriyet’i savunmaktır. (Lozan Günlüğü, Bilal N. Şimşir, Bilgi Yayınevi, 725 s.)


12

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

DOSYA

MÜZİĞİN HARİKA ÇOCUĞU MOZART 257 YAŞINDA

Dâhiyane Notalar Ölümünden bu yana geçen iki buçuk as rl k zaman içinde, her ku ak onun eserlerinde bir ba ka anlam ve özellik bulmu tur. Yap tlar ndaki bu derin anlam ruhlara i ledikçe Mozart' n insanl a yard m sonsuza dek sürecek ve ça lar boyunca daha da önem kazanacakt r ASYA KAFKASYALI “Bütün dâhiler göklere uzanır. Mozart ise gökten inmiştir.” Albert Schweitzer Karlı bir Salzburg günüydü. Takvimler tarih olarak 27 Ocak 1756’yı gösteriyordu. Şehrin sakinleri her günkü olağan yaşantılarını sürdürmeye hazırlanırken, o sabah hiç de sıradan olmayan bir güne uyandıklarını henüz bilmiyorlardı. Sadece saatler kalmıştı Salzburg’lu bir bebeğin doğmasına. Şehirde tüm doğa adeta havadaki büyüyü hissetmiş gibi, derin bir sessizlik içinde ve saygıyla beklemekteydi bu yeni küçük dünya misafirini. Nihayet saat 20:00 sularında, oldukça zor bir doğumun ardından Salzburg semaları altında hayata merhaba dedi bu küçük melek. O zamana kadar dünyaya gelen altı çocuğundan sadece biri (daima Nannerl diye anılacak olan Maria Anna) hayatta bulunan aileyi büyük bir sevince boğmuş ve her zaman olduğu gibi bu sevimli bebeğe de sağlıklı ve uzun ömür dilekleri yağmıştı. Oysa bu güzel açık tenli, açık renk gözlü sevimli bebek dünyamızda sadece otuz beş yıl gibi çok kısa bir süre misafir kalacak ve en az üç ömre ancak sığdırılabilecek devasa başarıları o minicik otuz beş yılda tamamlayacak ve tüm insanlığa armağan edecekti. Doğumunun ertesi günü 28 Ocak 1756’da kent katedralinde vaftiz edilen bebeğe “Johannes Chrysostomus Wolfgangus Theophilus” adı konuldu. Fakat çok değil, birkaç yıl sonra dünya onu Wolfgang Amadeus Mozart adıyla anacaktı. Wolfgang’ın babası Salzburg Başpiskoposluk Sarayı Orkestrası’nın kemancısı olan Leopold Mozart dönemin şartlarına göre oldukça iyi bir eğitim almıştı. Pek çok konuyla yakından ilgilenen biriydi. Sosyal bilimler ve fen alanında temel eğitimi vardı. Ayrıca astronomi çok ilgilendiği bir konuydu. İtalyanca, Fransızca, İngilizcenin yanı sıra Latince ve Eski Yunanca da ko-

nuşabiliyordu. Masraflarını kendi üstlenerek bastırdığı “Versuch einer gründlichen Violinschule” (Temel Nitelikte Bir Keman Okulu Denemesi) adlı kitabı, onun aynı zamanda iyi bir eğitici ve öğretici olduğunu da göstermektedir ki sözü edilen kitap basıldıktan kısa bir süre sonra Fransızca ve Hollandacaya da çevrilecek ve uzun yıllar müzik dünyasında temel başvuru kaynakları arasında sayılacaktır.

OYUNCA I KLAVSEN OLAN ÇOCUK Wolfgang’ın en büyük şansı, böyle bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmek ve onun gözetiminde yetişmekti. Doğumundan itibaren ablası Nannerl ile birlikte küçük Wolfgang müzikle çevrili bir dünyada yaşamaya başladı. Daha çok küçük yaşlarda ablası Nannerl klavsen başına geçiyor ve küçük Wolfgang hemen onu dinlemeye koyuluyordu. Ve daha üç yaşındayken oyuncak yerine klavseni kullanmaya, altı yaşına geldiğinde ise çoktan kendi çapında besteler yapmaya başlamıştı. Minik Wolfgang’ın olağanüstü yeteneği, bitmez tükenmez coşkusu, müzikte daima daha çok şey öğrenme tutkusunun ortaya çıkması, yaşamının henüz tek haneli sayılarla söylenen ilk yıllarına rastlar. Ablası da onun gibi çok yetenekli bir çocuk olmasına rağmen, küçük Wolfgang’ın yeteneği çok kısa zamanda onu gölgede bırakmıştı. Baba Leopold Mozart çocuklarının bu yeteneği karşısında tabii ki ilgisiz kalmayacak ve bunu değerlendirecekti. Böylece başpiskopostan izin alarak çeşitli Avrupa şehirlerine çocukları için geziler düzenledi. Ailece önce Münih’e, arkasından Prag’a ve Viyana’ya, sonra yine Münih, Manheim, Ausburg, Frankfurt, Brüksel, Paris ve nihayet Londra’ya vardılar. Bu gezilerde soylular tarafından dinlenip bolca

MOZART’I ANLATAN İKİ KİTAP Söz Mozart’tan açılmışken, besteci hakkında yakınlarda raflara çıkmış olan iki kitaptan bahsetmekte fayda var. İlki Can Yayınları'nın çıkardığı genişletilmiş üçüncü baskısı yapılan, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Flüt Sanatçısı Aydın Büke tarafından yazılan “Mozart - Bir Yaşam Öyküsü” adlı kitap. Türkiye'de bugüne kadar Mozart hakkında yazılmış en profesyonel yapıt olma özelliğine sahip. Bestecinin hayatına ait tüm ayrıntılar çok yalın ve samimi bir üslupla yazılmış ve gerçek bir biyografi olmasına rağmen roman tadında kurgulanabilmiş. Kitabı elinize alır almaz Mozart'ı adeta dokunacak mesafede yanınızda hissediyorsunuz. Kâh onun mutluluğuyla seviniyor, kâh acılarıyla üzülüyorsunuz. Mozart Mannheim'da haftalarca iş için gittikçe umutlarını yitirerek beklerken, sizin de boğazınız düğümleniyor. Yani Mozart’la birlikte nefes

alıyorsunuz adeta. Bu derece okuyucuyu saran, içine çeken bir üslup kullanılmış. Ayrıca yazar, o devrin yaşam biçimini, ebeveyn çocuk ilişkilerini, terbiye ve saygı sistemini, Mozart'ın yapıtlarının sergilendiği yılların eş zamanlı siyasal ve sosyal olaylarını profesyonelce okuyucuya aktarmayı başarmış. Çok başarılı, takdire değer bir çalışma. İkinci kitabımız Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış. Yazarının adı Michel Parouty. Görsel yönüyle daha dikkat çeken güzel bir cep kitabı. Mozart'ın operalarından “Figaro’nun Düğünü”, “Don Giovanni”, “Cosi Fan Tutte” ve “Sihirli Flüt”ten en önemli parçaların isimlerinin, ilgili sahnelerinin sembolik figürlerinin altına yazıldığı ilk sayfalar çok ilginç ve sevimli. Mozart hakkında daha yüzeysel boyutta bilgiyle yetinmek isteyecekler için güzel bir başvuru kaynağı.


DOSYA takdir topluyordu küçük Mozart. Viyana’da Schönbrunn Sarayı’nda İmparatoriçe Maria Theresia’nın ve İmparator I. Franz’ın huzurunda tüm hünerlerini gösterdi. Ama o aynı zamanda altı yaşında bir çocuktu ve kendisine ilgi gösteren imparatoriçenin kucağına atlayıp boynuna sarılıvermişti. Ve tabii ki imparatoriçe de hoşnutlukla karşılamıştı minik Wolfgang’ın bu hareketini. Ne de olsa kendisi de o güne kadar tam on altı kez doğum yapmış bir anne idi. Schönbrunn’da yere düşünce ayağa kalkmasına yardım eden yaşıtı küçük bir kıza “Çok nâziksiniz, büyüyünce sizinle evleneceğim,” der. Geleceğin Fransa Kraliçesi Arşidüşes Marie Antoinette böylece hayatının ilk evlenme teklifini almış olur. Daha sonra Paris’te Madame de Pompadour’un huzuruna kabul edilirler. Ama bu turnelerin Leopold’ün ailesine getirdiği parasal kazanç çok yeterli değildir. Dükler, prensler ve diğer soylu kişiler paradan ziyade altın tabaka, yüzük ve prenslere artık küçük gelen sırmalı giysiler gibi hediyelerle yetinmektedirler. Küçük Wolfgang’ın bu işte en büyük kazancı ise, dünyayı görmek, çağın müzik akımlarını yerinde tanımak, gittiği yerlerdeki büyük müzisyenlerle tanışmak ve onların derslerinden yararlanmaktır. Nitekim Londra’da büyük Bach’ın oğlu Johann Christian Bach’ı tanır ki kendisi dokuz yaşındayken otuz yaşında olan C. Bach onu melodik stilin güzellikleriyle tanıştıracaktır. Bologna’da ise besteci ve müzikolog Padre Martini’yle tanışacaktır. Wolfgang bu değerli kişilerden çok yararlanmış ve onların bir hayli etkisinde kalmıştır. Hayatındaki bir diğer şansı da Haydn ile tanışmak olur. Ve bu geziler sırasında Mozart bir yandan da durmaksızın yeni eserler bestelemektedir. Dönüşünde Salzburg başpiskoposu Mozart’ı resmen “Kapellmeister” (orkestra şefi) yapar. Kısa süre sonra da sadece baba oğul İtalya gezisine çıkarlar. Mantua, Milano, Bologna, Floransa ve Roma. Her yerde büyük alkış alır. Roma’da Papa Altın Mahmuz nişanıyla onurlandırır Mozart’ı. Bologna Filarmoni Akademisi kendisini üyeliğe seçer. Verona Akademisi Mozart’a Kapellmeister rütbesi verir ve sonunda yeniden Salzburg’a dönüş zamanı gelir ama bu sefer işler pek yolunda gitmeyecektir. Yeni gelen başpiskopos aksi bir adam olup Mozart’a karşı hiç hoşgörülü değildir. Konser turneleri için kendisine izin vermez. Bu sebeple Mozart görevinden istifa etmek zorunda kalır ve bu sefer annesiyle birlikte yollara düşer. İlk durağı Münih olacaktır ama ne yazık ki bir türlü iş bulamaz. Üstelik annesini de kaybeder ve tekrar Salzburg’a dönmek zorunda kalır. Artık o parlak çocukluk günleri geride kalmış, hayatının tüm sorumluluğu omuzlarına yüklenmiştir. Bu arada Constanze’ye aşık olmuştur ve babası hiç istemediği halde onunla evlenir. Ne yazık ki Constanze Mozart’ın dehasını kavrayabilecek yetenekte bir kadın değildir. Belki de Mozart’ın yaşarken olduğu gibi, ölümünden sonra bile yakasını bırakmayan şans-

Aydınlık KİTAP sızlığı olacaktır bu evlilik. (Bugün Mozart’ın mezarının yerinin kaybolmasını maalesef Constanze’nin ilgisizliğine borçluyuz.)

