. KITA P Aydınlık
28 Haziran 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 70
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
GEÇEN HAFTA
66,277 OKURA ULAŞTIK
“Militan iyimserlik bir kez daha haklı çıktı” Ataol Behramoğlu ile röportaj
20. Yılında Sivas’tan Gezi Direnişi’ne...
Ayaktalar, dimdik ayakta
Atilla Dorsay Attila A ut Bar Doster Berrin Ta Cezmi Ersöz Fatih Atila Hakan Bilginer Haydar Ergülen Kaan Arslano lu Kaya Özsezgin Mecit Ünal Mine Sö üt Murtaza Demir Nesrin Kazankaya Seyyit Nezir Veysel Çolak
Aydınlık KİTAP İÇİNDEKİLER Katletmeye koşullanmış sürü
s. 4
Şairin ölüme verdiği poz
s. 5
Militan iyimserlik bir kez daha haklı çıktı
s. 6-7
Türk edebiyatı özgürlük yatağını değiştirdi
s. 8
Bir topluöldürüm öyküsü ya da ‘Sivas Kitabı’
s. 9
Bu kez adamakıllı bir umut belirdi
s. 10
Siyasal İslâm ve ihtilaf eden varlık
s. 11
KAPAK: Güzel günler görüyoruz - 2
s. 12-13
Bütüncül şiirin Derviş’i
s. 14
ABD emperyalizmini ve ordusunu anlamak için
s. 15
Karasu belgeliğine katkı
s. 16
Kahpelik çağı ve gözyaşı bombası
s. 17
Yeni çıkanlar
s. 18-19
Çocuk-Genç : Ne varsa çocukta var
s. 20
Peride Celal’in ardından
s. 21
Süleyman Zaman’da Sivas gerçeği
s. 22
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu halduncubukcu@hotmail.com
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı damla@aydinlikgazete.com
Editör
Pınar Akkoç
Yazıişleri
İrem Halıç, Cenk Özdağ
Sayfa Sekreteri
Alev Özgenç
pinar@aydinlikgazete.com
28 HAZ RAN 2013 CUMA
3
Ayaktalar, dimdik ayakta “Issızlığın Ortasında”yı çığırırken Moğollar insan yakma geleneğinin yaratıklarına karşı tarihsel bir sorumluluğun ve sanatçının vakur duruşuyla meydan okuyorlardı. Kimdi Erdal Ayrancıyı, Edibe Sulari’yi, Metin Altıok’u, o küçüçük semahçı çocukları yakanlar? Onlar kendilerini geçen gün tarif ettiler: Tayyip Erdoğan’ın g.. kıllarıydılar. İnsan bir kez kendisini bu denli ezik, aşağılık ve mundar görmesin. Yapmayacağı şey yoktur. Yaptılar. Asım Bezirci’yi, 15 yaşındaki Menekşe’yi, kardeşi 12 yaşındaki Koray’ı yaktılar. Bilmediler ki, geçtim Aziz Nesin’den, Hasret Gültekin’den, Muhlis Akarsu’dan... O küçüçük çocuklar onların da insan olmaları için turna katarı semahlar dönüp, “İnsan olmaya geldim” deyişiyle varlık biçimlerinin en yetkininde bir kardeşlik dünyasının ufkunu sunup, o tertemiz, küçücük ellerini uzatıyorlardı. G.. kılları bunu nasıl idrak etsin? “Hüllooğğğğ” gibi insanı maymundan da geriye düşüren sesleri çıkarabilme yetisine sahip olanların “erkişileri” de benzinle, biber gazıyla, satırla dolaşacaktı. Hangi ölüm, biraz sonra ölmesi çok muhtemel o çocular için, ken-
disi kurtulmayı başarabilecekken lobideki koltuğa oturup ağız armonikasını çalan ve onlara güç veren Asaf Koçak’ınki kadar bir engin, bir sonsuz koçaklama halini alır? Şimdi anlaşılıyor ki, bütün o korkunç Ortaçağ yangını, Türkiye karanlığın kalbinde pıhtılaşsın diye çıkarılmıştı. Öfke, kin, cehalet, eziklik ve nefretten ibaret erk sahiplerine baktıkça içimiz yanarak anlıyoruz. Isısızlık ve karanlığa dalmıştık o günden beri... Ki... 2 Temmuz 1993’te Türkiye’nin değerleri, o çocuklar yanarken... Bu çocuklar doğuyormuş işte! Karanlığı parçalayarak, kin ve nefretin aciz hödüklüğüne orantısız zeka uygulayarak, 79 ilde milyonlarca, yobazlığa, zorbalığa, emperyalizme karşı ayaklanarak... Bütün o kendini g.. kılı olarak tarif eden ya da o halde bulmuş zavallılara, insan olduklarını hatırlama şansı verecek... Bu çocukları doğuyormuş Türkiye’nin.. Milyonlarca Koray, milyonlarca Menekşe... Bu sayımız da o değerlere, o çocuklara, anılarına; devrimi mayalayan bu şahane direnişin çocuklarına selam duruşumuz olsun. HALDUN ÇUBUKÇU
Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı Genel Yayın Yönetmeni Mustafa İlker Yücel Sorumlu Müdür Mehmet Bozkurt Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
Reklam Servisi Genel Müdür Yardımcısı Saynur Okuroğlu saynur@aydinlik.com.tr Reklam Müdürü Kamile Karakadılar kamile@aydinlik.com.tr kitap@aydinlikgazete.com
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
BERRİN TAŞ İLE SİVAS KATLİAMI’NIN 20. YILI ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Katletmeye koşullanmış sürü Sol, insanla ili ki kurmay unuttu. Onun sorunlar yla ilgilenmeyi önemsemedi. Kendi yöntemleriyle verdi i mücadeleyi yeterli buldu. Ezberletilen sloganlar, yinelene yinelene yalama olmu bildik kal p sözcükler eskidi. Bu tür mücadele biçimi insanlar n ya am na sokularak orada yeniden ye eremiyor. Sol, insan yönetmeye kalk madan önce onu anlamak için çaba harcamal ÖZDEN ÖZÜTEMİZ 2 Temmuz’da neden Sivas’taydınız? O gün neler yaşadınız? Barış ve Kardeşlik Şenliği için davet edilmiştik. Türkiye’nin değişik bölgelerinden yüzün üzerinde sanatçı -şair, yazar, müzisyenSivas’ta bir araya gelmişti. Biz “İnsancıl Okuma Tiyatrosu”nu oluşturan gençlerle birlikte yola çıktık. Yanımızda kızlarımız da vardı. Sivas’a yaklaşırken akar çeşmelerinde yüzümüzü yıkadık. Suyunu içtik. Neşeyle gittik Sivas’a. İlk gece TEK’in Konukevi’nde kaldık. İki gün Sivas’ta kaldıktan sonra Banaz’a gidilecekti. 2 Temmuz akşamı zaten Buruciye Medresesi’nde okuma tiyatrosuyla Pir Sultan’dan Nazım Hikmet’e, Neruda’ya, Eluard’a direnen şairlerin şiirleriyle biz de şenliğe katkımızı sunmuş olacaktık. Banaz’da da bu karşılıklı etkileşim sürecekti. Bizlerin bu birlikteliği yaşamamız istenmedi. 2 Temmuz’da saldırılar başladığında biz Buruciye Medresesi’ndeydik. Sabah okuma tiyatrosu provası yaptık. Sonra kitaplarımızı sergiledik. Okurlarımızla söyleştik. Arkadaşlarımız öğle yemeği için çıktılar. Biraz sonra dışarıdan “Şeriat isteriz, vali istifa” diyen kalabalığın gürültüsü duyuldu. Ne oluyor ne bitiyor derken Buruciye Medresesi’ndeki görevliler bize çıkmayın diyerek kapıları kapattılar. Masaların üzerindeki kitap tanıtım broşürlerini toplamayı da unutmadılar. Yazarların kitaplarına ilişkin bilgi veren broşürleri bile, o an değil ama, daha sonradan birçok kuşku uyandırdı. Görevliler o gün Sivas’ta bu büyük kırımın yaşanacağını biliyorlardı. Zaten o sabah bir çay bahçesinde çay içerken bile asık suratlı çaycı bizi şaşırtmıştı. Genellikle ülkemizde başka bir kentten geldiğinizi anladıklarında sizi sevecenlikle karşılarlar. O gün bizi sevimsiz karşıladılar. Daha çayları içmeden çay parasını aldılar.
FATURA AZ Z NES N’E KES LD Gürültü uzaklaştıktan sonra dışarı çıktık. Arkadaşlarımızı aramaya başladık. Ellerinde sopalarla yürüyenleri görünce bizi kabul eden bir lokantada zaman geçirdik. Sonra kalabalığın Kültür Merkezi’ne doğru
Soldan ikinci Berrin Ta , yan nda Cengiz Gündo du, yelekli U ur Kaynar, tam arkas nda Behçet Aysan, tak m elbiseli Metin Alt ok. Sivas’ta Buruciye Medresesi önünde toplu pozda.
gittiğini öğrendik. Bu arada bizi İstanbul’dan getiren minibüs şoförüyle karşılaştık. Arkadaşlarımızı bulduk. Minibüste gençler vardı ve onlar bize emanet edilmişti. Karakola gittik. Gençler burada dursun, size bırakalım biz oteldeki şair, yazar arkadaşlarımıza bakalım dedik. Polisler bize garanti veremeyiz, burada da güvende olamazlar dediler. TEK’in konukevine döndük. Daha odalarımıza çıkmadan TEK’in girişinin kalabalıklaştığını gördüm. Giren çıkan artmıştı. Bir hareketlilik göze çarpıyordu. Cengiz Gündoğdu Madımak Oteli’ni aradı. O zaman cep telefonları yok. TEK’in konukevinden bağlattık telefonu. Bizi Sivas’a davet eden kişilerden biriyle konuştu Cengiz Gündoğdu. “Neler oluyor, biz ne yapabiliriz diye sordu. Bize verilen yanıt kuşkuya yer bırakmayacak denli netti: “Hiçbir şey yapamazsınız. Burası çok kötü. Hemen hızla Sivas’ı terk edin,” dedi. Zaten minibüsçü arkadaş da “Bu gece burda yatamayız, hemen yola çıkalım,” diyordu. Biz, Sivas’tan ayrılırken aklımız Madımak Oteli’nde kaldı. Bugün biz -Cengiz Gündoğdu ve ben- Sivas’ta ölmediysek bu yalnızca bir rastlantı. TEK’in konukevi yerine Madımak’ta kalsaydık bugün yaşamıyor olabilirdik. Minibüs tutup gitmemiş olsaydık, Sivas’tan ayrılmak için o koşullarda araba bulabilmemiz olanaksızdı. Bizi Sivas’tan son hızla çıkaran minibüsçünün neler söylediğini çok sonra Cengiz Gündoğdu’dan öğrenecektim. TEK’in konukevinde minibüsçü arkadaşa “sen bu
gece alt katta yatma, yukarıda yat” demişler. Bu durum alt katta bizlerin başına da neler gelebileceğini iyi anlatıyor. Bu katliam sizce ne amaçla gerçekleştirildi? Bu planlı bir hareketti. Kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum değildi. TEK’in konukevine daha yerleşmeden para istenmesi, çayı içmeden parasını almakta acele edilmesi, bir arkadaşımızın erkek berberinde traş olurken sert davranışlarla karşılaşması, Buruciye Medresesi’ndeki görevlilerin kitap broşürlerini aceleyle ortadan kaldırılması katletmeye koşullanmış bu sürünün neler yapacağının bilindiğini gösteriyor. Sivas Katliamı’nda amaç sol muhalefeti yok etmekti. Kışkırtılmış, cahil bırakılmış kitle bu amaç için kullanıldı. Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri için davet edilmiş yüzü aşkın sanatçı hedef gösterildi. Faturası da Aziz Nesin’e kesildi.
B R ÖNYARGIYI KIRMAK Cengiz Gündoğdu ara ara anımsatır, Y. Kadri’nin “Panorama” romanında Tahincizade adlı bir karakter var. Şapka kanunu çıkınca evden çıkmaz, oğlunu ise CHP’ye sokar. Mustafa Kemal ölünce evden çıkar. Türk sağındaki bu örgütlülük, bu sabırlı bekleyişi sol neden gösteremiyor? Sorunuza iki farklı yönden bakılabilir. Birincisi şapka yerine fesi yeğleyen Tahincizade statükonun simgesidir. Onun inadını örgütlülükle, sabırlı bekleyişle ilişkilendiremiyorum. Önyargının kırılması taşı kırmaktan daha zor-
dur. Onun inadı tutuculuğundan besleniyor. Sol mücadele yöntemlerini yeniden gözden geçirmeli. Gezi direnişinin bize gösterdiği budur. Gezi direnişi sola unutulan, unutturulan insanı yeniden anımsatmalı. Sol, insanla ilişki kurmayı unuttu. Onun sorunlarıyla ilgilenmeyi önemsemedi. Kendi yöntemleriyle verdiği mücadeleyi yeterli buldu. Ezberletilen sloganlar, yinelene yinelene yalama olmuş bildik kalıp sözcükler eskidi. Bu tür mücadele biçimi insanların yaşamına sokularak orada yeniden yeşeremiyor. Sol, insanı yönetmeye kalkışmadan önce onu anlamak için çaba harcamalı. Sivas davasında adaletin yerini bulduğunu düşünüyor musunuz? Adalet yerini bulmadı. Dava uzatıla uzatıla yargılamadan çıktı. Katillerin kurtarılması için yöntemler aranmasına dönüştü. Katiller değil neredeyse katledilen insanlarımız yargılanacaktı. Sivas Katliamı’nın edebiyat, müzik, sanat dünyasında yeterli karşılığını bulduğunu düşünüyor musunuz? Yeterli ürün verildi mi? Tiyatroyla, şiirlerle, öykülerle Sivas Katliamı dile geldi. Yine de bu karşılığın yeterli olmadığı söylenebilir. Ülkemiz ne yana baksan sorunlarla yüklü. Sanatçının dikkati de çoğunlukla güncelin içinde büyüyen yeni sorunlara yöneliyor. Sözgelimi şimdi sanatçıların dikkati Taksim direnişine yönelmiş durumda. Bu direnişin şiiri, romanı, öyküsü yazılacak. Güncel kaçınılmaz olarak öne çıkıyor. 20 yıl sonra devletin Alevi algısının değiştiğini düşünüyor musunuz? Örneğin 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, bir parti başkanın Alevi olduğunun ima edilerek eleştirilmesi… Bu algı değişmedi. Bu algının değişmediğini iktidarın her konuşmasında görüyorum. Yalnız bu algı değil, toplumu bölen, ayrıştıran bir anlayış güçlenerek varlığını sürdürüyor. Son olarak yeni Sivaslar olmaması için neler yapılmalı? Bu soruya yanıt vermek pek kolay değil. Sayfalarca konuşmak gerekir. Kısaca yanıtlayayım yine de. Toplumsal bilincin yükseltilmesi gerekiyor. Bize gereken Aydınlanma seferberliği.
GÜLDEN TERAZİ
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
5
Şairin ölüme verdiği poz
yi air olman n ölçütü salt iyi iir yazmak de il, hem iyi iir yazmak hem de iirleri ve hayattaki duru uyla halk n saf nda olmakt r. airin iiri kadar hayat n n da halk n hayat na dahil oldu unu gösteren yeni bir “poz”dur Taksim Gezi Direni i’ndeki air foto raf MECİT ÜNAL
mecitunal@aydinlik.com.tr Savaşan şahin, F-16 olarak bilinen bir savaş uçağı… Fakat savaşan şair bir uçak değil. Ama uçmasını da bilir, sözcüklere kanat takmasını bildiği için… “Uçmak” -“uçmağa varmak” biçiminde- eski Orta Asya ve 15. yüzyıla kadarki eski Anadolu Türkçesinde ölmek, cennete gitmek anlamında kullanılmıştır. Kavramın aslı, İslâm öncesi Göktanrıcı inançta cennet anlamına gelmektedir. (Emine Gürsoy Naskali’nin Kitabevi Yayınevi’nce 2010 yılında yayımlanan bu adda bir çalışması var.) Şairin, cennete gideceğine inansa da inanmasa da gerektiğinde “uçmağa varmasını” bildiğini, ölüm nedenleri ve biçimleri ne denli farklı olursa olsun Seyyid Nesimi ve Pir Sultan Abdal ile onlara katmamız gereken Hasret Gültekin gibi halk ozanlarımızdan; Metin Altıok, Uğur Kaynar, Behçet Aysan gibi şairlerimizden bilmekteyiz.
UÇMA A VARMASINI B LMEK Uçmağa varmasını bilen Türk şairleri bu kadarla sınırlı değil kuşkusuz. Bu isimlere Türkiye’den ve Türk cumhuriyetlerinden katılacak daha onlarca isim sayılabilir. Bundan önceki yazılarımdan birinde, dünyada Türk şair ve yazarları kadar erken öleninin olmadığını söylemiştim. Puşkin’i, Vapstarov’u, Sandör Petöfi’yi, Lorca’yı, Victor Jara’yı, Benjamin Moloise’yi biliyorduk. Bu şair ve ozanların şiirleri ve şarkıları ezberimizdeydi. Şairlerimiz bu şair ve ozanlara ithaf ettikleri şiirler yazmışlar, müzisyenlerimiz bu şairlerin şiirlerinden besteler yapmışlardı. (Vaktiyle ben de Vapstarov’un iki şiirini bestelemiş, bir şiirimi de Güney Afrika ırkçı beyaz rejiminin idam ettiği Benjamin Mo-
loise’ye ithaf etmiştim.) Ancak, Anadolu Türkçesi şairleri olarak Azeri şairlerden Mehemmed Hâdi’yi, Ehmed Cevad’ı, Mikail Müşfik’i, Tatar şiirinin büyük şairlerinden Abdullah Tukay’ı, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşistlerine karşı savaşırken cephede ölen Amandurdı Alamışov’u, Şalı Kekilov ile Ata Niyazov’u bilmiyorduk… 1918’de Alaş Orda’cı, daha sonra Kazakistan Sovyeti Halk Eğitim Komiseri Ahmet Baytursunuli, Mağcan Cumabayev ile Saken Seyfulin de bilmediklerimizdendir. “Ceditçi” Özbek şairlerinden 1929’da Fergana’da aşırı dinciler tarafından öldürülen Hamza Hekimzade Niyazi, Süleymanoğlu Çolpan, Kırgız şairi Sıdık Karaçev, 1944’te Çin’de sağcı Guomindang rejimi hapishanelerinde ölen Uygur şairi Lutpulla Muttalip’i de bilmediklerimize eklediğimizde uzun bir liste elde ederiz. Hepsi de şiire ve tarihe mal olmuş büyük ölümler bunlar… Şairi ve şairin kişiliğinde daha geniş anlamda aydın ve sanatçıyı tanımlayan hayatlar ve ölümler…
A R N CANI, HALKIN CANINA DAH L Bütün bu yaşam ve ölümlerin özeti şudur: Şairin içinde yaşadığı halkın hayatından ayrı bir hayatı olamaz. Şairin şiiri kadar hayatı da -yani canı- halkının hayatına -yani canına- dahildir ve dahil olmalıdır. Biz bunun böyle olması gerektiğini ve olduğunu 20. ölümsüzlük yılında, Madımak Oteli’nin merdivenlerinde çekilmiş, Metin Altıok’u, yanında Uğur Kaynar ve Behçet Aysan ile saldırganları karşılamaya hazır beklerken gösteren o fotoğraftan da teşhis edebiliriz. Direniş molasında dinlenirken gör-
düğümüz üç şairin fotoğrafına Hasret Gültekin’i ve Asım Bezirci’yi de ekleyebiliriz. Veya Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu ve Erdal Ayrancı gibi yakılan 33 kişiden her hangi üçü ya da beşini… O fotoğraf gibi o merdivenlerde çekilmiş daha birçok fotoğrafta bu 33 kişiden birçoğunu dinlenirken görürüz. O günlerde olduğu gibi bu günlerde de bu isimlerin hepsini çıkarıp yerlerine Özdemir İnce’yi, Ataol Behramoğlu’nu, Gülten Akın’ı, Sennur Sezer’i, Seyyit Nezir’i, Veysel Çolak’ı, Hidayet Karakuş’u, Hüseyin Haydar’ı, Tuğrul Keskin’i, Nevzat Çelik’i, Emirhan Oğuz’u, Mustafa Köz’ü, Nuh Ömer Çetinay’ı, İbrahim Baştuğ’u, Sabri Kuşkonmaz’ı, Hasan Hüseyin Yalvaç’ı, Halil İbrahim Özcan’ı, Fatma Aras’ı, Aziz Kemal Hızıroğlu’nu, Enis Akın’ı, Nalan Çelik’i, C. Hakkı Zariç’i, Salih Aydemir’i, Şeref Bilsel’i ve burada kendim dahil adlarını sayamadığım onlarca şairimizi de koyabiliriz. “Merdivende Üç Şair” işte o fotoğrafı kapağa çıkararak yayımlanan bir kitap. Orhan Tüleylioğlu’nun hazırladığı “Merdivende Üç Şair”, Kırmızı Kedi Yayınevi’nce geçen yıl bu zamanlarda yayımlanmıştı. Birçok şair ve yazarın Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar üzerine yazdıkları yazılardan oluşan kitaba da adını veren o fotoğraf Türk şairinin portresidir aynı zamanda. Türk şairinin ölüme verdiği poz, hayata kazandırdığı yeni anlamdır! Bu anlam, bugün Taksim Gezi Direnişi ile meydanlara inmiş, yeni ve başka bir anlam daha kazanmıştır: Şairsiz direniş olmaz!
