2013 04 12nisankitapeki

Page 1

. KITA P Aydınlık

GEÇEN 12 Nisan 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 59

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

HAFTA

65,094 OKURA ULA TIK

Kalabalık umutların şairi

Metin Altıok Prof. Zafer Toprak: 30’lu yıllarda ders kitaplarında devrim gerçekleşti SÖYLEŞİ S-12

Yobazlığın büyük düşmanı Neyzen SEYYİT NEZİR S-16

Hapishanedeki edebiyatın nöbet çadırı MECİT ÜNAL S-17



Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

3

İÇİNDEKİLER ‘Bu bir pipo değildir!’

s. 4

Aşk hiç ‘Sona’ erer mi

s. 5

‘Amansız bir yurt yangınından’ ateş olan şair: Metin Altıok s. 6-7 İnsanca yaşamanın ufkunda İki yüz bir bilene sormuşlar

s. 8

Gözü kapalı

s. 9

Paris Kitap Fuarı’nda azlar ve çoklar

s. 10

Ölüm Metin Altıok’a yine yenildi Aydın tanımını belki de en çok Aydınlıkçılar dile getirir bu ülkede. Müzisyenler, ressamlar, heykeltraşlar, yazarlar, şairler ne yapmalı? Bunu tartışıp dururuz. İçinden geçtiğimiz süreçte sanatçıların “siyasetle uğraşmamaları gerektiği” safsatalarını neyse ki fazla duymuyoruz artık. Sanatçının tavrı, sistem için bir ihtiyaç ha-

s. 11

Ve sanatçı yalnızlığı

Bu kadar radikal dönüşümü ancak Atatürk gibi bir lider başarabilirdi s. 12-13

s. 14

Lazarus projesi

Emek Sineması

Bozkırı ve umutları yeşile boyamışlardı s. 15 Neyzen, yobazlığa sapına kadar düşmandı

s. 16 s. 17

Karşı nizamiye

s. 18-19

Yeni Çıkanlar Yorgun yıldızların gittiği yer

s.20

İlhami Bekir Tez’i anımsamak

s.21

Alıntı Test-Bulmaca

s.22

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı damla@aydinlikgazete.com

Editör Pınar Akkoç pinar@aydinlikgazete.com

Yazıişleri İrem Halıç, Deniz Antepoğlu Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri Ebru Baysan

line geldiği günden beri sorgulanmaz oldu. Peki nasıl bir tavır takınır sanatçı? Sanatçı her şeyden önce bağımsızlıktan yanadır, halktan yanadır... Ve “Emek”ten yanadır. Aynı 7 Nisan günü Beyoğlu’nda olduğu gibi. Yükselen kitle hareketinin yanındadır, 8 Nisan’da olduğu gibi. Ve nihayetinde örgütlüdür. Örgütlü olmadan takındığı tavrın kıymeti yoktur çünkü. İşte bu sanatçı tanımına harfi harfine uygun büyük şairimize ayırdık bu kapağımızı. Metin Altıok. Metin Altıok’un şiirleri tek kitapta toplandı. Aydınlık Kitap okurları için sevindirici. 1993’te Madımak yangınından sonra Metin Altıok komadayken büyük Aydınlıkçı Hasan Yalçın’ın gazetemiz sayfalarından onun için yazdığı yazıyla analım kendisini... “Ve Metin. Metin Altıok. Şimdi ölümle sa-

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür: Yalçın Büyükdağlı Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa İlker Yücel Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt Tüzel Kişi Temsilcisi: Metin Aktaş Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

vaşıyor, günlerdir komada. Aziz Nesin anlattı. Yangından hemen önce elinde bir fırçayla vahşi gericilere karşı kendini savunmaya hazırlanıyordu, gülüyordu, “Şair böyle savaşır” diyordu. Metin Altıok geçen salı, çarşamba mıydı yoksa, “Yazımı bıraktım gidiyorum” demişti bana. Biz toplantı halindeydik salonda, o sekreter odasının kapısında duruyordu. Sivas’a gitmek üzereydi, “bir panel yöneteceğini” söylüyordu. Şenliği ayrıntılı yaz, sadece yazı değil haber de gönder bize” demiştim. Şimdi Metin bizleri düşünemiyor. Aydınlık’ı düşünemiyor. İşçi Partisi’ni anımsayamıyor. Seçimlerden sonra koşarak gitmiş, partiye yazılmıştı. Bir komünistti. Eskiden de TİP üyesiydi. Ölümü yenmeli Metin. Cellatlara inat yenmeli, canileri sevindirmemeli bir kez daha. Bizi sevindirmeli. [...] Türkiye, çiçekleri yakılmış ağaçtır. Şimdi soruyorum kendime, bu Türkiye sanatçıya layık değil mi?” Geçen hafta ilk bölümünü yayınladığımız Profesör Zafer Toprak’la Arda Odabaşı’nın yaptığı söyleşinin son bölümünü bulacaksınız orta sayfalarımızda. Söyleşi geçen hafta bir kitap ekinin sayfalarında yer bulmuş bir mülakattan çok gazetecilik niteliğiyle konuşuldu. Zafer Toprak antropoloji alanındaki çalışmaları dolayısıyla konuyla ilgili en yetkili isimlerden biri. Tayyip Erdoğan’ın “kafatasçılık” çıkışından sonra birçok gazeteci kendisiyle söyleşi yapmak için uğraşmış. Toprak, iyi bir bilim insanından umulduğu üzere son derece titiz. Bu nedenle kolay kolay söyleşi vermiyor. Bu önemli mülakatı sizlere aktarmış olmaktan dolayı mutluluk duyduk. Haftaya görüşmek dileğiyle... AYDINLIK KİTAP

Reklam Servisi Genel Müdür Yardımcısı Saynur Okuroğlu saynur@aydinlik.com.tr

Reklam Müdürü Kamile Karakadılar kamile@aydinlik.com.tr

kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

‘Bu bir pipo değildir!’ Küçücük anlardan, kocaman an lar yaratt m kendime. Ama öykülerimde annemden ziyade anneannem gezinir. Matru ka gibidir anneannem. Kad n karakterlerimin ço u onun içinden ç k yor LEYLA GÜÇLÜ Bir şiiri ya da bir öyküyü okuyunca onu kimin yazdığını tahmin etmek, onunla arkadaşlık etmek, o tamamlanmışlık çok sevdiğim bir duygu. En çok sevdiğim şeylerden birisi de yazarın kendine ait bir dili olması. Kimin yazdığını tahmin edebilmek güven verdiği kadar saygı duymamı da sağlıyor. “Bozuk” da bunu düşündürdü. Hakkı İnanç yazmaya devam ederse incelikli tasvirlerinden, şaşırtmasından, bildiğimizi sandığımız, dilimizin ucuna gelip de adını koyamadığımız duyguları tanımlamasından, derin soluk alıp da neye kızdığımızı kendimizin de bilmediğimiz hali anlatmasından hatta çözmesinden tanıyacağız onu. Bir hikâyede ayrıntı olan bir kahramanın başka bir hikâyede başrolde karşımıza çıkması ve hikâyelerin iç içe geçişi de bir süre sonra başka bir bulmacanın içinde hissettiriyor kendini. Bu, yazdıkça dönüşen bir şey mi oldu yoksa amacınız okuyucuya farklı açılar kazandırmak mıydı başında beri? Şu hayatta kime sorsanız kendine başrol biçer. Oysa insanı başrole taşıyan, figüranı olduğu hayatlara kattıklarıdır. Ben hep figüranları anlattım. Başroller okurun takdiridir. Aslında öykü kitaplarında bütünlükten yana değilim. Birbirleriyle alışveriş halindeki öyküleri okuduğumda, yazarın roman okurunu çalmak gibi bir amaç güttüğünü düşünmeden edemiyorum. Bozuk’un ilk bölümündeki öyküler, okurda tam da bu hissi uyandırabilir. Gerçek şu ki, o dört öykü aynı anda aklıma düştü ve kol kola büyüdü. Ben de aralarına husumet sokmak istemedim. İkinci bölümdeki öyküler daha başına buyruk. Arada aynı mağazadan giyindikleri oluyor yine de.

EL N UZATTI I AN İçinizde taşıdığınız üzerine düşündüğünüz bir şey miydi ve yazmaya başlayınca mı şekillendi? Yüreğim kabarmıştı. Yollarım hep tıkalıydı. Uçurumun başında yüzlerini göremediğim insanlar duruyordu. Karanlıktı. Parmağımı fincana sokup, telveyi sıyırdım. Kuş yaptım, balık yaptım, gözleri patlattım… Bunları yazarak yaptım elbette. Sonra kahveyi bıraktım. Kuşburnunu, papatyayı keşfettim… Konu seçimim gibi yazma halim de zamanla evrildi. Ama geç olsa da kavradığım bir şey var: Öykü aklımda ya da masada süründükçe cazibesini yitiriyor. Bu yüzden bana elini uzattığı an, kolunu kapıveriyorum. Çocuk karakterlerin tasvirleri de

Hakkı İnanç dikkat çekici... Herkesin bildiği ama kimsenin dillendiremediği şeyler vardır ya... Ben çocuğun “Kral Çıplak!” diyebilmesine hayranım. Masaldakinin aksine, gerçek hayatta çocuk, ağzına şaplağı yiyip oturur. Çünkü gözümüzdeki riya perdesinin birkaç saniyeliğine kalkmasına bile tahammülümüz yok. Bir çocuğu anlattığımda ya da öyküyü bir çocuğun dilinden aktardığımda etrafa doyasıya rahatsızlık verebiliyorum. Çocukken çok usluydum. O günlerin acısını çıkartıyorum galiba. Öykülerdeki kadın günleri diyalogları da çok eğlenceli. Hep annesinin yanında zorla güne götürülen bir çocuk hayal ediyorum öyle mi? Küçükken annemle paylaştığım her an çok değerliydi benim için. Onunla gittiğim hiçbir yerde sıkılmazdım. Eğlenirken daha çok gözlem yapabiliyor insan. Kendi kabuğuna çekilip ışıkları söndürmüyor çünkü. Annem öleli on beş sene oluyor. Bugün o küçücük anlardan, kocaman anılar yarattım kendime. Ama öykülerimde annemden ziyade anneannem gezinir. Matruşka gibidir anneannem. Kadın karakterlerimin çoğu onun içinden çıkıyor. Bozuk –belki yanılıyor olabilirim

ama- bana hemen Ağır Roman’ı düşündürdü. Ağır Roman’dan etkilendin mi? Belli imgeleri kullandığınızda, ister istemez kült yapıtlar dikiliyor karşınıza. Tepki çekebilecek bir yapıtı, kabul görmüş bir diğerinin üzerinden aklıyoruz bazen de. Ağır Roman’ı severim. Ama Bozuk, Nihat Behram’ın Kız Ali’sine göz kırpıyor bence. Hem, etkilenmek yahut beslenmek, her zaman siz farkındayken gelişmiyor. Leylâ Erbil’den, Orhan Pamuk’tan, Selim İleri’den, Camus’dan ya da Murakami’den ve daha pek çok isimden etkilendiğimi biliyorum. Saint-John Perse, Sözcükler Denizi’yle büyülemişti beni. Bazen pek tutmadığım bir kalemden etkilendiğim de oluyor ama. Etkilenmek, beslenmek hep olumlu çağrışımlar yaratıyor oysaki.

GÜNDEL K HAYAT FAZLA GERÇEKÇ Öykülerini okurken bazen çok gerçek çok iyi gözlemlenmiş bir gündelik hayat bazen de apayrı bir gerçeküstücülük ile karşılaşıyoruz. Bu bir “hal” ile mi ilgili yoksa hayata dair yüksek bir farkındalık bazen sizi alıp başka bir dünyaya mı götürüyor?

‘Gündelik hayat’ dediğimiz şey, fazlasıyla g e r ç e küstü zaBozuk ten. BeHakkı İnanç nim akKırmızı Kedi Yayınevi lım al118 s. mıyor çoğu kez. Düşümdeki dünya daha tekin ve olağan gibi. Karakterleri alıp bulutlara savurmuyorum yani. Onlar ara sıra benim fakirhaneye inip, demli bir çay içiyorlar. Sonra bir bakıyorum yine kanatları, pençeleri çıkmış. Berikinin dişleri ötekinin boynunda… Okurun yüksek sesle “Tıpkı ben,” diyebileceği karakterler yaratmak istemem. Kara bir hissin peşindeyim. Belki sessiz bir itirafla dinecek ince bir kaşıntının… Bahsettiğiniz huzursuzluk, benim öykülerimin olmazsa olmazı. Öykülerinizdeki kurguda en çok hissettiğim şey bir durumu başka bir açıdan gösterme isteği sanki. Sanki hepimizin izlediği bir durumun aslında öyle olmadığı duygusu mu sizi besleyen? “Bu bir pipo değildir!”


Aydınlık KİTAP

5

Aşk hiç ‘Sona’ erer mi 1915 Olaylar s ras nda ya anan bir a k öyküsünün roman “Sona” yazar Eyyüp Altun’un Ermeni k z olan anneannesinin ya am ndan esinlenmi caklardır. Bunun yanı sıra Taşnaksutyun’un Ermenilerin Anadolululaştığını hesaba katHani bazı romanlar vardır, son sayfası- mayan devlet kurma stratejisinin kanlı manı da okuyup kapattığınızda öylece kalakalır, liyetinin izdüşümleri... Van Suriçi çarşısında Taşnak karşıtı bir paroman kahramanlarını kapazın öldürülmesi… Ayfanızdan atamaz ve günlerce rıca İstanbul’dan Erzuonlarla yaşarsınız. İşte rum’a gelen Bahattin Şakir “Sona” o romanlardan; tadı başkanlığındaki Osmanlı damakta kalanlardan. Koheyetinin Birinci Dünya nusu 1915 Tehcir sürecinin Savaşı’nın hemen öncehemen öncesinde ve sonrasinde Ermenilere sunduğu sında geçiyor, yani bir dönem altı vilayette özerklik öneromanı... Eser, o yılları bir aşk risinin reddiyle kaçırılan taöyküsü üzerinden anlatıyor rihi fırsatın ayrıntıları… olması bakımından da izleKürtlerle Ermenilerin ezeğiyle farklılaşıyor. li çıkar çatışması… Bu ara1913 yılı yaz sonu. Şada dönemin olmazsa olraplık üzümlerin toplanmamaz tarihsel aktörlerinya başlandığı mevsim… den Hamidiye Alaylarının Van’ın Eganis (Erciş) ilçesiSona Ermeniler üzerinde yaratne bağlı bir köyde, bir Ermeni Eyyüp Altun düğününde köyün en yakı- Cumhuriyet Kitapları, 300 s. tığı korku ve dehşet, köy basmaları ve kız kaçırmaşıklı genci Gazi ile köyün en lar… Tutuklamalar ve güzel Ermeni kızının onca kalabalığı gör1915 baharında başlayan göçler… Yol himezden gelerek başlattıkları ateşli bir aşkın kayeleri, karşılıklı kıyım ve insan kesmeler… çevresinde biçimleniyor olaylar. Yöredeki Ermeni-Müslüman ilişkileri, giderek ayak DÖNEM N DOKULARI Ç NDEN sesleri daha fazla duyulan bir çatışma beklentisi ve sonrasında kanlı bir boğazlaşma… Yazar Eyyüp Altun’un Ermeni kızı olan anneannesinin (Sona) yaşamından esinlenerek yazdığı bu roman ayrıca ErmeniSORUN Y NE AYNI MI Son yıllarda hararetle tartışılan çal- lerin yaşam tarzı, zanaattaki kantılı bir dönemi anlatan “Sona”, Os- hünerlerini, ticaretteki başarılarını, manlının zaaflarına ışık tuttuğu kadar Er- şarap yapımındaki ustalıklarını da ıskameni Taşnak Partisinin stratejik ve öngö- lamıyor. Henüz çatışma başlamadan önrüsel hatalarını da mercek altına almakta. ceki Müslüman ahaliyle olan yakınlık ve Ancak aşk, romanın bütünselliğini oluştu- kirvelik geleneğinin aktarılmasında da ran bu iki faktörü de sarmalayan, hatta göl- roman akıcılığını hiç yitirmiyor. “Sona” 1915 Olayları’nın 100. yılı yakgede bırakan bir içerikle sunulmakta, siyasal-tarihi bir metin olmaktan çıkıp edebiyata laşırken soykırım mı değil mi noktasında sürait bir konumda kalmayı başarmakta ve aynı dürülen tartışmalara ışık tutacak özgün zamanda dönemin sosyo-psikolojisini ya- bir perspektifi edebiyat estetiği içinden kından irdelemektedir. Kitabı okuyanlar, ta- sunmaktadır. Genelleme yapmaktan ziyarihi “Ermeni meselesi”yle günümüz Kürt so- de dönemin dokularına inilerek oluştururununun şaşırtıcı benzerliğine de tanık ola- lan eser yedi yıllık bir araştırmanın ürünü. İLYAS GÜMRÜKÇÜ ilyasgumrukcu@gmail.com


6

12 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

‘Amansız bir yurt yangınından’ ateş olan şair: Metin Altıok ALİ RIZA ÖZKAN alirizaozkan@gmail.com Metin Altıok’un bütün şiirleri “Bir Acıya Kiracı” başlığı altında yayımlandı. 10 şiir kitabına, öldürülmesinin ardından yayınlanan ‘Soneler”in de eklenmesiyle Metin Altıok'un tüm şiirlerine artık tek bir kitapta ulaşılıyor. 1941 yılında Bergama’da doğan Metin Altıok felsefe öğretmeni olarak Anadolu’nun çeşitli kentlerinde bulundu. Şiirinde Anadolu’ya hakim “zeitgeist - zamanın ruhu'nu baskın olarak hissettiren Altıok, hiçbir zaman folklorik bir şiir üslubunu tercih etmedi. Şiiri, bir bakıma Anadolu’nun ruh halinden kişiselleştirilmiş yorumlar olarak “döküldü”. Metin Altıok’un ilk kitabı “Gezgin” 1976 yılında basılır. “O günden beri bakışlarında / Bir otobüs penceresinin hızla geçişi”ne odaklanmış bir yaşam ve bu yaşamı yansıtan şiirler okumaya başlarız. Kimi yorumlarda “60’lı yılların geç ürün veren şairlerinden” olarak tanıtılsa da, Metin Altıok’un şiiri tamı tamına 70’li ve 80’li yılların Türkiye’sine aittir. Metin Altıok yaşadığı çağın ve toplumun özelliklerini şiirine kendi diliyle aktarabilmiş en-

der şairlerden. 70’li yıllarda toplumsal bir patlamaya doğru evrilen şehirlerdeki yığılma ve kırsal bölgelerdeki kavrulma, coğrafi bölgeler arasındaki bağların güçlenmesiyle ufku büyüyen sanatsal yaratıcılık ve şiirde biçimi içerik sorunu olarak gören modernizmin yeni yorumunun Altıok’un şiirsel yaratıcılığını da etkileyen ögeler olduğu hemen göze çarpar. Sonbahar Sonbahar –ki acının değişmez dipnotudurSesinin solgun göğünde, Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur. Savrulur her yana kavruk kelimelerle, Yüreğini acıyla buruşturur. Bakışının pasıyla zırhlanan dünya, Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına. Sonbahar –ki doyumsuz bir aşkın sonucudur-