KARANLIK YILLARDA E S Z BESTELER Mozart hesap işlerinden hiç anlamazdı. Eh Constanze de “yuvayı yapan dişi kuş” türünden bir kadın olmadığı için, karı koca daima günü gününe yaşıyor ve çoğu zaman masrafları gelirlerini aştığı için Mozart çevresinden borç almak zorunda kalıyordu. Bir zamanların ayakta alkışlanan harika çocuğu artık yorgun, küskün ve tam çocukluktan çıkıp gerçek bir müzisyen olarak üretmeye başladığı anda yalnız bırakılan, umutsuz bir genç adamdı. Hayat onu daha genç yaşında yormaya başlamıştı. Buna rağmen en muhteşem eserlerini bu en karanlık yıllarında yarattı. 1787 yılında henüz on yedi yaşında olan Beethoven Viyana’ya geldi. Ölümüne dört yıl kala tanışıp dinlediği Beethoven için “Dikkat edin, ileride bu delikanlı kendinden çok söz ettirecek,” demişti. Tüm yorgunluğuna ve hızla sıhhatinin bozulmasına rağmen her an var gücüyle çalışarak dünyaya 620’den fazla eser bıraktı Mozart. Bunlar “Idomeneo”, “Saraydan Kız Kaçırma”, “Figaro’nun Düğünü”, “Don Giovanni”, “Sihirli Flüt” ve “La Clemenza di Tito” gibi en tanınmışlarının da içinde olduğu 22 opera, 41 senfoni, 30’a yakın piyano konçertosu, keman için 5 konçerto, flüt, klarinet, fagot, korno için 10 konçerto, missalar, kantatlar, serenatlar, oda müziği eserleri, sonatlar, liedler, korolu parçalar, divertimentolar, çeşitlemeler, danslar, menuettolar, konser aryaları, dinsel eserler ve o muazzam “Requiem”. Ayrıca biz Türkler tarafından çok sevilen “Rondo Alla Turca “(La Major Piyano Sonatı K.331) yani “Türk Marşı”nı da özellikle unutmamak gerekir. Ve de tüm bunlar topu topu otuz yıllık kısacık bir zaman diliminin ürünleriydiler.

HER KU A I BESLEYEN NOTALAR Son yıllarında artık Viyana’dadır. 1791’in Kasım ayında hastalığı çok artar. Mozart’ın bütün hayali sevgili “Requiem”ini bitirebilmektir ama ne yazık ki kısmet olmaz. (Ölümünden sonra öğrencisi Süssmayer tarafından tamamlanacaktır.) Elleri ve ayakları şişmiştir. Kısmen felç olmuş durumdayken bile yazmaya çalışır ama “Lacrymosa”nın başında artık kalemi elinden düşer. Ve 1791 yılının 5 Aralık gecesi saat 01:00 sularında hayata gözlerini kapatır Mozart. On yıl kadar önce büyük aşkı Constanze’siyle evlenmek için mutluluktan uçarcasına girdiği, Viyana’nın sembolü ve gururu olan Saint Stephan Katedrali’nden bu sefer 7 Aralık günü çok kuvvetli bir kar fırtınası nedeniyle oldukça ağır ilerleyebilen bir cenaze arabasıyla uğurlanarak, ebediyen uyuyacağı Saint Marx Mezarlığı’na doğru sonsuz yolculuğuna çıkar, kimsesiz ve yapayalnız

25 OCAK 2013 CUMA

13

İDİL BİRET Mozart herhalde en çok yazılan kompozitörlerden biri. Çünkü bir fenomen. Müzik tarihinde gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerden biri Mozart. Liszt de tıpkı Mozart kadar dâhiyane bir çocuk, onu da söylemek lazım. Fakat Mozart’ın yeri ayrı, çünkü her müziğinde inanılmayacak bir ilham var, bazı eserleri biraz şablon gibi görünse de... Mesela ben Mozart’ın özellikle bazı eserlerini tercih ediyorum. Bunların en önemli kısmı oda müziği, operalar ve piyano konçertolarının birçoğu... Hepsi kelimeyle tarif edilemeyecek kadar olağanüstü. Aslında Mozart’ı çok da iyi tanıdığımızı söyleyemem. Yani o kadar çok eseri var ki, ne kadarını biliyoruz? Mozart konuşmakla bitmez. Bu kadar zengin ve geniş bir dünyası olan bir kompozitörü çok daha detaylı ve kapsamlı araştırmak lazım. Hakikaten büyük bir

fenomen o. Ülkemizde klasik müzik hala toplumun geniş bir kesimine yayılmış değil gibi duruyor ama “40. Senfoni”yi herkes biliyor. Eğer bu kitapları okuyan insanlar varsa tabii. Çünkü kitap okumak da tarihe karışıyor. Artık teknolojik aletlere kitapları yükleyip okuyorlar, sanırsın ki içinde milyonlarca kitap var. Ama kitabın yerini tutmaz. O yüzden kitap okuyan azaldı, yazık. Halka ulaştırmak, mal etmek bir yerde iyi, bir yerde tehlikeli. Çünkü bence ideal bir kitabın insanlara şunu vermesi lazım, okuduğunuz zaman bahsedilen müzisyeni ya da kimseyi daha iyi tanıma ihtiyacı hissedip, neden bu operaları yazmış, neden böyle yazmış, bunları araştırmaya yöneltmesi gerekir. Böyle meraklı insanlar da fevkalade insanlardır. Kitaplar her zaman önemlidir, sadece biraz tembel olmayacak-

sınız, okuyacaksınız. Ben yazarın bu son kitabını okumadım, ama ondan önceki, gerek Chopin, gerek Clara Schumann üzerine yazdığı kitapların tümünü okudum ve hepsi son derece güzel yazılmış, iyi araştırmalar yapılmış ve ortaya faydalı kitaplar çıkmış. Kendisine de tebrik ettiğimi söyledim. Yine de dediğim gibi Mozart'ı tam olarak tanımak imkansız. Araştırdıkça yeni şeyler keşfediyorsunuz. Opera bakımından, armoni bakımından bazı eserleri inanılmayacak kadar ileri ve modern.

tutkuyla dinliyorum tüm eserlerini. Klasik dönemin romantik bestecisi de diyebiliriz Mozart için. Piyano konçertolarında örneğin, kristal berraklık ve ritmik kesinliğin yanı sıra kalıpların içerisinde esnek bir ifade de kullanabiliriz. Opera her zaman baskın çıkmıştır Mozart'ın eserlerinde; sopranonun şarkısını klavyede çıkarırken ise sonoritenin aşırı kuru ya da çığırtkan olmaması için dengeyi sağla-

mak önemlidir. Onun eserlerine en tecrübelilerimiz aşkla olduğu kadar temkinli yaklaşırken, en genç müzisyenler cesurca atılırlar.

GÜLSİN ONAY Mozart müziğin peygamberidir bana göre; müzikle aramızdaki en dolaysız elçidir. Mozart'ın eserlerinde bir hayat boyunca hissedilebilecek her türlü duygu en katıksız, en güçlü ve kalıcı şekilde ifade edilmiştir. Ne zaman Mozart çalsam veya dinlesem, içimdeki tüm olumsuz duygular, huzursuzluklar kaybolup gider. Mozart'ın dehasına taparcasına bir hayranlıkla ve neredeyse bağımlılığa dönüşen bir

olarak. Ölümünden bu yana geçen iki buçuk asırlık zaman içinde, her kuşak onun son derece duygulu, cıvıl cıvıl, uçarı, dinleyiciyi sürükleyen öykülerle dolu eserle-

rinde bir başka anlam ve özellik bulmuştur. Yapıtlarındaki bu derin anlam ruhlara işledikçe Mozart’ın insanlığa yardımı sonsuza dek sürecek ve çağlar boyunca daha da önem kazanacaktır.


14

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Güngör Gençay’ın şiiri Gençay’ n iiri bir yenilik içermez. Fakat içerik alan nda ufkunun geni ledi ini, temalar n n zenginle ti ini görürüz. Duru unu edinmi , kararl l n ku anm ve sözü olan, sözünü söylemek isteyen bir airdir CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com “Ak saçları, mavi bakışlarındaki yorgunluk hareleri ile onu çoğu zaman Galata’daki ofisinde çalışırken bulurdum. Yaşamı, gençliğinden yaşlılığına bitmemiş bir şiirin öyküsüdür. Bu öylesine yalın, katışıksız bir çabayla sürüklenen ve aşkla kuşatılmış bir öyküdür ki biteceğe de benzemiyor.” Güngör Gençay’la ilgili bu satırları 1998 yılının Nisan ayında, İnsancıl dergisinde yazmışım. Aradan on dört yıl geçti. O aşkla, inanla akan ırmak 2012’nin Nisanında dindi, ebediyetteki yerini aldı. Güngör Gençay; yazı, kitap ve yazın dünyasına, ilk kez 1952 yılında şiirle adım atıyor. Daha sonra şiir yayımlamıyor, fakat genç şairlerin şiirlerinin yer aldığı bir antolojiyi yayımlayarak edebiyatla ilişkisini sürdürüyor. Güngör Gençay’ın “Genç Şairler Antolojisi-1”in basım tarihi 1955’tir. Bir kitap bütünlüğü içinde kendi şiirlerini ise tam on yıl sonra, 1965’te yayımlıyor. Bu tutumundan, adım atmak istediği dünyanın onu ürküttüğünü, onun için umut var olmadığını çıkarsayabileceğimiz gibi yolunda donanımlı bir biçimde ilerlemek için zamana ihtiyaç duyduğu fikrine de ulaşabiliriz. Kendi anlatımı ikinci olasılığa işaret ediyor: “İlk şiirimle ilk kitabımın yayımlanışı arasında on üç yıl var. Benim koşullarımda, yolunu el yordamıyla bulmaya çabalayan bir şair adayı için bu staj süresi çok uzun değil kanımca.” (Kar, Sayı 1, 2010). Güngör Gençay şiir vasıtasıyla sesini dünyaya düşürmeye karar verdiğinde tam otuz bir yaşındadır. Bu geç bir yaş mıdır? Yatılı okullarda okuyacak çocukların davul zurna ile köylerden toplandığı, üniversitelerde kontenjanların dolmadığı, sıraların boş kaldığı, Türkiye’nin o günkü koşullarında, yani altmışlı yıllarda tabii ki geç bir yaştır. Fakat o alçakgönüllü biriydi ve hiç kıskanç değildi. Bu iki hassası da onun onca uzun zaman ortaya çıkmamasının, kendi ruhunun ikliminde sabırla beklemesinin sebebi olabilir. Güngör Gençay’ın ilk telif eseri “Sabah Rıhtımı”dır ve yayım tarihi 1965’tir. “Sabah Rıhtımı” bireysel duyarlıkların şiiridir. Uzak bağdaştırmalara başvurma özentisi taşıyan, anlamdan anlamsızlığa akan ya da anlamsızlıkla anlam iletmeye çabalayan tarzıyla bir bakıma İkinci Yeni'nin gölgesi altındadır.

