. KITA P
Geçen hafta 62.657 okura ulaştık
Aydınlık
10 Mayıs 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 63
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Edebiyatımızın geleceğine uzanan
,
Akiller ve İrşat Encümeni’ne karşı Mehmet Akif Seyyit Nezir yazdı
Nezihe Meriç 30. Sanat yılında Tuğrul Keskin Şenol Çarık görüştü
Ölümünün 59. yılında Sait Faik Cafer Yıldırım yazdı
Bir mübadele romanı Halit Payza yazdı
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
3
İÇİNDEKİLER Padişah olmak aslında böyle bir şey!
s. 4
Algı yetmez, düşünceyle müzik
s. 5
Karanlığa ve akıl dışılığa karşı bir arada olmalıyız
Öyküler yaşamak
s. 6-7
Mehmet Âkif’in ömrü yurt aşkıyla mühürlüdür
s. 8-9
R. L. Stevenson’dan öyküler
s. 10
Adı ‘Kapital’le anılmak güzel şey
s. 11
Edebiyatımızın geleceğine uzanan Nezihe Meriç
s. 12-13
Yuvarlacık kadın ve yuvarlacık erkekleri geçince…
Nezihe Meriç’in “Bozbulanık” başlıklı ilk öyküsünün üzerinden 60 yıl geçmiş. Geçtiğimiz günlerde Meriç’in öyküleri tekrar okurla buluştu. Edebiyatımızda kadın yazarların yeri ayrıdır. Kadın yazarlar bir arada anılırlar sıklıkla. Çoğu kez yazınımıza katkıları değil de kadın oluşları öne çıkarılır. Elbette Nezihe Meriç de en önemli kadın yazarlarımızdandır. Nedir onu asıl önemli kılan? Nezihe Meriç kadın yazar klişesinden öte öykü türüne çok ciddi katkı sunmuştur. Yazarlığı boyunca Türk öykücülüğünü nasıl daha ileri taşımalı sorusunun yanıtını aramıştır. Öykü türüne kuramsal olarak kafa yormuş, dil ve anlatım açısından nasıl yapmalı diye düşünmüştür. Ve sonunda geriye pürüzsüz bir dil, biçim olarak da Türk öyküsünde hala aşılamamış eserler bırakmıştır. Yazılarıyla dergimize katkı sunan Seza Özdemir arkadaşımız şöyle tarif ediyor bu dilin tadını: “Nezihe Meriç ve Tomris Uyar benim için eşsiz iki öykücüdür. Ama Tomris Uyar’ın öykülerini okuduğumda ağzımda katır kutur eden bir şeyler kalır. Okuduklarım üzerine düşünerek bu kalıntıları öğütmem gerekir. Nezihe Meriç’te ise her şey kusursuzdur. İzlerin peşinden gider gibi okurum öykülerini.” Meriç, kendi yazım deneyimi için “Öyküler yazmıyorum, öyküler yaşıyorum” der. Belki de böyle olduğu için hayatımızdaki kesitleri anlatan usta yazardır o. Kapak dosyamızı beğeniyle okuyacağınızı umuyoruz.
s. 14
Ölecekmiş gibi koşan adam
s. 15
Maziye bir bakıver
s. 16
Kitapların orta yeri sinema
s. 17
*** “Sait Faik, öykülerinde olduğu gibi şiirlerinde de insan sevgisiyle dopdoludur. Hayatın sıradanlığının kırılması, yoksulluğun insan ruhunda açtığı yaraların sarılması, yücenin basitin kıskacından kurtulması, insanın insana yaraşır bir yaşam standardına kavuşabilmesinde sanatın gücüne inanır o.” Cafer Yıldırım’ın yazısı sayfa 21’de. Ölümünün elli dokuzuncu yılında Sait Faik Abasıyanık’ı bir kez daha anıyoruz.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
Yeni çıkanlar
s. 18-19
Çocuk-Genç : Tehlikando yaklaşıyonto
s. 20
Sait Faik Abasıyanık’ın şiiri
s. 21
Bulmaca
s. 22
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı damla@aydinlikgazete.com Editör Pınar Akkoç pinar@aydinlikgazete.com Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı Genel Yayın Yönetmeni Mustafa İlker Yücel Sorumlu Müdür Mehmet Bozkurt Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
AYDINLIK KİTAP
Reklam Servisi Genel Müdür Yardımcısı Saynur Okuroğlu saynur@aydinlik.com.tr Reklam Müdürü Kamile Karakadılar kamile@aydinlik.com.tr kitap@aydinlikgazete.com
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
10 MAYIS 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Padişah olmak aslında böyle bir şey! Bo ulmaktan korkarak akl n yitirmi bir sultan n birden fazla cariye ve gözdesiyle zevk, sefa ve alt n h rs n n trajikomik hikayesi MELİS YALÇIN vmelisyalcin@gmail.com Osmanlı tarihi bize nasıl yansıtılıyor? Doğru yansıtılmadığı yönünde birçok fikir var. Bazıları “gençlerin köklerinden koparılmak istendiğini”, bu yüzden Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan”, Vahdettin’e “Hain Sultan” denildiğini, Sultan İbrahim’e de “Deli” damgası vurulduğunu söylüyor. Öyle sanıyoruz ki, bunları söyleyenler kardeş katlinden, şehzadelerin “kafes” adı verilen zindanlara kapatılmasından, sebepsiz yere kesilen kellelerden, boğdurulan insanlardan ve halk açlıktan kırılırken sarayda yapılan eğlencelerden haberdardır. Osmanlı tarihinin bize doğru yansıtılmadığı bir gerçektir. Tarih dersinde öğrendiklerimiz birkaç savaş adı ve tarih ezberlemekten ibaret kalmıştır. Televizyon dizilerinden ve “çok tutulan” tarihi romanlardan öğrenebileceklerimiz ise harem entrikalarıyla kısıtlıdır. Tarih bilinci olmayan, bu yüzden de elindekinin kıymetini bilmeyen, geçmişe özlem duyarak yaşayan bir toplum yaratılmıştır. Bunun sistemli bir müdahale olduğu söylemekte sakınca yoktur.
UNUTULMU B R YAZAR
Bursa Devlet Tiyatrosu’nun sahneledi i Turan Oflazo lu’nun “Deli brahim” adl oyunundan -Cinci Hoca- sahnesi
bi ve Nasuh PaşaoğAsıl adı Mehmet Samih Fethi lu “Cinci Hoca”ya olan yazarın Mehmet Turhan Tan kaynaklık eden taimzasıyla kırka yakın kitabı var. rihçilerden bazıları. Yaşadığı dönemde sahip olduğu “Cinci Hoca” ünü tarihi romanlarla kazanan yaOsmanlı İmparatorzar, ne yazık ki günümüzde pek de luğu’nun kan kaybilinmiyor. Bunun nedeni yazdıkbetmeye başladığı larının çoğunun gazete tefrikaladönemi ve sarayda rında kalması. Birkaç yıl önce dönen entrikaları Tan’ın eserlerinden telif hakkının anlatır. Roman, Deli kalkmasıyla bazı romanları sadeİbrahim’in kardeşi leştirilerek yayımlandı. Ancak bu saSultan Murat’ın deleştirmelerin, yazarın dili bozula- Cinci Hoca, M. Turhan Tan, ölüm haberini alması rak yapıldığını ve romanın gerçekçiKapı Yayınları, 355 s. ve “zorla” tahta çıkaliğini zedelediğini belirtelim. “Cinci rılması ile başlar. TahHoca”yı yayımlayan Kapı Yayınları, Tan’ın öz- tına alışmaya başlayan yeni padişahın ilk buygün dilini korumuş. ruğu üzerine harem kurulur. Haremdeki 1896’da Sivas’ta doğan Mehmet Turodalıklarla yetinmeyen ve tabiatın ona çizdihan Tan’ı “çok tutulan” tarihi roman yazarği zevk haddini son kerteye kadar ölçmek islarından ayıran en önemli özellik, romanlateyen Deli İbrahim bir gün içinde 24 kere evrında ünlü tarihçilerin gözlemlerine yer verlenir ve sonunda yorgunluktan baygın düşer. mesi. Tan, aynı zamanda o dönemde yazılan şiirlere de yer veriyor kitaplarında ki bu yaz- Saraylılar onu ayıltmak için keskin nefesli bir dıklarına mutlak bir gerçekçilik katıyor. Meh- hoca aramaya koyulur. Üfürükçü aramaya yolmet Turhan Tan “Cinci Hoca” romanı için lananlardan biri olan Hamal Hacı Mehmet de sağlam kaynaklardan yararlanmış. Ham- de, şans eseri Cinci Hoca namında bir dümer*, Ahmet Refik, Nâimâ**, Evliya Çele zenbaza rastlar.
ASKERLER N SYAN GELENE Bu rastlantı Cinci Hoca için danişmentlikten kazaskerliğe uzanan yolun başlangıcıdır. Padişahın delice isteklerine boyun eğerek ve bu isteklerin gerçekleşmesini sağlayarak yerini sağlamlaştıran Cinci, bir yandan da hazinesini düzmeye başlamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın, Kösem Sultan’ın da desteğiyle, başlattığı isyan sonucu Deli İbrahim’in yerine yedi yaşındaki şehzade Mehmet’in geçmesiyle Cinci Hoca’nın “saltanat”ı da biter. Kitapta, çokça merak edilen harem yaşantısına dair güçlü tasvirler ve karakterler mevcut. Bu karakterlerden belki de en sıra dışı olanı Şivekâr. Şivekâr, Cinci Hoca’nın padişaha cinler hükümdarı Ezreka Banu diye yutturduğu, Dudu adında, dev anası gibi bir Ermeni kızı. Dudu kusursuz bir Ezreka Banu rolüyle padişahı kendine kul köle yapmıştır. Deli İbrahim’in bir an yanından ayrılmadığı dev anası hem hasekilerin hem de Kösem Sultan’ın nefretine hedef olur. Bir gün öfkesine hâkim olamayan Valide Sultan bir bahaneyle Şivekâr’ı odasına çağırır ve yağlı kementle boğdurur. Padişah, cin hükümdarının “kalıbını bırakıp kaçtığını” öğrenince kederlense
de onu başka bir kılıkta beklemeye koyulur. Sadece Harem üzerinden anlatılan 8 yıllık bir saltanatın halka maliyetini sezdiren roman, sadece birkaç padişahın, sadece cımbızla çekilmiş birkaç fethinden ibaret olmayan, çok daha farklı okunup, anlaşılması gereken Osmanlı’nın tarihinden olağanüstü ilginç bir kesit anlatıyor. *Joseph von Hammer-Purgstall (1774, Graz – 1856, Viyana), Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı. 1799 yılında ilk kez İstanbul’a geldi. Bu dönemde Doğu Tarihi ve edebiyatıyla ilgilenmiş, Doğu Akdeniz’de Fransız’lar aleyhine İngilizlerin açtığı seferlere katılmıştır. Mısır’a gidip Arapça öğrenmiş, 1807’de Avusturya’ya dönmüştür. Ülkesinde saray müşavirliği yapmış, imparatorluk akademisinde başkan seçilmiştir. 1835’te politikayı bırakıp kendine tamamen tarih çalışmalarına vermiştir. Osmanlı’da 1851’de kurulan Encümen-i Daniş’e seçilen bilim adamlarındandır. **Mustafa Nâimâ Efendi (1655, Halep - 1716, Patras), meşhur Osmanlı tarihçisi, ilk resmî Osmanlı vakanüvisi. Nâimâ; devlet görevinde, Anadolu başmuhasebeciliğine kadar yükseldi fakat haksızlığa karşı göz yummadığı ve devrin ileri gelenleri hakkında tenkit edici sözler söylediği için 1706 yılında Hanya’ya sürüldü. Nâimâ, defter eminliği görevi ile atandığı Mora’nın Patras kasabasında hastalanarak 1716 yılında altmış bir yaşında iken vefat etti ve burada bulunan tek caminin avlusuna gömüldü. Bir süre sonra, ne o cami kaldı ne de Nâimâ’nın mezarı.