RDE B R D L OLU TURMAK 1978 yılında yayınlanan “Yerleşik Yabancı” Altıok’un, kendi şiirini oluşturduğunu kesin olarak kabul ettirdiği bir eserdir. Artık şiirde bir “Metin Altıok dili”nden söz ede-

biliriz. Nitekim, şiir çevreleri de Altıok’un şiirlerine duyarsız kalamazlar ve pek çok şiir dergisinde birden şiirleri yayınlanmaya başlar. “Yerleşik Yabancı” yayınlandıktan sonra Behçet Necatigil Milliyet'teki köşesinde şöyle yazar: “Sizin şiirlerinizde sıcak yaz aylarında kavrulan tarlaların üztündeki hava titreşimlerine, açıkça görülür yalazlara benzer bir doğa yansıması var. Sonra, inandırıcı.Bilgiç bir zekanın değil de, yalın bir kalbin şiirleri bunlar. Çileli, çok duyarlı bir kalbin. Sağlam yapılarda bir “kişiliğin damgası”nı vuruyorsunuz yazdıklarınıza. Bu çok iyi!” “Yerleşik Yabancı”da sözcüklere güçlü anlamlar kazandırarak dikkati çeken Altıok’un felsefeci ve sosyalist olmasının şiirine katkıları açıkça görülür. Yerleşik Yabancı Kiminin dikenleri vardır, Katlanamaz üstüne. Hep dikine durur Delmemek için gövdesini. Kiminin yoktur bir tek kemiği, Doğrulamaz ayaklarının üstünde. Ona göre varsa yoksa kendisi, Dürülüdür ütülü bir mendil gibi. Ben eğilmem gündüz ama, Geceleri kanatırım kendimi. (...) Ama herkes rahattır kozasının içinde, O sevgi artık kimsesizdir. Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli; Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli. “Aşk ve acı içimde / İkiz badem içidir” diyen Metin Altıok’un şiiri sürekli tekrarlanan bir “acı” kavramı üzerinde şekillenir. Ankara’yı terk ettikten sonra yeni bir yaşam kurma kavgası, başkentte bıraktığı kızına özlemi, ülkenin artan karmaşası içerisinde yaşadığı aşk karmaşası da belirler şairin “acı”sını. Ancak, gene de Metin Altıok’un şiirindeki acının, Ortadoğu toplumlarında hakim olan, kaderci, içine dönük ve edilgen bir acı olmadığını söyleyebiliriz. 1980’de yayınlanan “Kendini Avcısı”nda yayınladığı “Kiracıyım Bir Acıya” şiiri bu tespitimi doğrulayacaktır. Kiracıyım Bir Acıya Sen ey kendiyle yetinen; Fosforun yeri gece. Ne yapar gecesiz ateşböceği? Belki anlamsız ve delice Kumrunun inanılmaz yuvası Bir direğin tepesinde. Ama boşluktur biraz da Bir kuşu biçimleyen. (...) Sen yarım kalmış bir aşkın Kaçınılmaz sürgünü, Katlanan göğsündeki kayaya.

Sen orda şimdi bir hüznü köpürt, Ben bir çocuğa su vereyim burada. Ben ki kiracıyım bir acıya. Sen imzalarsın sabah akşam Defterini bensizliğin, Bense kanla öderim Kirasını kaldığım evin. Bir takvim, tersten açardık Eğer isteseydin. Sen ey kendiyle yetinen; Artık suyumuz bulanık, Bir güneş olsa bile sonunda Yolumuz kırık, önümüz karanlık Ve ağır tuğrası alnımızda Padişah yalnızlığın Ama yine de umudumuz kalabalık. Benim Metin Altıok şiiriyle tanıştığım eser olan “Küçük Tragedyalar” 1982 yılında yayınlandı. Altıok’un her kitabını titizlikle kurguladığını ve okuyucunun karşılaşacağı ilk şiirin eseri ve şairin amacını doğru yansıtması gerektiğini düşündüğünü biliyoruz. Onno Tunç’un 1988 yılında “Kavaklar” adıyla bestelediği ve Sezen Aksu’nun yorumlayarak albümüne aldığı da, şairin kitabının “Öndeyiş” şiiridir. “Hey yolcu; acıyım unutma / Ben de varım orda” diyerek seslenen Altıok, “Küçük Tragedyalar”da kişisel tarihini şiir estetiği ile yoğurur. “Yalnızlık asıl yürektedir ama” diyerek, duygularını alabildiğince kalıba döken Altıok’un “Küçük Tragedyalar”ını Bingöl’de felsefe öğretmeni olarak bulunduğu sırada, “12 Eylül”ün toplumun üstüne saldığı karabasana şovalyevari bir başkaldırısı olarak da okuyabiliriz. “İşte rüzgarın çözüldü dili, duyuyorum. Alev sardı odunları, Kara toprak aydınlandı, görüyorum. Ama giden gitti, ne gelir elden! Acı, ah acı; acımasız biliyorum.”

YIKIM GÜNLER N N D ZELER 1987 yılına kadar 5 yıl boyunca Metin Altıok kitap yayınlamaz ama, ne şiiri bırakmıştır ve ne de duyarlığından bir şey yitirmiştir. Ancak, ülkenin 12 Eylülcüler eliyle teslim edildiği ANAP üzerinden dönüştürülmesinin etkileri şairin bilinci üzerinde nasıl bir algıya ve tepkiye dönüştüğünü kızı Zeynep’e 1986'da yazdığı mektuptan anlaşılır: “Çünkü her saati pislik ve kan, konserve kutusu, naylon poşet, şampuan; her saati gırtlağımızı zorlayan bir curuf yığını oldu şimdilerde yaşanan.


Aydınlık KİTAP Çünkü spor toto, loto, altılı ganyan; iğdiş bir umutla sahici kılınan bir yalan oldu hayatımız. Ve yeni orkitle daha güvenli kadınlarımız. Erkeklerimiz daha güçlü güne arkoyla başlayan. Çocuklarımız bunca cikletle daha mutlu.” Metin Altıok kapitalizmin toplumu esir almak için kullandığı göstergeleri kavramıştır. Bu bilgi şairin “acı” kavramına da etki yapar. “İpek ve Kılabtan” adını verdiği kitabında yeni duruma ilginç dizelerle karşılık verir: “Eşkıyalar dağları / Anlayamazlar. / Çünkü suçtur onları / Dağlara çıkartan / Darasıdır suç oysa / Yaşadığımız dünyanın. / Dağlar sizi / Pekmez ile kararım.” Acıdır şişelerin dibi, Bir koşunun Umulmadık bitişi. Bakır çalığı zehirli, Acı gündemdedir. Acıdır borsa haberleri, Türk parasının değeri, Düşüp yükselen altın. Acıdır gelinlik kızın Sandık lekeli çeyizi. (...) % işareti şaşkın bakışlarıyla Onca harf arasında Dilsiz ve çok acıdır. Bir donanma fişeğidir Açılan gökyüzünde Acı bütün renkleriyle. Ben törpülüyorum bir aşkı Tezgahında acının Sevmek çok acıdır. Metin Altıok 1990 yılında “Gerçeğin Öteyakası” adıyla yeni şiir kitabını yayınlar. Şiir yazımında ve dönüştürülen hayatı anlamaya çalışan şair, olgun bir döneme girdiğinin de habercisi bir eser ortaya koymuştur. Kendisini “sözcüklerin devriyesi” olarak tanımlayan şair, “durmayı bir türlü beceremeyen akarsular” gibi kendisini taştan taşa vurmayı denemektedir. Sevdayı “içimde bir terminal kalabalığı” olarak ifade eden Altıok’un, “her seferinde apansız / karşıma çıkan bilmediğim bir sokak”ta karşılaştığı rüzgar olur ve “göğsümde bir pencere hızla çarpar”. Bütün bu sevdalıkların içinde şairin dünyaya da bir nasihatı olur: “Gün geçer dün olur, yarın gelir bugüne / Ayrılık kapını çalmadan / Sen bir ölüm beğen ölümlerden kendine.” 1990 yılında yayınlanan “Dörtlükler ve Desenler” de, aynı yıl yayınlanan diğer eseri gibi, numaralandırılmış şiirlerden oluşur. “Ömrümce kendimi hep sözde buldum / Söz cehennemdi yanıp kavruldum / Yeniden doğdum kendi külümden / Ben Anka’ydım konuşuldum.” 1991 yılında yayınladığı “Süveyda”, Cemal Süreya için yazılmış beş şiir ve yeni gazellerle birlikte şairin kendi hesaplaşmalarını da yansıtır. Benim döne döne okumaktan bıkmadığım şiirlerinin yer aldığı “Süveyda” ile Metin Altıok Türk şiirinin en çok izlenen şairlerinden birisi haline gelmiştir. Biçim ile içerik arasındaki oynaşını burada da farklı bir biçimde sürdüren Altıok tarihsel materyalizmi de, felsefi yorumları da şiire dökmede ustalaşmıştır artık. Tamah Şu içimde köpüklenen güngörmemiş sev-

12 N SAN 2013 CUMA

7

İşleviyle çakışan kusursuz biçimiyle. Hiçbir şeyi tam anlayamaz bilinç dediğin; Acıyla tümlenir ancak türsel eksikliğin.

SAVA ÇI A R MET N ALTIOK

70’lerden bir anı. Cahit Külebi, Metin Altıok, Nazlı Eray, Özel Arabul, Cemal Süreya, Özdemir İnce dayı; Suçmuş gibi öfkeyle hep ağzıma tıktılar. Bulamadım yüreğimin menzilini, yolunu. Beni geçip bozbulanık, bir kuyuya aktılar. Kararttılar cebimdeki kuş sulağı aynayı. Kırmızı gül giderayak sende kaldı tamahım. Bir şehla sabahla göçebe akşam arasında, (...) Sevdayla tenin sallanan yırtık ufkunda. Kırmızı gül giderayak sende kaldı muradım Metin Altıok 1992 yılında “Alaturka Şiirler”i yayınlar. Halk şiirine yakınlaşan bir estetiği deneyen Altıok, kendi sözcükleriyle bir bakıma koşmalar, ağıtlar, halaylar “yazar”. Şair daha önce başladığı, sanatçılara ve eserlerine dair şiir yazmayı bu kitapta da sürdürmektedir. Seninle Aramızda Seninle aramızda yürek burkan Gazete haberlerinden önce; Benim keskin sirke kokan Mayalanmış öfkem var. Seninle aramızda can pahası Şu mahzun soframızda; Bir somun acı ekmek Ve karşılıksız emek var. Amansız bir yurt yangınından Bu düştü bizim de payımıza; İki hasret yumağıyız şimdi, Sen ordasın ben burada. 1993 yılında yayınlanan “Hesap-İşi Şiirler” sağlığında yayınlanan son şiir kitabıdır. Bu kez fütüristlerin şiiri metin ve içeriklerine müdahale ederek “çok-anlamlandırma” denemeleri yapar, Metin Altıok. Şiir yazdığı süre içerisinde, deneyselliği Altıok kadar kullanan başka bir şair yoktur, belki Türk şiirinde. Ancak, şairin her çalışmasının yoğun emek süzgecinden çıkıp geldiği, zamansızlıkları ve poetik derinlikleri ile hemen fark edilir. Bir Uyumsuz Rastlaşma Yangın

Deprem lardan lerden geliyorum geliyorum dedi dedi adam kadın Ve dep yan rem gın lere lara gitti gitti yıkık yanık

Metin Altıok 1993 yılı 2 Temmuz’unda, Sivas’ta İslamcı gericilerin saldırısı sonucu ağır yaralandı ve komadan çıkamayarak 9 Temmuz günü aramızdan ayrıldı. Ölümünün ardından yayınlanan “Soneler”, değişik tarihlerde yazılmış ancak, şairin kitaplarına almadığı şiirlerinden oluşmaktadır. Gene çoğu adlandırılmayarak numaralanmış olan şiirlerin estetiği, daha önce yayınladığı şiirlerden kesinlikle daha zayıf değildir. XX İki türlü acı vardır, biri güncelden doğar. Acıdır günbegün kararan gazete haberleri; İnsanı çözümsüzlüğün acziyle boğar, İçine kanatır sessizce umurlu yürekleri. Bu acı her zaman umut taşır yedeğinde, (...) Hem odur hem de değil bir kulun teleği,

Metin Altıok’un ölümünden derinden etkilenen aydınlarımızdan birisi de Aydınlık yazarı ve İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısı Hasan Yalçın’dır. “Dün gece Metin’in çalışma odasında, onun masasında oturdum. Şiir kitaplarını, albümünü karıştırdım. Yobaz yangınında şimdi kömür olmuş beyninin imbiğinden geçirilmiş güzel Türkçeye hayran kaldım. Masasında minik Fransızca, Almanca, İngilizce sözlükler, yazım klavuzları, sonra kendi eliyle taştan oyduğu küçük Kibele heykelcikleri. Sanatçı inceliğinin büyülü ortamında ruhumu dinlendirdim. Onu düşündüm. Sonra bir üçlük buldum kitaplarından birinde: Kullanılmış eski bir ölüm için, Dolaştım mezat salonlarını; Mutlulukla doldu içim. Kullanılmış en eski ölümle öldürüldü Metin.” Hasan Yalçın Aydınlık gazetesindeki “Çiviyazıları” köşesinde “ölümü yenmeli Metin Altıok. Cellatlara inat yenmeli” diye haykırırken, Aziz Nesin’in otelde olanlara dair anlattıklarını aktarır: “Aziz Nesin anlattı. Yangından hemen önce elinde fırçayla vahşi gericilere karşı kendini savunmaya hazırlanıyordu, gülüyordu. “Şair böyle savaşır” diyordu.”


8

12 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

İnsanca yaşamanın ufkunda MELİS YALÇIN vmelisyalcin@gmail.com İlk ekoköy hangisidir? Kelimenin çağrıştırdığı modern anlamları bir kenara bırakırsak, insanlığın bir toplulukta, ortak değer ve görev anlayışıyla yaşama ülküsünün tarih öncesi zamanlara kadar uzandığını görebiliriz. 6. yüzyılda Hıristiyan Keltlerin İskoçya ve İrlanda’nın batı kıyılarında kurdukları manastırlar ekoköyün ilk örnekleri arasında gösterilebilir. Tüm Avrupa karanlık çağın etkisindeyken, kendini toprağa adamış kadın ve erkeklerin oluşturduğu bu küçük topluluklar bilginin ışığıyla aydınlanıyordu. Modern ekoköyler de katılımcı bireyler sayesinde yeni bir sistemin yaratılmasında söz sahibi olmak istiyor. Bu açıdan, ortaçağın aydınlık manastırlarıyla günümüz ekoköyleri arasında paralellikler kurmak mümkün. Deniz Dinçel’in Türkçeleştirdiği

nüllü Hizmeti ortaklı“Ekoköyler: Sürdürülebilirğında gerçekleşen “Findliğin Yeni Ufukları” Sinek Sekiz Yayınevi tarafından horn Ekoköyü Ekolojik yayımlandı. Yazar Jonathan Ayakizi Analizi” projesiDawson sürdürülebilirlik ni yürüttü. Türkiye’de üzerine çalışan bir eğitmen “Uluslararası Sürdürüve çevre aktivisti. 2003-2008 lebilir Yaşam Çalıştayılları arasında Küresel Ekoyı”nın 2007, 2008, 2009 köyler Ağı-Avrupa’nın yıllarında düzenlenme(GEN Avrupa) yönetici sesine önayak oldu. kreteri, 2005-2009 yılları araKitabın ilk bölümünsında Küresel Ekoköyler de ekoköyler tarihsel ve Ekoköyler, Ağı’nın (GEN) başkanı olakültürel bağlamda ele Jonathan Dawson, rak görev yaptı. alınmış. İkinci ve üçüncü Sinek Sekiz Yayınevi, bölümlerde aktif olarak ODTÜ Biyoloji bölümünü bitiren çevirmen De- Çev: Deniz Dinçel, 138 s. işleyen ekoköyler tanımniz Dinçel, 2004-2006 yıllalanmış. Yazar dördüncü rı arasında İskoçya’daki bölümü ekoköylerin karFindhorn Ekoköyü’nde yaşadı. 2005 yı- şılaştığı zorluklara ayırmış. Son bölında, yazar Jonathan Dawson’la bera- lümde ise ekoköylerin önündeki fırber Küresel Ekoköyler Ağı-Avrupa, satlara ve bunları değerlendirmek için Findhorn Vakfı, Buğday Ekolojik Ya- hükümetlerin ve bireylerin neler yapşamı Destekleme Derneği ve Avrupa ması gerektiğine değinilmiş. Birliği Gençlik Programı Avrupa Göİklim değişikliği, fosil yakıtların ve

yenilenebilir olmayan kaynakların çok hızlı bir şekilde tüketilmesi ve bunun getirdiği zorluklar yaşamı sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırıyor. 21. yüzyılın sonunda insan neslinin hayatta kalması için elimizdeki tek şans barışçıl ve eşitlikçi bir düzen kurmak. Peki, bu mümkün mü? Ne yazık ki, yanı başımızda petrol uğruna yaratılan düzmece devrimlere, iç savaşlara ve devrik liderlere bakınca aksini söylemek zorunda kalıyoruz. Türlü ayak oyunlarıyla bölünen halklar, siyasetçiler tarafından öte dünyanın nimetleriyle kandırılıyor. Peki, insanca yaşamak için ne yapmaları gerekiyor? Bir gün üzerinde kimin daha milliyetçi, daha solcu ya da daha dindar olduğunu tartışabileceğimiz yaşanabilir bir toprak parçası kalmayabilir. Belki de her kazandığımız kuruşu bankalara yatırıp “birikim yapmak” yerine gezegenimizin “limitleri dahilinde” yaşamayı öğrenmeliyiz.