Güngör Gençay’ın bu kitabındaki “Yörünge” şiiriyle kendine özgü bir anlatım alanına girmeye çabaladığını görüyoruz. Duyuş biçiminde ve bakış perspektifinde ise henüz bir değişimin işaretleri söz konusu değildir. İkinci kitabı “Oğul (1967)”da içerik bakımından bir farklılık belirginleşmesi olmamakla birlikte bu yönde “Balıklar Ovası”nı önceleyen bir gülümsemeden söz edebiliriz. “Balıklar Ovası (1967)”nda şairimiz şiirini bireyin iç yaşantısından çıkarmıştır. Yaşantı deneyimlerine ve gözlemlerine ağırlık vermeye başlamıştır. Bu, onun şiirinin etrafıyla ilgilenmesi anlamına da gelmektedir. Fakat olayları ve olguları bireysel bakışın dışında bir anlamlandırmaya tabii tutacak bilincin ideolojik yapısı henüz bütünselliğe sahip değildir . Yine de “Balıklar Ovası” toplumsallığa açılan ilk izleklerin yer aldığı bir kitaptır. “Grev, patron, savaş, barış, hürriyet, düzen” gibi sözcükler Güngör Gençay’ın şiirine ilk kez bu kitabında girmiştir. Sonra “Dövülü Yürek (1968)” geliyor. Bu süreçte şairimiz belli bir politik yönelim içindedir ve Amerika karşıtlığı doğrultusunda bu tercihi hayli birikimle beslenmiş bir aşamadadır. “Dövülü Yürek”te baştan sona Amerikan emperyalizminin sorgulaması yapılır. Emperyalizm karşısında, mağlup insanlık değerleri yüceltilir: “bu kenti gözlerim gördü dedi adam hani kızanlar kısraklar hani bahçede hayat hani yüzbin askerden bir tek geriye kalan hani ses hani ışık” “Dövülü Yürek”ten sonra şairimiz yirmi yıllık bir suskunluk dönemime giriyor. Geniş zamanlı etütlerde, Güngör

Gençay’ın gündelik hayatının sergüzeşti ile bu yirmi yıllık şiirsizlik dönemi karşılaştırılmalıdır ki hayatı ile sanatının etkileşim boyutu görülebilsin. Güngör Gençay tam yirmi yıl sonra “Vurgunsuz Sabahlara Uyanmak”la dönüş yapıyor edebiyat dünyasına. İyi de karşılanıyor. MeselaTalat Sait Halman şöyle yazıyor: “ ‘Vurgunsuz Sabahlara Uyanmak’ beni sevindirdi, duygulandırdı. İçinde ne güzel sevgi, barış, ülkü, adalet ve zafer şiirleri var. Okumak müstesna bir zevk oldu. Elleriniz dert görmesin.” Yılmaz Odabaşı’nın yazdıkları Güngör Gençay’ın konumunu belirgin biçimde aksettirmesi açısından daha önemlidir: “Bir sevdayı iliklerinize, atardamarlarınıza kadar duyumsayarak gerçek bir kararlık ve inançla ve zorlamasız yazdığınız şiirlerinizdeki ideolojik perspektifi bu aşamada bir başka güzel kazanım olarak niteliyor, sizi bir kavganın-sevdanın şairi olarak selamlıyorum.” Güngör Gençay yirmi yıllık bekleyişten sonraki dönüşünde toplumcu gerçekçi şiirin sade dil, serbest ölçü ve toplumsal sorumluluk olarak özetlenebilecek temel ilkelerinin dışına çıkmaz. Bu anlamda şiiri bir yenilik içermez. Fakat içerik alanında ufkunun genişlediğini, temalarının zenginleştiğini görürüz. Artık duruşunu edinmiş, kararlılığını kuşanmış ve sözü olan, sözünü söylemek isteyen bir şairdir: “Çocuklar uykuya vardığı zaman Gözkapaklarında Postalların ağırlığı olmasın Görmesinler düşlerinde Ne güdümlü mermiyi Ne de götürülüşünü İtiş kakış babalarının Sevince yaslansın sabahları Güzelliğe yaslansın Bırakın çocuklar

Özgürlüğünce gönüllerinin Çocukluğunu yaşasın (Güzel çocukluk)” “Vurgunsuz Sabahlara Uyanmak”la birlikte Güngör Gençay’ın üretimindeki yoğunluk dikkat çekmeye başlar. Artık her yıl bir şiir kitabı bazen de bir yılda iki tane yayımladığı olur. 1989’da “Annem Beni Yetiştirdi” okurla buluşur. Şairimizin “Anne Şiirleri” antolojisi yaptığını da göz önüne alırsak anne temi onun başat temlerinden biridir. Kadir İncesu’nun kendisiyle yaptığı bir mülakatta bu durumla ilgili ipuçları da veriyor: “…babam çok sert bir adamdı. Zaman zaman annemin çığlık ve ağlamalarına ablamla birlikte uyanır, onu, annemi döverken görürdük.” (Kar, Sayı 1, 2010) “Annem Beni Yetiştirdi”de toplumsal içerikli şiirlerindeki öğretici, öğütleyici, bilgilendirici edanın hayli törpülenmiş ve lirizme yaslanmış olduğunu görürüz. “Dünyanın ağrılı kasığında Suskunluğa sarılıp sarmalanmak istenen Acıyla akraba çocuklarım, Çocuklarım merhaba. Hangi yalın özel ismin Sahiplik ekinde boylanırsanız boylanın Gün ışığıyla aranıza giren Perdeleri kaldıran ellerinize, Yüreklerinize, çocuklarım, çocuklarım merhaba. (Merhaba)” Sonrasında “Kısacalar” (1990), “Sataşmalar” (1992), “Ağmalar” (1995), “Denize Akan Yangın” (1995), “Yaşam Umuda Uyarlı” (2000), “Yaşam Çavlanında” (2005) ve “Dolunay Üstü Görüntüler” (2009) var. Bütün bu yapıtlar, insana yaraşır bir dünya tasavvurunun dışında kalan açlık, yoksulluk, işkence, adaletsizlik, eşitsizlik gibi değerlerin karşısında duran, emperyalizm ve onun uzantısı düzenlerle mücadelede emekçilerin birliği özlemiyle yanıp tutuşan bilinç ve vicdanın ürünüdür. B. Sadık Albayrak’ın deyişiyle, “Dostluk ve değerbilirlik onun kişiliğinin ana çizgisiydi. Yaşamı ve yazdıklarıyla sosyalist mücadelenin insanlarını ve anılarını buluşturan bir çınardı. Dallarının ve gövdesinin boşluğunu hep duyacağız. ETKİNLİK “Güngör Gençay’ın Edebiyatımızdaki Yeri” adıyla bir etkinlik gerçekleştirilecektir. Yer: Avrupa Pasajı, Kat:2 - Galata Tarih: 26 Ocak 2013 Saat: 14.00


Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

15

Çarklara rağmen nefes alabilmek Hermann Hesse, roman nda bu kez Hermann Heilner olarak kar m za ç kmaktad r: Kendini tutsak hissetti i okulunda kurallar zorlayan, birçok kez de y kan, ba lar n derslerden bir türlü kald ramayan di er ö rencilerin korka çekine izledikleri, okul yönetiminin ba belas , air Hermann Heilner! AYDOĞAN YAVAŞLI Alman yazar Hermann Hesse, yurdumuzda özellikle “Bozkırkurdu” adlı muhteşem romanıyla tanınır. Ünlü romancı, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman militarizmine karşı çıkmış, protesto için İsviçre’ye taşınmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ailevi sorunları yüzünden (burada “Rosshalde” adlı romanını anımsayalım) çok ağır bunalımlar geçirmiş, tanınmış bir psikanalistten destek görmüştür. Hesse, 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Barışseverliği, insan yaşamını derinlemesine irdeleyen felsefesi ve Doğu’nun mistik düşün dünyasına olan düşkünlüğü, onu özellikle hippi gençliğin en çok okuduğu yazarlar arasına sokmuştur. Korku filmlerinin babası ünlü yönetmen Alfred Hitchcock’un çok bilinen bir özelliği de, yönettiği filmlerin küçük bir karesinde yüzünü göstermesidir. O kare, sanki bir imza gibidir. Hermann Hesse’in de yazdıklarında bunu tıpkı Hitchcock gibi yaptığını “Çarklar Arasında” adlı romanında bir daha görüyoruz. Hermann Hesse, romanında bu kez Hermann Heilner olarak karşımıza çıkmaktadır: Kendini tutsak hissettiği okulunda kuralları zorlayan, birçok kez de yıkan, başlarını derslerden bir türlü kaldıramayan diğer öğrencilerin korka çekine izledikleri, okul yönetiminin baş belası, şair Hermann Heilner! Çarklar arasında sıkışıp kalmayı yadsıyan, bu yüzden de aforoz edilen, fakat bütün bu dışlanmalara karşın onurundan kesinlikle ödün vermeyen, kendini ezdirmeyen, romanımızın kahramanı taşralı gencin hayranlığını kazanan Heilner! Gerçekten de öğretmenler, sınıfla-

rında böyle bir öğrenciyle karşılaşmaktansa o sıralara bağlı birkaç eşeği görmeyi yeğlerler. Aslında bu tutumlarında haksız da sayılmazlar. Ne de olsa görevleri, olağandışı ve (Heilner gibi) acayip kişileri değil, iyi Latince ve matematik bilen dürüst ve efendi orta sınıf insanlarını yetiştirmektir. (s.134-135) “Dahi öğrencilerle öğretmenler arasında oldum olası bir uçurum vardır, okullarda boy gösterecek böyle kişilere öğretmenler baş belası gözüyle bakarlar.” (s.134)