Aydınlık KİTAP
5
Algı yetmez, düşünceyle müzik ve müzik insanının konu hakkındaki fikirleri ele alınıyor. Diğer yandan, öğeler arası bağÖzkan Manav ve Mehmet Nemutlu’nun lantının daha da belirginleştiği, bestecinin pebestecilik ve öğretmenlikten gelen dene- şine düştüğü kurguyu fark edebilmenin daha yimlerinin düşünce dünyalarıyla harman- da kolaylaştığı “biçim ve yapı” konusu hemen landığı, müziğin algılanması ve alımlanma- bu bölümün ardından irdeleniyor. Alımlamayla ilgili daha ayrıntılı örsına dair okuyucuya (ya da dinleyiciye) yol gösterebilecek bir kitap “Müzikte Alımlama”. nekler ise ikinci bölümde. Farklı çağlardan Her şeyden önce, bahsi geçen müziği “klasik ve üsluplardan, Bach, Beethoven, Debussy, müzik”, “çoksesli batı müziği” gibi adlarla ta- Schönberg, Usmanbaş gibi bestecilerden senıdığımızı belirtmekte fayda var. Yazarlar bu çilen yapıtların incelendiğini görüyoruz. müzik türüne “uluslararası sanat müziği” de- Müziğin salt kendi öğeleriyle alımlanması meyi tercih ediyor ve kitaplarında sadece bu hedeflendiğinden, herhangi bir söz-müzik müziğin üzerine eğiliyorlar. Uluslararası sa- ilişkisi içermeyen yapıtlara yer verilmiş. nat müziğini oluşturan öğeleri, onlarla ilk ile- Böylelikle örneklerden daha fazla verim tişime geçilen aşamanın daha ilerisinde, alındığı söylenebilir. Diğer yandan, sadece kendi nitelikleriyle kavramanın örneklerini müzik insanlarının değil, bu kültürün dışından gelen kişilerin de veriyorlar. Böylelikle müzikavrayabileceği türden, ği alımlamayı, onunla iletiyer yer çözümleme nitelişime geçen kişinin sadece ğindeki örnekleri inceleralgılarının değil, düşünceken kullanılan terimler, lerinin de devreye girdiği bir kavramlar, kitabın soaşama olarak açıklamış olunundaki küçük sözlükte yorlar. açıklanmış. Adı geçen yaPan Yayıncılık tarafınpıtların ses kayıtlarını içedan yayımlanan kitap iki ren bir disk de mevcut. bölümden oluşuyor. İlk böYazarların bu konudaki lümde müziği alımlamayla önerisi, kitaptaki görüşleilgili genel bir çerçeve çizilrin herhangi bir koşullanmiş. Özellikle “müziğin dilmaya yol açmaması için sel kurgusu” başlıklı kısıma ses kayıtlarının daha önce dikkat çekilebilir. Müzikle dinlenmesi ve üzerine dühaşır neşir olan kişinin onu şünülmesi yönünde. Aykendi dilsel yapısıyla daha Müzikte Alımlama, rıca, isteyen okuyucular etraflı düşünmesine yardımÖzkan Manav, alımlama örneklerinin nocı olabilecek zengin bir meMehmet Nemutlu, talarını kitabın son kısmıntin ile Adorno’dan Eco’ya, da bulup inceleyebilir. Pan Yayıncılık, 295 s. çok sayıda düşünce, bilim ONUR KARABİBER
6
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
TUĞRUL KESKİN’LE 30. SANAT YILI ÜZERİNE…
Karanlığa ve akıl dışılığa karşı bir arada olmalıyız Yeryüzünün hiçbir gücü, kendisine yöneltilmi bunca tehdide kar , böylesine sessiz kalamaz. Fakat ne yaz k ki yurdumuzdaki birtak m iir yaz c lar sessizler. Kendi kö elerinde sessizce beklemekteler. Neyi beklediklerini kendileri de bilmeden ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com Şair Tuğrul Keskin 30 yıllık sanat yaşamından süzülen şiirlerini ‘Soğuk Yara’ isimli bir yapıtta topladı. Keskin’le 60 şiirin yer aldığı bu seçkiyi ve 30 yıllık şiir serüveni üzerinden bazı dönemeçleri konuştuk. Sanatınızda 30. yılınız. Nasıl özetlersiniz bu 30 yılı? Acılar... Daha çok acıyla anlatılacak yıllar sanırım. Yetmişli yılların sonlarında şiir yazmaya başlamıştım. İlk şiirimden biri, Buca Cezaevi’ndeki bir isyanda gözlerimin önünde jandarma tarafından vurularak öldürülen Malatyalı bir güzel devrimci genç adam içindi: “Malatyalı’ya Ağıt”. O zamanlar kardeşlik ve devrim günlerindeydik. Heyecanımız yüksek olsa da, acılı yıllardı. Korkunun tırmandırıldığı bir kör dövüşü kuşatmıştı her yanı. Sonrasında benim gerçek anlamda şiirimi kurmaya çalıştığım yıllar, daha büyük acılar getirdi. 1980 faşizmi dalga dalga, yurdumun bütün aydınlık değerlerini yok ediyordu. Devrimciler, güzel insanlar tutuklanıyor, sorgulanıyor, asılıyor, öldürülüyordu. Zulüm yıllarındaydık yani. Bir kuşağın en ileri, en güzel unsurlarını yok etmek için devlet ne gerekiyorsa yapıyordu. Sanki o güzelim çocuklar bu yurdun öz çocukları değilmiş gibi davrandılar ve acı daha da derinleşti. O yıllardan bugünlere acı konusunda pek de bir değişiklik olmadı. Çünkü 80’lerin başında hazırlanan saldırı tablosu, ondan sonraki bütün zamanları etkiledi ve şu an içinde bulunduğumuz acı yıllarını hazırladı. Gördüğün gibi önüm arkam sağım solum acıdan ibaret yıllardan geçerken oluşmuş şiirlerle bitirdim 30. sanat yılımı. “Soğuk Yara” yanılmıyorsam 12. kitabınız. “Soğuk Yara”da 30 yıllık sanat yaşamınızdan süzülen 60 şiiri görüyoruz. Böyle bir seçimi yapmak sizin için zor olmadı mı? “Salihli Şiir İkindileri Antolojisi”ni de sayarsanız 12 kitap oluyor, bu 30 yıldan seçmelerle birlikte. Bir de Murat Mengirkaon tarafından yapılmış şarkılar albümü var, adı “Kımıltı”. Seçkiyi sevgili eşim Dr. Hatice Şimşek Keskin yaptı temel olarak. Ben de bazılarına müdahale ettim, çünkü bir şiiri diğerinden ayırmak kolay değil. Yukarıda
sözünü ettiğim zaman diliminden geçerken bazen sevinçli fakat genel olarak acıları ifade eden şiirler bunlar. İnsan bir zaman sonra acılarını seviyor sanırım. Geçmiş acılarına alışıyor. O acıyla yaşamak sıradanlaşıyor ve acı çizgileri arasında ayırım yapmak da zorlaşıyor. Pek çok önemsediğim şiir bu seçkide yok elbette. Seçki bir beğeniye göre düzenlenmiş şiirlerden oluşuyor şüphesiz. Onun için benim şiirimle yakından ilgilenenlerin bütün kitaplarıma bakmasını öneriyorum, çünkü bu seçki takdir edersiniz ki biraz “tadımlık” bir kitap. Bugün şiirimizin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Biraz karmaşık, biraz sıkıntılı, biraz geriye çekilmiş, biraz ürkmüş olarak görüyorum. Neden? Çünkü yeryüzünün hiçbir gücü, kendisine yöneltilmiş bunca tehdide karşı, böylesine sessiz kalamaz. Fakat ne yazık ki yurdumuzdaki birtakım şiir yazıcıları sessizler. Kendi köşelerinde sessizce beklemekteler. Neyi beklediklerini kendileri de bilmeden. Şiirleri “suya sabuna dokunmadan” yol alıyor kimi şiir yazıcılarının. Şiirin ruhunu unutmuş görünüyorlar. Şiirin mazlumdan yana asi sesini ve ruhunu unutmuş görünüyorlar. Yurdumuz günbegün karanlık uçurumlara itilirken sessizler, sağırlar, körler. Oysa Yunus’tan, Pir Sultan’dan, Dadaloğlu’ndan, Köroğlu’ndan, Serdari’den, Kaygusuz’dan, Muhtık şairlerin bile okumadığı deryi’den, Nazım’dan, giler salınıp duruyor ortalıkta. Ahmed Arif’ten, Buna son verilmeli ve şiir gerçek Enver Gökçe’den, mecrasına geri dönmelidir. O daha yüzlerce bügerçek mecraysa vicdandır. İnyük şairden öğsanlığın derin vicdanı. Yüzünü rendiklerimiz ve acıya ve akan kana dönmeyen bir şiiri var eden vicşiirin, varlığını sürdürebilme oladan, yaralanmış Soğuk Yara, Tuğrul Keski n, nağı yoktur. Şiir, yüzünü toprağın Everest Yayınla duruyor bu sesrı, 175 s. ve insanın acısına dönmelidir mutlaka sizlik karşısında. ve hızla. O zaman yurdumuzda ve geCoğrafyamızın dört bir yanından oluk oluk kan akıyor ve yurdumuz bu kan denizinin niş coğrafyamızda gerçekleşen bunca alkıyısında bir yerlere acıyla sürükleniyor, sü- çaklığı daha açıklıkla kavrayabiliriz. Sanatçılar Girişimi içerisinde de yer alırüklüyorlar. Buna karşı mutlak ve sonsuz bir yorsunuz. Türkiye’nin bugünkü durumudireniş içerisinde olması gereken şairler ve nu nasıl görüyorsunuz? şiir zavallı bir konumdadır. Yazılanları ar-
Tu rul Keskin
Bütün köprüler, bütün sular tutulmuş. Dağ başlarında ve fabrikalarda ve sularımızın içinde, limanlarımızda ve karayollarında, köprülerde, havada, karada denizde yani her yanda alçaklık durdurulamaz bir yükselişteyken, isyandan başka ne kalmış olabilir elimizde. Evet, isyandayız, isyanda olmalıyız her yerde. Sanatçılar Girişimi, bütün bu rahatsızlıkları söylemek için bir araya gelmiş güzel insanların isyan platformudur biraz da... Bunun için oradayım. Peki, ne istiyorsunuz? İnsanca, aydınlık, özgür, baskısız, sömürüsüz, AKP’siz yeni bir ülke istiyoruz öncelikle. Hayatın, hukukun, adalet ve vicdanın bu kadar ayaklar altında olduğu bir
Aydınlık KİTAP
zaman oldu mu? Bunca adaletsizliğin, adalet diye dayatıldığı bir zaman oldu mu? 12 Eylül’ün karanlık günlerine bu kadar benzeyen bir dönemi oldu mu bu ülkenin. Hiç anımsamıyorum. İşte bu karanlığa ve bunca akıl dışılığa karşı bir arada olmak istiyoruz. Sanatın hayatlarımızdan kovulmak istendiği günlerde bir arada olmak ve haklı olarak direnmek istiyoruz.
“KÖTÜLÜK KEM RD KÇE ÜLKEY , KALBEN ÖLÜYORUZ! İzmir Kitap Fuarı’nda Nihat Behram’la birlikte “İleri Demokrasi’de İleri Sansür” başlıklı bir etkinlikte bir araya geldiniz. Demokrasi yok mu sizce Türkiye’de? Sevgili Nihat Behram’la coşkulu bir söyleşinin içinde olduk evet. İktidarın “İleri Demokrasi” dediği, bütün ölçümlerde 2. sınıf demokrasi olarak tanımlanan bir “melez” demokrasi cinsi şu anki durum, elbette demokrasi yok. Şimdilerde yapmak istedikleri anayasa ile de laikliği anayasadan çıkarmanın peşindeler. Laiklik olmadan bir yurtta nasıl demokrasi olabilir. Yukarıda söyledim bu sansür meselesi ülkenin geleceğini kavuracak ama şimdilik uykudayız hep birlikte. Daha önceki bir yazımdan, birkaç örnek vermek istiyorum şimdi. Örneğin; Yunus Emre’mizin; “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri isteyene ver onları bana seni gerek seni...” dizelerini, şiirin bütününden çıkarıp öylece okutuyorlar. Buradaki korkularını anlamak çok kolay değil, acaba neden tahammül edemiyorlar Yunus Emre’ye. Çünkü Yunus’un “köşkleri, hurileri başkasına ver” öğüdünün kendilerine dokunacağını sanıyorlar herhal. Köşke, gemiye, yeşil dolarlara, hurilere öylesine dalmışlar ki bu dünyada, bir gün ellerinden gider diye ödleri kopuyor. Başka anlamı olabilir mi bu anlamsızlığın? Ya Kaygusuz Abdal’a ne demeli. Sonra Melih Cevdet Anday’ın: “Tanıdığım bir ağaç var Etlik bağlarına yakın Saadetin adını bile duymamış Tanrının işine bakın...” diye başlayan “Rahatı Kaçan Ağaç” adlı şiirindeki Tanrının işine bakın, birdenbire Allahın işine bakın’a dönüşüyor... (Şimdi siz içinizden ne fark eder ha Tanrı ha Allah diyorsunuz de-
7
ğil mi? Öyle değil işte, bu derin Arap sevgisi ve Anadolu Türk’üne mesafeden kaynaklanan bir durumdur. Çünkü, “Tanrı”yı eski Türkler’in tapındığı “Tengri”si sanıyorlar ama “Allah”ın da Eski Araplar’ın “El İlah”ı olduğunu, bilmiyormuş gibi yapıyorlar). Ya Edip Cansever’in “Masa da masaymış ha” şiiri. “Bir bira içmek istiyordu kaç gündür masaya biranın dökülüşünü koydu...” dizesindeki bira, uçup gidiyor birden, yerine gelen üç nokta... Bu örneklerin sayısı öyle çok ki, ben birkaçını yazdım yalnızca. Demokrasi anlayışını ve özgürlükleri keyfileştirirseniz geride ortak yaşanabilecek bir ülke kalmıyor ne yazık ki ve bundan memnun olmaksa olanaklı değil elbette. Şiirlerinizde isyan ve umudu birlikte görüyoruz. Zaman zaman işgal altındaki topraklara yolladığınızı görüyoruz; “Kandahar”, “Soğuk Yara”daki “uykuları bölü duruyor bağdat’ta akan kan...” gibi. Ve “Kalk” şiirinde de bir başkaldırı var; Silivri duvarının önünde de haykırıyordunuz dizelerinizi... İtirazınız neye? İtirazım her şeye, her kötülüğe. Yukarıda da söyledim. Kötülük kemirdikçe ülkeyi ölüyoruz kalben. Ve şu an en derinlerdeki kötülük ve pas ülkeyi kemirmekte... Elbette buna en yüksek sesimle itiraz ediyorum. Onlarca yıllık mücadelelerle kazanılmış aydınlık mevzilerin terkedilmesine itiraz ediyorum. Yurdumuza yönelmiş her tür saldırıya itiraz ediyorum. Şiirim, ruhum ve öğrendiğim ne varsa işte onunla itiraz ediyorum.
“ NSAN, R N DI INDA KALIRSA Ü ÜR” Özellikle gençlikte, politikaya ilgili olanların büyük bölümü de dahil, şiiri küçümseme ve “lise yıllarında kaldı işte” gibi söylemler çok yoğun görülüyor. Edebiyatsız ve şiirsiz olur mu? Şiiri bilenler bilir ki insan, “şiirin dışında kalırsa üşür...”. Hayatı anlamanın ve anlamlandırabilmenin biricik yoludur şiir. Estetize edilmiş hayat, incelikli yaşamlar getirir. Aydınlığı çoğaltır, karanlığı yok eder. Karanlığa karşı savaşan insanın şiiri olmazsa ya n’apar o insan. Elinden feneri alınmış maden işçisi gibi olmaz mı? Tek başına ve bütün kötülükler ve kabalıklar karşısında çırılçıplak. Demek ki şiirsiz olunmazmış bak...
8
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
ARAKABLO
Mehmet Âkif’in ömrü yurt aşkıyla mühürlüdür Millî air, Konya’da isyan bast rmak gere ini öyle aç kl yordu: “Türkleri yok etmek için ba layan hareketler aleyhine yaz lan yaz lar ve eserleri bast rma ve da tma bir vatan, bir din borcudur.” SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com Sabahattin Selek, “Millî Mücadele” kitabında, 23 Nisan 1920’de BMM’nin daha kurulmadan ve emperyalist işgale karşı tutumunu belirlemeden yüz yüze kaldığı isyanları sayfalar boyunca sergiler. İşgalci emperyalistlerin işbirlikçisi Damat Ferit hükümetinin softa ulemayla kurduğu Heyet-i Nasiha’nın öğütleri ve Şeyhülislâm Dürrîzâde’nin Fetva-yi Şerife’si sonrasında 13 Nisan 1920’de şeriat isteyerek Düzce’de ayaklanan asiler, isyanı 14 Nisan’da Beypazarı, 19 Nisan’da Göynük, 20 Nisan’da Gerede, 21 Nisan’da Mucur, 22 Nisan’da Hendek, 23 Nisan’da Safranbolu’ya yaydılar. Asi mürtecilerin şiarları şöyleydi (Millî Mücadele [MM], 1970, s. 765): “Ahali ve padişah nerede, İslâm ve Müslüman orada. ... Padişah fermanı yoksa asker de yok! ... Biz Kemal’i değil padişahı isteriz.” İsyanların oluşumunu ise, hepsinin özelliklerini taşıyan Kula isyanında (27 Haziran 1920) gözlemek olanaklıdır. Selek’e göre olay şöyle gelişmiştir: Padişahçı, Hürriyet ve İtilaf Partili bozguncuların kışkırtıcı girişimlerine karşı alınacak önlemleri tartışmak üzere Kula Müdafaa-yi Hukuk Heyeti’yle kasabadaki kumandan ve subayların toplantı halinde bulundukları sırada, eşraf ve bir kısım halk, erlerin arasında propaganda başlatır: Yunan ordusu buraya padişahın izniyle gelmiştir. Günü gelince geri dönecektir. Padişah, yok yere kan dökülmemesini emretmiştir. Subaylar şimdi kasabada içki masası başında eğleniyor. Sizi boş yere düşmana kırdıracaklar. Canını seven kaçsın! Bir kısım askerin bozgunculardan hemen etkilenerek firarı, geride kalanlarınsa emir dinlemeyişi sonrasında, 28 Haziran sabahı, Yunan kuvvetleri kasabayı ele geçirir. İşin ilginç yanı şu ki, Kula Müdafaa-yi Hukuk Heyeti Başkanı Keleş Mehmet Ağa, isyanın elebaşlarındandır (MM, s. 818)... Pekiyi ama 90 yıl önceki bu olayları durduk yere niye andık? Günümüzle ne bağlantısı var? Hakçası, bu bağlantıyı biz kurmadık, Âkil Efendiler vesilesiyle geçenlerde kurulmuş bulduk...
