2013 04 05nisankitapeki

Page 1

. KITA P GEÇEN HAFTA

Aydınlık

66,745

OKURA ULAŞTIK 5 Nisan 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 58

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermişti

‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji’ kitabının yazarı Prof. Zafer Toprak’la

Kemalizm ve Antropoloji üzerine

Sıradışı bir yazarın kılavuzluğunda edebiyat

43 yılın ‘resmi geçidi’

Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçıs ı

Garip bülbül Neşet Ertaş



Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

3

İÇİNDEKİLER

İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermişti s. 4-5 Açık sözlü bir Osmanlı portresi

s. 6

Sıradışı bir yazarın kılavuzluğunda edebiyat

s. 7

Dünyada kültür ve edebiyat

s. 8

Örtülü savaş ve satılık ülke

s. 9

Bilgi ve Kuşkuculuk

s. 10

“Onlar için Yazdıklarım: 60 İnsan”

s. 11

KAPAK: Bugün bile en büyük kafatası koleksiyonları Amerika’da

s. 12-13-14

Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı

s. 15

“Yokuş Aşağı” bir sohbet

s. 16

Sözcüklerden doğmuş taş ustalığı

s. 17

Yeni çıkanlar

s. 18-19

Çocuk-Genç: Ey sinirli çocuk

s. 20

Dört metre kare betonu geçmek

s. 21

Defterdeki anılar

s. 22

Düşleyebildiğimiz her şey gerçekse!

Düzenli okuyucular hatırlayacaklardır. Bundan yaklaşık üç ay önce yine Zafer Toprak’la bir söyleşi gerçekleştirmiştik. O dönem “Türkiye’de Milli İktisat” kitabının yeniden basımı yapılmıştı, o vesileyle kendisiyle görüştük. Bugün yine Zafer Toprak’la yaptığımız bir söyleşiyi bulacaksınız sayfalarımızda. Tayyip Erdoğan’ın “kafatasçılık” çıkışı yeni bir tartışma yarattı diyemeyeceğiz. Ortada bir tartışma yok çünkü. Varolan bir saldırı, bir meydan okuma. Bu meydan okuma açıkça bilime ve bilimin dallarına. Tam da bu yüzden çok değerli bir bilim insanının konuya ilişkin görüşlerini aldık ve paylaşıyoruz. Zafer Toprak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” başlıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü. Kitaptan yola çıkarak Türkiye’de ve dünyada antropoloji, Cumhuriyetin bilime bakışı, bilimin işlevi ve daha birçok konuyu konuştuk. Konuşacak konu çok, laf lafı açtı. Bir kısmını gelecek haftaya bıraktık. Önümüzdeki sayıda söyleşinin “Dersim meselesi”yle ilgili olan kısmını bulacaksınız. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. *** Anadolu’nun tam ortasından, Kırşehir’den tınlayıp şiiri ve felsefeyi sarmalayan müziğin son simgelerinden Neşet Ertaş’a dair bir kitaptan bahsettik bu sayıda. İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Erol Parlak’ın yazdığı “Garip Bülbül Neşet Ertaş” adlı eser, Neşet Ertaş’la birlikte geçen on altı yılın yarattığı bir birikimin ürünü. Neşet Ertaş’ı, onu doğuran toprağı ve o toprak üzerine çizilen yolları gösterek anlatan kitap, Neşet Ertaş’ın bilinmeyen yönlerine sıklıkla uğruyor. Onun pek bilinmeyen şiirleri, şiirlerinin sarıldığı besteleri ve onlarca fotoğrafı ise bu çok yönlü kitabı bin sayfa boyunca doyuran kıymetli bilgilerin üstüne gelince, kitabı iyiden iyiye tatlandıran unsurlar olmuş. Neşet Ertaş’ın bilinmeyen ve bilinmesi gereken yönlerine vurgu yapan inceleme yazımız kitabın “bilinmeyen Neşet Ertaş”ı bildiren yönünü destekler nitelikte. Keyifle okuyacağınızı umduğumuz yazının ardından, yazının sonunda yer alan türküyü dinlemenizi öneririz.

s. 23

*** Haftaya görüşmek dileğiyle... AYDINLIK KİTAP

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı damla@aydinlikgazete.com

Editör Pınar Akkoç pinar@aydinlikgazete.com

Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri Ebru Baysan

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür: Yalçın Büyükdağlı Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa İlker Yücel Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt Tüzel Kişi Temsilcisi: Metin Aktaş Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

Reklam Servisi Genel Müdür Yardımcısı Saynur Okuroğlu saynur@aydinlik.com.tr

Reklam Müdürü Kamile Karakadılar kamile@aydinlik.com.tr

kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

ARA KABLO

NEYZEN, TÜRK’E DİL UZATAN OSMANLICIYA

İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermişti En sanatl ney taksimlerini niçin Atatürk’ün huzurunda yapt n soranlara Neyzen u yan t verirdi: S k ysa yapma karde im, adam musikiden çok iyi anlard SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com Neyzen Tevfik, ustası kabul ettiği Şair Eşref’te doruğa çıkan yergi şiirimizi Tevfik Fikret’ten esinlendiği modern felsefeyle yoğurarak, yalnızca eseriyle değil, yaşamıyla da sokağa taşıran şairimizdir. Yaşam ve kültürünün ana kaynağı, bütün olumlu ve olumsuz değerleriyle halktı. Halka ait hiçbir yönelim ve duygu ona yabancı değildi. Halkı en güzel sözlerle yücelttiği bir sırada, olsa da olmasa da taşı gediğine koyarak yerin dibine batırmaktan da kaçınmazdı. Bu yönden, yaşam ve yapıtları, halkın özeleştirisini yansıtan Kazak Abdal’ı, Nasrettin Hoca’yı yirminci yüzyılda adeta güncelleştirir.

“SÖVMEK MÜSEKK ND R” Neyzen Tevfik’in anlatımında küfür, sözün gevşetici tadıdır. Yüz yıl önce, Eşek Dergisi’ne verdiği bir mülakatta küfrün yaşamdaki yerini apaçık belirtir: “Azizim, sövmek müsekkin-i asaptır. Binaenaleyh, herkes için meşru bir haktır. Ben, bu hususta hiçbir hudut tanımam. Bazı kimseler, bilhassa matbuat, sövmenin fenalığından bahsediyor. Sövülecek kimsenin bir meziyetini söyleyerek, ona sövülmesini men etmek istiyorlar. O büyük adamdır, sövülür mü? diyorlar. İşte buna şaşıyorum: O büyüktür, sövme; bu küçüktür, sövme; öbürü cahildir, beriki çocuktur, aman ihtiyardır, sakın sövme! Sorarım size, kime sövmeli? Binaenaleyh sevme hürriyeti olduğu gibi, sözme müsavatı da olmalı. Herkes bikader-i imkân [güçsüzlük duyumsadığında] sövebilmelidir.” (9 Ağustos 1912) Kim bilir belki de siyasal tartışma deyince kendi tarafını tribün mantığıyla tutarak karşı tarafa en ağır küfürleri savurmayı anlayan bir halkın gözünde üstün gelmeyi ve onun gönlünde taht kurmayı minder dışı sövgülerle beceren, küfürbazlıkta mahir siyasetçilerin başarısının kaynağı bu sosyal psikolojik durumdur. Neyzen’in gözlemci ve yaratıcı gücünü derin bir toplumsal etkiyle sempatiye dönüştürme yeteneğini İlhan Selçuk şöy-

le açıklar: “Neyzen Tevfik gibi insan, kendine özgüdür, az yetişir. Böyle kişinin toplumda dokunulmazlığı vardır. Hele özgürlüklerin pekişmediği ve geleneklerin bastırdığı yerlerde halk Neyzen tipindekilere evliya gözüyle bakar, saygı duyar. Sıradan insan, kendisinin yapamadığı işi yapan, tutamadığı yaşam biçimini yeğleyen bu tür serdengeçtileri sevgiyle anar. Neyzen Tevfik de İstanbul’da çok sevilir, el üstünde tutulur, saygı görürdü.” (SKK, c. IV, s. 510) Levent Kırca’nın da sahnede nice galîz ve yakası açılmadık küfürlerle olumsuz yönlerini eleştirdiği halkın gitgide artan sevgisine erişmesinin özünde aynı duygu olmalı...

“VARSA DOSTUN D PÇ D R”

hiç’im!” demiştir. Neyzen’in o yıllarda hazırladığı ilk kitabının adı gerçekten “Hiç”tir. Şairin Atatürk’le ilgili anılarından birini Yüksel Baştunç şöyle nakleder: En güzel, en içli, derin ve sanatlı ney taksimlerini O’nun huzurunda yaptığını söylüyorlar, doğru mu gerçekten? Neyzen şu yanıtı verir: Sıkıysa yapma kardeşim, adam musikiden çok iyi anlardı.

“KEHANET N TÜRK’E A T BURCU” Neyzen, Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte Türk’ün dünya çapında yeni bir başarıya imza koyacağını ilk görenlerdendir (s. 147): Bu bayrağın mızrağının ucunda Bir el gördüm, küre var avucunda. Kehanetin Türk’e ait burcunda Yeni bir şaheser gelip geçiyor.

Mustafa Yeşilova, Neyzen’in başka insanlara taşkınlıkla ulaşan iç dünyasının gerçekliğini engin bir yaklaşımla çözümler: “Normalin uzaGerçekten de Türk, ğındaki bu dehayı normal verdiği ilk ulusal kurtuluş insanların tanımaları olve bağımsızlık savaşıyla dukça güçtür. Irmak, yabaşka halklara örnek olur. tağında normaldir. TaŞair Türk’e dair bu düşınca Neyzenleşir. Bence şüncesini daha ilerde bir Neyzen, bizim taşmış haNeyzen Tevfik, başka şiirinde apaçık dile limizdir, biz ondaki saTercüme-i Halim, getirerek, dünya savaşıyla dece fazlalığa şaşmışızRecep Usta birlikte emperyalizmin dır... Neyzen aynı zaBroy Yayınevi uluslararası düzeyde bozmanda bir yenilikçidir. Gerçeği gören insandır. Ulusal Kurtuluş duğu insanlığa kurtuluş yolunu Türk İsSavaşı’nda herkes bir yere yaslanmayı tiklâl Savaşı’nın gösterdiğini anımsatır: yeğler, çareler ararken, o; ‘varsa dostun “Âdemin hasleti temsil edemez bu piyedipçiğidir, öp de omzunda taşı’ diyen, yü- si / Türk’e düştü beşerin zâviye-i tesvirekli, gerçekçi bir adamdır. Bu niteliğiy- yesi.” (s. 256) Aşağıdaki dizelerde bu düşüncenin bir le Atatürk’ün de sevgisini kazanmış, ancak kendisine teklif edilen hiçbir maka- başka somut ve yalın anlatımını buluruz (s. 222): mı kabul etmemiştir.” Neyzen, mevki makam konusunda Gacırtı var yine Türk’ün dişinde daha önce de Talat Paşa’nın önerisini redKafası dönerse hatrı sayılır detmiştir: Paşa’dan memuriyet teklifi Eri durgun görüp aldanma sakın aldığında, ona şunu sorar: “Sonunda ne Kepenek altında yatar sayılır. olacağım?” Paşa, bütün mevki ve makamları saydıkça, o, “Sonra?” diye so- “ LER HEP ANHA M NHA” ruyormuş. En sonunda, beklediği “Hiç!” Neyzen, Türk’ün sultanlar ve düzenyanıtı gelince, “İşte ben bugünden baz yöneticilerce yüzlerce yıl aldatılma-

Neyzen Tevfik (foto: Ara Güler) sını bütün açık sözlülüğüyle eleştirir (s. 234): Aldana aldana s.kildi dinim Kalmadı düşmana, feleğe kinim, Doğruyu söylersem çarpar yeminim Bu cengi pusuya sinenler bilir. Kurtuluş ve ilerleme yolunda kerametin ne sultanda ne de Amerikan ya da İngiliz mandasında olduğunu, yalnızca kara kapaklı Türk askerine güvenilebileceğini halk ozanı edasıyla vurgular (s. 241): Kaynıyor çok şükür aşı ocakta Var imiş kerâmet kara kalpakta Dört yüz yıl büzüldü taşta toprakta Üç parmak uzadı yorganı Türk’ün Neyzen’in yaşamı kavrayışı öylesine çaplı ve derinliklidir ki, yıllarca sonrasını da tasvir eder. Bölünme anayasasını halka benimsetemeyeceğini görenlerin her durumda kıvırmaya hazır teslimiyet ve yüzsüzlükle yürüttükleri “son siyaset”i sokaktaki yurttaşın ağzıyla tanımlar (s. 148): Ne başım var, ne kıçım var be felek Tıpkı s.kik g.te çevirdin beni! Kurtulamadım gitti anha minhâdan Şu son siyasete çevirdin beni. Neyzen, Türk’e dil uzatan Osmanlıcıya, Türk ülkesini işgale yeltenen em-


Aydınlık KİTAP

5

Neyzen Tevfik ve köpeği Mernuş

MERNUŞ bu engin ayrılık canıma yetti, başımdan aşıyor kederim mernuş, bu yolda yazılmış fermanı kaza, bunu da gösterdi kaderim mernuş. bağlanmıştım bütün kalbimle sana, şu fani cihanı okuttun bana. sen göçtükten sonra ben yana yana hicranla gözyaşı dökerim mernuş. bu yolda cahilim, bildiğim kısa, sen girdin toprağa ben düştüm yasa. haklı haksız hatırını kırdımsa affet günahımı beşerim mernuş. neyzen tevfik

peryalizm uşağına, peşkeş çeken işbirlikçiye, daha 1919’da, “Havale” şiirinde İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermiş, Türk’ün yerinin Tanrı katından yüce olduğunu söylemişti (s. 139): Görsün cihan serseriler pîrini Allah’a da vermem Türk’ün yerini. Müselleste olan üçün birini Kostantin’le Anzavur’a bıraktım. Millî irade adına milletin vekillerinin ipini elinde tutanları da gözden kaçırmamıştır: “Vükelanın ipi bir hergelenin

kösteğidir” (s. 305). Gelecek yazılarımızda, Neyzen’in “Türk’e Birinci Öğüt” ve “Türk’e İkinci Öğüt” ile “Üçüncü Arz-ı Hal” şiirlerini günümüz gerçeklerine göndermeleriyle ele alacağız [Şairin şiirleri için kullandığımız kaynaklar: Neyzen Tevfik, Tercüme-i Halim, Tüm Şiirleri ve Nükteleri, haz.: Recep Usta, Broy Y., 1995; Seyit Kemal Karaalioğlu (SKK), Türk Edebiyatı Tarihi, c. IV, s. 510, İnkılâp ve Aka Y., 1982].


6

5 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

CANİ Mİ MASUM MU:

Açık sözlü bir Osmanlı portresi Labirent Yay nlar ’n n ubat ay nda yay mlad , Fazl Necib imzal bir Osmanl Polisiyesi “Cani mi Masum mu” isimli roman, sultan n nuruyla gözleri kama m Yeni Osmanl c lar n da dikkatini çekebilir. Yan l p a r p, Osmanl ya dönü ün küçük i aretlerinden saymaya kalkmas nlar diye söylüyorum, gündüz dü lerine kar l k bulamayacaklar! SUAT DUMAN twitter.com/redkorsan Oraya bakın, teknoloji çağının AVM’sine, aradığınız her bilgiyi orada bulabilirsiniz, üst üste, tıkış tıkış, biraz deforme. Bulursunuz. Sağ olsun facebook, yazar, filozof, bilim insanı, şarkıcı kim ne veciz söz etmişse bize hap şeklinde sunuyor. Bir kısmı yanlış, çokçası uydurma da olsa idare edeceğiz artık. Gerçekten kimin söylediğiyle, bağlamıyla, onu bir elmas gibi parlatan, hangi tartışmanın zirvesidir – bununla kim niye ilgilensin! Söz orada, bütün kofluğumuzu maskeleyecek harikulade bir ambalaj gibi duruyor ya ona bakın siz. Aynı nehirde iki kez yıkanamayacağımızı da, öyle antik Yunan’a gitmeye, haybeden felsefe karıştırmaya filan gerek yok, facebook’tan öğrenebiliyoruz, tabii şu mavi gök altında söylenmedik söz kalmadığını da –sanırım her iki bitirici tespiti de Can Yücel yapmıştı, Oğuz Atay mıydı yoksa? Dünya değişmiyor, burada hemfikiriz! Dünya değişmiyor, yalnız, kara gelecek kurgularındaki ucube canlılar gibi doğayı ve insanı sömüren sınıf büyüdükçe büyüyor. Bu yüzden “Yeni” önekiyle gündemimize sokulan her şeyde geri/gerici bir ideolojinin alenen sırıttığını görebiliriz. Temkinli yaklaşmayı öneriyorum, bu yeni’ler eski’ye rahmet okutuyor. Üstelik yön ayırmaksızın durum böyle, Yeni Sol kadar Yeni Sağ da sinsi, Yeni Sosyal Demokrasi kadar Yeni Osmanlı da düşman, öyle görünüyor. Neoliberalleri filan saymıyorum bile. Yeni Dünya, onu tanımlayanların zehirli dillerine bakarsak, dünyanın ezilen halklarına yeni eziyetlerden başka hiçbir vaatte bulunmuyor.

YEN OSMANLIYA KAR I YEN DEN CUMHUR YET Labirent Yayınları’nın Şubat ayında yayımladığı, Fazlı Necib imzalı bir Osmanlı Polisiyesi “Cani mi Masum mu” isimli roman, sultanın nuruyla gözleri kamaşmış Yeni Osmanlıcıların da dikkatini çekebilir. Yanılıp şaşırıp, Osmanlıya dönüşün küçük işaretlerinden saymaya kalkmasınlar diye söylüyorum, gündüz düşlerine karşılık bulamayacaklar! Böbürlenmek için iyi bir fırsat oysa, Osmanlı’da yok yok, aşk isteyene aşk, polisiye isteyene polisiye, daha ne olsun, değil mi? Ama yok, iyi bir romandan öte, örnek bir toplum, saygın bir yönetici sınıfı, barışçı bir dünya devleti göremiyoruz, Cani mi

Masum mu’da. Gerçi, Osmanlı hayalleri kuranların, Osmanlı’yı idealize etmekten öte, Cumhuriyeti alaşağı etmek gibi bir dertleri olduğunu biliyoruz. Cephelerini döndükleri yer Cumhuriyet. Kurgulanan Yeni Osmanlı bir cihan devleti olmayacak haliyle, ‘yeni’ emperyalizmle de hesaplaşmayacak. Sınırlarını petrol yataklarına genişletebilirse ne ala, değilse kendisini tarihin dışına süren jakobenlerden intikamlarını almak öncelikli hedef. Bu tabii tabanda böyle, onların uykularına bu tatlı hayalleri sokan rüya imalatçıları var bir de. Bütün yeniliklerin beyin takımı. Kürt hareketini bile bu siyasete yönlendirebiliyorlar, sosyalistleri ve bazı Kemalistleri bile.