A R RUHLU ARKADA Romanın kahramanı Hans Giebenrath, küçük bir Alman kasabasında yaşayan genç bir oğlandır. Kasabadaki günleri, genellikle ırmak kenarında balık avlayarak ya da ayakkabıcı Flaig Usta’nın dini konulardaki sohbetlerine katılarak geçmektedir. Kasaba okulundaki başarısından dolayı devletin açtığı parasız yatılı okul sınavına girmeye hak kazanmıştır. Hans Giebenrath’ın böyle bir sınava girecek olması, kendi halinde yaşayan kasaba halkının yaşamına renk getirir. H. Giebenrath birden, kasabanın en çok sevilen, umut bağlanan ve tanınan kişisi olur. Stuttgart’taki sınavı başarı ile veren Hans, yeni okuluna başlar başlamaz hummalı bir şekilde derslerine sarılır ve kısa bir zaman içinde öğretmenlerinin dikkatini çeker. O, başarmak zorundadır. Ailesi, yakınları, hatta bütün kasaba, ondan başarılarla dolu güzel haberler beklemektedir. Fakat kimsenin Hermann Heilner’den haberi yoktur. Hemen her davranışı ve sözüyle farklı biri olduğu çabucak anlaşılan Heilner, Hans’a dost olmuştur bile! “Ne acayip bir çocuktu şu Heilner! Romantik biri, bir şair! Şimdi-

H.Hesse

ye kadar onun davranışlarına şaşmaktan kendini alamamıştı. Herkesin de gördüğü gibi, kendini vererek ders çalıştığı pek yoktu Heilner’in, öyleyken çok şeyi biliyor, sorulan sorulara akıllıca cevaplar veriyor ama yine de kafasındaki bilgileri küçümsüyordu.” (s.101)

ÖLÜMCÜL DE M İlerleyen zaman içinde bu şair ruhlu dostundan çok etkilenen Hans’ın derslerden giderek koptuğunu ve en sonunda okulu terk etmek zorunda kaldığını görüyoruz. Kasabaya dönen Hans, tıpkı eski günlerdeki gibi, bir süre balık avlayıp Flaig Usta’nın hoş sohbetlerine katıldıktan sonra bir torna atölyesinde işe başlar. Artık her şey geride kalmıştır: Umutlar, Latince, matematik, Homeros ve şımartıldığı o pembe günler… Vefasız Emma, bu örseleyici yalnızlığı birazcık olsun parçalayacağı anda çıkar gider Hans’ın yaşamından. Aşkı ve cinselliği henüz tanımaya başlayan Hans artık iyice dağılmıştır. Atölye arkadaşlarıyla komşu bir kasabada zil zurna oluncaya dek içip sarhoş olduktan sonra, arkadaşlarının telkinlerine aldırmadan kasabaya yalnız

başına dönmek isteyecek ve… Ve cansız bedeni, akıp giden bir ırmağın kenarında bulunacaktır! Hermann Hesse, bir betimleme ustası, bir ayrıntı virtüözü… “Sütunlar halinde art arda dizilmiş alaçamlar, sanki uçsuz bucaksız bir salon üzerinde maviye çalan yeşil renkli bir kubbe oluşturmaktaydı. Görünürde pek çalılık yoktu, yer yer sık bir ahududu çalılığına rastlanıyordu, o kadar. Buna karşılık hayli geniş bir alan içinde yerler yumuşak yosunla kaplıydı, bodur yabanmersinleri ve süpürgeotları yosunlu toprağı bir kürk gibi yumuşacık örtmüştü.” (s.60) “Çarklar Arasında”, Kâmuran Şipal’in dil işçiliğinden ödün vermeden yaptığı enfes çevirisiyle daha bir okunur, daha bir değerli olmuş. Eğitim-öğretim sorunlarının bir türlü bitmediği, bol bol konuşulup yaz-boz tahtası haline getirildiği ülkemizde özellikle öğretmenlerin ve çocuklarından yalnızca okul başarısı bekleyen ebeveynlerin dikkatle okuması gerekir, diye düşünüyorum. (Çarklar Arasında, Hermann Hesse, Can Yayınları, Çev: Kâmuran Şipal, 256 s.)


16

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

ROMANDAN ELEŞTİRİYE, “İNTİBAH”TAN “MUKADDİME-İ CELAL”E…

Namık Kemal’in özeleştirisi “Bendeniz de ‘Son Pi manl k’ ad ile bir hikâye yazm ve maarif taraf ndan ad ntibah olarak de i tirildikten sonra yay m n sa layabilmi tim. Hikâye, dilin mahiyetinin o yoldaki yeteneklerini deneme yolunda düzenlenmi se de tasavvur ve tasvirde bir güçlü e dü memek için konusunu gayet sade tuttu um halde, yine de yetenek azl nedeniyle gönlümün istedi i dereceye götüremedim.” MECİT ÜNAL mecitunal@aydinlikgazete.com Telefondaki arkadaş sesi, birlikte birkaç akşam geçirdiğimiz bir tanıdığın ölüm haberini verdiğinde günlerdir süren fırtına henüz dinmiş, yağmur kesilmişti. Ölünün şansına olacak, ardından hava da açıverdi. Cenaze uzakça köylerden birindeydi. Daracık, döşeme yolları ve irili ufaklı taştan yapılmış evleriyle fırtına sonrası güneşin ışıkları altında türlü renklere bürünen köy, çok eski zamanlardan, Homeros çağından kalmış gibiydi. İnsanlar ve eşyalar değişmişti yalnız; güneş aynı güneş, rüzgâr aynı rüzgâr, bulutlar aynı bulutlar, selviler içinde Midilli’ye bakan denize nazır mezarlık aynı mezarlık, boğazın tam ortasındaki gemi aynı gemi, kasvet aynı koyu kasvet… Bir gün önce güçlükle kazılan çukuru yağan yağmur doldurmuş, kenara atılan toprak balçık yığını olmuştu. Mezarın başında suyu boşaltmaya çalışanlar sıradan, herhangi bir işi yapar gibiler. Kısa, basit, emir kipli cümlelerle konuşuyorlar. İş ağır yürüyünce üçer beşer selvilerin arasına dağılan cemaat, kendi arasında geceki fırtına, günü gelmiş borçlar,

Ahmet Hamdi Tanp nar

ödenecek işçi ücretleri, zeytinyağı fiyatları gibi gündelik konulardan söz ediyor. Dünyayla işi bitmiş olan mevta ise, tabutun içinde, bir kenarda unutulmuş bir halde çukurdaki suyun boşaltılmasını bekliyor. Karşı kıyı Midilli’yle aramızdaki boğazdan geçen gemi sanki gitmiyor da, tam ortada kalmış, uzaktan, ölünün toprağa verilişini izliyor gibi. Çukurun suyu ve dipteki çamur güçlükle boşaltılabildi sonunda. Cenaze çamura bulanmasın diye de alta naylon branda serildi. Toprak örtülüp hoca son duasını yapıncaya dek kürekler hızlı hızlı çalıştı. Son kürek toprak, duanın amin faslına denk geldi. Bu tür işlerin yabancısı olmadığı anlaşılan yaşlıca bir adam özel yapılmış iki tahtadan birini alışkın hareketlerle baş, diğerini de ayak kısmına yerleştirmişti ki yağmur yeniden başladı.

Nam k Kemal

“ NT BAH”IN A K EH D “Iyd-i ekberdir şehîd-i aşkına derse o mah Bir nigâh-i rahm edip biçâre kurbânım mıdır” “O ay yüzlü güzel, aşk şehidine acıyan bir gözle bakarak ‘Bu zavallı benim kurbanım mıdır?’ derse bu onun için büyük bayram olur” anlamındaki, ölenin eşini görünce aklıma gelen bu beyit, ‘İntibah’ın -diğer bir adıyla Ali Bey’in Següzeşti- son bölümünün başına konulmuş hem Dilaşub’un hem Ali Bey’in ölümlerine yazılmış bir hecetaşıdır aslında. Namık Kemal’in Magosa’da sürgündeyken yazdığı bu roman, basımına izin alınmak üzere Maarif Nezareti’nin denetim kuruluna “Son Pişmanlık” adıyla verilmiş, ancak adı kurulca “İntibah”(uyanış) olarak değiştirilmesinden sonra yayımlanabilmiştir. Her bölümü, okuyucuyu o bölümde anlatılacak olaylara hazırlayan, bu olayları kendinde toplayan bir beyitle başlayan 1876’da yayımlanmış bu roman, ilk Türk romanlarından biridir. Beyitler

sıraya dizildiğinde ortaya bütünlüklü bir şiir çıkmaktadır.

LK TÜRK ROMANI VE LK TÜRK ROMANCI “Edebiyat Üzerine Makaleler”de Ahmet Hamdi Tanpınar, “Bizde ilk roman Namık Kemal’in ‘İntibah’ıdır” diyor. “Bundan evvel bazı garp eserlerinin tercüme ve hülâsalarıyle Ahmed Mithat Efendi’nin Letâif-i rivayat’ının ilk cüzü’leri vardır. Emin Nihad Bey’in ‘Müsameretname’si İntibah’la hemen hemen aynı senelerdedir. Her üçü de 1870’ten sonra olduğuna göre, roman nev’ini Türk edebiyatının en genç mahsulü saymak icap eder.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yayınları, 2. Basım, Eylül 1977, İstanbul, s. 56).

Tanpınar, “Bu üç muharrirden -Namık Kemal, Ahmed Mithat Efendi ve Emin Nihad Bey’den- Namık Kemal’i daha garba yakın bulmaktdadır. “Bununla garp milletlerinin bu alanda verdiklerini yakından tanıdığını, iddia ve ideallerini benimsediğini iddia etmiyorum” der, “Sadece şark hikayesi karşısındaki vaziyetinin daha kesin olduğunu, onun unsurlarından istifadeye kalkmadığını söylemek istiyorum. ‘İntibah’ta her şey ibdâ değilse bile şahsi icadıdır.”(Age., s. 56). Öte yandan da, ilk Türk romanı kabul ettiği “İntibah”ın yazarını romancılığı bakımından değerlendirirken, onun romancı muhayyilesinden mahrum bulunduğunu ileri sürmektedir. Şunları


Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ yazar: “Namık Kemal’e gelince, romanda da rolüne ve şahsiyetine sâdıktır. Zengin bir tabiatın hiçbir nizamsız ve başıboş gelişmesi. Bir yığın zaaf ve boşluk ve bir o kadar aydınlık. Namık Kemal’in Mithat Efendi’ye üstün olan tarafı bazı eksikliklerinin farkında olmasıdır. Ahmet Mithat Efendi’nin dolu dizgin atıldığı birçok yerde Namık Kemal sakınmasını bilir. “Her ikisinin de hakikî romancı olarak ve romancı muhayyilesi ile doğmadıkları muhakkaktır. (…) Bununla beraber yeni devir Türk hikâyeciliğinin onlarla başladığı ve uzun zaman onların mirasını kullandığı da inkâr edilemez.” (Age., s. 57) İlerde bu yazının ikinci bölümünde yeri geldikçe değineceğim gibi Tanpınar’ın Namık Kemal’in romancılığına ilişkin değerlendirmesi bu kadarla sınırlı değil. Tanpınar’ın bütünlüklü bir Namık Kemal değerlendirmesi ise başlı başına ayrı bir yazı-inceleme konusudur.