Y A R OLMANIN ÖLÇÜTÜ Tüm Türkiye’nin Taksim meydanı olduğu Gezi Direnişi’nde direnişe bizzat katılarak yer alan veya oraya giderek, orada bulunarak, örneğin kütüphane kurarak, kitap dağıtarak, yazı ve şiir yazarak destekleyen şairler ile onlara eklenecek oldukça uzun bir liste bir kez daha şairsiz devrim olmayacağını gösterdi bize. Bunun en somut kanıtı yazılan direniş şiirleri ile direniş yazılarıdır. Seyyit Nezir ile Hüseyin Haydar’ın yazdıkları şiirler ile altı şairin bir araya gelerek oluşturdukları “Çapul Şiir” şimdilik bildiklerimiz. Daha çok şiir yazılacaktır elbette. Şiirden daha somut olanı ise direnişte yaralanan, polisçe dövülerek gözaltına alınan şairlerimizdir. Mustafa Köz -ki TYS Başkanı’dır- polisin saldırısı sırasında bacağından yaralandı. Biber gazı Mustafa Köz’ün gözlerinde uzun bir süre görme kaybına yol açtı. Sabri Kuşkonmaz da polis saldırısında kolundan yaralandı. Salih Aydemir ile Enis Akın ise feci şekilde dövülerek gözaltına alındıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar. Her iki şair gözaltında tutuldukları sürede de dövüldüler. İki şairimiz elleri plastik kelepçeli olarak birer çuval gibi sokağa bırakıldılar.
D RENEN A R POZU Yukarıda ancak bir kısmının adlarını verebildiğim Taksim’e destek veren bütün bu şairlerin tümü de iyi şairlerdir. İyi şair olmanın ölçütü salt iyi şiir yazmak değil, hem iyi şiir yazmak hem de şiirleri ve hayattaki duruşuyla halkın safında olmaktır. Şairin şiiri kadar hayatının da halkın hayatına dahil olduğunu gösteren yeni bir “poz”dur Taksim Gezi Direnişi’ndeki şair fotoğrafı. Kötü şairliğin ise tek bir ölçütü olmuştur her zaman: Durumdan kendisine çıkar sağlamak! Böyleleri de var elbet! Taksim Gezi Direnişi bunlardan birini de gösterdi bize. Sırası gelir, bir gün yazarız nasılsa.
6
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
SİVAS KATLİAMI’NIN 20. YILINDAN GEZİ DİRENİŞİ’NE: ATAOL BEHRAMOĞLU
Militan iyimserlik bir kez daha haklı çıktı B.SADIK ALBAYRAK
bizimsadikalbayrak@gmail.com Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a gelmiş müzisyen, şair, yazar, tiyatrocu, folklorcü onlarca aydınımızın, Madımak Oteli’nde yakılarak katledildiği Sivas Katliamı’nın üzerinden 20 yıl geçti. 20 yıldır olanları da göz önünde bulundurursak, bugün, bu olayın toplumsal ve tarihsel anlamını nasıl değerlendiriyorsunuz? 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı, uzak ve yakın tarihimizde yaşanan Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, 31 Mart [1909], Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gerici ayaklanmalar, Menemen’de asteğmen Kubilay’ın şehit edilmesi, 1978 Maraş ve 1980 Çorum katliamları gibi, gerici, kanlı, karanlıkçı ayaklanmalar zincirinin halkalarından biridir. Uzak ve yakın tarihimizin bu ayaklanmalar bakımından oldukça kabarık bir suç dosyasına sahip olduğu görülüyor. Bilimsel devrimler çağına çok geç katılmış olmamızın bedelini bir de böyle ödediğimiz ve halen de ödemekte olduğumuz söylenebilir. Sivas Katliamı’na bu günden bakıldığında, o günlerde, daha çok, aydınlara özgü aşırı bir kaygı gibi görülen “köktendinci” tehdidin nasıl giderek büyüyüp canavarlaşan bir gerçeklik olduğu daha iyi anlaşılıyor.
ABD DÜNYAYA BELA ETT Sivas Katliamı’nın anılması bile 20 yıldır çeşitli baskılarla karşılaşıyor. Madımak Oteli’nin müze yapılması talepleri uzun süre görmezden gelindi. En son katledilen aydınların adlarının yanına katliamcılardan ölenlerin de adı yazıldı. 20 yıllık süreçte, Sivas Davası’nı, anma etkinliklerini, olayın anlaşılması için yapılanları nasıl yorumluyorsunuz? Katille katledenin adlarının aynı listeye yazılmış olması bizdeki katiller bakımından şaşırtıcı olmasa gerek. Örneğin günümüz başbakanının konuşmalarını ben, bir cinayet işledikten sonra “yetişin, beni öldürüyorlar” diye haykıran birinin, şaşırtıcı, ürkütücü, akıllara durgunluk verici saptırmacılık ve pişkinliğinden farksız görüyorum.
Ataol Behramo lu
dına kadar açtı. Bu çevrelerden en ufak bir Günümüz Dün, “siz isterseinsancıllık duygusu bekTürkiye’sindeki niz hilafeti de getilemek boşunadır. Dinsel rirsiniz” diyen zafanatizm böyle bir şeygibi kapkara bir vallı kafayla, budir. Bahtsız Afganissiyasal iktidara kar gün halka “Pencetan’da, Suudi Arabisür özg k, me sava m ver relerinize üç hilalli tan’da, Irak’ta, yanı bir ruha ve ki ili e Osmanlı bayrağı başımızdaki Suriye’de sahip olman n asın” diyen küflenözgür Suriye ordusu temel bir miş akıl, birbirinin denen katil sürüsünün gere idir aynısıdır. Sivas Katliayaptıklarında bunu görümı’nın, bir merkez sağ yor, biliyoruz. Köktendinci sosyal demokrasi koalisyoİslamcılık bütün dünya için nu döneminde gerçekleşmiş olölümcül bir tehlike olup çıktı. Başta ması anlamlıdır. Merkez sağ, bu katliaABD emperyalizmi, Batı dünyası bu mı engelleyememek, katliamdan rabelayı Sovyetler Birliği’ne karşı kendi elleriyle besleyip büyüttü. Bu, Türkiye hatsızlık duymamak ve sonuçta da gereğini yapmamakla, AKP iktidarına giiçin de böyledir. Tayyip Erdoğan gibi o sırada hiçbir devlet adamlığı titri bu- decek yolu açarak kendi ekonomik ve siyasal ölüm hükmünü de onaylamış lunmayan birinin ABD başkanınca oldu. Sosyal demokrasinin acizliği ise neredeyse cumhurbaşkanıymış gibi yine aynı sosyal tükenişin bir öteki yökabul görmesi başka nasıl açıklanır? nüdür. Konuya böyle bir geniş açıdan Bizde merkez sağ, daha 1940’larda baktığımızda, otelin müze yapılmasına Köy Enstitüleri’ni kapatıp İmam Hatip Liseleri’ni açmakla aydınlanma de- engeller çıkarılması, davanın zaman ğerlerine düşmanlık kapılarını araladı. aşımına uğraması vb. olgular ayrıntı Menderes hükümetleri bu kapıları ar- olarak kalır.
S VAS YANGININDAN GEZ D REN NE Gezi Parkı’nda başlayan ve bütün ülkeyi kucaklayan bir halk hareketine dönüşen direnişi bastırmak için, “bize oy veren yüzde 50’yi evlerinde zor tutuyoruz” diyen başbakanın ima ettiği şey yeni Sivas katliamları mı? Çok daha büyükleri... Bu kişi bir iç savaş kışkırtıcısıdır. Şu günlerde yeni bir basımını hazırlamakta olduğum “Sivil Darbe” adlı kitabımda yer alan Temmuz 2006 tarihli “Erdoğan Ülkeyi İç Savaşa Götürür” adlı yazıda, yine aynı kitapta yer alan başkalarında bunu anlatmaya çalışmıştım. Tayyip Erdoğan, şimdilerde artık pek çok kişi ve çevrece anlaşılmış olup dile getirildiği gibi, gerçek anlamıyla başbakan filan değil, Merkez Sağ’ın yukarıda değindiğim aymazlığı, sosyal demokrasi ve solun cılızlığı, emperyalizmin kumpasları ve yüzde on seçim barajı rezaleti sonucunda hayal bile edemeyeceği bir iktidarı ele geçirmiş olan, bir demokrasi ve cumhuriyet karşıtıdır... De-
Aydınlık KİTAP mokrasinin amaç değil araç olduğunu açıkça söylemiş olan kişidir. Yüzde elli oy konusu da, seçime katılım oranı ve yüzde on seçim barajı rezaleti hesaplamalarının gösterdiği gibi, palavradır. Gezi Direnişi sonrasında, önümüzdeki seçimleri düşündükçe iliklerine kadar titrediğinden, “suçluların telaşı içinde olduğundan” kuşku duymuyorum. Çırpınışları, kışkırtıcı söylevleri, Kurtuluş Savaşı şehitlerinden Osmanlı bayrağına akıl almaz gelgitleri, suç örgütüne dönüşmüş polisine yaranma çabaları boşunadır. Siyaseten bir ölü olduğu, gün geçtikçe daha çok ve daha hızlı anlaşılacaktır.
SANATÇILAR G R M VE D REN Cahil bırakılmış, dini inançları sömürüye açık kitleleri şartlandırmak ve yönlendirmek için yalanı temel politika araçlarından biri olarak kullanan ve tarihimizde kanlı katliamlara neden olan sağ partilerin iktidarının sarsılmasında sanatın ve sanatçının mücadelesinin önemi nedir? Bu bağlamda, sözcülüğünü yürüttüğünüz Sanatçılar Girişimi’ni ve başka çabaları değerlendirir misiniz? Sanatsal çalışma özgürlük içinde nefes alır. Sanat, özgürlük demektir. Muhafazacı sanat sözü kimilerine hoş görünse bile, onun anlamı olsa olsa taklitçiliktir. Sanatçı çalışırken yapıtının nereye evrileceğini kendisi bile çoğu kez bilemez. Sanatçı elbette eleştirilir, övülür vb. Bu arada, eleştiriler genellikle övgülerden daha yararlıdır. Fakat hangisi olursa olsun siyasal iktidarın güdümüne girmez, giremez. Sanatsal yaratıya enerji sağlayan dinamo, ruhsal bağımsızlıktır, özgür arayışlardır. Aslında insan olmanın temel gerekleri de bunlardır. Kaldı ki günümüz Türkiye’sindeki gibi kapkara bir siyasal iktidara karşı savaşım vermek, özgür bir ruha ve kişiliğe sahip olmanın temel gereğidir. Hem sanatçı, hem insan, hem yurttaş olmanın koşuludur. Bu insanların çağrılarına koşa koşa giderek onlarla el sıkışan, aynı sofraya oturan, aynı havayı soluyan sanatçı, yazar vb kimlikli kimseleri hem küçümsüyor, hem onlara acıyorum. Onlarla birlikte silinip gidecekleri için... Böyle bir sonu ne yapalım ki hak ediyorlar. Sanatçılar Girişimi, Şubat 2012’deki “Reddediyoruz” çıkışı ve aynı yıl Aralık ayındaki Büyük Buluşma’yla, bu süreçlerde pek çok girişimiyle, sanatçının toplumsal duyarlı-
Aziz
lığı ve görevini sında, toplumsal etkileNesin e siz bir anımsatıp örnekrinin aşılmasında adamd . Onun kadar leyerek bu yönnasıl bir sınav yürekli bir kimseye de önemli verdi? Tepkileri ve adımlar attı. verilen mücadeleyi rastlamad m. Tevfik Fik l nasıl değerlendirinas n li i nci ndi kte Kö ret’lerden Nâyorsunuz? Sivas nu u u old büyük bir tehlike zım’lara, onKatliamı’nı konu herkesten önce ve herkesten lardan günüalan edebiyat ve çok kavrad ve zehirli müze, sanat ve sanat yapıtları için y lanlar n yuvas na düşün tarihimiz neler söyleyebilirsibu görev ve soniz? çoma n gözüpekçe rumluluk bilincinin Genellikle olumlu ve soktu örnekleriyle doludur. duyarlı davranıldığını düşüSanatçının ordusu ve silahı nüyorum. Elden gelen yapılyoktur, fakat okurunun, izleyicisinin mıştır ve yapılmaktadır da. Sivas Katve yapıtının gücü, ordulardan ve silah- liamı unutturulamadı ve toplumsal lardan kat kat üstündür. Franco ve bellekten hiçbir zaman silinmeyecek. Frankoculuk sonsuzca silinip gitti. PiBu yürek dağlayıcı konuda verilmiş casso ve Guernica’sı sonsuzca yaşayaürünleri tek tek sayamam, fakat siz cak. Şili darbesinin lideri insanlığın al- özel sayıda her alandan genişçe döküçaklık tarihinde en çok tek bir satır münü vermelisiniz. Genco’nunki mütolarak geçerken Pablo Neruda’nın dihiş bir çalışmadır. Fazıl Say’ın Metin zeleri ölümsüzdür. Karanlığa karşı saAltıok çalışması çok değerlidir. Rovaşımımız ödünsüzce sürecek. Gezi manlar, öyküler, şiirler yazıldığını biliDirenişi zaten bilincinde olduğumuz yoruz. haklılığımızı daha da perçinledi. Kemal Özer’in “Temmuz İçin Yaralı Sivas’ta insan yakan katillerin çok Semah”ı çağdaş şiirimizde bir başyapıtsayıda avukatının şimdi AKP’de miltır ve hiç kuşkusuz büyük bir oratoryoletvekili olduğunu göz önünde bulunyu hak etmektedir. Orada yitirdiğimiz durursak, bugün yaşadıklarımızı Metin Altıok benim bir can yoldaşım, Sivas Katliamı’yla başlayan sürecin Behçet Aysan çok sevdiğim bir şair kardevamı olarak değerlendirebilir deşim, Asım Bezirci sevgili bir ağabemiyiz? yim, Nesimi Çimen yakın bir dostumdu. Hiç kuşkusuz, evet. Tayyip ErdoHepsini sevgiyle, saygıyla, özlemle anığanlar kalben Sivas’ta Madımak Oteyorum. Sivas şehitlerimizin yeri, Pir Sulli’ne yürüyen güruhun içindeydiler. tan Abdal’ın makamıdır. “Bu Yangın Bugün de hiç kuşkusuz öyledirler. Yerinde” adlı şiirim (Livaneli’nin bestesiyle) onlara gönülden sunulmuş bir P R SULTAN’IN MAKAMI ağıt, bir keder ve öfke çığlığı, bir direniş Yazarlarımız ve sanatçılarımız Sivas çağrısıdır. Sivas Katliamı, toplumsal algıda, Katliamı’nın sonuçlarının anlaşılmaAziz Nesin’i suçlu gösterecek biçimde sında ve suçlularının cezalandırılma-
28 HAZ RAN 2013 CUMA
7
sunulmaya çalışıldı, bu kampanyada görev üstlenen yazarlar oldu. Onları ve günümüzdeki yeni mürtecileri nasıl değerlendiriyorsunuz? O sırada böyle şeyler yazıldığını anımsıyorum. Aziz Nesin eşsiz bir adamdı. Onun kadar yürekli bir kimseye rastlamadım. Köktendinciliğin nasıl büyük bir tehlike olduğunu herkesten önce ve herkesten çok kavradı ve zehirli yılanların yuvasına çomağını gözüpekçe soktu. Cağaoloğlu’ndaki Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlediği köktendincilik toplantısında sadece bir avuç insandık. Dünkü ve bugünkü mürteciler ise hep aynı çevrelerden, aynı kimliklerden, korkak, pısırık ya da toplumsal olarak aydınlanma değerlerinin zaten karşısındaki insanlardır. İtiraf etmeliyim ki Türkiye Yazarlar Sendikası içinde birlikte çalıştığımız yıllarda, her zaman duyduğum hayranlığa rağmen, Aziz Nesin’i kimi kez benim de yeterince anlamadığım, haksızlık ettiğim zamanlar olmuştur... “Aziz Nesin’li Anılar” adlı kitapçıkta bunları açık yüreklikle yazdım. Aziz Nesin’siz Türkiye çok eksik bir Türkiye’dir. Onun dostluğunu, yakınlığını, ağabeyliğini, önderliğini çok, pek çok özlüyorum. Sözünü ettiğiniz o zamanki ve şimdiki mürtecilerden hiçbiri, Aziz Nesin’in insanlığının da yazarlığının da eline su dökemez. Haziran’da yaşadığımız geniş ve güçlü halk hareketi, Sivas’la başlayan ve ülkeyi 20 yıllık bir karanlığa boğan gerici iktidarların verdiği tahribatı ortadan kaldırabilecek sonuçlar doğurabilir mi? Bundan sonrası için neler söyleyebilirsiniz? Halk kayası yerinden oynamış, altında yuvalanan yılanlar ve çıyanlar kalabalığı gün ışığının altında bütün çirkinlikleriyle ortaya çıkmıştır. İnsanın “Yaşasın!” diye haykırası geliyor... Militan iyimserlik bir kez daha haklı çıktı... Hiçbir zaman karamsar olmamıştık. Fakat dalga dalga genişleyen bu büyük başkaldırı ve direniş, umutlarımızın da üstüne yükseldi. Tayyip Erdoğan’ın da, oradan buradan toplama, derme çatma çevresinin de, bir suç örgütüne dönüşmüş paralı milislerinin de, adalet, hukuk, aydınlanma ve insanlık değerleri önünde yenilgiye, yıkılıp gitmeye mahkûm oldukları apaçık görüldü... Sadece iyimser değil, militan iyimseriz... Diktatörü ve kötülük düzenini alaşağı edeceğiz...
8
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
SİVAS YANGINI’NIN 20. YIL ANISINA “ÖLÜ CANLAR” ROMANI ÜZERİNE, FATİH ATİLA İLE SÖYLEŞİ
Türk edebiyatı özgürlük yatağını değiştirdi İBRAHİM BERKSOY
mahkeme celsesinde. Öte yandan, roman başka açılardan da okunabilir tabii. Öncelikle yumuşak ve iyi bir polisiye roman. Bunu kolay okunması için düşünmüştüm. İkincisi, hiç bitmeyen derdimiz “Doğu-Batı sorunsalı” da bir ölçüde romanda kendini gösterir. Sonra Anadolu ve taşra atmosferi, bu da bana hep anlamlı, gizemli ve anlaşılması zor bir durum olarak geldi.