B -ÇAREGANE MERHAMET, BEN -NEV NE MUAVENET! Fazlı Necib ilk telif polisiyeyi yazan yazarımız olarak gösteriliyor. Bu nedenle ortadaki takdiri hak eden bir yayıncılık. Üstelik roman da iyi kurgulanmış ve iyi yazılmış. Bir serüven romanından ne varsa karşılıyor. Yazarın polisiyeye hâkim olan ilkeleri sezdiği anlaşılıyor. Sonuna kadar değilse de gizemini koruyan bir muamma, birkaç aşamada çözülen cinayet vakası döneminin batılı örneklerinden aşağı kalmıyor. Gerek içinde yaşadığı toplumun dinamikleri, gerekse Osmanlı yazınının dönem itibariyle roman sanatına olan mesafesi hikâyenin zaman zaman melodrama meyletmesine yol açıyor. Bu kısımlarda yazar bir ah-

mu, sırf edebiyat meraklılarına hitap etmiyor bana sorarsanız, tarih araştırmacılarını, Osmanlı’da günlük hayatı merak edenleri de çok sayıda ayrıntı bekliyor. Bir de öneri, buradaki gibi eski dilin yoğun olduğu metinlerde sadeleştirme yoluna gidilebilir. Eski sözcükleFazlı Necib rin, deyimlerin, tamlamaların parantez içinde bugünkü karşılıkları verilmiş ama bu da okumayı kolaylaştırmamış. Polisiye gibi okurun hızla ilerlemek istediği bir türde gerilimi düşürecek, okurun merakını bastıracak bir engel bana kalırsa eski dil. Osmanlı polisiyesi dizisinin yeni kitaplarında bu noktanın üzerinde yeniden düşünülürse isabet olur, benden söylemesi.

lak tarihçisi gibi davranıyor. Karakterlerini sefih bir hayat sürCAN M mekle hiç çekinmeden itham MASUM MU edebiliyor. Asıl dikkat çekense Roman bir arada romandaki kadın karakterlerin ve sorunsuz yaşayan işleniş biçimi. İyi çizilmiş iki azınlıkları resmediyor kadın karakterden biri, Refik’in bir taraftan da. Rum, annesi, neredeyse hiç anlatılArnavut, Yahudi Osmıyor ve hikâyenin daha başlamanlı’nın sınırlarını rında kederinden ölüyor. Diğepaylaşıyorlar. Fakat bu ri ise, Refik’in âşık olduğu kadın, neden cazip bir topbir kenarda bekliyor ve kaderin lum modelidir, anlakendisine mesut bir gelecek hamak mümkün değil – zırlamasını umuyor. Onları iyi şu Yeni Osmanlıcılara yapan da zaten bu özellikleri, itaat ediyorlar ve mücadelenin söylüyorum. Hâsılı, bütünüyle dışındalar. Diğer tüm ayaktakımının Rum’u, kadınlar fitneci, kurnaz, dediTürk’ü ve Kürt’ü aynı koducu, namussuz vb. Bu şablon sokak aralarında ömür tüm romana hâkim oluyor gertüketmeye, hayatta kaCani mi Masum mu?, çi, köşeli karakterleri erkekler labilmek için egemen Fazlı Necib, için de tanımlıyor Fazlı Necib. yapının yasakladığı biLabirent Yayınları, Onlar da toplumsal ahlak üzelumum fiilleri göze al228 s. rinden tarif ediliyor, makbul maya ortaklar. Tüm olup olmadıkları rollerini layımilletlerin ağaları, kıyla canlandırıp canlandırmadıklarına göre şeyhleri, para babalarıysa konakları, çiftlikbelirleniyor, rol dağıtımını sorgulamaları leri, bitmez tükenmez liralarıyla bir arada ve kesinlikle beklenmiyor. Fazlı Necib’i yargı- mutlular. İstediğimiz bu mu, sömürü, aşalamak için söylemiyorum bunları, tersine için- ğılanma, hor görülme sınıfsal olsun da etnik de yaşadığı toplumun net bir portresini çı- olmasın yeter ki! Romanın bedbaht karakkarıyor. Toplumun aksayan yanlarını, eleş- terinin talihsiz eylemi, bu bakış açısının yatirmeden ama tarafsız bir gözlemci gibi nında masum kalıyor şüphesiz, peki canice sergiliyor. Bunda gazeteci kimliğinin payı olsa olan hangisi? gerek diye düşünüyorum. Cani mi Masum


Aydınlık KİTAP

7

Sıradışı bir yazarın kılavuzluğunda edebiyat Edebiyat n kendisinin son derece sürükleyici bir seyir olarak ele al nd bu derleme, okuru, çok renkli, katmanl , samimi bir sohbet e li inde bir yolculu a ç kar yor, TOLUNAY OZANEMRE

kâye anlatıcısının soğuk sesi değil, daha yakınımızda. Bu yakınlık, denemelerin tamamının da üslubunu belirliyor. “Yunanca Bilmemek Üzerine” adlı denemesinde de olduğu gibi, anlatı, metinler ve yazarlar arasında gezinirken, okur bir an için bile can sıkıntısına kapılmıyor. Bir dedektif gibi, İngiliz Edebiyatı’nın çeşitli dönemlerinin ve yazarlarının izini sürüyor Woolf. Okuru John Evelyn’e, Daniel Dafoe’ye, Joseph Addison’a, Jane Austen’a, Joseph Conrad’a, George Eliot’a, Montaigne’e daha yakından bakmaya davet ediyor.

Okuyucuyu bir metinden diğerine sürükleyen nedir? Kaçımız son derece sistemli, önerilmiş veya keşfedilmiş, çakılsız, pürüzsüz ve kesintisiz bir yolda yürür gibi seçiyoruz yazarlarımızı ya da kitaplarımızı? Sanırım pek azımız! İşte zaman zaman bir ağrıyla iki büklüm, ceplerimize değil, kalbimize dolan taşların ağırlığıyla okuduk biz Virginia Woolf’u. “Mrs. Dalloway”de, yaşlı bir kadının geçmişiyle iç içe geçen tek bir gününe, Mrs. Dalloway’in gün boyunca zihninden akıp gidenlere odaklandık. Her satırda biraz daha HAR KA B R GEREKÇE tanıdık Mrs. Dalloway’i ve nihayetinde onu Yazarların, edebi türlerin, edebiyatın tanıdıkça sevdiğimiz insanlardan kıldık. kendisinin son derece sürükleyici bir seyir ola“Flush”ta aynı adlı köpeğin rak ele alındığı bu derleme, gözlerinden izledik ve algıokuru, kendi okuma serüladık çok meşhur bir aşkı. veni içinde, çok renkli, büyük Hele de kadınsak söz verdik bir bahçede samimi bir sohkendimize, ‘Kendime Ait bet eşliğinde bir yolculuğa çıBir Oda’m olacak diye. karıyor, bahçe nerdeyse dünOnunla “Deniz Feneri”, ya kadar. Her okur için da“Dalgalar”, “Gece ve günmıtılacak ayrı bir lezzet, başdüz”… Onunla dört yüz ka bir yazar, başka tür bir bayıllık bir ömrün orta yerinkış… de erkekten kadına dönüş“Elizabeth Döneminden meler, “Orlando” olduk. Bir Eşya Odası” adlı deneVirginia Woolf’un birmesinde yer verdiği ifade çok kitabıyla, kadın olmak, sanırım yazarın bu kitabını modernizm ve getirdikleri, okuyan her okur için de geyazmanın ve okumanın ançerli olacak. “Edebiyatı acalamı üstüne düşündük. Nayip renklerle lekeleyen busıl yazmalı diye sorduk, nalanıklıkların farkına varırız ilBir Okur Olarak, sıl okumalı? Bilinir, okurukin. Bu renkler o denli çokVirginia Woolf, nu zorlamayı sever Woolf, Alakarga Sanat Yayınları, tur ki, ne kadar uğraşırsak kimi zaman mizahi, kimi uğraşalım, bir adama mı baÇev: Selin Beyhan, zaman ciddi, aklın kendisi kıyoruz yoksa onun yazdık320 s. kadar durağan ve şaşırtıcı bu larına mı, bir türlü emin okuma sürecinde okurunu nemli, gri bir at- olamayız. Şimdi yüce bir hayal gücünün humosferin kucağına bırakır. zuruna çıkmışızdır; şimdi dünyanın en güzel Bu noktada duruyor işte “Bir Okur Ola- eşya odalarından birinde dolaşmaktayız, tarak” adındaki kitap. Bizi yazarın edebiyata iliş- bandan tavana kadar fildişinin, eski demirin, kin dimağında bir gezintiye çıkarıyor. Ken- kırık çömleklerin, semaverlerin, at boynuzdisi tarafından derlenmiş, denemelerden larının, zümrüt ışıkları ve mavi bir gizemle oluşan bu kitapla biraz daha yaklaşıyoruz ge- dolu sihirli camların bulunduğu bir odada…” Kısaca her okurun farklı bir sebebi var rek ‘bir okur olarak’ gerek bir yazar olarak Woolf’a. “Pastonlar”a konuk oluyor, sonra- “Bir Okur Olarak”ı okumak için: Bu belki, dan soylu ve mektupları üzerinden İngiliz Virgina Woolf’u neden sevdiğini bilen okurEdebiyatına dâhil edilen bu aileyle kadın ol- lar için bir saygı duruşu, onu neden sevdiğimak, aristokrat olmak, görevler ve gerekli- ni bilmeyen okurlar için harika bir gerekçe likler üstüne kafa yoruyoruz. Azıcık dedikodu ve Virgina Woolf’u hiç bilmeyen okurlar için ediyor sanki yazar bizimle, sesi sıradan bir hi- mükemmel bir başlangıç noktasıdır.


8

Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

DÜNYADA KÜLTÜR VE EDEBİYAT

Fransa’da kitabevlerine 9 milyon avroluk mali yardım BERKİZ BERKSOY Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Ouest-France gazetesinde, yayımlanan bir habere göre (28 Mart 2013), Fransız Kültür Bakanı Aurélie Flipetti, kitabevlerine yönelik bir yardım planı açıkladı: Kitabevlerine devlet hazinesinden 9 milyon avroluk bir fon sağlanacak. Kitapçılar Sendikası Başkanı şaşkınlığını gizlemedi: On yıldır ilk kez bu denli yüklü bir yardım haberi almışlardı. Devletin, kitabevlerine para yardımı yapmaktan daha önemli bir görevi olmalıydı. Üreticilerle diyalog başlatıp sürdürecek bir kadro oluşturulmasını 30 yıldır bekliyorlardı... 2500 kitabevinin oluşturduğu topluluk, Fransa’daki kitap satışlarının % 40’ını elinde tutuyor. Flipetti’nin açıklamasına göre, 9 milyon

avroluk yardım fonunu Fransız Sineması ve Kültür Sanayii Finansman Enstitüsü IFCIC yönetecek. Bu fonu, 4 milyon avroluk, alım satım düzeneğini güçlendirmeye yönelik ikinci bir paket izleyecek. Bakan, alım satım işlerinde çıkabilecek uyuşmazlıkları gidermek üzere bir aracının atanacağını belirterek, daha önce, sinema salonları bağlamında benzer bir yöntemin izlenmiş olduğunu anımsattı. Flipetti’ye göre, kültürel çeşitlilik ve zenginliğin korunması, bu düzeneğin hayata geçirilmesine bağlı.

PRAG’IN SAHAFLARI Václav Richter’in Radyo Prag’da yaptığı 30 Mart 2013 tarihli konuşmasında Prag sahaflarına dair ilginç bilgiler aktardı: Prag’da 50 kadar sahaf bulunuyor. Prag Barosundan, genç hukukçu Jakub Cortéz, ha-

yatını kazanmak için sahaflık yapıyor. Kitap satın alma ve okumanın internete kaymasından sonra değerli kitaplara yatırımın kazançlı olduğunu anlayan Cortéz’in bugün 3 sahaf dükkȃnı var. Cortéz; yaşlı olsun genç olsun, dükkȃnında tozlu rafları saatlerce karıştırmaktan zevk alan, eski ve küf kokan kitaplara tutkuyla bağlı müşterilerini birer fetişist olarak tanımlıyor. Cortéz’e göre, bu kişiler internet üzerinden eski kitap almayı ilke olarak reddediyor, kitaplara dokunmaktan zevk alıyorlar. Aslında yaptıkları, saman yığını içinde iğne aramak... Ne var ki aradıkları kitabı bulmak onlar için bir zafer. Cortéz, onların asıl tutkusunun bu duyguyu yaşamak olduğunu söylüyor. Praglı genç sahafa göre, eski kitap piyasası, trend ve modalara boyun eğerek sürekli değişen bir piyasa. Koleksiyoncuların en çok aradığı, matbaanın keşfedildiği asırda basılan kitaplar. Yanı sıra simya, gizemcilik, askerlik sanatı, medeniyetler ve yahudilik, masonluk üzerine kitaplar ve bunların ilk basımları. Eski gazete ve dergiler, afişler, kartpostallar, partisyonlar, fotoğraflar da müşterilere önerilen yatırımlar arasında. Cortéz’in söylediğine göre, satışının % 90’ı internet üzerinden. Prag’ın banli-

yösünde ya da Prag’a uzak kent ve kasabalarda oturanlar e-shop üzerinden alışveriş ediyor. Sahaflığın, internet çağında tüm özelliğini yitirdiğini söyleyen Cortéz, sahafların eskisi gibi insansever olmadıklarını; insanlığın kültürel varlıklarını korumak gibi bir kaygıyı artık duymadıklarını ve her şeyden önce tüccar olduklarını itiraf ediyor. Cortéz, idealist değil pragmatist bir sahaf. Yatırım yaptığı kitapları zevk aldıkları arasından değil, müşterinin istediği kitaplar arasından seçiyor. Yeni basılan kitapları okumaya bile kalkmıyor. Çok aranan bir kitabın nasılsa önüne geleceğini biliyor. İskandinav yazarların polisiye romanları sattıkça yatırımını onlara yapacağını belirtiyor. Uzun yıllar satılmayan politik ve ideolojik edebiyatla sol edebiyatın, Kadife Devrim’den 20 yıl sonra öne çıktığını söyleyen Cortéz, şimdi Karl Marx’ın 1950’de basılan 4 ciltlik Kapital’inin revaçta olduğunu ve 72 avroya satıldığını söylüyor. Resimli Jules Verne ve Karl May romanlarının eski basımlarının da çok arananlardan olduğunu; fiyatlarının giderek yükseldiğini söylüyor. Cortéz’e göre sahaflar, bundan böyle nitelikli kitapları değil, sıradışı kitapları stoklamaya yönelecek...


Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

9

ZEKERİYA BEYAZ UYARIYOR VE BİR DAHA UYARIYOR!

Örtülü savaş ve satılık ülke Örtülü sava sürdürenlerin be temel ere i var. Beyaz’a göre bu amaçlar “Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti niteli ini ve tekil devlet özelli ini yok etmek...” ulusalcı, devrimci, solcu… Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana geleÖ. Nasuhi Bilmen, “Hukuk-u İslâmiye nekten ikincisini, günümüz toplumsal kove Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu”nda Darü’l şullarına uygun olarak geliştirerek benimİslam’ı; “Müslümanların hâkimiyeti altın- semiştir. İtilafçılığa karşı İttihatçı gelenek, da bulunup, Müslümanların emn ve eman Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimci öniçinde yaşarak dini vazifelerini ifa ettikle- derliğinde; çağdaşlaşmaya yönelik uygulari” yer, Darü’l Harb’i de; “Müslümanlar ile malar, evrensel nitelikli bilimsel yasalarla aralarında müsalaha ve muvadecı bulun- “Batıcı” değil, çağdaş “cumhuriyetçi” bir demayan gayr-i Müslimlerin hâkimiyet altın- ğişim geçirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “kâfir da bulunan yer” olarak tanımlanır. Maverdî, el-Ahkamu’s-Sultaniyye’nin Dârü’l-Harp devlet”, o devlette yaşayan, cumhuriyeti, demaddesinde, “Darü’l Harp’te yaşayanlara mokrasiyi, laikliği yaşam biçimi olarak kaharbi denilir. Harbiler’in Darü’l İslamlar- bul edenleri de “kâfir” görenler, artık hiçbir anlamı olmala aralarında yapılmış bir barış anyan Darü’l Harp ve laşması yoksa kanları ve malları Darü’l İslam kavmübah sayılır” demektedir. Pek çok ramları ile takkiye fıkıh kitabında buna ilişkin hüyaparak, cumhurikümlere rastlanılır. yetin varlığını, vaProf. Dr. Zekeriya Beyaz “Türroluş felsefesini orkiye’de Örtülü Savaş”a Türkiye’yi tadan kaldırmak de Darü’l Harp sayanlara karşı, Diiçin örtük bir soğuk yanet İşleri Başkanlığı (DİB)’na yösavaş veriyor. Bu nelttiği sorulara, başkanlığın verdiği savaş bölünme yanıtlarla başlıyor. DİB’nin yanıtı anayasası, hukuk Darü’l Harp, Darü’l İslam tanımkurumlarının ele larının günümüzde kullanılmasının geçirilmesi, orduyanlış, her iki kavramın “fıkhın nun suçlu gösterioluşum dönemlerinde” ve o günün lerek işlevsizleştikoşulları içerisinde ortaya atılmış rilmesi, Darü’l İsolduğunu, “Kuran ve Sünnette bu Türkiye’de Örtülü Savaş- lam sayılmasına tür bir ayrım” yapılmadığını belirDar-ı Harpçilik Cihat mı, karşın İran, Irak, tiyor. Dinayet’e göre “Bu tarihsel Suriye gibi komşu ayrımdan hareketle halkın tamaCinayet mi? mına yakını Müslüman olan ülkeProf. Dr. Zekeriya Beyaz ülkelerin Büyük Ortadoğu Projesi mizi, uygulanan hukuk sisteminden Destek Yayınevi, 2011 için haritalarının dolayı Darü’l Harp olarak nitelemek ve vatandaşlarını da ‘harbi’ saymak isa- yeniden çizilmesi için veriliyor. Bu savaş tekelci uluslararası sermayenin dünya egebetli değildir.” menliği için Amerika, İsrail gibi devletlerin K ANA GELENEK öncülüğünde, yer altı ve yer üstü doğal kayTürkiye’de uzun zamandan beri, açık ol- naklarının sömürülmesi, Suriye, Irak ve mamakla birlikte, takkiye geleneğine sığı- İran’dan koparılacak topraklar üzerinde emnılarak böyle bir ayrımla, cumhuriyeti or- peryalizmin denetiminde bir Kürt devletitadan kaldırmaya yönelik bir soğuk savaşın nin kurulması için yapılıyor. Bu toprakların varlığı biliniyor. Cumhuriyet’i İslam dışı sa- ulusal bağımsızlık savaşı verilmesi ve insayan bu çevreler, Türkiye Cumhuriyeti Dev- na yaraşır, onurlu bir yaşam sürülmesi için leti’ni “kâfir devlet”, o devlette yaşayan, kadimden beri devam eden birlikteliğin yıcumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği yaşam bi- kılarak, ayrıştırılması üzerine verilen kirli bir çimi olarak kabul edenleri de “kâfir” ola- savaş bu. rak görüyor. Türkiye’nin siyasal tarihi, cumhuriyet- S YASAL ERK KULLANAN ten sonra iki ana gelenek içerisinde bu- ZAL MLER günlere evrildi. İlki; ümmetçi, saltanatçı, OsZekeriya Beyaz, “Türkiye’de Örtülü Samanlıcı, muhafazakâr, itilafçı sağcı, diğeri; vaş”ta bu savaşı veren takkiyecileri; kendi ittihatçı, halkçı, cumhuriyetçi, demokrat, ülkelerinin vatandaşları değil, uluslararası HALİT PAYZA