NAMIK KEMAL’ N “ NT BAH” ELE T R S Roman sanatını bildiğini “İntibah” ile “Celâleddin Harzemşah” oyununun başına yazdığı mukaddimeden -Mukaddime-i Celâl- anladığımız Namık Kemal, edebiyatımızda eleştirinin ilk örneklerinden kabul edilen bu yazıda 1880’lerdeki Türk romanının durumunu şöyle saptıyor: “İbrete şayandır ki, Victor Hugo’nun Les Miserables –Sefiller- adlı hikâyesi daha yazılırken dokuz dile çevrilmiş ve Fransızca birkaç defa, birkaç şekilde basıldıktan sonra, bir de büyücek boyda resimli basılarak, bu çeşitten 150 bin nüsha satılmıştır. “Bizde ise hikâye kısmı edebî ürünlerimizin en eksik yönüdür. Dilimizde tatla okunacak belki üç hikâye bulunmaz. Batı dillerinden aldığımız romanlar çoğunlukla fena çevrilmiş, milli eserlerden sayılan hikâyeler ise, ne kadar fena yazılmış ise, birkaç kat fena düşünülmüştür.” (Namık Kemal, Şükran Kurdakul, Altın Kitaplar, İstanbul 1991, s. 52-53). Namık Kemal bu önsözde, on yıl önce yayımladığı “İntibah”tan söz ederek bir de edebi özeleştiri yapıyor: “Bendeniz de ‘Son Pişmanlık’ adı ile bir hikâye yazmış ve maarif tarafından

adı İntibah olarak değiştirildikten sonra yayımını sağlayabilmiştim. Hikâye, dilin mahiyetinin o yoldaki yeteneklerini deneme yolunda düzenlenmişse de tasavvur ve tasvirde bir güçlüğe düşmemek için konusunu gayet sade tuttuğum halde, yine de yetenek azlığı nedeniyle gönlümün istediği dereceye götüremedim.” (Age. s. 53).

“B R YI IN ZAAF VE NOKSAN, B R O KADAR PARILTI” Tanpınar, Namık Kemal’in ilk romancımız olduğu konusundaki görüşünü, eleştiri alanına da taşımıştır. Ona göre, “bugünkü anlayışımıza oldukça yakın tenkidin bizde ilk görünüşü Namık Kemal’den sonra”dır. Şair Namık Kemal’i ayrı tuttuğunu anlayacağımız Tanpınar, eleştirmen Namık Kemal’in, romancı, tiyatrocu ve gazeteci Namık Kemal ile aynı olduğu kanısındadır: “Bir yığın zaaf ve noksan, bir o kadar parıltı”! Devamı, benim “ilk olmanın özverisi” olarak nitelediğim hata ve kusurların toplu bir açıklaması niteliğindeki şu cümle: “Bu muharririn büyük tarafı hayat ve edebiyatı birbirinden ayırmaması ve tekliflerini her ikisi için beraber yapmasıydı. Zayıf tarafı ise her ikisini de lâyıkıyle ve yaşadığı devrin istediği gibi tanımaması idi. Kendisinde her ikisinin de, tabir caizse, sezişi yoktu. İnsanoğlunun zaaflarına karşı merhametsizdi. Zihni hayatı tahmin edildiğinden fazla dardı. Sanatçı ve tenkitçi için elzem olan felsefi yaratılıştan mahrumdu.” (Age., s. 75) (Konuyu haftaya “İntibah” romanıyla sürdüreceğim). Bana Gelen Kitaplar: “Sergüzeşt”, Roman, Samipaşazade Sezai, Kapı Yayınları, Ocak 2013 İstanbul; “Lal Kitap”, Roman, Nur Yazgan, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012 İstanbul; “Anadolu Yakası”, Nehir Söyleşi, Mustafa Kutlu, Dergah Yayınları, Mayıs 2012 İstanbul; “Deniz Kokusu”, Öykü, Can Göknil, Can Yayınları, Aralık 2012 İstanbul; “Ucube/Yeni Türkiye’nin Anatomisi”, Orhan Gökdemir, Destek Yayınevi, Eylül 2012 İstanbul; “Türkçe Ölüm”, Siir, Sabri Kuşkonmaz, Berfin Yayınları, Kasım 2012 İstanbul; “Rüzgârın Teninde Keman Sesleri”, Şiir, Taylan Koryürek, Sone Yayınları, 2011 İstanbul.

25 OCAK 2013 CUMA

17

Paralel zamanlarda zıt kadınlar Kitap, ya ayan bir kad n n güçlü duru unu vurgulayarak, zay f olan n asl nda her eye sahipmi gibi görünen zamane kad n m oldu unu sorgulat yor okura MELİS YALÇIN vmelisyalcin@gmail.com Yirmi bir yaşındaki taşralı genç kadın, asi Alexandra, sanat dergisi editörü Innes Kent’le evinin bahçesinde tanışır. Tüm olacaklardan habersiz, bu ilginç adamın kartını alır ve ona bir yemek sözü verir. Innes’in önce ismini, sonra da bütün hayatını değiştireceğinden haberi yoktur henüz. Yeni ismiyle Lexie, Innes’le birlikte bohem gazetecilerin mekânı Soho’da yaşamaya başlar. Üniversiteyi bitirmiş kadınların yalnızca sekreter olmayı hayal edebilecekleri bir zamanda -evet, 1950’lerden bahsediyoruzInnes’in entellektüel çevresine giren Lexie, kısa bir süre sonra yeni mesleği ve yeni görüntüsüyle karşımıza çıkar.

ZAMANLAR ARASI GEÇ Maggie O’Farrell’ın, Dilek Şendil çevirisiyle, Turkuvaz Kitap’tan çıkan “Elimi İlk Tutan El” adlı eseri Lexie’nin hikâyesini anlatırken paralel akışta günümüze dönüyor, zorlu bir doğum yapan ve bunalıma sürüklenen Elina ve kendi sorunlarıyla boğuşan sevgilisi Ted’in hayatlarına bir göz atıyor. Lexie’nin peri masallarını andıran maceralarına ara vermek istemeyen okur için biraz can sıkıcı bir durum, çünkü Elina ve Ted’in yaşadıkları oldukça sıradan. Lexie’li hareketli ve heyecanlı bölümleri, Elina’lı ve kasvetli bölümler izliyor. Yine de bu çelişki, okuru düşünmeye sevk ediyor. Kitap, geçen yüzyılın ortasında -okuyan kadınların koca bulamayacağı düşünülen zamanlarda- yaşayan bir kadının güçlü duruşunu vurgulayarak, zayıf olanın aslında her şeye sahipmiş gibi görünen zamane kadını mı olduğunu sorgulatıyor okura. Kitabı ilk elime aldığımda okuyup oku-

mamakta kararsız kaldım. İsmi, kapağı ve kadın bir yazar tarafından yazılmış olması fazlasıyla “çok satan genç kız romanları” sınıfından olabileceğini gösteriyordu. Arka kapağı ve okumaya başladığım ilk sayfaları ise bu önyargımı kırdı. Yazarı biraz araştırdığımda, elimdekinin iyi bir kitap olabileceğine ikna oldum. Eserlerinde genellikle bireyin hayatında yaşadığı kayıplar ve bu kayıpların birey üzerindeki psikolojik etkileri üzerine yoğunlaşan İrlandalı yazar Maggie O’Farrell, genç yaşına rağmen yazın alanında oldukça başarılı oldu. İlk romanı “After You’d Gone” (Sen Gittikten Sonra) ile ilk eserini yayımlayan genç yazarlara verilen Betty Trask ödülüne layık görüldü. Yayımlanan üçüncü kitabı “The Distance Between Us” (Aramızdaki Uzaklık) ile 2005 yılında Somerset Maugham ödülünü aldı. Tekrar kitaba dönelim dilerseniz. Elina doğum sırasında çok kan kaybettiği için bellek kayıpları yaşıyor. Ancak romanın ilk elli sayfasından sonra okur onun için endişelenmeyi bırakıyor. Çünkü daha büyük sorunları olan biri var: Ted. Ted oğlunun doğumuyla, kendi çocukluk hatıralarına dönüyor. Fakat bu hatıralar hiç de annesinin ona anlattıklarına benzemiyor. Böylelikle bir film montajcısı olan Ted için hayatının en büyük işi başlıyor; kendi geçmişini hatıralarıyla montajlamak. (Elimi İlk Tutan El, Maggie O'Farrell, Turkuvaz Kitap, Çev: Dilek Şendil, 343 s.)


18

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Sapma

Naz m’ n Sanat , Sanatç lar n Naz m’

Afi e Ç kmak

Tek Bacakl Yolcu

Stephen Greenblatt, Can Yay nlar , Çev: Suat Ertüzün, 264 s.

Kolektif, Yap Kredi Yay nlar , 112 s.

Y lmaz Aysan, leti im Yay nevi, 469 s.

Herta Müller, Siren Yay nlar , Çev: Ça lar Tanyeri, 158 s.

“Özgür iradenin kaynağı sapmadır.” Lucretius’un “Evrenin Yapısı”adlı, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiiri, tarihin her dönemi için tehlikeli ve aykırı fikirlerle doludur. “Batı kültürünün unutulmuş iki kahramanını yıldızlaştıran olağanüstü çekici bir kitap. Dünyanın atomlardan oluştuğunu ve ölümden korkmanın akıl kârı olmadığını savunan Romalı şair Lucretius ile modern dünyayı sayısız entelektüel sonuyla karşı karşıya bırakan İtalyan politikacı ve hümanist Poggio Bracciolini. Stephen Greenblatt bir zafere daha imzasını atıyor.” -Prof. Dr. Mary Beard, Cambridge Üniversitesi-

Nâzım Hikmet’i kişisel olarak tanımamış ama yapıtlarından ve kişiliğinden etkilenerek tuvallerinde yansıtan Ömer Uluç, Sezai Özdemir ve Caner Karavit gibi ressamlar, Nâzım Hikmet’in sürgün gibi hayatını konu edinip yapıtlarına taşımışlar. Nâzım’ın esinlendirici gücü, yalnızca kendi ülkesinin insanları ya da uzun yıllar yaşadığı Sovyetler Birliği’yle sınırlı kalmadı. Japonya’dan Afrika’ya, Küba’dan Arjantin’e, tüm yeryüzüne dağıldı. “Nâzım’ın Sanatı, Sanatçıların Nâzım’ı Sergisi”nin amacı Nâzım Hikmet’in eserlerini bir katalogda toplamak ve sonra kurulabilecek bir Nâzım Hikmet müzesi için kaynak temin etmek.

