Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 15 :: Kasim 2009

Page 1



Mein Herz Brennt Selamlar,

K

alabalık bir sayı ile yine sizlerleyiz. Dergimizin lokomotifi Emre’nin üstüste patlattığı yazılarla bu ay Siyah Beyaz görsel ve yazınsal (ne?) bir şölene dönüştü. Son aylarda hazırladığımız en keyifli sayı oldu. Afiyetle okuyun.

S

on dönemde bir çok favori grubum artarda yeni albümlerini sıraladılar. Rammstein, Nile, W.A.S.P ve SLAYER bunlardan bazıları. SLAYER’ın adını geçmiş yılların hürmetine halen büyük harflerle yazıyoruz ancak son albümlerinde bazı üzücü ve yorucu olaylar var ki bunların başında “demirciler demir döver” tandanslı davul tonu geliyor. Metallica’nın da son albümü Death Magnetic’te kullandığı bu tuhaf davul tonunu, söz konusu iki albümün de son şeklini veren Greg Fidelman adlı prodüktöre borçluyuz. Kendine başka bir iş bulacağı günleri, daha fazla albüm heba etmeden göreceğimizi umuyorum iyimserce. SLAYER’ın 2000 sonrası çalışmalarını sevmeyen bir çok eski fanı mevcut. Ben her daim SLAYER’ı sorgulamaktan kaçınıp yaptıkları her türlü atraksiyonu kabul ettim kendimce. Lakin son albümün prodüksiyonu beni bile isyan ettirdi. Parçalara diyecek sözüm her zamanki gibi yok ama bu böyle gitmez SLAYER. Albümü dinlerken, sevdiği takımın berbat oynaması nedeniyle maç esnasında hırsından sahaya dalan taraftar gibi hissetmedim değil. Önümüzdeki sayıda irdeleyeceğiz bu konuyu ama yine de iki çift laf etmeden geçmek istemedim.

G

elelim Rammstein mevzusuna. Son albümleri “Liebe Ist Für Alle Da” ve albümden bir parçaya çektikleri klibi skandal olarak niteleyenler var. Evet biz de albüm kapağını dergiye basmadık ama müzik dünyası Marilyn Manson, Rockbitch, Red Hot Chili Peppers gibi grupları hiç görmemiş gibi, sanki Rammstein daha önceleri Beatles imajlı bir “aile briç bezik rock” grubuymuş gibi tepkiler verildiğini de görüyoruz. Yahu zaten Rammstein her daim her şeye müstehak grup imajı çizmedi mi? Evet “yaş ilerledi başımıza vurdu” formatı yok değil ama Rammstein de bütün büyük gruplar gibi “ya kabul et ya da dinleme” mantığıyla iş yapıyor. Albüm hiç fena değil bence. Öte yandan Rammstein’dan hala yeni bir Mutter beklediğim için “işte budur be” dedirtmedi.

W

.A.S.P’ın son albümü “Babylon”’u da geçen hafta dinledim. Şu sıralar çıkacak veya çıkmış olmalı. Gerek besteler, gerekse prodüksiyon olarak bir önceki albüm “D.O.M.I.N.A.T.O.R”a göre daha iyi tınlıyor Babylon. W.A.S.P’tan beklenen her şey, artı bir de muhteşem bir Deep Purple - Burn coverı yer alıyor albümde. Yıllara direnen seksenler adamı Blackie Lawless’a şapka çıkarıyorum. Bu sayının yetilmeyen konularından biri de W.A.S.P’tı. Yine editör yazısında değineyim istedim.

N

ile’ın kafaya göze hitap eden yeni albümü “Those Whom The Gods Detest”ten geçtiğimiz sayıda kısaca söz etmiştim. Bu sayıda Emre derinlemesine inceledi konuyu. Albüm Nile’ın artık daha anlaşılır bir atmosfere gireceğine dair sinyaller veriyor. Diğer albümlere dinlemesi kolay bir çalışma.

P

aradise Lost da “Faith Divides Us, Death Unites Us” ile arayı açmadan devam ediyor. In Requiem ile gecelerimizi gündüzlerimize karıştıran, içinde bulunduğumuz yıllarda altın çağını yaşadığına inandığım bu toplulukla ilgili bir özel sayı yapsak yine de derdimizi tam anlatamayız. O derece hastasıyız ailece.