İlk baskısı 2003 yılında yapılan romanın “Ölü Canlar” acısı hâlâ içimizi yakan “Sivas Yangını”nın 20. yılı anısına, ikinci baskısıyla yeniden okurların dikkatine sunuluyor. “Ölü Canlar”ı ilk okuduğumda, tüm Türkiye’yi derinden etkileyen “Sivas Kırımı”na soğukkanlı bir bakış olarak nitelemiştim. İlk okuduğumda da yazmıştım: ‘YABANCI’ VE ‘REQUIEM’ “Ölü Canlar” yayımlandığında gerek “Anlattıklarıyla, kurgusuyla, anımsattıklarıyla, göndermeleriyle, oluşturduğu at- adından, gerekse bölüm başlıklarından mosferle ‘Ölü Canlar’ okunmayı hak eden yola çıkarak edebiyat eleştirmenleri roman bir roman.” Bu söyleşi için 10 yıl sonra ye- boyunca göndermelere dikkat çektiler. niden okuduğumda bu kanım daha da pe- Ben de bir yazımda romandaki gönderkişti. Yazarından duymak gerekirse, “Ölü meler üzerinde durmuştum. Bir bölümü Canlar”ın yazıldığı dönemde ve şimdi, an- burada anmak isterim: “Fatih Atila’nın romanına ad olarak ‘Ölü Canlar’ı seçmiş ollamı nedir? İnsanlık tarihi binlerce yıllık bir zaman ması, Gogol’ün ‘Ölü Canlar’ına göndermeler yaparak farklı düzdilimini kapsıyor, üstelik lemlerde okumalara olasürekli akış halinde. Bir nak sağlaması bakımıngerçek olay ve hikâye var. dan dikkat çekicidir. AdıSen de onların birinden nın yanı sıra romanın bökurgusal yapıt ortaya çılüm başlıkları da gönderkarmaya çalışıyorsun. İz melerle yüklüdür. Roman bırakmış, unutulmayacak üç bölümden oluşmaktabir olaydan yola çıkarak, dır. Birinci bölümde An“Ben de bunun yanına kara’ya gizemli bir ‘yakendimi koyabilir miyim?” bancı’ gelir. Bu yabancı, diyorsun. Bence nafile bir Sivas’ta ölen Hollandalı çaba ama insanoğlu kengenç kızın İngiliz nişandini bundan alamıyor. lısı William’dır. Bu bö“Ölü Canlar”a gelince, bu lüm ‘yabancı’ başlığını kadar tarafgir ve sert bir taşımaktadır ve Albert öykü ancak ondan uzaklaCamus’un ‘Yabancı’sışılarak evrensel bir anlatına göndermeler içerir. ya dönüştürülebilirdi. Bunu Ölü Canlar, İkinci bölümün başlığı denedim. Fatih Atila, ar , ‘requiem’dir ve bu böapl Kit “Ölü Canlar” edebiyat yet uri Cumh lüm, 2 Temmuz dünyasında nasıl karşılandı? kinci Bask 1993’teki ‘yangın’ın geO dönemin haber dergilerinden Tempo’da seninle yapılan bir söy- ride bıraktığı çok boyutlu derin acıları duleşide romanını “unutulmaya tepki” ola- yumsatmaktadır. Mozart’ın ‘Requiem’i rak nitelendirmiştin. Aradan 20 yıl geçti. de trajedilerden geriye kalan evrensel hü“Ölü Canlar” bağlamında şimdi neler zünlerin ifade edildiği bir tür ‘ağıt’ değil misöylemek istersin? Hâlâ “unutulmaya tep- dir? Üçüncü ve son bölüm ‘zamanımızın ki” mi, yoksa bugün artık başka bakış açı- bir kahramanı’ adını taşımaktadır. (…) Zamanımızın bir diğer kahramanı ise larıyla da okunabilir mi? Geçen zamanda bu acının unutulma- faili meçhul bir cinayete kurban giden Siyacağı ortaya çıktı. O günlerde bundan res- vas davası müdahil avukatlarından avumen korkmuştum. Şimdi binlerce insan bu kat Yücel’dir. Bu bölümde Fatih Atila, bir olayı hatırlıyor ve öldürülen aydınlarını anı- anlamda, Lermantov’un ‘Zamanımızın yor. Tıpkı Pir Sultan Abdal, Kubilay Ola- Bir Kahramanı’na selam göndermektedir. yı, Şeyh Bedrettin gibi... Mahkeme Başkanı Tıpkı her yerin yabancısı şairler gibi... Tıpbile “Türklerin tarihinde görülmemiş, acı kı Metin Altıok gibi William da gittiği her bir olay” diyerek dipnot düşüyordu, son yerin yabacısıdır aslında. İngiliz William’ın
, yalnızca Ankara’nın değil, Milano’nun da ‘yabancı’sı olduğunu anlamak için Fatih Atila’nın ‘Ölü Canlar’ıyla birlikte Gogol’ün ‘Ölü Canlar’ını, Camus’un ‘Yabancı’sını, Lermontov’in ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’nı da okumak, Mozart’ın ‘Requiem’ini de dinlemek gerek...” Şimdi, romandaki göndermelerin ne anlama geldiğini bir de yazarından dinlemek isterim. Söylediğin sözler, çağrışımlar büyük ölçüde doğru… İşaret edilen eserler çok büyük sanatçıların eserleri ve çok etkileyiciler. Bunların üzerimde bıraktıkları etkiden hareketle, tabii bir roman tasarımının içinde, şöyle ya da böyle kendilerine bir yer buldular. Öte yandan romanın yazıldığı yıllarda bu tür epigraflar, göndermeler, alıntılar vb. modaydı. Ben de etkilenmişim demek ki. Son bölümdeki Milano Ayaklanması daha bir canlı görünecektir okuyucuya bugün. Orada Taksim benzeri bir protest gösteri yaşanır, romanın kahramanları bu gösteride karşılaşırlar. Tabii sezgisel bir göndermeydi bu, insanlık finans kapitalin yaptıklarından bir yerde bıkacaktı, patlayacaktı… Öyle istemiştim, öyle dilemiştim.
YAZARLAR BENC LLE T İlk romanın “Akdeniz’in Kıyısında”yı 1987’de ODTÜ’de öğrenciyken yayımlamıştın. Fethi Naci bu romanını “nicedir beklediğim romanın habercisi” diye nitelemişti. Ardından, 1998’de “Alaturka Rapsodi”, 2003’te “Ölü Canlar”, 2008’de de “Dargeçit” yayımlandı. 87’den bugüne dört roman… Bana göre edebiyat dünyamızda yer edinen bu dört romanın da en belirgin ortak özelliği, çeşitli dönemlerde ülkemizi derinden etkilemiş temel sorunlar odağında kurgulanmış olmaları. Bugün bu dört romanı kitabevlerinde bir arada bulabilmek neredeyse imkânsız. Neden böyle? Ağır bir soru. Bir defa 12 Eylül sonrası yazarlar, şairler, romancılar toplumumuzun insanımızın sorunlarından uzaklaştırıldılar, uzaklaştılar. Dayanma güçleri kalmadı. Yayınevleri ise moda yayıncılığa kaydılar büyük ölçüde. Zaten edebiyat eleştirmenleri de yok sayılabilirdi ülkemizde. Türk edebiyatı ‘50 li yıllarda da bulduğu özgürlük yatağını değiştirdi, bencilleşti, insanından ve yoksullardan uzaklaştı. Octavia Paz’ın dediği gibi burjuva yaşamı zaten malzeme vermezdi sanatçıya. Sanatçılar büyük ölçüde kendi ölüm fermanları-
Fatih Atila
nı imzaladılar. Bir de postmodernizm manipülasyonu bu kez okuyucu kitlesini de hem edebiyattan, hem de toplumsal sorunlardan uzaklaştırdı. Halbuki bütün büyük sanatçılar, romancılar son derece politiktirler, toplumsal olaylara müdahildirler. Bizim romancılarımız ne yazık ki görünmeyen derinliklere itildiler. Umarım bu artık kırılır, yayınevleri özgürleşir. Benim romanlarımda okuyuculara ulaşır. Hep sorulur, âdettendir: Ufukta yeni bir roman var mı? Bir dönem öyküler yazıyordun, yeni öyküler var mı? Türkiye’nin sorunları ile yaşayan insanları, yazarları, sanatçıları şu ya da bu şekilde gündemden düşürüldü, alanları yok edildi ne yazık ki. Az okunan edebiyat dergileri, şiirlerini yayınlayamayan şairler, öykücüler, romancılar… 50’ye yakın tv kanalında doğru düzgün kaç tane sanat-edebiyat programı yapılıyor? Bu ölüm demektir. Neyse ki, gençlik siber iletişim ortamında bu baskıdan da kurtulacaktır umuyorum. Konuya dönersek ben kolay yazarım ama beni motive eden bir ortam olmalı. “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir!” iyi söz, büyük söz. Romanlarım yayımlanmayacaksa insanın içinden ne yazık ki yazmak da gelmiyor. 18-19. yüzyılın yazarlarından değiliz biz. O dönemde bu tamamen soylu ailelerin çocuklarının uğraşıydı. Biyografi, roman, şiir yazdıkça mutlu oluyorlardı. Ne Tolstoy gibi soylu bir aileden geliyoruz, ne Proust, ne de Turgenyev’iz. Ne de Altan ya da Pamuk ailesinden ailesinden geliyoruz. Yine de birkaç çalışmam var, direniyorum.
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
9
Bir topluöldürüm öyküsü ya da ‘Sivas Kitabı’ ATTİLA AŞUT Sivas Kıyımı’nın 20. yılındayız. Bu topluöldürüm, Cumhuriyet tarihimizin en utanılası sayfalarından biridir. Pir Sultan Abdal Şenlikleri dolayısıyla konuklara ev sahipliği yapan Madımak Oteli, 2 Temmuz 1993 günü, şeriatçı bir güruh tarafından ateşe verildi. Aralarında yazarların, sanatçıların ve otel görevlilerinin de bulunduğu 35 insanımız, bu ateşte yandı. Ama Madımak ateşi Sivas’ın sınırları içinde kalmadı, kısa sürede tüm ülkeyi sardı. Aradan 20 yıl geçmiş olmasına karşın, acılı yüreklerimizde hâlâ bu yangının sıcaklığını duyumsuyoruz. Tarihe “Sivas Cankırımı” olarak geçen şeriatçı kalkışma, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı bir kentte gerçekleşti. Köktendinci saldırganlar, laik Cumhuriyete karşı düşmanlıklarını, yürüyüş sırasında sık sık yineledikleri “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!” sloganıyla açığa vurdular. Buna öylesine inanmışlardı ki, yargı sürecinde de hiçbir pişmanlık belirtisi göstermediler. Dahası, kurbanların ailelerine ve savunmanlarına karşı aynı kara saldırganlığı sürdürdüler. Kimi sanıklar ceza almış olsa da, Sivas davası, sonunda zamanaşımına uğradı. Yurtdışına kaçan saldırganlar ise yakalanamadı! Ama, insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı yoktur. Bu caniler mutlaka hesap verecektir.
‘S VAS K TABI’NIN ÖYKÜSÜ Edebiyatçılar Derneği’nce 1994’de yayımlanan“Sivas Kitabı” 2 Temmuz Cankırımı tanıklıklarından oluşuyor. “Hâfıza-i beşer” unutmaya ne denli yatkın olursa olsun, bu kitap var oldukça, “Sivas Katliamı” asla unutulmayacaktır! Kitap, Edebiyatçılar Derneği’nin tasarısıydı. Sivas’ta yaşanan cankırımında, Edebiyatçılar Derneği’nin önde gelen üç üyesi de (Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar) yaşamlarını yitirmişti. Derneğin Ahmet Say başkanlığındaki Yönetim Kurulu, kıyımın hemen ardından, bu üç ozan için ayrı ayrı armağan kitaplar çıkardı. Daha sonra yönetim değişikliği oldu ve başkanlığa Mustafa Şerif Onaran getirildi. Yeni yönetimin aldığı ilk karar ise, Sivas kıyımının “Anılar / Belgeler / İncelemeler” ekseninde oylumlu bir çalışma ile belgelenmesine ilişkindi. Başkan Onaran, Kültür Bakanı Fikri Sağlar’la görüşerek projeye maddi kaynak sağladı. Artık geriye, kitabı hazırlayacak kişiyi bulmak kalmıştı. Bir gün telefonum çaldı. Mustafa Şerif Onaran arıyordu. “Bu kitabı sen yapacaksın!”
diye kestirip attı. Bana söz bırakmamıştı. Ayrıca Türk Dil Kurumu’na ve EdebiyatçıYine de içim rahat değildi. Nasıl ağır bir yü- lar Derneği’ne yönetici olarak önemli katkılarda bulunmuştu. 87 yaşında olmasına karkün altına girdiğimin bilincindeydim. “Sivas Kitabı” doğrudan tanıklıklara şın, düşünce dünyası hep genç ve yaşam dodayalı, belgesel ağırlıklı bir çalışma olacak- luydu. 23 Mayıs’ta aniden aramızdan ayrıldı. tı. Birincil amacımız, olayı tüm yönleriyle ka- Dostluğunu hep özleyeceğim.) yıt altına almaktı. Ama olay henüz çok tazeydi. Madımak cehenneminden kurtulan- YAZARLAR VE ÇER K lar, yaşadıklarının şokunu atlatamamışlardı 583 büyük sayfadan oluşan “Sivas Kitadaha. İnsanlar, bu korkunç karabasanın yı- bı”; sırasıyla “İncelemeler”, “Tanıklıklar”, kıcı etkilerini ruhlarında ve bedenlerinde ta- “Belgeler”, “Yitirdiklerimiz” ve “Tepkiler” şıyorlardı. Çoğu yaralı, kırgın ve bungundu. başlıklı beş bölüm içeriyor. Yaşama küsenler vardı aralarında. Aileler ise Kitaptaki sunuş yazılarından biri, dönebüsbütün perişandı. Gencecik çocukları min Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın imzasını için ağıt yakan anaların gözyaşları bir türlü taşıyor. Sivas olayının unutulmaması ve südinmiyordu… rekli olarak belleklerde yaşatılması gerektiBöylesi duygusal bir ği belirtilen Sağlar’ın yazısı ortamda bu insanlarla kobugün de geçerliliğini konuşmak hiç kolay olmadı. ruyor. Özcan Karabulut, Hi“İncelemeler” bölüdayet Karakuş, Öner Yağmünde, Prof. Dr. Cahit Tancı ve benim de bulunduyol, Prof. Dr. İlhan Arsel, ğum bir önçalışma kurulu Nejat Birdoğan, Prof. Dr. oluşturuldu. Bu kurul ilk Alpaslan Işıklı, Prof. Dr. toplantısında kitabın içEmre Kongar, Prof. Dr. Oreriğini ve ana çerçevesini han Öztürk, Prof. Dr. Ünsal belirledi. Kitabı yayına Oskay ve Özdemir İnce’nin, hazırlama sorumluluğu “Sivas Olayı”nı uzmanlıkları bana verilmişti. Ancak açısından değerlendirdikmalzemenin toplanıp işleri önemli makaleleri yer lenmesi, yazarlarla ilişkialıyor. lerin yürütülebilmesi için “Tanıklıklar” bölümünyer ve teknik altyapı gede, Sivas’taki saldırıdan kurSivas Kitab , rekiyordu. Bu süreçte yine tulan yazar ve sanatçıların Attila A ut, Edebiyatç lar Derne i de en büyük destekçim, yanı sıra, Cumhuriyet ÜniYay n , 583 s. Mustafa Şerif Onaran’dı. versitesi Tıp Fakültesi HasSüreci en iyi bilen ve yatanesi’nde yaralılara ilk mükından izleyen yönetici olarak, sonraki yıl- dahaleyi yapan hekimlerin tarihe tanıklık anlarda “Sivas Kitabı” üzerine yazdığı çeşitli ya- lamındaki anlatımlarına da yer veriliyor. zılarda, emeğimi en sık dile getiren kişi gene Bu bölümde yazılanları okumaya gerçekten o olmuştu. yürek dayanmıyor. Yaşananlara tanıklık eden, etkinlik kaBA UCU K TABI tılımcıları da kitapta ihmal edilmiyor ve Aziz Mustafa Şerif Onaran, “Sivas Kitabı”na Nesin’den Cahit Külebi’ye, Şükrü Günbulut’tan Prof. Dr. Zafer Kars’a, Lütfiye Ayyazdığı sunuş yazısında şöyle diyordu: “Olayların içinde yaşayanların, olaylara dın’dan Cem Cilasun’a sıralanıyor. tanık olanların, izlenimlerini, duygusallığa düşmemeye çalışarak, nasıl yalın bir anlatımla B R NC EL BELGELER sergilediklerini göreceksiniz. Daha önemliKitabın “Belgeler” bölümünde başlıca şu si, konunun uzmanı yazarlardan, tarihsel ge- metinlere yer verdik: Aziz Nesin’in Sivas’ta lişmesi içinde, değişik yönleriyle Sivas top- yaptığı ve basında haksız yere “kışkırtıcı” diye luöldürümünün nedenlerini öğrenirken, damgalanan doğaçlama konuşmasının bant olayların kökenine indiğinizi anlayacaksınız. çözümü, TGRT muhabirinin Aziz Nesin’le “Sivas Kitabı”; başucumuzdan, elimizin Sivas’ta yaptığı söyleşi, Asım Bezirci’nin altından eksik etmemeniz gereken bir belgeler Madımak Oteli’nde kaleme aldığı “son kitabıdır. Bu kitapla, en azından kendimizi sı- yazı”, şeriatçıların “Müslüman Kamuoyunayacak, gerçek kimliğimizi öğreneceğiz.” na” başlıklı bildirisi, Sivas Valiliği’nin ve Em(M.Ş. Onaran iyi bir hekimdi. Ama daha niyet Müdürlüğü’nün Olay Raporları, çok edebiyatçı kimliği ile öne çıkmıştı. Ozan- TBMM’deki Genel Görüşme Tutanağı ve dı, usta bir yazardı, denemeciydi, eleştirmendi. Araştırma Komisyonu Raporu ve daha pek
çok önemli belge. “Yitirdiklerimiz” bölümünde ise, Madımak Oteli’nde yaşamlarını yitiren yazarların aileleriyle yapılmış söyleşiler ve ev ortamında çekilmiş çok özel fotoğraflar yer alıyor. Bu bölümdeki yazıları Özcan Karabulut ve Gökhan Cengizhan hazırladı, fotoğrafları Esin Güllüler çekti.
TAR H N BELLE Kitabın son bölümü olan “Tepkiler”de, “Ne Dediler, Ne Yazdılar?” başlığı altında çok zengin bir seçki sunuluyor. Her eğilimdeki gazete ve dergilerde “Sivas Kıyımı” üzerine yazıp çizen, yorum yapan herkesin görüşü olduğu gibi aktarılıyor. Sivas Kıyımı’nın ardından yazılıp söylenenleri derlemek, benim açımdan ayrı bir önem taşıyordu. Çok kapsamlı bir araştırma yaptım: Yaygın ve yerel basındaki yazıları, haberleri derledim; çeşitli kişi ve kurumların bu konudaki açıklamalarını, bildirilerini topladım. Süleyman Demirel’den Tansu Çiller’e, Refah Partisi Milletvekili Abdüllatif Şener’e; Nurseli İdiz’den İsmet Özel’e, bu konuda kim ne yazmış ve söylemişse, hepsini tarihin sarı sayfalarına geçirdim. Bugün “demokrat” geçinen pek çok kalem, Sivas Kıyımı’ndan sonra yazdıkları yazılarla gerçek kimliklerini ortaya koydular. Çoğunun demokrasi ve insan hakları sınavından sınıfta kaldıklarını söyleyebilirim. 2 Temmuz’dan “bayram” diye söz edebilen vicdansızlar bile çıktı ülkemizden! Sivas Kıyımı’nı “Yaşasın Şanlı Sivas Kıyamı!” diye alkışlayanlar oldu. Daha da kötüsü, saltanatlarını sürdürebilmek için, inanç sömürücülüğüne ve mezhep kışkırtıcılığına hız veren bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız bugün. Yalana dayalı “Camilerde içki içildi!” söyleminin şu günlerde bizzat Başbakan tarafından ısrarla dillendirilmesi boşuna değildir. Dinsel duyarlıklar kaşınarak, kitleler bir kez daha sokakta vuruşturulmak isteniyor. Yeni kıyımlara, kırımlara çağrı çıkarılmaya çalışılıyor. Bu kirli ve kanlı oyunu elbirliği ile bozmak zorundayız.
SON SÖZ Kitabın basım aşamasında tüm olanaklarını bize cömertçe açan Kurtuluş Basımevi’nin sahibi, gazeteci ve yazar ağabeyimiz Baki Kurtuluş’a gönül borcumuz büyüktür. Onu da iki yıl önce yitirdik. Anısına selam olsun! 10 bin adet basıldığı halde kısa sürede tükenmiş olan bu önemli yapıtın güncellenmiş yeni bir baskısının yapılması, önümüzde görev olarak duruyor.