sermayenin, emperyalizmin işbirlikçisi ola- malarına sebep olmaları, dinen haramdır, rak nitelendiriyor. Türkiye’ye örtülü savaş büyük günahtır. Bu fiiller kul hakkına teaçanlar, ulusalcı ya da Türk değil, karşıt cavüz olduğundan çok daha büyük cürüm Türkçüdürler. Bunlar; azınlık ırkçıları, şe- hükmündedir.” Zekeriya Beyaz’ın, ‘kul hakkına tecavüz’ kilci dindar ve din sömürücüleridir. Din adına yapıldığı ileri sürülen bu kirli savaşı sür- olarak nitelendirdiği bir diğer büyük suç Türkiye’nin topraklarının dürenler, bundan çıkarları yabancılara satışı… “Türolan, vicdanları satılmış, sikiye’yi Satıyorlar”da, yakın yasal erk’i bu amaç için tarihsel süreç anlatılıyor. kullanan ‘zalimler’dir. Bu Filistin’de İsrail Devletanımlama Zekeriya Beti’nin kurulması için Abyaz’ın. Savaş ‘düşmanla ve dülmecit döneminde başaçıktan silahla’ yapılıyor, layan topraklar öncelikle Beyaz tek taraflı gizli bir sapara ile satın alındı, arvaşı ‘kalleşlik’’ olarak addından en kanlı biçimiyle landırıyor. Filistin halkının gettolara, Bu örtülü savaşı sürbeton duvarlar ardına hapdürenlerin beş temel ereği sedilmeleri, öldürülmeleri var. Beyaz’a göre bu amaçile devam ettirildi. Süreç lar “Türkiye Cumhuriyegünümüzde Geliştirilmiş ti’nin demokratik, laik, sosOrtadoğu Projesi bağlayal, hukuk devleti niteliğimında, Türkiye topraklani ve tekil devlet özelliğini Türkiye’yi Satıyorlar, rında da benzer bir biçimyok etmek ve onları savuProf. Dr. Zekeriya Beyaz, de uygulanıyor. nan ve koruyan bütün güçSancak Yayınları, 2012 Ulusal kimliğin ortaleri etkisiz hale getirmek”, dan kaldırılabilmesi için; “Türk milli kimliğini, tekil Anayasa Mahkemesi engelinin aşılması, yaTürk ulus devletini ve anayasal düzeni orbancı sermayenin etkinliğinin arttırılması, tadan kaldırmak, yerine çok uluslu federasyon kurmak”, “Laik cumhuriyeti yıkmak, bankaların yabancılara devredilmesi, uluyerine şeriat ile siyaseti birleştiren bir dü- sal savunmanın emperyalist amaçlı dönüşzen kurmak”, “Devletin bütün kurumları- türülmesi ve ordunun etkisizleştirilmesi nı ve makamlarını, iktisadi kaynak ve yet- gerekiyor. Ne yazık ki, ulusal çıkarlar adına değil, başkilerini ele geçirmek, her mevkii kendi yanka ulusların emperyalist çıkarları adına polidaşlarına teslim etmek” ve “Türkiye’nin maddi ve manevi bütün servetlerini, zen- tikalar izleniyor. Topraksızların topraklanginliklerini ele geçirip iktidarlarını sürekli dırılarak üretime katkıda bulunmaları değil, kılmak yani İslam adına vahşi kapitalizmi yabancı emperyalist tekellerin, toprak yağmalamaları, ‘insani yardım’, ‘demokrasi gökurmak”. Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, aydın bir ila- türme’ adı altında emperyalist çizmeler altında hiyatçı olarak uyarmak gereksinimini du- ezilmesi sağlanıyor. ‘Sıfır sorun’ başlığı altınyumsuyor; “Bazı kimselerin, ‘Türkiye Dar- da komşularımızla, emperyalizmin çıkarı ı harptir’ inancıyla, milletin ve devletin mal- adına “komşularıyla sorunlu” bir süreç yalarını çalmaları, hileli yollardan ele geçir- ratılıyor. Açılımlar ve Anayasa değişiklikleri meleri, milletin bireylerine zulümler, kö- ile ülkenin bölünme koşulları hazırlanıyor. Örtülü savaşın gerekçesi mi? tülükler yapmaları ve çeşitli iftiralar ile suçlamalar yaparak onların zindanlara atılTürkiye’yi ‘babalar gibi’ satmak!


10

Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

ÇAĞDAŞ BİR POPPERCİ’NİN GÖZÜNDEN

Bilgi ve kuşkuculuk Musgrave de t pk Popper gibi ku kucu bir yakla ma yak n durmakta, ancak a r ku kuculukla aras na mesafe koyarak “nesnel” bilgi aray n sürdürenlerle felsefi aç dan ortakl k kurmaktad r CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com

nusu çözümlemeye şimdiden girmek kaçınılmazdır.

Deneme, siyaset, popüler kültür yazılarında yazarlar görüşlerini kısa ve sağduyuya seslenen argümanlarla destekleyerek özlü bir biçimde sunmaya çalışırlar. Bu çabanın sonucu, çoğu zaman, türlü ifadelerle renklendirilmiş bir niyetler ve görüşler envanteri olur: “Dünya şöyle şöyle olmalıdır”, “Şu olayın ardında bunlar vardır”, “Şöyle şöyle bir şey dünyanın neresinde vardır ki burada olsun” vb. Bu envanterde yer alan öğeler uzman görüşleriyle, gazetelere düşen olaylarla, “herkes”in benimsediği genel yargılarla desteklenerek birer “bilgi” diye sunulur.

EP STEME VE DOKSA

Bu yazıda bilgi üzerine en ciddi ve yoğun akıl yürütmeleri içeren bir alan (epistemoloji) üzerine yazılmış bir esere yer vereceğiz. Bilginin yukarıda yüklerinden kurtulup karşımıza daha özgül bir biçimde çıktığı bir alan olan epistemoloji Antik Yunan felsefesinin bilgi kavrayışının bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavrayışın adı olan episteme mutlak ve kesin bir bilgi anlayışına karşılık gelir ve böylece görüş, sanı anlamına gelen doksa’dan ayırt edilmiş olur. Kuşkucu akıl “B LG ” yürütmelere direSÖZCÜ ÜNÜN nen kavrayışlar bilMÜPHEM KAVRANI I gi adını hak etmeye Dillere pelesenk olan bu tıldoğru ilerlerken, disımlı sözcük (bilgi) bünyesinde renemeyenler tariçokça anlam barındırır: İstatishin çöplüğüne atılır tiki veriler, kulaktan dolma hive/veya o çöplüğü kayeler, kurgular, varsayımlar, eşeleyenlerin zihnitanıklıklar, bilimsel vargılar, hine hapsolur. Tam potezler, ahlaki yargılar vb. “BilSağduyu, Bilim ve gi” sözcüğü bu denli müphem Şüphecilik, Alan Musgrave, da bu tartışmayı odağına yerleştiren bir şekilde akılda tutulursa bilİthaki Yayınları, bir filozof olan Karl gi üzerine yapılan akıl yürütÇev: Nur Küçük, 384 s. Popper’ın takipçisi meler sakatlanır. Dolayısıyla, Alan Musgrave’in bilgi kavramı üzerine ayrıntılı ve sağlam bir çözümleme için bilginin ne ol- “Sağduyu, Bilim ve Şüphecilik” adlı eseduğu sorusu üzerine kafa yorarak söz ko- ri, Nur Küçük’ün çevirisiyle İthaki Ya-

yınları tarafından 2013 yılında yayımlandı. Musgrave de tıpkı Popper gibi kuşkucu bir yaklaşıma yakın durmakta, ancak aşırı kuşkuculukla arasına mesafe koyarak “nesnel” bilgi arayışını sürdürenlerle felsefi açıdan ortaklık kurmaktadır.

K TABIN GELENEK DI I TUTUMU Söz konusu eser, Musgrave’in “1970’ten beri Otaga Üniversitesi’nde verdiği bilgi kuramına giriş derslerinden doğmuş” (s. 11). Yazar, eserinin çizgisini şu sözlerle özetliyor: “Tarihsel figürlerle ilgili bazı yorumlarım tartışmalı olabilir; böyle olduklarını bildiğim durumlarda bunu belirttim, ama karşıt yorumları pek tartışmadım. Baştan sona kadar, kitapta yer alan tarihsel tartışmalar bir bütün olarak kitabın üstlendiği savunuya göre düzenlendi. Yani elinizdeki, geleneksel bir felsefe tarihi kitabı değildir.” (s. 11). “Geleneksel felsefe tarihi kitapları”nda çokça rastlanan filozofların dü-

şüncelerini nasıl savunduklarına karşı bildik ilgisizlik, bu eserde yer almıyor. Kimi zaman, yazarın da söylediği gibi, filozofların akıl yürütmeleri yazarın filtresinden geçip az da olsa çarpıtılsa da kitaba hakim olan görüşün net bir şekilde ortaya konduğu açık. Popper’ın Yanlışlanabilirlik Kuramını, Kant’ın idealizmini ve aksayan taraflarını, alternatif geometrileri epistemoloji açısından oldukça başarılı bir biçimde ortaya konuyor. Kitap her ne kadar geleneksel bir felsefe tarihi kitabı olmasa da, epistemoloji alanındaki geleneksel yaklaşımları büyük oranda özlü bir biçimde ele almaktadır. Eserin diğer bir özgül yanı da epistemoloji alanındaki yaklaşımlar sunulurken psikoloji, dilbilim, geometri, matematik, pozitif bilim gibi alanların kapsadığı örneklere başvurulmasıdır. Üstelik bu türden alanların epistemolojiyle ilişkilendirilmesi eseri daha da karmaşık yapabilecekken, yazarın usta anlatımıyla tüm bunlar olanca bir yalınlıkla aktarılıyor.

Kitabın aksayan yanları Musgrave’in de kabul ettiği gibi, Kıta Felsefesi’nin Descartes, Locke, Berkeley, Hume ve Kant gibi önemli figürleri Poppercı bir bakış açısıyla üstün körü ele alınıyor. Yine de bu filozofların düşüncelerinin özetlenmesi ve Musgrave’in görüşlerinin ortaya konması açısından böylesi bir yüzeysellik şaşılası bir seçim değil. Kitabın en eksik yönü, Popper’ın düşüncelerinin oluşumunda önemli bir yeri olan psikanaliz ve Marksizm eleştirilerine ve dolayısıyla psikanalizin ve Marksizmin epistemolojik yaklaşımlarına yer vermemesidir. Eserin çevirisi belli ki epistemolojiyi bilen ve felsefi duyarlılığı olan bir çevirmenin

işi, ancak yine de tartışmalı bazı kavramlar bulunmaktadır. Bu konularda net bir tutum almak için henüz erken olduğundan, yayınevleri çevirmenin notu türünden ek sayfalara yer vermelidir ki böylece çevirmenler sözcük seçimlerini yalın bir biçimde gerekçelendirebilsinler. Eserden örnek verecek olursak, Edmund Gettier’in görüşleri sunulurken aktarılan bilgi tanımında (a true justified belief) yer alan “justified” sıfatı, “gerekçeli” sözcüğüyle karşılanmış. Bu hem sağduyuya hem de literatürdeki tartışmaların bağlamına çok uygun görünmemektedir. ‘’Justified’’ sözcüğüyle denmek istenen doğru inançlarımızın doğ-

ruluğunun temellendirilmesi koşulludur. Gerekçe sözcüğü bir inancın doğruluğu lehine sunulan açıklamaları kapsayabilmekte fakat bu açıklamaların sözü edilen inancın doğruluğunu ortaya koyması bakımından aynı zamanda yeterli olduğunu dile getirebiliyor mu, bundan emin değilim. Bunun dışında, muhtemelen eserin özgün dilinde de yer alan “sistematik şüphe” ya da “metafiziksel şüphe” ifadeleri yanıltıcıdır. Descartes’ın kuşkuya yöntemsel olarak başvurduğu anımsanırsa Descartes’ın kuşkusuna “sistematik” ya da “metafiziksel” sıfatındansa “yöntemsel” sıfatı daha uygun düşüyor gibi görünüyor.


Aydınlık KİTAP

11

“ONLAR İÇİN YAZDIKLARIM: 60 İNSAN”

Erol Manisalı’dan 43 yılın ‘resmi geçidi’ Bu yak n tarihe tutulan mercek içerisinde Demirel’den Erdo an’a 10 dolay nda siyasetçi; Marlene Dietrich’ten Faz l Say’a, Orhan Pamuk’tan Sertab Erener’e birçok sanatç de i ik yönleriyle Türkiye ve dünya sahnesinde s ralan yor. DENİZ TOPRAK deniztoprak20@gmail.com

20 kişi de yer alıyor. Ve yakın tarihimizden Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Rauf Denktaş, Erdal İnönü, Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Halit Refiğ, Müjdat Gezen, Hugo Chavez, Obama…

Prof. Dr. Erol Manisalı, 43 yıldır Türk ve yabancı pek çok insan hakkında yazdıklarını “Onlar İçin Yazdıklarım 60 İnsan” adıyla kitaplaştırdı. Listede; siyasetçisinden diplomatı- YARINLARA DA I IK na, akademisyeninden yazarına, sanat- TUTUYOR… çısından gazetecisine, iş adamından senErol Manisalı hoca, bu çalışması için dikacısına, askerinden bürokratına bir- şunları söylüyor: çok isim yer alıyor. “Onların özel hayatlarını yazmadım Manisalı, bu 60 inkuşkusuz; siyasetçi, sasanın çok büyük çoğunnatçı, bilim insanı, galuğuyla yüz yüze konuşzeteci olarak toplummuş, fikir alışverişinde daki yerleri, değerlenbulunmuş; kimisiyle de dirmeleri, hatta mistartışmış hatta eleştiryonlarıyla ilgili düşünmiş. celerimi aktardım. Kimi Yöntem olarak tazaman övdüm, kimi zarih sırasına göre giden man ağır eleştiriler yapManisalı, bu kişilerin tım. Ama hep nesnel Türkiye ve dünyadaki olmaya çabaladım; duyolaylar karşısındaki dugusal ve subjektif olrumlarını kendi değermaktan kaçındım. lendirmeleriyle birlikte Onların tutum ve ortaya koyarken aslında görüşleri; benim bu kobir bakıma da yakın tanulardaki değerlendirrihin özetini çıkarıyor. melerim son 43 yıBu yakın tarihe tulın ‘resmi geçidi’ gibiydi. tulan mercek içerisinYalnız kendimi anlatErol Manisalı, de Demirel’den Erdo- “Onlar İçin Yazdıklarım; 60 İnsan”, madım; 60 insanla kurğan’a 10 dolayında siduğum soyut diyalogun Tarihçi Kitabevi, 232 s. yasetçi; Marlene Dietözetini de yazdım; kirich’ten Fazıl Say’a, Ormileriyle karşılaştım, konuştum, tartıştım. han Pamuk’tan Sertab Erener’e birçok Kimilerini ise şahsen hiç tanımadım; içsanatçı değişik yönleriyle Türkiye ve lerinde tarihi figürler de var.” dünya sahnesinde sıralanıyor. Bir insan, bir akademisyen ve bir Diğer yanda Vehbi Koç’tan Halit yazar olarak 1970’ten bugüne kadar Narin’e, Süleyman Orakçıoğ- kendisi de bağlayan bu yazılarını bir kilu’ndan Bayram Meral’e iş hayatının tapta toplayan Erol Manisalı, önümüzünlüleri yer alıyor. deki aylarda bu kitapta yer alan 60 kişiGazeteciler listesine baktığımızda; nin kendisiyle ilgili 1970’ten beri yazİlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Emre dıklarını da bir kitap olarak yayınlanaKongar ve nicelerini okurken, bilim in- cağını söylüyor. Bu kitabın eleştirilerle ve sanlarından da Sabri Ülgener, İdris Kü- övgülerin birarada yer aldığı bir yayın olaçükömer, Server Tanilli, Gülten Kazgan cağını da ekliyor. ve Fatih Hilmioğlu’nu görüyoruz. Her iki kitap da toplam olarak 120 Erol Manisalı’nın çalışmasında ulus- kişi üzerinden Türkiye’nin 45 yıllık sülararası kontenjandan yer alan yabancı si- recini ve yarınlarını daha iyi görmeye yaryasetçi ve bilim insanlarından oluşan dımcı olacağa benziyor.


Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

15

Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı Y llarca sadece sevdadan, a ktan konu an, ba ka konulara pek u ramayan bir “ozan” olarak tan tt lar onu. Halbuki ondaki a k ona, “Sevgi için benim arif oldu um / Do rudur sevgiden iman buldu um / Benim inand m benim bildi im / Sevi mek ibadettir, sevgi imand r.” dedirten bir a kt bana ayrımcılık geliyor.” diyerek reddeden, “Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım. Bir tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdatlarımız adına aldım.”' diyebilen, konserlerinde sevenlerine ve sevdiklerine “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım.” diyen Neşet Ertaş’ı anlamaya ve anlatmaya bu aciz sayfamız yetmeyecek gibi görünüyor. İyisi mi, biz onu kendi sözüyle tanımaya çalışalım, “Benim Yurdum (İsterim ki Bu Dünyada)” şiirini okuyup, türküsüne ulaşalım.

MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com Neşet Ertaş’ı aşağı yukarı herkes bilir. Ancak onu gerçekten tanıyan kaç kişi vardır, diye sorarsak kitle hayli ufalacaktır. Bunun temel sorumlularından biri “büyük” medya olsa gerek. Düzgünü az gösteren, doluyu boşaltan, boşu çoğaltan “büyük” medya yıllar boyu yüce ruh Neşet Ertaş’ı pek görmedi. Onu ve onun gibi onlarca Orta Anadolu Abdalı’nı, onların o tevazu içinde süren, toprak kokan yaşamını fark etmedi. Sonra baktı ki medya, Neşet Ertaş diye bir adam var, bu adamın çoğu türküde izi var, türkülerinin bitmez tükenmez seveni var; “lütfetti” getirdi Neşet’i, halkın gözü önüne. Halbuki halkın gözü onu evvelden görmemiş olsa da, kulağı duymuş, yüreği titremişti onunla... Yıllarca sadece sevdadan, aşktan konuşan, başka konulara pek uğramayan bir olur, yarın bir gün halk toplanır, “Neşet Er“ozan” olarak tanıttılar onu. Halbuki ondaki taş Üniversitesi” açtırır, orada insan olanın aşk ona, “Sevgi için benim arif olduğum / yüreğini tekrar tekrar parlatır. Belki o üniversitenin hocalarından biDoğrudur sevgiden iman bulduğum / Berisi de Neşet Ertaş’a fahri doktora unvanı nim inandığım benim bildiğim / Sevişmek veren İTÜ Türk Musikisi Devlet Konseribadettir, sevgi imandır.” dedirten bir aşkvatuvarı’nın şanslı öğtı. İnsandan doğup insana varetim üyelerinden Doç. ran, oradan tüm insanlığı saran Dr. Erol Parlak olur. kutsal bir aşktı. Ona, “Kendin Şanslı diyorum, zira bilen bunu anlar / Çünkü hakErol Parlak’ın ömrütır bütün canlar / Yardımlaşsın nün üçte birini, tam on tüm insanlar / Dünyada fakir altı senesini Neşet Erkalmasın” dizelerini yazdıran taş’ın dizinin dibinde bir aşktı. Ve o aşk dokunduğu geçirdiğini, onun dünher insanı büyüten, gerçekten yasına ve o dünyanın insan eden bir aşk. Her satırı insonsuzluğuna şahit olsanın kalbine ayrı bir ders veduğunu biliyorum. Düren, hatta belki de tüm yürekşünün, bizi ve zihnimilere ders olarak da verilmesi gezi bir türküsüyle, bir reken bir aşk. türküsünün bir dizeBambaşka bir ülke olurdu siyle bambaşka diyarbelki, okullarda ders olarak verilse Neşet’in, kendisi okula Garip Bülbül-Neşet Ertaş, lara çeken Neşet Ertaş’ın yanında geçen bile gidememiş bir arifin, yazErol Parlak, on altı yıl insana neler dığı, söylediği. Öyle ya, kendiDemos Yayınları, 1408 s. öğretir... sini arif eden o mayayı veren, Öğrendiklerinin önemli bir kısmını ki“Hemi babam hemi öğretmenimdi” deditap hâline getirmiş Erol Parlak. İki ciltte topği, beni ayaklarının dibine gömün dediği babası Muharrem Ertaş’tan ve onun gibi lanan, hacmi bin beş yüz sayfaya yaklaşan nice büyük Anadolu halk ozanından çağ- “Garip Bülbül Neşet Ertaş” adlı kitapta uslayan hikmet sarardı dünyayı. Hem, onu var taya dair neler yok ki... Hayatı, sanatı ve eden toprağı koklayan, onun gibi yaşayan, eserleri başlıklarıyla üç bölüme ayrılan kiyazın düğün dernekte çalıp oynayan, kışın tap insanlık için büyük fırsat. Neşet Ertaş’ı İzmir’de uzakta amelelik yapan nice Abdal doğuran toprakları anlatma çabasıyla başda bilinir, tanınırdı belki. Böylece bu çağın lıyor kitap, onun toprağına basan Abdalları, da Pir Sultan Abdalları, Yûnus Emreleri ol- o Abdalların yürüdüğü yolları, sonra Neşet duğu anlanır, gittikçe kirlenen, umutlar ke- Ertaş’ın o yollarla buluşmasını, çocuklusilen dünyaya tekrar aşk ve umut bağlanırdı. ğunu, zorlu yıllarını, sonrası ve nicesini anTabii yine de kaybetmemeli umudu; belli mi latıyor. Bunları anlatırken bize fotoğraflar,

Benim Yurdum İsterim ki bu dünyada Hiç kimse cahil kalmasın Okusun ilmin kitabını Cahilden akıl almasın. laboratuvar titizliğiyle bulunan ayrıntılar, ameliyathane özeniyle süren çalışmalar sunuluyor. Bunların yanı sıra, müziğinin hem manada hem teknikte yapılan derinlemesine incelemesi müzisyenlere de ışık tutuyor. Mesela; merak edeni, Neşet’in, Hacı Taşan’ın ve Çekiç Ali’nin sazının neden bir başka tınladığının hem manevi hem maddi açıklamalarına vakıf ediyor. Ustanın, -kendi kullandığı deyimiyle- havalandırdığı, yani besteleyip söylediği şiirlerinin yanı sıra çok sayıda bilinmeyen şiiri de var kitapta. Ancak, Neşet Ertaş’ın tüm şiirleri var bu kitapta, diyemiyoruz; zira kendisinin kaç şiiri olduğunu bilemiyoruz. Bu hem şiirlerinin sonuna kendi adını koymayıp onları halka mal edişinden hem halkın benimsediği şiirlerini tutup diğerlerini “unutuşundan” hem de eserlerini her icra edişinde doğaçlama yapıp, kimi zaman adeta yeniden inşa edişinden. Yine de insana hayreti ve hayranlığı bolca tattıracak kadar çok şiiri var kitapta ustanın. Bir yanı daha var bu “cüzi külliyat”ın; onlarca farklı insanın söylediği, kimi zaman “anonim” diyerek söylediği, çoğu zaman telif haklarını ödemediği sayısız türkünün sahibinin Neşet Ertaş olduğunu görüyoruz. Söylemeden geçmeyelim, onlarca türküsünün telifinin ödenmemesini önemsemez, türkülerinin onu anmadan okunmasına da küsmez Neşet Ertaş. Sadece eksik ve hissiz okunmasına içerler. Teliflerin peşinden koşmayan, son derece mütevazı yaşayan, lükse karşı olup ailesine otomobil bile al(dır)mayan, kendisine özel kararneme ile hazırlatılan “devlet sanatçısı” unvanını, “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı

Kendi kendin’ yedenlere İlim tahsil edenlere İlme doğru gidenlere Cehalet mâni olmasın. İl’m edenler nurlaşıyor İl’m etmeyen körleşiyor İlimle dünya birleşiyor Söyle ki, neden olmasın? Can yakmadan atom gücü Birleşsin hep tüm bilimci Dilerim olsun sahici Dünyada silah kalmasın. İnsan hakları hak olsun Bu hakkı bilen çok olsun Bütün silahlar yok olsun Cehalet, can dağlamasın. Dünya cennettir insana Eşit olsun sana bana Kıyılmasın hiçbir cana Anaları ağlamasın. Bütün dünya Allah diyor Onun nimetini yiyor İnsan kispetini giy’or Ayrılık güden olmasın. Kendin’ bilen bunu anlar Çünkü Hak’tır bütün canlar Yardımlaşsın tüm insanlar Dünyada fakir kalmasın. Bir Garib’im, budur derdim Tüm dünyayı ben de gördüm İsterim ki benim yurdum Dünyadan geri kalmasın.


12

5 N SAN 2013 CUMA

KAPAK

Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

KAPAK

heim’ın “Toplumsal İşbölümü” adlı kitabını TBMM Türkçeye çevirtiyor, 1923’te bu kitap TBMM neşriyatı olarak çıkıyor. Durkheim’ın bu kitabının İngilizcesi ancak on yıl sonra yayımlanabilecek. Bu denli derin bir aşkla bağlı Türkiye Durkheim’a… Savaş sırasında –ki Durkheim bir Fransız1917’de öldüğü vakit, İttihatçıların yayın organı Yeni Mecmua’da geniş yer veriliyor kendisine. Demek istediğim, 1920’lerde Türkiye’de sosyoloji hâlâ hakim konumdu. Ankara’da 1923’de üniversite kurulma girişiminde bulunulduğunda ilk akla gelen “ictimaiyyat fakültesi” oluyor. Kısaca Türkiye’de sosyolojizm hüküm sürüyor. Ama bu sosyoloji 1930’larda yerini antropolojiye bırakıyor. 30’larda sosyoloji demek vatandaşlık bilgisi demek. Afet Hanım’ın hazırladığı yurt bilgisi kitaplarına bak, onlar sosyoloji kitabı aslında. Necmettin Sadak’ın “Sosyoloji” kitabını al, Vatandaşlık Bilgisi’nin yanına koy, tamı tamına örtüşüyorlar. Sosyoloji ancak İkinci Dünya Savaşı ile birlikte tekrar bir atılım içerisine giriyor. O da Hilmi Ziya Ülken aracılığıyla. Çok önemli bir dergi çıkarıyor Sosyoloji başlığı altında. İstanbul Üniversitesi’nde hâlâ sosyoloji bölümü üçüncü takım olarak devam ettiriyor bu dergiyi.

‘DARWİN’DEN DERSİM’E CUMHURİYET VE ANTROPOLOJİ’ KİTABIYLA SEDAT SİMAVİ ÖDÜLÜNÜ ALAN PROF. ZAFER TOPRAK’LA GÖRÜŞTÜK

En büyük kafatası koleksiyonları Amerika’da Ba bakan n, 1939 y l nda Türkiye’de ilk kez toplanacak uluslararas bir kongre için, evket Aziz Kansu’nun haz rlad tan t m bro üründen yola ç karak bir dönemi rkç l kla suçlamas haks zl k oluyor. Bro ürde yer alan kafataslar ise dünyan n dört bir yan nda antropoloji bölümlerinde bulunuyor ARDA ODABAŞI Prof. Zafer Toprak’ın son kitabı “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji”de, Atatürk’ün entelektüel düzlemde son 10 yılı, Türkiye’de bu dönemde bilim alanında yaşanan köklü dönüşümler, antropoloji ve arkeoloji gibi disiplinlerin yerleşmesi, bu gelişmelerin tarih anlayışına ve eğitime yansımaları, Türkiye’de uluslaşma süreci, Cumhuriyet’in yeni insanının kurgulanışı; kısacası

– Korkut Boratav’ın bu kitap için önerdiği alternatif başlıkla – “Cumhuriyet’in Kültür Devrimi” ele alınıyor. Türkiye’de bilimin temellerinin 1930’larda atıldığını söyleyen Prof. Zafer Toprak ile sosyal bilimler dalında Sedat Simavi ödülünü kazanan kitabını konuştuk. Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için ortamla veya dönemle başlayalım isterseniz. Cumhuriyet nasıl bir dönemde inşa edildi? Bazı tarihçilerle birlikte siz de Avrupa için bir “Karanlık Çağ”dan ve

bununla ilişkili olarak Atatürk’ün entelektüel seyrinde 1928’deki fay hattından söz ediyorsunuz. İki dünya savaşı arası olağan dışı bir evre. Bu nokta çok önemli ama kimse bunu göz önünde bulundurmuyor. Bunu dünya tarihçileri ele alıyorlar, bu dönemin özel bir dönem olduğunu söylüyorlar. Kimisi bu döneme “katastrof çağı” diyor. Mazover bu dönemin Avrupası’nı “karanlık kıta” diye nitelendiriyor. Hakikaten çok olağandışı bir evre. Küreselleşme literatüründe de bu dönemi “küresizleşme evresi” olarak ele alıyoruz genelde. 1914’ten 1944’e, Bretton Woods’a kadarki dönem 30 yıllık bir süre… Dünyanın küresizleştiği, ideolojilerin giderek güçlendiği, demokrasilerin çöktüğü, kapitalizmin darboğazlara girdiği bu dönemde genelde bir çöküntü yaşanmışsa da bir açıdan Türkiye’nin “kazançlı” çıktığını söylememiz mümkün. Yani, Türkiye’yi boyunduruk altına almış olan “düvel-i muazzama”nın güç yitirdiği bir ortamda biz Cumhuriyet’i kuruyoruz. 1914’te bunu yapman güç. Cihan Harbi’nin kazananı olmayacak. O açıdan bakıldığında savaş sonrası kurulan yeni bir dünyada Türkiye bağımsız bir Cumhuriyet kurarak koşulları fırsata çevirebilmiş bir ülke olarak görülebiliyor.

ATATÜRK'ÜN EN BÜYÜK KAYGISI Kurtuluş Savaşı vererek, Lozan ertesi kağıt üzerinde diplomatik bağlamda bağımsız bir devlet olmuşuz ama Batı’nın seni algılayışında bir değişme olmamış. Hâlâ “öteki” olarak görüyor seni ve bunu çoğu kez ırk teorilerine dayandırıyor. Sen sarı ırksın, sen ikinci sınıf insansın. Batı’nın ders kitaplarında hâlâ böyle, işte sen Batı’ya göç ederek ülkeleri işgal etmiş Moğol ırksın, Avrupa uygarlığının hor gördüğü bir topluluksun. Anadolu’yu işgal ederek bu topraklardaki uygarlıkları sonlandırmış bir kavimsin. Sevr’de görüleceği gibi Anadolu’dan gerisin geriye Asya’ya

ATATÜRK'ÜN PRAGMAT K B L M ANLAYI I Fotoğraflar : Damla Yazıcı sürülmeyi hak eden göçebe, yağmacı bir kavimsin. Atatürk’ün en büyük kaygısı da bu: Bu topraklar bizim. Bunu kanıtlamak için de biz 1071’den önce de buradaydık, hatta burada sizin Batı uygarlığı kökenli diye bildiğiniz insanlar da bizim soyumuzdan gelen insanlar, diye bir tezle ortaya çıkıyor. Bunu destekleyen Batı kaynakları da var, bu ilginç. İslam öncesine uzanan antropolojiye ve de arkeolojiye yönelimin gerisinde bu tür bir siyasi mücadelenin bilimsel tabana oturtulma kaygısı yatıyor. Bu anlayışta kendisine müttefik bulmakta da gecikmiyor. O tarihlerde Hitler Almanya’sında oluşan ırk tabanlı antropolojiye alternatif antropoloji geliştirerek, Güney Avrupa’nın kendini savunma süreci içerisine girdiği görülüyor. Biz de “Latin antropolojisi” dediğimiz trenin son vagonuna atlıyoruz. 30’lu ve daha sonraki yıllarda ders kitaplarında yer alan göç haritalarını biz icat etmedik, Batıda zaten var bu göç haritaları. “Bilimsel” açıklamaları da var. Geçmiş insanlardan günümüze kalan tek gösterge, insan kemiği. Fizik antropolojinin temel tasnifi ise kafatası. Kafatası şekli üzerine kurulu birtakım antropolojik araştırmalarla aslında insanların göç yolları üzerine araştırmalar yapılıyor. Göç yo-

Geçmiş insanlardan günümüze kalan tek gösterge, insan kemiği. Kafatası şekli üzerine kurulu birtakım antropolojik araştırmalarla aslında insanların göç yolları üzerine araştırmalar yapılıyor. Göç yoluna bakıldığında, Orta Asya’dan yola çıkan, Anadolu’dan geçen, Batı Avrupa’ya kadar ulaşan bir göç olgusuyla karşı karşıya geliniyor.

luna bakıldığında, Orta Asya’dan yola çıkan, Anadolu’dan geçen, Batı Avrupa’ya kadar ulaşan bir göç olgusuyla karşı karşıya geliniyor. Ve bu göç yolu, uygarlığı Batı’ya ulaştıran, göçebe, toplayıcı bir evreden toprağı ekip biçen, hayvanları evcilleştiren sürece işaret ediyor. Bu konuda başı çeken ise, Atatürk’le yakın bir dostluk kuracak olan İsviçreli Eugène Pittard adlı bir antropolog. 30’lu yıllarda tarih tezlerimizde büyük ölçüde onun antropolojik kurgusunu Türkiye’ye uyarlıyoruz. Sosyolojiden antropolojiye – Durkheim’dan Pittard’a da diyebiliriz – 1930’lardaki yönelişi vurguluyorsunuz. Erken Cumhuriyet’te antropoloji neden böylesine ön plana çıkıyor? Atatürk’ün entelektüel yaşamındaki fay hattı da tam buraya denk düşüyor. Evet, Atatürk’ün 1924 yılında yayımlanan Eugène Pittard’ın “Irklar ve Tarih” adlı kitabını ana hatlarıyla bildiğini biliyoruz. Ama Atatürk’ü antropolojiye ya da tarih öncesine sevk eden bir başka yazar daha var. O da H. G. Wells ve kitabı… H. G. Wells’in “Dünya Tarihi” Nutuk’ta gönderme yapılan tek eser. Atatürk bu kitabı okuyor ve o dönemin kalbur üstü dil bilen

kişilerine dağıtarak çevirtiyor. 1927-28 yıllarında beş cilt olarak yayımlanıyor. H. G. Wells, Huxley’in öğrencisi… Huxley ise Darwin’in. Kitap evrim kuramı üzerine kurulmuş… 30’lu yılların tarih kitaplarının omurgasını oluşturan temel eserlerden biri. Kısaca Türkiye’de 30’lu yılların kültür devrimini anlayabilmek için bu iki yazara, Eugène Pittard ve H. G. Wells’e başvurmak gerekiyor.