İki yüz bir bilene sormuşlar Kitab yazanlar n hiçbirisi kürtaj ya amam ve ya amayacak ki ilerdi. Hay r, kürtaja kar olduklar ndan de il, erkek olduklar ndan MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com Geçenlerde malzemesi pek karışık bir sebze çorbası tadında bir kitap geçti elime. O kadar karışıktı ki bu çorba, içinde hıyar da vardı, acı biber de, kabak da. İçtikçe bu çorbayı, dibini görmek ne mümkün, daha da çoğalıyor, iyice karışıyordu malzeme. Hıyar, biber, kabak, dedim ama; derinlerde malzemenin tadı da adı da karışıyordu birbirine. Normaldi tabii, tam iki yüz bir kalem karıştırmıştı bu çorbayı hem de kendilerinden önce karıştıran sayısız zihnin üstüne. Kürtajdı bu çorbanın adı ve beni de pek çok insan gibi bir fikirden alıp başka birine çarpmaktaydı. Hâl böyle olunca, bu kitaptan, namıdiğer “K.”dan aldığım tada, bir de felsefecilerle bakayım istedim, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin müstesna hocalarının kapılarına gittim. “K.”ya fikir beyan eden iki yüz bir kişinin fikirlerini bir de onlarla tartıştım. Bu arada, kitabı yazan iki yüz bir ismi buraya yazsam sayfa dolar, birini yazıp beşini yazmasam, ayıp olur; o yüzden siz bilin, merak edin, hepsi sa-

nattan bilime, tıptan siyasete bambaşka alanlardan merak uyandırıcı insanlar. Neyse, koyduk kitabı önümüze, beş felsefeci, bir dil bilimci, bir de sanat tarihçisi başladık kürtaj üzerine münazara etmeye. Saatler aldı konu, zira tıp, felsefe, hukuk, biyoloji, sosyoloji ve dinden geçmekteydi konunun yolu. İlerledikçe ilerleyen konu, aklın keskinliğinin bazı noktalarda silik ve dağınık bir hâl aldığına ispat mahiyetindeydi. Zira bilinen göstemıdır, o zigotta beliren sinir sisteriyordu ki, mevzu -neremi midir, yoksa poposunda çınlayan deyse her etik mevzusu tokatlarla yükselen “Bu hayatta gibi- şartlara göre farklıben de varım!” ağlayışı mıdır, kelıklar taşıyordu. Bu farksinleşmiş değildi. Hem bunlar kelılıkların temelindeyse vicsinleşmiş bile olsa, şartlar kişiden dandan doğan bir yaşatkişiye büyük farklılıklar gösterma(ya da var oldurma) mekteydi. Tecavüzden geleni alK., Kolektif, isteği, bilimden gelen bir dırma isteği ile “zaten üç tane do“bilinememe” durumuna Bencekitap, 343 s. ğurdum, dördüncüyü istemiyosarılıyor, mevzuyu budanrum.” arasında büyük fark vardı mesela. ması ve masa üstüne bir saksı içinde ko- İşin felsefi, hukuki ve tıbbi boyutunun nulması imkansız bir hâle getiriyordu. yanı sıra işe dahil edilen büyükçe bir gruÖyle ya, birey nedir, başlangıcı ne- bun, din adamlarının da hayli karışıktı karesidir; kadının fallop tüpünde kavuşan fası. Ruhun üflenme süresini konuşanüreme hücrelerinin bir ömürlük sarılışı lar, o süre hakkında farklı şeyler söyle-

yenler ve “Yahu arkadaş bu mevzunun süresi olmaz. Sen o cenini ruhu üflenmemiş diye almasan, ruh ona da üflenirdi” diyenler... Bu kitapta da benzer karmaşayı görmek mümkündü. Ancak bir ilginçlikle: Kitabı yazanların hiçbirisi kürtajı yaşamamış ve yaşamayacak kişilerdi. Hayır, kürtaja karşı olduklarından değil, erkek olduklarından. Bu da bize her ne konunun her ne kadar uzmanı da olsalar, hariçten gazel okumaktan kurtulamayacaklarının göstergesi olsa gerekti. Tıpkı benim bir erkek olarak bunları yazarken aynı durumdan sıyrılamayacak olmam gibi...


Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

12 N SAN 2013 CUMA

9

Gözü kapalı M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Gerçekler, göz ardı edilince ortadan kalkmazlar.” – Aldous Huxley Eğlenmekten ve gülmekten gözlerimden yaşlar gelen bir yazarı düşününce ilk aklıma gelen isim Tom Robbins ve birbirinden enfes romanlarıdır. Yıllar önce Tom Robbins’in “Skinny Legs and All” (Sıska Bacaklar, Ayrıntı Yayınları) okuduğumda ilk düşündüğüm şey, Tom Robbins’in dahi bu kadar eğlenceli bir kitabı asla yazamayacağı yönündeydi. Üstüne çıkılması şöyle bir kenara dursun, on beş yıldır kitaplarda, evet, güldüm, şaşırdım, macera yaşadım, heyecanlandım, hayran oldum, gezdim, duydum, ürktüm, sevindim, tiksindim, nefret ettim, bir başkası ve hiç başkası oldum, hür oldum, esir oldum… Ancak o günden bu yana Ned Beauman’ın “Işınlanma Kazası”nı okuyuncaya kadar hiç o kadar eğlenmedim. Yanlış anlaşılmasın, eğlence unsuru ve buna yol açan, kurguyu çıldırmış bir tiyatro sahnesine haline getiren ufak benzerliklerin dışında iki yazar arasında herhangi bir benzerlik yok. Tom Robbins’in siyaset ve politikayı da tiyatrosuna sokmaktan çekinmeyen oyunculuğundan eser yok. Hatta Ned Beauman’ın yazar olarak eleştireceğim pek çok yönü olacak belki…

Ned Beauman

Alman bir sahne tasarımcısı olan Loeser’ın, Adele adındaki genç bir kadına duyduğu obsesyonla peşine düşüşünün izini sürüyor. 1931 Berlin’inden Paris’e, oradan Los Angeles’a ve 40’lı yıllara uzanan hikâye boyunca, sürekli bir akşamdan kalmalık ve çevrede olup bitenlere karşı -ne Nazilerin yükselişi, ne yeniden yazılan bir tarihHER EY AYNI ANDA duyarsızlık halindeki Loeser’ın maceOLUP B TT rası da tarihi olduğu 1985 doğumlu ve henüz gibi fon tutmuyor, oldukça genç bir yazar olan bütün karakterleri ve Ned Beauman’ın ilk kitabı olayları çıldırmış ve da (Boksör Böcek, 2010) rollerini şaşırmış bir Domingo Yayınevi tarafıntiyatro sahnesinin içidan dilimize kazandırılmışne tıkıveriyor. Hangi tı ve açıkça söylemem geretarihte bulunulursa kirse yurt dışında kitabın bulunulsun, insanlaetrafında kopartılan o kadar rın aynı insanlar, tantanaya rağmen, kitabı maskelerin aynı maspek de başarılı bulmadım. keler olduğunu saKitap son derece, kusurlavunur halde bulunan rını örtmek ister gibi ıkış tıbir bakış egemen. kıştı ve yazını bir başkası olHatta romanın içerimayayım gayretini taşıdığısinde bu durumu nı çok açık ediyor, buna Işınlanma Kazası açıklayan pasajlar bukarşın sürekli bir başkası Ned Beauman lunduğu gibi, her şeolma hatasına düşüyordu. Domingo Yayınları yin aynı anda olup Yeni tercüme edilen “IşınÇev: Sabri Gürses bittiğine yönelik çılanma Kazası” ise bunun karımların bir başka 336 s. biraz tersi. Ned Beauman’ın katmanda tarihsel tu-şükür ki- ilk kitabında boca etmek istediklerini bir anda boca etmesi tarsızlıklarla altının çizildiğini görüyosayesinde fazlalıklarından kurtulmuş, ruz. Örneğin 30’ların Berlin’inde uyuşdaha kendine has, daha dürüst ve daha turucu amaçla Ketamin kullanılıyor, özgüvenli haliyle okurun karşısına çıkı- hâlbuki Ketamin ilk kez 1965 yılında yor. Kitap özetle, başarısız cinsel haya- PCP’nin bir türevi olarak geliştirildi (vay canına, veteriner diplomam bir işe yatına fena halde kafayı takmış

radı). Bunun gibi, sanki gerçek bir şekilde ele alınmayan sadece adında kalan ışınlanma kazasının, zamanda başka türlü etkileri ortaya çıkardığına yönelik fark edilebilecek küçük detaylar romana zevk katıyor. Thomas Pynchon’u hatırladım birden. Romanın ana karakteri Loeser’ın, ergenliğine takılıp kalmış ufak adam görüntüsü elbette karakteri kartonlaştırıyor. Fakat karton karakterlerin eğilip bükülmeye daha hazır bulunması, romanın mizahi yönü için elverişli olsa da eleştirmenlerin pek değinmediği sıkıcı nokta şudur; aşağı yukarı başka hiçbir karakteriyle bu kadar yakından bir bağ geliştiremeyen ve karakterlerinin burnunun dibine inmek yerine, karakterlerini sadece çılgınca olayların arasında sallayıp duran yazarın ana kahramanıyla biyografik bağı. Şöyle ki bu durumda, yazarın karakterini olduğu gibi yaşamının (ve muhtemelen ergenlik sıkıntılarının) ortasına hapsettiğini görmek, deneyimli okur için oldukça itici.

SORUNLARINA RA MEN Romanın tek çelişkisi de burada bitmiyor elbet. Bir röportajında, yazarın amacının okuru tatmin etmek olmadığına vurgu yapan yazarın, bütün kurgu boyunca bir okur hastalığına muzdarip bir yazın göstermesi de vurgulanması gereken bir eleştiri olacaktır. Çok kitap okuyan insanlarda, özellikle de bilim kurgu okuyorsanız (yakinen tecrübe ettiğim şekilde) -ki yazar da böyle olduğunu söylüyor- bir süre sonra ilk geliş-

tireceğiniz reaksiyon, metnin arasına soluklar yerleştirmenin gereksiz olacağı yanılgısıdır. Okumayı bir hayalden öteki hayale sürüklenme noktasına taşımanız olasıdır. Bu yazınıza yansırsa da, işte Ned Bauman’da olduğu gibi, sanki özellikle metin aralarını yok etmek ister gibi, bir yere yetişecekmiş de acelesi varmış gibi, bir çılgınlığı bitirmeden bir diğerini başlatıyor. Okuru sıkmamak için fazlasıyla çaba gösteriyor. Peki, bu kötü mü? Elbette değil, hatta eğlenceli bir üslup için gerekli! Ah, bir de aksini iddia etmese… “Boksör Böcek”i sevmememin baş nedenlerinden olan şey ne yazık ki “Işınlanma Kazası”nda da devam ediyor. Romanının olay akışı çok fazla sayıda tesadüfe dayanıyor. En azından bu sefer daha yaratıcı bir mizahın arasında kaybolup gitmesine olanak sağlıyor da okurun gözüne batmıyor. Hatta renkli iplerle insanların birbirine dolandığı unutulmayacak birkaç sahneye olanak da sağlıyor bu delilik. Öte yandan “bu sahneyi aynı insan yazmış olamaz,” diyerek, insanın alnını tokatlamasına neden olabilecek derece bayağı, ucuz bir sitcom’dan fırlamış havasında bir sahte ameliyat sahnesi de aynı romanın içerisinde bulunuyor. Bu nedenle aslında kitabın talihsiz şekilde, asıl okur kitlesinin dışında okurlar tarafından sevilip sayılacağını düşünmeden edemiyor insan. Kitabın kırık dökük zaman algısının yanında eğlenceli olan bir başka faktörse dönemi belirtmek üzere kullanılan, döneme ait tarihi kişiliklerin ve olayların ise tam da okur kitlesini cezbedecek şekilde ve inadına doğru haliyle aktarılmış olması. Lovecraft’i, Heidegger’i, Sartre’yi vb. kıvrak bir anlatının içinde görmek insanın yüzünü gülümsetiyor. Kitabın, artılarına ve eksilerine rağmen, okura sunacağı eğlence faktörü inkâr edilemeyecektir şüphesiz. Sabri Gürses de bir hayli güzel bir tercümeye imza atmış. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali kapsamında ülkemize gelip bir süre İstanbul’da da yaşayan ve yeni romanının bir kısmını da buralarda yazan yazarın, sırada ne sunacağını merak ediyorum. Keşke Loeser karakterini, eğer hakkında yazmayı düşünüyorsa İstanbul için saklasaydı. Ergenlik dönemine takılıp kalmış, çevresinde olup bitenden bihaber adamcıklardan bizde pek çok var çünkü. Haftaya görüşmek dileğiyle…


10

12 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Paris Kitap Fuarı’nda azlar ve çoklar BERKİZ BERKSOY Galatasaray Üni. Öğretim Üyesi

33. Paris Kitap Fuarı 22 - 25 Mart tarihleri arasında gerçekleşti. 190.000 kişi Porte de Versailles’da kurulan fuarı ziyaret etti. Yemek kitaplarına ayrılan 600 metrekarelik alan halkın akınına uğradı. Ziyaretçi sayısı geçen yıla oranla % 3 daha fazlaydı. İki yıl öncesine kadar altı gün süren fuar, bundan böyle Perşembe’den Pazar’a 4 gün sürecek. Çocuk ziyaretçilerin çokça geldikleri, ortaöğretim için dinlenme günü olan Çarşambanın fuardan çıkarılması, yayınevlerini hayal kırıklığına uğrattı. Yayınevleri, bu yıl satışlardan umutluydu. Ancak, artan ziyaretçi sayısına karşın beklenen kitap satışı gerçekleşmedi. Ekonomik krizin etkisinin olup olmadığını araştırmak üzere Livres Hebdo dergisi bir araştırma yaptı. Bu araştırmaya göre; popüler yazarların kitaplarını imzaladıkları stantlarda satışlar, bir yıl önceki düzeyi korudu. Frédéric Lenoir, Jean-Louis Debré, JeanFrançois Kahn ve François Lenglet gibi yazarları yayımlayan Fayard Kitabevi bu türün başında geliyor. Livres Heb-

do’nun sondajına göre, Actes Sud Yayınları, satış durumu hakkında net bir bilgi vermemekle birlikte, satışların geçen yıla oranla düşük olduğunu belirtti. Tartışmaların düzenlendiği, özellikle internet ortamında yayımlanan kitapların konuşulduğu salonlar tıklım tıklımdı. Bu yıl, 30 stantlık bir alan yalnızca e-kitap yayımcılarına ayrıldı. Şaşırtıcı kitap ve dağıtım biçimlerine odaklanan tartışmalar halkın ve yayımcıların ilgi odağı oldu. İlk kez bu yıl Avrupa’da düzenlenen Uluslararası Dijital Yayımlar Kongresi’ne (International Digital Publishing Forum) bir tam gün ayrılmıştı. “Yarının kitap yayım dünyası” tartışması, endişe du-

yanlar kadar meraklıları da çekti. İster akademisyen, ister polisiye roman okuru olsun, fuarda her kesimden okura açık onlarca tartışma yer aldı. Ulusal Yayımcılar Sendikası ile Edebiyatçılar Birliği, dijital kitap yayımları konusunda, Fransa’nın bugünkü durumuyla Amerika’nın geldiği noktanın karşılaştırılamayacağı; ancak, e-kitapların Fransa’da yükselişte olduğu görüşlerinde birleştiler. Cep kitaplarının 60. yılı dolayısıyla düzenlenen sergi, okurlar tarafından büyük ilgi gördü. Yemek ve şarap kitaplarına ile Gastronomiye ayrılan 600 metrekarelik alan, dört gün boyunca canlılığını korudu. TV kanallarına davet edilen ya-

zarlarla, politikacı yazarlar, imza günlerinin starlarıydı. Okurlar, Fayard Kitabevi’nin standına hücum etti. TV’de, Ruquier’nin sunduğu Henüz Yatmadık adlı programda yer alan Aymeric Caron, No Steak adlı kitabını var gücüyle imzalamak zorunda kaldı. Aynı programda önceki yıl yer alan, güldürü sanatçısı Nicolas Bedos da Bir Yalancının Günlüğü adlı kitabını imzalarken benzer bir yoğunluk yaşadı. Politikacılardan Bruno Le Maire, İktidar Günleri adlı kitabını benzer koşullarda imzaladı. Kitap fuarını yüzlerinden gülümsemenin eksik olmadığı politikacıların da çok sevdikleri gözlemlendi. Örneğin, François Bayrou, son kitabı Siyasette Hakikat için sayısız okura imza verdi. TV kanallarından eksik olmayan eski Çevre Bakanı Roselyne Bachelot, kitap imzalamada şimdiki Adalet Bakanı Christiane Taubira ile yarıştı. İki yazar, imza atarken, karşılıklı stantlardan birbirlerine el sallayarak selamlaştılar. Marc Levy, Amélie Nothomb, Jean D’Ormesson, Amin Maalouf gibi yazarların önünde saatlerce kuyruk oluşurken, çizgi roman yazarlarının da yine revaçta olduğu görüldü.

Dünyayı değiştirmek için ideolojini tanı ERDEM ATAY Açlıktan kıvranan çocukları için birkaç kuruş çalmış olan bir kadının mahkemeye çıkarıldığına tanıklık eden Thomas Hood, “Ey Tanrım, şu ekmek ne kadar aziz ve et ile kan ne kadar ucuz” diyerek, sosyalizmin doğruluğuna inanmış. Bu düşünüş, sosyalizmin sadece bir ekonomik sistemden ibaret olmadığını gösteriyor bizlere. Çünkü sosyalizm aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ahlaki bir felsefedir. Bunu sosyalizmin üç temel özelliğinden biri olan sosyalist hedeften anlıyoruz. Bir başka deyişle bu hedef; insanları maddi koşullardan özgürleştirmek, yoksulluğun zincirlerinden kurtarmak ve kaynakları, herkesin erişimine açmaktır. Yine bu hedef, her gün “demokrasi” kavramıyla kirlenen beyinlere İngiliz siyaset bilimcisi Harold Lasky’nin şu sözleriyle destekleniyor: “Sosyalizm, demokrasinin mantıksal sonucudur.” İnsan aklının, toplumun sorunlarını çözmek bir yana, bu sorunları bütünüyle anlamak için bile yeterince güçlü olmadığına inanan muhafazakârlara karşılık, insan aklının sınırını çizmeyen ona büyük değer veren bir

ideolojidir bahsi geçen. Baradat, Marksist ideolojiden, Leninizme, Stalin’den, Fidel Castro’ya, Mao’dan yeni gelişen dünyaya kadar kitapta ayrıntılı bir şekilde inceliyor sosyalizmi. Ama, sadece sosyalizmi değil, günümüzün moda kuramlarını da, tartıştığımız ana eksenleri üzerinden anlatmaya çalışmış.