10
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Bu kez adamakıllı bir umut belirdi Sivas K y m ’n n 20. y l nda, dönemin Pir Sultan Abdal Sanat Kültür Derne i Ba kan Murtaza Demir “Ate -i A k” adl kitab n anlatt ELİF TEMEL “Ateş-i Aşk”ı yazma nedeninizi sormak istiyorum; kitap, Alevi-Sünni yurttaşlara ve devlete ne öneriyor, bu facianın bir daha yaşanmaması bakımından temel mesajı nedir? Kitap, 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nın arka planını ve bilinmeyenlerini ele alıyor. Anımsarsınız, ülkemiz Sivas Katliamı’na benzer olayları daha önceki yıllarda da yaşadı. En bildik örnekler Malatya, Çorum, Maraş Katliamları olarak ezberlerdedir. Sonra 2 Temmuz Sivas faciası... Ama son olmadı, arkasından 1995 yılında Gazi-Ümraniye katliamları geldi ve farklı zaman aralıklarında tekrar tekrar sahnelendi. Türkiye’nin bu en temel meselesine dair adamakıllı bir gözlem yaptım; ders çıkarılsın istedim. Ders çıkarılacağını düşünüyor musunuz? Tespit ve yaşanmışlıklar, kimi beyinleri acıtıyor, ya da var olan acısını derinleştirerek kalıcı hale getiriyor, görmezden gelenleri yeniden değerlendirmeye sevk ediyor. Şartlanmışların ise tepkisini çekiyor. Belki de kitabın en temel özelliği ya da değeri, yazar olarak benim Alevi katliamları serisinden biri olan Sivas katliamının içinde olmamdan öte, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı sıfatıyla, katliamın başından sonuna değin Madımak Oteli’nde bulunmamdır. İlaveten yargı sürecini birebir takip etmem, Katliam öncesine ve sonrasına vakıf olmam, merak edilen ve arka planda bulunan tüm ayrıntıların doğrudan muhatabı olmamdır. Kimin ne düşündüğünden ya da tepkisinden öte bu vahşet yazılmalı, sonuç, tarihin değerlendirmesine bırakılmalıydı. Sistem, statüko bu derin yaranın kabuk tutmasına izin vermiyor, tam tersine AleviSünni çelişkisini derinleştiriyor, inancı araçsallaştırıyor, hatta katliama zemin hazırlıyor. Bunlara baktım; hangi araçlarımekânları, değerleri kullanıyordu? En azından Sivas Katliamı özelinde de olsa kandan beslenen zihniyet bu boyutlarıyla deşifre edilmeliydi. “Ateş-i Aşk”la yapılmak istenen budur. Kitaba dair hangi duygular içindesiniz? Kitap, katliamın travmasıyla yaşama-
ya mahkûm edilen biri olarak tarafımdan “Ateş-i Aşk” toplumsal, siyasal alanıkaleme alınmasına karşın, belge, bulgu ve mızda hangi boşluğu dolduracak? gözleme dayalı bir eser ortaya çıkarmak Bu alanda öteden beri rahatsız olduiçin azami çaba içinde oldum. Derneğin ve ğum iki olgu gördüm; birincisi, gerektianma etkinliğinin sorumlusu olmam, der- ğinde Alevilerin kolaylıkla dövülüp, konek boyutuyla facianın öncesinde ve son- vulup hatta katledileceğine ve bütün bunrasında vuku bulan bütün ayrıntıların bil- ların yapanın yanına kâr kalacağına, dagim dâhilinde olması nedeniyle savlarımı hası ödüllendirileceğine dair akıl almaz bir belgelere dayandırarak, okuyucuyla bö- algı var. Toplumun çoğunluğuna dair bir lüşmeyi görev bildim. algı… Ve Alevinin hakkını hukukunu raGözlemlerimi de ortaya koyarak, ders hatlıkla gasp edileceğine dair kahrolası bu çıkarılması en temel arzum oldu. Kapsa- algı bir gerçek! Somut olarak Maraş Katmı itibariyle benzer katliamların ayrıntı- liamı örneğini verebiliriz; yüzden fazla inlarını, insanları birer potansiyel katil hali- sanın katledildiği bu faciada yargımız kaç ne getiren olguları da incelemeye çalıştım. kişiyi mahkûm etti? Ya da Özellikle de “neden” somahkûmiyet çıktı mı? rusunu yanıtlamaya gayDaha çarpıcı bir soru soret ettim; empati yapmarup geçeyim; Maraş Katya çalıştım. Gördüm ki, liamı’nın esas sorumlu“sorun” sanılandan çok larından ödüllendirilen daha derin ve iç çatışma, hatta milletvekili yapıboğazlaşma isteyen, Hitler, lanlar var mı? Mussolini ve benzeri dikİkinci çarpıcı tespit tatörlüğe özenenler açıde şu; periyodik kırımlar sından büyük bir potansiyel nedeniyle Aleviler, ikindurumunda. Değişmeyen, ci sınıf yurttaşlığı bilinçkör zihniyet, bu çelişki üzealtında kabullenmiş görinden siyaset, ticaret yapırünüyorlar. Bırakın sıyor, iktidar oluyor, devleti, radan haklarını korubeytül-malı yağmalıyor ve malarını, yaşama hakkı çelişkinin tedavisi bir yana gibi en temel insan hakderinleşmesi için çalışıyor. kını kullanırlarken dahi , Ate -i A k, Murtaza Demir Sorunumuzun bu boyutürkek, çekingen ve ikirK rm z Kedi Yay nevi larına ayna tutmak istedim; cikli bir tutum içindeler. aynayı kimi zaman da kendiCumhuriyetin bütün kazandırdıkları dahi me, kurumlaşmamıza, zaaflarımıza tuttum; bu haklarımızı yeterince sahiplenmemize özeleştiri yaptım. Bu nitelikleriyle kitap, yetmedi. Yakıyor, katlediyor, işkence edikatliama dair ayrıntıları merak eden bi- yorlar, hak ve hukukumuzu gasp ediyorlar reyler, Aleviler-Sünniler ve kamu kurum- ve hukuksuzluk, yapanın yanına kalıyor. ları bakımından son derece hazin, çarpı- Bütün çabamıza, yüzlerce avukatımızın kocı, kritik-öğretici, ibret verici tespitler ya- lektif savunma yapmalarına karşın Sivas pıyor. Diğer yandan kitabın toplumu, si- Katliamı’nda da sonuç aynı oldu. Şimdi; AKP’nin kurucuları, bakanları, yaseti, devleti ve dini sorguladığını ve çömilletvekilleri, belediye başkanları, yüksek zümlemeler yaptığını da eklemeliyim. Kitabın Alevi ve Sünnilere ve elbette bürokratları arasında bulunan yüzlerce bütün yurttaşlara önerisi örnekleriyle or- avukat, Sivas katillerini savunmuş, sonra taya konulurken, bu nevi katliam ve geri- AKP’nin kurucusu olmuş ya da partiye kalimlerin toplumu nasıl yorduğunu, de- tılmış ve bu görevlere getirilerek ödüllenmokrasi ve laikliği öteleyen siyasetin top- dirilmişlerdir. Sizce Sivas Katliamı’nın en temel helumu kamplaştırmak üzere dini, camiyi ve manevi alanımızı nasıl da acımasızca kul- defi neydi? 90’lı yıllar Alevi uyanışının, bir bakıma landığını en çarpıcı yönleriyle göstermek istedim. Diyanet İşleri kamburunun de- da Alevi Rönesansının başladığı yıllardır. mokratik-laik beklentilerimize dair akıl al- 12 Eylül, solu, demokrasiyi, laikliği, Atamaz zararlarına bir kez daha ayrıntı ve ör- türk’ün muasır medeniyet şiarını hedef almış, boğmuş ancak sonrasında da Alevi örnekleriyle yer verdim.
gütlenmesi diye bir “uyanış” başlamıştır. Aleviler şimdi bambaşka bir tarz ve anlayışla örgütlenmektedir. Sistem eğitimi dinselleştirirken, din eğitimini “zorunlu” hale getirirken ve imam hatipleri çığ gibi büyütürken, Aleviler öğretilerine sahip çıkmakta demokrasi, zorunlu din dersini, özgürlük, eşitlik ve laiklik istemekte, kamusal alanda türbanı ve Alevi asimilasyonunu reddetmektedirler. Yani tam da sistemin ya da devlet aklının önerdiği insan tasarımının karşısında konumlanmaktadırlar. Din devleti düşüne karşı çıkmakta, köleliği reddetmektedirler. Sistemin hiç hazzetmediği işlerdir bunlar… Alevilerin tutumu, hesapları tersyüz etmektedir… Olacak şey değildir ve devlet aklı bu uyanışı boğmalıdır. O halde PSAKD’nin öncülük ettiği Alevi uyanışı daha körpeyken çaresine bakılmalı, irticanın devleti ele geçirme planı sekteye uğramamalıdır. Sivas kent birimleri, belediye ve devletin emniyet, jandarma-asker uzantıları dinci militanlara “sorun” çıkarmayacaklar, Ankara tarafından desteklenecek, hatta ödüllendirileceklerdi. Şeriat kalkışmasına hazırlanan, örgütlenen, camiyi kullanan militanlara kolaylık sağlanacak, zor kullanılmayacak, dağıtılmayacaklardı. Devlet birimlerinden “sorun” çıkaran olursa o makam by-pass edilecek emri dinlenilmeyecek, olay sonrası ele geçirilen elebaşı durumundaki militanlar daha gözaltı aşamasında salıverileceklerdi. Senaryo aynen yazıldığı gibi sahnelendi ve oynandı… Bugünden baktığınızda Sivas Katliamı’nın 20. yılında Türkiye hangi noktada? Geleceğe dair umut ya da karamsarlıklarınız nedir? Daha düne değin milyonlarca insanın kendi baktığı yerden yarına dair kaygı ve umutsuzlukları vardı. Eğitim, din-mezhep devleti, bölünme kaygısı, demokrasi ve laikliğin tasfiyesi, polis devleti, komşularla savaş gibi konulara dair kaygı duymamız için çok nedenimiz vardı. Kişisel olarak bu kaygılarımı halen korumakla beraber, “Gezi Parkı” uyanışıyla birlikte bu kez da adamakıllı bir umut belirdi. Bunu görmek, 90 gençliğinden hiç beklemediğim bir reflekse şahit olmak, beni hem heyecanlandırdı hem de umutlandırdı. Diktatör bakımından yolun sonu görünüyor gibi. Bir musibetten daha kurtulacağız. Temennim öyle de olacak… Herkes hesabını böyle yapsın!
ARAKABLO
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Siyasal İslâm ve ihtilaf eden varlık Zorba, insanlar n aldat lm oldu unu öne sürerek i in içinden ç k yor. Dahas , t pk 2 Temmuz’da ya and gibi, itaate zorlay c sald r lar n dinsel yönden hakl ve gerekli oldu unu ima eden aç klamalardan geri durmuyor SEYYİT NEZİR
seyyitnezir@yahoo.com Aydınlanma düşünürü Lessing, felsefenin dinden ayrılma zorunluğunu yine dinsel bir imgeye başvurarak şöyle açıklamıştı: “Şayet Tanrı karşıma dikilse ve bir elinde tüm gerçekleri tuttuğunu ve diğer elinde de gerçeklere götüren aracı bulundurduğunu söyleyerek, bana, –Seç bunlardan birini– dese, büyük bir tutkunlukla ben O’na, –Ey Tanrım, gerçeklere götüren aracı ver sen bana; diğer elinde tuttuğun gerçekleri sakla!– derdim.” Düşünüre göre, hakikat karşısındaki seçim; siyasal terimlerle konuşacak olursak, iktidarla muhalefet arasında yapılmak zorundadır: İktidar isteyen, hazır ve mutlak bilgiyi ve gücü eline alarak, boyun eğmeyi seçer; böylece aynı eylemi başkalarına dayatma gerekçesini yaratır, kendine boyun eğdirmeyi varlığının tek anlam ve biçimi olarak benimser, ona inanır. Gerçek diye boyun eğdiği olgunun zaman içinde değişime uğrayarak yalana dönüşmekte oluşunu en başında yadsıyarak kendini artık sürekli yalana başvurmakla, ilk yalanı beslemekle yükümlü kılar. Kullandığı araçlar korkunun, baskı ve şiddetin araçlarıdır. Muhalefet, gerçekliğin sürekli değişimini izlemek ve yakalamak tutkusuyla seçilen taraftır. İnanmak yerine gerçekliği kavrayıp öğrenmeyi, yeni gerçeklere ulaşma tutkusuyla bir arayış ve buluş diyalektiğinde yer alarak onu sürekli yitirip edinme serüveninde aklın ve cesaretin araçlarıyla ilerlemeyi yüklenir. Her bulgu, kişiyi bulunduğu konumdan iktidara taşır; ama o, çoktan yerini değiştirmiş, yeni bulgular için serüvene atılmıştır. Kafasındaki tek mutlak gerçek budur –özgürlüğün yolu!
TAAT KÜLTÜRÜNÜN ÖNÜ NASIL AÇILDI Her iktidar, kendini olumsuzlayacak ve aşacak araçlarla birlikte kurulur. Bu nedenle demokrasi, yeni iktidarı seçme kurallarının yanı sıra onu ortadan kaldırma bilincini ve kurallarını, yani muhalefete de güvence oluşturmak, dahası asıl ona güvence oluşturmak zorundadır. Demokrasi, mutlak iktidarı koruma rejimi olamaz. Hele hele mutlak iktidar cehennemine götüren yolu çoğunluk eliyle döşeyen safsataların yasallık kazandığı bir rejim hiç olamaz. Aydınlanma bilinci, diyalektik aklın sürekli yıkıp kurduğu praksis olarak eylem ve kuram diyalektiğiyle en yüksek muhalefet ve dönüşüm olanaklarını kazandı. Emperyalizm, insanlığı soğuk savaş gerilimiyle taşıdığı postmodernizm uğrağında dünyanın talan edilmesini tüm teknolojik olanakları kullandığı yalan bombardımanıyla başardı.
Diyalektik akıl ve gerçeklik algısı köklü bir sarsılma geçirdi. Postmodern dünyada muhalefetin varlık nedeni, iktidara itaat olanağı sağlamak ve onu pekiştirmek olarak anlaşıldı. Demokrasi bir tahterevalli olmaktan bile çıkartıldı. Her alanda, vahiy ve dini aklın ve felsefenin yerine koyma gayreti demokrasinin hoşgörüsü olarak tanımlandı; gelişmesi itaatsizliğe dayalı her kurum, kayıtsız şartsız itaatle kuşatıldı. Yurttaşlık hukuku günlük yaşamda adım adım geriletilerek yerine cemaat hukukunu yerleştirme sürecine girildi: “Allah’a itaat et, O’nun peygamberine itaat et ve senin üstündekilere itaat et.”
TAAT SÖZLE MES İslâm hukukuna göre her mümin, inandığını söylemekle bir sözleşmeye girer ve borçlanır: “Kim yüce Allah’a itaat ve ibadet için adakta bulunmuşsa, bunu hemen yerine getirsin.” İtikat eden kişi inandığını söylemekle yükümlülük altına sokulmuş, Tanrı’yla yaptığı sözleşme gereğince şeriat hukukuna kayıtsız şartsız itaat (biat) etmiş, güçlü olana boyun eğmiştir. Peygamber, ayrıca, “Başı kara üzüm gibi bir Habeş bile size amir olursa ona mutlaka itaat edin!” buyurmuştur. Bu, itaatin ve biat sözleşmesinin hiçbir biçimde tartışılamayacağı anlamını taşır. [Turan Dursun’un Kuran Ansiklopedisi’nde itaat ve itikat maddelerinin yer almayışı son derece şaşırtıcıdır.] Ortadoğu devlet kuramında itaat dinsel karakterlidir. Günlük hukukta “akla dayanan” hükümler şeriata aykırı olamaz. Tursun Bey, itaat sözleşmesinin Osmanlı’daki biçimlenişini şöyle açıklıyor: “Yalnızca akla dayanan hükümete sultani yasak denir; bu dünyada ve öbüründe mutluluğu sağlayacak ilkeler üstüne kurulan hükümete ise tanrısal politika ya da şeriat denir. Peygamber şeriat telkin etmiştir. Fakat bu politikaları ancak bir hükümdarın iktidarı kurumlaştırabilir. Bir [ve tek] hükümdar yoksa insanlar uyumlu yaşayamaz ve topluca yok olup gidebilirler. Tanrı bu iktidarı yalnızca bir [ve tek] kişiye vermiştir ve düzenin sürekliliği [istikrar] için bu kişiye mutlak itaat gerekir.”
ST KRARSIZLIK VE 2 TEMMUZ 1993 İnanmayanlara ait yaşama alanlarının cihatla fethedilme ve talan edilme ilkesi, Tanrı’ya karşı borçlanmanın itici unsurudur, günümüzde emperyalizmin yayılmacılığıyla örtüşük niyetlerin temelini oluşturur. Emperyalizm, Türkiye’de kendi amaçlarıyla uyumlu bir İslami otoriteyi haklı ve gerekli kılmak için işbirliği ettiği partiyi iktidara taşımak üzere yarım yüzyıl laik yönetimleri istikrarsızlığa eşitlemeye çalıştı. Toplumsal yaşama istikrarsız görü-
nüm vermek için Kanlı Pazar’dan beri (1969) Siyasal İslâm’ı ilericilerin üzerine kışkırttı ve saldırttı. Ardı sıra Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamları yaşandı. 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne düzenlenen saldırı ve katliamda, Aziz Nesin’in tanrıtanımaz kimliği hedef alındı; Madımak Oteli ateşe verilerek, 35 yurttaşın canına kıyıldı. O günden beri kimi aydınların aymazlığı sürmekte, demokrasi kültürü adına halâ siyasal İslam’la uzlaşma girişimleri aranmaktadır.
TAAT KÜLTÜRÜNDE BA KALDIRI HAKKI İtaat kültüründe yönetimi yasallaştıran tek geçerli araç, hak değil, güçtür. Bu nedenle bütün mesele, her türlü takiye ve hileyle gücü ele geçirmektir. Zorba, ibadet yoluyla Allah’a itaatini sürdürdüğü sürece, kullar da ona itaat etmekle ve gücüne boyun eğmekle yükümlüdür. Ali Bulaç’ın 1400 yıl önceki tarihsel duruma giderek günümüze taşıdığı siyasal ilke son derece açıklayıcıdır: “Muaviye’nin yönetimi kendi özel yöntemleriyle ele geçirmesinden sonra, Müslüman cemaatin bireyleri, yönetime karşı o günkü ve gerçekte olması gereken tavırlarını gözden geçirmeye başladılar. Yönetime itaat etmeli mi? Yöneticiler gerçek anlamda Müslüman mıdır? ‘Fasık’ kimdir?” Yöneticinin “gerçek anlamda Müslüman” olup olmadığının ölçüsü, “fasık” [itaatsiz, sapkın] olup olmadığında aranacaksa, dinsel itaat içindeki zorba yöneticilere karşı halkın hiçbir güvencesi olmayacaktır. Başka deyişle, şiddet kullanmaksızın yasayı çiğneyerek zorbayı uyarmak üzere başvurulan sivil itaatsizlik ediminin İslâm’da yeri yoktur. Zorba, insanların aldatılmış olduğunu öne sürerek işin içinden çıkıyor. Dahası, tıpkı 2 Temmuz’da yaşandığı gibi, itaate zorlayıcı saldırıların dinsel yönden haklı ve gerekli olduğunu ima eden açıklamalardan geri durmuyor. Bulaç, “insanı ‘ihtilaf eden bir varlık’, toplumu da hareket halinde canlı bir olgu” olarak görüyor. Bu bağlamda, “İslâm düşüncesinde din-felsefe, vahiy-akıl ilişkisinde uzlaşma, uyum” ilmekleri ararken, daha otuz yıl önce geldiği son soru şudur: “Modern sisteme katılan İslâm’dan geriye ne kalır? Müslüman dünyanın zihni sekülerleşmez ve bizzat İslâm’ın kendisi de Protestanlaşmaz mı?” Yazar buna olumsuz yanıt veriyor. Yani ihtilaf eden varlık, eninde sonunda itaat etmekle yükümlüdür. Gerçek şu ki, iktidarın zorbalığına karşı sivil itaatsizliğin örneklerini yaşadığımız şu günlerde halka hükümetten gelebilecek uzlaşma önerilerinin hiçbir inandırıcı yanı yoktur. 2 Temmuz’dan çıkartabildiğimiz ders hiç değilse bu olmalıdır.
11
12
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
KAPAK
GÜZEL GÜNLER GÖRÜYORUZ 2 Türkiye yak n tarihine “28 May s Gezi Direni i” olarak geçece ini öngördü ümüz dönem olaylar n nas l de erlendiriyorsunuz? Bir ba ka deyi le neler oluyor ve bu puslu ortamda yar nlara ili kin ne söyleyebilirsiniz, nas l görüyorsunuz? Sizin bir ayd n olarak duru unuz, söyleminiz ne olacak? NALÂN ÖZÜBEK
Hakan Bilginer (ZAYTUNG’un kurucusu):
nalanozubek@hotmail.com
Ba bakana o aç klamalar otpor mu yapt rd ?
Atilla Dorsay: Gezi’ciler bize umut verdi Olaylardan bir yandan büyük bir üzüntü duyuyorum. Özellikle ölen veya sakatlanan vatansever vatandaşlarımız için ama sonra içime büyük bir sevinç duygusu kaplıyor çünkü ‘“Gezi Parkı Olayları”nı Türkiye’nin demokratikleşmesi, gerçek anlamda çoğulcu sisteme doğru gitmesi ve açıkça söyleyelim; şu anda hükümetin başında artık bulunmaması gereken, tüm saygınlığını yitirmiş bir başbakanın eninde sonunda pasif bir siyasetçi konumuna geçebilmesi için önemli bir fırsat olarak görüyorum. Başlarda kendisine bağlanan ve benim de aralarında bulunduğum bir liberal ayrınlar kesimi tarafından desteklenen ve ne yazık ki son dönemde toplumun çok önemli bir kesimiyle tüm irtibatını kaybetmiş, hiçbir farklı düşünceyle ve inançla empati kuramayan ve açık söyleyelim, bir tür diktatörlüğe doğru gün be gün kayan bir siyaset güdüyor. Üstelik cami konusu gibi olaylarda doğru olmayan beyanlarıyla vatandaşları birbirine düşürmeye, din ve inanç kavgaları başlatmaya aday görünüyor. Şu anda ülkenin bir numaralı sorunu bence Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığıdır.