B

u ayki kapak konumuz Epica. Şahsen ilgilendiğim bir topluluk değilse de ülkemizde onlara ilginin büyük olmasını göz önünde bulundurarak sevenlerine jest yapmak istedik.

F

ransa’da gerçekleştirilen ve çoktan efsane olan Hellfest’in bu seneki organizasyonunun üzerinden biraz zaman geçti aslında ama ancak yetiştirebildi sevgili Çağlar Neçelik sizler için. Joey DeMaio’nun en sevdiği Türkler arasında yer alan arkadaşımız ve “ara sıra yazar”ımız Çağlar’ı önümüzdeki konserlere dair izlenimlerini aktarması için sıkıştırmaya devam edeceğim :)

P

ınar’ın şık fotoğraflarıyla süslediği İstanbul Unirock Extreme Metal Festivali yazısını dergide bulabilirsiniz bu ay. Artarda gerçekleştirdiği başarılı organizasyonlarla ülkemiz organizasyonları arasında çığır açmaya doğru hızla ilerleyen Unirock’a da yeri gelmişken selam edelim. Gelecek ay görüşmek üzere... John Voxville

:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

JOHN VOXVILLE :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, ÇAĞLAR NEÇELİK, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR, MÜŞFİK CAN MÜFTÜOĞLU, PINAR TUNCER, ZELİHA KARAKOCA :: İLETİŞİM ::

E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline






EMRE DEDEKARGINOĞLU


WD

er wartet mit Besonnenheit (sabırla bekleyenler) er wird belohnt zur rechten Zeit (doğru zaman geldiğinde ödüllendirilecekler) un, das Warten hat ein Ende (şimdi bu bekleyiş bitti) eiht euer Ohr einer Legende (kulaklarınızı efsaneye verin)

NL


R

osenrot’tan beri dört sene geçti... Almanların günümüz itibariyle dünyaya saldığı en büyük müzik grubu Rammstein cephesinden ise pek bir ses seda çıkmadı. 2007’de grubun vokalisti Till Lindemann’ın ayrılacağı yönünde iddialar grubun hayranlarının yüreğini ağzına getirse de grup bu iddiayı hemen yalanladı. Zaten Lindemann’sız bir Rammstein’in düşünülmesi bile zordu. Grup aynı sene yeni albüm hazırlıklarına başladı. İlk başta 2008 yılında albümün çıkabileceğini belirtmişlerdi. Fakat albümden birkaç ay öncesine kadar haber gelmedi. Geçtiğimiz temmuz Liebe Ist Für Alle Da adlı şarkının tamamlanmamış hali

nete sızdı, sonra albüm detayları yavaş yavaş gelmeye başladı. İlk single olarak açıklanan Pussy önce adıyla “Noluyoz?” dedirtti, ardından promo klip görüntüleri gelmeye başlayınca herkes şok oldu. Kariyerlerinin başından beri uçlarda gezen, şarkı sözlerinde sadomazoşizm, ensestlik, nekrofili, pedofili, yamyamlık gibi toplumlarda aşırı derece tabu olan konularda sözler yazan, kliplerinde aşırılığa kaçan, konser performanslarında bu aşırılığı piroteknik şovlarıyla (Live Aus Berlin’deki Bück Dich performansını ayrı anıyorum.) destekleyen grubun bu sefer cidden kafayı sıyırdığını düşündü herkes... Mann Gegen


Mann’dan daha aşırı nasıl bir klip çekilirdi? Cevabı yine aynı grup verdi. Pussy klibinde seks turizmini ele alarak, gerçek porno yıldızlarıyla resmen kısa bir porno film çekerek...

G

ünümüzde seveni kadar nefret edeni de çok olan grubun bu fazla cesur hareketi geniş çaplı münakaşa yarattı, yurdumuzun bu tarz haberleri hiç kaçırmayan gazetesi Hürriyet’te “Skandal klip..” başlığıyla haberini verdi. Grubu sevmeyenler klibi “..ktan” diyerek geçerken, grubun hayranları da bölünmüştü, kimisi “Rammstein dalgasını geçmiş.” diyip takdir

ederken, kimisi de şarkıyı fazla boş, klibi de fazla abartı bulmuştu.