12 Eylül öncesi, bizim için bir nostalji konusu değil, gölgesi bugünlere kadar düşen özel bir zamandır. Yılmaz Aysan’ın aşkla yürüttüğü bir belgeleme çalışmasına dayanan Afişe Çıkmak, “60”ların, “70”lerin “aura”sını gözümüzün önüne getiriyor. O dönemin genç insanlarının anlatma, müdahale etme, ses çıkarma, bir şeyler yapma, kısacası dünyaya katılma iştahını gösteriyor bize. Televizyonun siyah beyaz tek kanal, bilgisayar teknolojisinin laboratuvar aşamasında, sosyal medyanın olsa olsa hayal hanesinde olduğu bir zamanda, mütevazı iletişim yollarını kullanmaktaki yaratıcılığı hatırlatıyor.

Çağdaş edebiyatın en önemli seslerinden Nobel ödüllü yazar Herta Müller’den sorularla dolu ve soru işaretlerinden yoksun bir roman: “Tek Bacaklı Yolcu”. Müller’in benzersiz dili ve anlatımı eşliğinde sert, soğuk ve müdanasız bir ahir zamanlar portresi. Bir kadın ve üç erkek; bir kadın, birkaç ülke, bir deniz, dört duvar ve bitimsiz kentler... Aştıkça yenileri keşfedilen sınırların üzerinde bir denge mücadelesi, kuşatan korkular, ıssız odalar. Herta Müller, “Tek Bacaklı Yolcu”da yalnızlığı taştan bir duvar gibi örüyor önümüze; taş kadar soğuk, taş kadar somut.

Kürtlerin (Kürt Türklerinin) Sosyo-Politi i

Yar m Adam

Ard ndan Y llar Geçti

Bilinmeyen De er

Tamer Abu o lu, Y ld zlar Yay nc l k, 112 s.

Hilmi Ziya Ülken, Bankas Kültür Yay nlar , 265 s.

H fz Topuz, Remzi Kitabevi, 342 s.

Hermann Broch, thaki Yay nlar , Çev: Saliha Nazl Kaya 248 s.

Tamer Abuşoğlu’nun kitabında, çok tartışılan Kürt meselesine ilişkin farklı görüşler yeralıyor. Kitabın isminin çağrıştırdığı şekilde, Kürtleri Türkleştirmekten ziyade; birlik ve beraberlik duygusu vurgulanıyor ve sorunun arkasındaki emperyalist güçlere işaret ediliyor. “Kürtleri başkalaştırarak ve asıl kimliğinden uzaklaştırarak, başta büyük ağabey Türkler olmak üzere, bütün Ortadoğu halklarının karşısına dikerek öngörülen ileri karakol devletinin jandarması haline getirmeye matuf bu projeye direnmek bir insanlık görevidir. ‘Açılım’ bölge haklarıyla entegrasyona ve barışa değil, savaşa ve kaosa kapı aralamaktır”

Hilmi Ziya Ülken, imparatorluğun yıkılışından başlayıp yeni Türkiye’nin kuruluşuna kadar uzanan büyük bir yorum bileşiği olan "İnsan Meddücezri”dizisini 1939 yılında kaleme almaya başlar. Dizinin yayımlanan ilk kitabı olan “Yarım Adam”mütarekenin ilk aylarında geçer. “Yarım Adam”aydın yalnızlığını, umarsızlığını, mutsuzluğunu, inançla inançsızlık arasındaki kararsızlığını başarıyla anlatıyor. Bu eserle Hilmi Ziya Ülken, güçlü betimleme üslubu ve psikolojik derinlikler arayışıyla usta romancı kişiliğiyle öne çıkıyor.

Hıfzı Topuz’un 90 yıllık yaşamına bir armağan... Cumhuriyetimizle yaşıt bir kişilik, 90 yıla sığan dolu dolu bir yaşam... Hıfzı Topuz için Galatasaray Lisesi’nde başlayan öğrenim, İstanbul ve Strasbourg Hukuk Fakültelerinde devam etti. Sonra gazetecilik, ünlülerle tanışma ve yakın diyaloglar... Ardından Paris... Unesco’daki görev nedeniyle Latin Amerika’da ve özellikle Kara Afrika’da iletişim uzmanlığı... Ardından İstanbul’a dönüş ve biyografik roman yazarlığı... İşte “Ardından Yıllar Geçti”, böylesi bir tanıklık ve renkli bir yaşamöyküsü...

“Ölüm ve sonluluk üzerine düşünmek Montaigne’den bu yana unutulmuş bir meseleydi Batı sanatı ve felsefesi için. Hermann Broch bu durumu tersyüz eden kişidir. Tüm yapıtı sonlu, ölümlü varlığın, insanın odağında yer aldığı bir çabanın ürünüdür. Sadece ölüm ve sonluluktan hareketle bilgiyi, felsefeyi ve sanatı birbirinin nesnesi kılar Broch. Her üç alanın da ayrıcalıklı bir bilgi nesnesine ve kesin bilgiye sahip olduğunu savunanlara inat... Dolayısıyla, ‘Bilinmeyen Değer’, temasıyla da bir Broch klasiğidir!” -Ahmet Öz-


YENİ ÇIKANLAR

Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

19

Baba Evinde Bana Yer Yok

Evrim Serüveni

Vampirin Kültür Tarihi

Bahç van n Bir Y l

Sedat Ölçer Metis Yay nlar , 320 s.

Gülay Er Pasin, Ayr nt Yay nlar , 480 s.

Karel Çapek, Alt k rkbe Yay nlar , Çev: Gonca Gülbey, 152 s.

Sedat Ölçer kitabının ilk kısmında evrim kuramının doğuşuna tanıklık ettikten sonra günümüze dönüp bazı önemli soruların izini takip ediyor. Türkiye’de bilim insanları kendi alanlarındaki bilgi birikimini kamuyla paylaşmayı genellikle küçümserler; bu yüzden de meydanı genellikle bilimi dogmatik veya spekülatif amaçlarla manipüle etmeye çalışanların kitapları doldurur. Türkçe bilim yazarlığının gelişmesi yönünde, Metis Bilim’de Sedat Ölçer’in güzel yazılmış, kolay okunan, ama ele aldığı konunun karmaşıklığının da hakkını veren bu çalışmasına yer vermekten mutluluk duyuyoruz.

Marx, kapitalist sistemde emekçinin sömürülmesini vampirin kan emmesi metaforuyla açıklayarak vampir imgesini olağanüstü zengin bir alana taşımıştır. Vampir gibi sermaye de yaşayan ölüdür, emekçilere geçirdiği dişleriyle artı-değeri emer damarlarından. Kanını emdiği kişi üzerinde hipnotik etki yapar. “Vampirin Kültür Tarihi”, ölüm korkusu, ölüm ötesi, ruhun biricikliği, ölümsüzlük düşü gibi insanın en temel korkularını ve arzularını simgeleyen vampir karakterinin hangi kültür örüntüleriyle bugünkü kavranışına vardığını anlama çabasının ürünüdür.

1929’da yayımlandığından bu yana hem bahçıvanlar hem de olmayanlar “Bahçıvanın Bir Yılı”nın nüktedanlığını, lirizmini ve iyimserliğini takdirle karşılamışlardır. Bahçeciliğin meraklıları, Çapek’in bahçıvanının tutkularını, zayıf yanlarını ve tuhaflıklarını fark ettikçe güleceklerdir. Bahçecilikle ilgisi olmayanlar bile Çapek’in ele aldığı konunun kapsamı ve doğayı gözleminden kaynaklanan iyimserliği ile büyüleneceklerdir. Okuyucu kitabın yeni kurulan ve liberalleşen Çek Cumhuriyeti halkı için zekice hazırladığı olumlu örneklere hayran kalacaklardır.

"Baba Evinde Bana Yer Yok", Asiya Cebbar’ın kendi kadın ve yazar kimliğini ilk kez anlattığı otobiyografik bir roman. Burada özgürlüğe susamış, atalardan miras kalan gelenekler ve bilgi birikimiyle zenginleşmiş, Cezayir ile Fransa arasında bölünmüş bir çocuk, daha sonra da bir genç kız görüyoruz. Yazar, utangaç ve heyecan dolu mahrem hikâyesinin ötesinde, sanki bir zamanlar kendini bulmak, kendisi olmak adına koparmak zorunda kaldığı bağları yeniden sağlamlaştırmak için Arap-Berberi bir geçmişe, bir ülkeye, bir babaya saygılarını sunuyor.

Ulus Y k c l Zamanlar

Piri Reis Haritas 'n n ifresi

Baharat ve Güç

Ya amla Bulu mak

Orhan Bursal , Cumhuriyet Kitaplar , 196 s.

Metin Soylu Truva Yay nlar , 344 s.

Deniz Gürsoy, O lak Yay nc l k, 224 s.

Jiddu Krishnamurti, Omega Yay nlar , Çev: Orhan Düz, 240 s.

Orhan Bursalı “Ulusalcılık artık savunulmaması gereken, kötü bir şey mi?”sorusuna yanıt arıyor ve günümüz dünyasında ulusalcılığı irdeliyor. Bu kitap, günümüzde ulusalcılık için bir manifesto denemesi. Küreselliğin mihverinde, ulusalcılık ve devlet olgusuyla güncel ve tarihsel bir hesaplaşma. “Orhan Bursalı ulusal ve ulusalcı karşıtı olarak tanınan bir yazar grubunun yanıltıcı ve kirletici ve temel amacı Cumhuriyet Devrimi’ni yıkmayı amaç edinmiş düşüncelerini yıkamak için sağlam bir yapıt hazırlamış. Bu analitik ve bütünleyici yapıtın yararlı olacağına inanıyorum.” -Doğan Kuban-

Piri Reis Haritası üzerine yapılan yedi senelik çalışmaların ürünü olan bu kitapta, tüm dünyanın bildiği bir haritadan yola çıkılarak bilim çevrelerini bile şaşkınlığa düşüren gerçeklere ulaşılıyor. Metin Soylu'nun yıllar önce bir hobi olarak başlayan Piri Reis Haritası incelemeleri, Türkiye'de Millî Eğitim ve Dışişleri Bakanlığı'na, oradan da Amerikan Ulusal Havacılık Dairesi NASA'ya kadar ulaşan bir serüvene dönüşüyor. Bu serüvende esas olaylar parçalanmış haritanın Metin Soylu tarafından dünyada ilk defa tamamlanmasıyla başlamış, ortaya çıkan sonuçlar yazarı dahi şaşkına çevirmiştir.