Gezi Parkı gösterileri, pek çok kişi gibi benim için de aslında uzun süredir Başbakan tarafından sürdürülen toplumu baskı altına alma ve kendi istediği gibi şekillendirme çabalarına bir tepki anlamını taşıyor. Kendisinin icraatlarına karşı çıkan, düşüncelerine ve dünya görüşüne uymayan neredeyse herkesi bir şekilde sindirmeye ve içinde binbir çeşit insan ve kültür barındıran koca bir ülkeyi üstelik de son derece nobran bir üslupla hizaya getirmeye çalışması, kendisine oy verenler de dahil olmak üzere pek çok kişinin az çok rahatsızlık duyduğu bir konuydu zaten. Benzer pek çok icraatının ardından en son o park için kimsenin fikirlerini dinleme ihtiyacı duymadan kendi istediğini hayata geçirmek istemesi ve bu yolda kullanılan polis şiddeti bir nevi bardağı taşıran damla oldu diyebiliriz sanırım. Ben de dahil hayatında daha evvel neredeyse hiçbir siyasi eyleme katılmamış, polisle en fazla trafik çevirmesinde muhatap olmuş binlerce insan, Gezi Parkı’ndaki son derece barışçıl bir protesto gerçekleştiren küçük bir gruba polis tarafından nasıl şiddetle müdahale edildiğini, insanların çadırlarının, eşyalarının nasıl toparlanıp ateşe verildiğini ekrandan izleyince “yeter artık,” deyip ertesi akşam soluğu bu parkta aldık. Bu noktadan sonra yetkililer geri adım atar ve ne yaptıklarını bir sorgulayıp en azından şiddet kullanımından vazgeçer sanıyorduk ama yanıldık. Bir sonraki gece o parktaki binlerce insanla birlikte yine en ufak bir taşkınlık göstermediğimiz halde bu kez daha şiddetli bir polis müdahalesinin hedefi olduk. Üstüne üstlük bir de televizyondan Başbakan’ın “Ne isterseniz yapın ben bildiğimi okuyacam,” inadıyla, kendi seçmenlerini sokağa dökme tehdidiyle ve “üç beş çapulcu” gibi hakaretleriyle karşılaştık. Bütün bunlar olup biterken medyanın tamamen sessizliğe gömülmüş olması bizi daha da çileden çıkardı ve o nok-
Mine Söğüt:
Akl m iddete kalkan edece im
tadan sonra da film koptu zaten. 3 hafta içinde 4 ölü, onlarcası ağır olmak üzere 7000’in üzerinde yaralı, yüzlerce gözaltı, milyarlarca liralık maddi kayıp ve dünyada iyice kirlenen bir Türkiye imajının ardından hükümetin biraz geri adım atmasıyla sonunda olaylar biraz durulmuş görünüyor. Bütün bu süreci en baştan kötü yöneten ve istese olayları hiç bu noktaya varmadan 10 kere bitirebilecek olan Başbakan ise bir yandan mevcut durumu kendisinin hedef seçildiği büyük bir tezgahmış gibi sunarak (ihtimal ki kendisi de buna bütün samimiyetiyle inanıyor) mağduriyet kartını oynamaya ve durumu kendisi için bir avantaja çevirmeye çalışırken bir yandan da olayların sorumlusu olarak kendisi dışında neredeyse herkesi suçluyor. Şu an her yerde komplo teorilerinin uçuştuğunu görüyorum. Dış mihrakların oyunuymuş da, içeride hâlâ darbe peşinde olanların tezgahıymış da, otpor gibi gruplar planlamış da vs. vs. Diyelim ki bunların hepsi doğru ve ABD dahil olmak üzere yedi düvel ve ülkenin en az yarısı Başbakan’ı devirmek için tezgah kurmuş etmiş olsun. O zaman şu soruyu sormak gerekmiyor mu: Olayların en
başında polis bu kadar sert müdahale etmese ya da Başbakan çıkıp “Tamam madem böyle bir duyarlılığınız, bir şikayetiniz var, buyurun dinliyorum, bir orta yol bulalım,” dese iş bu noktaya varacak mıydı? Kendisinden başka neredeyse bütün siyasi isimler ortamı yatıştırmaya çalışırken, göstericilerin büyük bölümü de dahil olmak üzere neredeyse bütün ülke “Başbakan ılımlı bir şeyler söylese de şu iş artık tatlıya bağlansa,” diye ağzının içine bakarken Başbakan her defasında yangının üzerine benzin dökecek açıklamalar yapmasa 3 hafta boyunca ülkenin en önemli şehirleri yangın yerine döner miydi? Yani Başbakan’a o açıklamaları da mı otpor yaptırdı? Polise “git 2 gece üst üste orada kendi kendilerine oturan insanların üzerine gaz bombası at” emrini ABD Dışişleri Bakanlığı mı verdi? Hangi istihbarat örgütü, iç ya da dış mihrak kaderi bir başkasının iki dudağı arasında olan bir komplo kuracak kadar aptaldır? Eğer öyle yaptılarsa bütün planlarını Başbakan’ın sert tutumu üzerine kurmuşlar demektir. O zaman Başbakan’ın her şeyden önce bu kendi zaafını sorgulaması gerekmez mi? Bu noktadan sonra en büyük temennim (her ne kadar söylemlerinde şu ana kadar bu yönde bir emare görünmese de) başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bütün bir hükümetin intikam duygusuyla hareket edip işi iyice inada bindirmek yerine olayları devlet ciddiyetine yakışır bir olgunlukla değerlendirmeleri ve “acaba biz bu insanları niye bu kadar kızdırdık,” diye kendilerine sormaları yönünde. En azından ortaya çıkan yüksek bilançonun ve iki sert kutba bölünmüş Türkiye’nin yüzü suyu hürmetine böyle bir adımın atılması gerekiyor. Şu an hükümetin bir bölümü tarafından benimsenen ancak genel çizgiye pek de sirayet etmeyen bu sağduyunun ilerleyen günlerde daha fazla kendisini hissettirmesini umuyorum.
İktidarın kullandığı dil o kadar akıl dışı ki, benim gibi insanların eldeki verilerle olan biteni anlaması, anlamlandırması mümkün değil. Yapabileceğimiz tek şey bugün yaşananları, üzerindeki tüm gölgelerden arındırıp, hiç unutmamacasına kayda geçirmek. Ve doğru bildiğimizi hiçbir tuzağa düşmeden sonuna kadar savunmak. Sokağa dökülen bunca insan, gösterdikleri tepkilerde sonuna kadar haklılar ve karşılarında öyle gözü dönmüş bir iktidar var ki, maalesef tüm haklılıklarına karşın vahşice hırpalanmaya devam edecekler. Bu durumda aklımı şiddete kalkan etmekten, masumiyeti sabra sarıp sarmalamaktan başka bir savunma yöntemi bilmiyorum.
Aydınlık KİTAP
KAPAK
Kaya Özsezgin: 22:00 sularında caddeyi inleten insan selinin, ellerinde pankartlar, ağızlarında inanç salvoları ve türkü sesleriyle akıp geçtiğini izliyorum. Bu anlamlı koroya, arabaların korna sesleri eşlik ediyor. Yol, Polisevi’nin önünden geçerek başka kollardan gelen insanlarla Kennedy Caddesi’nde birleşiyor. Biliyorum, salt Ankara’ya özgü bir şey değil bu; başka kentlerde de bu büyük koronun yansımaları var. Yaşananlar, artık yeni bir dönemin işaretlerini somut biçimde veriyor. Bu yeni dönemi, Arap baharıyla karıştıranlar var.
Oysa Türkiye’nin geçmişte yaşadıklarından bugüne tarih kayıtlarının düşüldüğü ve bu kayıtların yeni bir sayfayı açmakta etkili olduğu bir gerçek. Kısaca söylemek gerekirse, tekin bir ülke değil Türkiye. İnsanını iyi anlamak ve onun tepkilerini iyi ölçmek gerekiyor. Kısa bir süre önce İstanbul Gezi Parkı eylemlerinin yoğunlaştığı günlerde de anlamlı tepkilerini eylemleriyle dile getirenlerin arasındaydım. Onların etkin direnişlerinden geleceğin tarihine kimbilir ne notlar düşülecek.. Bekleyelim ve görelim..
Haydar Ergülen:
Vicdan da herkese laz m Türkiye gibi çoğulculuk anlayışının yaşatılması ve sürdürülmesi gereken bir ülkede, her dönemde “tek tip”leştirme anlayışının egemen olması, dayatılması kabul edilemez bir durum. Türk ve Sünni bir bakış açısının “ötekileştirme” aracı olarak kullanılması, bu bakışı ve baskıyı doğal olarak kabul etmeyecek olanların yine doğal tepkisine yol açtı. Vicdan, merhamet, insaf kavramları tam da burada gerekli. Soldan ya da seküler çevrelerden gelip de muhafazakâr çevrelere yolculuk eden kimi yazar, edebiyatçı ve
köşe yazarı arkadaşların, “mütedeyyin” kitlenin haklarını savunurken pek sık kullandıkları “vicdan” kavramı, bir süre sonra kaçınılmaz olarak iktidarın meşruiyetini savunma ve kanıtlamada temel kavramı oldu. İslamcı ya da Laik, Alevi ya da Sünni, Türk ya da Kürt, benim için devletten yaralı herkes mağdur ve mazlumdur. Öyleyse bol keseden kullanılan vicdan kavramının, AKP hükümetinin özellikle 3. döneminde Sol, Alevi, Laik, Kemalist kesimden niye esirgendiğini anlayabilmiş değilim. Vicdan kavramı da herhalde ki-
şiye, gruba, sınıfa, toplumsal kesime özgü olamaz, olmamalıdır ama öyle oldu, oluyor. Bu arkadaşların dikkatini çekmek isterim, adalet ve hukuk gibi vicdan da herkese lazımdır, en çok da insanın kendisine lazımdır. Türkiye’nin barışı, Türkiye’nin demokratik, laik bir sosyal hukuk devleti olarak çoğulcu bir toplum yapısına ve anlayışına sahip olduğunu kabul etmekten geçiyor.
Cezmi Ersöz:
Halk na bu kadar dü man olan yönetim
Direnişin ilk gününden ayın 14’üne kadar hemen her gün alandaydım, Gezi Parkı’ndaydım, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaydım, her şeyi birebir gözlemledim. Bize yıllar sonra bu mücadele coşkusunu kazandıran gençlere, kurumlara, sendikalara ne kadar teşekkür etsek azdır. Görüyoruz ki, AKP iktidarı boyunca çok kişi mağdur olmuş, çok kişi inanılmaz bir nefret ve öfke duygu içindeydi. Atanamayan öğretmenlerden kentsel dönüşüm mağdurlarına, HES mağdurlarına, herkesin, toplumun ciddi bir çoğunlu-
ğu mağdur edilmiş dışlanmış, aşağılanmış, horlanmış ama herkes, her kurum, her mağdur edilen kesim bu süreçte kendi adına mücadele verip direnip geri çekildiği için ve basında da çok az yer bulduğu için bunları duyamamışlar. Öyle bir dipten bir dalga geldi ki bütün bu süreçte ezilenler, mağdur olanlar birdenbire kucaklaştılar. Biz bir halk hareketi karşısındayız. Yeni şeyler öğrendik, 90 kuşağını tanıdık, onların sergiledikleri dayanışma ve direniş örnekleri bizleri yeni okumalara, yeni düşüncelere yöneltti, güven verdi bizlere. Şimdi bu direnişin kitabını hazırlıyorum yoksa şu anda onların yanında olmak isterdim. Bu kadar halkına düşmanlık duyan bir yönetimin olması endişe verici, nefretle bakan bu anlayış ürkütücü zaten olayların bitmemesi, halen sürmesi insanların bunları birebir görmesinden kaynaklanı-
13
Nesrin Kazankaya:
Bir dönü üm a amas nday z Birkaç günden beri yeniden, ilk gençlik yıllarımın kenti Ankara’dayım. Yaz sıcaklarının henüz bastırmadığı bu dönemde, başkenti, çok canlı bir akıma gönülden kapılmış insanların coşku ve birlik içinde, Gezi eylemlerinin yarattığı bilinç atmosferini derinden soluyarak yaşadıklarına tanık olmaktan mutluyum. Evimin bulunduğu Dikmen Caddesi üzerinden her akşam
28 HAZ RAN 2013 CUMA
yor. Dün revir olarak kullanılan Divan Oteli’ne, yaralıların taşındığı otele onlarca polis saldırdı, insanlar otelin içinde havasız kaldı, bir kadın düşük yaptı, her şey gözümüzün önündeydi, bir iki TV kanalından izleyebildik.Ulusal Kanal, Halk TV ve Artı 1 gerçek, örnek bir yayıncılık örneği yaptılar, ayrıca teşekkür borçluyuz. Bunlar hafızalarımızdan silinmeyecek, ben bir Türk yazarı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı başbakan olarak görmüyorum, sonuna kadar da takipçisi olacağız. Dilerim başka ölümler olmaz. Kazandık, alandaki insanlar kazandı, zihinsel bir devrim oldu, artık yeni kazanımları korumalıyız ve bu dayanışma örneğini her insan hakları ihlalinde, her doğa tahribatında, her aşağılandığımızda bu dayanışma örneğini devreye sokmalıyız. Aydınlık gazetesine de dürüst yayıncılığı için teşekkür ediyorum.
P r l p r l bir umut ye erdi içimizde Herkesin söylediği gibi, son 10 yıllık baskı döneminin bir patlaması bu. Güzel bir geleceği hazırlayan, acılı bir süreç. Hükümetin savaş alanında, bir düşman çıkarması gibi üzerimize saldığı polisle uyguladığı vahşet, inanılır gibi değil. Sade vatandaş olarak da, Tiyatro Pera olarak da başından beri Gezi Parkı’ndaki direnişin yanında yer aldık, katkıda bulunmaya çalıştık. Bu yeni ve kutlanası kuşak, pırıl pırıl bir umut yeşertti içimizde. Her kesimden insanın hızla bilinçlenmesini sağladı, artık yeni bir Türkiye kuruluyor, görüyoruz. Sanatın gücü de bir kez daha kanıtlandı; mizah yüklü edebiyatıyla, müzik, dans ve gösterilerle, düşüncenin etki gücünün nasıl arttığı görüldü. Aydınından, sanatçısından ve genel olarak halkından nefret eden, sanatçılarını hedef gösteren, halkı birbirine düşman etmek isteyen, yok olmaya mahkum, gerici, baskıcı zihniyetin son çırpınmaları bu yaşadıklarımız. Kahroluyorum, güzel insanlarım ölüyor, sakat kalıyor. Bu haklı direnişi hiçbir şey durduramayacak, artık “korku imparatorluğu” çökmüştür. Güzel, aydınlık günler çok yakınımızda, biliyorum.
Kaan Arslanoğlu:
Umutlanmak için daha çok neden var “Gezi Direnişi” çok iyi bir şey oldu. Halk, çok geniş yığınlar olarak korkuyu üstünden attı. Halk kendi kendine güç ve motivasyon vermiş oldu, kudretinin farkına vardı. Bundan sonra faşistler yine faşistliklerine devam edecekler ama bunu yaparken artık daha da zorlanacaklar. Halk da her baskıya, her saygısızlığa, her küstahlığa eskisi kadar kolay boyun eğmeyecek. Bu dönüm noktasından sonra her şey muhakkak daha değişik olacak. Bundan sonra iyi bir şeyler beklemek için, umutlanmak için daha çok neden var ama bunun seviyesi ne olacak? O da solun algı, anlayış ve örgütleme gücüne bağlı. Örgütlü sol güçlere bağlı. Onların uygun veya uygun olmayan yaklaşımlarına göre kazanım düşük düzeyde kalabilir veya daha üst düzeylere yükselebilir. Ama daha şimdiden önemli bir kazanım elde edildiği kesin. Bilinç ve duygu yükselmesi anlamında. En azından diktatörün tek adamlığına bir darbe gibi görünüyor gelişmeler. Demagojilerinin birçoğu çöktü. Darbe diyorlardı, asker vesayeti diyorlardı, askeri şehrin içine soktular, bir sıkıyönetim ilan etmedikleri kaldı. Fırsatlar değerlendirilir, akılcı davranılırsa daha aydınlık bir Türkiye için olanaklar daha da artacaktır.
14
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Bütüncül şiirin Derviş’i Gökben Dervi , ya am n sundu u bütünsellikte olsun istiyor her iiri. E zamanl ve artzamanl olay, olgu ve durumlar , her iirinde bir araya getiriyor. Bu nedenle iirlerinin çok izlekli oldu unu saptamak do ru olur doğru sonuçlara götürmüyor. Elbette, bilinçli olarak şiirin dışında bırakılanlar da şiire dahildir. Bu, göz önünde tutulabiKorkarak izliyorum genç şairleri. “Öyle lir, ama her şiirin bilgisi kendinde içdeğil, şöyle yazın” denilemeyeceğini de kindir. Önemli olan bu bilgileri açığa çıunutmamak gerekiyor. Yoksa hiçbiri kartabilmektir. Ancak o zaman sağlıklı kendi olamaz. Daha başlangıçta, yaz- bir değerlendirme yapılabilir. Cihan dıkları şiir zedelenmiş olur. Dikkatle Oğuz, yazılarında buna özen göstermiizlediğim birinin başka şair, yazar ve eleş- yor. Sina Akyol da böyle düşünüyor oltirmenler tarafından izlenip izlenmedi- malı, ki Cihan Oğuz’un karşı çıktığı; Gökği, fark edilip edilmediği önemlidir be- ben Derviş’in “Polyanna Kılıklı Adamnim için. Tam bu noktada, sözü Gökben lara” şiirini değerlendiriyor. Şiirin büDerviş’in yazdığı şiire getirmek istiyorum: tününü yazısına alıntıladıktan sonra, Gökben Derviş izlenen, fark edilen “Şair, bir olasılık elbet bu, ‘romantızm’ bir şair. “Kabuk” adlı kitabı yeni duyar- yönelik kendi eleştirel bakışını da dahil lıklar getiriyor. etmiş olabilir şiirine, Derdi olan şiir. Dilsel, ama sanki salt bundan biçimsel kalkışmalar var şiibaret değil şiir; günüirlerde. Bu özellikleri nemüzün ‘romantizm’e deniyle olacak, birçok şiir yönelik eleştirel bakıöznesi, adını anma gereği şıyla ilgili keskin bir duydu. Hülya Deniz Ünal, eleştiriyi, batırıcı bir “Şiir Kulesi” başlığı altında eleştirellik çerçevehazırladığı köşede Gökben sinde de dile getiriyor, Derviş’in “Gravür Konuşböyle kuruyor ironimalar” adlı şiirini ayın şiiri sini. Nereden mi belseçerek; “Gökben Derviş, li, aynı dergide ‘Şiiri tiyatro okuyor ve öğrenim Özlüyorum’ yayımgördüğü dal ile şiiri çok iyi lanan ‘Sıkıntı Buhilişkilendiriyor. Dizelerini bir ranı’ başlıklı bir ditiyatro sahnesi gibi kurup ğer şiirinde yer alan canlandırmayı biliyor. Genç şu ikilikten: ‘dünyarvi , şairi sevgiyle izliyoruz.” deyı domaltıyor biriKabuk, Gökben De s. ğerlendirmesini yapıyor. Doğleri / yüzüm kızarıMay s Yay nlar , 72 ru bir belirleme bu. Çünkü yor diyemiyorum, kulak Gökben Derviş yazdığı şiirlerin biçim ve yok.’ Bir soru: ‘Polyanna Kılıklı Adamyapısında tiyatronun olanaklarından us- lara’ şiiri daha ‘güzel’, daha ‘ustaca’ yataca yararlanmasını biliyor. Cihan Oğuz zılabilir mi? Yazılabilir elbet. Ama o zada, ona ilişkin ilk saptamasını “Gökben man bu şiir olmaz yazılan. Gökben DerDerviş’in ‘Bukalemun Çıkmazı’ şiiri iro- viş’in daha ‘güzel’ ve daha ‘ustaca’ bir şiir nik dizeler taşıyor.” diyerek yaparken; yazmak istemediği besbelli. ‘Polyanna Kıbir başka yazısında “Gökben Derviş’e ga- lıklı Adamlara’ şiirinin tam olarak da liba nazar değdirdik. Şiiri Özlüyorum’un yazdığı şiir olmasını istemiş.” Bence de Mart-Nisan ( 2010) sayısında yayımlanan öyle. Sağlıklı, doğru olduğunu düşün‘Polyanna Kılıklı Adamlara’ şiiri görün- düğüm ve önemsediğim bir yaklaşım tüde ironiye göz kırpıyor ama hayli cılız biçimi var Sina Akyol’un. Şiirde içkin ve basit dizelerle örülü. Yazdıklarını olanı bulup çıkartmaya çalışıyor. Kendi cidden avangart şeyler sanıyorsa, asıl ey- olmasına / kalmasına özen gösteriyor şaivah o zaman.” deyip bir uyarıda bulun- rin. Gökben Derviş’e ilişkin başka dema gereği de duyuyor. Kara Kalem’de, ğerlendirmeleri de var Sina Akyol’un: “Beni bir şaşırtıp bir hayal kırıklığına uğ- “Sunak Taşı İniltileri’nde, ‘beni dionyratan Gökben Derviş ‘Yasak Bilinçaltı’ so’un esrikliğinden inşalamışlar’ deşiiriyle dikkat çekiyor.” sözleri de Cihan mekten çekinmiyor Gökben Derviş. Oğuz’a ait. Doğrusu, ‘inşa etmişler’ olmalıydı. (…) ‘Bukalamun Çıkmazı’nda ise ‘harlanBÖYLE KURUYOR dır kasap bıçaklarını’ dizesiyle belirli RON S N bir sözcüğün farklı kullanımını da getiOlumlayan ya da olumsuzlayan ve ge- rip atıyor önümüze, iyi yapıyor.” nel olan her yaklaşım; sadece şiirin dıSina Akyol, bu olumlayıcı tutumuyşındaki öğelere bakılarak yapılınca bizi la şairin şiirdeki özgürlük alanını özen-
VEYSEL ÇOLAK
le koruyor; hatta genişletiyor. Elbette, yapılması gereken de bu, ama ‘inşalamışlar’ ve ‘harlandır’ sözcüklerinde olduğu gibi, Arapça, Farsça, İngilizce… sözcüklerin kök ya da gövdelerine yapım eki getirerek yeni bir sözcük yapmak yerine; Türkçe sözcüklerin kök ve gövdelerine yapım ekleri getirmenin daha doğru olacağını söylemek, şairin özgürlük alanını kısıtlamak olur mu? Bu bağlamda yazdıkları şiirler üzerine düşünülebilecek çok şair var Türkiye’de. En tipik örneğin ise Metin Eloğlu olduğunu anımsamakta yarar var.