R

ammstein’ın Herzeleid’den beri edindiği aykırı imaj, insanların içindeki o ilkel kalmış, evcilleşmemiş karanlık yönü birincil konuma taşıyordu. Toplumsal yaşayışımızda bu yönün yeri kabul görmüyor olabilir ama akşam evinize gelip haberleri izlediğinizde ya da gazetenizi okuduğunuzda görüyorsunuz ki bu yön “bastırılmıyor”. Dünya gittikçe garip bir yöne kayıyor. Rammstein’ın da öne çıkartarak insanları rahatsız ettiği yön bu... Pussy’nin klibi


eve bir video klibe göre fazla açık ama insanların eleştirdiği nokta bunu beş tane müzisyen adamın yapıyor olması... Klipte dokundurulan konu şu an kendi sektörünü, yıldızlarını ve hayatlarını yaratmış bir ekonomi haline geldi. Rammstein mizahi açıdan bu noktaya dokunuyor, evet, dikkat çekiyor, evet, bu bir reklam oluyor ve bir kuraldır ki reklamın iyisi kötüsü olmaz.

L

iebe Ist Für Alle Da bunca gürültü patırtının içinde geçtiğimiz ay içinde piyasaya sürüldü. Pussy ile birlikte albüm hakkında yapılan öngörüler karışıktı. Fakat bu yazının yazıldığı zamana kadar albüm satış bazında da, kritik olarakta iyi gidiyordu.

G

rubun Herzeleid’de ilk ürünlerini verdiği, özellikle Laibach, Oomph! ve Ministry’den etkilenmiş müzikal yapısı şu ana kadar çıkarttıkları tüm albümlerinde kendini göstermişti. Endüstriyel tınlayan sert gitar riffleri üzerine bu havayı destekleyen bas/bateri ritmleri, Flake’in grubun müziğine çeşitlilik ekleyen geniş etkileşimli klavyeleri ve Lindemann’ın kalın vokalleri grubun “marka” özellikleri olmuştu. Grup, Neue Deutsche Härte ve Industrial Metal olarak kategorize edilen müziği içinde birçok farklı tarzdan da etkileşim kullanıyordu. Albümden albüme müziğini daha geliştiren grup, Rock ve Metal arasında geçiş grubu görevi de üstlendiğinden, her geçiş grubunun başına geldiği şekilde kendisine karşıt bir kitleye

de sahip oldu. Doğu Almanya gibi senelerce bir duvarın gölgesinde kapalı kutu kalmış bir yerden çıkıp, Almanca dilini kullanarak şarkılar yaparak, bu derece popüler olmaları ve milyonlarca albüm satmaları aslında takdir edilmesi gereken bir başarıdır. (Almanca’nın Türk insanı üzerindeki “Ay çok kaba dil!” önyargısına rağmen, Türklerin en çok göç ettiği gavur ülkesi olması da ayrı ironidir. :D) Tabii ülkemizde hala Du Hast ile bilinseler de, Du Hast’ın üstüne birçok iyi parça verdiler, Sehnsucht’un başarısını (bence) kariyerlerinin en sağlam albümü olan Mutter ile perçinleyip, hit bombası Reise, Reise ile bunu korudular, Rosenrot ile şarkı yapılarında biraz hız kesip, atmosferik bir albüm yaptılar ve şu an Liebe Ist Für Alle Da ile karşımızdalar...

L

iebe Ist Für Alle Da, ironik kapağının arkasında, Rammstein’ın klasik müzikal yapısını özümsemiş dinleyiciler için içine girilmesi kolay bir albüm olarak gözüküyor öncelikle... Önceki albümlerden farklı olan yan ise, şarkıların daha bir sertleşmiş olması ki özellikle Christoph Schneider’ın baterilerinde bu durum çok daha net belli oluyor. Reise, Reise sonrası kesik kesik kullandığı çift pedal geçişleri bu albümde daha net ve şarkılarda sık sık kullanılmış. Grubun metal etkileri belli bir oranda arttırılmış, ilk dönemlerindeki düz ama vurucu gitar melodileri daha çeşitlendirilmiş, fakat bunun yanında önceki albümlerde olduğu gibi akustik gitar ve