ANLAMAYI KOLAYLA TIRAN K TAP Baradat, Alman akademisyen Karl Mannheim’in ifade ettiği, “Bir önceki dönemin fikirlerini kavramadığımız ve bir önceki ideolojinin şimdiki ideoloji üzerindeki etkilerini incelemediğimiz sürece, hiçbir ideoloji anlaşılamaz” sözünü dikkate almış. İdeolojinin gelişimini hem zamandizimsel bir sıraya koymuş, hem de bunu somutlaştıracak, dolayısıyla görece kolay anlaşılmaya hizmet edecek örnekler vermiş okurlara. Baradat, kafa karışıklığını giderme amacını taşımış. Kavramları, ideolojiler ve fikirleri, düşünürleri karşılaştırmalı bir şekilde aktararak kolay okumaya ve anlamaya yardımcı oluyor. Hangi fikrin, neden,

nasıl, kimler tarafından ortaya atıldığı ve ne çalışmaktadır: üzerinde ne gibi değişimlerin/gelişimlerin Sermaye sahibi olan devletler ile ucuz olduğu “korkusuna” kapılmadan oku- emek gücüne, nispeten iyi eğitimli bir halyorsunuz kitabı. İdeolojiler arasında ku- ka ve bunların yanı sıra iyi bir teknolojik rulamayan bağlantı boşlukları doluyor. altyapıya sahip olan devletler. Bu iki uçAnarşi ile anarşizmin, nataki ülkelerin, yani kapitalist zizmle faşizmin, sosyalizmle ülkeler (ABD, Batı Avrupa ve komünizmin farkını çözüJaponya) ile diğer uçtaki ülyorsunuz. “Sağ”ınızı ve kelerin (Çin, Hindistan) gay“sol”unuzu fark ediyorsuri safi yurtiçi hâsılası artnuz. maktadır. Bu iki uç arasında Kitabı okurken günümüz yer alan ve sermayesiyle dünyasını tekrar tartmamızı emek gücü az olan ülkeler, sağlıyor Baradat. Çöküşü yaekonomik olarak gelişemez bir durumda kalmakta ve en vaş olsa da gözle görülen liSiyasal İdeolojiler, azından Latin Amerika’da beralizmin ve kapitalizmin bir çözüm arayışıyla sola karşısına hızla yükselen bir Leon P. Baradat, meyletmektedirler. başka dünyanın doğduğuna Siyasal Kitabevi, Asya’da büyümesi engelbir kez daha tanık oluyorsuÇev: Abdurrahman lenemez Çin’in; Soğuk Savaş nuz. Kitap bunu anlatmıyor Aydın, 400 s. sonrası “kendine gelemez” ama bütünü okunduğunda çıkaracağınız sonuç “işte bu” diyebili- denilen ancak “ben de varım” diyen Rusyorsunuz. ya’nın; emperyalist saldırılara boyun eğmeyen Suriye’nin; ağırlığı her geçen gün KÜRESEL EKONOM POL T K artan BRICS örgütünün yükselişini izliEkonomist Lawrence H. Summers’ın yoruz. Milli güçlerin mücadelesiyle Türişaret ettiği üzere, küreselleşmenin hâli- kiye’nin eklemleneceği blok da burası. hazırdaki kuralları yalnızca iki ucun lehi-


KÂTİBE BARTLEBY’İN YAZIHÂNESİ

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

11

‘CENEVİZ’DEN LECARDO ADLI BİR KÂFİRİN ’ GÖNDERDİĞİ NOT

Ve sanatçı yalnızlığı

Çocuklar omzuna t rmanan bir Van Gogh, kar s köfte t p lay p tv’de yar ma izlerken z Sürücü’nün senaryosunu yazan bir Tarko, neneleriyle badminton oynayan çocuklar na tra la la laa ark s yla e lik eden bir Woolf meselâ, dü ünebiliyor muyuz üretenleri. Ara sıra ziyaretlerine gidebilir, hatta röportaj yapılabilir, izin verirlerse. E işte ‘körlere çalışan heykeltıraş’ Giacometti’nin işliğinde ve evinde Jean Genet’in tanık olduğunu Giacometti şöyle özetliyor; “Yalnızlık benim anladığım anlamıyla acınacak bir durum değil, daha çok gizli bir krallık, derin bir iletişimsizlik fakat el uzatılamaz eşsizlikte, az çok belirsiz bir anlama biçimidir.”

katibebartleby@outlook.com Hücre tipi yaşam, benleşmek, giderek yalnızlaşma, modern birey, küreselleşen ve çok kazanmak isteyen dünya sözcüklerini harmanlayarak bir cümle kurabiliriz elbette. Kuralım ve giderek kapsülleşen evler, haplaşan yaşamlar, ruhsuzluk artarken, hisli dünyanın kazanması ifadeleriyle de bir devam cümlesi yazalım. Sonra hep beraberce; geçmişin kalabalık ve gürültülü sofralarından kalkan ailelerine derin iç çekişlerle özlem duyalım. Bir zamanlar annenin patates soyduğu, babanın gazete okuduğu, dedenin torunlara masal anlattığı, anneannenin çileden yumak yaptığı, kedinin kıvrılıp yattığı, perdenin arkasında da bu mutluluk tablosunu resmeden kişinin olduğu evde şimdi sadece tek kişi var… Genç bir adam ya da kadın. Az evvel mukavva bir kutudan plastik çatalla lezzetli çöp yedi. Elektronik köpeğini ‘coin’lerle besledi. Perdeleri örtük. Yüzü donuk. Dizinin üstündeki cihaza, suratını gördüğü görmediği tüm arkadaşlarını ve akrabalarını tıkıştırmış. Bir tıkla ağlamış, bir tıkla gülmüş. Ama bugün onlara ‘görünmeden’ ‘gezinmek’ istiyor. Onu orada bırakalım. Bu ona anamalcı düzen tarafından mı dayatıldı, narsist ruhunun seçimi mi yoksa, genetik mirasının patolojisi mi, düşünmeyelim. Yalnızlığını sevenler var; severmiş gibi yapanlar var; bu kesin.

ARAB NAKKA MUALLA

Fikret Mualla “Kaplumba a Terbiyecisi”

rücü’nün senaryosunu yazan bir Tarko, neneleriyle badminton oynayan çocuklarına tra la la laa şarkısıyla eşlik eden bir Woolf meselâ, düşünebiliyor muyuz? MaazalSANATÇI YALNIZLI I SE lah, o zaman ne kendine ait bir odaları, ne BAMBA KA atlayacakları nehre giderken ceplerine Çok yazıldı, çizildi bunun başkalığı, on- dolduracakları ağır taşları, ne kükürt sarıların başka türlü yapamazlığı. İstisnalar bir sını boca edecekleri kargalı tuvalleri ne de yana, bir hane içre, mesut, evli, çok çocuklu sessizce uçuşan derin rüya sekansları olursanatçı yok gibi zaten acunda. Çocukları du. Tolstoy ise tam da o ‘mutluluğun resomzuna tırmanan bir Van Gogh, karısı köf- mi’ ismiyle en çok satan yapboz’daki gibi te tıpışlayıp tv’de yarışma izlerken İz Sü- bir yaşam sürerken birden bire bir koşup kaçtı ki evinden ırağa, ölesiye. Belli ki sanatçı yalnız olmalı; kendiyle kalamayan üretemez görünüyor. Kafasının sesini duymak yerine, çırpılan yumurtalar, haykıran bebecikler, hırlayan köpekler, horlayan neneler duyan birinin biraz önce odasında bıraktığımız adam gibi donuk bir ifadeyle ufku izleyeceği kesin. Odacıklarında, evciklerinGüzel Sanatlar Akademisi merdivenlerinde Abidin Dino ve Fikret de, işliklerinde kendileriyle baş başa bırakmak gerek Mualla 1934’de resim sanat n n para ile ili kisini anlat yorlar!

Orhan Koloğlu’na göre ‘bir garib kişi’, Berksoy’a göre ‘aykırı’, en çok şen lacivert ve şarabi bir kimsesiz. Bakırköy Emraz-ı Akliye Hastanesi’nin 27. servisinde, yine Aydınlık Kitap’ta ‘sövme hürriyetine apoloji’sini keyifle okuduğumuz Neyzen Tevfik’le koğuşdaşlıkları olasıdır ki, hastanenin hollerini, diğer koğuşlarını, pencereden uçabildiği kadarıyla atmosferi ziyadesiyle şenlendirmiş, renklendirmiştir. Biri ‘neyi ve heyheyi’yle, diğeri paleti ve boyalarıyla ve ikisi de ağızlarından eksilmeyen sin kaf’larıyla. Nakkaş Mualla, savaş yılları Fransa’sında; resim piyasası tamamen durmuş, yiyecek tek lokması yok, parasını ödemediği yemeklerden, çıkardığı olaylardan, Alman dostluğundan dolayı Fransız polisinden korkunç dayaklar yiyor. Elektriği, gazı kesik, Çıkrık Çıkmazı’ndaki odasında yerden topladığı izmaritleri içiyor ısınmak için, duvarlardan söktüğü afiş arkalarına ‘sanat çevreleri’ni hayrete ve hayranlığa düşürecek renkler bırakıyor yine de. Sonraları himayesinde (!) korkunç sefaletten biraz kurtulduğu ve sanatçının yaşamında ‘koruyucu melek’ vurgusuyla anlatılan Madam Angles de, en az o ‘Yahudi tablo tüccarları’ kadar folluğa çevirmiştir Mualla’yı; köy evinde kışın soğuktan donan ressamın odun talebine “daha fazla çalışın, daha fazla tablo yapın ki satıp size odun alabilelim” diyen Angles’e köy kahvesinde, kocasının yanında, ‘o…..u’ diye haykıran

Mualla ne kadar haksız olabilir ki… Tartışmayacağız elbette. Öte yandan hem Türkiye’de hem Fransa’da sık sık karakolluk olup, polislerden dayak yemesi doğal olarak onda bir polis nefreti oluşturmuş. Bir gün, bir ayakkabı kutusuna fışkılayıp, kutuyu, üst katında oturan polis evde yokken kapısını kırıp, masasının üzerine bırakır. Ölüp, kimsesizler mezarlığına gömülünceye kadar yazışıp, içinden çocukluğunun Moda’sı sıcacık plajı, Kulüp Rakısı, Apikyan Biraderler’in sucuğu, zeytin, Birinci sigarası çıkacak paketleri yollayan Semiha Berksoy’a yazdığı mektupları bile hiç dinmeyen öfkesiyle sık sık ‘gün bugün saat o saat, bunu yazan tosun, okuyana k..n’ diye noktalıyordu. Tartışmasız; delimsi öfkesiyle besleniyor, boyuyor ve büyüyordu büyük ressam “Moualla”

LEONARDO S ML KÂF R “… Ve ben kulunuz işittim ki, İstanbul’dan Galata’ya bir köprü yapmak kastetmişsiz, ama bilir âdem bulunmadığı sebepten yapmamışsız. Ben kulunuz bilirim. Bir yay gibi pek yüksek kaldırım ki hiç kimse üzerinden yüksek olduğundan geçmeye razı olamaya. Ama bir fikreyledim ki, bir çatma idem, andan sonra suyu çıkaram ve kazıklar koyam: Şöyle idem ki aşağıdan hemen yelkenleriyle bir gemi çıka… Ve bir köprü eyleyem ki, kalka ki alttan geldiği vakit Anadolu yakasına geçeler. Ama sular daim aktığı için kenarlar yenir, ol husus için bir tazyik eyleyen ki ol akan suyu aşağıdan akıtıp kenara zarar eylemeye. Senden sonra olan padişahlar kolaylıkla harç ile yapalar. Bu sözlerimi inşallah gerçek bilesiz ve ben kulunuzu daim hizmetinizde bilip buyurasız. Bu mektup Yulyus ayının üçünde yazılmıştır.” Topkapı Sarayı arşivinde bulunan, ‘Ceneviz’den Lecardo adlı bir kâfirin’ gönderdiği not düşülen 3 Temmuz 1503 tarihli bu mektuptaki teklif II. Bayezid tarafından kabul görseydi; bugüne kalır mıydı, ya da çirkin plastik yenilemelerle mutasyona mı uğrardı bilemeyiz ama kulağa hoş gelen bir tınıyla Haliç’te bir Leonardo da Vinci köprümüz olacaktı!..


12

12 N SAN 2013 CUMA

KAPAK

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

KAPAK

13

SEDAT SİMAVİ SOSYAL BİLİMLER ÖDÜLÜ SAHİBİ PROF. ZAFER TOPRAK’LA ULUS DEVLET VE DERSİM ÜZERİNE GÖRÜŞMENİN 2. BÖLÜMÜ

Bu kadar radikal dönüşümü ancak Atatürk gibi bir lider başarabilirdi 30’lu y llarda ders kitaplar konusunda bir devrim gerçekle tiriliyor. Bir kere ders kitaplar biçimsel olarak geçmi e büyük fark at yor. Bez cilt, ku e ka t, renkli sayfa vs… renkler, ka tlar. Ve yazar olmayan kitaplar bunlar… Kolektif çal ma ürünü. Bu kitaplar n omurgas Darwin. Hangisi olursa olsun tarih, biyoloji, jeoloji, hepsinde “evrim” var. Bu çok önemli. Uhrevi de il, dünyevi bir söylem ARDA ODABAŞI Prof. Zafer Toprak’ın son kitabı “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji”de, Atatürk’ün entelektüel düzlemde son 10 yılı, Türkiye’de bu dönemde bilim alanında yaşanan köklü dönüşümler, antropoloji ve arkeoloji gibi disiplinlerin yerleşmesi, bu gelişmelerin tarih anlayışına ve eğitime yansımaları, Türkiye’de uluslaşma süreci, Cumhuriyet’in yeni insanının kurgulanışı; kısacası – Korkut Boratav’ın bu ki-

tap için önerdiği alternatif başlıkla – “Cumhuriyet’in Kültür Devrimi” ele alınıyor. Türkiye’de bilimin temellerinin 1930’larda atıldığını söyleyen Prof. Zafer Toprak ile sosyal bilimler dalında Sedat Simavi ödülünü kazanan kitabını konuştuk. 1930’lardaki dönüşüm ders kitaplarına – dolayısıyla halka diyelim – nasıl yansıyor? Nutuk’ta atıf yapılan tek yabancı isim olan ünlü İngiliz sosyalist tarihçi H. G. Wells’in kitabı dikkat çekiyor bu noktada. Darwin’in, Evrim Teorisi’nin öne çıktığı yıllar.

Bence 30’lu yıllarda ders kitapları konusunda bir devrim gerçekleştiriliyor. Bir kere ders kitapları biçimsel olarak geçmişe büyük fark atıyor. Bez cilt, kuşe kağıt, renkli sayfa vs… renkler, kağıtlar. Ve yazarı olmayan kitaplar bunlar… Kolektif çalışma ürünü. Bu kitapların omurgası Darwin. Hangisi olursa olsun tarih, biyoloji, jeoloji, hepsinde “evrim” var. Bu çok önemli. Uhrevi değil, dünyevi bir söylem hakim. “Hayat zinciri” diye bir kavram işleniyor bu kitaplarda. Hayat zinciri, insanın suda tek hücreli bir organizma iken, evrim sonucu bugünkü yapısına ulaşma öyküsü. Bu konunun ders kitaplarında desenli, görsel malzemeli bir şekilde ele alındığını görüyoruz. Biyolojinin ve antropolojinin ders kitaplarına bu denli hâkim olduğu başka bir evre olduğunu sanmıyorum. Atatürk’ün ölümünün ardından bu Darwinci bölümler kitaplardan çıkarılıyor, öyle değil mi? Evet, zaten bu kadar radikal bir dönüşümü ancak Atatürk gibi karizmatik bir kimlik tetikleyebilirdi. Düşünsene, ders kitabını açıyorsun, “Tanrı insan zihninin ürünüdür” şeklinde bir cümleyle karşılaşıyorsun. 1939’la birlikte “kültür devrimi” son buluyor. Her kültür devriminde gözlendiği gibi Türkiye’de de birtakım aşırılıklar olabiliyor. Güneş Dil teorisinde olduğu gibi… Ama son kertede geriye birtakım artılar kalır.

SOSYAL B L MLER ANTROPOLOJ SAYES NDE GEL T Antropoloji çalışmaları daha sonra ne yönde seyretti? Bugün fizik antropoloji diye bir bölüm hâlâ var üniversitelerde. Ama bunlar şimdi daha çok biyolojik antropoloji olarak nitelendiriliyor özellikle Batı dünyasında. Amerika’da da en önemli antropoloji derneklerinden birinin adı “Fizik Antropoloji”dir. Bu arada tabii fizik antropoloji Avrupa’ya, Kıta Avrupası’na özgü bir alandı. Amerika’da daha çok kültür antropolojisi ağırlıktaydı. Afet İnan’ın tezinin Türkçesi ancak savaş sonrası, 1947’de yayınlanabildi. Afet İnan da bu kitabından daha sonra hiç söz etmiyor. Ama daha da önemlisi Dil

ve Tarih-Coğrafya Fakültesi özellikle 194748 tasfiyesinden sonra büyük ölçüde kan kaybediyor. Türkiye’de antropoloji bir türlü toparlanamıyor o tarihlerden sonra. Kültür antropolojisi yeterince ortam bulamıyor.

Ben şunu demek istiyorum bu kitapta; Türkiye’de sosyal bilim olayı 1930’lu yıllarda antropolojinin açtığı alan sayesinde gelişti. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni, Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu bu yüzden önemsiyorum.