30’LARDA SOSYOLOJ VATANDA LIK B LG S DEMEK Wells önemli, ona yine dönelim. Ama ondan önce, sosyolojiden antropolojiye bir köprü var diyebilir miyiz? Bizde gecikmiş bir sosyoloji var. Sosyoloji, Cihan Harbi ile büyük ölçüde darbe alıyor. Sosyologların bir kısmı savaşta telef oluyor, uluslararası sosyoloji kongreleri aksıyor. Sosyoloji bambaşka bir kimliğe bürünüyor. 1921 Uluslararası Torino Sosyoloji Kongresi sosyolojiye bambaşka bir kisve veriyor. Ama biz hâlâ klasik sosyolojiyi devam ettiriyoruz. Çünkü sosyoloji, ulus-devleti inşa etmemiz için gerekli ortamı sağlıyor. Durkheim’dan yola çıkarak, bir tür ulus-devlet inşa ediyoruz. Durk-

Kısacası, klasik sosyolojinin determinist anlayışı 20’li yıllarda hâlâ gündemi belirliyor. 1920’lerin sonunda bizde sosyolojiyle felsefe aynı sepete konuyor. Felsefe ve İctimaiyyat Mecmuası bunun somut kanıtı. Ama belirttiğim gibi, 30’lu yıllarda sosyoloji rağbetten düşüyor. Hatta Ziya Gökalp’e tepki bile var… Kısacası sosyolojiden antropolojiye, tarihten de arkeolojiye doğru bir kayış var. Bu konuda Atatürk’ün pragmatik bilim anlayışını unutmamak gerekiyor. Atatürk için bilimin her şeyden evvel toplumun hizmetinde olması gerekiyor. Türkiye 20’li yıllarda bir dizi kurumsal ve yasal düzenlemelere gitmiş; devrimler bunun kanıtı… Ama yurttaş kimliği oluşmamış. Yeni bir yurttaş kimliğinin oluşturulması gerekiyor. Üniter devlet ancak ortak paydalarda birleşecek yurttaşlardan oluşacak. Bu bir tür toplum mühendisliği gerektiriyor. Avrupa’ya benzer bir toplum olmamız gerekiyor. Buna ortam sağlayacak bilim dalı ise antropoloji oluyor. Antropoloji sayesinde Atatürk Batı’ya “bizler de sizler gibiyiz” demek istiyor. Aslında Avrupa’da o dönemde revaçta olan ırkçılığa karşı bir tepki bu. Burada güncel bir tartışmaya da girebiliriz. Geçtiğimiz haftalarda Başbakan Erdoğan AKP grup toplantısında, Şevket Aziz Kansu’nun yazdığı “Türk Antropoloji Enstitüsü Ta-

13

rihçesi” başlıklı kitaptan kafatası fotoğrafları göstererek Atatürk ve İnönü’yü “kafatasçı, ırkçı” gibi sundu. Fizik antropoloji bağlamında kafatası veya kemik ölçümleri yapmak önsel olarak “ırkçılık, kafatasçılık” anlamına mı geliyor? Irk sözcüğü Batı bilim dünyasında uzun yıllar temel girdilerden biri olmuş. O nedenle bilimsel bağlamda “nötr” bir kavram. Erken dönemlerde ırk, biyoloji anlamına geliyor. Ama Hitler Almanya’sı ile birlikte ırk sözcüğü değer yüklü bir kavrama dönüşüyor. Sosyal bilimlerin temelinde antropoloji yatıyor. Amerika keşfedildiği vakit çok farklı bir ırkın olduğunu görüyor Avrupalılar. 19. yüzyılda bilimsel bir tabana oturtuluyor. İnsanın kökeni tartışmaya açılıyor. Monojenist, polijenist tezler var. Yani insanların tek bir insandan türediğine dair, ya da çok farklı coğrafyalardan türediğine dair tezler bunlar. Bu tezler özellikle köleciliğin kaldırılması aşamasında çok tartışılıyor. Yani 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekten kölelerin kimliği ne olacak tartışmaları kutuplaşmalar yaratıyor. Sonra 19. yüzyılın ortalarından itibaren bilimsel antropoloji diye nitelendirebileceğimiz, tasnif üzerine kurulu bir bilim doğuyor. Ama her bilimsel çalışmanın yanılabileceği gibi, antropolojide de büyük yanılgılar oluşuyor tasnif sürecinde. Şunu söylemek gerekir: bugün genler üzerine kurulu – ki önemli bir alan genetik günümüzde – genetik ya da bugün artık biyolojik antropoloji dediğimiz olaya varabilmek için bu aşamadan geçmek gerekiyor. Çünkü bilimsel yanılgılar bir sonraki açılım için son derece önemli adımlardır. Türkiye’de bilimsel düşüncenin kurgulandığı bir dönemi açıklıyor antropoloji. Bilim olabilmesi için insanların araştırma yapması önemli. 64 bin kişi üzerinde yapılan bir araştırma çok önemli bir çaba gerektirir. Böyle bir alana açılım sağlayabilmek hakikaten çok önemli. Her türlü bilgi farklı amaçlarla kullanılabiliyor. Nitekim antropolojik bilgi birikimi de ırkçı tezlere yol açmış olabiliyor. Başbakanımızın gösterdiği kitap aslında 1939 yılında Türkiye’de ilk kez toplanacak uluslararası bir kongre için, antropoloji ve arkeoloji kongresi için Şevket Aziz Kansu’nun hazırladığı tanıtım broşürü. Buradan yola çıkarak bir dönemi ırkçılıkla suçlamak haksızlık oluyor. Broşürde yer alan kafatasları ise dünyanın dört bir yanında antropoloji bölümlerinde bulunuyor. Bugün de keza aynı kafatasları Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi’nde bulunuyor. 1930’larda Türkiye’de yapılan antropoloji çalışmaları bilakis ayrımcılığı karşı bir nitelik taşıyor. Tüm Anadolu’yu aynı ırka mensup insanlardan oluşan bir topluluk olarak değerlendiriyor. Yapılan araştırmalarda her-


14

5 N SAN 2013 CUMA

hangi bir etnik terim kullanılmıyor. Ama tabii sonuçta insanları ölçüyorsun biçiyorsun, verilere göre tasnif ediyorsun. Irk sözcüğü başlangıçta, millet, daha sonra nesil anlamına kullanılıyor. Türkiye on yıl süren savaş sonucu nüfus yitirmiş; beş milyon nüfus kaybetmişsin. O yüzden nesli sağlıklı kılmak zorundasın. Bu aşamada öjenizm de giriyor işin içine, ancak Türkiye’deki tartışma ortamını Batı ülkelerindeki gelişmelerle karşılaştırdığımızda bu alanlarda ne denli geriden geldiğimiz ortaya çıkıyor. Batı ülkelerinde fizik antropoloji çok daha gelişmiş durumda. Amerika’da özellikle… Yani başbakanımız kafatasına dikkat çekiyor ya, aslında bugün bile en büyük kafatası koleksiyonları Amerika’da. Bizimkisi devede kulak yani. Bugün bir kafatası görünce veya gösterince hemen ırkçılık anlaşılıyor ama bunlar sonuçta bilimsel araştırmalar. Aslında sadece kafatası değil kemik ölçülüyor. Tabii ki. Bilim zaten tasnif üzerine kuruludur. Yani tarih öncesine girdiğin vakit, insana dair sadece kemikler var elinde, dolayısıyla tasnife girişiyorsun. Kemikler arasında en bariz fark gözetebileceğin şey kafatası oluyor. Antropologlar bu nedenle kafatası üzerine odaklanıyorlar. Politik propaganda kısmını bir yana bırakırsak, buradaki problem şu sanırım: Tarihe, geçmişe bugünün değerleri ve anlamlandırmalarıyla bakılıyor. Tabii, geçmişi güncelleştirme çabasında olan çok az toplum var artık. Birçok Batı Avrupa ülkesi II. Dünya Savaşı yaşadı ve savaş kırılma noktası oluşturdu. Bu ülkeler geçmişleriyle hesaplaştılar. Bizde geçiş çok yumuşak olduğu için bir türlü geçmişten kopamıyoruz. O yüzden de bir türlü tarihle barışamıyoruz. Abdülhamit, Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve benzerleri… Hatta Tanzimat bile günümüzde politik bir meta… Kemalizm’le hesaplaşıyoruz; son günlerde basbayağı 1920’lerle 30’larla hesaplaşır duruma geldik. Bizde toplumsal dönüşüm tamamlanamadığı için olsa gerek. Bugün Türkiye’de Ortaçağ ilişkileri, mesela Güneydoğu’da aşiretler hâlâ varlıklarını koruyor. Dolayısıyla biz 100-150 yıl öncesinin sorunlarını aşabilmiş değiliz. O yüzden her 31 Mart’ta 31 Mart’ı tartışıyoruz. Biz Batı eksenli bir kültürel transformasyon geçirdiğimiz için, sorgulamalar çok daha radikal. Sen bir dönem geçmişini öyle dışlamışsın ki, bir ölçüde tepkilerle karşılaşıyorsun. Önemli bir kırılmadan söz ediyoruz. Her kırılmanın artıları eksileri var. Artılara bakarsak, Türkiye’nin vardığı noktaya İslam dünyasında hiçbir ülke varamadı. Bu artı olarak değerlendirilebilir. AZMAN 1930’lar antropolojisine dönersek... Şevket Aziz Kansu ve Türk Antropoloji Enstitüsü... Antropoloji Enstitüsü İstanbul’da Darülfünun Tıp Fakültesi’nde kuruluyor,

Aydınlık KİTAP 1933 Üniversite reformuyla Fen Fakültesi bünyesine alınıyor. Ben o kanıdayım ki Atatürk’ün kafasındaki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin omurgası büyük ölçüde antropoloji. Kurduğu bölümlere bakıyorum, hepsi aslında antropolojiye girdi sağlayacak bölümler. Mesela ilginç bir şekilde sosyoloji yok. Antropoloji Enstitüsü İstanbul Üniversitesi’nden alınıyor, Ankara’ya getiriliyor. Başına Şevket Aziz Kansu geçiriliyor. Atatürk’ün ise antropolojiye ilgisi Eugène Pittard’ın kitabıyla tanışmasıyla başlıyor. Pittard da Antropoloji Enstitüsü’nün yayın organı Türk Antropoloji Mecmuası’nın kurucuları arasında; bunu da unutmamak gerekir. 1911’den beri Türkiye’ye gelip gidiyor Pittard. Az önce sözünü ettiğiniz, Afet İnan’ın doktora tezi olarak yaptığı ve 64 bin kafatasının ölçüldüğü en geniş antropoloji anketi hakkında bilgi verebilir misiniz? Amacı ve vardığı sonuç neydi bu anketin?

ARA TIRMALARDA ETN S TE AYRIMI YOK Afet İnan İsviçre’de savunduğu doktora tezinde, Eugène Pittard’ın tezlerini Anadolu bağlamında doğrulayacak; daha doğrusu daha kesin bir sonuca ulaştıracak. Pittard şunu diyor: İsviçre’de Göller Bölgesi’nde insanlar avcılıkla, toplayıcılıkla yaşadıkları evrede insan nesli “dolikosefal”; yani kabaca ifade edilirse “uzun suratlı”. Ama tarihin belli evresinde bu insanların toprağı ekmeye, hayvanları evcilleştirmeye başladığını görüyoruz. Bu uygar evreyi gündeme getirenler oraya sonradan gelmiş bir nesil. Bu göçmenler ise “brakisefal”; yani “geniş suratlı”. Eugène Pittard bunu tespit ediyor önce. Yani brakisefallerle birlikte bir aşama atlıyor uygarlık. Şimdi oradan yola çıkarak Göller Bölgesi’ne göç etmiş kişilerin izini sürmeye başlıyor. Tabii bu sırada dünyanın dört bir tarafında antropolojik araştırmalar var. Brakisefaller de Orta Asya’da gözüküyor. Bu insanların göç yollarının izini sürerken Anadolu’ya ulaşıyor. Yani Anadolu’nun üzerinden geçen birtakım brakisefaller Avrupa’ya uygarlığı götürüyorlar. Eugène Pittard Anadolu’da birtakım insanların brakisefal olduğunu görüyor ve bunun üzerine göç yolunun buradan geçtiğine dair bir tez atıyor ortaya. Afet İnan ise bu tezi çok daha kapsamlı bir örneklemle kanıtlıyor. Ayrıca geçmişin o brakisefalleriyle 30’lu yılların Anadolu insanları aynı kafa ölçülerine sahipler. Demek ki bunlar geçmişten beri burada yaşayan insanlar. Demek ki bunlar Orta Asya’dan gelmiş insanlar. Orta Asya’nın Türklerin yurdu olduğu da biliniyor. Eugène Pittard bunlar “neden Türk olmasın” diyor. Türk Tarih Kurumu kısaca “evet bunlar Türk’tür” diyor. Kitabımın son makalesi Kürt sorunu ile ilgili… Onlar da Horasan’dan gelmiş, aynı ırka mensup insanlar olarak nitelendiriliyorlar. Bu tarihlerdeki bilimsel araştırmalarda herhangi bir etnisite ayrımı yok.

Ben de bu noktaya gelmek istiyorum. Bütün bunlar, yani erken Cumhuriyet’in antropoloji çalışmaları ırkçılığı veya en azından etnik milliyetçiliği destekler bir mahiyette miydi? Bu çalışmalarda “etnisitenin, etnik unsur”un konumu nedir? Ayrıştırıcı, dışlayıcı bir mahiyeti olduğu söylenebilir mi? Bu tarihlerde yapılan akademik çalışmalarda etnik milliyetçilikten söz edemeyiz. Kurgu zaten ona elvermiyor. Yani, Türkiye’de o tarihlerde etnografya çalışmaları yapılmakta ama bunlar daha çok yaşam kültürü bağlamında. Şeyh Sait İsyanı’na kadar aslında Türkiye’de farklı toplumsal yapıların olduğu kabullenilmiş durumda. Ama Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra bunun ne denli riskli olduğu anlaşılıyor. Başlangıçta Cumhuriyet’i kuran kadrolar farklılıkların varlığını hiçbir şekilde yadsımıyorlar. 1925’te Şeyh Sait Ayaklanması ile birlikte o tür bir tasnifin ne denli büyük bir risk taşıdığı anlaşılıyor. Çünkü Şeyh Sait İsyanı, Musul Sorunu ile yakından bağlantılı. O yüzden bunun bir şekilde ileride üniter devlet açısından büyük sorun olabileceği düşünülüyor. Bu anlayış savunma güdüsünden kaynaklanıyor. Mümkün olduğu kadar ülke bü-

tünlüğünü sağlayacak bir söylemle hareket ediliyor. Tabii bu evrede ulus-devlet inşa süreci de gündeme geliyor. Bir de öyle bir coğrafyada devlet kuruyorsun ki bütünlüğü ancak ortak dilde görüyorsun. Bu bir tür toplum mühendisliğini gerektiriyor. Böyle bir süreç var. Bütün bunların ötesinde o tedirginlikle özellikle gayrimüslimler bağlamında bir tür mesafe koyuş var, bunu göz ardı etmemek gerekiyor. Bu mesafe koyuş, Cihan Harbi ve Millî Mücadele döneminde gayrimüslimlerin tavırlarıyla yakından ilişkili. Dil konusuna gelince… Başlangıçta Kürtçe bir dil olarak kabul görmüş… Daha sonra dışlanma çabası içerisinde… Bunu da göz ardı edemeyiz. Ama antropolojide hiçbir zaman bunlar gündeme gelmiyor. Yani Güneydoğu’da yapılan araştırmalarda hiçbir şekilde bir ayrıma gidilmiyor. Hatta bir makalede entelektüel birikim üzerine yapılan araştırmada on bölge içersinde ikinci sırada Güneydoğu bölgesi çıkıyor. Bu coğrafyayı dışlamıyor, bilakis önemli bir konuma getiriyor. (görüşmenin 2. ve son bölümünü gelecek sayımızda yayımlayacağız)


16

5 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

WOLFGANG HERRNDORF İLE

“Yokuş Aşağı” bir sohbet İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com İki gencin hesapsızca çıktığı yolculuğu, absürd karakterleri ve karşı konulamaz bir cazibeye sahip diliyle çağdaş bir yol anlatısına dönüştüren Wolfgang Herrndorf’un, ON8 Kitap koleksiyonuna katılan “Yokuş Aşağı” romanı üzerine Frankfurter Allgemeine’de yayımlanan söyleşisini sizlere sunuyoruz.Yazarın kitapla ilgili yaptığı tek röportaj. Çok az görülen bir kanser türüne yakalandı ve artık röportaj vermiyor. Dolu dolu olan bu özel söyleşi sizler için çevrildi. İyi okumalar diliyoruz. “Yokuş Aşağı” üzerine konuşalım. Neden bir gençlik romanı? 2004 yılı dolayında çocukluğumda ve gençliğimde okuduğum kitapları yeni baştan okudum. “Sineklerin Tanrısı”, “Huckleberry Finn’in Maceraları”, “Arthur Gordon Pym”, “Pym Amerika’ya Gidiyor” vs. Hatırladığım kadar güzel olup olmadıklarını merak ediyordum, ama tabii 12 yaşındayken nasıl bir insan olduğumu da görmek istiyordizimiyle hallettim. dum. Bu süreçte fark ettim ki, İnsan argoya bulaştı favori kitaplarımın hepsinin mı, bir yıl sonra alay ortak bazı özellikleri var: Rekonusu olur. ferans alınan yetişkinlerin hızBir an için 2030 yılıca bertaraf edilmesi, büyük lına sıçradığımızı varseyahat, büyük su... Bu üç sayalım. Kitabınız on şeyi, biraz da olsa gerçekçi bir yıldır derslerde okugençlik romanında bir araya tuluyor. 9. sınıf öğrenYokuş Aşağı, Wolfg ang getirmek nasıl mümkün olacileri Wolfgang HerrnHerrndorf, On8 K bilir diye düşündüm. Elbe dorf adını duydukları Çev: Suzan Geridön itap, mez, 288 s. anda acıyla inliyorlar. Nehri’nden aşağı salla yapılan bir seyahat fikri bana komik geldi. Onlardan kitap üzerine 21. yüzyıl Almanya’sında, bir gemi seya- yazdıkları kompozisyonlarda hangi sohatinde yolcu olmak da: Pöf! Sadece ara- ruları yanıtlamaları istenirdi? ba ile bir şeyler düşünebildim. İki genç bir Korkarım Almanca derslerinde semaraba çalarlar. Evet, su yoktu ama kurguyu bollere odaklanılırdı. Maik’in, yukarıda pokafamda bir iki saniyede oluşturdum. lis beklerken; yüzme havuzunda, su altında Kuşağa özgü ifade tarzlarını ve alış- annesinin elini tuttuğu son sahneye mesela kanlıkları, oldukça tasarruflu bir şekilde veya iksir sahnesine. Zaten şimdi de bunu kullanmışsınız. Ama insanın 1995 yılın- bana sık sık soruyorlar: “Av tüfekli yaşlı da doğan kuşağın vakti ve parasıyla ne- adamın ikisine verdiği küçük şişedeki yoler yaptığını yine de öğrenmesi gerekiyor. ğun sıvı ne biçim bir şey?” Siz ise 1965 doğumlusunuz. Nasıl bildiEleştirmen Gustav Seibt “Yokuş Aşaniz? ğı”yı Tieck ve Eichendorf gibi yazarların Bilmiyorum aslında. Ama meselenin yapıtlarıyla birlikte Alman romantik gegençlik olması, bana çok da büyük bir so- leneğinin içinde görüyor. Amerikan malrunmuş gibi gelmedi; daha doğrusu, el iş- zemesiyle, Alman romantik geleneğinde çilerini, doktorları ya da makinistleri bir yazılmış bir kitap olarak “Yokuş Aşağı”! romanda konuşturmaktan daha zor bir so- Gerçekten de bilinçli olarak bunu mu run değildi, diyeyim. Ben gençliğin özel bir amaçlamıştınız? sorun sunduğunu düşünmüyorum, anYalnız Seibt’ın kastettiği bu muydu bilcak nedense o yıllarda yapılan hatalar daha miyorum ama, ilk defa, genel olarak yançok göze batıyor. Ama bunu derken, bu işi lış bir yorum değil bu. Söz konusu ben olmükemmelen çözdüğümü de söylemek is- duğumda, herhangi bir şeyi bilinçli olarak temiyorum. Anlatıcıma sürekli olarak amaçladığım söylenemez. Yazarken, en kullandığı iki kelime verdim, gerisini de söz fazla “aman sıkıcı olmasın” derim, bunun

dışında da çok fazla düşünmem. Sonra bunun nereye varacağı ise, bir yol filminde, gayet rahatlıkla, kimsenin umurunda olmayabilir... Yani demek istediğim, gayet romantik tavırlar içinde yolumu kaybedebilirim. Aslında Berlin’den hiç çıkmıyorsunuz. Maik ve Çik’in seyahat ettikleri coğrafyayı nereden buldunuz? Ay yüzeyine benzeyen araziler, “tepelerinde sipsivri kayaların olduğu devasa büyüklükte dağlar” nerede? Kahramanlarımdan farklı olarak ben Doğu Almanya’ya hiç gitmedim ve seyahati Google Harita üzerinden yaptım! İnsan orada dağlara tepeden bakıyor ve ne yükseklikte olduklarını göremiyor. Ama araştırmayla aram da hiçbir zaman pek iyi olmadı. Araziyi, Michael Sowa’nın resimleri gibi betimlemeyi denedim: İnsan ilk bakışta doğada da tıpkı böyle diye düşünüyor. Ama biraz daha yakından baktığınızda, hepsinin özenle kurgulanmış şeyler olduğunu fark ediyorsunuz: Gündüz rüyalarında görülen, ideal manzaralar gibi. İnsan yazarken, genellikle, aklında belli bir okuyucuyu olur. Bu sizin için de geçerli mi? Evet. Somut bir insan değil ama her şeyi anlayan, zeki bir okuyucu... Farklı farklı türlerde eserleriniz var. Berlin popüler edebiyatı, kısa öykü, gençlik romanı, gerilim romanı... Sırada bilimkurgu da var. Spor olsun diye mi? Yoksa can sıkıntısından mı?