ya atmosferik sesler de unutulmamış. Albümün müthiş giriş şarkısı, Herzeleid’daki Rammstein’ın yeniden düzenlenmiş versiyonu Rammlied, ağır bir atmosfere ve melodik yapıya sahip olan B******** , albümden çıkacak olan ikinci single Ich Tu Dir Weh, gayet hızlı tempoda ilerleyen Waidmanns Heil ve oldukça gaz melodiler içeren Weiner Blut yoğunlaşan metal etkisini birebir gösteren şarkılar olmuşlar, Lindemann’ın vokalleri de bu şarkılarda daha çatallı ve kirli bir hal alıyor. Frühling In Paris grubun her albüme koymayı gelenek haline getirdiği duygusal ballad görevini akustik gitar ve Lindemann’ın başarılı vokalleriyle uygularken, Roter Sand albümün en sakin şarkısı olarak öne çıkıyor. Albüme adını veren şarkı Liebe Ist Für Alle Da’da albümdeki sert şarkılardan biri ve özellikle Schneider’ın baterileri, Flake’in klavye solosu ve nakaratıyla dikkat çekiyor. Mehr ise Mutter’dan çıkmış gibi duran, eski Rammstein şarkılarına selam gönderen bir eser olurken, Haifisch’de sağladığı elektronik altyapı ile Flake göz dolduruyor. Pussy, albümün en tartışılan şarkısı olması bir yana, albümdeki en basit ve gerçekten single potansiyeli bulunduran şarkıda Flake oldukça öne çıkıyor ve gitarlar da klavyeleri destekliyor.

A

lbümün sınırlı basım versiyonunda ise dört tane albüme giremeyen ekstra parça var ve

bu parçalarda da boş yok. Führe Mich, bana Reise, Reise’daki Dalai Lama’yı andırdı. Donaukinder’da yapı olarak Mutter’ı andıran, ağır ve karanlık bir parça olarak öne çıkarken, Halt’ta albümdeki sert şarkıları takip eden bir yapıda ilerliyor. Son bonuş şarkı Liese ise Till Lindemann’ın vokalleri ile Flake’in sağladığı sesleri buluşturuyor.

S

onuç olarak, Rammstein, Pussy ile çıkardığı yaygaraya rağmen oldukça iyi bir albüm ile dört senelik arayı sona erdirmiş. Pussy, albüm hakkında çok az bir fikir veriyor, çünkü albümün geneli daha sert ve ağır bir atmosfer içeriyor. Grubun, işlediği formülü daha da ileri taşıdığı ve kesin bir metal dokusuyla şarkıları ördüğü belli oluyor , bu nedenle bunca senedir Rammstein’e uzak duran metal müzik severlerin de bu albümü sevebilmesi gayet olası... Till Lindemann’ın vokalleri ve Flake’in grubun müziğine entegre ettiği değişik türlerden etkilenmiş partisyonlar kadar, Richard Z. Kruspe ve Paul Landers’ın sıkı gitar melodileri ve Christoph Schneider’ın da dinamik baterileri albümde oldukça öne çıkan noktalar oluyorlar. Sehnsucht’un vuruculuğu, Mutter’ın bütün olarak gücü ve Reise, Reise’daki çeşitliliği bir potada eritmeyi başaran grup, oldukça güçlü bir Industrial Metal eseri çıkartmış. Albüm, genel olarak grubun en beğenilen albümü olan Mutter’a karşı neler yapacak, zaman gösterecek.