ÂK LLER VE R AT ENCÜMEN Halkı bölünme anayasasına ikna için atanan Âkiller, 1920’de emperyalist propagandayı halka ulaştırma görevi üstlenen Heyet-i Nasiha’yı andırmasıyla tepkilere yol açınca, süper âkil bir açıklama geldi: [Padişahın propagandasını boşa çıkartmak ve mantar gibi biten isyanları durdurmak üzere] sözde 27 Nisan 1920’de –henüz hiçbir yerde belgesine ulaşamadığımız– Encümen-i İrşat adlı heyetin örnek alındığını görmekten aciz kimi alıklar, üstelik Meclisçe görevlendirilen bu encümenin üyesi olarak Mehmet Âkif’in Kurtuluş Savaşı’nda şehir şe-
hir dolaştığını da bilmezden geliyorlar... Der demez, millî şairin o günlerde Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki konuşmasıyla yobazlığın ve bölücü faaliyetlerin önünü almakta nasıl da etkili olduğunu anımsayıverdik. İstiklâl Marşı’nın şairi, o karanlık günlerde ülkeyi aydınlığa çıkarma mücadelesinde, padişahın içerde açtığı cephenin ilk siperlerinde, camilerde halka şunları söylüyor: “Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş tehlike var: Biri, onların kendi tâbiri vechiyle İslâm tehlikesi, diğeri Bolşevik tehlikesi!” (İslâmcı Bir Şairin Romanı [İBŞR], Emin Erişirgil, İş B. Y., 1986, s. 432)
SLÂM ÂLEM VE BOL EV KLER Encümen-i İrşad’ın varlığı bir yana, bozacının şahidi şıracı türünden uyduruk fotokopilerde kimi istersen buluyorsun da, Mehmet Âkif’in adına nedense hiçbirinde rastlamıyorsun. Oysa İstiklâl Marşı’nın son kıtasında, “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” diyen millî şair, emperyalizmin sığıntısı olma hakkı için mağdurluk oynayıp getirisine hamdolsun diye şükreden Hamdülmağdurlarla yolunu kökten ayırmıştı. Günümüz mandacılarının halâ yalanlarına maske olarak şairi kullanma yüzsüzlüğünü de ta o günlerde yanıtlamıştı:
Aydınlık KİTAP “Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları müspet hakikattir. Türkler istiklâlsiz yaşayamaz.” (İBŞR, s. 334) Mehmet Âkif, Nasrullah Camii’ndeki vaazında emperyalistlerin (ve elbette ABD’nin de) mazlum milletlere ettiğini hakkıyla açıklıyor: “Bugün İngilizler artık müstemlekelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hâkim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını, canlarını kimler hesabına döktüklerini anladılar. ... Bolşeviklik denilen hareket Avrupa’nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silahtır.” (İBŞR, s. 432) Millî şair, emperyalizm karşısında İslâm dünyasının durumunu değerlendirirken “Bolşevik tehlikesi”ne de açıklık kazandırıyor: “Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa, o da Garp medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksan olmasını temenniden ibarettir. ... Avrupa hükümetlerini titreten Bolşevik tehlikesi, bizler gözlerimizi açmak suretiyle, âlem-i İslâm hakkında tehlikeli değil, bilakis istifade olunacak bir fırsattır.” (İBŞR, s. 433) Peki Sovyet Devrimi, İslâm üzerinde hiç mi yıkıcı olmayacaktır? Yanıt şudur: “Bolşevikler Garp medeniyetini yıktıkları gün bizim esaslı hiçbir şeyimiz sarsılacak değildir.” (İBŞR, s. 434) Şair, Konya’da isyancıları yatıştırmak üzere bulunduğu sırada, “Türkleri yok etmek için başlayan hareketler aleyhine yazılan yazıları ve eserleri bastırma ve dağıtma bir vatan, bir din borcudur” deyince eşraftan işittiği şu sözü, çok ağırına gittiği için hiç unutmamıştı: “Biz Selçukîyiz. İstanbul hükümetinin yıkılmasından, Ankara’da bir yenisinin kurulmasından bize ne?” (İBŞR, s. 343)
“SARI INI DA SATAR SAKALINI DA...” Mehmet Âkif, kimi Müslümanlarca, “O ne ruhaniyet!” diye övülen nice hoca için sözü hiç dolandırmadan şöyle derdi: “Ruhaniyet mi? Ne cismaniyettir o, bilmezsin. Bir müşteri bulsun, sarığını da satar, sakalını da.” (İBŞR, s. 357) Dahası, Osmanlı’nın son döneminde çöküşün tüm değerlere yayılması yüzünden oluşan kokuşmanın Müslümanlar arası ilişkilere yansımasını dışa vurmaktan kendini alamaz: “Müslümanlık denilen rûh-i İlâhî arasak, / Müslümanız diyen insan yığınından ne uzak!” (Safahat [S], MEB Y., 1996, s. 213) Şair Eşref’i çok tutmamakla birlikte onun Abdülhamit’i anlatan şu dörtlüğünü dilinden düşürmezdi: Besmele gûş eyleyen şeytan gibi Korkuyorsun höt! dese bir ecnebî Padişahım öyle alçaksın ki sen İzzetinefsin Arap İzzet gibi. Koruma ordusuyla dolaşan Kızıl Sultan için dobra dobra söyledikleri, aslın-
da söze başlayınca endazeyi kaçıran bütün öfkeli zorbaları hırpalıyor: “Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek, / Otuz üç yıl bizi korkuttu şerî’at diyerek.” Şairin insancıl şefkati, Abdülhamit’in hışmından kurtulamayarak suçunun ne olduğunu bilmeden yıllarca zindanda yatırılanları unutmaz: “Yazık, günâhı nedir bilmeyen şu mahkûma!” (S, s. 59) Barışçı bir dünya özlemi içindeki şair, Abdülhamit’in halka zulmünü anlatırken onu ve kopyalarını tarih boyunca nasıl da dizelerle pataklayacağının işaretini veriyor: “Bütün dünya için bir damla kan çoktur! diyorlar, sen / Şu mâ’sum ümmetin seller akıttın hûni pâkinden” (S, s. 106) “Paranın dini yoktur” diyerek dini imanı para olanların ticaret denince memleketi pazarlamayı anladıklarını çok iyi bilen şair, bu tür satıcıları ta İstiklâl Marşı’nda uyarır: “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı”. Onun dindarlığı, parayla değil, ömrübütün vatan ve millet aşkıyla mühürlüdür.
‘TÜRK ERIYIZ, S LS LEM Z KAHRAMAN’ Onun bu söylediklerine bakıp da, Allah, İşçi Partisi’ne yandaş olanları isim isim saptayanların zulmünden Mehmet Âkif’i korusun! diyecekseniz boşuna kaygılanıyorsunuz. Çünkü şair, ismiyle cismiyle, özüyle sözüyle sanki yüz yıllık İP yandaşı... Yurtseverliğini, ulusalcılığını ta o günden duyurmuş: “Müslümanlar, sakın millî hareket aleyhinde olanların sözlerine kulak asmayınız. Çünkü onlar, halkımızı köle haline getirmek istiyorlar.” Hele şu dizesini okuyan Âkiller efendisi, şairi anında defterden silmezse, adını andığına bin pişman, her görüşte biraz daha çıldırır: “Türk eriyiz, silsilemiz kahraman!” (S, s. 570) Millî şair, yaşasaydı, Ulusal Kanal’da güne Nasrullah Vaazı’ndan daha esaslısıyla başlayıp zorbaların yüzüne haykırır, Aydınlık’ta şiirleriyle Safahat’ın yeni ciltlerini hazırlar, TGB’li gençleri “Asim” diyerek bağrına basar, Millî Merkez’de İP adına en ateşli eylemleri tasarlar, 19 Mayıs’a ritmi ayak seslerinden örülü bir marş yazardı. Mehmet Âkif, insandaki benlik duygusunun köreltici gücünü apaçık dile getirmişti: “Hepimiz kendimizin bağrı yanık âşıkıyız” (S, s. 516). İşte bu kör aşkla kendilerine tapanların her türlü hakikate şerbetli kişilik yapılarıyla başka heykelleri ucube olarak görüp yıktırmalarının ruhbilimsel açılımını da en güzel o dile getirmiştir: “Be-
şerin taptığı bir kendisinin heykelidir” (S, s. 515). Şair, bu kez dönüp kişi tapıncının tutsaklarını eleştirir: “Her canlı olan heykeli âdem mi sanırsın / İnsanlığı bir şekl-i mücessem mi sanırsın” (S, s. 535). Âkif’in adından başka hiçbir bilgisine aldırmayıp basmakalıp düşüncelerle adına yerli yersiz saklananları şair ne güzel tanımlıyor: “Ey devlet-i dünya ile fahr eyleyen ahmak / Kendin gibi dünyayı da sersem mi sanırsın // Bin türlü hakâyık ki var ondan haberin yok / Üç şeyle hocam kendini âlem mi sanırsın” (S, s. 535). Mehmet Âkif, kendisiyle böbürlenenleri, sadaka vermiş olmakla şişinip yoksulu aşağılayanları, bugünkü üstün durumundan ötürü başkasına tepeden bakanları hiç sevmezdi (S, s. 587): Tevâzu, fazîlet kemâl ehlinindir, Ki bîgânelik tavrı hâl ehlinindir! Yaşam ve yönetme ustalığının şaire göre ilk koşulu alçakgönüllü kişiliktir. Bu duygudan yoksun olanlar, benden sonra tufan anlayışıyla, bütün dünyayı kendileri için ateşe verebilecek tıynettedir.
SAVA MAKTAN GAYRISI YALAN Millî şairi en çok rahatsız eden ko-
10 MAYIS 2013 CUMA
9
nulardan biri, dostunu kötülerin kışkırtmasıyla arkadan hançerlemek, kendi kusurunu ve zulmünü gizlemek uğruna komşunun kusur ve zulmünden dem vurmaktır. Aralarından su sızmıyorken, Beşar Esat’ı emperyalistlerin iradesiyle karalamaya başlayıp düşman ilan ederek bir de sabah akşam intikam andı içenler için söyledikleri ise tam ibretliktir (S, s. 540): Tedâvîsi en müşkil, en güç maraz Garazdır, garazdır, garazdır, garaz! İçlerinde yarın korkusu olmayanların ansızın hesap verme kaygısına kapılıp bu kez korku gazlarıyla zorbalığı tam ele almaları da şairin eleştiri oklarına hedef olur: “Evet, sen böyle bir ferdâ-yı mahşer-hîzi ummazdın / Haberdar eyleyenler oldu; güldün. Pek de kurnazdın!” (s. 568) Âkif’teki adalet duygusunu bilmeyen ya da unutanlar, şu beyitten sonra cinnet getirmez de ne yapar: “Kudurmuştan beter bir hâle geldin, durmadın azdın! / Düşen ma’suma çıkmak gayr-i kabil bin çukur kazdın” (s. 568). Hamdülmağdur efelenerek konuşurken, Mehmet Âkif ona şöyle bir baktıktan sonra hiçbir sözün kâr etmeyeceğini şu dörtlüğüyle mimleyip defteri kapatmaz mıydı: “Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Târîhi tekerrür diye ta’rif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” (S, s. 499) Ardından ne mi yapardı? Memleketin hali karşısında vakt-i kerahet deyip selameti meyhanede bulur, ayranı millî içki diye küfre meze yapanlara inat, yaşama sevinciyle demlenirdi: “Sakî! Getir ol bâdeyi kim rûh-i revandır / Peygûle-nişînân-ı gama neş’e-resandır” [Sâki, gam köşesine çekilmişlerin gönlünü bâdeyle şenlendir (S, s. 531)]. İkinci kadehten sonra ise gözü TV’lerdeki yalan ve kin dolu haberlere ilişince içkisinden başka hiçbir dostu görmez olur, kurtuluşu meyhanede bulur: “Hem-dem olmaz âdeme peymâneye benzer / Yok cây-i selâmet hele meyhâneye benzer” (S, s. 532) Düşünün ki, çaresiz kaldığında küsüp inzivaya çekilen Mehmet Âkif’in bile çileden çıktığı bir ülkedesiniz... Kurtuluş ve yurt aşkına savaşmayıp da ne ibadet edeceksiniz!
10
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
BABİL BALIĞI
R. L. Stevenson’dan öyküler M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Bay Stevenson bir romancı olarak damgalanmamalıdır. Edebiyatın ara sokaklarında, sabit bir adresi olmadan gezinmektedir.” J. M. Barrie’nin R. L. Stevenson hakkında bir makalesinden (1888) Robert Louis Balfour Stevenson, 1850 ve 1894 tarihleri arasında yaşamış İskoç bir yazardır. 44 yıllık kısa ömrü içerisinde döneminin en meşhur edebi kişiliklerinden biriydi ve başka dillere en fazla tercüme edilmiş yazarlar arasındadır. Bu şöhretinde unutulmaz yapıtları “Dr. Jekyll ve Bay Hyde” (1886) ve “Define Adası”nın (1883) büyük etkisi olduğu muhakkaktır. Öte yandan aynı zamanda bir maceracı ve seyyah olması, yazdığı seyahat yazılarıyla da ilişkilendirildiğinde farklı bir değerdir. Yazar aynı zamanda besteleriyle de bilinir.
H ÇLE T RMEYE DA R Yaşadığı dönemin ünlü figürleri arasında olmasına karşın, I. Dünya Savaşı’nın ardından, modern edebiyatın yükselişe geçmesiyle birlikte, ötekileştirilmiş ve hor görülmüştür. Kademeli olarak İngiliz okullarında okutulan kitaplardan uzaklaştırılmış, nihayetinde 1973 tarihli Oxford İngiliz Edebiyatı Antolojisi’nde adından dahi bahsedilmemiştir. 20.yy.ın sonlarına kadar sürdürülen ve nedeni de pek belli olmayan (Bu alanda tartışmalar çok yönlüdür, gençliğinde sosyalizmle olan ilişkisi bahis edildiği gibi, daha sonra sosyalizme ettiği ihanetle de ilişkilendiren makaleler kadar, günümüzde de kısmen sürdürülen korku ve çocuk edebiyatına burun kıvıran tanımlamalarla da kısmen ilişkili Virginia Woolf gibi edebi kişiliklerin oluşturduğu hiçleştirme fasılalarından da bahsedilmektedir) bu ötekileştirme kampanyalarına karşın Stevenson, dünyanın en çok okunan yazarları arasında yer almaya devam etmiş; Jorge Luis Borges’den Ernest Hemingway’e, James Matthew Barrie’den Vladimir Nabokov’a pek çok yazara ilham olmuş ve adından övgüyle bahsedilmiştir (Özellikle Nabokov’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde için kaleme aldığı takdim yazısına dikkat). Stevenson’ın bütün şöhretine karşın, daha az bilinmekle beraber, edebiyat tarihi açısından değerli bir başka yönü kısa öykücülüğüdür. Stevenson’ın yayımlanan ilk kitabı, 1877 ve 1880 yılları arasında yazdığı, çeşitli dergilerde yayımlanmış öykülerinin toplandığı, iki ciltlik “New Arabian Nights”tır (1882). Labirent Yayınları, “Binbir Gece Polisiyeleri I” adıyla, bu toplamayı ilk kez
Türkçeye iki cildi bir araya getirerek kazandırıyor. Bununla da kalmıyor, Stevenson’ın 1885 yılında bir araya getirilerek kitaplaştırılan ve eşi Fanny Van De Grift Stevenson’la birlikte kaleme aldıkları, birbiriyle ilintili hikâyelerden oluşan, bir diğer öykü toplaması “More New Arabian Nights” kitabını da “Binbir Gece Polisiyeleri II” adıyla okuyucuya sunuyor. Başka bir tercümesiyle karşılaşmadığım Feyza Göçer’in tercümesinin çoğunlukla özenli ve okunabilir olduğunu da belirtelim. Toplamada (özellikle “Binbir Gece Polisiyeleri I”de) eksikliğini duyduğum tek şey, özellikle belirli öykülerin edebiyat tarihindeki yeriyle birlikte, öykülerin ilk olarak kaç yılında ve nerede yayımlandığına dair bilgilendirici bir sunu yazısının yayıncı tarafından eklenmeyişidir. Öte yandan, bizler de bunun için buradayız, öyle değil mi?