Dersim’de aslında ne oldu Türkiye’nin son aylarda gündemini en çok işgal eden ve sizin kitabınızda ele alınan konulardan biri de 1938 Dersim olayları oldu. Dersim’de sorun neydi ve genç Cumhuriyet orada ne yapmak istedi? Bir ulus-devletin inşa sürecinde, Batı terimiyle “teritoryalite” diye bir şey vardır; yani bir toprak bütünlüğü söz konusudur. Bu, ulus-devletin üzerinde hükümran olduğu toprak parçasıdır. Ulusdevletin evveliyatı Westphalia’ya, 1648’e kadar gider. Yani belirli bir toprak üzerinde hükümranlığın yoksa ulus-devlet olamazsın. Osmanlı’da da Cumhuriyet’in erken döneminde de Dersim, üstünde hükümranlığın oluşmadığı bir coğrafya. Ve bu “ulus-devlet” zihniyetiyle bir çıbanbaşı olarak görülüyor. Hâkim olamadığın bir coğrafya sana devamlı sorun yaratıyor. Eşkıyalık vb. sorunlar… Bu coğrafyada birtakım aşiretler var, çevre coğrafyaları talan ediyorlar. Ve burası öyle engebeli bir arazi ki aynı zamanda, bu coğrafya da hükümran olmak da ayrı bir sorun oluşturuyor. Benim gördüğüm, II. Dünya Savaşı’na böyle bir coğrafyayla girmekten yana değil Ankara. Bu coğrafyanın entegre edilmesinden yana. Osmanlı’da bu tür bölgeler çoktu ve I. Dünya Savaşı’na böyle olumsuz koşullarda girildi. Belki oradan çıkarılmış bir ders vardı II. Dünya Savaşı yaklaşırken. Osmanlı İmparatorluğu’nu kastediyorsan evet. Ama imparatorluklar her zaman dağınıktır. Ulus-devlet daha merkezîdir. Gidip İstanbul’dan alıyorsun başkenti, Ankara’ya götürüyorsun, sırf Anadolu’nun ortasında olsun diye. Ama yanı başında Dersim diye bilenen bir coğrafyaya giremiyorsun açıkçası. Tabii bir de halkın egemenliği kavramı var Cumhuriyetçilerin kafasında. Rousseau esintisi… Halk bir şekilde sana egemenliği verdikten sonra o egemenliğe tabi olmak durumunda. Tabii Dersim sorununda insanî boyutu unutmamak gerekiyor. Son kertede kendi yurttaşın bu insanlar…

90 bin civarında kişinin öldürüldüğü iddia ediliyor. Siz bu rakamın abartılı olduğunu söylüyorsunuz. Bu tür acılar zamanla gayrı ihtiyari efsaneleşiyor. Bu kadar insanın kıyıma uğraması tabii ki birtakım kurguları da beraberinde getiriyor. Ermeni sorununda da oldu bir şekilde. Bir aralık 3 milyon Osmanlı Ermenisinin katledildiğinden söz edilir olmuştu. Geçen gün 18 Mart nedeniyle Çanakkale Savaşı’yla ilgili rakamlara rastladım, 253 bin şehit diyorlar. Yani her zaman bir abartı hususu vardır. Bir aralık Dersim için de 90 bin sayısı verildi. Başbakanımız da bu olayla ilgili bir rakam verdi, yanılmıyorsam 13 bin dolayında bir sayıya çekti. Ama bunu kanıtlayacak herhangi bir belge ortaya konmadı. Bu işin bir de mekan antropolojisi vardır. Bu kadar insanın telef olduğu bir coğrafyada toplu mezarlıkların olması gerekiyor Bunlar çıkmadıkça sayılara şüphe ile bakıyorum. Bir de tabii nüfus sayımları var benim için önemli olan. 1935 sayımına bakıyorum, 40 sayımına bakıyorum. Göçürülmüş insanları da dahil ettiğim vakit ki bunlar 15 bin kişi civarında, 2 bin-2 bin 500 civarında bir rakama ulaşıyorum. Ama şunu da unutmamak gerekir; Dersim Cumhuriyet için bir kara lekedir. İnsan yaşamı söz konusudur nihayetinde. Eşkıya da olsa kendi vatandaşıdır. Tabii daha önceki isyanların da getirdiği bir travma var. Şeyh Sait İsyanı her zaman Cumhuriyet’i tedirgin etmiş bir başkaldırı. Ölçek bakımından büyük bir ayaklanmadır ve bir coğrafyanın tamamen Anadolu’dan koparılmasına yönelik bir harekâttır. O tarihlerde iki tür milliyetçilik aynı coğrafyayı hedefliyor. Bir yanda Baytar Nuri, öbür yanda Mustafa Kemal. Ama burada ilişkiler asimetrik… O nedenle Baytar Nuri kaybediyor. Devlet kurmanın ne denli engebeli bir yol olduğunu görüyoruz.


14

12 N SAN 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Lazarus projesi Aleksandar Hemon vatans zd . Amerika’ya ili kin görü lerini biraz da bu zorunluluktan, romanda Brik’in kar s Mary üzerinden, H ristiyanl a ve Amerika’ya gönderme yaparak yaz yordu Lazar, elleri, ayakları sargılarla bağlı, yüzü peşkirle sarılmış olarak dışarı çıkar. Yuhanna’nın yazdığı İncil, kanonik İnİsa, “Onu çözün,” der, “bırakın gitsin.” cillerin sonuncusu ve çok sevileni. Sinoptik Aleksandar Hemon’un Lazarus’u ile sayılmayan tek İncil. Sevilmesinin ardınYuhanna’nın Lazar’ın dirilişi bir ve aynıda Yuhanna’nın Evanjelik oluşu var. dır. Hemon daha ilk sayfada, epigrafta yaEvanjelizm ABD için tek dünya devleti zar; “Bu sözleri söyledikten sonra, yüksek ideolojisi. Diğer İnciller gibi belli bir sesle bağırdı. Lazarus, buraya gel. Ve ölinanç gurubunu değil, bütün insanlığı müş olan kişi öne çıktı, elleri ve ayakları hedefler. Yuhanna İncil’i, Yeni Ahit’in felpaçavralarla bağlanmış, yüzü bir bezle örsefi, mistik, simgesel yanını oluşturur. tülmüştü. İsa onlara dedi ki, bağlarını çöYalnızca Yuhanna’nın İncil’inde İsa’nın zün ve bırakın onu gitsin.” logos olduğu yazılıdır. Hıristiyanlığın üç Lazar’ın ölümü doğaldır, hastalıktan. teslis kuralına en uygun kanıtlar sunan İnLazarus Averbuch’un ölümü doğal değil. cil de Yuhanna İncil’idir. Pathos duygu2 Mart 1908’de Chicago’da, sabahın erlarla, Logos us -akıl- ile kavramayı içerir. ken saatlerinde, Lincoln Place 31 numaEfesli Herakleitos, logosu; her şeyi yöranın kapısını çalıyor. Kapısını çaldığı ev neten değişmez yasa -logos- ya da yasaEmniyet Müdürü George Shippy’nin. lar evreni -logoi-, belli bir düzen içerisinde Lazarus Averbuch, Emniyet Müdürü ile oluşturan, devindiren, evrenin düzenini görüşmek istiyor. Sabahın çok erken saasağlayan evrensel yasa, evrenin temel ti olduğu için müdür uyyapısı, evrensel zorunluluk kuda. Hizmetçi geri çeviolarak açıklar. Yuhanna’ya riyor. Daha sonra yeniden göre İsa da evrendir, evgeldiğinde, Emniyet Müreni oluşturan asıl madde, dürü Lazarus’u anarşist evrenin belli bir düzen olduğu, kendisini öldüriçerisinde yöneten, evremek üzere evine geldiği ninin düzenini sağlayan varsayımıyla silahını çeke“Baba, Oğul ve Kutsal rek ateş etmeye başlıyor. Ruh”tur. Aynı tez emperBoğuşma sırasında odaya yalizm için söylenebilir. giren şoförü ve Emniyet Emperyalizmin başkenti Müdürü’nün oğlu da bu ve tek dünya devleti Amesahneye tanıklık ediyor. rika’dır. Yedi kurşun isabet ediyor. “Yeni Ahit”in 11. böLazarus’un kanı ve beyni lümü Lazar’ın ölümü ile ilEmniyet Müdürü’nün sagili. Aleksandar HeLazarus Projesi lonunda, duvarlara ve yere mon’un “Lazarus ProjeAleksandar Hemon dağılıyor. si”ndeki Lazarus AverEverest Yayınları Yüz yıl sonra Saraybuch, Yuhanna’nın La- Çev: Seda Çıngay, 335 s. bosna’dan, Lazarus gibi zar’ı gibi de düşünülebilir. göçüp Amerika’ya yerleşen Meryem ve kız kardeşi Marta’nın köyünde The Reader Gazetesi’nin köşe yazarı yaşayan bir adam Lazar. Lazarus Rusya Vladimir Brik, fotoğrafçı arkadaşı Rora Kişinev’de 1903’teki Paskalya pogroile Lazarus’un peşine, onun öyküsünü romundan kurtulmayı başarmış, 1905’temanlaştırmak üzere düşüyor. kinden de, kaçarak iş bulma umuduyla Alaksandar Hemon, kendi Lazarus’u Amerika’ya/Chicago’ya gelmiş bir Yaile Yuhanna’nın Lazar’ını satır aralarınhudi. Ahit’teki Lazar hasta ve Meryem’in da sıklıkla karşılaştırıyor. “Ya İncil’deki kardeşi. Meryem İsa’nın ayaklarını kokulu Lazarus? Onun annesi var mıydı? Lazayağ sürüp, saçlarıyla silen kadın. İsa’ya harus ölümden geri dönmeden önce ona ber gönderiyorlar. İsa, Meryem’i geri çeveda etmiş miydi? Dirildikten sonra da anviremeyecek kadar seviyor. İsa Lazar’ı görnesi için ölmeden önceki gibi bir oğul mu meye Beytanya’ya gittiğinde Lazar çoktan olmuştu? Onun dirildikten sonra kız karölmüş, gömüleli dört gün olmuştur. Mardeşleriyle Marsilya’ya yelken açtığını ta İsa’yı sitemle karşılar ve Lazar ölmeden okumuştum, orada yeniden ölmüş olabiönce yanlarında olsa kardeşinin ölmeyelirdi de, olmayabilirdi de.” ceğini söyler. İsa “diriliş ve yaşam”ın Hemon, 9 Eylül 1964 Saraybosna dokendisi olduğunu söyleyecektir Marta’ya. ğumlu. Ukraynalı bir baba ve Sırp anneMeryem de, Marta gibi yakınır. İsa, Lanin oğlu. 1992’de Chicago’ya turist olarak zar’ın gömüldüğü mağaraya gider. Megitti, birkaç ay kalacak ve geri dönecekti zarın önünde bağırır; “Lazar, dışarı çık!” HALİT PAYZA

Aleksandar Hemon

ama Saraybosna’nın kuşatılması ve iç savaş yüzünden orada kaldı, bir daha dönmedi. Saraybosna’da ülkenin bölünmesi ile sonuçlanan sıcak iç savaş sırasında işlenen insanlık dışı cinayetlerden bir zamanlar İngiliz Edebiyatı hocası Koljeviç’i sorumlu tuttu. Miloseviç, Tujman, Bosna diye bir yerin tarihte hiç var olmadığını, Radovan Karadziç savaşın çıkması halinde Müslümanların yok edileceğini parlamentoda söylüyorlardı. Bosna’daki Hırvat Ustaşalar, Hırvatistan’daki Sırp Çentikler de bunu bekliyorlardı katliama başlamak için. Karadziç, Bosna’da Republica Sırpska adını verdiği bir parlamento oluşturarak Sırp Cumhuriyeti kurduğunu ilan etti. Parlamento; Karadziç’li İktidarının başkan yardımcısı olarak Dr, Nikola Koljeviç, Dış İşleri Bakanı olarak Felsefe Profesörü Dr. Aleksa Buha, Enformasyon Bakanı yazar Miroslav Toholj, Meclis Başkan Yardımcısı Biyolog Dr. Biljana Plavsiç, diğerleri; Edebiyat Profesörü Dr. Vojislav Maksimoviç Ha-

ber Ajansının Müdürü Şair Todor Dutina’ten oluşturuldu. Aleksandar Hemon vatansızdı. Amerika’ya ilişkin görüşlerini biraz da bu zorunluluktan, romanda Brik’in karısı Mary üzerinden, Hıristiyanlığa ve Amerika’ya gönderme yaparak yazıyor; “Amerika sırf iyi niyetten ibaretti” ve “İnsanların özde kötü olmasına imkân yoktu, çünkü içleri daima Tanrı’nın sonsuz yüceliği ve sevgisiyle doluydu.” Brik kendini tanıttığı ikinci bölümün ilk tümcesinde de şöyle der; “Ben iki ayrı ülkenin makul derecede sadık bir vatandaşıyım.” Haydi, haksızlık etmeyelim, şu eleştiriler de ondan; “Normal insanlardan da, s*ktiğim özgürlüklerin toprağı, cesur göt heriflerin diyarı olan bu ülkeden, Tanrı’dan, George’dan ve geri kalan her şeyden de nefret ettiğimi söyledim. Amerikalı olmak için, dedim, hiçbir şey bilmemek ve bundan bile azını anlamak gerekiyor.” Kabul edelim, Hemon içinde yine de anarşist bir ruh taşıyor, uysallaştırılmış, bastırılmış, sindirilmiş olsa da.


Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

15

Bozkırı ve umutları yeşile boyamışlardı… ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Temelleri 1935’te atılan ve 17 Nisan 1940’da kurulan, eğitimde devrimci bir atılım projesi Köy Enstitüleri’nin 73. yılını kutluyoruz. Ülkemizin temel sorunlarından biri olan eğitim sorununu çözmek için hayata geçirilen ve azgelişmiş ülkelere örnek olarak gösterilen Enstitüler, eğitim bilimi literatürüne “Türk buluşu eğitim kurumları” olarak geçtiler. Sayıları 21’e ulaşan ve kısa süreli ömrüne rağmen köy çocuklarından binlerce öğretmen yetiştiren, onları hayatın kendisiyle bütünleştiren; toprağı eline alıp, hissederek yetiştiren, tarlada ekin biçen, piyano çalan, keman çalan, kendi amfi tiyatrosunu kendi yapan ve oynayan, marangozhanede çalışan, elektriğini kendi üreten, kendi okulunu ve kendi kütüphanesini yapan, sürekli okuyan, bilinçli ve sorgulayan insanlar yapan; kısacası toprakla, kitapla ve işle buluşturan bir kurumdu. 17 bin öğretmen ve 3 bine yakın sağlıkçı yetişmişti. Aralarında Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Adnan Binyazar, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu’nun olduğu nice edebiyatçı da yetişti enstitülerden. Bunun yanı sıra Celal Akın gibi yıllarca biriktirdiği öğretmen maaşıyla okul yaptıran Cumhuriyet öğretmenleri de çıktı. Bütün eksikliklerine, hatalarına rağmen Cumhuriyetin bu devrimci eğitim atılımı, toplumsal önderleri yetiştirme projesi, gericilerin, toprak ağalarının, feodal unsurların ve

işbirlikçilerin baskısından ötürü uzun soluklu olamadı, CHP’nin verdiği ödünlerin de etkisiyle 1954 yılında kapatıldı.

ZLER S L NEMED Köy Enstitüleri her dönem gündemde oldu. Birçok karalama kampanyasına rağmen toplumsal bellekteki olumlu izi silinemeyen ve mezunlarının sesleri yurdun dört bir yanında duyuldu. Yoksul köylü çocuklarının devrimci, toplumcu, halkçı, aydınlanmacı birer Cumhuriyet aydınına dönüşmelerinin ve kendileri gibi kuşaklar yetiştirmelerinin öyküsü kuşaktan kuşağa aktarıldı. Hem Köy Enstitüsü mezunları hem onların çocukları hem de konuya ilgi duyan birçok araştırmacı-yazar tarafından Enstitüleri anlatan çok sayıda kitap yazıldı, belgesel çekildi. Yine geçtiğimiz yıl “Toprağın Çocukları” isimli ilk film yapıldı. Bu süreçte ortaya çıkan çalışmalar bu seçkin eğitim kurumunu hep güncel kıldı. Sayısı iki yüzü bulan bu çalışmalardan bazılarına değinmeye çalışacağız.

DEV B R KÜLL YAT Enstitülere ilişkin yazılanlar sayfasında önemli bir milat Columbia Üniversitesi’nde 1960 yılında Fay Kirby’nin yaptığı “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı doktora tezidir. Bu tezin 1962 yılında ülkemizde kitap olarak yayınlanması Enstitülere hem ilginin artmasına hem de konuyla ilgili yeni yayınların hızla ve çok sayıda yayınlanmasına ön ayak olmuştur. Bir süre önce Tarihçi Kitabevi tarafından yeniden basılan ve 4. baskısını yapan kitap, ülkemizde öğretmenlik yapan ve 1954’e kadar enstitüleri inceleyen

Kirby’nin kapsamlı incelemesidir. Çalışması sırasında neredeyse büyün köyleri dolaşan Kirby, enstitülerin toplumsal gelişim ve değişim sürecindeki boyutlarının dünya ölçüsündeki değerini anlamıştır. Yine İsmail Hakkı Tonguç’un 1935-46 yılları arasında yazmış olduğu mektupların bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve Güldikeni Yayıncılık’tan çıkan “Mektuplarla Köy Enstitüleri Yılları” döneme ışık tutmaktadır. Enstitü mezunları çok sayıda eser vermiştir. Bu isimlerden Mahmut Makal, Literatür Yayıncılık’tan çıkan “Köy Enstitüleri ve Ötesi” kitabında enstitülerdeki iş eğitimi uygulamasının köy hayatında verdiği meyveleri örneklemiş, enstitü mezunu eğitimcilerin köyün tarımsal, eğitsel ve toplumsal yaşamında görülen değişimlerdeki başarıları somut olarak ortaya koymuştur. Enstitülerde uygulanan çağdaş eğitimi detaylarıyla anlatan Makal, enstitüler kapatıldıktan sonra uygulanmaya başlayan çağdışı eğitimi gözler önüne sermektedir. Enstitülü olan ve ülkemizdeki devrimci eğitim mücadelesinin önemli isimlerinden Fakir Baykurt’un yapıtları arasında ilk akla gelenler Bilgi Yayınevi’nden çıkan “Şamar Oğlanları” ve Papirüs Yayınevi’nden “Köy Enstitülü Delikanlı”dır. Bir başka Enstitülü Mehmet Başaran da birçok eser ortaya koymuştur. Çağdaş Yayınları’ndan çıkan “Özgürleşme Eylemi-Köy Enstitüleri”nde doğal ve toplumsal çevreyi değiştiren, bunu yaparken kendisi de değişen insanların öyküsünü anlatır. Enstitülerdeki üretken gücün nasıl oluştuğu, devrimci eği-

tim imecesini ve Tonguç Baba’yı, özetle birçok soruyu yanıtlar Başaran. Enstitülü bir diğer isim Talip Apaydın da “Köy Enstitüsü Yılları (Karanlığın Kuvveti)”, “Öykülerle Çizgiler” ve “Bilgiden Bilime Eğitim” gibi kitaplarında o yılları anılarla birlikte tasvir etmektedir. Yine Canan Yücel Eronat’ın İş Bankası Yayınları’ndan çıkan “Köy Enstitüleri Dünyasından Hasan Ali Yücel’e Mektuplar” kitabı da Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrılmasından sonra Tonguç’tan Başaran’a, Baykurt’tan Apaydın’a birçok isimden kendisine yollanan mektuplardan oluşuyor. Kaynak Yayınları’ndan çıkan Feyziye Özberk’in “Ortakçının Oğlu Talip Apaydın” kitabı da 16 yıl cephelerde savaşmış Polatlılı topraksız köylü Durmuş’un, 1926 yılında dünyaya gelmiş oğlu Talip’in hayatından hareketle, Cumhuriyet tarihini sunuyor. Köy Enstitüsü üzerine yazılan en son eserlerden biri 68 kuşağı mensubu Prof. Dr. Güler Yalçın’a ait. E Yayınları’ndan çıkan “Canlandırılan Ütopya Köy Enstitüleri”nde Yalçın, Enstitülere ilişkin çok sayıda fotoğrafla zenginleştirdiği kitabında, bu kurumlara ilişkin temel bilgilere yer veriyor. Köy Enstitüleri külliyatı içerisinde Mustafa Ekmekçi’nin “Öksüz Yamalığı”, Sabahattin Eyüboğlu’nun “Köy Enstitüleri’nin İzinde”, Pakize Türkoğlu’nun “Tonguç ve Enstitüleri”, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nca yayınlanan “Hasan Ali Yüceli Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Yazılar Konuşmalar”, Mevlüt Kaplan’ın “Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri”, Niyazi Altunya’nın “Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış” kitapları da önemli bir yere sahiptir.