EMRE DEDEKARGINOĞLU



‘90larda Death Metal sahnesiyle öne çıkan ve yine aynı dönemin sonlarına doğru Gothic Metal piyasası açısından önemli bir pazar olan Hollanda’nın yükselen yıldızlarından Epica yeni albümüyle bizlerle... After Forever’dan ayrılan Mark Jansen’in 2003 senesinde hayat verdiği Epica’yı genel olarak güzeller güzeli afet-i vokali Simone Simons ile tanıyor, biliyor ve seviyoruz. (Şu metal aleminin günümüzdeki belki de en taş bayanıdır gibisinden testosteron soslu bir yorum ekleyip, konuyu kapatıyorum. :D) 2003 tarihli ilk albümleri The Phantom Agony ile adını duyuran grup, senfonik bazlı Gothic Metal müziğiyle piyasaya yenilik getirmese de güzel bir albüm ortaya çıkartmış ve takdir toplamıştı. Tipik Symphonic/Gothic Metal formüllerini işlemelerine rağmen, başta grubun Nothing Else Matters’ı ve ya Angelica’sı konumuna geçen Cry For The Moon ve The Phantom Agony olmak üzere Seif Al Din ve Feint gibi parçalarda albümü iyi bir noktaya taşımıştı. Ardından gelen Consign To Oblivion ise, grubun Gothic Metal yönünden After Forever’a benzer şekilde Power Metal ile etkileşim içine girdiği, senfoniye ve Simone’nin vokallerine dayanılan, gitarların mikste fazla kısıldığı, şahsi görüşümce grubun ilk albümün devamını getiremediği, tadımlık bir geçiş albümü olarak kaldı. Tabii, Simone Simons gibi bir vokal gruptayken onun üstüne oynamaları normaldi fakat grubun müziğini geriye çekip, tamamen senfoni ve bayan vokale yüklenmesi kendilerini yüzlerce Gothic Metal grubunun arasında kaybetmelerine sebep olabilirdi. Consign To Oblivion’dan sonra çıkan Score adlı enstrumental albümü geçersek, grup üçüncü albümleri The Divine Conspiracy’de bu durumu tamamen düzeltti. Gruptan albüm öncesi ayrılan –ve bence fazla düz çalan- Jeroen Simons yerine dahil olan God Dethroned bateristi Ariën van Weesenbeek kesinlikle gruba yaramış ki, The Divine Conspiracy, yayınladıkları üç albüm içerisinde en dinamik, olgun, sürükleyici ve başarılı albüm oldu. Consign To Oblivion’dan ileriye atılmış fazlaca büyük bir adımdı albüm, grupça performanslarının çok iyi olması bir yana –özellikle bateriler açısından çok iyiydi-,


şarkılar da gerçekten oldukça güçlüydü. Senfonik düzenlemelerde zaten yetenekli olduklarını çoktan göstermişlerdi ve albüm bu açından da hayalkırıklığı yaratmıyordu. İki gitariste sahip olmalarına rağmen kaçındıkları çift gitar partisyonları ve solo kullanımına da bu albümde yer vermişler, farklı tarzlardan etkileşimleri bir potada eriterek tam anlamıyla Symphonic Metal tarzına kaymışlardı. Bu albüm Consign To Oblivion’da gösteremedikleri potansiyellerini de tam anlamıyla yansıtmıştı. Bu kadar tarih bilgisinden sonra yeni albüme gelelim. The Divine Conspiracy’den beri geçen iki yılda grup geniş çaplı bir turne programını izledi, Simone Simons’un talihsiz rahatsızlığı kendilerini biraz zor durumda bıraktı ve grubun hayranlarını da endişelendirdi. Simone Simons geçtiğimiz mayısta sonunda hastalığından tam anlamıyla kurtulunca grup albüm çalışmalarına hız verdi ve ekim ayı içerisinde Design Your Universe adlı dördüncü albümleri yayınlandı. Konsept olarak daha önce din ve antik uygarlıklardan ilham alan grup, bu sefer kuantum fiziğinden temel alınan felsefik yaklaşımlar üzerine sözler yazmış. Mark Jansen bu konuyla ilgili “Albüm ismi, Design Your Universe, kuantum fiziğindeki yeni gelişmeler üzerinde duruyor. Bu bizlerin birbirimize atomaltı seviyede bağlı olduğunu kanıtlıyor. Ayrıca, maddeyi yaratabileceğimizi ya da en azından düşüncelerimizle etkileyebileceğimizi gösteriyor... çok ilginç bir gerçek. Çünkü bizim için herşeyi değiştiriyor, bu gerçekleri kabul edip, hayatınıza entegre ettiğinizde bizlerin tüm dünya görüşü çöküyor. Dolayısıyla albümün adı bu olmalıydı.” gibisinden felsefik açıklamalarda bulunmuş, tam anlamıyla anlayabilen beri gelsin diyorum. :)