HIRÇIN VE DUYARLI E. Bülent Yardımcı Gökben da Gökben Derviş’in Dervi oluşturduğu bazı sözcük öbeklerine karşı çıkıyor. Örneğin ‘Ruhceğim şair, okurun algılama kapasitesisal Veba’ yerine, ilgi şiirden bulduğu ‘Bo- ni göz ardı etmemeli.” diyor Mustafa Duzuk Saatler Zamanı’ adını öneriyor ve rak. Elbette ortaklaşa düşünülmeli bu “Piyasada şiir diye uçuşturulan geveze- konu üzerine; ama hangi okurun algılaliklerle kıyaslandığında; Türk şiiri, gür ma kapasitesini ölçüt alacağız? Şiir eğisesli, cesur, hırçın, şaşırtıcı, duyarlı, iç- timinden geçmemiş; şiir denince, manitenlikli, kapitalizmin çürütmeye uğraştığı leri anımsayan okuyucu, şiir yazarken nainsanî değerlere sahip çıkan, bu yıkıcılı- sıl gözetilebilir? Yanıtlanması zor soruğa kafa tutan, başkaldıran genç bir kadın lar bunlar. Gökben Derviş’in de şiirlerişair daha kazanmıştır, yargısında bu- ni kurarken okuyucuyu düşündüğü söylunmak hiç de yanlış olmayacaktır.” di- lenemez gibi. Bütüncül bir şiir yazıyor o. yerek olumluyor Gökben Derviş’i. Ata- Tek bir tema ile sınırlamıyor şiirlerini. lay Saraç ise, onun izlek ve dilsel aranı- Yaşamın sunduğu bütünsellikte olsun isşını şu sözlerle ortaya koyacaktır: “Gök- tiyor her şiiri. Eşzamanlı ve artzamanlı ben Derviş’in (1986) Mutluluğa Jübile şii- olay, olgu ve durumları, her şiirinde bir rindeki ‘Reklam panosuna dönmüş ka- araya getiriyor. Bu nedenle şiirlerinin çok dınların / kurut şelalelerini; cinsiyetsiz izlekli olduğunu saptamak doğru olur. kalsınlar’ dizeleri, tüketim çılgınlığı için- Şiir yazarken hiçbir nedenle kendini sıdeki kadınları ve onların yapaylıklarını, nırlamadığı görülüyor. Alabildiğine özöfkeli ama çarpıcı bir şekilde ilençle dile gür. Özetleyerek söylemek gerekirse getirirken yeni bir benzetmeye başvura- Gökben Derviş’in bütün bütüne dile rak şiirselliği sağlıyor çağrışıma açık di- bağımlı davranmadığı da görülüyor. zelerde.” Amaçladığı şiiri ele geçirmek için bazen Öte yandan Mustafa Durak’ın Gök- kelimelerin biçimsel değerlerini öne çıben Derviş’i fark etmesi ve onun ‘Yal- kartıyor; bazen de kavramı öne çıkartanızlık Manifestosu’ şiirine ilişkin yaptı- rak düşünsel olanın şiirini yazıyor. Onun ğı ayrıntılı çözümleme, geneli ilgilendi- ‘Kabuk’ adlı kitabıyla Türk şiirine katkı ren / uyaran iletiler de içeriyor: “Diye- getirdiği çok açık.
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
15
ABD emperyalizmini ve ordusunu anlamak için Ne ABD’yi abartan, ne de içinde bulundu u zay flama süreci nedeniyle onu küçümseyen yakla mlara sapmadan, nesnel ç kar mlarda bulunmak önemlidir BARIŞ DOSTER Gerek dünya ölçeğindeki, gerek bölgemizdeki ve ülkemizdeki gelişmelerin kızıştığı, çelişkilerin derinleştiği, Çin ve Rusya’nın öne çıktığı, bölgesel arayışların yoğunlaştığı bir süreçte ABD’yi her zamankinden daha doğru, daha gerçekçi tahlil etmek gerekir. Bu gereksinim akademik faaliyet kapsamında yapıldığı kadar, ideolojik ve politik düzlemde emperyalizme karşı mücadele yürütenler için de zorunludur. ABD’nin kuvvetine, devlet kapasitesine, siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel, bilimsel, teknolojik gücüne ilişkin sağlam bilgilere dayanan nesnel, özenli ve dikkatli tahliller yapmak şarttır. Ne ABD’yi abartan, ne de içinde bulunduğu zayıflama süreci nedeniyle onu küçümseyen yaklaşımlara sapmadan, nesnel çıkarımlarla bulunmak önemlidir. Zira İran ve Suriye’nin direndiği, aynı zamanda küresel iddia taşıyan Rusya ve Çin gibi Avrasya güçlerinin daha fazla inisiyatif aldığı, AB’nin iktisadi bunalımın da etkisiyle yapısal sorunlarını aşmakta zorlandığı, Almanya’nın buna koşut olarak Brüksel ve Washington’dan daha bağımsız hareket edip Moskova ve Pekin’le yakınlaştığı bir sürecin sonuçlarını doğru öngörmek önemlidir. Tam da bu dönemde ve bu nedenle Kaynak Yayınları doğru bir iş yapmış, ülkemizin en yetkin uluslararası ilişkiler uzmanlarından Prof. Dr. Haydar Çakmak’ın yayına hazırladığı “ABD’nin Askeri Müdahaleleri” adlı çalışmasını basmış. 1801 yılından bu yana ABD’nin askeri müdahalelerini inceleyen hacimli ve iddialı çalışmada sadece ABD emperyalizminin işgalleri, açık-örtülü müdahaleleri yer almıyor, aynı zamanda askeri müdahalelere ilişkin kuramsal yaklaşım da ortaya konuyor. Tarihsel arka plan da veriliyor. “Haklı savaş”, “egemenlik”, “kuvvete başvurma”, “self determinasyon” gibi hemen her tartışmada kullanılan kavramlar da ele alınıyor. 15 farklı üniversiteden 34 bilim insanının makalelerinin yer aldığı kitapta çok değişik, bir kısmına katılmadığımız görüşler de var. Kitaba katkı sunan kimi yazarların kendi aralarında da fikir ayrılıkları bulunuyor. Nitekim bu durum yayınevinin sunuş yazısında da,
Prof. Dr. Çakmak’ın önsözünde de be- cünden beslenmiş ve onları beslemiştir. lirtiliyor. Ancak ABD’nin askeri müda17. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadar halelerini tek bir kitapta toplamak gibi zor İngiltere dünyanın egemen gücü olarak ve de ülkemizde ilk olan bir işi kotarmak, öne çıkmıştır. 1845’ten 1870’e kadar dünpeşinen övgüyü hak ediyor. ya gayrisafi hasılasının yüzde 30’unu tek Uluslararası hukukta ve Birleşmiş başına sağlamıştır. Yaklaşık 35 milyon Milletler sisteminde askeri müdahale ol- km2 büyüklüğünde bir imparatorluk olan gusu, meşru müdafaa hakkı, kuvvet kul- Birleşik Krallık, 19. yüzyılda sanayileşlanma yasağı, uluslararası hukukun meş- menin ölçütü olan demir çelik üretiminru saydığı hallerde kuvvet kullanma ve as- de başı çekmiştir. 1860’ta dünya demir keri müdahale gibi konu başlıkları ilk bö- üretiminin yüzde 53’ünü tek başına gerlümde işleniyor. ABD’nin çekleştirmiştir. Yine 19. yüzyılda “Beş hegemonya sistemi, orduAnahtar” olarak adnun rolü, ABD silahlı kuvlandırılan ve dünyayı vetlerindeki dönüşüm ve denetim altında tutmaAfganistan, Irak işgalleya yarayan 5 stratejik rinden alınan dersler inbölge (Cebelitarık, celeniyor. Kitabın ikinci, Ümit Burnu, Singapur, üçüncü ve dördüncü böDover ve İskenderiye) lümlerinde ise sırasıyla İngilizlerin denetimin19, 20 ve 21. yüzyıllardadedir. 1880’den sonra ki askeri müdahale ve dünyanın ekonomik ve işgaller ele alınıyor. teknolojik gücü, Birinci Meksika’dan Arjantin’e, Dünya Savaşı’ndan sonra Nikaragua’dan Japonda politik liderliği ya’ya, Fiji ve Havai adaABD’nin eline geçmiştir. larından Uruguay ve ABD’de sadece siyaset Paraguay’a, Kosove ekonomi değil, eğitim, va’dan Lübnan’a, Libbilim ve teknoloji de orya’dan Irak’a, Vietduyu besler. Ülkenin nam’dan Kore’ye, So- ABD’nin Askeri Müdahaleleri, GSMH’sinden yüksek öğProf. Dr. Hayda mali’den Afganistan’a retime harcanan pay da r Çakmak, Kaynak Yay nl dek ABD’nin yaptık(yüzde 2.6), kişi başına düşen ar , , 574 s. ları ayrıntılı anlatılıyor. mühendis oranı da (yılda 70 bin mühendis mezun olmaktadır) hep ABD’DE ORDUNUN ROLÜ ABD’nin askeri, siyasi, iktisadi, bilimsel, Bağımsızlık Bildirgesi’ni 4 Temmuz teknolojik gücünü destekler. Aralarında 1776’da ilan eden ABD, ordusunu 1775’te doğrudan bir ilişki, eşgüdüm ve dışsallık kurmuştur (ordunun devletin kurulma- bulunur. Dünyadaki en iyi 50 üniversisındaki rolünü küçümseyen, devletlerin tenin yarısı ABD’dedir. Bir çalışmaya ordusuz da kurulabileceğini öne süren, göre; ABD’de eğitimin en zayıf halkası ordu aleyhindeki her sözü, her eylemi “de- orta öğretimdir ve bu da yüksek öğretimokrasi”, “sivil toplum”, “insan hakları”, me olumsuz yansır. Ancak çeşitli saha“özgürlük” sayan emperyalizmin uzantı- larda yaklaşık 10 bin yüksek düzeyli bisı liberallerin, yetmez ama evet takımının, lim araştırmacısına, 4 bin üst düzey yeözürdiliyoruz.com ekibinin kulakları çın- tenekli yöneticiye, 6 bin ulusal, uluslarlasın). ABD ordusu ilk yurtdışı savaşını arası, çokuluslu şirket yöneticisine ihti1801’de Kuzey Afrika’da Berberi Savaş- yacı olan ABD, diğer orta ve alt kadelarına katılarak yapmıştır. O günden beri melerde yüksek nitelikli çalışana gerekdünyanın çeşitli bölgelerinde 50’den faz- sinim duymadan, 20-25 bin çok iyi yela küçük veya büyük askeri müdahale, iş- tişmiş yönetici, uzman ve bilim insanıygal gerçekleştirmiştir. ABD ordusunun, la üstünlüğünü sürdürür. ABD bu nitekuruluşundan bu yana dünyanın en iyi or- likteki kişileri, hem yılda 1 milyonun üzedularından biri olması, bütçesi ve tekno- rinde mezun veren üniversitelerinden lojik olanaklarıyla hep önde yer alması, hem de dünyada en fazla beyin göçü alan şüphesiz ABD’nin politik ve ekonomik gü- ülke olarak gelenlerden bulur.
S STEM VE SINIF OLARAK EMPERYAL ZM Kitapta sadece ABD’nin askeri etkinlikleri anlatılmıyor, kuvvet tahlili ve iktisadi tahlil de yapılıyor. Dolayısıyla, emperyalizm üzerine kafa yoran, onunla mücadeleyi kafasına koyan bir okurun işine yarayacak pek çok bilgi yer alıyor. Mesela şu dikkat çekici bilginin üzerinde tartışmak gerekiyor: “İleri teknoloji üretimini görmek ve incelemek için Çin’de bir yıl geçiren gazeteci James Follows, üretimle ilgili tecrübesini şu şekilde aktarmaktadır: Dış kaynak kullanımı ABD’nin rekabet gücünü artırmaktadır. Para kazandıran aşama, malların üretiminden ziyade onların tasarlanması ve pazarlanmasından elde edilmektedir ki bu da ABD’nin kontrolündedir. Bunun en iyi örneği iPod’dur. Genellikle ABD dışında üretilir, ama katma değerin büyük bir kısmını merkezi Kaliforniya’da olan Aplle şirketi kazanır”. (s.27) ABD’nin silah sanayisindeki konumunu da şu veriler ortaya koyuyor: 2004 -2007 arasında dünya silah ticaretinin yüzde 31’ini, 2008-2011 arasında yüzde 56’sını, 2011’de ise yüzde 79’unu tek başına gerçekleştirmiş. Silahların yarısını Suudi Arabistan (33. 4 milyar dolar) başta olmak üzere Körfez’deki zengin Arap ülkelerine satmış. Kaynakçası da oldukça zengin olan kitabın sonunda Çakmak, ABD’nin yöntemlerini, müdahalelerde neden bir koalisyona gereksinim duyduğunu, İsrail’in çıkarlarını nasıl gözettiğini vurguluyor. ABD’nin gücü azalsa bile, küresel güç olma yeteneği ve imkânlarını kaybetmeyeceğini belirtiyor. “Bugünkü uluslararası ilişkiler sisteminin, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi’nin rolünün ve yaptırım gücünün Amerikan emperyalizminin önüne geçmesi mümkün değildir. Karşısında bir ülkeler grubu veya bir blok olmadığı müddetçe pervasız bir şekilde çıkarlarına ne uygunsa onu yapmaya devam edeceği görülmektedir” diyor. Özetle “ABD’nin Askeri Müdahaleleri” adlı çalışma, emperyalizmin bölgemize ve ülkemize yönelik saldırılarının arttığı bir dönemde, akademik özelliğinin yanında, emperyalizmle mücadele etmek isteyen her yurttaşın ilgisini hak ediyor.
16
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Karasu belgeliğine katkı Yazarlar biz okurlar n gözünde sadece sunduklar kitaplarla var olmazlar. Ya ama halleri ve buradan metinlerine yans tt klar her türlü görme biçimi, bizi onlar anlamaya daha da yak nla t r r. May s ay nda raflarda yerini alan iki kitap bu anlamda yazar Bilge Karasu belgeli ine önemli bir katk sunuyor SEZA ÖZDEMİR Yazı adamları için bir soru hep usumdan geçmiştir: “Yaşamayı mı öne alırlar yoksa yazı için yaşamayı ikinci plana attıkları olmuş mudur?” Üretim için yazanları bir yana koyarsak, gerçekten edebiyat için kafa yoranlar(onun gelişimi, değişimi, nasıl ve niçinini sorgulayanlar) aynı zamanda hayat için de kafa yoran ve yaşayanlar olmalı, ya da bir okur olarak öyle olmasını düşleyebiliriz. Edebiyatımızın kalıplara sığdırılamayan yazarlarından biri olarak Bilge Karasu’yu özel kılan noktalardan biri de bu soruyla birlikte ortaya çıkıyor: Yaşamaya nasıl bakardı?
YAZI DA YA AMANIN Ç NDE “Halûk’a Mektuplar” adıyla kitaplaşan ve Metis Yayınları tarafından yayınlanan Bilge Karasu’nun şair ve eleştirmen dostu Halûk Aker’e yazdığı mektuplar, onun yazma uğraşı ve yaşama uğraşına dair önemli ipuçları içeriyor. Bu mektuplarda; Karasu’nun sadece yazınsal üretim süreçlerinin değil aynı zamanda çevirileri, üniversitede ders verirken yaptığı hazırlıklar, yaşadığı maddi, manevi zorluklar ve sevinçleri, düşleri, istekleri ya da en basiti bir dosta örnek verirken sözünü ettiği film karelerinin bile Karasu evreninin birer parçası olduğunu görebiliyoruz. Tüm bu sayabildiklerimiz (ve daha sayamadıklarımız) o evrenin karakteristiğine dair birer gösterge olarak ele alınabilir. Örneğin çamaşır asarken bir mandalın nasıl kullanılacağına kadar ayrıntıcı olabilen birinin, yazınsal yaratıcılık sürecinde de bir o kadar ayrıntıcı ol-
masını garipser miyiz? Bir öğrencisiyle girdiği diyalogda, bir hoca olarak takındığı tutumu bile kişiselleştirme ya da rastlantısallıktan uzak olan Karasu’nun benzer “duruş”unu yazar olarak okur, eleştirmen, çevirmen ya da yayıncılara yaklaşımında da görebiliyoruz. Yazmak (insanın ürettiği herhangi bir düzlem olarak) ile yaşamak arasındaki tutarlılık bu değilse nedir? Yine de bu tutarlılık kavramından sert ya da katı bir “yaşamak” dizgesi anlaşılmasın; buna, Karasu ve Aker’in mektuplarındaki insanoğlunun ilişkiler ağlarının oluşturduğu “denge” kavramı hakkındaki tartışma ışık tutabilir. Zira Aker, Karasu’ya hitaben yazdığı sunuşta onun hayattaki konumlanışında yazmak ve yaşamaya nasıl bir değer verdiğini şu sözleriyle yorumluyor: “Sen ‘yazı’nın kalıcılığında inançlıydın. Yazıya, yaşamı önde tutma koşuluyla (böyle söyleyebilir miyim?) tutkuyla bağlıydın.”
NEDEN MEKTUP Yeni yeni tanımaya başladığınız, sevdiğiniz ya da tutkuyla bağlandığınız yazarları sadece okurlarına sunduklarıyla tanımak kimi zaman yetersiz kalır. Bu anlamda Karasu’nun Aker’e yazdığı mektuplar edebiyat okurları ve araştırmacılar için bulunmaz kaynaklar. Yazarın iletişim için kullandığı söz konusu araç mektup olunca, onun yazınsal yaşamı dışındaki kimliğine dair ipuçları barındıran dolaysız belge niteliği de kazanıyor. Bu mektuplarda şunu da görüyoruz ki, evlere telefonun bağlanabildiği dönemlerden sonra bile Karasu için vazgeçilmez bir araç olmaya devam etmiş. Bunun nedeni de, sözel iletişimin sınırlarının aksine, yazma eyleminin düşünsel bir sürecin gelişebilmesine tanıdığı olanak olsa gerek. Ayrıca yazıya bu kadar tutkuyla yaklaşan Karasu’nun sözel kültür ile yazılı kültür arasındaki farkı göz ardı etmemiş olmaması düşünülebilir mi?
B LGE KARASU MERAKLILARI Ç N Halûk’a Bilge Karasu / Aker, ûk al Mektuplar, H 4 s. 27 , ar Metis Yay nl
u Okumak, Bilge Karasu’y Do an Ya at, , 231 s. Metis Yay nlar
Bu ve benzeri pek çok soru araştırmacılar tarafından çoğaltılabilir. Kaldı ki,
Bilge Karasu
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi’nde (2010) ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde (2011) düzenlenen iki sempozyumda Karasu’nun metinlerine sadece “edebiyat değeri” açısından bakılmadığı ortaya çıktı. Metis Yayınları, “Halûk’a Mektuplar” ile birlikte yayınladığı bir diğer kitapta bu iki sempozyumda sunulan bildirileri de toplu olarak okurlara sundu. Doğan Yaşat tarafından hazırlanan “Bilge Karasu’yu Okumak” adlı kitapta Alain Mascarou, Aron Aji, Berna Yıldırım, Deniz Göktürk, Doğan Yaşat, Ender Keskin, Engin Kılıç, Fatih Özgüven, Hilmi Tezgör, Kıvılcım Y. Şenürkmez, Laurent Mignon, Levent Kavas, Mehmet Nemutlu, Nihan Abir, Özlem Özkan, Servet Erdem, Süha Oğuzertem, Tansu Açık, Türker Armaner, Yıldırım Arıcı ve Zeynep Zengin’in Karasu’nun metinlerini çeşitli açılardan masaya yatırdıkları bildirileri yer alıyor. Her biri farklı uzmanlık alanlarında çalışan bu isimler; Karasu’nun metinlerinde edebiyat sınırlarını bile zorlayan ve müzik, fotoğraf, sinema, resim gibi diğer sanatsal görme (okuma) biçimlerini olduğu kadar
felsefik bakış açısını da ele almış.
OKUR VE ANLAMLANDIRMA Bir çevirmenin çevireceği kurmaca metni okuyup anlamlandırmasıyla, bir fotoğrafçı, bir müzik adamı ya da bir ressamın aynı yazarın aynı metnini anlamlandırması birbiriyle benzer olabilir mi? Bir fotoğrafçı, Karasu’nun öykülerine bakarken de bir fotoğrafta aradığı ışık, netlik/bulanıklık gibi özellikleri pekala arayabilir. Bir ressam yazılı bir metinden yola çıkarak bir resim çizebilir. Bir müzisyen yazılı bir metnin ezgisel yapısıyla ilgili kimi sonuçlara ulaşabilir. İşte bir kitap bütünlüğünde görebildiğimiz bu değerlendirmeler; aynı zamanda önümüze şu gerçeği bir kez daha koyuyor: Bir metin her okurla birlikte yeniden ama yeniden bir anlam kazanır. Bu da yazar Karasu’nun (Akşit Göktürk’ü de anmadan geçmeyelim) tartıştığı okur ve alımlama ilişkisinin bir örneği değil mi? Bir yazar olarak Karasu’nun metinlerinin böylesi bir zemine elverişli olması da toplamda edebiyatımızın gelişim sürecine dikkate değer bir katkı olarak ekleniyor.