16

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

ARAKABLO

Neyzen, yobazlığa sapına kadar düşmandı Dizelerinde gerçe i her zaman apaç k ve cesaretle yans t yor: “Gece bast kara kapl kitap oldu hâkim, / An r rken tepi en bunca e ek hep âlim!” SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com Geçen haftaki Neyzen Tevfik yazımız epeyi eleştiri, övgü ve yergi aldı. Kimi okurlar bugünkü yazıda değinilmesi isteğiyle birçok dize gönderdi. Böylece yazı, okurların önerdiği dize ve yorumlarla oluştu. Ne ki dizelerin çoğu belleğe dayanarak, özensiz kaynaklardan ya da internet’ten alınıp gönderildiği için kimi yanlışlıklar da içeriyordu. Dizeleri tek tek şairin Tercüme-i Halim (Broy Y.) kitabındaki yazımlarıyla karşılaştırarak, burada doğrusunu vermeye çalıştım... Türkçe öğretmeni Sadık Taştan, ders kitaplarında Yunus’un şiirinin bozulmasına yanıt niteliğinde, Neyzen’in şu taşlamasını göndermiş (s. 331): “Sırr-ı hilkat inkılâbı çekti bak işkenceye / Altı yüz yıl sonra mevcudiyet-i fanisini; / Sıska bir sırtlan, mezarından çıkarmış parçalar / Yunus’un hâk olmayan enkaz-ı cismanisini.”

“KEND N B L EY TÜRK!” Neyzen’in “Türk’e Öğüt” şiirleri üstünde duracağımızı duyurmamız üzerine, Sami Kaner, “ülkenin bugünkü durumundan halkın da sorumlu olduğunu” anımsatarak, şu dizeleri göndermiş (s. 230): “Varsa cürümün, bilmemektir kendini, et itiraf / Kendin attın kendini her zillete, hüsrana Türk!” Aynı şiirden şu dizeleri de alarak, “her toplumun layık olduğu yönetimi seçtiğini” söyledikten sonra, “vurguncuyu iş başına getirmekle ülkenin yoksulluk altında inlemesinin, insanımızın sürekli kurbanlar verişinin asıl sorumlusunu Neyzen’in gösterdiğini” vurguluyor (s. 230): “Bak vatan baştan başa bin iftikar altındadır, / Yuttuğum her lokma hep ihtikar altındadır, / Bir nazar kıl bunca yıl verdiğin kurbana Türk!” Halkı değerlendirirken Neyzen’in hep gerçekçi davrandığını, “onu yüceltmeksizin yansıttığını” belirten Kaner, bu savını şöyle örnekliyor (s. 324): “Melamet mülkünün meczubuyum ben / Y.rak bir milletin mensubuyum ben, / Kapıldım nasılsa ehl-i aşka / S.kildim her tarîka başka başka.” Hüseyin Karakuş, Damat Ferit’in İngiliz anahtarı “heyet-i nasiha”sının sıkça konuşulduğu bugünlerde dikkatimizi şu dizelere çekiyor (s. 230): “Padişah alçak, kumandan fahişe, hain vezir / Su-i idrakinle Azrail’i zannettin sefir, / Böyle girdin sureta ayine-i devrana Türk!” Karakuş, sözü, şairin ünlü dörtlüğüyle bağ-

lıyor (s. 322): “Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler / Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler. / Künyeni almak için partiye ettim telefon / Bizdeki kayda göre o şimdi mebus dediler!”

Mehmet Özçetin, Osmanlı saltanat kayığının dışında yaşayan milyonlara Neyzen’in gözüyle bakabilme ihtiyacını anımsatıyor (s. 233): “Bastığın anda gıcırtı kağnıyı andırmalı / A. safâdan bahs açarken y.rak fındık kırmalı / Böyle yap asma kulak hakkındaki bühtana Türk!” Salih Güleryüz, “halkın güvendiği hain yöneticilerce safsatayla aldatılarak yurdun peşkeş çekilmesini” Neyzen’in çok işlediğini belirtiyor (s. 261): “Kendi mülkündür bu ülke, kim tutup attı seni? / İtimadın bir kuru iman için sattı seni, / Sen ki Cibril’i yaparken orduna mekkâre Türk!” Bu düşünceyi ayrıca şu dizelerle destekliyor (s. 231): “Tam bin üç yüz yıl bu fitne, oldu halkın engeli! / Sen bıraktın hakkı, taptın zalime, sultana Türk!” Necla Toklu, Neyzen’in müzik tutkusunu yansıtan dizelerini gönderirken, “sanatı ucube görüp içine tükürenlerin hilafetçi irin bulaşığı düşüncelerle Fazıl Say’a musallat oluşlarına” değiniyor (s. 261): “Musikiye ârız olmuştur yobazlık bit gibi / Bu akan çirk-i hilafet sanata kibrit gibi.” Cemil Sayaroğlu, çarpıcı bir saptamada bulunuyor: Kanuni döneminde Osmanlı’nın çöküşünü haber veren entrikaların sergilendiği Muhteşem Yüzyıl’ın dedikodu kumkuması Roxelan’ı (Hürrem Sultan) şiirinde anışıyla, Neyzen, Osmanlı’nın yıkılış dönemi kadar, günümüze de ışık tutar (s. 182): “Yeter! Roksolan’ın kurduğu bu kanlı tuzak / Namazlı, haclı, oruçlu, bozuk imanlı tuzak // Gönüller anladı hakkın vatanda olduğunu! / Bugün bu fikr ile verdi şu varını yoğunu. // Olur bu softaya sermâye âdemiyetten / Vatan o gün uyanır işte hâb-ı gafletten.”

Kalbimin âteş-i mukaddesine. Çalışır, Neyzen’den “yobazlığı sergileyen” birçok dize göndermiş. Bir dörtlük de şöyle (s. 316): “Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden / Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü... / Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yine / Şahane cehalet, yurdu yeni baştan bürüdü...” Şu beyit de gerçeği ne kadar açık ve cesaretle yansıtıyor (s. 256): “Gece bastı kara kaplı kitap oldu hâkim, / Anırırken tepişen bunca eşek hep âlim!” Çalışır’ın gönderdiği parçalar arasında şu dörtlük derin bir ironi örneği (s. 303): Bir çürük kürsü ile etmiştir Dincilik sanatı ibrâz-ı deha Kisve-i zühd-ü fesât altında Gözlerinden işer erbâb-ı riyâ. Yaşar İnce, “Papa’nın heykeli önünde tarihe poz verenleri Neyzen’in engin bir öngörüyle suçüstü enseleyişini” yakalıyor (s. 265): “S.keyim kalp dinini kahpe gâvur Avrupa’nın / Onu ıslah-ı adalet diye hâkim yapanın / Vatikan’da öperken götünü kart papanın...” Bir süre Urla’da bulunan Bodrum doğumlu Neyzen, Recep Arıkan’a göre, Diyanet’in “İzmir’de başka bir inanç olduğu” savına karşı da yıllarca önceden hazırlıklıdır (s. 271): “Bu akort olmadı dersin üzülürsün bokuna, / Kulak asma olur olmaz pürüze Aygır İmam. // Sayarım hatırını, hem de seni incitmem / Korkarım taş atamam ben kerize Aygır İmam. // Katakulli okuma, nağmelerin kaşkariko, / Hilede taş çıkarırsın Muiz’e Aygır İmam!” Arıkan, ulemanın gerçek yüzünü faş eden Neyzen’in şu dörtlüğü üstünde özellikle duruyor: “Bana vicdan ile din, hubb-ı beşer şöyle dedi: / Menfaat nerde ise o tarafa yollanırız. / Sen şifâbahş olacak sanma bu teşkilatı, / İlmi biz halkı uyuşturmak için kullanırız.” (s. 301) Şair, bu düşüncesini başka dizelerde daha da pekiştiriyor (s. 306): Toptaşı’nda hedef oldum garaza Ehl-i iman dinimi s.kti benim.

NEYZEN VE YOBAZLIK

D N MANI PARA

31 Mart (1325) Vakası’nın yıldönümünde (yeni takvimle 13 Nisan 1909), Neyzen’in yobazlığa sapına kadar düşman oluşunu anma gereğine değinen Kerem Çalışır şu dörtlüğü özellikle vurguluyor (s. 311): Felsefemdir kitâb-ı îmânım Taparım kendi ruhumun sesine. Secde eyler hakikatım her an

Eren Alankuş, “paranın dini yoktur” diyenlerin kapitalizme göbeğinden bağlı sultasını şairin yerle bir edişini imler (s. 264): “Bulamaz derdime çare, babam olsa Lokman / Satılır beş paraya din pazarında iman”. Alankuş ekliyor: Tekel ürünleri üzerindeki yıldırıcı zam furyası da Neyzen’in küfürlerinden payını alır (s. 318): “Selamet, fazilet,

SANATA MUSALLAT OLAN F TNE

refah demode oldu / Çünkü geçti makama şerîr ü hazele, / Bağlıdır eli kanunla bütün esnafın / Otuzbir çekmek için kaldı y.rak Tekele.” Ali Hiçyılmaz, “içinde bulunduğumuz dönemi en iyi veren” dörtlüğü seçtiği savındadır (s. 323): “Kimse ta’yip edemez biz kafa göz yarsak da / Dövüşe kavgaya var milletin elbet hakkı. / Yatalı beş senedir sade mısır ekmeğine / Kalmadı halkımızın Hint horozundan farkı!” Gökhan Kağanoğlu, “nicedir Yılmaz Özdil ve Bekir Coşkun dışında bir yazarı zevkle okuyamadığını, ama Neyzen’le ilgili yazıyı pek tuttuğunu” söyledikten sonra, “sadaka ekonomisine ayna tutan” bir dörtlüğünü göndermiş şairin (s. 319): Kafayı millete tut çünkü yutar Para etmez, ele karşı bu caka Bu işe ilm-i siyasi derler Yetişir o sadaka, bu sadaka. Kağanoğlu, Atatürk düşmanlığı ayyuka çıkanların arada bir onun adına sığınmak gereği duymalarını da Neyzen’in dörtlüğüyle yeriyor (s. 320): “Karşında işte Koraltan duruyor paşam bir bak / Halâ o eğilmez başı dimdiktir efendim! / Bir ses ver Atam, şanlı izinden sana geldim; / Bir ses duyulur kubbede: Hass...tir efendim!” Ne diyelim, yergi şiirimizin büyük üstadının daha binlerce dizesi var. Ama onun yurtseverliğini ve ulusuna olan derin güvenini yansıtan şu dizelerle 60. yıl anmamızı noktalayalım (s. 260): “Bence senden çok küçüktür eski tarihin yaşı / Asumana kak temel, arz eyle de mimara Türk!” Şu alçakgönüllü dizeler, nice altmış yıl, Neyzen’i derin sevgilerle anmamızın en içten gerekçesi olacak elbette (s. 233): “Affedin, yoktur sözümde intizam ü insicam / Serseri bir Neyzen’im, âşıklara ba’desselam, / Yadigâr olsun bu nazmım meclis-i ihvana Türk!”


Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

12 N SAN 2013 CUMA

17

SALT İÇERİDEKİLERLE DEĞİL, TÜM TÜRKİYE’YLE DAYANIŞMANIN ÇADIRI

Karşı nizamiye Tarihimizde çok önemli bir yeri olan çad r üzerine gelecekte yap lacak kapsaml ara t rma-inceleme çal mas n n en önemli bölümlerinden birini de “Silivri Nöbet Çad r ”n n olu turaca na ku ku yok. Salt içeridekilerle de il, tüm Türkiye’yle dayan man n ete kemi e büründü ü “Nöbet Çad r ”, “Silivri kampüsü”nün tam kar s na kurulmu bir kar -nizamiye MECİT ÜNAL mecitunal@aydinlikgazete.com Türkiye’de hapishane konusuyla en yoğun bir biçimde sanat ve edebiyatın ilgilendiğini söylersek, hiç de yanlış olmaz. Bu gerçeği ortaya koyan onlarca roman, öykü, şiir, tiyatro oyunu, sinema filmi, müzik eseri sayabiliriz. Kemal Tahir’in “Esir Şehrin Mahpusu”, “Karılar Koğuşu”, Orhan Kemal’in “72. Koğuş”, Kerim Korcan’ın “Tatar Ramazan” ve “Linç” adlı romanları bu alanda hemen sayabileceğimiz eserler. Öyküde Fakir Baykurt’un 12 Mart dönemini anlatan “İçerdeki Oğul”unu unutamayız. Şiirde Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”, hapishane odaklı bir şiir-roman olarak klasikleşmiş eserlerden biridir. Can Yücel’in 12 Mart hapishanelerinden kareler içeren “Bir Siyasinin Şiirleri”, Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” ile “Müebbet Türküsü” adlı kitapları bu alanda ilk hatırladıklarımızdır. Benim de aralarında bulunduğum12 Eylül dönemini hapiste geçiren Soysal Ekinci, Emir Ali Yağan, Emirhan Oğuz, Mehmet Çetin, Mustafa Doğan, Ersin Ergün, Halil İbrahim Özcan, Doğan Almasulu gibi daha birçok şairin hapishane konulu şiirleri edebiyatımızı zenginleştirmişlerdir. Sevgi Soysal’ın “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”, Yılmaz Güney’in “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz”, Osman Şahin’in “Yer Altında Uçan Kuş” ile Hüseyin Şimşek’in “Hapiste Doğanlar” adlı kitapları ise, öyküye yakın anlatımlarıyla Hâlâ güncelliklerini koruyan anlatılardır.

HAP SHANEN N TAR H Türkiye’de hapishaneyi çeşitli yönleriyle toplu olarak ele alan bir kitap Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali ile Hilal Oytun Altun’un editörlüğünü yaptıkları “Hapishane Kitabı” adlı ortak çalışmadır (Kitabevi Yayını, İstanbul, Mart 2005). Hapishane ile ilgili birçok konunun incelendiği kitap, dünden bugüne hapishanenin tarih içindeki evriminden ceza ve infaz hukukuna, cezaevlerinde uygulanan rehabilitasyon programlarından eski edebiyatımızdaki esaret ve zindan temalarının işlendiği eserlere, hapishane şiirlerinden hapishane türkülerine kadar oldukça geniş bir yelpazede derli toplu bir bilgi sunuyor. Ancak, “Odaların Tarihi” türünden çok daha kapsamlı ve derinlik-

li bir kitaba olan ihtiyaç, Türkiye’de her zaman en güncel ihtiyaçlardan biridir. Daha çok Fransız hapishanelerinden söz edilen “Odaların Tarihi”nin bu bölümlerinde yazar, tutuklu ve mahkûmların deneyimleri yanında kurdukları kişisel dünya ve özel yaşantılara da yer vermiş. Bu yaşantıların sahiplerinin çoğu, Auguste Blanqui dışında, Louis Perego, ClaudeLucas gibi adli mahkûm. Kitapta değinilmese de Türkiye’de çok bilinen bir başka deneyim kitabı, yazar-kahramanın Yeni Kaledonya’daki ada hapishanesinden kaçışını anlatan, filme de çekilmiş olan Henri Chariére’in “Kelebek” adlı romanı.

TÜRK YE’N N FOTO RAF ALBÜMÜ Hapishane “içeri”den ibaret değil elbet, bir de dışarısı var bunun. Hapishane kapıları, birçok roman ve şiirde ele alınmıştır. Şehirli, kasabalı ile köylüyü, işçi, esnaf ile memuru, okumuş ile cahili gardiyan ve jandarmayla buluşturan hapishane kapıları Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda 30’lu 40’lı yılların toplumsal bir fotoğraf albümüdür. O kapılardan yiyecek sepetleri, temiz çamaşır paketleri ile af umudu girer, kirli çamaşır ve hapishane işi tesbih ile umutsuzluk çıkar. 12 Mart ve 12 Eylül hapishanelerinin kapıları çok daha farklı bir albüm sunar: Yüzlerce kitap girer o kapılardan ve binlerce umut çıkar. Tutuklu ve mahkûm yakınlarının hapishaneyle çerçevelenmiş yaşamları salt edebiyatın değil, sosyoloji ve psikolojinin de önemli bir alanı olmasına karşın bilimin bu iki alanında da çalışılmış derli toplu bir eser bulabilmek zordur. Doğrudan edebiyat alanına girmese de tutuklu yakınlarının, içeri girip çıkmış kişilerin ya da gazeteci ve yazarların yayımladıkları birçok anı, röportaj ya da belgesel kitaptan söz edebiliriz ama. 12 Eylül döneminde tutuklu yakınlarının hapishaneyle çerçevelenmiş yaşamlarını anlatan “Nizamiye Kapısı” adlı, bir tutuklu annesinin, emekli ilkokul öğ-

retmeni Sacide Çekmeci’nin yazdığı kitap, dönemin arkasından unutulmuş olsa da, tutuklu ailelerinin hapishane kapılarında yaşadıklarını o yaşantının içinden anlatmasıyla benzerlerinden ayrı durmakta ve literatürü zenginleştirmeyi sürdürmektedir. Sacide Çekmeci’yi, bir tutuklunun annesi olmaktan çıkarıp bir yazar yapan 12 Eylül’ün daha Metris’in kapısından başlayan görülmemiş zulmüydü. Ez cümle, Diyarbakır’ın, Mamak’ın Metris’in kapısı, türkülere konu olacak denli önemli olmuştur yakın tarihimizde.

KAR I-N ZAM YE Nice tutuklu annesi, eşi, kızı ve oğlunu farklı kılan bugünün zulmünün dünkünden geri kalmadığını da yine en açık bir şekilde nizamiye kapıları göstermektedir. Bu kapılardan en önemlisi, devasa bir girişi bulunan düzenin verdiği adla “Silivri Kampusü”nün nizamiyesidir. Ancak o nizamiyenin tam karşısında bir başka “nizamiye” daha var ki, kapısı Türkiye’nin geleceğine, Türkiye’nin bağımsızlığı ve özgürlüğüne açıldığı, sözcüğün gerçek anlamında bir nizamiye kapısı olmadığı için burada tırnak içinde. Ama bir kapı, bir karşı-kapı, önündeki Atatürk büstünden bayrak direğine, bekleme salonundan mutfağına, nöbet çizelgesinden günlük defterine bir “karşı-nizamiye”dir. Bu kapıdan tam karşısındaki hapishaneye değil, Türkiye’nin içinde bulunduğu, karşı karşıya geldiği çözülme ve parçalanma sürecine karşı çıkışın çadırının içine girilir. Bu, bir grev çadırı gibi kurulmuş bulunan nöbet çadırı, bir görev çadırıdır. Salt içerdekilerle değil, tüm Türkiye’yle dayanışmanın, aynı damardan akıp tek bir yürekten atmanın, aynı havayı içine çekip aynı havayı dışarı vermenin çadırıdır. Nöbetçiler değişse de, evvelki gün Bursa’dan gelenlerin ye-

rini bugün Erzurum’dan gelenler, dün Van’dan gelenlerin yerini yarın Muğla’dan gelenler almış ve alacak olsa da değişmeyen budur. Çadırın kuruluşu ve burada adım adım karşı bir nizamiye’nin inşası sadece siyasal yönden değil, sosyolojik ve psikolojik açıdan da incelenmesi gereken olgudur. Bin dönüm araziye kurulmuş, “dört tarafı meteris”le çevrili “Silivri Kampüsü”nün karşısında bir gecekondu gibi görünse bile, yine de o koskoca kampüs, çadırın küçücük gölgesi altında kalmaktadır ki, asıl önemli olan budur. Tarihimizde çok önemli bir yeri olan çadır üzerine Türkiye’de gelecekte yapılacak kapsamlı araştırma-inceleme çalışmasının en önemli bölümlerinden birini de grev çadırları yanında -Kutukuların çadır mahkemeleri de olacaktır kuşkusuz,“Silivri Nöbet Çadırı”nın oluşturacağına kuşku yok.