TAR H VE TAHR F “Binbir Gece Polisiyeleri I”de yer alan ilk yedi öykü, London Magazine’de 1878 yılında yayımlanmıştır ve kısmen birbiriyle ilintilidir. “İntihar Kulübü” ile “Raca’nın Elması” ana başlıkları altında toplanmıştır. Stevenson’ın kurguda yaratmaya çalıştığı deneysellikten izler taşıdığı gibi, aynı zamanda toplamanın ismine
Binbir Gece Polisiyeleri 1-2. cilt, Robert Louis Stevenson, Labirent Yayınları, Çev: Feyza Göçer, 316 s.-238 s. de yansıyan ve Stevenson’a ilham kaynağı olan “Binbir Gece Masalları”nın anlatım formundan izler taşır. Özellikle “İntihar Kulübü” başlığı altında bulunan öyküler, yazıldığı döneme göre oldukça cesur sayılabilecek temaları barındırır. I. Dünya Savaşı öncesinde, hayatın mücadelelerine, çaresizliğine ve bir bakıma nafileliliğine yönelik izler rastlana-
bileceği gibi, “tembellik” hakkı üzerine erken dönem felsefi söylencelerle de karşılaşmak mümkündür. 1870’li yıllarda henüz çocuk sayılabilecek postmodern edebiyat kavramının, Stevenson’ın öykülerinde zaman zaman ayak seslerine rastlamak olasıdır. Genel anlamda ise anlatı önceliklerini ise şu sözleri özetler: “Edebiyatın zorluğu, yazmak değil, kastettiğiniz şeyi yazmaktır; okuyucunuzu etkilemek değil, tam olarak arzu ettiğiniz şekilde etkilemektir.” Toplamadaki diğer öyküler, “Gece İçin Kalacak Bir Yer,” “Sör Maletroit’in Kapısı” ve “Önsezi ve Gitar”ın farklı dergilerde ilk yayımlanma tarihleri ise sırasıyla 1877, 1877 ve 1878’dir. Toplamadaki en önemli kısa öykü, 9 kısa bölümden oluşan 1880 tarihli “Bağlantıdaki Köşk”ü en sona bıraktım. İlk olarak Cornhill Magazine’de yayımlanan (Cornhill versiyonu toplamadaki revize versiyondan farklılıklar içermektedir) öykü, farklı edebi-
yat eleştirmenleri ve yazarlar tarafından ayrı, ayırıcı ve belirleyici olarak ele alınmaktadır. Arthur Conan Doyle öyküyü, Stevenson’ın dehasının doruk noktası ve dünyada yazılmış ilk kısa öykü olarak tanımlar (Daha fazlası için John Alexander Hamilton’ın “Stevensoniana” kitabını da tavsiye ederim). Elbette Conan Doyle’un tanımı abartıyla da karışıktır. Malumunuz Edgar Allan Poe’dan Washington Irving’e Gogol’dan Puşkin’e pek çok yazar kısa öykülerini yazdığı sırada Stevenson, henüz dünyada dahi değildi. Övgü anlamında değerlendirildiğinde ise haklılığı teslim edilecek öykü için, Barry Menikoff’un, İngiliz kısa öykücülüğünün çıkış noktasına yerleştirdiği değerlendirmesi nispeten daha akılcıdır. Bütün bunlarla birlikte, eleştirmenlerin okurla yazarın arasına bıraktıkları virgülleri hiçe sayarak, bir solukta okuyup kendi deneyimlerinden yola çıkarak yorumlaması ve virgülleri sonraya saklaması, daha doyurucu bir okur serüveni olacaktır. Haftaya görüşmek dileğiyle…
Aydınlık KİTAP
11
‘Kapital’le anılmak güzel şey CÜNEYT AKALIN Nail Satl gan
İktisatçı-yazar-çevirmen, akademisyen Nail Satlıgan’ı kaybettik. Asya’nın öteki ucunda, Pekin’de başlayan bir yaşam serüveni baharın toprağa düştüğü günlerde İstanbul’da sonlandı. Kamuoyu Satlıgan’ı Marx’ın başyapıtı “Kapital”i anadili Almancadan Türkçeye aktaran kişi olarak tanıdı. Böyle anılmak az şey mi? Nail Satlıgan’ın özgeçmişinin, çevirinin ötesine taşan olaylarla dolu olduğunun tanıklarındanım. Bu satırları Yalçın Küçük ağabeyin içtenlikli satırlarından esinlenerek (Aydınlık, 03.05.2013) yanısıra tarihe tanıklık etmek için yazıyorum. Yıl 1968… Üniversitelerde işgaller boykotlar... İçten içe kaynayan, gelişmeleri kucaklayamayan TİP etkisizleşirken, tabandaki devrimci unsurlar yol-yordam ve örgüt arayışı içine giriyor. Deniz Gezmişler, Hikmet Kıvılcımlılar, Doğu Perinçekler, Mahir Çayanlar, Boran Gözenler, Hasan Yalçınlar fırtına gibi esiyor. İstanbul Aydınlık çevresinden Nail Satlıgan da yolunu arayanlardan… İstanbul Aydınlık çevresine bir mim koyalım. Orada kimler yok ki … (Aydınlık’ın Ankara çevresi daha çok bilinir Sol çevrelerde; oysa İstanbul çevresi de bir o kadar renklidir). Filistin’de şehit düşen Bora Gözen’den İbrahim Kaypakkaya’ya, Muzaffer Oruçoğlu, Garbis Altınoğlu, Hüseyin Karanlık, Aslan Kılıç, Prof. Bülent Tanör, Yücel Sayman’a kadar pek çok ad bu çevredendir. Tartışmalar, büyük fikir çatışmaları… Sovyetler Birliği’ nin (Sovyet modelinin) tükendiğini gören, duyumsayan ancak yerine neyin konacağını tam kestiremeyen, Mao’nun uzaklardan söylediklerine kulak kabartan, Vietnam’daki halk savaşını dikkatle izleyen, el yordamıyla ilerlemeye çalışan genç devrimciler… Arada tek tük de olsa, “eski tüfekler”… Mihri Belli bırakmış başka yerlere gitmiş ama Halim Spatar, Vecdi-Sevinç Özgüner, Erdoğan- Alparslan Berktay vb. orada. Aydınlık çevresindeki arayışlar İşçi Partisi’nin nüvesini ortaya çıkardı. Nail, aynı çevrenin içinden çıkan TİKKO’ya savrulmadı ama Parti’nin parçası olmadı, tersine araya mesafe koydu. Yanlış yaptı, ama o konu ayrı. Nail’i “eski bir Aydınlıkçı” olarak tanımlamak doğru olmaz. Ne var ki, yolunun bir dönem Aydınlık’tan geçtiği de bir gerçek.
Aydınlık’la yola çıktı, demek daha doğru olacak. Kendine belirlediği alan “ekonomi- politik”ti. Marx’ın eski dünyanın temellerini sarstığı, yeni dünyanın ipuçlarını verdiği dev alan. Türkiye gibi siyasetin daha kolay algılandığı bir ülkede ekonomi-politikle uğraşmayı seçmek, dervişlik yapmak gibi bir şey. 12 Mart’tan sonra döndüğü İstanbul Üniversitesi’ndeki kürsüsünde “Marksist iktisat”la uğraşıp durdu. Üniversitedeki itişmelerdenkoltuk kavgalarından uzak durdu. Tel çerçeveli gözlüklü, kumral, uzunca boylu, terbiyeli, ölçülü, donanımlı akademisyen 1980’li yılların neo-liberal rüzgarlarına kulak asmadı. Sovyetlerin dağılışı pekçok kişiyi aşırı-sağa savurur, piyasa hayranı kılarken, emperalizm unutulurken, o Marx’a sarıldı; Kuruçeşme toplantılarında Sovyetlerin yıkılışının yarattığı sonuçları irdelemeye çalıştı. “Kapital”in Türkçeye Almancadan aktarılması iyi oldu. “Manifesto”yu da Almancadan çevirmiş. Sayın Perinçek, rahmetli Işık Soner’in kaleminden çıkan, Kaynak Yayınları tarafından basılan “Manifesto”nun çevirisinin Almanca aslından yapılmış olduğu için en iyi, en doğru çeviri olduğuna ısrarla dikkat çeker. Gerçekten Işık’ın çevirisi çok güzeldir. Satlıgan da Almancadan çevirmiş. Merak ettim, kıyaslayacağım. Satlıgan’ın “Kapital”i ana dilinden Türkçeye aktarmak için yıllarını vermesi, daha şimdiden kültür tarihimizde iz bıraktı.
12
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
KAPAK
Edebiyatımızın geleceğine uzanan Nezihe Meriç BİLGE MUTLU
Nezihe Meriç’te hayat n herhangi bir bölümünden “makaslanan” bir kesit, dikkatle bezenmi ayr nt l betimlemeler, ya am n bütününü dile getirir
Nezihe Meriç’in 60 yıl önce Seçilmiş Hikayeler Dergisi cep kitaplar serisinden çıkan ilk öykü kitabı “Bozbulanık”ı, Yapı Kredi Yayınları özel tek baskıyla okuyucuyla buluşturuyor. 60 yıl sonra, Cumhuriyet’in ilk kadın öykücüsü Nezihe Meriç’in edebiyat dünyasında tekrar gündeme gelmesinin çok yönlü önemi var. En başta, Nezihe Meriç’i genç kuşak edebiyatseverlere tanıtmak, ikincisi Nezihe Meriç gibi önemli bir öykü yazarımızın var olduğunu anımsatmak ve üçüncü önem ise, TC’sini kaybeden Türkiye’de ne idüğü belirsiz hale getirilen, verimsiz, yozlaşmış edebiyatımızın, bir zamanlar nasıl değerlerle yüceltildiğini acı da olsa görmek. Bu yüzden Yapı Kredi Yayınları çok önemli bir hizmeti yerine getirmiş oluyor. Nezihe Meriç, kendisinden önceki kadın edebiyatçılardan çok farklı, biçim ve titiz dil kurgusuyla geleceğe uzanan ilerici edebiyat anlayışının öncüsüdür. Güzide Sabri, Kerime Nadir ve hatta Halide Edip Adıvar gibi kadın edebiyatçılarımız romantizmin etkisini sürdürürken, Nezihe Meriç toplumsal gerçekçiliği yakalar. Okur, onun öyküleriyle birlikte, kadının birey olma savaşını, kadınla birlikte Nezihe Meriç ezilen erkeğin öyküsükendisinden önceki nü, cinsellik sorununu, özgürlük arayışlakad n edebiyatç lardan rını, yoksulluğu ve son çok farkl , biçim ve titiz dönem öykülerinde dil kurgusuyla gelece e siyasi kargaşanın biuzanan ilerici edebiyat reyler üzerinde yaratanlay n n tığı etkileri ve artan göç öncüsüdür larıdır. sorunuyla karşılaşır. Nezihe Meriç o Nezihe Meriç’in Cumgünleri şöyle değerlenhuriyet’in sağladığı sağlam, dirir: “Ellili yıllar, kurulan, kişilikli, kendine güvenen ilerici ve coşkulu ortamda yetişerek, edebiyatımıza kurulmasına başlanan yeni düzenin boyepyeni bir soluk getirmesi, günümüzdeki zulmaya, devrimlerin yozlaşmaya, ödünlerin verilmeye başlandığı yıllardır. Cumönemini daha da artırıyor. Öncelikle toplum-birey çatışmasında huriyetin getirdiği coşkuyla yetişmiş olan doğru tespitleri, özümsenmiş birey olma cumhuriyet kuşağı, bu başına gelenleri mücadelesinde siyasi bilinci ve “top- birden anlayamamış, başkaldırmış, kafa lumsal-gerçekçi” yazar olma tercihi, de- tutmuş, bunlar yapıtlarına yansımış, yarin kişiliklerle yaratılan öykü kurgusu saklar, cezalandırmalar, kaynaşma baş1950’li yıllarda yeni ve güçlü yazarların lamıştır. Yazarlar bu karmaşayı, değişda yetişmesini sağlamıştır. Bu bir tesadüf meye başlayan toplumu – hem yenilendeğildir. Dile getirilmeyenler, yazılama- meye başlamanın heyecanı, hem bozulyanlar artık yazılmakta ve konuşulmak- masının eskiye dönmeye başlamasının getadır. 1950’li yıllar Türkiye Cumhuriye- tirdiği dayanılmazlıkla toplumsal kayti için, cumhuriyet kazanımlarının yiti- naşma olarak görsün – dört bir koldan rilmeye başladığı önemli bir sürecin yıl- yazmaya başlamıştır. İşte o altın yıllar, o
coşkulu öykücüler, bu başkaldırıdan, bu hırstan doğmuştur. Hem kendini, hem olup biteni anlamak, bilinçlenmek, bunu çoğunluğa geçirmek, aydınlanmak, bunu çoğunluğa anlatabilmek, gerçekleri yakalamak ve bunları yazmak…Hepsi o yılları altın yapan heyecanlar olmuştur.”
YA AMIN ANLAMI II. Dünya Savaşı’yla birlikte Avrupa’da yeni felsefi akımlar ve edebiyat arayışları, Türk edebiyatçılarını da etkiler Nezihe Meriç, varoluşçu Jean Paul Sartre ve Simone De Beauvair ve Nietzsche’nin etkisinde kalır. Varoluşçuluğun felsefesi olan bireyin bunalımı yalnızlığı ve arayışı, yazarın ait olduğu toprakla ustaca harmanlanmış bir etkiyle öykülerine yansır. Özellikle öykücülü-
KAPAK
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
13
ğünün ilk dönemlerindeki öykülerinde varoluşçuluğun izlerini yakalamak mümkündür. “Bozbulanık” bu etkilenmenin yoğun çarpıcı izlerini taşıyan ilk öykü kitabıdır. Kitapta yer alan “Kurumak” ve “Boşlukta Mavi” öyküleri bu etkiye örnek oluştururlar. Bireyin yalnızlığı ve huzursuzluğu, arayışları, toplumla uyumsuzluğu ve çatışması, sonsuz özgürlük arayışı öykülerin ana temasını oluştursa da, sıradan insanların küçük mutlulukları karşısında, bireysel bunalımın zavallı çelişkisi en yalın haliyle sergilenir ve tüm öykünün anlamına hakim olur. Her şeye rağmen yaşamanın güzelliği ve yaşam sevinci öykülerinde baskındır. Türk aydının yakasına yapışan, iliştirilmiş aydın bunalımı kurnazlığına düşmemiştir Nezihe Meriç. Çelişkilerle dolu, hüzünlü, mutsuz kahramanların karşısına gerçekçi bir kurgulamayla sıradan insanların yaşamla mücadelesini çıkartır ve aslında aradığın hayatın anlamı burada diyerek muzipçe, su gibi akan neşeyle gösterir.
BUNALTININ DUMANINI DA ITMAK Nezihe Meriç kadar yazmaktan ne büyük keyif aldığını bu kadar belli eden bir yazara zor rastlanır. Öykülerinde yaşamla yüzleşiyor, meydan okuyor ve en önemlisi bunu yaparken okuru dışarıda tutmuyor. Öykülerindeki dünyaya okuru da katıyor. Öykülerinin işlevliğine ustaca hizmet eden, bilinçli bir titizlikle seçilmiş ayrıntılarla okur öykünün bir parçası oluyor. “Bozbulanık” ın ilk öyküsü olan “Çalgıcı” da “ taşın, tahtanın, demirin soğukluğunda, paslığında… Işıklar ıslak, çipil çipil üşütücü” bir mekanda üşüyen sırtı ağrıyan bezgin öğretmen, huzursuz duruşuyla öyküye hızla dalar. Okur, bezgin kahramanla birlikte o mekandadır. Yazar, o anda ve o mekanda öğretmenin aklından geçenleri şöyle sanılabileceğini yazarak, okuyucuyu kahramanın iç dünyasına ortak eder. “Ve ben bir anlık hayatı yaşamak isterim herkesin”. Ya da insanları ayakta tutan, yaşama gücü veren en ilkelinden de, bastığı, dokunBozbulanık en olgununa dek herkeste eş duğu her yerde çiolan şeyin ne olabileceğini düNezihe Meriç çekler açan, son şünüyordu. Yapı Kredi Yayınları derece sıradan bir Bu cümlelerle başlayan kahayat sürdüren 104 s. ramsarlık, öğretmenin tanıdığı Hayriye’nin, yaşabir çalgıcının gelmesiyle, yerini şıkır şı- mın ta içinde sıcacık, şen halleri, huzurkır bir neşeye bırakır. Çalgıcı, öğretme- suz, kendini o sokakta tutsak gibi hissenin karamsar dünyasını öyle bir değiş- den kahramanın iç dünyasında da çitirmiştir ki, üşüten yağmur birden “ke- çekler açtırması, özgürlüğünü sorgulayan bap kestane kokulu güzel bir yağmur”a kahramanına verdiği yanıttır. dönüşür. Karanlık, soğuk mekan artık Nezihe Meriç, öykülerinde olaylardan aydınlanmıştır. Sıradanlığın güçlü ya- çok, olayların bireylerin iç dünyalarında şam anlayışı, bunaltının yaydığı sıkıcı, an- yarattığı etkileri ve sonuçları ele alır. Yalamsız dumanı dağıtmıştır. şamlardan “makaslanan” bir kesit sunar. “Bozbulanık”ın “Özsu” öyküsünde Ne başı vardır ne sonu… Ama okur, o
makaslanan ve kendisine sunulan o dünyaya bütünüyle hakim olur. Yaşam öyle bir yerden makaslanmıştır ki ve öyle anlatılmıştır ki, okur kahramanla birliktedir, artık onun tüm dünyasına hakim olur. Günümüzün önemli film yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın da izlediği yolun bu olduğu görülür. Hayatın herhangi bir bölümünden “makaslanan” bir kesit, dikkatle bezenmiş ayrıntılı betimlemeler, yaşamın bütününü dile getirir. Nezihe Meriç’in özellikle “Aksaray Dolmuşu” öyküsü bu anlayışın doruğundadır. Bütün yaşam aslında konuşulmayanda gizlidir. Okur, kahramanın dünyasını bu gizden öğrenir.