KÂTİBE BARTLEBY’NİN YAZIHANESİ
Aydınlık KİTAP
28 HAZ RAN 2013 CUMA
17
Kahpelik çağı ve gözyaşı bombası John Berger
katibebartleby@outlook.com Yukarıdan baktığımızda şehir merkezinden on iki kilometre uzakta, çeşit çeşit sanayi artıklarıyla, bozuk buzdolapları, kamyonet hurdaları, kırık lavabolar, fayanslar, sac plakalar, devasa kamyon lastikleri ile dolu bir çöplük görüyoruz. Oysa orada, aşağıda, bir avuç insan, hikâyelerini, iş güçlerini, bugünlerini, bazen yemeklerini, yeteneklerini, artıklarını değiş tokuş ettikleri, para varsa sattıkları ya da aldıkları, kıyısından dahil oldukları bir yaşam alanındalar. Yukarıdan baktığımızda bir kaybeden, bir deli, bir ayyaş, bir bitik, bir sefil, bir uyumsuz görüyoruz. Oysa orada Giambattista Vico’dan bahseden ve hiç evlenemediği karısına hâlâ âşık yaşlı bir İtalyan, sahip olduğu her şeyi aşk için geride bırakmış Hollandalı konservatuarlı bir kadın, sanayi artıklarından bile verandalı bir ev yapabilen bir genç, çiçek kataloğundan ceketler dikebilen başka bir adam, çöpleri karıştırırken annesi görecek diye hâlâ korkan bir yaşlı, elektro gitarıyla metrolarda havaya güzel tınılar saçan bir metro şarkıcısı var ve evet, dayatılan hayata tahammül edememiş, oyunu kuralına göre oynamamış, kuralı hiç sevmemiş ve gözden ırağa kaçmışlar var; orada, o arazide Vico, karısı Vica, Jack, Anna, Joachim, kedisi Felaklet, Marcello, Melek, Liberto, Saul, Danny, Corina, Luc ve Alfonso var. Yukarıdan bakınca isyana hazır başı-
bozuklar, düzen bozucular, ortaklık karıştırıcılar, huzur bozucular var. İçlerine girince “yarın sabah” sözcüğüyle iyimserlik dolan, şanslılarsa bir bahar daha görecek kadar yaşamayı umut eden, turp ve közlenmiş kestane satıp bira almak isteyen, hiç kimse karışmadan kutsal kitabını okumak isteyen, harap olmuş fiziğine, bembeyaz saçlarına rağmen bir mürver ağacının altında genç kız hayalleri kuran, her ne sebeple olsun, “ne kendini ne de bir başkasını aşağılama”yı öğreten var. Yukardan baktığınızda derme çatma kulübeler, çadırlar, tenteler, lastikler, konteynerler, tekersiz karavanlar; içleri çer çöple dolu barakalar, endüstriyel hurdalarla oluşturulmuş “ucube” sığınaklar var.
Oysa aşağıda, çalınınca açılacak kapılar, önlerine aç hayvanlar için bırakılan birkaç lokma yemek, pencereler ve önündeki teneke kutuda topraktan başını çıkarmış, bir hafta içinde maviye dönüşecek sümbül var; kontrplak panelden yapılmış duvarda, geceleri karanlıkta parlayan polistirol yıldızlar var; soğuk gecelerde üzerine hiç soyunmadan, sadece el ele tutuşmak için birer eldivenlerini çıkararak uzandıkları şilteleri, verandalarında üfledikleri mızıkaları, minik anı nesnelerini tıkıştırdıkları can kavanozları, koyunlarında mırıldayan kedileri var. Tam tepeden bakınca pasaklı, laf dinlemez, asaletten fena halde uzak bir sokak iti var. Aşağıdaysa, Vica’ya sırılsıklam âşık, tüm köpeklerin rüyalarında orman gördüğünü ve ormandan daha güzel hiçbir yer olmadığını söyleyen, insanlığa en uzak olduğu yanın acıya, acılıya sahiplenişi olduğunu düşünen, annesi tarafından öğretilen bu meziyetiyle sahiplendiğine yaklaşana hırlayan, çocuklarla top oynamayı seven ve akarsa sümüklerini yalayan, güçlülerin yanına fazla yaklaşan zayıf birine duydukları nefreti insanlara özgü bulan, dünyadaki kötülükler sebebiyle tanrıya inanan, geveze bir köpek var; Kral. Öykü anlatıcısı. Sahibesi Vica arazide hacet giderirken ona bir mahremiyet oluşturmak üzere hikâye anlatarak sözcüklerle duvar ören Kral. Onu uyurken daha genç bulan ve hayranlıkla seyreden Kral. Kolaylıkla sıvışabileceği bir anda gurur yapıp olduğu yerde mağrur bir sfenks gibi duran ve kafasına bir kova soğuk su yiyen Kral. Sahibiyle beraber sırt üstü yere uzanıp gök-
yüzünde burçları bulmaya çalışan Kral. Aslında aşkın köleleştirdiğine inanıp, bu duygudan azade olmak istese de biçare kalan Kral. Ne yapacağını bilemediğinde titreyen, sadece çok çaresiz kaldığında ve tüm hayatı boyunca bir kez uluyan Kral. Yukarıdan bakanlar dayatanlar; özgürlükten dem vurup, vaatlerde bulunup, sahip olduğunuz her şeyi almaya kalkışanlar; barbarlar. Aşağıdakiler ise her ne olursa olsun özgürlüğünü, yaşama alanlarını korumaya kararlı bir avuç insan. Şimdi karşı karşıyalar ve kahpeliğin adı; klorobenzilidenemalononitril ya da gözyaşı gazı... Teslimiyet için zoka, sıcak yemek ve meskûn mahal. Toz dumanın içinden haykıran boğulmuş bir ses, “durun yıkmayın, burası da meskûn; mektup bile geliyor” diyor. Mektup bile geliyor… Ama elli kollu devasa iş makineleri tüm yaşamları ve mektup bile gelen barakaları olimpik bir stadyum için yerle bir ediyor. Kral’ın sahibi Vico-Vica’nı kocasıadını 1668-1744 yılları arasında yaşamış olan ünlü İtalyan düşünürü Vico Giambattista’dan almış; Vico, Kral’a, Giambattista’nın tanrının güçsüzlüğünü gören ilk düşünür olduğunu söyler ve Giambattista’nın insanlığın ve uygarlığın geçeceği dört dönemden bahsettiğini anlatır. Buna göre ilk dönem Tanrılar Çağı; hayal gücünün etkili olduğu, mitlerin etkisinde her şeyin yeni ve mümkün olduğu bir çağ. İkinci dönem Kahramanlar Çağı; toplumun, düelloyu kazananı tanrının kayırdığını ve onu diğer insanları korumakla görevlendirdiğini düşündüğü; otoritenin kahramanlar olduğu çağdır. Üçüncü çağ; İnsanlar Çağı; insanların kendilerine tanınan hakların herkese tanınmasını istediği, politika ve kurbanlar çağı. Dördüncü ve son çağ ise Köpekler Çağı. Ben de Kral’ın ve İngiliz yazar John Berger’in yalancısıyım.
18
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Ate Etme stanbul
Görünmez Oyuncu
Yükümlülükler Üzerine
Turgut Reis
Celil Oker, Alt n Kitaplar, 456 s.
Lorna Marshall, Yoshi Oida, Bo aziçi Üniversitesi Yay nevi, Çev: Özlem Turhal de Chiara, 148 s.
Marcus Tullius Cicero, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: C. Cengiz Çevik, 196 s.
Feridun Faz l Tülbentçi, nk lâp Kitabevi, 232 s.
Dedektif Remzi Ünal’ın kapısı nihayet çalındığında, karşısında onun bütün “şartlarını” koşulsuz olarak kabul eden bir müşteri adayı vardır. Bu kişi, kayıp hemşire sevgilisini arayan genç doktor Kemal Arsan’dır. Bir hafta önce sırra kadem basan hemşire Begüm Kalyon ne telefonlara cevap vermektedir ne de onu bir gören olmuştur. Polisiye edebiyatın usta kalemi Celil Oker, “Ateş Etme İstanbul” romanıyla okurları insan zekâsının sınırlarının test edildiği, sürprizlerle dolu bir maceraya sürüklerken, gerilim ile ince mizahın dâhice harmanlandığı mükemmel bir kurguyla meraklılarının elinden bırakamayacağı bir polisiye serüvene imza atarak gönülleri fethediyor.
Bir oyuncu hayal edelim: Çok yeteneklidir; bu hareketi çok zarif bir şekilde yapar; seyirciyi, yaptığı hareketin güzelliğiyle büyüler, herkesi bu konudaki ustalığına hayran bırakır. Başka bir oyuncu hayal edelim: O da aynı hareketi yapar, ama seyirci hareketin zarafetinin farkına varmaz, ayı gösteren oyuncuyu değil, oyuncunun işaret ettiği ayı görür. Yoshi Oida’nın gönlü, seyirciye ayı göstermeyi başaran oyuncudan, yani “görünmez” olabilen oyuncudan yanadır. Oida; sahnede güzel bir vücut, kuvvetli bir sahne duruşu sergilemek istiyorsak benliğimizi de eğitmemiz gerektiğinin altını çiziyor.
Cicero, Romalı büyük devlet adamı, hatip ve düşünür. Roma’yı birey, geleneksel toplum düzeni ve devlet üçgeninde ele alan konuşmaları, felsefi ve teknik eserleriyle her çağın insanını etkilemeyi başarmıştır. “Yükümlülükler Üzerine”, yaşamını Roma devletinin ve geleneğin sürekliliğine adamış olan Cicero’nun ölümünden önce yazdığı son teknik eseridir. Temel bir felsefi problemi, yararlı olan ile ahlaken doğru olanın çatışmasını, probleme bireyin ve devletin yükümlülüklerini de dâhil ederek derinlemesine inceler.
“Kaptan Dragut geliyor!” tehdidi afakı tutarken, Trablusgarp fatihi Turgut Reis leventleriyle Akdeniz sularına korku salıyordu. Reis’in nice kahramanlıklarının anlatıldığı bu hikâyede, esaretten yıllarca hiç dinmeyen bir aşka, Muhteşem Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa’nın çevirdiği türlü entrikalardan kahramanlıklarla süslü deniz cengine kadar Turgut Reis’in yaşamı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin sürükleyici anlatımıyla okuyucularla buluşuyor. Deniz muharebelerinde gösterdiği başarılarla Osmanlı Devleti’nin hizmetine giren Turgut Reis’in inanılmaz hikâyesine tanık olacaksınız...
Senden Uzak Yedi Gün
Kat l m Kabusu
Seçilmi Metinler
Mutlu Olma Sanat
Monika Peetz, K rm z Kedi Yay nevi, Çev: Regaip Minareci, 256 s.
Markus Miessen, Metis Yay nlar , Çev: Bülent O. Do an, 208 s.
Pierre Bourdieu, Heretik Yay nc l k, Çev: Levent Ünsald , 288 s.
Bertrand Russell, Say Yay nlar , Çev: Yunus Sa lamtürk, 192 s.
Birbirine hiç benzemeyen beş kadın. Beş iyi arkadaş. Onları bir araya getiren on beş yıl önce aynı Fransızca kursunda buluşmaları ve ondan sonra her ayın ilk salı günü aynı restoranda keyifli bir yemek yemeleri. Hatta her yıl birlikte bir program yaparlar, kâh yurtdışına bir yolculuk olur bu, kâh bu kitapta olduğu gibi her şeyden uzak geçirecekleri bir hafta, bir perhiz haftası. Yedi gün boyunca telefon yok, internet yok, içki yok, erkek yok. İçlerinde en çok zorlanan, hiç tanımadığı babasının izini sürmeye, geçmişin sırlarını deşmeye kararlı olan Eva’dır. Oysa bazı aile sırlarını hiç karıştırmamanın daha iyi olacağını anlayacaktır.
Miessen, mevcut protokollerle kendini bağlamayan, çelişkiden korkmayan, tam tersine çelişkiyi doğurgan gören, alana yaratıcı akıl ve değişim iradesi taşıyan türden bir müdahaleyi savunuyor: Lordlar Kamarası’nda “çapraz sıra”da oturanlar gibi taraflarüstü ve dışarlıklı olan, bir parti ya da grubun iç mutabakatına herhangi bir çıkarla bağlı olmayan bireylerin müdahalesi. Kent yönetiminden şirket ve kurumların yönetimine bütün karar alma süreçlerinde ve bilgi alanlarında ancak bu “dışarıdan düşünen”, huzur ve istikrar bozucu çağrılmamış, davetsiz yabancının gerçek değişime yol açabileceğini düşünüyor.
Kendisi tarafından özenle seçilmiş çeşitli mülakat ve sunumların derlemesinden oluşan bu kitapta Bourdieu, teorisini açımlıyor, fikri ve sosyal yörüngesini hatırlatıyor ve hangi kavramla ne demek istediğini, hangi noktaların yanlış anlaşıldığını titizlikle ortaya koyuyor. Bu kitap aslında bir davettir; Bourdieu ve teorisiyle bir diyaloga davettir. Kitaptaki metinlerin ekseriyetinde hissedilebilen sözlü sunumun dili, okurla yazar arasında samimi ve doğrudan bir ilişkinin kurulmasına imkân tanıyor ve argümanlara açıklık ve sadelik kazandırıyor.
“Mutlu Olma Sanatı” Bertrand Russell’in iyi bir yaşam sürmek isteyenlere sunduğu bir reçetedir. Kişisel gelişim kitaplarının vermeyi vaat ettiği ama veremediği mutluluk sırlarını açıklar. Russell’a göre mutluluk birtakım insanların bizim elimizden alabileceği temel insan haklarından biri değildir. Kişi mutluluğa başkalarını suçlayarak değil, belirlediği hedeflere erişmek için mücadele ederek ve bu mücadele sırasında eğlenerek ulaşır. Üstelik kişi bu mücadeleyi iç dünyasına değil, sosyal yaşamına dönerek vermelidir. Deyim yerindeyse, “Mutlu Olma Sanatı”, kişisel gelişim vaat eden bir popüler felsefe kitabıdır.
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
Radetzky Mar
Anaerkil Toplumlar
Jean ve Gino’ya Mektuplar
Joseph Roth, Aylak Adam Kültür Sanat Yay nc l k, Çev: Etem Levent Bakaç, 398 s.
Hikmet Durukano lu, Sokak Kitaplar Yay nlar , 304 s.
Bilge Karasu, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Simla Ongan Kocao lu , 404 s.
28 HAZ RAN 2013 CUMA
19
Tarihinden ve Köklerinden Kopart lan CHP
ahin Mengü, Yay n B, 544 s.
Başlangıçta halkları, otonomiyi ve daha fazla haklar talep eden halkı yalnızca küçük görmüştü. Şimdi ise onlardan nefret ediyordu; işçilerden, kundakçılardan, seçim konuşmacılarından. Bölge Komiseri’ne, göstericilerin herhangi bir “rezolüsyon” kaleme almaya kalkıştığı her türlü toplantıyı hemen dağıtması için talimat verdi. “Radetzky Marşı”, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun önlenemez çöküşünü olağanüstü güzellikte bir dille anlatan hüzünlü bir hikâyedir. Joseph Roth, romanlarında vatanlarını, kimliklerini ve yollarını yitiren insanların çarpıcı hikâyelerini anlattı.
“İnsanlık olarak doğada yaklaşık altı milyon yıldır varız ve bu altı milyon yılın büyük bir kısmı, anaerkil ilişkilerle geçerken yaklaşık son on bin yılı ataerkil ilişkiler içerisinde yaşanıyor. Gerek hayvanlar dünyasından insanlığa doğru ilk adımların atılması gerekse insanların toplumsallaşması, tamamıyla kadınların eseri olarak karşımıza çıkıyor eğer biz, bu geçmişimizin nasıl olduğunu anlayamazsak geleceğimizin de nasıl olacağını asla öngöremeyiz eğer anaerkil ilişkilerden, ataerkil ilişkilere nasıl geçildiğini anlayamazsak, ataerkil ilişkileri de nasıl aşacağımızı asla anlayamayız.”
Bilge Karasu’nun 1964 -1994 yılları arasında dostları Jean Nicolas ve Gino Harsh’a gönderdiği, bazen elle bazen de daktiloyla yazdığı Fransızca mektuplar. Bilge Karasu Hôtel de Lille’de, aynı adlı sokakta 40 numarada kiracıydı; 1963’ün karlı şubatında, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nın ilk sayfalarını orada yazdı. Birkaç ay sonra, güneşli bir 14 Temmuz günü, aynı otelde kalan Amerikalı bir arkadaş aracılığıyla, Lille Sokağı’ndaki evlerinde, Jean ve Gino’yla tanıştı. Noel’de Bilge’nin Roma’dan gönderdiği kartpostal otuz yıla yayılacak bir mektuplaşmanın başlangıcı olacaktı.
“Tarihinden ve Köklerinden Kopartılan CHP”, ülkemizin yaşadığı siyasi gelişmelerdeki aksaklıklar; yapılan siyasi kötülükler sonucu toplumun yaşadığı incinme ve sarsıntı, iktidar ve ana muhalefet partisi açısından uygulanan ayağı yere basmayan politikalar açısından değerlendirmelerin yer aldığı bir kitap. Türk ulusunun, Anadolu coğrafyasında yaşayan beş bin yıllık geçmişin aynı potada erimesinden oluşan bir kültürün ortak mirasçısı olduğunu kanıtlayan bir kitaptır. Kurucu iradenin ulus devletten yana bir tasarrufta bulunmasının doğal kültürel, coğrafi, sosyal ve ekonomik nedenlere dayanmasının nedenlerini anlatmaktadır.
çi Partisi Neden Hedefte
Ve Yeniden Ba lar Hayat
Bir Yeniçerinin Hat ralar
A Toplumunu Anlamak
Ferit lsever, Kaynak Yay nlar , 400 s.
Zeruya alev, Can Yay nlar , Çev: Zehra Kurttekin, 376 s.
Tayyip Erdoğan, Ergenekon Davası sürecinde açıkça “Ben bu davanın savcısıyım” diyordu. Soruşturmayı yürüten savcı Zekeriya Öz, basına yaptığı açıklamada “davanın merkezinde İşçi Partisi’nin bulunduğunu” belirtiyordu. İşçi Partisi’ne karşı bir ABD operasyonu yürütüldüğü daha duruşmalar başlamadan açıkça ortadaydı. Ferit İlsever, dört yıl önceki savunmasında “Ergenekon” tertibinin hedefini şöyle açıklıyordu: “Birinci hedef: İşçi Partisi’ni bastırmak, ikinci hedef: Türk Silahlı Kuvvetleri’ni teslim almak, nihai hedef: Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmek.” Aradan geçen dört yılda, İlsever’in savunmasında ifade ettikleri bir bir doğrulandı.
Ardımızda bırakamadığımız geçmiş ve gözlerimizi kaçıramadığımız gelecek... Eserleri onlarca dile çevrilmiş Zeruya Şalev, fonda İsrail’in yakın geçmişinden ve bugününden çarpıcı kesitler verdiği “Ve Yeniden Başlar Hayat”ta, günlük hayatın koşturmacasına kapılmış bizleri, başlangıç noktasına, içine doğduğumuz yuvaya götürüyor. Geçmişteki sevgilerin yaralarını yeni sevgilerle sağaltmaya çabalayan bireyleri, yıkıntılar altında kalmayı reddeden arzuları anlatıyor. Bütün dönemeçlerini bildiğimiz halde durduramadığımız kaderin akışına rağmen, bizi en zor anlarımızda yaşama geri döndüren tılsımın peşine takılıyor yazar.
Konstantin Mihailoviç, Ayr nt Yay nlar , Çev: Behiç An l Ekim, Nuri Fudayl K c ro lu, 144 s.
Albert Laszlo Barabasi, Clay Shirky, Zülfü Dicleli, Optimist Yay n Da t m, 944 s.
Mihailoviç 1463’te, bir yeniçeriyken bu kez Macarlar tarafından ele geçirilir. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunduğu süre zarfında yaşadıklarını yazdırır. Tam olarak hangi dilde yazdırıldığı bilinmeyen bu kroniğin bugüne kadar gelen Çek ve Leh versiyonları mevcut olmakla birlikte Sırpça olması gereken orijinali ortalıkta yoktur. Konstantin Mihailoviç hatıratında, on yıl hizmetinde bulunduğu Osmanlıların dinsel yapılarını, kurumlarını, kuruluşundan II. Bayezid’e kadar hanedanın tarihini, kimi ikinci elden anlatıları, imparatorluğun gelenek ve göreneklerini anlatmaktadır.
İletişim şeklimizi değiştirdiğimizde toplumu değiştiririz. Ama bir devrim, e-posta ve cep telefonları gibi bir avuç sıradan araca atfedilemeyecek kadar muazzam bir şeydir. Yine de bugün herkes bir medya kanalı. Sosyal araçlarımız kamusal ifadenin önündeki eski engelleri kaldırıyor ve böylece kitlesel medyanın simgeleri olan darboğazları aşıyoruz. Grup oluşturmanın zordan gülünç şekilde kolaya geçtiği günümüzde, bir patlamaya tanıklık ederken, sosyal araçlarımız paylaşma, işbirliği yapma ve birlikte hareket etme kabiliyetimizi ciddi ölçüde geliştiriyor...