M LYONLARDAN OLU AN AH T Füsun İkikardeş’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Açık Tanık Silivri Nöbet Çadırı” adlı kitabı işte bu “karşı-nizamiye”yi anlatıyor… “Açık Tanık Silivri Nöbet Çadırı”, bize kampusün önünden 24 saat canlı yayın yapan bir kamera. Canlı yayına katılanlar ise, adları sanları, nerde ikamet ettikleri, ne iş yaptıkları belli birer açık tanık. Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davalarda Türkiye adına yargılananların şahitleri. Türkiye’nin çeşitli illerinden, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden şahadet etmek üzere kimse çağırmadan kalkıp gelmişler. Şahadetlerinin ayrıntıları kitabın sayfalarında fazlasıyla var. “Silivri Nöbet Çadırı”, Ergenekon tertibinin ürettiği ve toplumumuza, toplumsal ahlakımıza yedirmeye çalıştığı, hiçbir insani vasfı kalmamış, her türlü iftirayı atmaya, her türlü yalanı en kutsal şeyler üzerine yeminle söylemeye hazır “gizli tanık”ın karşısında meşru, aleni, pırıl pırıl, tertemiz, alnı ak, açık bir tanıktır. Hem de binlerce, yüz binlerce, milyonlarca kişiden oluşan bir tanık.


18

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

YENİ ÇIKANLAR

Türklerin ran - 1

Tarih ve Tekerrür

Maya’n n Günlü ü

Tarihi Gerçekler I nda Dersim’den Ders Almak

Recep Albayrak, Berikan Yay nlar , 688 s.

Kojin Karatani, Metis Yay nlar , Çev: Erkan Ünal, 240 s.

Isabel Allende, Can Yay nlar , Çev: nci Kut, 464 s.

Hüsnü Merdano lu, Bilgi Yay nevi, 360 s.

İran, antik çağdan bugüne insanlık tarihinin en önemli medeniyet coğrafyasıdır. Kadim diller ve halklardan günümüze gelenler yarını da belirler. Etnonim, toponim, demografi, sosyoloji, antropoloji, folklor, biyografi, nümizmatik, dinler arası ilişkiler, filoloji, epigrafya, coğrafya, tarih ve diplomasi temelinde geçmişten günümüze gelen yazar zoru başarmıştır. Eserde, Aryaistlerin totaliter kimlik inşasının İran kültür coğrafyasında neden başarısızlığa mahkum olduğunu görüyoruz.

“Tarih ve Tekerrür”, Karatani’nin, çoğunluğu Batı’da Soğuk Savaş’ın sona ermesini, Japonya’daysa Şowa imparatorunun ölümünü takip eden çalkantılı dönemde kaleme aldığı yazıları bir araya getiriyor. Sadece Japonya’yla ilgiliymiş gibi görünen bu yazılar, yazarın deyişiyle “esasen devletin ve sermayenin döngüsel doğasına dair” olduğundan tek bir ülkenin ve belli bir dönemin sınırlarını aşıyor. “Tarihin incelenmesinin sebebi aslında tam da bir kez olup biten bir fenomen olmaması ve tekrarlanma olasılığını muhafaza etmesidir,” diyen Karatani’ye göre asıl mesele, geçmişteki olayları tek tek ele almaktan ziyade tarihteki tekrar örüntüsünü görebilmek.

“Benim adım Maya Vidal, on dokuz yaşımdayım, cinsiyetim kız, bekârım, sevgilim yok, ama fırsat çıkmadığından, yoksa kılı kırk yardığımdan değil, California’da Berkeley’de doğdum, Amerikan pasaportum var, şu anda geçici olarak dünyanın güneyindeki bir adada sığınmacıyım. Bana Maya adını koymuşlar çünkü Hindistan Neneme pek çekici gelir, annemle babamın da, önlerinde düşünecek dokuz ayları olmasına karşın, akıllarına başka bir isim gelmemiş. Hindu dilinde maya ‘büyü, hayal, düş’ anlamlarına geliyormuş. Benim kişiliğimle hiç ilgisi olmayan şeyler. Atilla olsaydı daha uygun olurdu, çünkü ayağımı bastığım yerde ot bitmez.”

Dersim konusu Alevilik sorunu mudur? Yoksa Alevilikle doğrudan ilintili olmayan etnik bir konu mudur? Dersim harekâtı, bir ayaklanma sonucu mudur? Dersim olaylarının günümüz ayrılıkçı girişimleri ile benzerlikleri nelerdir? Dersim harekâtında Atatürk’ün etkinliği nedir? gibi soruların, tarafsız bir yaklaşımla ve belgelere dayanılarak yanıtlanması, konunun özenle incelenip, geçmişte yaşanılanlardan günümüz ve gelecek için kimi derslerin çıkarılıp deneyimlerin kazanılmasına yardım amacıyla yapılmıştır.

Corleone Ailesi

Big Sur

Son A k Çiçe i

Mutluluk

Ed Falco, April Yay nc l k, Çev: Avi Pardo, 448 s.

Jack Kerouac, Siren Yay nlar , Çev: Nevzat Erkmen, 240 s.

Ali Ünal, Yitik Ülke Yay nlar , 128 s.

Darrin M. McMahon, E Yay nlar , Çev: K vanç Tanr yar, 472 s.

Baba’nın yazarı Mario Puzo’nun yayınlanmamış senaryosundan bir roman: Corleone Ailesi New York ve tüm ABD Büyük Buhran’dayken zeytinyağı tüccarlığından Don’luğa uzanan kayıp yükseliş dönemi beyazperdeden önce Ed Falco’nun kalemiyle okurlarla buluşuyor. “Puzo’nun sineması ve Falco’nun edebiyatı Corleone Ailesi’nde bir araya geliyor.” -New York Daily News“Sinemasal bir anlatım, tutarlı detaylar ve vurucu bir son.” -Booklist-

Şarap, şiir ve macera, tercihen doğada, şehrin çılgın kalabalığından uzakta... Bitmek bilmeyen içki alemleri, gece vakti düşülen yollar ve en sıcak dost ortamlarında bile ruhu üşüten yalnızlıklar eşliğinde olanca güzelliğiyle bir Beat şöleni: “Big Sur”. Yaşam kadar atik ve neşeli, yaşam kadar dehşetli. Kerouac, bir döneme damgasını vuran Beat kuşağının buhranlarını “Big Sur”de temize çekiyor. Tanrıya isyan ederek, durmaksızın içerek, her köşede ölümü görerek ve hayatla raksını sürdürerek kravatlı-takım elbiseli düzen düşkünleriyle dalgasını geçiyor. Ve Kerouac’ın kelimeleri, yaşamın temposuna yetişme telaşında, sayfalara sığmaksızın akıyor.

Gerçek yaşamınız aslında bir hayal, hayalleriniz asıl gerçeklik olsa ne yapardınız? Bu bir hayalin, hayallerinde çizdiği dünyanın gerçekliğinde yaşayan sıradan bir adamın romanı. Hayranı olduğu kadının sevgisini kazanmak için çabalayan, önündeki engelleri birer birer aşarken düşlerinden en büyük tokadı yiyen Civan’ın yolculuğu... Civan’ın Hayal İşletim Merkezi’nden habersizce yaşarken kurduğu hayaller bir gün apansız kapısını çalar. Sonrası ise gerçek bir macera... Hayallerle bezeli bu romanını okurken benzersiz bir âleme dalacaksınız.

Bu son derece seçkin çalışmada, McMahon, düşünce tarihinin iki bin yılına bakıyor ve çağdaş saplantının nasıl ortaya çıktığına ilişkin kanıtlar arıyor. Antik Yunan’ın trajik oyunlarından Rousseau’nun kışkırtıcı söylemine ve Thomas Jefferson’ın Bağımsızlık Bildirgesi’ne varana dek, McMahon, bu ele geçmez kavrama ilişkin Batı kavrayışlarının oluşumunu aydınlatan ve açıklayan zengin metinler hazinesini didik didik ediyor. Çalışmanın başından sonuna dek, McMahon, okurunu güçlü, anlaşılır bir düşünüşle yönlendiriyor; fikirlerini, hem eğlendirerek hem meydan okuyarak, zarafetle ortaya koyuyor.


YENİ ÇIKANLAR

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

19

Terzi

amatac Suçlular ve Daha Fazlas

Ölümsüzle tirme Kurulu

Gerçek Dünya Sanal Politika

A k m Kap mak, Sayfa 6 Yay nlar , 232 s.

Jonathan Safran Foer, Neil Gaiman, Nick Hornby, thaki Yay nlar , Çev: Sevinç Kay r, 208 s.

John Gray, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Nurettin Elhüseyni, 208 s.

Ercan Karaka , Destek Yay nlar , 184 s.

Yanından öylece geçip gittiğimiz, bazen acıdığımız, bazen ayıpladığımız, bazen komik ve eğlenceli bulurken bazen de kendimizi şanslı hissetmek için yargıladığımız, gerçekte empati kuramadığımız eşcinselliğe ve otizme dair cesur bir hikâye... “Bu kitabı okumayı bitirdikten sonra unutacaksınız beni, hayatınıza dönüp kaybolacaksınız, çünkü bizim gibiler sessizdir, kimseye anlatamazlar. Onlarsa kimse görmesin diye kuytuda hallederler işlerini. Sessiz çığlıklarımız sarar dünyayı ama kimse duymaz sessizliğimizi.Kişisel gelişim kitapları ile tanıdığımız Aşkım Kapışmak bu kez sürükleyici ve çarpıcı bir romanla çıkıyor karşımıza.”

Nick Hornby, Neil Gaiman ve Jonathan Safran Foer gibi her yaştan okuyucunun gönlünde taht kurmuş, kurmaca ustası yazarlardan 11 akla zarar öykü! Bu kitap son derece tehlikeli şeylerle dolu: Şamatacı suçlular, dost canlısı olmayan su kabarcıkları ve ne hissettiğinize bağlı olarak, belki de o kadar korkutucu olmayan başka şeyler; kayıp bir ülke, sahipsiz cep telefonları, gökyüzünden gelen yaratıklar, Peru’da kaybolan ebeveynler, Lars Farf adlı bir adam ve tam olarak bitmemiş başka bir hikâye...

Birincisi on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başları İngiltere’sinde bir sevgi nesnesinin ölümünü kabul etmeyen ve onlarla medyumların otomatik yazıları, ruh çağırma seansları gibi yollarla ilişki kurduklarına inanan bir grup aydının, insan yaşamının bedensel ölümden sonra da sürdüğüne tutkuyla bilimsel kanıtlar arayışı. İkincisiyse oluşum halindeki Sovyetler Birliği’nde bilimin pek de uzak olmayan bir gelecekte ölümü yenebileceğine inanan “Tanrı Yapıcılar” adlı Bolşevik seçkinler çevresinin çabaları. Kitap adını Lenin’in cesedini yoğun mumyalama yoluyla ebedileştirmeyi amaçlayan “Ölümsüzleştirme Kurulu”ndan alıyor.

Demokrasilerde iktidarlar her istediğini yapamaz. Evrensel hukuk kuralları, insan hakları ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler, demokrasinin temel ilkeleri ve Cumhuriyet’in temel nitelikleri, iktidarların ve meclislerin sınırlarını belirler. Bunları ve kuvvetler ayrımı ilkesini yok sayan bir rejimin adı demokrasi değil diktatörlüktür. Politik yaşamımızın bence de en büyük zaafı yalanı küçümsüyor olmasıdır. Yalanın küçümsendiği yerde; gerçek de küçümsenir... Doğru da küçümsenir. Doğruya, ‘gerçeğe’ yönelmemiş bir politik yaşam, ‘sanal’ bir politik yaşamdır.” Bu kitap yalandan ve sanaldan kurtulup, doğruyu ve gerçeğe yönelmiş bir yeni politika arayışıdır.

Delikanl

Cumhuriyet Kad n n n Ayd nl k Yüzü Necla Arat

K sa Film Senaryosu Yazmak

Mozart ve Deyyuslar (Ciltli)

Emrah Emir, Vesta Yay nlar , 496 s.

Tansu Bele, Kaynak Yay nlar , 240 s.

Patrick Nash, Kalkedon Yay nc l k, Çev: Bar Baysal, 290 s.

Çukurova’yı ve yeni nesil gençliği radikal gözle tahlil eden bir kalemden ruhunuza akacak olan, vicdanınızın farkına varmanızı sağlayacak bir eser. “Delikanlı” insanın inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar yapabileceğini bir kez daha gösteriyor... Roman, nesnel olarak Türkiye’nin 1980 darbesinden sonra üniversite öğrencilerini ne hale getirildiğini anlatıyor. Kitaptaki “Delikanlı” karakterimiz de idealleri olan bir gençtir ve idealleriyle sistemin dayattığı şartlar arasında kalmıştır. İşte roman delikanlının ikisi arasında yapması gereken tercihi yapamadığı için yaşadığı büyük bir trajediyi konu alıyor.

Anthony Burgess, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Asl Biçen, 176 s.

Yalın, saydam, tutarlı. İşte Necla Arat’ı tanımlayan en anlamlı üç sözcük. Yüreğine işlemiş yurt sevgisi öylesine belirgin ve bir Cumhuriyet Kadını olarak öylesine saydam ve tutarlı ki... En başından itibaren AKP iktidarına karşı çıktı. 14 Nisan’da Ankara-Tandoğan Meydanı’nda ilki yapılan Cumhuriyet Mitinglerinin kadın lideri oldu. Milyonlara; “Türkiye Cumhuriyeti sinsi bir değişim, gizli bir savaşım, bir yok ediliş süreci yaşıyor. Mustafa Kemal’in temellerini attığı kurumların hemen hepsi, küresel sermayenin eline geçmiş durumda. Artık bütün bu olumsuzluklara ‘dur!’ demenin zamanı gelmedi mi?” diye haykırdı.

Bu kitap, düzgün kurgulanmış bir kısa senaryo yazmanın ve onu filme dönüştürmeden önce içerdiği öyküyü geliştirmenin önemini anlamaları konusunda kısa film yapımcılarına yol göstermeyi amaçlamaktadır. Bir yazarın kısa film yazarak öğrenebileceği çok şey vardır. Acemi bir yazar, bu formatta yazarak eserinin yayımlanma şansını artırabilir. Çok az sayıda düzgün uzun metraj senaryosu yazılmaktadır. Hevesli yönetmenler de filmlerine başlamadan önce yazmayı ve öykülerini geliştirmeyi bu şekilde öğrenebilirler. Ne yazık ki, birçokları bu önemli aşamayı es geçerek nihai aşamada filmlerine zarar vermektedirler.

Müziğin bir süsten, bir oyuncaktan, boş hayatlarınızı süsleyen sesli bir duvar kâğıdından daha fazla bir şey olduğu bilmem hiç aklınıza geldi mi krallar, kraliçeler, asilzadeler? (...) Wolfgang Amadeus Mozart’ın iki yüzüncü ölüm yıldönümü olan 1991 yılında yayımlanan Mozart ve Deyyuslar, ünlü bestecinin kişiliğini ve eserlerini anlamak için yazılmış belki de en eğlenceli kitap; felsefi, teolojik, ironik göndermelerle dolu bir roman. Eleştirmenlere göre “40. Senfoni’yi edebiyata dönüştürmek için Stendhalvari bir çaba” olan kitapta Burgess’ın dehasına bir kez daha şapka çıkaracaksınız.


20

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

ÇOCUK - GENÇ

Yorgun yıldızların gittiği yer Bu öyle bir masal ki; içinde Kaygusuz Abdal’dan Neruda’ya, Küçük Prens’ten Moby Dick’e özledi iniz herkes var. Fakat onlar kitab n içinde bulmak size kalm İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Kaplu kaplu bağalar Kanatlanmış uçmağa Kaygusuz Abdal (kitaptan) Jim Carrey bir çocuk kitabı yazmaya hazırlanıyormuş, Roland adında bir deniz dalgasının öyküsünü anlatacakmış. Bu kitabı merak edenler ededursun, bizim kitaplığımızda çok güzel bir “dalgacık” hikayesi var zaten. Levent Turhan Gümüş, çok sevilen kitabı “Dalgacık ile Yakamozun Masalı”nın ardından, içinde bütün güzel insanları barındıran bir öykü daha yazmış: “Işıklı Kaplumbağa Adası”. Bu ada tam da şu an gözünüzde canlandırdığınız gibi. Kabuklarında ışıklar taşıyan kaplumbağalardan oluşan bir ada. Bu ışıklarsa, gökyüzünde ışıl ışılken yitip giden yıldızların ışıkları. Yine gökyüzündeymişçesine ışımaya devam eden yıldızlar. Kitap, ihtiyar bir dedenin, torunuyla yıldızları izlediği bir gece uzaktaki bir adayı göstererek torununa söz verdiği masalı anlatmaya koyulmasıyla başlıyor. Bu öyle bir masal ki; içinde Kaygusuz Abdal’dan Neruda’ya, Küçük Prens'ten Moby Dick'e özlediğiniz herkes var. Fakat onları kitabın içinde bulmak size kalmış. Masalın başını biraz fısıldaya-

yım: Uzayın derin sessizliğini Işığın Bende oyunuyla bozan üç küçük yıldızın en küçüğü Leta, bir gün bir yıldızın hızlıca kayıp gittiğini görür. Nereye gittiğini çok merak eder. Aslında meraktan çok korkudur bu. Çünkü bu koca boşluğa doğduğundan beri, karanlığın içinde kaybolup gitmekten çok korkar Leta. Bu yıldızların bu kadar hızlı nereye gittiğini sorar herkese. Fakat istediği cevabı alamaz bir türlü. Sadece, gökyüzünün en bilge yıldızlarından Kutup Yıldızı, her yıldızın bir gün yorulacağını ve işte o zaman Işıklı Kaplumbağa Adası’na doğru hızlı ve uzun bir yolculuğa çıkacağını söyler. Bu ada, kara ile

Mutlu Çocuklara Mutlu Masallar Bir varmış bir yokmuş, bir gün öyle bir masal kitabı çıkagelmiş ki, içinde Kardan Adam ile Kardan Kadın, Prensini Bekleyen Mürdüm Eriği, Yanlış Kuşu, Kibar Deve, Balıkçı ile Karısı ve daha neler neler renk bulmuş, ses bulmuş, hayat bulmuş. “Mutlu Çocuklara Mutlu Masallar” dünyanın dört bir yanında anlatılan farklı ve birbirinden renkli 24 masaldan oluşuyor. Bu harika masallar Nihan hem çocuklara, hem de her Ta tekin, zaman çocuk kalmayı başaran Mandolin büyüklere büyülü bir dünyanın Yay nlar , kapılarını açacak... 264 s.

denizin arasında bir yerdedir dediğine göre. Fakat uzayın derinliklerindeki Leta nereden bilsin ki karayı, denizi... Merakı daha da büyür. Kabus dolu bir gecenin ardından uyandığında karşısında sivri gagalı bir

martı belirir. Martima adındaki bu martı, sürüsünden ayrıldığını söyleyince küçük Leta onu uyarmak ister, çünkü büyüklerinden öğrendiğine göre, bir başına hareket etmek çok tehlikelidir. Hele ki bu kocaman, sonsuz ve karanlık kainatta. Martima da bu uyarı karşısında Leta'yı uyarmak ister: Büyüklerin de bilmediği şeyler vardır. Ve Martima başlar anlatmaya... Buradan sonrası sadece çocukları ilgilendiriyor. Küçük Prens'in ve Martı Jonathan Livingston'un hatrına okuyun “Işıklı Kaplumbağalar Adası”nı.