Daha ziyade kendimi yönlendirememek, diyeyim. Birçok fikir aklıma, sıradan şeyler okurken, ya da izlerken geliyor. Kötü şeyler çok kötü; iyi şeylere duyduğum hayranlık karşısında da aklıma yeni bir fikir düşmüyor, ama sıradan şeyler söz konusu olduğunda sık sık, şurada bir vida, burada bir somun biraz daha sıkıştırılabilirmiş diye düşünüyorum. Bu süreçte kendimi hangi türde bulacağım ise ikinci planda. Siz resim eğitimi aldınız ama sonra bıraktınız. Neden? Yapmak istediklerimi yapamıyordum. Ayrıca 1980’lerin sanat liseleri, gerçeklik ve sırlama teknikleriyle, insanı pek de bir yere götürmüyordu. Sonunda, kendimi sadece çizgi roman yaparken buldum. Onlarda da zaman ilerledikçe, yazılar uzadı, resimler küçüldü ve bir gün bir baktım ki, hiç resim kalmamış. Resimli sanatla ilişkimin kalmamış olması hoşuma gitmedi de değil! Edebiyat hangi anlamda daha iyi? Edebiyat daha müşteri dostu. Resimli sanatın en büyük dezavantajı, bilmem kaç metrekarelik saçma sapan bir işin bile, hiç rahatsızlık duymadan izlenebilmesi. İnsan gözlerini kapar ve iki saniye sonra yoluna devam eder. Ama kendini bin sayfalık bir kitaba kaptırmış bir okuyucu, uzun süre, çok yalnız kalır. Ki bu, edebiyatın evrimi içinde, roman gibi son derece sağlam temelli ve huzur verici ölçüde alışıldık bir şeyi ortaya çıkarmıştır. Resim sanatı o noktaya hiç bir zaman ulaşmayacak.


Aydınlık KİTAP

17

Sözcüklerden doğmuş taş ustalığı Özellikle edebiyata yazmak ve okumak penceresinden bak yorsan z, hiç durmay n. Sanat, mizah, felsefe sosuyla terbiyelenmi , leziz bir edebiyat sofras “S radana Övgü” meyecek hiçbir cümle bulamamak ne demek bilir misiniz? Hatta eğer bir yere Günün birinde, bir sebeple biri ile ta- kayıt edecekseniz, kendinizle savaştığınız nışırsınız. Birlikte geçirilecek bir süre oldu mu? Mesela, “Bu kesin olmalı. E, bu vardır ve bu arada sohbet edersiniz. Hani olmadan şu olmaz, kopamaz ki bunlar,” başka türlü zaman geçmez zaten. Fakat deyip peşi sıra gelen cümleler için de “Bu birden bir sihir oluşur ve o yeni tanıştığı- da olmalı. Ah! Şunu da almalıyım,” dernız insanın, size ne kadar benzediğini fark ken buldunuz mu kendinizi? Evet mi? İşte edersiniz. Bir bakmışsınız aynı dili konu- onu yaşıyorum ben de. Yazarın, edebiyat şuyorsunuz. Aynı şekilde espri yapıyor, ve sanata dair kurduğu-kurguladığı cümaynı esprilere gülüyor hatta dünyayı ve lelerin hepsini vazgeçilmez bulmak hissi olayları aynı bakışla değerlendiriyorsunuz. bu. Yine de… “Ufff!” dersiniz sonunda, “Nerelerdeydin “Veresiyeye hayır demez haz ihtiyasen?” cı.” Sohbet derinleştikçe, ke“Da Vinci çoktan yif oranı artmaya, aranıztoprağa karışmış olsa da daki sıcaklık büyümeye başMona Lisa, kaşsız yülar. Sihrin yarattığı yaldızzündeki esrarlı gülümlanma, ruhlar arası yıldızsemeyle bize bakıyor lanmaya sebep olur. Artık hâlâ.” beyinleriniz arasında, altın“Örgütlenmekle çedan akan suyun rengini göteleşmek tamamıyla zıt rebildiğiniz bir köprü kukavramlar. Biz hep ikinrulmuştur. Eski taş ustalacisini başarıyoruz. Harının uz elleri ile yaptığı, göyatını edebiyata adayarünmez bir köprü... cak kadar gözü kadar Son zamanlarda, deliolan yazarın çıkarları bu nin gömleğini bellediği gibi çetelere dahil olmayı debellediğim yazarlarımın dığil onlara kafa tutmayı Sıradana Övgü, şına çıkıp, Türk Edebiyagerektirir.” Toprak Işık, tında neler oluyor, diye ba“Çocuklara yazılmış Deli Dolu, 158 s. kınıyorum. Kimler, neler masallardakinden farklı yazıyor ve gidişat nereye bir yaramazlıktır ustaladoğru? Sanatın; sanatın içindeki bilim ve rın yarattığı eserlerdeki zalimlik. Okur felsefenin, hatta sanatsal mizahın nere- söylemeye çekinse de kan, kötülük ve sindeyiz? Yoksa hâlâ o eski, o küflenmiş, gözyaşından hoşlanıyor.” “Sanat toplum içindir,” “Hayır efendim, “Okura göre, senin benim gibi dümsanat içindir” diyerek birbirine diklenen düz bir adam olmamalı yazar. Tanrı’nın horozların çöplüğünde mi geziniyoruz? Mars’taki alt yapı çalışmalarını bitirene İşte şu üçüncü paragrafta değindiğim, kadar dünyaya saldığı bir uzaylı olmalı.” Türk Edebiyatı yolculuğum sırasında, “Sanatın her dalındaki gibi edebiyatta aynı kompartımanda tanıştım Toprak da kişisel zevkin dokunulmazlık hakkı Işık ile. Ve elbette baştaki iki paragrafı yaz- var.” dıran da bizzat kendisinin sözcüklerden GERİYE KALAN : Geriye kalan nemütevellit taş ustalığına benzer bir usta- dir biliyor musunuz değerli okurlarım? lıkla beynime attığı köprü. Hüzünlü, çizmeli kedi ifadesiyle: “Ama KISA BİLGİ : Edebiyat ve edebiyat- daha bir sürü cümle var, sizlerle paylaşçıyı hem emek/emekçi hem de sanat/sa- mak istediğim,” duygusu. İyisi mi, en yanatçı büyüteçleri ile değerlendiriyor, Top- kın kitapçınızdan edinin derim. Özellikle rak Işık. Bunu yaparken de kimi kez gü- edebiyata yazmak ve okumak pencerelümseten, kimi kez ‘Tabii ya!” dedirten, sinden bakıyorsanız, hiç durmayın. Sanat, olabildiğince içten cümlelerle, duygu ve mizah, felsefe sosuyla terbiyelenmiş, ledüşüncelerini okura geçiriyor. “Sanat ziz bir edebiyat sofrası “Sıradana Övgü”. Olarak Edebiyat”, “Yazar/Yaratım BoBir tek kapağı düşündürüyor beni. Tayutuyla Edebiyat”, “Okur Boyutuyla Ede- mam, kitabın adı “sıradan”. Kapak da hiç biyat” çerçevesinden değerlendiriyor. olmazsa sıradan olabilseydi, demekten ALTINI ÇİZDİKLERİM : Altı çizil- kendimi alamıyorum… EMİNE SÜPÇİN


18

5 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Tek ahit Zamand

Bin Yüz Bir Giz

Yarg tatör

Sar k ve stanbulin

Jeffrey Archer, Alt n Kitaplar, Çev: Canan Kim, 400 s.

M. Sad k Aslankara, Can Yay nlar , 203 s.

Mustafa Balbay, Cumhuriyet Kitaplar , 128 s.

İmkânsızı başararak kazandığı Oxford Üniversitesi’nde eğitim hayatını sürdüren Harry Clifton’ın destansı yaşamöyküsü 1919 yılında Bristol’ün arka sokaklarında başlar. Clifton, bir savaş kahramanı olarak öldüğünü zannettiği babasının, bu olaydan yirmi bir yıl sonra asıl ölüm nedenini öğrendiğinde, onun gerçek babası olmayabileceği gerçeğiyle de yüz yüze gelir. Bu ikilemin ruhunda yarattığı sarsıntıyla mücadele etmeye çalışırken de İkinci Dünya Savaşı patlak verir ve bu savaş onu hayatının kararını vermeye mecbur kılar: Ya öğrenimine devam edecek ya da Hitler Almanyası ile savaşacaktır.

“Bin Yüz Bir Giz”, Salihli’nin idealist belediye başkanı Zarif Bey’in sanata yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, göreve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro kazandırmak istediğini açıklıyor. Amacı, çağdaş ve sanatla iç içe bir Salihli yaratmak... İlk kez 1993’te basılmış olan “Bin Yüz Bir Giz” bir kasaba parodisi; belediye görevlileri, küçük esnaf, devlet kurumlarına yerleşmiş ufuksuz fakat hırslı kişiler, sanattan alabildiğine uzak kasaba halkı, gençler, ev hanımları... Aslankara, tüm bu kalabalığı gözlemlediği romanıyla zaman zaman güldüren, ama sonunda okuru ciddi sorularla ve tabii hüzünle baş başa bırakan bir oyun koyuyor sahneye.

Mustafa Balbay, Silivri hukukundan esinlenerek kaleme aldığı bu tiyatro için şöyle diyor: “Gerek benim tanık olduğum Ergenokon davasında, gerekse Balyoz, Odatv, KCK başta olmak üzere benzer kurguya sahip davalarda yaşananlardan esinlenerek bir oyun yazmaya soyundum. Bu yargılamalardaki hukuksuzlukları iki perdelik bir oyunun boyutlarına sığdırmak elbette olanaksızdı. Üstelik hukuksuzluğun pek çok boyutu vardı. Her şeyi anlatmaya girişmek zaten karmaşık görünen konuyu daha dağınık hale getirebilirdi. Oyunu okuyan, izleyen tüm sağduyulu kesimlerin üzerinde birleşeceğini umduğum bir anafikir etrafında gerçek olaylardan esinlenerek bu işe giriştim.”

Jean - François Solnon, Do an Kitap, Çev: Ali Berktay, 596 s.

Abuk Subuk Bir Subukistan Öyküsü

Atçal Kel ve Ya dereli Sinano lu Efe

Bir Savc n n Not Defteri’nden

Cinci Hoca

Çetin Yetkin, Gürer Yay nlar , 156 s.

M.Turhan Tan, Kap Yay nlar , 355 s.

Hukukun, özellikle de ceza hukukunun konusu “insan”dır: Hukukçuların bu “insan”a bakışları çoğu kez yasa maddelerinin soyut belirlemelerinin kişilere uygulanmasından öteye geçmez. Yasa, doğru uygulanmışsa, adalet de gerçekleşmiş varsayılır. Dahası, “Hukukun Üstünlüğü”, toplumların özlemi olarak olarak gösterilir. Ama, gerçekte Ceza Hukuku uygulamasında bundan da üstün tutulması gereken, “insanî boyut”un gözetilmesidir. Prof. Dr. Çetin Yetkin, “Bir Savcının Not Defteri”nden adlı kitabında, geçmişte tanığı olduğu, soruşturmasına ya da yargılamasına katıldığı olayları irdeledi.

İlk gününden son anına kadar I. İbrahim’in padişahlığının anlatıldığı bu romanda haremin devlet idaresinde ne derece etkili olduğu da ayrı bir gerçek olarak göze çarpıyor. Yirmi üç yıllık dulluk hayatında sadece bir kere soğukkanlılığını kaybetmiş, sinir buhranları içinde deli olacak hale gelmişti. Ona bu ruh sarsıntısını veren gene Sultan IV. Murat’tı. Çünkü sağ kalan tek kardeşini, Kösem Sultan’ın son yavrusunu da öldürmek istemişti. Bir oğlunun gözü önünde boğulmasına tahammül eden ana, bu ikinci felaketi sükûnetle karşılayamadı. Hayatını iki kere kendine borçlu olan o şehzade şimdi tahta çıkıyordu ve şüphe yok ki şükranını ödemeye çalışacaktı...

Orhan Tez, Etki Yay nlar , 64 s. Etem Oruç, Berfin Yay nlar , 237 s. Bu kitaptaki öyküler Subukistan adı verilen düşsel bir ülkede geçer. Subukistan’da Abuklar ile Subuklar birlikte yaşarlar. Bazen Abuklar Subuk, Subuklar Abuk olabilir, bu sizi şaşırtmasın! Abuk subuk bir ülkedir burası. İşte bu kitap Abuklarla Subukların öykülerini anlatır. Abukları ve subukları çok uzaklarda ve yok ülkelerde aramak zorunda değilsiniz. Onlar muhtemelen çok yakınlarınızda otobüste, metroda, sokaklarda her yerde olabilirler

Atçalı Kel ve Sinanoğlu, Şeyh Bedreddin’in kurmak isteyip de idam edildiği için yaşama geçiremediği toplumsal düzeni ilk kez yaşama geçiren kişiler midir? “Saz çalıyorlar, içki içiyorlar, kadın erkek beraber oturup kalkıyorlar,” diye suçlanan bu Türkmenlerin ereği neydi? Ne oldu da Cumhuriyet ilan edildikten sonra bu efelerin tümü düze indi? Efelik, Zeybeklik tarihi, acıların, katliamların, onurlu direnişlerin tarihidir. Bu kitapta insan olmanın erdemine ermiş, onurlu, dikduruşlu, kimliğini, kişiliğini sahip çıkan, Anadolu erenlerinin belgelerini, öykülerini bulacaksınız.

Tarihçi Jean-François Solnon, XIV. yüzyıldan XX. yüzyıla dek, Osmanlılarla Hıristiyan Avrupa’nın ortak tarihini, kültürel alışverişini ve zaman içinde birbirleri hakkında değişen algılarını inceliyor. Osmanlı İmparatorluğu ile Hıristiyan Avrupa’nın arasındaki büyük savaşlar iki tarafta da iyi bilinir: Konstantinopolis’in fethi, Viyana Kuşatması, İnebahtı Savaşı... Ancak sultanın tebaası ile Hıristiyanlar arasında yalnızca çatışma ve silahlardan ibaret bir ilişki yoktu.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

5 N SAN 2013 CUMA

19

Hayal Molalar

Bozuk

emsa Ye in, Bankas Kültür Yay nlar , 454 s.

Hakk nanç, K rm z Kedi Yay nevi, 118 s.

İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yılları içinde, Bakırköy’e bağlı Osmaniye köyünde bir kız bebek dünyaya gelir. Sakinlerinin bir kısmı ekip biçip hayvan besleyerek, bir kısmı da yakındaki Sümerbank fabrikasında çalışarak geçinen küçük, kendi halinde bir köydür burası. Şemsa, Osmaniyelilere benzemeyen insanlarla dolu Bakırköy’e alışır. Ortaokulda vermeye başladığı özel İngilizce dersleri İstanbul Kız Lisesi’nde de devam eder. Cağaloğlu’nda yayın dünyasının yakınında olmanın tadını çıkarır. Derken kardeşinin düğününü yapmak için okula ara verip çalışmaya başlar. İş hayatı evliliğin ve ABD’den Kongo’ya uzanan bir aile hayatının kapılarını da açar.

“Bu yüzden çok çelimsizdi annem. Çelimsizdik. Derimle inatlaşan kemiklerim, olduğumun on misli çirkin gösterirdi beni. Şehrin sırtını döndüğü üç katlı bir gecekondunun merdiven altındaki kömürlükten bozma bu güneşsiz odasında, orkideler yetişecek değildi elbet. Bir saksımız vardı. Kapının yanındaki asanın üzerinde beklerdi. Annem yıkadığı çatal bıçağı yatağın altındaki tahta valize kaldırmadan önce, kurusun diye onun içine koyardı. Saksıdaki o eğri büğrü çatallardan farksızdık biz de. Bunca çirkinliğimize karşın, kırık bir ayna asılıydı yatağın çaprazındaki duvarda. Başka yüzler arardık bakıp bakıp...

Ustas ndan Depresyon Tahlilleri

Isl n Derin Çal Yüzy llar Getirsin

Gözleri Yitik Dü

K y ya Vuran Hayatlar

Levent Mete, Say Yay nlar , 136 s.

Adil Gülvahabo lu, Payda Yay nc l k, 212 s.

Kaan Turhan, Kendi Yay n , 63 s.

Sally Goldenbaum, Mart Kitabevi, Çev: Nilgün Birgül, 400 s.