Deniz Gürsoy, baharatın serüvenini masal tadında anlatıyor “Baharat ve Güç”te. Baharatın savaşlar çıkartan gizemini tadında, kokusunda, şifasında ve elbette tarihin derinliklerinde araştırıyor... "Nefis kokulu ve katıldığı yiyecek ve içeceklere hoş tat veren baharatın kültürü, dolayısıyla da hikâyesi çok zengin olduğu gibi, baharatın, tarihin akışının yönünü değiştirebilecek kadar da stratejik, ticari bir önemi vardır. Baharat uğruna servetler kaybedilmiş, servetler kazanılmış, imparatorluklar çökmüş, imparatorluklar yeşermiş ve sonunda, yanlışlıkla da olsa, onun sayesinde yeni bir kıta keşfedilmiş.”

Krishnamurti, hayatını dünyayı dolaşarak, insanlarla yaşama ve dünyaya dair konuşarak geçirdi. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Onun için, karşılaştığı herkes başlı başına bir “birey”di. Bu nedenle öğretmekten çok paylaşmayı ilke edindi. Yine de dünya üzerindeki milyonlarca kişi ondan çok şey öğrendi. “Geçmişte neler yaşamış olursanız olun, eğer siz şimdi hayata yeterli özeni ve ilgiyi gösterirseniz, o da size çiçek açmaya hazır bir tomurcuk gibi tazelik getirecektir. Bunu yaptığınızda, geçmişi ait olduğu yerde bıraktığınızda özgür olduğunuzu hissedeceksiniz.”

Asiya Cebbar, K rm z Kedi Yay nevi, Çev: Aysel Bora, 280 s.


20

25 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Küçük beyaz avuçta siyah burun Çizimlerdeki anlat m, neredeyse sözcüklerdeki anlat mdan daha iyi. Dolays z yoldan direkt çocu un zihnini ve hayal gücünü hedef al yor ve tahminimce hedefine ula yor İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Kocaman bembeyaz bir kitaptan bahsedeceğim bu hafta ama önce unutmadan, “Sidikli Kasabası Müzikali”ni hala izlemediyseniz izleyin derim, ben ancak gidebildim. Solumda oturan arkadaş (9 yaş) küçük Sally'nin oyunculuğunu çok başarılı bulduğunu söyledi annesine, ben de tamamını başarılı buldum. Beyaz kitaba gelince; İthaki Yayınları’ndan çıkan “Kutup Ayısı Koda”, Güney Koreli yazar Rury Lee’nin öyküsüyle, Woory Bae’nin çizimlerinin birleştiği, yasak avlanma yüzünden soyları tükenmekte olan hayvanlara dikkat çeken, ayrıca orijinal ismiyle (Coda the Polar Bear) kısa bir animasyon filmi de bulunan bir kitap. Kitap hakkında fikir edinmeniz için yaklaşık on iki dakikalık bu çizgi filmi mutlaka izlemenizi öneririm. Basit bir İngilizce ve yumuşak müziklerle, yine aynı çizer tarafından kitaptaki çizimlere benzer, sevimli ve duygusal bir animasyon. Ama kitaptan iyi değil. Resimli çocuk kitaplarının nasıl olması gerektiği konusunda çeşitli kaynaklardan, yayınevlerinden, bloglardan okumalar yapıyorum uzun süredir. Farklı örnekler üzerinden hepsi aynı kapıya çıkan fikirler, araştırmalar var. Öncelikle konusu bakımından çocuk okurun ilgi alanları kapsamında olması, dilinin sade ve anlaşılır, anlatımın nasihatten uzak olması, büyük, renkli çizimler ve çizimlerle yazıların uyumu, metinlerin büyük resimlerin yanında kısa kısa verilmesi gibi etmenler, çocuğun kitapla bağını belirlemede önemli rol oynuyor. İşte bahsettiğim kitap “Kutup Ayısı Koda”, tam bu özellikleri barındıran, resimli çocuk kitabı kültürüne iyi ör-

nek olabilecek bir kitap. Ayrıca Koreli bir yazardan okuduğum ilk çocuk kitabı. 1969 Seul doğumlu yazar Rury Lee, Kore Üniversitesi’nde Almanca okumuş. Resimli çocuk kitaplarına ilgisi olan yazar, hatta editörünün deyimiyle resimli çocuk kitaplarını diğer her şeyden çok seven yazar, aynı üniversitede öğretmenlere resimli çocuk kitabı eğitimi vermiş. İngilizceden ve Almancadan birçok çocuk kitabını Koreceye çevirerek, dünya masallarını, öykülerini Kore kütüphanelerine taşımış. Aynı şekilde Woory Boe de Güney Kore'de sevilen bir çizer. Rury Lee ana dilinde yazdığı bu kitabını Brad Curtin yardımıyla İngilizceye çevirmiş. Siz de Şeyda İşler'in net ve akıcı Türkçesiyle okuyacaksınız. Kitap, bir avcı tarafından takibe alınan iki kutup ayısının kısa macerasını anlatıyor. Minik Koda ve annesi karlarda oynarken, dürbünüyle onların bembeyaz karlar arasında seçilebilen siyah burunlarını izleyen bir yabancı var. Fakat bir müddet sonra dürbündeki siyah noktalar önce bire düşüyor, sonra hepten kayboluyor. Bu sahnelerin çizimlerdeki anlatımı neredeyse sözcüklerdeki anlatımdan daha iyi. Dolaysız yoldan direkt çocuğun zihnini ve hayal gücünü hedef alıyor ve tahminimce hedefine ulaşıyor. (Kutup Ayısı Koda, Rury Lee, İthaki Yayınları, Çev: Şeyda İşler, 44 s.)

ÇOCUK - GENÇ

Ke fedin - Roma mparatorlu u Tarihteki en büyük uygarlıklardan biri olan Roma İmparatorluğu çağına geri git. Günlük yaşamın içine dalıp Romalıların neler giydiklerini, en çok hangi yiyecekleri sevdiklerini, nasıl eğlendiklerini gör. Romalıların mimarlık ve mühendislik alanındaki başarılarını, heybetli Pantheon'u hayranlıkla izle. Küçücük bir kentin nasıl olup da muazzam ve güçlü bir imparatorluğun merkezi haline geldiğini anla. Bir dizi pratik proje geçmişi bugüne taşımana yardım edecek, bir aktör maskı yapacak ve Roma usulü bir gösteri düzenleyecek, hazırladığın Roma Philip Steele, Bankas yemekleriyle ziyafet verecek ve yüzlerce yıl Kültür Yay nlar , Çev: Ali önce kullanılanlara benzeyen bir yazılı tabBerktay, 64 s. let hazırlayacaksın. -Adım adım ilerleyen 15 proje ile geçmişi yeniden yaratma olanağı bulacaksın -Gerçek olayların konu edildiği kutular, geçmişin içyüzünü iyice kavramanı ve bugünle bağlar kurmanı sağlayacak -300'den fazla renkli fotoğraf ve illüstrasyon, tarih haritaları ve resimli bir zaman çizelgesi

Gevrekçiii “Aydede Her Yerde” kitabıyla kıtaları aşan Hacer Kılcıoğlu, bu kez İzmir'in çalışan çocuklarını konu ediyor. Fransa'dan bir konuk, bir de simitçi çocuk! Büyüme sorunlarını zekice kurgular ve ince bir mizahla ele alan Hacer Kılcıoğlu, sevilen öykü kitabı “Aydede Her Yerde”den sonra yine sınırları aşan evrensel bir arkadaşlık hikâyesi anlatıyor. Okuru, Fransız bir belgeselci ve küçük bir simit satıcısının peşinden İzmir'in ara sokaklarında gezintiye çıkaran kitap, farklı kültürleri ortak bir duygu dilinde buluşturuyor. Umudun, neşenin ve zorlukların birbirine dolandığı yaşamları yan yana getiren hikâye, hayvan sevgisinden çocuk işçilerin sıkıntılarına, kişisel keşiflerin coşkusun- Hacer K lc o lu, Gün Kitapl , 152 s. dan hasta bir ebeveynle yaşamanın zorluklarına kadar pek çok konuda düşündürüyor.

Garfield ile Arkada lar 6 Garfield Anne Garfield çizgi filmlerinden çizgi roman haline getirilen dizinin altıncı kitabı “Garfield Anne”de aslında erkek olan kedimiz anne oluyor! Üstelik yavruları da kuş! Aslında her şey, anneleri yuvadan ayrı kalan kuş yumurtalarını, sokak kedisi Harry'ye yem olmaktan kurtarmaya karar vermesiyle başlıyor. Anne kuş saatlerce dönmeyip yumurtadan çıkan yavrular Garfield'i anneleri sanınca işler iyice karışıyor... Acımasız ve bencil gibi görünen Garfield'in aslında ne kadar yufka yürekli olduğuna tanık olduğumuz sıcacık maceralardan biri.

Jim Davis, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Elif Gökteke, 32 s.


Aydınlık KİTAP

SAHAF

25 OCAK 2013 CUMA

21

Derslerle dolu Osmanlı’nın Balkanları ERCAN DOLAPÇI ‘Açılım’ ve ‘Analar ağlamasın’ türkülerinin söylendiği şu günlerde, Osmanlı’nın nice açılımlara rağmen kaybettiği Balkanlardan bahsetmek istiyorum. Milliyetçiliğin geliştiği yıllarda, Balkanları da hızla elimizden kaybettik. Osmanlı’nın dağılma süreci, bugüne de acı bir derstir. Ama ders almasını bilene! Yoksa Osmanlı sadece birilerinin iyi yönlerini görerek ‘ecdadımız’ dediği geçmişimiz değil, bir yüzü kan ve gözyaşıyla sulanan akılsızlık ve acizlik derleryile dolu bir trajedidir.

DÜNÜN ISLAHATI BUGÜNÜN REFORMU Son yüz yıl Balkan tarihi, onun merkezinde yeralan Makedonya üzerine Avrupa’nın sanayileşmiş kapitalist/emperyalist ülkelerinin, Osmanlı’nın topraklarına göz diktikleri dönemde çevrilen dolaplar ve oyunlarla doludur. Bu oyun genellikle kanlıdır. Sanayileşemeyen, askeri ve siyasi yönden de hızla gerileyen İmparatorluk, artık uzak diyar-

lardaki topraklarını koruyamaz olmuştu. Günlük harcamaları için borç olmak zorunda da kalınca, oralara çare de üretemedi. Batılı ülkeler bu zayıflıktan yararlanarak Türkleri, Avrupa’dan tamamen silmeye çalıştı. Bunu Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar ve Makedonyalılar üzerinden yürütttü. İçerde de Ermeniler ve Rumlar üzerinden... Bunun aracı da ‘ıslahatlar’dı! Bunu bugün ‘reform’ adı altında yürütüyorlar.