Hayaletlerin Dans Ejder Çetesi’nin gözü kara dört üyesi: Jan, Einstein, Marie ve Julia. Hepsi de macera peşinde. Steiningen Kasabası’nda gizemli olaylar oluyor. Kasaba sakinleri eskiden Cadılar Meydanı diye anılan yerde geceleri büyük bir ateş yakıldığını ve burada dans eden hayaletler gördüklerini iddia ediyorlar. Bu hayaletlerin izini sürmek Florian-Peter ve kasabadaki gizemi çözmek Freund, thaki de Ejder Çetesi’ne düşüyor. Yay nlar , Tabii bu o kadar da kolay bir Çev: Süheyla iş değil! Kaya, 232 s.

Işıklı Kaplumba ğa Adası, Levent Turhan Gümüş , Can Yayınları, 60 s.

Güne Kovalama Makinesi

Dünyanın bütün atıkları birleşirse... Gökyüzünü kara bulutlar ve pis bir koku kaplamıştı. Bu atıklar, rastgele çöpe atılmamak, türlerine göre toplanıp geri dönüşüme kazandırılmak istiyorlardı. İnsanların çevreye duyarsızlıklarından bıkmışlardı. Öyle bir makine icat etmiş mren Tübcil, lerdi ki... İnsanlar yaptıklaÇizmeli Kedi rından utanacaklardı. Peki, Yay nlar , ama bu işin sonu nereye va96 s. racaktı?


Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

21

İlhami Bekir Tez’i anımsamak “ lhami Bekir’in yeterince de erlendirilmemesi yaln zca kendisine ba l de ildir. Edebiyat m zdaki toplumcu-gerçekçi ak ma kar tak n lan olumsuz tav r, siyasal bask lar ve yönlendirmelerle bu ak ma ba l sanatç lar n unutturulmas ve susturulmas bu konuda en önemli etkendir” CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com İlhami Bekir Tez’in tam yetmiş üç yaşında yayımladığı son kitabı “Unuttum” adını taşır. Şair geç döneminin bu son eserinde 1906’da Trablusgarp’ta başlayıp daha sonra İstanbul’da süren yaşamının 1978 yılına kadarki bölümünden dokunaklı çizgiler sunduğu gibi içinde bulunduğu toplumsal hayatla ilgili çarpıcı sahneler de aktarır. Onun “unuttum” dedikleri aslında hiç unutmadıklarıdır. “Ey doğduğum, büyüdüğüm dünya Kaybolmayan ve bitmeyen rüya Ey on beş, on altı, on yedi yaşlarım! Bulutu, martıyı, yelkeni unuttum. Masal dinler gibi seyrediyorum, Bir uzak gölde, bir yakın derede, Saçları sakallarına karışmış Amcalar dayılar nerede? Unuttum.” İlhami Bekir baba tarafından Trablusgarplı, anne tarafından ise İstanbulludur. İstanbul’dan Trablusgarp’a sürülmüş bir ailenin kızlarını orada evlendirmeleri, İlhami Bekir’in hayatına da geniş bir coğrafya alanı açmıştır. Ne var ki annesini anımsayamayacak kadar küçük yaşta yitirir ve dayısı tarafından 1911’de baba ocağından alınıp İstanbul’a getirilir. Subay olan dayı, kız kardeşinden armağan kalan yeğenin eğitimiyle de yakından ilgilenir. İlhami önce mahalle mektebine verilir, daha sonra özel bir okula yerleştirilir. Fakat dayının Çanakkale’de şehit olmasıyla İlhami Bekir’in özel okul süreci noktalandığı gibi yaşamı da bambaşka bir yörüngede akmaya başlayacaktır. Önce içinde yaşadığı on üç on dört kişilik akrabalardan oluşan geniş aile dağılır. Der ki: 1916 yılında bu on üç on dört kişilik aileden yalnızca iki kişi kaldı hayatta: Ben ve Hayriye. O da şimdi öldü mü kaldı mı, varlığı hakkında hiçbir bilgim yok.” (İlhami Bekir’den Mektup Var) Böylece onun yolu da o dönemim binlerce savaş yoksulu ve yetimi çocuğu gibi Darüleytam (Yetimler Yurdu)la kesişir. Darüleytamda henüz on yaşında iken şiir yazmaktadır. Daha sonra Darülmuallimin kapısını çalar. Darülmuallimdeki hocaları arasında Tevfik Fikret, Satı Bey, Ruşen Eşref, Ali Canip Yöntem vardır. Sabahattin Ali, İlhami Bekir’den iki alt sınıftadır. Okul mecmuasını çıkardığını ve okulun yıldız öğrencilerinden olduğunu Refik Durbaş’a

vediği söyleşiden öğreniyoruz. Edebiyatımızın seçkin isimleriyle daha okul yıllarında tanışmış olması, onlarla aynı ortamda bulunması, onlardan dersler almış olması İlhami Bekir’in edebiyat hayatında büyük bir öneme sahiptir, onun için değeri ölçülmez bir avantajdır. Şairin Refik Durbaş’a verdiği söyleşide sanat yönelimine ışık tutan ilk tesirlerle ilgili bilgiler de yer almaktadır: “Trablusgarp’ta doğmuşum. İki büyük tesir içindeyim. Biri o zaman dört yaşındayken Trablusgarp üzerine İtalyan bombaları yağarken annemin ölmesi. İkincisi, Mustafa Kemal’i sevmemin ilk nedeni, benim doğduğum o memleketi kurtarmak için gelmiş olmasıdır.” Çocukluğu İtalyan bombalarının tahrip ettiği sokaklarda geçen şairin ilk gençlik yılları da Balkan ve I.Dünya Savaşı’na denk düşmektedir. “Balkan Savaşı’nda o ne göçtü göç! Söylenen dinlenen şarkı hep öç. Göçmenler ki sarı, sıska, açtılar. Sokaklarda el açtılar. Unuttum. ‘Bu dağ da ulu dağ ama o dağ değil. Bu da yeşil bağ ama o bağ değil. Nideyim ah anam babam sağ değil.’ Tapınaklarda yatırıldık. Unuttum. Sonra büyük savaş, Seferberlik. Kaldırımlarda sürdürülen beraberlik. Aç doğduk, aç süründük, geberdik. Kimim öldü, kimilerim kaldı unuttum.” İlhami Bekir’in ilk şiiri 1924 yılında Milli Mecmua’da yayımlanmıştır. Daha sonra şiirleriyle göründüğü dergiler arasında Servet-i Fünun, Meşale, Resimli Ay, Varlık, Yeni Adam, Yeni Türk dergileri bulunmaktadır. İlk kitabı “Çocuk Şiirleri”dir. İkincisini ise Nazım Hikmet’le birlikte hazırlıyorlar: “Mavi Kitap”. Bu kitap da çocuklarla ilgilidir. “Sosyal anlamlı ilk kitabım” diye sözünü ettiği ve onun adının edebiyat dünyasında duyulmasını sağlayan ilk eseri ise 1929 yılında yayımlanan “24 Saat”tir. Bu kitaptaki şiirler önce roman gibi tefrika edilmiş, daha sonra kitap olarak yayımlanmıştır. “24 Saat” ilk olarak Halit Ziya Uşaklıgil’in ilgisini çekmiştir ve Halit Fahri Ozansoy’a İlhami Bekir’den söz etmesine neden olmuştur: “Bu genç geleceğin güçlü bir şairi olacağa benziyor.” Peyami Safa eleştirenler arasındadır. Hüseyin Cahit de alaysı bir yazı yazar. Abdullah Cevdet de eser üzerine yazı ya-

zanlardandır. Fakat en büyük ilgi Nazım Hikmet tarafından gösterilir. Nazım Hikmet “24 Saat”i “yeni şiirin yetkin bir örneği” olarak değerlendirir. İlhami Bekir’in ilk denebilecek eseriyle bu denli tartışma konusu olması aslında her şaire nasip olmayan bir durumdur. Bu tarihten sonraki üretimine baktığımızda iki, üç, dört yıllık aralarla kitap yayımladığını görüyoruz. Fakat 1945 ile 1959 arasında on dört, 1960 ile 1971 arasında da on bir yıllık iki büyük suskunluk dönemine rastlıyoruz. İlhami Bekir’in edebiyatımızda serbest vezni kullanan ilk şairler arsında adının geçmesi dışında yeterince etkili bir yer edinememiş olmasının bu suskunluk dönemleriyle ne derece ilgisi vardır, bilemiyorum. Ya da başka etmenler de var mıdır buna ek olarak? Eray Canberk’in yazdıklarını bu açıdan yeniden anımsamakta yarar olacağına inanıyorum: “İlhami Bekir’in yeterince değerlendirilmemesi yalnızca kendisine bağlı değildir. Edebiyatımızdaki toplumcu-gerçekçi akıma karşı takınılan olumsuz tavır, siyasal baskılar ve yönlendirmelerle bu akıma bağlı sanatçıların unutturulması ve susturulması bu konuda en önemli etkendir. Bu arada toplumcu-gerçekçi dünya görüşünü benimseyen ya da benimser görünen edebiyat adamlarının güncellikle yetinmeleri, toplumcu-gerçekçi edebiyatımızın oluşumunu yeterince bilmemeleri, kalıplaşmış yargıları paylaşma rahatlığı içinde olmalarını da etken olarak saymamız gerekir.” (Sanat El Kitapları, 25. sayı) İlhami Bekir’le ilgili internet dünyasındaki kısa biyografilerde “Sesini sözcüklerin gücünden alan coşkulu söyleyişle dikkat çekti” ibaresi yer almaktadır. İlhami Bekir’in anlatımı coşkulu mudur? Eğer kasdedilen destansı bir coşkuysa bu onda yoktur. Onun anlatımının hiç kesintiye uğramadan aktığını söyleyebiliriz. Fakat bu akış çağlayansı

bir akış değildir. Sükûnetini kuşanmış, kendi sadeliği içinde nereye ulaşacağını bilen bir akıştır. Büyük kavramların bağıran sesi yoktur onun şiirinde. Kendi mecrasında, kendi gücünün farkında bir hasbıhal edasındadır söyleyişi. Betimlemelere sıkça başvurması bu hasbıhal edasına ayrı bir tat ve gerçeklik duygusu kazandırmaktadır. İlhami Bekir hürriyetten, adaletten, açlıktan, yoksulluktan ve eşitlikten de söz etmiştir. Fakat o en fazla kadını ve aşkı yazmıştır. Kendisini de zaten aşk şairi olarak tanımlamaktadır: “Vâlâ Nurettin 1931’de Akşam’da bir yazı yazdı. Dedi ki: ‘İlhami Bekir zorla Nazım’ın etkisi altına girmek istiyor, onun gibi yazmaya çalışıyor. Yani kavga şiirleri yazmak istiyor. Bana sorarsanız İlhami Bekir bir aşk şairidir. O, Nazım gibi şiirler yazsa da aynen aşk şiirleri yazar gibi yazıyor, yani mehtaba gazel söyler gibi bir edayla yazıyor.’ Vâlâ’nın bu gözlemi doğrudur. Ben bir aşk şairiyim.” ( İlhami Bekir’den Mektup Var) İlhami Bekir’in şairliği yanında romancılığı üzerinde de durmak gerekir. “Taşlı Tarladaki Ev” romanında 1940’lı yılların İstanbul’unu ayrıntılarıyla anlatır. İstanbul’un politik hayatından kesitler sunar. İlhami Bekir 1955’ten itibaren otellerde kalmaya başlamıştır. Uzun süre Kadıköy Postanesinin arkasındaki Elif Otel’de kalmıştır. Çoğunluğu edebiyatçı olan dostlarını otelin kahvesinde karşılamış, bu kahve giderek bir sanat-edebiyat mekânı haline gelmiştir. Sanat El Kitapları adını verdiği yayın serisini bu kahveden sürdürmüştür. 1980’de Elif Otel’in yıkılmasından sonra Haydarpaşa yolu üzerindeki Marmara Otel’e taşınmış, daha sonra dostları tarafından Bağcılar Huzurevi’ne yerleştirilmiştir. 29 Mart 1984 yılında, 78 yaşında bu huzurevinde hayata veda ediyor. Cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırılıyor. “İstemem toprağa gömüldüğümü Yakın beni ve savurun külümü Baharda badem ağaçlarının üstüne Ben yine döneceğim yeryüzüne” Hüseyin Haydar, şairin “Unuttum” adlı uzun şiirinden seçtiği işte bu dörtlüğü okuyor mezarı başında.


22

Aydınlık KİTAP

12 N SAN 2013 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

“Jonathan her gün saat tastamam dokuzda görevine başlarken clochard ancak onda ya da on birde çıkar gelir, Jonathan dimdik dururken o tembel tembel bir mukavva kutu parçasına yan gelip tütününü içer; Jonathan saatlerdir, günlerdir, yıllardır canını ortaya koyarak bir bankayı bekler, bu işle de bin bir güçlük çekerek ekmek parasını kazanırken o herif, parayı kasketine atıveren insan kardeşlerinin merhametine ve yardımına güvenmekten başka hiçbir şey yapmazdı....”

2

3

a) Thomas Mann - Venedik’te Ölüm b) Patrick Süskind - Güvercin c) John Fowles - Büyücü d) Gabriel Garcia Marquez - Kırmızı Pazartesi e) Hanif Kureishi - Varoşların Buda’sı

a) Salah Birsel b) Orhan Seyfi Orhon c) Ataol Behramoğlu d) Turgut Uyar e) Küçük İskender

a) Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken b) Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü c) Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz d) Bilge Karasu - Kısmet Büfesi e) Tuncer Cücenoğlu - Kadın Sığınağı

“Acaba ağaçtan, ottan ya da uçamayan böceklerden falan bir yerden sevmeye başlamış mıydım? Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde.”

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(b) 2-(d) 3-(a)

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar şu aranıp duran korkak ellerimi tut bu evleri atla bu evleri de bunları da göğe bakalım

BULMACA bu 5. Berkelyum’un simgesi - Kral kar›s› veya krall›€› yöneten kad›n, ece - Sunma 6. Gaye, maksat, amaç - Belli, aç›k - Olan, olmufl 7. ‹ncelenmek için ileri sürülen fley, öneri - Eski Türkler'de kullan›lan bir unvan - Notada duraklama iflareti 8. Argoda “esrar” - ‹lkel bir silah Bir Ortado€u tanr›s› 9. Difli - Müzik temposuna uyularak

yap›lan düzenli vücut hareketleri 10. Evcil bir geyik türü - Belli bir anlam› olan iz, iflaret - Sa€a do€ru e€ik bas›m harfi 11. Aktinyum'un simgesi - “Louis ...” (Frans›z flair ve yazar) - Küçük ma€ara - K›l, tüy 12. Eskiden, nesirde yap›lan kafiye - Tantal’›n simgesi - ‹smin sadece bafl harflerini yazarak at›lan k›sa imza 13. Verme, ödeme - Yüzy›l (k›sa) Germanyum’un simgesi - Ailesinin ge-

çimini sa€layan 14. Genifllik - Eski bina veya flehir y›k›nt›s› - ‹zmir'in bir ilçesi 15. ( … … ATLASI )Resimdeki yazar›n bir eseri - Kripton'un simgesi Yukar›dan afla€›ya 1. Afl›r› dereceye varan al›flkanl›klar - Yaln›zca ahlak üzerine kurulu yönetim biçimi 2. Komedilerde flen flakrak, i€neleyici tav›rl› hizmetçi rolü - “... Ayhan” (flair) - Evropiyum’un simgesi 3. Suyun veya topra€›n önüne çekilen kal›n duvar - Bir tür tatl› çörek - fiöhret - Tür, çeflit 4. Stanislaw Lem'in bir eseri - Genetik olarak birbirinin ayn› olan canl›lar - ‹liflkin 5. Kemer, bele ba€lanan kuflak - Büyülü içecek - Ceylan 6. Toparlak kemik ucu - Cennet ile cehennem aras›nda bulundu€una inan›lan yer- Resimdeki yazar›n bir eseri - Beyaz 7. “O€uz ...” (yazar) - Art›k, bundan böyle 8. S›k gözlü bir bal›k a€› türü - Lan-

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Soldan sa€a 1. Resimdeki yazar 2. Fiil, eylem - Padiflah ya da vezir kavuklar›nda bulunan tül ya da püskül biçimindeki sorguç - Bir say› 3. Sanat› temel de€er sayan kimse - Bir yüzölçümü birimi - Bir fikri savunmak veya desteklemek amac›yla yaz›lan gazete veya dergi yaz›s› 4. Lütesyum'un simgesi - Hz.Muhammed'i övmek amac›yla yaz›lan kaside - Bir dilek flart eki - Bir kan gru-

tan’›n simgesi - Özel gezinti gemisi 9. Bir binek hayvan› - Mezar, kabir - Neptünyum’un simgesi - Baryum'un simgesi 10. Da€›n veya tepenin herhangi bir yan› - K›laptan ipekle ifllenmifl, kal›n ve iri desenli bir tür kumafl Bedevi Araplar’›n bafll›€› olan kefiyeyi tutturmakta kullan›lan dü€ümlü kordon 11. K›rsal kesimde büyük topraklar› olan, güçlü, sözü geçen, varl›kl› kimse - Daha iyi, ye€ - Dikiflte kullan›lan pamuk ipli€i 12. Difli deve - Pers saraylar›n›n taht salonlar›na verilen ad - Tümör 13. Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Parlak, saydam k›rm›z› renkte de€erli bir tafl - Kara tafl›tlar›nda yolu ayd›nlatan çok ›fl›kl› fener 14. bir kiflili€i canland›ran oyuncunun söylemesi ve yapmas› gereken hareketlerin genel ad› - Akci€er Yar›, yar›m - Bafllang›çta yer alan 15. Hastal›k an›nda gelen titreme - Resimdeki yazar›n bir eseri




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.