Kitabın öykülerinden “Uzun Hava”da şoför Sabir tanımadığı bir adamla kısacık bir an için dertleşir. Derdinin büyüklüğünü arka arkaya derin iç çekişlerle “ Allah!...” demesinden anlaşılır. Tanımadığı adamla yaptığı bir iki cümlelik konuşmasından sonra Şoför Sabir’in tüm hayatına tanıklık etmiş olur okur. Nezihe Meriç, tutku, yoksulluk, hüzün, aşk, huzur, yalnızlık, özlem; yaşama ve insana dair ne varsa usta ve içten bir dille yazdığı öykülerine, Cumhuriyetin ilk kadın öykücüsü unvanının anlamını ve onurunu da iliştirerek edebiyatımızın geleceğine uzanıyor.
14
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
KATİBEBARTHELBY’İN YAZIHANESİ
Yuvarlacık kadın ve yuvarlacık erkekleri geçince… katibebarthelby@outlook.com Özgün olmak tüm kurgu işi ile uğraşanların birincil hedefi. Kimseye benzemeden, benzetilmeden yol alabilmek. Öykünmek sadece çok genç bir sanatçının, bir ‘yeni başlayan’ın kısa bir süreliğine bağışlanabileceği, kendi ‘kuyruğunu dikeltinceye’ kadar izleyebileceği bir yol. Kendinden olanı, içten bir dille anlatmak ‘ustaların’ ilk önerileri arasında. Dil insanın yurduysa eğer, yurdu da dili olmalı. Bulunabilecek en iyi malzemeyi, anlatılabilecek en görkemli hikâyeyi, sıradan ya da sıra dışı, en harikulade insanı barındıran yer; size en tanış, en bildik olan yer; doğduğunuz, büyüdüğünüz ve öldüğünüzde muhtemelen gömüleceğiniz yer. Kendi zamanının, insanının, olaylarının en müthiş gözlemcisi ve anlatıcısı Sait Faik ve hiç kuşkusuz ki her Türk öykü-
cüsünün kalbinde, dimağında en özel yere sahip olanlardan. Artık ne duvarcı ustası Barba Antimos, ne Pandelli Usta’nın süthanesi, ne o hırçın, olta düşmanı kolyozlar, ne de gün doğmadan daha işe koyulan adalı kalafatçılar var ama işte belki de tam bu; “Türk Ülkesi” adlı öyküsünde bir sayfiyede gazinolardan gelen Semiramis cazından, meşhur tenor Andon Çamakis’in aryalarından ve Padisos’tan yayılan mehtap eğlencesinden yükselen, ‘Maria ve Marika’ lardan bunalan adam; küreklerden damlayan şıpırtıları, ağustos böceklerini, fısıldayan ağaçları ve “şöyle tatlı, basit, mütevazı sözleri olan, ciğere işleyen” bir nağme duyabilme özlemiyle yürür. Gazino hoparlörlerinden yayılan gürültüyü, pudra ve ıstakoz kokusunu, sahte pembe incileri, neon ışıkları, sambacıları, eğlenen ‘yuvarlacık kadın ve iyi tıraşlı yuvarlacık erkekleri’ geçince, bir inşaat yerine varır; tanıdık bir ses duyar; bir bağ-
BRAUTIGAN KÜTÜPHANESİ
Richard Brautigan
Avcıları hiç sevmem. Beat Kuşağı’nın gayrimeşru çocuğu Richard Brautigan hariç. Cesedi bulunduğunda kafasındaki kurşun deliği dostları tarafından Hemingway esinlenmesi olarak yorumlandı. Belki de öldürdüğü hayvanların ilenciydi, bilemiyoruz. Bildiğimiz şey geriye, “Willard ve Onun Bowling Kupaları”, “Amerika’da Alabalık Avı”, “Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek”, “Talihsiz Kadın”, “Kürtaj” gibi romanların yanı sıra, basımevleri tarafından reddedilmiş kitapların tekniğine, içeriğine, edebi değerliliğine bakılmaksızın yer alabileceği ‘fazlasıyla halka açık’ bir kütüphaneyi, Brautigan Kütphanesi’ni bırakmış olduğu. Kitabın el yazması ve tek nüsha olması kütüphaneye kabul için tek koşul. Bu kü-
tüphaneyi okura ilk kez “Kürtaj” romanında tanıtır Brautigan. Burlington’da bir binada hizmet veren ve raflardaki kategorileri mayonez kavanozlarıyla ayrılan kütüphane daha sonra finansal sorunlar nedeniyle kapansa da bugün Washington State Üniversitesi ve Clark County Tarih Müzesi işbirliği ile interaktif bir koleksiyon olarak varlığını devam ettirmektedir. Bir zamanlar, ‘boş şarap şişleri, çakıllar, çalılar ve yaban çiçeklerinin’ bulunduğu bir arazinin kıyıcığında yükselmiş, postayla gönderilen kitapları asla kabul etmeyen sarı tuğlalı kütüphanedeki 400 kadar ‘ilginç’ elyazması kitap şimdi dijital ortamda okuyucularını bekliyor. Bulabileceğiniz eserlerden bazıları; “Deri Giysiler ve İnsanlığın Tarihi”, “Stereo ve Tanrı”, “Dostoyevski’nin Mutfağı”.
lama sesi... Kader diyen, yar diyen, ölü diyen, zeval diyen… Kerevetlerinde üst üste yatan 35 inşaat işçisinin penceresiz küçücük tahta kulübesinde bulur öyküyü Sait Faik ve ılık yaz gecesinde adamın sırtını dayadığı ağaç kıpırdamaya başlar, çekilen küreklerin denize bırak-
tığı şıpırtılar duyulur olur. Saldırgan ve azman kültür emperyalizminin salyası her daim üstümüze başı-
Heykel: Ça da Erçelik
Kerevetlerinde üst üste yatan 35 in aat i çisinin penceresiz küçücük tahta kulübesinde bulur öyküyü Sait Faik ve l k yaz gecesinde adam n s rt n dayad a aç k p rdamaya ba lar
mıza bulaşırken, sinir bozucu soluğu an be an ensemizdeyken, yitirilmemiş bir hayatı, tanıdık insanı, bildik bir coğrafyayı saf, abartısız bir dille anlatmaktır belki de öykü.
CİNSİYETLERİYLE GELDİLER; NE İYİ ETTİLER 2 Takip ettiler, yollarına çıktılar. Güzel görünmek için pahalı mağazaların ucuzluğundan büyük ya da küçük de gelse etekler, mantolar aldılar. Unutmak istediler. Konserlere, doğa tarihi müzelerine, köprü altı kahvelerine gittiler. Boş havuzlu, tadilatlı, hüzünlü ucuz otellerde saklandılar kışın. Yazın terleyen duvarlara ve içlerindeki boşluklara gözlerini diktiler. Kızgın güneş soldursun diye beklediler karşılıksız aşklarını. ‘Nereye gitmek istersen iste; kadınsan eğer, distopyadan öte köy yok sana’ der neredeyse tüm anlatılarında, Kanadalı, feminist ve muazzam kalem Margaret Atwood. “Tokalar” isimli öyküsünde büyük aşkını kocaman ve simsiyah bir düş kırıklığına teslim eden kadının acısını öyle güçlü anlatır ki bilinçaltınızdaki tüm cam kırıkları harekete geçer: “Konferanstan, yaşadığım iki katlı -tek katlı değil- eve döndüğüm zaman senin gitmediğini, hâlâ kileri işgal ettiğini görüyorum. Senin yok olmanı, içimden çıkıp git-
meni umuyorum. Gerçek oluyorsun, karın ve üç şipşak fotoğrafın var ve bayağılık her şeye rağmen, karşılıksız aşkın panzehiri. Ama bu yeterli değil. Oradasın, reçelleri sakladığım, kiler merdiveninin sağındaki rafların üzerinde, her zamanki yerinde duruyorsun. Bana önceki gibi küçümser bakmıyorsun, bu doğru ama sanki bunların olmasını ben istemişim, bunlar benim suçummuş gibi bakıyorsun. Eminim bu acıyı, bu çürüyen yapıyı, bu baştan çıkaran umutsuzluğu, bu boşluğu, bu korkuyu geri istemiyorsun. Daha dikkatli olmalıydın. Sana bunun kötü bir biçimde sonuçlanacağını söylemeye çalışıyorum sen öyle hatırlamak istemesen de. Kendini aldatıyorsun ama avutulmayı da reddediyorsun. Üzgün ve pişman bakışını bekleyerek sana hoşça kal diyorum. Arkanı dönüp yürümen, buhar kazanını geçip çamaşırhanedeki köşeyi dönmen ve ikili kurutucunun arkasında gözden kaybolman gerekiyor ama hareket etmiyorsun.”
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
15
Ölecekmiş gibi koşan adam Tekdüze ba ar alg s n n, büyük atlet Emil Zatopek’in karakteri ve Jean Echenoz’un kalemiyle y k lmas hacimsel olarak küçük kalan kitab n devrimsel oldu unu kan tl yor ERDEM GEZGİNCİ Soluk soluğa bir hayat. Aynı tempoda bir anlatı–roman: “Koşmak”. Fransız yazar Jean Echenoz’un Helikopter Yayınları’ndan çıkan ve Emil Zatopek’in sıradaşı hayatını konu edinen kitabı okurken bitiş çizgisini görmek istemeyeceksiniz. Kuralsızca koşan, burun kıvrılan, başarısı tesadüflere bağlanan ama her seferinde kendini kanıtlayan ve sistemin içinde sistemden bağımsız kalan bu adam sayfaların arasından daima gülümsüyor. Yazar onu hareketli, hatta hınzır cümlelerle bize okuturken nam-ı diğer “Çek Lokomotifi” koşuyor.
ROMAN G B B R HAYAT Atletizm tarihinin en ilginç adlarından biridir Emil Zatopek. Onu seyredenlerin hayretler içinde kalmasının nedeni estetik değil kesinlikle. Her an bayılacakmış gibi, her an bir şey olacakmış gibi, ciğerleri iflas edecekmiş gibi ve bazılarına göre ölecekmiş gibi koşuyor. Yazar bu garip tarzından etkilenmiş olacak ki, ta en başından sunuyor hikâyeyi. Kitabın içindeki bilgiler tamamen gerçek. Ama bu kitap aynı zamanda bir roman. Bilgilerin gerçekliği ve belgeselliği okuru nicel bakımdan tatmin ederken, Emil Zatopek’in kurgusal hayatı okura roman hazzını ya-
şatıyor. Dipten zirveye ve zirveden tekrar dibe ama sonunda tarihin sayfalarında mutlak bir yere sahip olan atletin başarı hırsından uzak olduğunu görmek kitabın şaşırtıcı yanlarından biri. Çünkü başarı öyküleri “ezmek” ve “geçmek” fikirlerinin bilinçaltına pompalanmasıyla oluşan egonun parıltılı sistematiğini anlatır çoğunlukla. O öykülerde gördüğümüz başarılı insanlar normal insanların dışında bir hayat sürerler. Tek düşündükleri zirvedir ve zirvenin getirdiği kibir her yanlarını sarmıştır. Tekdüze başarı algısının, Emil Zatopek’in karakteri ve Jean Echenoz’un kalemiyle yıkılması hacimsel olarak küçük kalan kitabın devrimsel olduğunu kanıtlıyor. Yazarın aktif ve enerji dolu anlatımı okuru içine çekiyor. Mekan tasvirleri eylemin arkasında sunulduğundan kitabı okuduğumuz sandalye veya koltuk bir anda Çekoslovakya caddelerine veya koşuların yapıldığı stadyumların ortasına ışınlanıyor. Yazarın gözü kahramanın gözü aslında. Her ikisinin gördüğünü okuyucu görüyor ve tamamlayıcı olarak hikâyenin içine girebiliyor. Jean Echenoz kısa ama çarpıcı metinlerin yazarı. Koşmak bu açıdan yazarla karakterize. Kısa bir yolculukta, bir bekleme anında ya da birkaç saatlik molada
topek isyankâr biri sayılsize hayatları ve ülkeleri maz. Hırslı olmadığını sunup sıradan sayılabileda söylemiştik. Peki o cek zaman diliminizde iktidar yalakası mı? Haiz bırakabilir bu kitap. yır. Zatopek sadece koKitap bittiğinde koşşuyor. Başarılı oldukça muşsunuz hissini yaşasistem onun üzerine manız muhtemel. Birinplanlar yapıyor. Ülkesini ci gelmişsiniz hissini yaterk edip batıya kaçacaşamanız da muhtemel ve ğını ve artık batı için bakendinize has bir okuma şarılara koşacağını zanyapmış olduğunuza inannedenler onun her haremanız da. Nasıl ki olaylar ketini izliyor. Biraz canı ve mekanlar şaşkın basıkılsa da genellikle gükışlar ve hayret nidaları lüp geçiyor Zatopek. Vaarasında ilerliyorsa okuroluşun sorularına değimanızın sonunda da sanKoşmak, Jean Echenoz, nen bir sadelikte yaşamaki değişik bir kitabı değişik Helikopter Yayınları, yı seçiyor. Sistem ikna olbir durumda okumuş gibi hissedebilirsiniz. Atleti Çev: Mehmet Emin Özcan, 84 s. madıkça alttan alıyor. Siyasetten uzak durmanın çıplak gözle izleme isteği imkansız olduğu döneme gelindiğinde ise de cabası. muhalefetin yanında yer alıyor. Komplo KT DARLARIN ARASINDA teorilerinde haklı olduğuna inanan sistem KO MAK savunucuları onu cezalandırmak da geBazı baskıcı rejimler insanı zorla sa- cikmiyor. Ancak herhangi bir yaptırım natçı, sporcu veya bilim insanı yaparlar. onun tepki vermesini sağlayamıyor. OkuSaçma sapan yasakları, saçmalıklarına yucu bu durumda da bekleyiş içinde kagösterdikleri ciddiyet insanları çileden çı- labilir. Adı bütün dünyada efsane olarak karır. Hırs mı dersiniz, intikam mı bilmi- anılan bir sporcunun bu ünün gücüyle sayorum ama muhalif görüşün itkisi dün- vaşmasını bekleyebilir okuyucu. Belki yadaki ilerlemenin başlıca unsuru olma- de Zatopek’in tepkisi her durumda yüya devam ediyor. Gelin görün ki Emil Za- zünden eksik etmediği gülümsemesidir.
16
10 MAYIS 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Maziye bir bakıver
Demet Alt nyeleklio lu bu kez Balkan Sava ile Birinci Dünya Sava ekseninde, emperyalizmin birbirine dü man etti i iki ulusun -Yunanistan ve Türkiye- birbirlerini sevmekten ba ka hiçbir suçlar olmayan bireylerinin, tarih kitaplar nda yer almayan öyküleri anlat yor HALİT PAYZA Osmanlı’nın sonunun nasıl getirileceği, “Hasta Adam”ın kalıtının nasıl paylaşılacağı, Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl sonuçlanacağı ilk olarak 8 Ekim 1912’de başlayıp, 29 Eylül 1913’te sona eren Balkan Savaşları ile belli olmuştur. 9 Kasım 1912’de İstanbul Hükümeti’nden destek alamayan Selanik Garnizon Komutanı Hasan Tahsin Paşa, panik içinde dağılan Osmanlı ordusuna bakarak, artık yapılacak bir şey kalmadığı düşüncesiyle, Yunan ordusuna tek bir kurşun sıkmadan Selanik’i teslim eder. Oysa Selanik’teki garnizonda 25 bin kişilik bir ordu vardır. Osmanlı, Yunan ordusuna bir tek kurşun atmadan kenti teslim ederken, Yunanlıların, orada kalan Türklerin can güvenliğine dokunmayacaklarını, Tütün Rejisi imtiyazlarının devam edeceğini varsayıyordu. Bu gerekçelerle tek kurşun atmadıkları silahları Selanik’te Yunan çetelerine kendi elleri ile teslim ettiler. Demet Altınyeleklioğlu, “Ah Bre Sevda, Ah Bre Vatan-Bir Mübadele Romanı”nda Selanik’in tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslimini, “Selanik’te gece efendi olarak yatağa giren Türkler, sabah Yunan esaretine uyanmıştı” diye anlatır.