KÜRT AÇILIMINDA HATIRLANMASI GEREKEN DERSLER Şu günlerde Kürt açılımının sarhoşluğuyla hatırlatmak istediğimiz kitap, Süleyman Kâni İrtem’in yazdığı "Osmanlı Devleti’nin Makedonya Meselesi Balkanlar’ın Kördüğümü" isimli kitap. 304 sayfalık kitabı, araştırmacı yazar Osman Selim Kocahanoğlu, yazarın 1933-45 yılları arasında Akşam gazetesinde yayımladığı tefrikalardan hazırlamış. Kocahanoğlu Hocamız, çok

değerli kitapları yayın dünyamıza kazandırdı. Temel Yayınları tarafından 1999 yılında basılan kitap, Balkan meselesine ışık tutuyor ve okuru aydınlatıyor. Dünü ve bugünü anlama açısından çalışılması gereken bir ders kitabı gibi... Bu kitabı okuduğunuzda, bugünkü ‘Kürt meselesi’nin de ne kadar dünkü ‘sorun’lara benzediğini görürsünüz. Çünkü perde gerisindeki güçler değişmemiş. Olanca çirkinlikleriyle sırıtıyorlar. Sadece maşalarla onların yardımcıları değişmiş...

HERKES N GÖZÜNÜN OLDU U YER Makedonya meselesinin tam merkezinde 1896-1909 yılları arasında kaymakam olarak görev yapan Süleyman Kâni İrtem, bölgedeki olayları yaşamış ve bölgeyi çok iyi analiz etmiş. Bunları da eserinde ayrıntılarıyla anlatmış. İtti-

hat ve Terakki üyesi olan İrtem, ıslahat çalışmalarını da yürütmüş. Dolayısıyla bölgeye Saray’dan bakanlardan değildir. Ayrıca o dönemki Abdülhamit ve Saray’ın bakışını da eserinde yeri geldiğinde çok iyi tarif ediyor. Mekedonya, Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar, Arnavutlar ve Ulahlar’ın birlikte yaşadığı ortak yerdir. Herkesin de gözü vardır. Özellikle Bulgarlar ve Yunanlılar kıyasıya mücadele etmektedir. Avrupalılar da yeri geldiğinde birini, yeri geldiğinde hepsini harekete geçirip Makedonya’yı kaynayan kazana çevirir. Çok ilginç ve derslerle dolu bilgiler var. Hele bugüne... İrtem Bey, İstanbul vali iken Damat Ferit tarafından görevden alınır. 1924 yılında emekli olur. Eğitimcilik ve gazetecilik de yapar. Çok sayıda başka eseri vardır. 30 Kasım 1945 günü de İstanbul’da 74 yaşında hayata veda eder. Saygıyla anıyoruz.

SES - SÖZ

Sisifos’un intiharı: Nick Drake EMEL TELCİ Albert Camus’nun yaşamı ve intiharı sorguladığı deneme kitabı “Sisifos Söyleni”, bir müzisyenin intiharının öncesinde okuduğu son kitap olmuştu. Nick Drake yaşamında kavuşamadığı şöhrete ölümü sonrası kavuşacaktı. Nick Drake, Britanya’nın müzik dünyasına bıraktığı önemli bir figürdür. Müziğiyle pek çok kişinin yaşamını değiştirmiş ve ilhamı olmuştur. Güzel bir İngiliz köyünde mutlu bir çocukluk geçiren Drake, müziğe ilgi duymaya başlamış ve Bob Dylan, Phil Ochs, Tim Burcley, Van Morrison gibi gibi isimleri dinlemeye başlar. Sakin, sessiz ve melankolik bir kişiliğe sahipti. Gitarına yaptığı farklı akord ile birkaç kişi aynı anda çalıyormuş havası oluşurdu. 20 yaşındayken ilk albümü “Five Leaves Left” (1969) bir

yıl sonra da “Bryter Layter” (1970) isimli ikinci albümü piyasaya çıktı. Fazlasıyla çekingen olan Drake bu yapısından dolayı birkaç dönemin halk müziği sanatçılarıyla birlikte çıktığı konserler hariç turnelere çıkmayı reddedip evine kapalı bir yaşam sürmeyi tercih etmişti. Bu onun tanınmasının önündeki önemli engellerden biriydi. Bugün barok-folk’un en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen Drake’in okumayı sevdiği, özellikle de William Blake, W. Butler Yeats ve Fransız sembolist şairlerden etkilendiği biliniyor. 25 kasım 1974’te kendi kararı ile hayattan ayrılmıştır. Aşırı dozda anti depresan almış ve sabah uyanmamıştır. Başucunda Camus’nun “Sisifos Söyleni”si vardır. “Sisifos Söyleni”deTanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın

tepesine çıkarmakla cezalandırılan Sisifos, taşı taşıma süresinde yaşadığı kısır döngüyü anlatarak “saçma”ya ulaşır. Fakat “tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter.” diyerek intiharı haksız çıkartır. Buna rağmen pek çok kişi saçmada kalır ve hayatın anlamsızlığında çivilenir. Belki Drake de bu çivilenenlerden olmuştu. Bu sürükleniş albümlerinin başarı kazanmaması ile başlamış ve büyük bir bunalıma doğru gitmiştir. Hazırladığı son albümü “Pink Moon” kaydı 1 hafta boyunca Island Records`un masasında kimse fark etmeden kalmıştır. “Pink Moon” parçası yıllar sonra bir vosvos reklamıyla ünlenecektir. Zamanla kötüleşmeye, içine kapanmaya başlayan Drake’in artan depresyonu onu ölüme götürmüştür.

N. D rake Camus


22

Aydınlık KİTAP

25 OCAK 2013 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeyleriniz olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz.”

a) Benim Lokantalarım - Artun Ünsal b) Sinek Isırıklarının Müellifi - Barış Bıçakçı c) İstanbul: Zamanın Suya İzi - Tuncer Erdem d) Yokluk - Coşkun Yerli e) Bakır Çalığı - Güven Turan

2

“Sayfaların üst köşelerinde Arap sayıları yer alıyordu. Asıl ilgimi çeken, örneğin çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sözlüklerde olduğu gibi bir resimle süslüydü; bir çocuk elinden çıkmış gibi, mürekkep kalemiyle beceriksizce dizilmiş bir çapa resmi vardı.”

a) Kum Kitabı - Jorge Luis Borges b) Sınırda Bir Ülke - Emil Tode c) Cinnet - Vladimir Nabokov d) Adsız Sansız Bir Jude - Thomas Hardy e) Dublinliler - James Joyce

3

“Sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde, hiç değilse ona ait bir giysiyi, kaybettiğimiz kişinin kokusunu giyside aldığımız sürece tutarız ve gerçekten de kendi ölümümüze kadar tutarız, çünkü onun kokusunu bu giysinin bugüne taşıdığına inanırız her ne kadar çoktandır artık yalnızca bir hayal olsa da.”

a) Cumartesi - Ian McEwan b) Kapı - Magda Szabo c) Beton - Thomas Bernhard d) Bir Başka Ülke - James Baldwin e) Klingsor’un Son Yazı - Hermann Hesse

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(b) 2-(a) 3-(c)

1

BULMACA Soldan sa a 1. Resimdeki ikinci yeninin önemli airlerinden - Paraguay çay 2. Azotlu besinlerin vücutta yanmas yla olu an azotlu madde - Rusça’da “evet”- K s rl k, verimsizlik 3. Ürdün Bat eria’da 1967’den beri srai i gali alt nda olan kent Kabaca i te orada - Bir yüzölçümü birimi 4. Kuma - Türk Standartlar Enstitüsü (k sa) - Yabanc bir uzunluk ölçüsü birimi - Niyobyum’un simgesi

5. Belli bir anlam olan iz, i aret Molibden’in simgesi - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi - Yunanca’da bir harf 6. Köpek yiyece i - Sofa - Gelecek - At yavrusu 7. Fas’ n plakas - Çok eski ve bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz - Tavlada “iki”say s 8. Milattan Sonra (k sa) - Saz n en kal n teli ya da kiri i - Dul kalan kad n n sadakatini göstermek üzere kendini kurban etmesi eklinde bir Hindu

gelene i 9. imdi, u anda - Beyaz - Yabanc bir a rl k ölçüsü birimi 10. Yüce, yüksek, ulu - Gümü ’ün simgesi - Afrika kökenli bir Amerikan müzi i - Sümerler’de su tanr s 11. Letonya’n n ba kenti - Kap lar aç p kapamaya yarayan, iki parçadan ibaret demir mente e - Genellikle uluslararas karayolu ta mac l nda kullan lan büyük kamyon 12. Tak m (k sa) - Büyük Britanya’da

akarsu - Rubidyum’un simgesi Dünya zevklerini ho gören, dünyaya önem vermeyen, kalender 13. Bir haber ajans - Bir binek hayvan - Eski bir a rl k ölçüsü birimi Ayak 14. Favori - Diki te kullan lan pamuk ipli i - Mesaj 15. Hristiyanl kta papaz n yard mc s olan din adam - lemeli, büyük boyutlu mendil Yukar dan a a ya 1. Resimdeki yazar n bir eseri - Geri; pe - Ate 2. Tümör - Japonya’da buda rahibesi Güzel yazma ya da söyleme yetene i 3. Gerçek - Lümen (k sa) - Küme Bölü ülmü bir bütünden bölü enlerin her birine dü en k s m, hisse 4. Boyun e en - Yünden dövülerek yap lan kaba ve kal n kuma - Bir haber ajans - Bir dilek art eki 5. Ut çalan kimse - Bir sevinç ünlemi Çocu u olan kad n - Voltamper (k sa)

6. Hükümdarlar n oturdu u büyük, süslü koltuk veya hükümdarl k makam - Fizikte direnç birimi Yapay ma ara 7. Esasi - Geni lik - Alamet, ni an 8. Bir hayret ünlemi - Yabanc - Ordu (k sa) 9. “... Gündüz Kutbay”(ney üstad ) Lantan’ n simgesi - ki ya ndan büyük enenmi erkek keçi 10. Birinin suçunu ba lama, merhamet etme - Yass demir ürünü - Berkelyum’un simgesi 11. Mavi - Hastal ktan kurtulma, iyile me - li kin 12. Kuzu sesi - Lavrensiyum’un simgesi - Köpek - Saz n en ince teli Lityum’un simgesi 13. Cet - Argoda “esrar”- Jüpiter’in bir uydusu - Genellikle bir traktörün arkas na monte edilen ve zemini derince kazmaya yarayan bir alet 14. Radon’un simgesi - sim - Bir soru sözü - “... King Cole”(Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) 15. Bir seslenme sözü - Resimdeki yazar n bir eseri - Küçük ma ara

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.