Kimler depresyon geçirir? Bir kişinin huyuna suyuna bakıp, “Hah işte, tam depresyon geçirecek adam” denilebilir mi? Görüşme odasına bir kamera koysaydık neler görecektik? Tanı nasıl konuyor? Kaç çeşit depresyon var? Kişilik depresyonu nasıl etkiliyor? İlaç tedavisi nasıl düzenleniyor? Terapi nasıl yapılıyor? Kişi intihar ederken aslında kimi öldürmeye çalışıyor? Bu sorulara, bir terapist, depresyon konusunda çalışan bir araştırmacı, kendisi ve yakınları depresyon geçiren bir kişi nasıl bakar?

Şiir sonsuz özgürlüktür. Konu, öz, biçim bakımından şiir sınırsızdır. Bireyi toplumu ve ulusalı, tüm insanlığı kapsar. Bunu yaparken anlaşılır,, kavranabilir, akılda kalabilir bir dil kullanılmalıdır. Şairin ağzından bal kaleminden fikirler akmalıdır.Şair, estetik örgü ve yaklaşımla anlamlar deryasına dalmalıdır. Yüzyılları günümüze, oradan da geleceğe aktaran en etkili sanat şiirdir.

“Bir tarih yarattı bu kent: ellerinde acının korkusuzluğu ve gökten ağan ulusu… “sorgu başlayacak elbet, suç sabittir: şafakta uyanık olmak! “kent doludizgin, yakılmış cân-ı can vekâleten, sorgucu tarafından vahşice. “uçuşan küllerden, martılara dönüşen bir bereket memleket!”

Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’nin Muhalif Sanatç lar

Erkan Özgür, Efege Yay nevi, 312 s. Kaleme alınan bir roman, duyguların notalara döküldüğü bir beste, tek bir anın boya ve tual’le birleşerek ölümsüzleştiği bir resim ve kayıt üzerindeki bir öykünün objektiften geçerek hayat bulduğu bir film... Hayatımızda derin sizler bırakan bu eserlerin sahipleri, kültür mirasımıza yapmış oldukları bu değerli katkıların bedelini çoğu zaman hasretler, ayrılıklar ve sürgünlerle ödediler. Günübirlik şöhretlerin etrafımızı sardığı şu günlerde, ülkemizin gerçek sanatçılarının, yakın tarihimizdeki siyasal gelişmelerin ışığı altında bir eser.

Yönetmenlik

Mike Goodridge, Remzi Kitabevi, Çev : Elif Ersavc , 192 s. Beyazperdeye yansıyan yaratıcılığın nihai sorumlusu olan yönetmen, her filmde geminin kaptanıdır. Oyuncular ve departman şefleri yönetmene rapor verir. Bazı yönetmenler aynı zamanda senaristtir de; benzersiz tarzlarıyla karakterler yaratır ve diyalog yazarlar. Sinema Sanatı dizisinin bu ilk kitabı, filmin senaryo yazımı ve oyuncularla çalışmaya, tasarım ve görüntü yönetmenliğinden postprodüksiyon ve dağıtıma kadar tüm disiplinlerini kapsayan yönetmenlik üstüne ufuk açıcı ve eğlenceli bir başvuru kitabı.

Her yaz adeta bir şenliğe dönüşen huzurlu bir kasaba… Tüm yaşanmışlıkları geride bırakıp, yeni bir hayata başlamak için bu kasabaya yerleşen yalnız bir kadın… Kasabadaki örgü atölyesinde bir araya gelen insanların peşine düştüğü akıl almaz bir cinayet.. Ve hiç kimsenin tahmin edemeyeceği sarsıcı bir sonla biten şaşırtıcı bir roman... “Sally Goldenbaum, dostluk bağlarını harikulade bir dille işlediği bu romanda duygusallığın yanı sıra gerilim ve gizem dolu muhteşem bir kurgu yaratmayı başarmış. Bu yazar yeni bağımlılığınız olacak!” -Publishers Weekly-


20

Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

ÇOCUK - GENÇ

Ey sinirli çocuk Annen, karde in, arkada lar n ve ö retmenlerin yüzünden sinir küpüne mi döndün? Bak bakal m sana benzeyen bir çocu un ba na neler gelmi İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com

nüşmesine neden olabiliyor. Ve bu kitap, tüm bu durumları ilginç ve eğlenceli bir kurguyla anlattığı için, ebeveynlerin ve eğitimcilerin dikkatini çekmiş. Gelgelelim kitabı çocuklar okuyacak. İşte bu noktada da kitap, çocuk okuru kendisiyle yüzleştiriyor ve onu çok iyi tanıdığının sinyallerini veriyor.

Çizmeli Kedi Yayınları’ndan çıkan “Sinir Küpü” isimli kitap, Alman Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Akademisi’nden en iyi çocuk kitabı ödülünü almış ve 20 dile çevrilmiş bir kitap. Yazarı Manfred Mai, 1978 yılından beri çocuklar için yazan, AlS N RL YKEN RES M Ç ZEY M man Çocuk Edebiyatı dendiğinde akla geDEME! len öncü yazarlardan biri. Öykülerinin, roAlexander’ın öfkeli olmak için çok manlarının yanı sıra, çocuk eğitimine yönedeni var kendince. Her işine karışan bir nelik araştırmaları da buannesi ve henüz konuşmayı pek belunuyor. Ayrıca çocuklara ceremediği halde susmak bilmeyen dünya tarihini ve coğrafyaşımarık bir kız kardeşi var ve onsını anlattığı eğlenceli anlar da yetmezmiş gibi okulda her siklopedileri ve Grimm Karsabah yoluna çıkmamaları için deşler’in masallarını yenidua ettiği tehlikeli çocuklar, öğden yorumlayıp hazırladığı rencilerini azarlamaktan pek zevk masalları da var. Kısacası alan öğretmenler ve daha nice çocuklar için üretmiş durgereksiz insan… Bir gün yine anmuş Manfred Mai. Çizmenesi ve kız kardeşine aynı anda öfli Kedi Yayınları da yazarın kelendikten sonra kıpkırmızı bir Almanya’da çok ses getiren halde odasına çıkan Alexander, öf“Das Zornickel” isimli kikesini kusmak için eline kağıt katabını “Sinir Küpü” adıySinir Küpü, lem alıyor. (Burada yazar biraz la yayımlayıp çocuk okurManfred Mai, iyimser davranmış sanırım, erlarımızla buluşturmuş. Çizmeli Kedi Yayınları, genlik dönemindeki öfke nöPeki, bu kitap neden bu Çev: Ersin Atayman, betlerinde eline kağıt kalem alan kadar ses getirmiş? 96 s. gençlerin oranı epey düşük). SiÖfke nöbetleri çocuknirini yansıtan bir şeyler çizmeların gelişiminin doğal bir ye başlıyor, haliyle ortaya boynuzlu, sivri süreci, fakat bu sürecin sağlıklı atlatılaburunlu, sol gözünde korsan göz bandı olan bilmesi için davranışların iyi tanınması ve bir yaratık çıkıyor. Çizerken bir yandan kontrol edilmesi gerekli. İsteklerinin kokendi kendine homurdanan Alexander, bilayca yerine getirilmesi, yeterince ilgi görrinin onun homurtularına cevap verdiğini memesiyle aynı sonuçları doğurabilir. Maalesef “şımarıklık” bahanesiyle ebe- fark ediyor ve kafasını kaldırdığında… İşte Sinir Küpü! Kağıttaki resim kanveynler tarafından geçiştirilen bu davranışlar, öfkenin kişilik bozukluğuna dö- lı canlı bir halde (boyu bir karış) Alexan-

Dü man “Genç Bond” serisi ile dünya çapında büyük bir okur kitlesi yakalayan çok yönlü İngiliz yazar Charlie Higson’dan, Londra sokaklarında geçen dehşet verici bir zombi kıyameti! Gelecek, tehdit altında... Sebebi bilinmeyen salgın bir hastalık nedeniyle 14 yaşını geçmiş herkes yaratığa dönüşme tehdidiyle karşı karşıya... Yaşam mücadelesi verenler için ölüm belki de tek kurtuluş fırsatı. Böylesi dehşet verici bir kaos ortamından zarar görmeyecek yegâne azınlık ise çocuklar. Sam ve arkadaşlarını bıçak sırtında bir yaşam savaşı bekliyor. Charlie Higson, Onları öldürmek amacıyla peşleriTudem Yay nlar , ne düşmüş sayısız yetişkin var etÇev: Tonguç rafta. Üstelik bu zombilerin karınÇulhaöz, 440 s. ları çok ama çok aç...

der’ın önünde duruyor ve konuşmaya başlıyor: “Bundan sonra seni tüm haksızlıklardan koruyacağım. Sen istemesen bile”.

ÖFKEYLE BÜYÜYEN YARATIK Konusu epey ilginç olan kitabın şeytanımsı kahramanı Sinir Küpü’nün rolü şu: Ne zaman Alexander birine öfkelenecek olsa, bu bir karış boyundaki yaratık öfkeyle orantılı olarak büyümeye başlayacak ve karşısındaki insana Alexander’ın söyleyemediği her şeyi söyleyecek. Yani onun yerine öfkesini kusacak. Ama bir karışken sevimli bir şey olsa da, devleştikçe epey kor-

Olga Okulu Sevmiyor Olga iki çocuklu bir ailenin küçük kızı. Okula başlayalı bir hafta olmuş ama alışması pek kolay olmayacak gibi. Ona göre okul hiç eğlenceli değil. Ne oyuncaklarını götürebiliyor ne de çiklet çiğneyebiliyor. Bir de öğretmeninden peş peşe uyarılar gelmeye başlamaz mı? Olga’nın bir an önce işleri yoluna koyması gerekiyor. İkinci öyküde Olga arkadaşlarını yatıya çağırmak istiyor ve tam iki arkadaşı için izin koparıyor! Birlikte koca bir gün ve gece geçireGenevieve cekler. Arkadaşlarıyla yaşayacağı Brisac, maceraları düşündükçe sabırsızHayykitap, lanıyor Olga. Bakalım onu ne Çev: Ece gibi sürprizler bekliyor! Nahum, 136 s.

kunç bir yaratığa dönüşen Sinir Küpü yüzünden Alexander’ın hayatı haliyle zorlaşacak. Arkadaşları ondan uzaklaşacak, kız kardeşi korkudan içine kapanacak, öğretmenleri şikayet edecek. Şimdi Alexander’ın bir karar vermesi gerekiyor. Sinir Küpü sayesinde kendini tehlikeli insanlara karşı güvende hissediyor, ama aynı oranda yalnızlaşmaya başlıyor. Bu durumda yalnız fakat karizmatik bir kovboy gibi ortalıkta gezinmeyi mi seçmeli, yoksa arkadaşlarına geri dönmeyi mi? Sinir Küpü’ne yol göründü gibi… Eğlenceli okumalar diliyoruz.

Hayalet Avc lar - Büyük Tehlike Dünyaca ünlü yazar Cornelia Funke'nin maceraperest okurlar için kaleme aldığı tüyler ürpertici derecede komik “Hayalet Avcıları Dizisi”nin dördüncü kitabı “Büyük Tehlike” macerası Batakköy'de geçiyor. Hayalet Avcılarımız Kimyon İnceruh, Tom ve Hügo'nun oraya asıl gitme nedeni Tom'un Üçüncü Aşama Hayalet Avcısı diploması sınavı... Ancak kahramanlarımızı orada Profesör Cornelia Funke, Salyasümük'ün onlar için haMavibulut zırladığı hiç de hoş olmayan bir Yay nlar , sürpriz bekliyor... İyi okumalar... Çev: Zeynep -Keriman GüldikenAlpaslan, 224 s.


Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

5 N SAN 2013 CUMA

21

EN AZ “KONFOR”, EN AZ KALORİ, EN ÇOK TECRİT!

Dört metre kare betonu geçmek Nâz m Hikmet Otobiyografi adl iirinde “otuz alt mda yar m y lda geçtim dört metre kare betonu/elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum P rag’dan Havana’ya” der kurdu u zamanmekânsal kar tl kta. Dört metre kare betonu Nâz m’dan çok daha uzun sürede geçenler de olmu tur. Hâlâ geçemeyenler ise sadece Türkiye’de yüzlerle ifade edilebilir bir say dad r MECİT ÜNAL mecitunal@aydinlikgazete.com Dört duvar, bir kapı ve pencereden oluşan kapalı mekâna oda diyoruz. Michelle Perrot, hayatımızda çok özel ve önemli yeri bulunan bu mekânın çeşitli türlerini araştırdığı “Odaların Tarihi” adlı kapsamlı kitabında (Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2013 İst., Çev. Şilan Evirgen,) kral odalarından yazar odalarına, çocuk odalarından otel odalarına, işçi odalarından hasta odalarına, manastır hücresinden hapishane hücresine ulaşan upuzun bir odalar turu düzenliyor. Bu öyle bir tur ki, bir odadan ötekine ancak yazar-rehberin bulunduğunuz odaya ilişkin anlatacakları bittikten sonra geçebiliyorsunuz. Götürüldüğünüz her odanın ilginizi çekeceğine ise hiç kuşku yok. Çünkü, kapısından girdiğiniz her oda sizi az öncekinden bambaşka bir dünyaya, bambaşka tarihsel-toplumsal-bireysel ve özel yaşantılara götürüyor. Kitabın bizi götürmediği oda yok mu, var! Her kitabın eksik bıraktığı bir yan olmasa aynı konuyu ele alan bunca kitap niye yazılsın? Bu yazının devamında sözünü edeceğim başka bir kitap ve kitaplar bağlamında benim ilgimi çeken “oda”, hapishane hücresi oldu.

HAP SHANE HÜCRES N N EKONOM POL T Perrot, hapishane hücresini anlattığı bölümde de kitaptaki her odada yaptığı gibi tarihte küçük bir gezintiye çıkarıyor bizi. Hapishane hücresinin odalar tarihindeki yeri açısından bu oldukça yüzeysel incelenişi dahi, tüm sınırlılığına karşın yine de dehşete düşürüyor insanı. En önce de hücrenin ekonomi politiği yönünden. Şöyle yazıyor: “İnsanlar, işçi ücretlerini asgari yaşam seviyesinde tutan kanunun göz önünde bulundurulmasıyla, tutukluların daima en yoksul olan proleterden daha düşük yaşam seviyesine ve konfora sahip olmalarını ister, aksi halde hapishanenin çekici bir hale geleceğini belirtirler. Asgari yaşam seviyesi ve minimal hücre, kabul edilen yaşamın değersiz ve şüpheli ufkunu çizer. Bu anlamda, hücre ulusal tüketim standartlarını gösterir. Fransız işçiler Avrupa’daki en kötü konut koşullarına sahiptir, dolayısıyla mahkûm da en vasat koşullarda tutulmalıdır. Günümüzde de hâlâ aynı durum geçerlidir.” (Sf. 290). “Silivri Kampüs”ü gezdirilen yandaş ve payandaş gazeteci takımının beton duvar, demir kapı, demir parmaklık ve kör pencereden olu-

şan, göğü çelik ağlarla örülmüş, bu, yerin üstündeki yeraltı dünyasında “5 yıldızlı otel” konforu bulan yazıları hilafına Türkiye’de de durum budur: En az “konfor”, en az kalori, en çok tecrit!

S LAHLI B RL KTEN TEHL KEL Ama, vaktiyle bu konuda, içinde 1984 yılında İstanbul’da Metris ve Bayrampaşa 2. Askeri Cezaevi’ndeki ölüm oruçlarının da anlatıldığı çeşitli röportajlardan oluşan bir kitap, çok sayıda yazı ve şiir yazdığım ve hapishane hücresinin ne menem bir şey olduğunu pek yakından bildiğim halde, başka bir yazarın kaleminden başka bir ülkedeki uygulamalar üzerinden okuyunca –açıkçası- ben de dehşete düştüm. Perrot’nun, özellikle Auguste Blanqui’yi (1805-1881,) anlattığı bölümler, yıllar önce kurguladığım olağandışı/gerçeküstü hapishane öykülerini yeniden hatırlattı bana. Blanqui, 76 yıllık hayatının yarıdan fazlasını –toplam 43 yıl 8 ay,- hapishanede, hücrede geçirmiştir. 1840-44 arasında Mont-Saint Michelle’deki “loca”sında “mobilya” olarak bitpire yuvası bir hasır, yiyecek olarak ekmek ve su, ayaklarında ise demir bot vardır… Nerdeyse ölmek üzeredir ki başka bir yere nakledilir, daha sonra da serbest bırakılır. 1848 devriminden sonra 1850’de yeniden tutuklanır. Kaçmaya çalışır. Karanlık bir hücreye konur; ardından da önce Korsika’ya, sonra Cezayir’e yollanacaktır. 1859’da affedilir, 1863’te yeniden tutuklanır. Sainte-Pélagie’deki üç yıl için “yaşamımın en güzel dönemiydi” diye yazacaktır. Hücresini bir çalışma odası, “sosyalizmin kavşak noktası” yapmıştır. 1871 Paris Komünü’nü hazırlayan işçi önderlerinin başında gelen Blanqui, devrim sırasında hapisteydi ve komüncülerin, ellerindeki tutsaklarla Blanqui’yi takas etme girişimleri sonuçsuz kaldı. Devrimin yenilmesinden sonra 30 bin Parisliyi kurşuna dizdiren Başbakan Adolphe Thiers’e göre Blanqui’yi vermek, Paris halkını koca bir silahlı birlikle donatmaktan çok daha tehlikeliydi.