ONURLARINI DA B RL KLER YLE TESL M EDEN PA ALAR Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey, Limni adasının Mondros
Limanı’nda demirli AgaDünya Savaşı sonucu memnon zırhlısında 30 parçalanan Anadolu Ekim 1918 akşamı teslim toprakları, bu kez Musantlaşmasını imzalar. Vetafa Kemal Atatürk önnizelos’un Küçük Asderliğinde Ulusal Baya’da yeniden Helen, ğımsızlık Savaşı ile Sevr’i İyonya, Pontus devleti yırtacak, tükenmiş bir kurma hayalleri üzerine, imparatorluk bakiyesinİngiltere başbakanı Lloyd den özgürlükçü ve tam George tarafından günbağımsız bir cumhurideme getirilen İzmir’in yet kuracaktır. işgal planı, Wilson’un önAH O celeri karşı çıkması, anMÜBAD LLER cak sonradan onaylaması üzerine yürürlüğe koMübadiller, vatan nulur. İzmir, Paris’te topAh Bre Sevda, değiştirirken yalnızca, lanan uluslararası barış Ah Bre Vatan, geçmişlerini, anılarını, konferansı kararıyla 15 Demet Altınyeleklioğlu, dostlarını, topraklarını Mayıs 1919’da, İtilaf devgeride bırakıp göç etmeRemzi Kitapevi, 688 s. letleri donanması korudiler, aşklarını da geride ması altında Yunanistan tarafından işgal bıraktılar, ya da yüreklerinde taşıdılar. edilir. Ali Nadir Paşa’nın emriyle, Sela- Ancak taşıyamayacakları da vardı. nik Garnizon Komutanı Hasan Tahsin Selanikli Cemal Kuloğlu’nun, StelPaşa’nın yaptığı gibi, İzmir de tek bir si- yo’ya söylediği gibi: “Hadi evi, bağı, bahlah atılmadan Yunan askerlerine teslim çeyi sattık. Ya dedemin dedesinin meedilir. zarını ne yapacağız? Ya onun avradının? Savaşlar acımasız bir dünya yaratırlar, Hadi o kadar uzağa gitme. Gel bu taraher şeyi ve herkesi etkilerler. Savaşlardan fa. Büyük büyük ninemin, anamın anasonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. sının, babamın anasının mezarları ne Walter Benjamin “Tarih Kavramı Üze- olacak? Amcaların, halaların, gelinlerin, rine”de, “Tarih galip gelen için bir za- torunların mezarları? Onları da mı satıp ferken yenik düşen için bir enkazdır”, di- savacağım Stelyo? Kendi canımızı kuryecektir. Ancak bu söz gerçeğin bütününü taralım diye, Recepimin uğruna can veriçermez. Tarihte kesin yengiler ve kesin diği bu toprakları bırakıp gidecek miyim? yenilgiler yoktur, tarih yazmasa da ye- Şehit oğlumun kemiklerini burada bıranenlerin de yenildiği, yenilenlerin de kıp kaçarsam, nasıl bakacağım kınalı yengi kazandıkları bir başka tarih algısı Nebilemin yüzüne bir daha ha?” Kaçdaha vardır. Balkan yenilgisi ve Birinci mayanlar ölümü yeğledi, kaçıp gidenle-
rin de yaşadıkları söylenemezdi. Demet Altınyeleklioğlu adı daha çok popüler tarihi romanlarla anıldı. İlk romanı olan “Moskof Cariye Hürrem” 2009 yılında yayımlandı ve aylarca çok satanlar listesine kaldı. Ardından 2010’da; “Alkışlarla Lamia”, “Cariyenin Kızı Mihrimah”, 2011’de; “Cariyenin Gelini Nurbanu”, “Altın Cariye Safiye”, “Pargalı ve Hatice”, 2012’de de “Kara Kraliçe Kösem” romanları geldi. Altınyeleklioğlu “Ah Bre Sevda, Ah Bre Vatan-Bir Mübadele Romanı”nda da aynı popüler tarihi roman geleneğini sürdürüyor. Bu kez Balkan Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı ekseninde, emperyalizmin birbirine düşman ettiği iki ulusun -Yunanistan ve Türkiyebirbirlerini sevmekten başka hiçbir suçları olmayan bireylerinin, tarih kitaplarında yer almayan öyküleri anlatılıyor. “Ah Bre Sevda, Ah Bre Vatan-Bir Mübadele Romanı”; Selanik’te Fidan’ın Mehmet’e, İzmir’de Rum kızı Eleni’nin, Enver’e duyduğu aşk ekseninde gelişiyor. Anadolu’da -İzmir- ve Rumeli’de -Selanik- vatan sevdası ile aşkları arasında sıkışan bir kuşağın bireylerinin kişisel dramları, Osmanlı’nın yenilgisi ile ortaya çıkan, giderek toplumsal bir soruna dönüşen göç olgusuyla, geride bırakılan harcanmış yaşamları da yeniden gündeme taşıyor. Demet Altınyeleklioğlu, Yunan birliklerinin İzmir’i işgali, Hasan Tahsin’in –Osman Nevres- İzmir’de attığı ilk kurşun ile başlayacak yeni bir sürece kadar olan yaşanmışlıkları, Dan Brown romanlarındaki gerilimi aratmayacak biçimde kurguluyor.
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
17
Kitapların orta yeri sinema ALİ RIZA ÖZKAN alirizaozkan@gmail.com
SENARYO YAZMAYI Ö RENMEK
Güncel verilere baktığımızda, müziği de geçerek, ülkenin televizyondan sonra en önemli eğlence ve vakit geçirme alanı sinema olduğu halde, sinema üzerine yayımlanan kitapların orantısız bir sefillik sayısı ortaya koyduğunu görüyoruz. Bırakalım, günlük tüketime yönelik “bestseller” filmler için hazırlanan magazin türü kitapları, akademik eğitim için gerekli yayınların dahi eksik ve yetersiz oluşu nedeniyle, sinema ve televizyon sektörünün genellikle körlerin yol bulmasına benzer yöntemlerle ilerlediğine tanık oluyoruz. Bu kötümser tabloya karşılık, iyi şeyler de oluyor. Biz de, “sine-aşk” bir heyecanla bunları sizlere sunmaya çabalıyoruz.
Türkiye’de bir film senaryosu yazmak isteyenlerin karşılaştığı en önemli güçlük, senaryo yazımını öğretici başvuru kaynağı arayışına girince ortaya çıkıyor. Senaryo yazımı hakkındaki yapıtların çoğunluğunun yazım teknikleri ile sınırlanmış olmaları, aday yazarın senaryo yazımının yaratıcı alanına girmesini engelleyen bir işlev görüyor. Yaratıcı yazarlık sorunlarına odaklanmayan çalışmalar ise, çoğunlukla senaryo yazımı üzerine yeni efsaneler üretmek dışında fazladan bir işlev üstlenemiyor. Ancak tam da, bu “efsane üretimi” işlevi yeni senaryo kitaplarının yazılmasına ve satılmasına vesile oluyor. Sinema (dolayısıyla tv) sektörünün yüksek kazançlı yaratıcılık alanı olması, bu alana yönelimi belirleyen “temel içgüdü”nün kaynağı oluyor. İşte, William Miller’ın “Sinema ve Televizyon İçin Senaryo Yazımı” yapıtı da, yazar adayına yaratıcılığını geliştirip biçimlendirecek teknikler sunmak ve yol göstericilik görevi üstlenmekten çok, efsanelerin metafiziğini yeniden üretiyor. Öte yandan, yayıncının çevirmenin adını belirtmemiş olması ve aynı kitabın daha önce Anadolu Üniversitesi, İletişim Bilimleri Yayınları arasında, Profesör Yalçın Demir çevirisi ile 1993 yılında basılmış olması da, bu baskının “kusurları” arasında sayılabilir.
F KRET HAKAN’DAN ‘TÜRK S NEMA TAR H ’ Bu iyi şeylerden ilki, Fikret Hakan’ın kendi kişisel tarihi ile sinema tarihini harmanladığı, olağanüstü bir yazım deneyimini de içinde barındıran, “Türk Sinema Tarihi” adlı eseri. İlkokulda yaşadığı ilk sinema deneyiminden 1996 yılına kadar olan zaman diliminde sinema sektörünün bağlantılı olaylarını ve üretilen filmlerin değerlendirmelerinin sunulduğu kitapta Fikret Hakan Türkiye ve sinema sanatı hakkında bir panaroma yaratmış. Sinema tarihimizi 1914-1955 ve 19552007 arası olarak iki bölümde incelemek gerektiğini düşünen Fikret Hakan gerekçesini, “Beyaz Mendil” filmi ile Lütfü Akad’ın sinemamızda gerçekçilik akımını başlattığı yıl olması şeklinde açıklıyor. Hakan’a göre, 1955’a kadar olan sinema tarihimizi “amaçsız çağ”, sonraki dönemi ise “bilinçli çağ” olarak tanımlamak gerekmektedir. Fikret Hakan, filmlere dair kendi görüşlerinin yanında, farklı görüşlere de yer vererek, kitabını kişisel bir anı kitabı olmaktan çıkarmış ve her sinemaseverin ilgileneceği ve çoğunlukla da öğreneceği başucu eserine dönüştürmüş. Türk Sinema Tarihi, Fikret Hakan, nk lâp Kitapevi, 528 s.
Sinema ve Televizyon çin Senaryo Yaz m , William Miller, Hayalperest, Çev: N.Esen, Y.Demir, Y. Büyüker en, 294 s.
‘B R AKTÖR HAZIRLANIYOR’ Sahne sanatları ile ilgilenen herkesin ilk duyduğu adlardandır Konstantin Stanislavski. Bütün ömrünü, oyunculuk nasıl öğrenilebilir, sorusuna yanıt aramakla geçirmiş olan Stanislavski, bunu başardığını, hatta oyunculuk sanatının evrensel en önemli
kişisi haline geldiğini ne yazık ki, göremedi. Rusya’nın ünlü yönetmen ve oyuncularından olan Stanislavski, Moskova Sanat Tiyatrosu’nun da kurucuları arasındadır. 1898 yılında sahneye koyduğu, Anton Çehov’un “Martı” adlı oyunu ile tiyatro dünyasında “natüralist” anlayışı ile kendisine yer bulur. Stella Adler ve Lee Strasberg tarafından kurulan “Actors Studio” akımını derinden etkileyen Stanislavski’nin 20. yüzyılda oyunculuk sanatını belirlediğine kuşku yok. Onun temel üç eserinden birisi olan “Bir Aktör Hazırlanıyor” sanıyorum ilk kez eksiksiz olarak Türkçeye kazandırılmış oluyor. Bir Aktör Haz rlan yor, Konstantin Stanislavski, Alfa, Çev: Tufan Göbekçin, 459 s.
NASIL YÖNETMEN OLURUM? Uluslararası sinema camiasında iyi tanınan Mike Goodridge tarafından hazırlanan “Sinema Sanatı: Yönetmenlik” kitabı, yönetmenlerle yapılan söyleşileri içeriyor. Ingmar Bergman, John Ford, Jean-Luv Godard, Alfred Hitchcock ve Akira Kurasawa’nın sanatsal mirasının gölgesinde, sinemayı etkileyen ve yönlendiren 17 yönetmenle çalışma yöntemleri üzerine yapılmış söyleşileri içeren kitap, farklı kültürler ve kişilerin sinema sanatına öznel bakışlarını sunması açısından önemli bir güncel kaynak oluşturuyor. Kuşkusuz, kitapta söyleşileri ile yer alan yönetmenler okuyucuya, nasıl yönetmen olunacağını anlatmıyor. Yönetmenlerin öznel bakışlarından yola çıkarak, yönetmenliğin öğrenilebileceğini düşünmek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Ama sinema dünyasının en önemli yönetmenlerinin yaratıcılıklarını nasıl tanımladıkları ve yapıtlarına yaklaşımları hakkında bir fikir sahibi olmak için eşsiz bir kaynak diyebiliriz kitap için. Kısa bir süre öncesine kadar Screen International dergisinin yayın yönetmeni olan Mike Goodridge’in sürükleyici dilinin kolay okunur bir tasarımla birleştirilmesi de, kitabı ilginç kılan özelliklerden. Sinema Sanat : Yönetmenlik,
Mike Goodridge, Remzi Kitabevi, Çev: Elif Ersavc , 192 s. ‘S NEMA
BEN M MEMLEKET M’
Avrupa sinemasının bilindik şablonlarından birisidir; nasıl ki, bizde sanatçı ürünlerini “çocukları” olarak tanımlarsa, sinemacılar da filmlerini “vatan” olarak tanımlarlar. Kitap da, adını bu şablona borçlu: “Fatih Akın, Sinema Benim Memleketim, Filmlerimin Öyküsü”. Sanırım, Doğan Yayıncılık’ın karar vericileri, son dönemde “vatan” kavramının epeyi hırpalanmış olmasından dolayı, “memleket” kavramını tercih ettiler! Daha önce Almanya’da Rohwolt yayınevi tarafından yayınlanmış olan ve Almanya’da sinema yazarı denilince ilk akla gelenlerden olan Michael Töteberg ile başka bir sinema aşığı Volker Behrens’in birlikte Fatih Akın ile söyleşi halinde yazdıkları bir kitap, elimizdeki. Fatih Akın’ı, Almanya’da film çeken “ikinci kuşak” sinemacılardan. Daha önce başını Tevfik Başer’in çektiği birinci sinemacılar kuşağı Türkiye ile doğrudan ilintili bir sinema üretirken, ikinci kuşak sinemacılar, kaynağını Almanya’daki göçmen yaşamından alan bir sinema yapıyorlar. Altın Ayı gibi sinema ödülleri yanında, Alman Üstün Hizmet Nişanı da almış olması, Fatih Akın’ı diğer Türkiye kökenli sinemacılardan farklı kılıyor. Fatih Akın’ı bence Almanya’daki ikinci kuşak sinemacılardan daha da farklı kılan, sinema serüveni içerisinde Türkiye ve Türkiye’nin gerçeklerine giderek daha da yakınlaşması. Almanya’da çoğunlukla Rainer Werner Fassbinder ile karşılaştırılan Akın’ın gözde sinemacılarından birisinin de Yılmaz Güney olması rastlantı olamaz. Avrupa’da oldukça yaygın bir popüler kitap modeli anlayışı ile yapılmış, biraz dergi havasında, ama daha ince elenmiş, biraz da Akın’ın sinemasını görselleştirme çabasında, ama daha belgesel tadında bir kitap. Sinema, Benim Memleketim, Filmlerimin Öyküsü, Volker Behrens, Michael Töteberg, Fatih Ak n, Do an Kitap, 246 s.
18
10 MAYIS 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Pazar Günleri
Son Seçim
Paralel Hayatlar
Marx, Benjamin, Adorno - Sanat ve Edebiyat
Irene Nemirovsky, Can Yay nlar , Çev: Ebru Erba , 360 s.
Erol Toy, Cumhuriyet Kitaplar , 402 s.
Levent Y lmaz, Do an Kitap, 276 s.
Onur Bilge Kula, Bankas Kültür Yay nlar , 504 s.
Nazilerin otuz dokuz yaşında Auschwitz’te ölüme terk ettiği Irène Némirovsky, katillerine inat, ölümünden yıllar sonra eserleriyle yeniden doğdu. Némirovsky, karakterlerinin insana yansıttığı yakınlık, tanışlık duygusuyla, kimi zaman can yakan gerçekçiliği ve acımasız gözlem yeteneğiyle tekrar tekrar keşfedildi. 1934-1942 yılları arasında yazdığı on beş öyküden oluşan bu derleme, sevilmemiş kadınlarla, kimliğinden utanan erkeklerle, kızlarıyla rekabet eden annelerle, kısacası insana ait türlü meselelerle, iki savaş arası Fransız toplumundan etkileyici görüntüler sunar.
“Son Seçim” köy ve köylülüğün sarmalında içten içe gelişen inanç, güven ve duygu selinin dirence dönüşünün, demokrasi hevesinin çıkara dönüşümünün ve bütün olumsuzluklara karşın, umudu besleyecek insanların da varlığının öyküsüdür. “Son Seçim”i okurken, toplumsal üretimi kendi çıkarına dönüştürmek isteyen demokrasi sahtekârlarının dalaverelerini, insan emeğiyle ona sahip çıkmanın bilincini, bireyin kitleleşme çabasını, yaşamın anlamı ve ölümün değerini soluk soluğa izleyeceksiniz.
Levent Yılmaz neredeyse 2000 yıl önce yaşamış olan Yunan tarihçi, yazar Plutarkhos’tan ödünç alıyor kitabının ismini: “Paralel Hayatlar”. Ama tabii ki öncülü Plutarkhos’tan farklı olarak günümüz Türkiyesi’nin gündeminde olan isimlerin en eğlenceli, en sivri dilli portrelerini çiziyor; arada bir okuyanın ağzına biber sürmeyi de ihmal etmiyor. Daha önce Taraf gazetesindeki aynı adlı köşesinde yayımlanan bu yazılarda “zamanın ruhu”nu, zeitgeist’ını yakalayan Yılmaz, Türkiye’nin kimi zaman renkli, kimi zaman absürd desenlerden oluşan toteminin resmini çiziyor.
ehirdeki Bahçe
Datça’dan psala’ya
Osmanl ’da Saltanat Kavgalar
ölen
Sonia Day, nk lâp Kitabevi, Çev: Cumhur M s rl o lu, 128 s.