20
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
ÇOCUK - GENÇ
Ne varsa çocukta var Deniz Üçba aran’ n çizgileri Mozart’ n besteleri gibi. nce ince dokunmu , hem gerçek hem hayal, renkli ama sade. Öyle ki, Piraye’nin geceliklerindeki danteller yahut e e in semerindeki desenler bile özenle i lenmi
Piraye’nin Bir G ünü, Arslan Sayman, Yap Kr edi Yay nlar , 36 s.
Bir günü diğerlerinden farklı kılan şey farkındalığımızdır. Yoksa her gün birbiriyle aynı olurdu. Güneş aynı yerde, ağaç aynı yerde, evler aynı yerde, aynı insanlar, gece ay aynı yerinde. Oysa hayatımıza neşe katabilecek küçücük şeyler var, böcekler mesela. Ya da gecenin bir yarısı evlerin önünde anıran eşekler. Arslan Sayman’ın “Bruni’nin Avlusu” adlı kitabını okumuştum, size de bahsetmiştim. Yaz tatilini kendilerini tiyatroya vererek değerlendiren çocukların öyküsünü anlatan güzel bir tatil kitabıydı. Şimdi de “Piraye’nin Bir Günü” adlı resimli kitabından bahsedeceğim. Ama önce kitabın önsözünde Salinger’ın Seymour’ını görünce çok heyecanlandığımı söyleyeyim. On aylık bebeğe kitap okuyan Seymour. “Onların da kulakları var, işitebilirler.” Kitabın resimleri Deniz Üçbaşaran’a ait. “Yıldız Cini” ve “Kırmızı Kuş” adlı masal kitaplarının yazarı ve çizeri olan illustrator Deniz Üçbaşaran, Arslan Sayman’ın birçok kitabını resimlendirdi. “Limon Ağacı”, “Barba ile Rabarba”, “Sarımsak Kasabası”, “Şarkı Söyleyen Berber” ve “Karganın
Rengi”. Çizimlerini nerede görseniz tanıyacağınız Üçbaşaran’ın çizgileri Mozart’ın besteleri gibi. İnce ince dokunmuş, hem gerçek hem hayal, renkli ama sade. Öyle ki, Piraye’nin geceliklerindeki danteller yahut eşeğin semerindeki desenler bile özenle işlenmiş. Çocuk kitaplarını önemseyen tüm çizerlere sevgiler. Dolunaylı geceleri çok seven Piraye, üstünde işlemeli geceliğiyle odasının penceresinden ışıl ışıl parlayan aya bakarken, bir
eşek sesi duyuyor. Ağacın altınca acı acı anıran eşeğin bir derdi olduğu belli. Piraye yarın sabah erkenden gidip ne derdi olduğunu sorarım düşüncesiyle yatıp uyuyor. Fakat
sabah kalktığında eşeğin yerinde olmadığını görüyor. Güzelcecik elbisesini giyip köy meydanına iniyor. Sağa sola bakınarak yürürken farkında olmadan eşeğin yanından geçip gidiyor. Tabii eşek Piraye’nin kendisini tanımamasına çok içerliyor. Fakat ne yapsın Piraye, eşeği gece dolunayın ışığıyla pırıl pırıl parlayan kırmızı semerinden hatırlıyor, çıplak haliyle herhangi eşekten biri. Lafı uzatmayalım, az ileride yerde semeri görünce o olduğunu anlıyor tabii. Çoban da oracıkta oturuyor. Ona eşeğin gece acı acı anırdığından bahsediyor ama çoban Piraye’yi pek ciddiye almıyor. Oysaki eşeğin semerinde takılı kalan bir çıban sırtını öyle acıtıyor ki hayvancağızın, semerin sırtına yeniden geçirileceği anı korkuyla bekliyor. Piraye, çobanın kendisini ciddiye almamasına üzülüyor ama pes etmiyor, eşeği okşayarak derdini anlamaya çalışırken, meselenin çıban olduğunu görüyor. Sonunda eşek de, Piraye de, çoban da mutlu. Okudukça hatırlayıp üzüldüğüm şeylerden bahsedip canınızı sıkmayayım, ama son günlerde kaybettiğimiz ve kazandığımız çok şeyin izleri var “Piraye’nin Bir Günü”nde. Bir de ne varsa çocuklarda var sevgili okur. İyi okumalar diliyoruz.
E lenceli Notalar
Pes Etmeyen Tavuk
Mavi Tutkunu Karga
Galata’n n Tembel Mart s
Çiğdem Gündeş’ten, baharı kucaklayan hayalci çocukların oyundan oyuna koşturduğu neşe dolu bir masal. Bulutlar uçuşuyor, kuşlar cıvıldıyor, çocukların coşkulu sesi rüzgârın yardımıyla kulaklarda eşsiz bir şarkıya dönüşüyor. Doğanın uzaklara alıp götürdüğü bu melodiye kulak veren minik Bulut, çizgi çizgi, satır satır maviliğe seriliyor. Gökyüzü buna tepkisiz kalır mı hiç! O da bir nota defterinin sayfasına dönüştürüyor kendini hızlıAyda Kantar ca. Kuşların da Ataman, Çi dem birer birer bu çizGünde , Tudem gilere konmasıyla Yay nlar , 44 s. senfoni başlıyor.
Hilda küçük bir çilli tavuk. Cesur ve kararlı. Aklına bir şey koyduysa onu kimse durduramaz! Mısır gevreği yemeyi, itfaiye araçlarını ve teyzesine gitmeyi çok seviyor. Ama Hilda’nın hepsinden çok istediği bir tek şey var... Acaba Hilda kendisine bir aile kurabilecek mi? Jill Tomlinson’un dupduru, hem şirin hem komik öyküleri çocuklar için eğlenceli bir okuma serüveni sunuyor. Serinin tüm kitaplarını Jill Tomlinson, 7-10 yaşındaki çocuklar kendi başlaHayykitap, Çev: Gökçe Ate rına zorlanmadan Aytu , 112 s. okuyabilir.
Mavi tutkunu karga denize, gökyüzüne, rengi mavi olan her şeye hayrandır. Bu tutku ile etrafta gördüğü bütün mavi eşyaları toplamaya başlar. Böylece mahalledeki eşyalar karganın yuvasını teker teker doldurur. Gözü maviye bir türlü doymayan karganın, bu tutkusundan vazgeçmesi gerekecektir. Bazen çok sevdiğiniz şeyler başkalarına ait olabilir. Mavi tutkunu karga böyle zamanlarda sahiplerine sorarak, onların iznini alarak bu Aysun Berktay eşyalara sahip olÖzmen, manın en doğru Redhouse Kidz yöntem olduğunu Yay nlar , 36 s. öğrenecektir.
Behiç Ak, “Gülümseten Öyküler”inin yedincisinde, kentlerde insanların öteki canlılarla bir arada yaşayabilmeleri, onların yaşam hakkına saygı göstermeleri üzerine düşündürüyor. Galata Kulesi’ni merkez alan öykü, mahalle kültürünü yansıtırken, sosyal sorumluluğun küçük bir toplulukta nasıl filizlendiğini de anlatıyor. İletişimi kolaylaştıran teknolojik olanakların, bir yandan insanı nasıl yabancılaştırdığına, bilgi kirliliğine yol açtığına ve sosyal paylaşım ağlarının “sanallığıBehiç Ak, na” da değinen öykü, eşsiz bir kent Gün Kitapl , 92 s. masalı.
İREM HALIÇ
irem.halic@hotmail.com
Aydınlık KİTAP
Peride Celal’in ardından BİLGE MUTLU Demokrat Parti’nin Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma sevdası, toplumsal hayatımızda en çok sinema ve edebiyatta rüzgârını estirmişti. Bu rüzgâr özellikle 1960’lı yıllarda sinemada ağlak aşk hikâyeleri üzerine kurulu, birbirine ulaşamayan zengin-yoksul karakterler, fabrikatör babalar, zengin burjuva aileleriyle birlikte değişmeyen, hep aynı kalıpta, kişiliğini efendilerine göre belirleyen dadılar, konaklar ve bu dünya içinde dönen entrikalar arka arkaya çekildi. Bu filmler genellikle, bu tarzda yazılan romanlardan esinlenen senaryolardan kurgulanıyordu. Henüz televizyonla tanışmayan genç kızlar, kadınlar çocuklarını da peşlerine takarak bu filmlere akın ediyorlardı. Gündüz matinesi, filmde zengin kızların “Bana ne, ben her şeyi isterim” diyen şımarıklığına kızan, kavuşamayan âşıklara ağlayan kadınlar ve aşırı derecede sıkılan çocukların sesleriyle dolardı. Küçük bir kız bir gün isyan eder, “artislerin hiç tuvaleti gelmiyor mu?” diye sorar. Filmlerdeki gerçekdışılık, bilinçsiz de olsa çok bunaltmıştır. Küçük kızı, annesinden başka kimse duymaz ama, bu küçük kız birkaç yıl sonra yoksul arabacı rolünde Yılmaz Güney’in bir kenarda ihtiyacını giderdiği sahneyi görecektir. Gerçekdışılığa karşı isyan başlamıştır artık. Geçen günlerde kaybettiğimiz Peride Celal, tam da o günlerin önemli yazarı olarak edebiyat tarihimize biraz da talihsiz bir şekilde damgasını vurdu. 1935’te öykü yazarlığı ile başlayan Peride Celal, ilk on-onbeş yılını daha sonraları “utançla” andığını söyleyecekti. Bir yazar için dramatik bir durumdu bu. Bu dönem yazdığı romanlar eleştirmenlerce de yok sayılmıştı. Yazarın kendisi de ilk yazdıklarının yok sayılması gerektiğini her fırsatta okuyucularıyla paylaşacaktı. Yazarlığının ikinci döneminde daha gerçekçi, toplumsal bir bakışla romanlarını yazdı. Bu ro-
manlarda kadın ve aile ilişkileri ön plana çıkar. Benzer, ortak yanların hakim olduğu romanlarda, büyükanne-anne-kız çelişkisi, kuşak çatışması derinlemesine işlenecek şekilde kurgulanır. Kadın karakterleri, ekonomik bağımsızlığını elde etmiş, varlıklı, güçlü kadınlardır. Ve bu kadınların çelişkilerini daha çok açığa çıkartmak istercesine yerleştirilen dadıların iç dünyalarındaki çatışmaları, yaşamı sorgulamaları, varoluş nedenlerini uzun uzun yazarak derinlik kazandırmak ister. Siyasi çalkalanmanın toplumun her kesimini etkilediği dönemdir. Ortak özellikler taşıyan kadın karakterlerin iç dünyasını zenginleştiren, kendileriyle hesaplaşmasına neden olan, siyasi donanımlı karakterler, sevgili, akraba, eş olarak romanlarında yer alacaktır. Hesaplaşma artık zenginlik- yoksulluk ayrımının gerçekdışı yansımalarının ötesindedir, daha gerçekçi bir düzeneğe oturtulur. İlk dönem özellikle kadınların “Acaba şimdi ne olacak?” diye merakla beklediği gazetelerde tefrika halinde yayımlanan romanlardan, yüzeysel de olsa siyasi gelişmelerin tartışıldığı kurguların hakim olduğu romana geçiş süreci başlar. Peride Celal, ilk dönemlerde yazdığı “yoksayılması” gerektiğini söylediği romanları yazarak kendisine haksızlık ettiğinin farkındadır. Bu yüzden özellikle son dönemde yazdığı romanlarda, bu haksızlığı yok etmek istercesine kahramanlarının psikolojik yapısını uzun diyaloglarla tartışmaya açar, sorgular. Karakterleri, hastalıklı aşk ve tutku duygularından kurtulup, gerçek sevgi ve nefretin toplumsal ve bireysel etkilerini yaşamdan örneklerle göstermeye çalışır. “Üçyirmidörtsaat” adlı roma-
nında, Fatma, ağır ameliyat olmuş, yaşamın her türlü tokadını yemiş, ezik dadısının başında beklemektedir. Daha önce birey yerine koymadığı dadısına karşı şiddetli bir vicdan sorgulamasıyla baş başadır artık. Sevgilisi Ahmet’e dadısının ölmesinden korktuğunu söyler. Ahmet’ten aldığı karşılık çok çarpıcıdır. “Kızmıştı Ahmet. -Yahu ne oluyorsun, yaşlı bir kadın için! Yaprak dökümü gibi aydınlar, sanatçılar dostlarım ölüyor benim. Genç çocuklar kıyım kıyım üniversitelerde…. Aklını başına topla kızım. Dünyaya çevir gözlerini. Daha dün İspanya’da beş tane gencecik adamı kurşunladılar…. “Anlayışsız” diye bağırır Fatma. “Bu benim Dilber’im. Öbürlerini tanımıyorum bile. Solcuyum diye yüreğimi kaybetmedim ben senin gibi…” Ahmet “Utan. Utan…” diye haykırır. Bu, sevgi ve anlayış kavramlarının siyasi ve insani boyutu aslında son dönemdeki bütün romanlarında nefretle birlikte en sorunsal mesele olarak ele alınır. Peride Celâl, yirmiyi aşkın roman, yüzlerce öykü ve çeşitli çevirilere imzasını atarak, edebiyat dünyamıza büyük katkı sağlamıştır. İlk dönem yazdıklarının yoksayılması gerektiğini okuyucusuyla paylaşma onurunu ve yürekliliğini gösteren Peride Celal’in sanatı, günümüzün yoksayılması gereken, ama sistem tarafından baş tacı edilen sahte edebiyatçılarıyla kıyaslandığında daha değerleniyor.
28 HAZ RAN 2013 CUMA
21
Usta air, çevirmen ve grafik sanatç s Sait Maden’i 19 Haziran 2013 tarihinde yitirdik. Bir iiriyle an yoruz...
Kimlik Ben de var oldum bütün bu nesneler arasında su gibi, ağaç gibi, ot gibi gerçek. Kimi kanatlar öptü, kimi ayaklar alnımdan, ya sevinçten içerim pır pır; ya korkudan benzim uçuk. Titredim karşısında dünyanın gün gün, saat saat taşlar arasında ben yüce, düşler arasında ben küçük Bütün değişimlerin durdum eşiğinde uykusuz bir yüzüm gecelerden içeri, bir yüzüm tanlara açık. Ve tenle can arasında mevsimler boyu bir elim çöl, bir elim çiçek. Her şeyle, her şeyle, her şeyle kardeşliğim var: Denizle kum, yaprakla çiğ, balıkla kılçık. Dağın arka yamacında kalanlara kör Götüren kervan oldum bulut ve burçak Uçsuz bucaksız evrene oğullar, oğullar saldım, Atlar ki zor karanlığı yırtıp geçecek Tattım denizlerin tuzunu, bal sızdırdım güneşlerden, Yaşayanlarla öldüm, ölülerle dirildim; Ne kaldı çok çok? Sait Maden
22
28 HAZ RAN 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Süleyman Zaman’da Sivas gerçeği İSMAİL AYDOĞMUŞ Süleyman Zaman, kavramlar üzerinde duran ve onların yaşamdaki karşılıklarını anlaşılır bir dille anlatmaya çalışan bir yazardır. Onun, bugüne kadar yayınlamış olduğu kitaplarının hemen hepsinde, öncelikle çözümlemeci bir yapı göze çarpar. Ozanların dizelerini, toplumsal olayları, Alevilik-Bektaşilik inancının değerlerini ve felsefesini inceleyen ve o değerleri çözümlemeci bir anlayışla anlaşılır kılan Süleyman Zaman, geçen yıl yayınlamış olduğu “Sivas Kıyımı ve Sivas Gerçeği” isimli kitabında da aynı yöntemin diyalektiğini ortaya koymuştur. Süleyman Zaman’ın, “Sivas Kıyımı ve Sivas Gerçeği” isimli kitabı, 2012 yılının Ağustos ayında, Can Yayınlarında çıkmış, 188 sayfalık bir
kitaptır. Bu konuda, önemli bir boşluğu doldurduğu göze çarpmaktadır. Söz konusu kitapta yazar, olaylarla ilgili, birçok nedeni ortaya sürmekte, zaman içinde diğer benzer olayları anımsatarak bellekleri tazelemektedir. Örneğin, Kahramanmaraş Olayları’na da kısaca değinilen kitapta, “Şeytan Ayetleri”, laiklik, cumhuriyet, şeriat, Yeni Dünya Düzeni, tarikat ve cemaat kültürü, ulus ve emperyalizm, Ilımlı İslam, Atatürk Devrimleri ve Karşı Devrim, vs. gibi birçok konuya değinmiş, bağıntı ve ilişkilerini irdelemiş, nedensellik bağı kurulmaya çalışılmıştır. Kitapta ayrıca, “Aydın” üzerine de bir deneme yazısı bulunmaktadır. Kitabın ilgiye değer özel bir yanı da, Sivas Olayları mağdurlarının avukatlarından Şanal Sarıhan’ın hazırladığı, Sivas Katliamı davasının “Hukuki Süreç”ini anlatan bölüm. Yine, da-
vanın hukuksal ayaklarından biri olan ve çok tartışılan “Zaman Aşımı” sorunu ya da politikası da kitapta işleniyor. Kitap sadece araştırma ve incelemenin sınırlarına hapsetmiyor kendini. Sivas Kıyımı’yla ilgili, ozanların dizelerinin de yer alması okuru başka mecralara da götürüyor. Süleyman Zaman’ın kitabının, bu konuda yazılan ilk derli-toplu kitap olduğuna dair saptama pek de yanlış sayılmasa gerektir. Tabii ki tartışılacak, eksik kalmış, unutulmuş, yazılmamış vs. birçok öge olması işin doğası gereğidir. Süleyman Zaman, ele aldığı konuları, bir gergef gibi işler, olayların derinliğine iner. Görünmez olanı görünür kılmaya çalışır. Anlaşılmaz kavramları, anlaşır kılmak için uğraşır ve düşünce derinliği içinde, diyalektik bir algıyla olayları ve olguları değerlendirir.
Sivas Kıyımı da tek bir nedene indirgenmeyecek, içinde birçok farklı nedenler ve özellikler taşıyan bir olaylar zincirinin sonucudur. Bir günde karar verilip uygulamaya sokulmuş bir anlık olay değildir. Kitap, birçok sorunun yanıtını ikna edici şekilde veriyor ve söylenen, dayatılan onca yanlışa karşı, sorgulayıcı ve kurgulayıcı aklı öne çıkarmamızı sağlıyor. Önümüze, düşünce okyanusuna, damlalar, parçalar ve kırıntılar salıyor. Görüntüden, şekilden uzaklaştırıp özü, esası görmemize ve bilincimizi aşmamıza neden oluyor. Zaman’ın bu kitabı, “Sivas Kıyımı”nın nedenselliğini merak edenler için, önemli bir kaynak kitaptır.
BULMACA mükemmel bir eyi icat eden Gündüz Kutbay” 3. Bir geçmi zaman eki (ney üstad ) - Afrika’da Bir tembih sözü ya ayan bir antilop türü 4. Bir ngiliz biras - Trabzon’un bir 7. Eskrimde kullan lan bir k l ç ilçesi - Mendelevyum’un simgesi türü - “... Güler” (foto rafç ) 5. E ek sesi - Ortaklar n sorumluluk Bir nota s n r n n yat rd klar ana parayla 8. Tanr - Kalsiyum’un simgesi orant l oldu u ortakl k Dul kalan kad n n sadakatini 6. Güney Amerika’da s r göstermek üzere kendini çoban na verilen ad - “... kurban etmesi eklinde bir
Hindu gelene i 9. En k sa zaman parças , lahza Bir borudan bir saniyede geçen suyun miktar - Hararet 10. S n r ni an - Alt n’ n simgesi Lavrensiyum’un simgesi 11. K sa, ince boyunlu, i kin yuvarlak gövdeli, Kütahya ürünü çini sürahi tipi ridyum’un simgesi 12. (ASILYAZICI ) Resimdeki tiyatro ele tirmeni - Eyere al t r lmam binek hayvan Yukar dan a a ya 1. Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan - Bir sevinç ünlemi 2. Jüpiter’in bir uydusu Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s 3. Gece - Demiryolu 4. nce beyaz et ya da bal k dilimi Yüksek, yüce 5. Galyum’un simgesi Lityum’un simgesi “... Ayhan” ( air) - Köpek 6. Bir damla gözya -
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
SOLDAN SA A 1. Birkaç çoban n a k, k r hayat n n güzellikleri vb. üzerine kar l kl konu malar biçiminde yaz lan, küçük bir piyesi and ran iir türü - Sürekli ya murlardan veya eriyen karlardan olu an, geçti i yerlere zarar veren ta k n su 2. Bir dilek art eki E i benzeri olmayan,
Araplar’la ilgili 7. Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak Yapma, meydana getirme Allah’tan hay r dileme 8. Germanyum’un simgesi Ekonomik alanda kendine yeterli olmaya yönelik rejim Baryum’un simgesi 9. Yüz yaprakl k alt n varak paketi Bir haber ajans - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta 10. lemelerde kullan lan, gümü görünümünde parlak s rma ya da metal tel iplik - Tak m (k sa) - Genellikle uluslararas karayolu ta mac l nda kullan lan büyük kamyon 11. Belli bir anlam olan iz, i aret yeri, büro - Çal ma, meslek 12. Lütesyum’un simgesi - Gümü ve alt n s rma tellerle kar k dokunmu ipekli kuma Mübala a yaparak övme