3.75 METREKAREDE GEÇEN 7 YIL Nâzım Hikmet Otobiyografi adlı şiirinde “otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu/elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırag’dan Havana’ya” der kurduğu zaman-mekânsal karşıtlıkta. Dört metre kare betonu Nâzım’dan çok daha uzun sürede geçenler de olmuştur… Hâlâ geçemeyenler ise sadece Türki-

ye’de yüzlerle ifade edilebilir bir sayıdadır. bey’in durumu Türkiye’de hukukun geldiği yeri 1872’de ömür boyu hapis cezasına çarp- gösteren en somut örnek ve en büyük hutırılan Blanqui, dört metreden daha az bir ala- kuksuzluklardan biridir. nı 7 yılda geçebilecektir... Yargılama uzadıkça her defasında devaKonulduğu hücre toplam 3.75 metrekare mına karar verilen tutukluluk halinin de he(1.5 X 2.5 ebatında) idi. “Çok soğuk günler- nüz verilmemiş bir hükmün peşin infazına de, başında kasketiyle yatağında, sırtı pence- dönüştüğü Ergenekon ve Balyoz davalarınreye dönük olarak” yazıyordaki ortalama tutukluluk du. Daha sonra verilecek süresi hemen hemen dört yılı büyük bir odada da kendisibulmuştur. Türkiye, 12 Mart ne küçük bir köşe oluşturur, ve 12 Eylül’den sonra en orayı dünya kadar geniş bir kapsamlı ve en zalimane hayer yapar ve “Dağın ortasınpishane dönemindedir. F da bir keşiş, çölde dünyadan Tipi cezaevlerindeki siyasi elini eteğini çekmiş biri gibi tutuklu ve mahkûmlar, tüm yaşar. Aynı zamanda, Deshapishaneler tarihimizin en cartes’ın yaptığı gibi, sıcak ağır koşullarında yaşamakodasına kapanmış bir bilgine tadırlar. Ceza ve infaz tüzübenzer. Masasında kitaplar, ğünü kendi keyfine göre uysözlükler, matematik, bilim, gulayan cezaevi yönetimletarih ve coğrafya kitapları, kız rinin baskı ve zulmü, siyasi kardeşlerinin onun için bututuklu ve mahkûmlara celabildiği her şey vardır. Günhennem hayatı yaşatmakOdaların Tarihi, lerini hesaplar yaparak, potadır. Sadece Ergenekon, litikadan sonraki tutkusu Balyoz ve Odatv davası tuMichelle Perrot, olan Astronomi konusunda YKY, Çev: Şilan Evirgen, tuklularının yazdıkları kidüşünerek geçirir”. (Age, sf. taplar bile siyasi tutukluların 320 s. 294-295). bu cehennemi nasıl geniş 1879’da çıkarılan bir genel afla serbest bı- ve özgür bir dünyaya, bir vahaya çevirdiklerakılan Blanqui, siyasal bir eylem içinde bu- rinin açık ve somut örnekleridir. lunamayacak derecede ciddi sağlık sorunları yaşadığı halde yazmaktan ve gazete ya- N ZAM YEYE KURULAN yımlamaktan vazgeçmedi. Yayımladığı son ga- NÖBET ÇADIRI Türkiye’de hapishaneler üzerine bir küzete “Ne Tanrı Ne Efendi” adını taşıyordu. Blanqui, Eugene Pottier’nin mear taşına ya- tüphaneyi dolduracak kadar roman, şiir, tiyatro oyunu, araştırma-inceleme ve karikazılan şu dizelerindeki gibi: tür yayımlanmış, bu eserlerde tutuklu ve “Taş kalpli bir sınıfa karşı, ekmekten mahrum halk uğruna mahkûmun özel dünyası, gündelik yaşamı, ruhsal durumu, çevresindekilerle, dışarıyla, busavaşırken;yaşamında dört duvara; ölümünde dört parça çam tahtasına lunduğu mekân ve eşyayla olan ilişkisi, dışarının içerden nasıl göründüğü vb. çeşitli yönsahip oldu”. leriyle ele alınmıştır. Pek az yapılan veya hiç EN BÜYÜK yapılmayan ise, içerinin dışarıdan hangi gözle ve nasıl görüldüğü, bunun en bariz ipuçlarını HUKUKSUZLUKLARDAN B R Türkiye’de en uzun süre hapis yatan siya- veren tutuklu yakınlarının hapishaneyle çersi mahkûm, yakın zamanlara kadar 1925’ten çevelenmiş yaşamlarının anlatılmasıdır. Tu1957’ye kadar toplam 22 buçuk yıl ile Doktor tuklu yakınlarının yaşamlarında hapishane kaHikmet Kıvılcımlı idi. Hapisliği toplamda 29 pılarının çok özel ve önemli bir yeri vardır. Bu yıla varmış olan Muzaffer Öztürk’le “çıta” bu- konudaki anlatılardan biri Füsun İkikargün çoktan aşılmış durumdadır. Ergenekon da- deş’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Açık Tavasındaki tutukluluğunda 6’ncı yıla giren, tu- nık Silivri Nöbet Çadırı” adlı “Silivri Kamtuklandığı suçtan yargılanmayan, yargılandı- püs”ünün tam karşısına kurulan çadırı anlağı maddelerden de hakkında tutuklama kararı tan belgesel kitabıdır. Haftaya, konuyla ilgili başka kitaplar olmayan Aydınlık yazarı Hikmet Çiçek ise, hayatının yaklaşık üçte birini (toplamda 20 yıl,) bağlamında hapishaneye nöbet çadırının kahapiste geçirmiş bulunmaktadır. Hikmet Ağa- pısından bakan bu kitabı ele alacağım.


22

Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

Defterdeki anılar NURİYE BİLİCİ 1895 yılında Bulgaristan’ın Osmanpazarı ilçesinde doğan Ömer Lütfü, çocuk yaşlarda ailesiyle birlikte Kocaeli’nin Karabat köyüne taşınmıştır. Ortaokulu İzmit’te okuduktan sonra orduya çağrılmış, İstiklal Savaşı boyunca çeşitli cephelerde savaşmıştır. Savaşın bitiminden sonra memleketine dönmüş, evlenip çoluğa çocuğa karışmış, 1969 yılında yine orada vefat etmiştir. Bir oğul, iki torun sahibidir. Ömer Lütfü Efendi’yi kendisi gibi cepheden cepheye koşan arkadaşlarından ayıran özelliği, yaşadıklarını gün gün kayıt etmesi. İstanbul’da başlayan mücadelesi Bakü’den Trabzon’a, Trabzon’dan Ankara’ya, Ankara’dan Amasya’ya ve daha birçok cepheyi kapsar. Günlükleri okurken dikkat çeken Ömer Lütfü’nün bir asker olarak ciddiyetle kaleme aldığı bölümlerin yanısıra, bir insan olarak duygularını ifade ettiği satırlar. Bir yandan ordunun durumu, asker sayısı, günlük tayınlar

hakkında bilgi veriyor, diğer yandan çekilen mez cepheye dönüp görevine devam etmiş. Mehmet Kanar çevirisiyle yayınlanan onca yoksunluğu, hastalıkları, yaanılarında zaman zaman ralanmaları vakurla anlatıyor. ailesine dair bilgiler de veYirmi yaşından yirmi sekiz yariyor Ömer Lütfü. İstanşına kadar cepheden cepheye bul’da eğitim görürken, Afsekiz yıl süren askerliğinde çok yon’da hastanede yatarken çeşitli görevler yapmış Ömer ziyaretine geliyorlar örneLütfü. Kah muhacib asker olğin. Sivrihisar’da dayısıyla muş, çetelerle boğuşmuş, tabuluşuyor, Geyve’de karkipte bulunmuş, kah telefoncu, deşiyle. Savaşta bile birtelgrafçı, posta, bölük emini, birlerine bağlılıklarını ve iaşe neferi, bölük flamacısı, inirtibatlarını kesmeyen bir zibat askerliği yapmış, er olarak aile profiline tanıklık edibaşladığı askerlik hizmetini teryoruz. Ailesinden uzakta gefilerle subay olarak tamamlaBir Gazinin Anıları, çirdiği Ramazan ve Kurban mış. Başından geçenleri, iyi ya Mehmet Kanar, bayramlarını çok önemsedida kötü, büyük bir alçakgönülPia Yayınevi, 136 s. ği anlaşılan Ömer Lütfü, bu lükle aktarıyor. Şiddetli açlık, insanın derisini çatlatan soğuk, hastalık nedir tarihleri defterinin sonunda listelemiş. Ayrıgörmüş, haftalarca hastanelerde yatmış, bir ara ca kronolojik olarak görev yerlerini, terfileuyuz hastalığına da yakalanmış olan Ömer rini, aldığı yıldızları yazmış. Yeşil bez ciltli, büyük boy kareli deftere Lütfü Efendi, her seferinde tedavisi biter bit-

yazılan anıların, dağınık notların savaştan sonra temize çekildiğini düşündürdüğünü söyleyen Kanar, kullanılan dilin sade ve klasik Osmanlıca olduğunu belirtiyor. Zaman zaman farklı kelimeler kullanılsa da gayet anlaşılır bir dil bu. Yine de bazı köy adlarının çevrilmesinde zorluklarla karşılaşılmış ki, bu da zaman içinde köy isimlerinin değiştirilmesinden kaynaklanıyor. Artık kullanılmayan kelimeler için kitaba bir de sözlük eklemiş Kanar. Dildeki değişimi göstermesi bakımından oldukça ilginç. Örneğin ‘istasyon’ kelimesi yerine ‘iskele’ kelimesinin kullanılması gibi. Bir dizin’in de verildiği kitabın ikinci yarısı Osmanlıca aslından oluşuyor. Dolayısıyla dileyen aslından okuyabilir anıları. Ömer Lütfü Efendi’nin anıları, genç bir erkeğin sekiz yıl süren mücadelesi olarak da okunabilir, istiklal savaşında cephelerin ve Anadolu’nun fotoğrafı olarak da. Nasıl okunursa okunsun, sıcak, samimi, gerçek bir insan portresiyle karşı karşıyayız.

BULMACA çal ma 7. Üçgenlerle ilgili baz teoremleriyle tan nan Yunanl gökbilimci, filozof ve 11. “Arka” kar t - “... ç karmak” (satrançta acemi oyuncuya kar vezirsiz oynamak) matematikçi - Argoda “esrar” - Bir - Aksi, huysuz - Medeni Kanun (k sa) nota 8. Evropiyum’un simgesi - Bir binek 12. Bankaya para yat ran kimse - Bir tar m arac - Hiç emek harcamadan elde hayvan - Bir kan grubu - Bölüm edilen ey 9. Ehemmiyet - Katolik kilisesinin ba 10. Gizli tutulan ey, s r - Sodyum’un 13. Mitolojik bir çalg - Tantal’ n simgesi Mezopotamya panteonunda tüm simgesi - Uzun, yorucu ve özenli tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - Soru 14. M s r’ n plakas - Kurçatovyum’un simgesi - Aktinyum’un simgesi Yunanca’da bir harf - Bir gayret ünlemi 15. Resimdeki yazar n bir eseri Yukar dan a a ya 1. Resimdeki yazar n bir eseri 2. Japon folklorunda saatleri düzenleyen on iki cinden biri - Dervi selam Eskimolar’ n kendilerine verdikleri ad 3. Lityum’un simgesi - talya’da bir yanarda - Üvey olmayan - Doktor (k sa) 4. Yok etme, ortadan kald rma - imdi, u anda - Çok eski ve bilinmeyen bir

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

bulunma hali eki Soldan sa a 1.(ADIVAR) Resimdeki yazar - Eski M s r’da 5. Tanzanya’n n plakas - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Herhangi bir eye kutsal öküz göre daha ötede olan yer 2. Yar , yar m - Esirgeyici, Merhametli - Mavi 3. E ek sesi - Adalet, do ruluk - 6. Bir soru sözü - “Thomas ...” (Çorak Ülke, H ristiyan Toplumu Dü üncesi, iir ve H rvatistan’da bir liman kenti Tiyatro adl eserlerin sahibi Nobel Damarlarda dola an ya amsal s v ödüllü [1948] Amerikan as ll ngiliz air) 4. çinde deniz kabu u kal nt lar olan kum - lemler - Lütesyum’un simgesi -Gelecek - Bir

tarihi anlatan bir söz - Kiloamper (k sa) 5. Üye - Plesanta, me ime - Baz ku lar n tepelerinde bulunan uzunca tüy, sorguç 6. Kudret, iktidar - ri saman - Di i koyun 7. Sümerler’de su tanr s - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - Fas’ta bir rmak - “Tok” kar t 8. Bulan k olmayan, berrak - K z karde 9. Bir i i, bir görevi yerine getirme Jüpiter’in bir uydusu - Gün do umundan önceki alaca karanl k 10. Yaln z, sadece, tek, s rf - Derinin parlat lmas - S n r ni an 11. Paraguay çay - Göçebelerin konaklad yer - Lübnan’ n plakas - Bir say 12. Bir haber ajans - Gelir - çinde ya yak lan toprak kandil, i tin 13. Dökme demir - Belli bir anlam olan iz, i aret - Saz n en kal n teli ya da kiri i - ri bir bayku türü 14. sim - Japonya’da buda rahibesi - laç, merhem - sviçre’de bir nehir 15. Resimdeki yazar n bir eseri


Aydınlık KİTAP

5 N SAN 2013 CUMA

23

Düşleyebildiğimiz her şey gerçekse! Parçalanm gerçeklikle yetinmek, ya am yönetmekte kendilerini yeterli bulmayan, bunu kendileri için egemen gücü elinde bulunduranlar n yapmas n bekleyen, çaresiz tutsaklar n alg lama biçimidir ZİYA GÜREL ziyagurel@gmail.com Yayınevleri “çok satan” kitapları seçme gayretinde. Editörler, Hollywood senaryolarını çağrıştıran serüven ve devinim dolu (action) anlatımların peşindeler. Kendilerini savunurken dedikleri hep aynı; şablonlar üstüne kopyala-yapıştır yöntemiyle üretilen bu öyküler daha çok okuyucu buluyormuş! Böyle olunca, önce şiir yok edildi. Aslında para tek tapınılası değer edinilince, yaşamın şiirselliği ellerimizden çok önceleri kayıp gitmişti. Sanatsal yaratıcılığının ön koşulu olan düş gücümüzün önüne engeller koyan bu çevrede, söylemleriyle yeryüzü finanskapital imparatorluğunun gerekliliğini savunan adlar üne kavuşturulmuş; sahne, perde, ekran düzeysizlik örnekleriyle doldurulmuş oldu. Oysa “Güncel Sanat” adı altında aktarılan görüntü; dile getirilen anlatım gündelik yaşantının fragmanlarından başka bir şey değil. İletinin özü ise, çok ke- sorunları, sınıfsal temelde çözümlemeyi sesin bir buyruktur: “Senin için ürettiğimi tü- çeceklerine, ırksal ya da dinsel başkalıkketmekle yetin! Başka seçeneğin yok. ları gündeme getirerek cana kıymaları bile göze alabilirler. Sen üretme, düşünme, yaratma!” “Düşleyebildiğimiz her şey aynı za- FA ZME TESL M OLMU manda gerçektir de,” der Picasso. Bu an- AVRUPA layış, parçalanmış gerçekliği fragmanlar bi“Direnmenin Estetiği” şair, tiyatro kuçiminde insanlığa yutturan bugünkü sanat ramcısı, oyun ve roman ortamına karşı koymamız yazarı, tiyatro-film yöiçin bize güç verecektir. netmeni, ressam, felseÇünkü parçalanmış gerfeci Peter Weiss’in (1916çeklikle yetinmek, yaşamı 1982) romanı. Çok uzak yönetmekte kendilerini yecoğrafyalarda, birbirinterli bulmayan, bunu kenden yüzyıllarca başka zadileri için egemen gücü man dilimlerinde yaşanelinde bulunduranların mış, oluşturulmuş kültür, yapmasını bekleyen, çasanat, bilgi birikimleri, resiz tutsakların algılama yönlendirici kolajlar olabiçimidir. Kurgulama, sorak anlatıma sindirilmiş. yutlama yetilerini yitiren Okudukça bu birikimden kişi bir toplum içinde yainsanlığın ders çıkaraşayamaz. Bu boyun eğiş bimamasının yüreğe acı sarey olmaya da engeldir; o lan büyük utancına kapıkişi boşluktadır, bir boşulıyorsunuz. nalığı yaşamaya yargılıdır. “Direnmenin EstetiDirenmenin Estetiği, Anlam veremeden yaratği”nin 820 sayfasının hiçPeter Weiss, tığı biçimler her çeşit köbirinde olmayan “direnÇev: Çağlar Tanrıyeritüye kullanılmaya açıktır; me” sözcüğü, yalnızca kiTurgay Kurultay, savunmasızdır. Yalnızca taba ad olmuş. Yazarın ün ve çıkar kaygısıyla ol- Yapı Kredi Yayınları, 820 s. bu yaklaşımı, faşizme tesduğundan başka görünüm lim olmuş bir Avrupa’da sergilemeye, söylemler edinmeye çalısol düşüncenin yeniden canlanarak, düşanlar, toplumsal paylaşımda karşılaşılan

şünsel boyutta geliştirilen yeni direnme yöntemlerini yaşama geçirmesinin özlemini vurgular. “Estetik”e başvurma gereksinmesi, direnç gösterme eyleminin algılanışında bir kez daha yanılgılara düşülmemesi için yöntembilimin güvencesine sığınmak isteğinin söylemidir. Estetik, yalnızca güzelliğe ulaşma yollarını göstermez; algının imgeye, kavrama, dile, nesnelliğe dönüşme sürecini de araştırır. Weiss’in roman kişilerinin çoğunluğu erken yaşlarda öldürülseler de, acımasızlık; Nazi yönetiminin, Gestapo’nun güçlenmesi, koskoca bir halkın desteğiyle sinsice ve yavaşça gelişen birer olgudur. Bu cehennem döngüsü faşizmdir. Batı Uygarlığının tüm değerleri savaş yıkıntılarının altında kalıncaya dek sürecek ve tohumlarını bırakacaktır. Bir ırmak roman olan “Direnmenin Estetiği”nde, Weiss’in anlatımı, gürüldeyerek sözün sonunun geleceğini unutturur. Buna karşın, modern zamanların yol açtığı savaşlar yüzyılını dile getirirken, İkinci Büyük Savaştan önce Berlin Müzesini gezmekte olan üç öğrenciden birini şöyle konuşturur:

SAPLANTILI IMARIKLIK! “İşte Anadolu’nun Bergama’sı burada sergileniyor. Biz batılı uygarlar, yüzyıllar önce Pergamosos’un yapımın-

da Anadolulu ilkelleri çalıştırdık. Şimdi antik kentten bugüne kalan değerleri, müzelerimize taşıtırken o toprakların tozunu yutanlar yine Anadolulular oldu!” Weiss gibi Nazizm’in ölümle yargıladığı bir sürgünden, Marksist bir Alman aydınından bu saplantılı şımarıklığı beklemezdiniz değil mi? Çağdaş roman anlatımı, böylesine bir kendini beğenmişliğin içine sürüklendiği anda, zamanı kuşatamaz duruma da düşüyor. Oysa günümüzün araştırmacı Batılı bilim adamları, Batı’nın Doğu dünyasına ve Doğu uygarlıklarına, onların tüm buluşlarını, teknolojilerini ve sanatlarını kendi kültürlerinin ürünleri olarak göstererek büyük haksızlık ettiğini açıklamakta birbirleriyle yarışmaktalar: Ünlü antropologlardan Jack Goody (1919-) “Tarih Hırsızlığı” adlı yapıtında, tarihin Batı tarafından ele geçirilişini anlatıyor. (İş Bankası Kültür Yayınları, Çev.: Gül Çağalı Güven-1. Baskı: Mart/2012-415 s.) Antropoloji alanında artık ayırtına varılmıştır ki, “Yeryüzünde akademik yaşamdaki Avrupa-Amerikan egemenliği, şimdilik, Batı dünyasının somut güç ve entelektüel kaynaklarındaki atbaşı süren gelişmenin talihsiz bir sonucu olarak anlaşılmalıdır.”- Southall 1998- , biçiminde eleştiriler, günah çıkarmalar gün geçtikçe birer itiraf olarak çoğalmaktadır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.