Yücel zmirli, Zühal zmirli, K rm z Kedi Yay nevi, 176 s.
Tekin Batur, Kaynak Yay nlar , 240 s.
Platon, Say Yay nlar , Çev: Furkan Akderin, 120 s.
Fazla bir çaba ve masraf gerektirmeyen, yeni başlayanlara zorluk çıkartmayacak kırk üç çeşit bitkiyi evinizin ya da apartmanınızın bahçesinde, dairenizin balkonunda organik olarak kolaylıkla yetiştirebilir, gönül rahatlığıyla tüketebilir, tüm kötü enerjinizi toprağa aktarıp eğlenceli bir uğraş edinebilirsiniz. Birbirinden lezzetli ve yetiştirmesi kolay kırk üç bitki. “Şehirdeki Bahçe” “şehirde yaşıyorum ve yiyeceklerimi kendim yetiştirmek istiyorum, acaba bunu yaparken çok mu zorlanırım?” diye düşünen herkesin istediği cevabı bulabileceği benzersiz bir kaynak.
Datça’nın badem kokulu havasını solumak, İstanbul’un konaklarında yaşamak, Bursa’nın tarihi dokusunu hissetmek, Birgi’nin mistik ortamından etkilenmek, Çeşme’nin altmışlı yıllarını anımsamak, Hollanda’nın tahta nalınlarıyla dolaşmak; İpsala’nın sevecen insanlarını tanımak isteyenler... “Datça’dan İpsala’ya miş’li Geçmiş Zamanlar”ı okurken, kendinizi bu güzelim coğrafyaların büyülü atmosferlerinde dolaşırken bulacak; “miş’li geçmiş zamanlar”a doğru unutulmaz bir gezintiye çıkacaksınız...
Tekin Batur, yedi asra ve üç kıtaya yayılmış Osmanlı’nın Saray içi öyküsünü alternatif bir bakış açısıyla okurlara sunuyor. Hürrem Sultan’ın entrikaları, Pargalı İbrahim Paşa ve Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi gibi tv dizileri aracılığıyla günümüzde popülerlik kazanmış konuları da bu kitapta okuyacaksınız. Tekin Batur, Osmanlı tarihinde az bilinen ya da üzerinde yeterince çalışılmamış alanları bir arkeolog hassasiyetiyle araştırıp derinlerden çıkardığı hazineleri duru ve akıcı bir dille aktarırken, yarattığı tempoyla da okurları öykünün, tarihin içine çekiyor.
“Şölen” Platon’un entelektüel ve sanatsal açıdan gücünün doruk noktasında olduğu bir dönemde yazılmış, en özel, en önemli ve etkili diyalogların başında gelir. Aşkın, yani Eros’un doğasını, amacını ve doğuşunu inceler. Sokrates’e göre aşk, hayatın itici gücü, enerjik ilkesi olarak insanı kendisini gerçekleştirmeye sevk eden, hayatı ve insanı tamamlayan, onu gerçekleştirip zenginleştiren, tam ve mutlu kılan bir şeydir. “Şölen”, edebiyat ile felsefeyi eşsiz şekilde bir araya getiren bir şaheser olarak nitelendirilmektedir.
“Marx, Benjamin, Adorno - Sanat ve Edebiyat”, başta Karl Marx olmak üzere Walter Benjamin ve Theodor Adorno’yu irdelerken, bu düşünürlerin insanlığın insanlaşma ve insancılaşma uğraşını her türlü evrensel üretimin veya yaratımın temeli olarak felsefileştirmelerini esas almıştır. Marx’ın felsefi birikimini temel alan, ancak Adorno’nun belirgin olarak yaptığı gibi, bu birikimin aksayan yönlerini de açıkça eleştiren diğer iki filozof, Marksist birikimin sanatsallaştırılmasının olanaklarını ortaya koymuştur.
YENİ ÇIKANLAR
Kahlo
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
19
Olumsuzluk ve Devrim
Yalanlar Bilimi Psikiyatri
Yabana Do ru
Thomas Szasz, Aylak Kitap, Çev: Nur Küçük, 208 s.
Jon Krakauer, Siren Yay nlar , Çev: Taylan Taftaf, 248 s.
Kadın ressamların en ünlülerinden Meksikalı Frida Kahlo, genç yaşta ünlendi ve kimseninkine benzemeyen türden bir hayat yaşadı. Geçirdiği bir kazada sakat kaldı, ömrü boyunca sağlık sorunlarıyla uğraştı ama hayatının her anını aşk, tutku ve sanatla doldurdu. Sağlık sorunlarının ve çalkantılı özel hayatının yol açtığı bireysel acılar tuvalinde kadınlık ve insanlık durumu üzerine benzersiz tablolara dönüşür. Hayatının son döneminde büyük üne kavuşan Frida Kahlo anavatanı Meksika’da açılan ilk solo sergisine yatağında, polis ve korumalar eşliğinde katıldıktan kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu.
Fernando Matamoros, John Holloway, Sergio Tischler, Otonom Yay nc l k, Çev: Kutlu Tunca, 261 s. Doğrudan Adorno hakkında yazılan bir kitap değilse de bu, Adorno ve onun özelinde Eleştirel Kuram’ı yeniden ve bir başka bağlamda güncelliyor. Adorno’nun nefret ettiği ve 1968 sonrasından başlayarak onu akademik bir bibloya dönüştürmüş kültür sanayinin Adorno’sunu değil; ya da Amerikan üniversitelerinin yazınsal bir egzersize dönüştürdüğü Adorno’yu da değil; tam burada ve şimdi, küresel kapitalizm hapishanesine karşı gezegenin her tarafında yükselen “hayır!” çığlıkları arasında yankılanan bir Adorno’yu güncelleştiriyor: Bir olumsuzluk olarak Adorno.
“Psikanaliz gibi psikoloji de yeni bir insan icadı ve yeni bir akademik disiplindir. İkisi de Aydınlanma’nın, modernitenin, bilim çağının zararlı yan ürünleridir... ve sahte-bilimdir.” Yarım asırdan uzun zaman boyunca Thomas Szasz kariyerinin büyük bölümünü psikiyatrinin kökten eleştirisine adadı. Neredeyse tüm yaşamını kaplayan bu uğraşın doruk noktasını teşkil eden son yapıtı “Psikiyatri: Yalanlar Bilimi”nde Szasz, psikiyatri tarihi ve pratiğinin ayrılmaz parçası olan aldatmacanın rolünü betimliyor.
“Yabana Doğru” toplum tarafından onaylanmış bir hayat idealini yansıtan tüm ölçütleri bir kenara bırakarak doğada yaşamaya giden genç bir adamın gerçek yaşam öyküsü. Sean Penn tarafından Eddie Vedder’ın unutulmaz müzikleri eşliğinde sinemaya da uyarlanan ve En İyi Yardımcı Oyuncu dalında Oskar adayı da olan “Yabana Doğru”, insanın arayışlarını, toplumun tuzaklarını, bireyin çıkmazlarını ve yaşadığımız hayatları bizlere sorgulatacak, akıllardan kolay kolay silinmeyecek gerçek bir öykü.
Etkili leti im
ngiliz Y ll k Raporlar nda Türkiye-1924
Cinayetleri Almana 2012
Güzel Harabeler
Nilgün Serimo lu, Cinius Yay nlar , 121 s.
Ali Satan, Tarihçi Kitabevi, 168 s.
Kolektif, BirUmut Yay nc l k, 234 s.
Jess Walter, Domingo Yay nevi, Çev: Duygu Ak n, 368 s.
Sesimizi iyi kullanabilmek için onun niteliği hakkında bilgi sahibi olabilmek önemlidir. Kusurlarımızı öğrendikten sonra, planlı bir çalışma sonucunda daha doğru ve etkili bir ses edinmeyi ve o dokuyu kullanarak güzel konuşmayı başarabiliriz. Günümüzün hızlı temposunda telefonda tanıtım ve satış artık hem zaman, hem maliyet açısından avantajlı, yaygın bir pazarlama yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Tele-Marketing olarak adlandırılan bu yöntem kendi kurallarını oluşturan bir alan geldi. Telefonla iletişim kurmaya dayanan bu yöntemin pek çok artıları olduğu gibi zorlukları da var.
İngiltere’nin yabancı ülkelerde bulunan diplomatik misyonları her yıl sonunda o ülke hakkında kapsamlı rapor hazırlarlar. Tarihçi Kitabevi, Türkiye hakkında hazırlanan “İngiliz Yıllık Raporları”nı bir dizi halinde yayınlıyor. “İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye-1924” raflardaki yerini aldı. Hizmete özel olarak hazırlanan bu raporlarda, İngiltere’nin Türkiye’ye bakışındaki önceliklerini, stratejisini ve elde etmek istediği hedeflerin şifrelerini görebilirsiniz. Hazırlanmasından 90 yıl sonra bu raporların tamamı hem Türkçe hem de İngilizce olarak ilk defa Türkiye kamuoyuna sunulmaktadır.
“İş Cinayetleri Almanağı 2012”, iş cinayetlerine dikkat çekmek, her gün 3 ila 5 işçinin hayatını kaybetmesinin olağanlaşmasına engel olmak, artarak devam eden ölümlerin kader ya da kaza olmadığını aksine ihmal, denetimsizlik, taşeronlaşma ve daha fazla kâr elde etme hırsı nedeniyle, göz göre göre meydana gelen cinayetler olduğunu göstermek için hazırlandı. Sadece geçtiğimiz yıl basına yansıyan iş cinayetleri haberlerine yer vermiyor. Artık aramızda olmayan işçiler için sürdürülen adalet mücadelelerinin nasıl başladığı, süreç içerisinde nasıl yol alındığı ve gelinen noktada davalardaki son durumları da anlatıyor.
Sene 1962. Güneşin kavurduğu İtalya sahilinin kayalık sırtlarında, göğsüne dek hayallere dalmış bir otel sahibi Ligurya Denizi’nin göz kamaştıran sularına bakarken bir serap görüyor: Uzun boylu, incecik bir kadın, beyazlar içinde bir hayal, tekneyle ona yaklaşıyor. Çok geçmeden kadının çiçeği burnunda Amerikalı bir aktris olduğunu öğreniyor. Ve bir de yakında öleceğini... Muhteşem yaratıcılığı ve kesintisiz şaşırtıcılığıyla “Güzel Harabeler” bir yandan olmadık hayallere tutunurken, bir yandan da yaşamları kayalık kıyılarında gezinen kusurlu ama büyüleyici insanların öyküsü...
Gerry Souter, Yap Kredi Yay nlar , Çev: eyda Öztürk, 256 s.
20
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
ÇOCUK - GENÇ
Tehlikando yaklaşıyonto “Çevreci Dede” kitab yla çocuklar n dilinden anlad n kan tl yor Hikmet Temel Akarsu. Ama hem Güzelçaml ’ya olan sevdas ndan, hem de kitab n n kahramanlar olan biricik çocuklar na duydu u sevgi yüzünden biraz fazla tatl bir dil kullanm İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com
BEN DE ALIN ÇOCUKLAR
Kuzey Kutbu’ndaki buzullar hızla eriyor, deniz suyunun seviyesi yükseliyor, okyanuslarda korkunç kasırgalar oluyor, bitki örtüsü değişiyor ve dünya giderek çölleşiyor. Her yıl daha çok orman yangını çıkıyor, hayvan ve bitki türleri azalıyor, ekolojik dengesizlikler başlıyor, dünyadaki tatlı su kaynakları tükeniyor, deniz suyu yükselince nehir sularına ve yer altı sularına doğru ilerliyor, tarım yok oluyor, açlık sorunları başlıyor. Böyle bir dünyayı ancak çocuklar kurtarabilir, çünkü gelecek onları yetişkinlerden daha çok ilgilendiriyor. Güzelçamlı aşığı Hikmet Temel Akarsu, “Güzelçamlı’nın Kayıp Panteri” kitabıyla çocuklara kendini kabul ettirmişti. Şimdi de “Çevreci Dede” kitabıyla çocukların dilinden anladığını kanıtlıyor. Ama hem Güzelçamlı’ya olan sevdasından, hem de kitabının kahramanları olan biricik çocuklarına duyduğu sevgi yüzünden biraz fazla tatlı bir dil kullanmış. Felaketler art arda sıralanırken, acil durum anlarında bile birbirlerine “sevgili kardeşim” diye hitap eden çocuklar arasında kaybolup gidiyorsunuz. İçindeki sevgiyi nasıl fışkırtacağını bilemeyen bir dede gibi yazmış Akarsu, iyi de yapmış. Çünkü bu tatlı dilin ardında “her şey düzelecek, düzeltmek bizim elimizde” mesajı var ve bu, çocuğa güven veriyor.
“Büyüklerin dünyasını anlatan romanlar, öyküler, oyunlar yazdım. Bunlar sevildi de. Ama hep bir şeyler eksikti. İşte o vakit anladım ki; benim asıl yerim çocukların masalsı dünyası. Bunu anladığımda, aralarında bana da yer açmaları için çocuklara bir kitap yazdım. Bu kitap sayesinde çocuklar, siz beni aranıza kabul ettiniz. Şimdi ben büyüklerin ciddi dünyasından vakit buldukça kaçıyor ve hep sizin aranızda olmak istiyorum,” demiş Hikmet Temel Akarsu. Çocuklardan sonra en sevdiği şey de doğa olduğu için, ikisini buluşturan çocuk kitapları yazmış. “Güzelçamlı’nın Kayıp Panteri”nin ardından, fantastik ögeler kullanarak ekolojik sistemi ve ülkemizdeki doğal güzelliklerin nasıl korunacağını anlattığı dört kitaplık “Çevreci Peri” serisi oluşturmuş ve son olarak insanların ha-
Uyuyan Ordu
Day m Balon Olmu
Freya, geceyi babasının çalıştığı İngiliz Müzesi’nde geçirmek zorunda kalır. Müzede gezerken fildişi bir boru ve eski bir satranç takımı gözüne takılır. Karşı konulamaz bir istekle boruya üfleyen Freya, üç satranç taşının canlanmasına yol açar ve canlanan taşlarla birlikte kendini birden Viking tanrılarının diyarında bulur. Ölüm saçan devler ile ejderhalara karşı koymak ve yeraltı dünyasını ziyaret etmek zorunda kaFrancesca Simon, lan Freya’nın kay thaki Yay nlar , betme şansı yokÇev: Tu çe tur.
Çağdaş Türk edebiyatının usta ismi Necati Tosuner’in yazarlığının ilk yıllarında kaleme aldığı, özgün veriminin başlangıç noktasını imleyen öyküler, okurla yeniden buluşuyor. Kambur bir dayının çocukluğundan, gençliğinden ve orta yaşlarından hazine değerindeki, güçlü anların sislerden arınıp aydınlığa kavuştuğu öykülerde, kederden neşeye, çaresizlikten umuda her renkten duygu can buluyor.
Akyüz, 192 s.
Necati Tosuner, Gün Kitapl , 88 s.
taları yüzünden meydana gelen felaketleri anlattığı “Çevreci Dede”yi okuyoruz.
AH U GÜZELÇAMLI YOK MU Tuna, Deniz ve Yasemin her yaz olduğu gibi bu yaz da Güzelçamlı’ya tatil yapmaya giderler, yurtdışından gelen arkadaşları Hoto, John, Peter ve Angelica’ya oraların doğal güzelliklerini gösterirler. Hoto bir Aborjin’dir ve bambaşka bir dünyadan gelmiştir. Güzelçamlı ona memleketini anımsattığı için burayı en çok o sever. Her şey iyi hoşken çocuklar çevrelerinde birtakım garip olaylar yaşandığını fark ederler. Başta güzel gibi görünür; her yerde tropikal meyveler, sıcacık havalar, uzun süren tatiller. Ama bunların arkasında yatan gerçeği de öğrenmeden edemezler. Çevreci Dede onlara yaklaşan tehlikeyi haber verdiğinde ise, bu gidişi önleyebilecek gücü kendi-
Kaçan Uykular n Pe inden Kimin aklına gelir kaçan uykuların peşine düşmek? Sincap kardeşler Tarçın ile Kimyon’un tabii ki! Tarçın ile Kimyon, bebeklerin kaçan uykularını bulmak için çıktıkları yolculukta, bazı önemli soruların da yanıtlarını buluyorlar. “Ne yanıtı? Sincaplar bulsa bulsa fındık, fıstık bulur,” demeyin. Dünyamıza dair sadece sincapların bildiği Do an Gündüz, şeyler var. Siz de Can Çocuk, peşlerine takılın!
112 s.
lerinde hissederler ve işe koyulurlar. Çevre sorunlarının yanı sıra farklı kültürler arasında dayanışmayı da konu alan bu kitap, Zeynep Özatalay’ın buram buram macera kokan hareketli çizimleriyle tam bir tatil kitabı haline gelmiş. Mimarlığı bırakıp yazar olanlar kervanından olan Akarsu, roman ve öykülerindeki ustalığını çocuk edebiyatına da taşımış. Yayın koordinatörlüğünü yaptığı Roman Kahramanları dergisini çok severiz, umuyoruz ki çocuk edebiyatına da bu dergi tadında özgün eserler bırakır. Şimdiden çocukların çevreci dedesi oldu bile. İyi okumalar diliyoruz.
Çevreci Dede-Yaklaşan Tehlike, Hikmet Temel Akarsu, Doğan Egmont Yayıncılık, 152 s.
Ye Ye Bitmiyor! Çocuklar arasında en sık rastlanan kötü alışkanlıklardan biri tırnak yemektir. Devam ettirdikleri pek çok kötü alışkanlığın genellikle farkında olmayan çocuklar, iç dünyalarındaki gerginliklerini çeşitli şekillerde gidermeye çalışırlar. Böyle bir durumla karşılaşmanız halinde size yol göstermesi için hazırlanan “Ye Ye Bitmiyor!”, çocuğunuzla birlikte okuyabileceğiniz, ipuçlarıyla dolu bir hikâye...
Ay en Oy, Mandolin Yay nlar , 32 s.
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
21
Sait Faik Abasıyanık’ın şiiri CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com 25-31 Mart tarihleri arasında kutlanan Kütüphane Haftası etkinlikleri kapsamında DESAM’ın hazırladığı rapor toplum olarak kitapla ilşkimizdeki vahim gerçekliğe bir kez daha ayna tutmuş oldu. Rapor haber değeri buldu ve oldukça da yankı yarattı. “Eğitim ve Kültür Politikalarının Gençlik Üzerindeki Yankıları” konulu rapora göre 2009 yılı itibarıyla toplam 1152 kütüphanemiz varmış. Bu rakam Almanya’da 10. 531, İngiltere’de 4. 620, İspanya’da ise 5. 209’muş. 2007 itibarıyla ise Türkiye kütüphanelerinde 13 milyon kitap bulunurken Bulgaristan kütüphanelerinde 46, Rusya kütüphanelerinde 739, Almanya kütüphanelerinde 104 milyon kitap bulunuyor. Raporda her biri çok çarpıcı olan daha başka karşılaştırmalar da var. Toplam nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken Türkiye’de bu rakam 2000-3000 civarındadır. Japonya’da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken Türkiye’de 23 milyon kitap basılmaktadır. Japonya’da kişi başına yılda 25, Fransa’da 7, Türkiye’de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşmektedir. Türkiye’de yüksek öğrenim görenlerin sayısı 1965’e göre 14 kat artmışken yüksek öğrenim mezunlarının kitap okuma oranı 1965’in de altında seyretmektedir. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’nun kitap okuma sıralamasında Türkiye 173 ülke arasında 86. sıradadır. Türkiye’de kitap genel ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235. sırada yer almaktadır. Okunan kitaplar ise genellikle aşk, cinsellik ve siyaset konuludur. Karşılaştırmalı rakamların kitapla ilişkimizde ortaya koyduğu vahamet bu iken Sait Faik’in öykücülüğünden haberdar olanların genel nüfusumuz içindeki oranın ne olabileceğini okurların sezgi ve tahminin bırakıyorum. Daha ilginci ise nüfusumuzun kaçta kaçı Sait Faik’in şiirlerinden haberdardır acaba? Sait Faik, öykülerinde olduğu gibi şiirlerinde de insan sevgisiyle dopdoludur. Hayatın sıradanlığının kırılması, yoksulluğun insan ruhunda açtığı yaraların sarılması, yücenin basitin kıskacından kurtulması, insanın insana yaraşır bir yaşam standardına kavuşabilmesinde sanatın gücüne inanır o. Hayatın insana dayattığı zorunluklar ve zaruretler karşısında yüksek sesle bağırır: “Kiraz mevsimi sevişme vaktidir.” Kiraz mevsiminde çocuklar ayakkabı boyamamalı, köylü kadınlar pazarlarda yoğurt satmak için uğraşmamalı, dilenciler dilenmemelidir. “Çıplak heykeller yapmalıyım. Çırılçıplak heykeller Nefis rüyalarınız için Ey önümden geçen ak sakallı kasketli, Yırtık mintanından adaleleri gözüken Dilenci Sana önce
Hayat n s radanl n n k r lmas , yoksullu un insan ruhunda açt yaralar n sar lmas , yücenin basitin k skac ndan kurtulmas , insan n insana yara r bir ya am standard na kavu abilmesinde sanat n gücüne inan r
Şiirlerin tadını Aşkların tadını Kitaplardan tattırmalıyım Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden… Şu oğlan çocuğuna bak Fırça sallıyor Kokmuş manifaturacının ayağına Dör yüz bin tekliğinden On kuruş verecek. Söylemeliyim … Yok Yok… meydanlarda bağırmalıyım, Bu küçük Güllerin buram buram tüttüğü Anadolu şehri kahvesinde Kiraz mevsimininin Sevişme vakti olduğunu.” (Şimdi Sevişme Vakti) İnsanlar insan gibi yaşamalıdır. Kiraz mevsimi kiraz mevsimi gibi yaşanmalıdır. Kiraz mevsimi bir yanıyla da insanın günlük hayat içinde körelmiş, sağırlaşmış unutulmuş taraflarına dönük uyarıcı, anımsatıcı bir göndermedir. İnsan sevgisinin içtenliği ve insana dönük duyarlığın farkındalığıyla konuşur şiirlerinde Sait Faik: “Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğun Oğlu bir şiir okusa Karacaoğlan’dan Orhan Veli’den Yunus’tan, Yunus’tan…” (Şimdi Sevişme Vakti) Boyacı çocuğun oğlunun mezarı başında şiir okumasıyla ilgili özlemi aslında en alt tabakalardan başlayarak bütün toplumun sanatla, edebiyatla bütünleştiği günlere bir öz-
lemdir. Onun şiiri sanatla yoğrulmuş insana, sevgi ve iyilik duygularıyla donanmış insan hayatına bir çağrıdır. Çağrısının temel özelliği doğallığın sadeliği ve samimiyetin etkileyici gücüne sahip olmasıdır. Sait Faik insanı çevre ve doğa ile ilişkileri içinde yansıttğı için onun kişileri soluk alıp veren, etrafımızda gördüğümüz ya da görme imkânına sahip olduğumuz kişilerdir. Anlatımında sıkça rastlanan betimlemelerinde öykücü ustalığı daima kendini göstermektedir. Anadolu iklimini az sayıda ama seçkin fırça darbeleriyle yansıtmasını öykücülüğünün şiirine katkısı olarak değerlendirebiliriz. “-Geceleyin, karanlıkta, bir dağ başındaBir değirmenci; Yüzükoyun kapanırdı uzun uykusuna.” (Bir Zamanlar) * “Yarı olmuş mısır koçanlarının mor püskülünde akşam. Tarlanın kenarında yer yer karpuz çekirdekleri.” * “Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket” * “Evvela tavuklar ve kazlar bağrıştı. Yün yorganların altında terlemiş Mahmur kızlar uyandı, delikanlılı uykularından” * “Filizlenmiş buğday tarlaları nerde? Nerde buzağının sırtında Anasının dil izleri yer yer?” (Deli Çay) * Anadolu iklimini olduğu kadar su âlemini,
deniz dünyasını da bütün canlılığıyla duyumsarız Sait Faik’in şiirinde. “İskele, küpeşte, yelken, halat, vapur, balıkçı çocuklar, güverte, yunus, mavna, torik, uskumru, çapari, galsama, midye, karides, pavurya, böcek, ıstakoz, Ceylan-ı Bahri, çımacı, dülger balığı, sünger…”. Bütün bu kavramlar doğa ve hayat içindeki konumlarıyla, anlamları ve işlevleriyle yer almaktadır onun şiirinde. Balığından balıkçı çocuğuna, mavnasından çımacısına varlıkların kendi gerçeklikleri içinde sunuluşu Sait Faik şiirinin belirleyici özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Onun şiirinin öne çıkan bir başka özelliği ise emeğin yüceltilmesidir. Saik Faik bu yüceltmeyi ideolojik bir tarafgirlikle değil, insanseverliği, yaşama dönük özeni ve vicdan duyarlığıyla yapar. Onun “Mesutken bile rahat olmayışı”nın nedeni bu derin insan sevgisi ve kesintisiz duyarlığıdır. Sait Faik’in şiirleri, “Sevişme Vakti” adıyla ilk kez 1953 yılında yayımlanmıştır. Kitaptaki şiirlerin çoğu Yeditepe, İnkılapçı Gençlik, Yeni Ses, Yürüyüş, Varlık, Servet-i Fünun, Yenilik, İşte, Mektep, Yeni Mecmua, DoğuBatı dergileriyle Dünya ve Vatan gazetelerinde çıkmıştır. Sağlığında yayımlanmamış şiirlerin eklenmesiyle oluşan “Şimdi Sevişme Vakti Ve Diğer Şiirleri” adlı kitabın basımı YKY tarafından 2003’te gerçekleştirilmiştir. Sait Faik kısa denebilecek kırk sekiz yıllık yaşamında on bir öykü, iki roman, bir şiir, iki röportaj, bir çeviri ve dört de değişik türde kitaba imza attı. Türk öykücülüğünün doruk isimlerinden birisi oldu. 1906’da Adapazarı’nda doğan yazar 11 Mayıs 1954’te İstanbul’da yaşama veda etti. Ölümünün elli dokuzuncu yılında onu minnetle ve saygıyla bir kez daha anıyoruz.
22
Aydınlık KİTAP
10 MAYIS 2013 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “Son derece iyi, ama zayıf, sinirli kişilerde ara sıra böyle olur; iyiliklerine rağmen üzülmek, öfkelenmek, onları sanki sarhoş eder, bundan zevk alırlar ve mutlaka başkalarına, suçsuz, çoğunlukla da en yakınlarından birine çatarlar. Örneğin kadınlar, ortada incir çekirdeğini dolduracak bir sebep yokken kendilerini mutsuz, kırgın hissetmek ihtiyacı duyarlar. Pek çok erkek de böyle durumlarda kadınlara benzer, üstelik ruhça zayıf, kadın tabiatlı erkekler de değildir bunlar.”
2
“Seni budala! Yazmak istedin ve yazmayı denedin, oysa yazacak hiçbir şeyin yoktu. Ne vardı kafanda? Bazı çocukça yaklaşımlar, olgunlaşmamış hisler, hazmedilmemiş bir sürü güzellik, kapkara bir cahillik yığını, patlayacak kadar aşkla dolmuş bir yürek, aşkın kadar büyük ve cehaletin kadar yararsız bir tutku. Yine de yazmak istedin!”
“Hükümdar o gece rüyasında aşkı gördü. Rüyasında yine Bağdat Halifesi Harun Reşid idi, tebdili kıyafetle bu kez Espanbur şehri sokaklarında dolaşıyordu. Fakat, birden bire her yanını tedavisi mümkün olmayan bir kaşıntı sardı. Hemen Bağdat'taki sarayına döndü, dönerken altı fersahlık yol boyunca kaşım kaşım kaşındı ve saraya varır varmaz, eşek sütüyle yıkandı, gözde odalıklarına tüm vücudunu balla ovdurdu.
a ) Profesör - Charlotte Bronte
a ) Vathek - William Beckford
a ) Floransa Büyücüsü - Salman Rushdie
b) c) d)
Yaşama Sevinci - Emile Zola
b)
Ezilenler – Dostoyevski Cyrano De Bergerac - Edmond Rostand
c)
Malavika ve Agnimitra - Kalidasa
d)
Martin Eden – Jack London
3
b)
Üç Hikaye - Gustave Flaubert Katip Bartleby - Herman Melville
c)
Babalar ve Oğullar - Turgenyev
d)
Lady Chatterley'in Aşığı - David Herbert Lawrence Alfred ile Emily - Doris Lessing Jardin’lerin Romanı - Alexandre Jardin Brandes’in Kararı - Eduard Marquez
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(c) 2-(b) 3-(a)
1
BULMACA 1. Resimdeki yazar 2. Ad, ün - Fas’ta bir rmak - Boru sesi - Antiseptik ve dezenfektan özellikleri olan bir element 3. Bir tür tatl çörek - Ak ll , zeki Kiloamper (k sa) - “... Derek” (aktris) 4. Herhangi bir sefer için merkez olarak seçilip ona göre donat lm olan yer - Tin - Zarara u rama, zarar 5. H rvatistan’da bir liman kenti Otlar - Nas l, niçin
6. Azotlu besinlerin vücutta yanmas yla olu an azotlu madde Tropikal bölgelerde yeti en bir a aç türü, maun - Bir soru sözü Beyaz 7. Kar f rt nas - Bir dilek art eki Evin bir bölümü 8. Bir kimsenin veya ailenin içinde ya ad yer, konut, hane - Bir eyin fiyat n art rma - Çabucak gönderme, acele yollama 9. Kar tl k, kar t olma, z t olma “Rikkat ...” (bir tezhip sanatç m z) 10. Aç klama - Duyuru
11. Burun - Paraguay çay - Dudak Lavrensiyum’un simgesi 12. Parça ya da ezme et ya da sakatata çe itli harçlar kat larak haz rlanan bir arküteri ürünü De i ik veya özel biçim - E i benzeri olmayan, mükemmel bir eyi icat eden 13. Trabzon’un bir ilçesi - Eski Türklerde “totem”e verilen ad Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek
ku ak - San Marino’nun plakas 14. lemelerde kullan lan, gümü görünümünde parlak s rma ya da metal tel iplik - Bir seslenme sözü - Tövbe etme - Tantal’ n simgesi 15. (DEPOSU ) Resimdeki yazar n bir eseri - Yumu ak, yüzü ince havl bir deri türü Yukar dan a a ya 1. Resimdeki yazar n bir eseri 2. öhret - Öç, intikam - Bir ba laç Yararl 3. Y rt k, yar k - Suyun veya topra n önüne çekilen kal n duvar Katran ve di er organik maddelerden elde edilen, kat , siyah, parlak madde, kara sak z Kuzu sesi 4. Amirler - A rlama - Sümerler’de su tanr s 5. Kurçatovyum’un simgesi - Afrika yerlilerinin çal ç rp dan yapt klar çardak gibi bar nak - Savunucu 6. Alamet, ni an - Tabip, doktor - ah smail’in iirlerinde kulland mahlas 7. Yass demir ürünü - Radyum’un simgesi - Bayram ve enliklerde caddelere kurulan süslü kemer
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
Soldan sa a
8. Bir kimsenin kendisine ili kin olarak ba kalar nda yaratmak istedi i ya da b rakt izlenim Rütbesiz asker - ridyum’un simgesi 9. talya’da bir yanarda - Deride, sinirler boyunca, özellille gövde, bacak ve yüzde birtak m a r l fiskelerin dökülmesiyle beliren, mikroplu bir hastal k türü 10. Nikel’in simgesi - Çinko’nun simgesi - Deride, özellikle ellerde olu an zarars z, pürtüklü küçük ur - Tatl bir besin maddesi 11. Evren - Ak ll , zeki 12. “... etmek” (d lamak, uzakla t rmak) - Sarp geçit Notada duraklama i areti 13. Lübnan’ n plakas - Bir nota Hiyerar ik bir düzende önemli bir görev, makam - Doktor (k sa) 14. Göçebelerin konaklad yer Stanislaw Lem’in bir eseri - Alt alta yaz lm isimler ya da nesneler dizisi 15. Resimdeki yazar n bir eseri Genellikle uluslararas karayolu ta mac l nda kullan lan büyük kamyon - Satrançta taraflardan birinin yenilgisi