Gelelim Design Your Universe’ın içeriğine... Benim gibi The Divine Conspiracy’i oldukça beğenenlerdenseniz, haberler iyi... Ama bir Consign To Oblivion ya da The Phantom Agony arıyorsanız, bu albüme alışmanız zaman alabilir. Çünkü temelde The Divine Conspiracy devam ettirilmiş ama sanılmasın ki bu albüm öncülünün kopyası... Değil. Epica’nın temel aldığı formül modifiye edilerek işlenmiş, yoğun senfonik düzenlemeler ve korolar, Simone’nin düz ve soprano vokalleri, Jansen’in kontrast oluşturan brutalleri ve grubun gitarlarıyla birleştirilmiş. Grubun gitarist değişiminin getirisi ilk dinleyişte göze çarpıyor, God Dethroned’de bir dönem çalmış olan Isaac Delahaye, gruba keskin bir Extreme Metal etkisi getirmiş, bu sayede grubun gitar bazında çeşitliliği oldukça artmış. Melodic Death Metal’den Black Metal’e, grubun daha önce denemediği tarzlardan da etkileşimler var. Ayrıca ilk defa bir Epica albümünde birçok şarkıda solo duyabiliyoruz ki bu da grup adına oldukça iyi bir gelişme olarak kaydedilebilir ve sololar da genel olarak gayet iyiler... Diğer bir dikkat çeken nokta ise Mark Jansen’in oldukça güçlenmiş brutal vokalleri oluyor. Eski albümlerde bu kadar güçlü brutal vokalleri yoktu, hatta yer yer Black Metal shrieklerine kayıyordu. Simone’nin vokallerine ise herhalde birşey dememe gerek yok, hem düz hem mezzo-soprano vokallerinde yine oldukça başarılı bir


iş çıkaran Simons, şarkılara duygu ve tutku veren birincil element olmaya devam ediyor. Albümdeki şarkıları şahsen ayıramıyorum. Kısaca demek istiyorum ki, bu albüm grubun şimdiye kadar çıkardığı en iyi albüm... Daha ilk dinleyişimde bana “Abo!” gibi kro bir tepkiyi verdirtmeyi başardı. Son iki albümleriyle çok büyük adımlar atan grup, bu albümde birçok füzyonu çok başarılı bir şekilde çalıştırabilmiş. Albümden çıkan ilk single Unleashed ve diğer ticari yönü olabilecek şarkı Deconstruct bile piyasaya salınmak için fazla zengin yapılar içeren şarkılar... Yine de albümün en güçlü şarkılarını sıralamak gerekirse, aksak ritmleriyle surata tokat gibi parçan ilk şarkı Resign To Surrender, Melodic Death Metal dokusuyla Martyr Of The Free Word, grubun yarattığı en başarılı epiklerden Kingdom Of Heaven, duygusal ballad Tides Of Time, Burn To A Cinder ve kapanış şarkısı Design Your Universe öne çıkıyorlar. Bu albüme, grubun ilk iki albümüne daha çok hayran olanlar biraz zor ısınabilir demiştim. Bunu deme sebebim, grubun özellikle bu albümle birlikte tam anlamıyla Symphonic


Metal tarzına geçmesi, yani senfonik etiketi altında birçok farklı tarzı bir potada eritmeye başlamasıdır. İlk albümdeki keskin gotik atmosferi ile ikinci albümdeki Power Metal yakınlığı net bir şekilde albümde yer almıyor, şarkılara yedirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Bir parçada gotik hava taşıyan bir partisyon girdikten sonra daha farklı bir yöne kayabiliyor. Hatta bu nedenle, albümün içerdiği düzenlemelerin gayet progresif olduğunu söylemekte fayda var. (ProgArchives’e Epica’yı Progressive Metal başlığı altında neden koyarlar diye düşünürdüm, artık cevabımı aldım. :D) Dolayısıyla bu albümü daha rahat dinleyebilmek için bir önceki albüme kulak aşinalığı gerekebilir. Grup olarak The Divine Conspiracy ile bu yöne kayacaklarını göstermişlerdi ama bu kadar çeşitliliğe sahip, zengin ve dolu bir albüm ile geleceklerini şahsen ben düşünmemiştim. Bir sonraki albümde Symphony X tarzı bir Progressive Metal yaklaşımıyla


gelirlerse şaşırmamak gerek... :) Bu kararlılıkla müzikalitelerini arttırmaya devam ederlerse, çok daha iyi yerlere geleceklerdir. Çünkü şu an hem kadro potansiyelleri hem de vizyonları buna çok müsait bir konuma geldi. Kısacası... Evanescence olma yolunda kendini kaybeden Within Temptation’u, rahmetini almış

After Forever’ı, progresif etkileşimli Gothic Metal yolundan tipik Alternative Rock grubu olan Nemesea’yı özlemle anmayı bırakabilirsiniz. Epica, Hollanda gruplarının içine girdiği bu tıkanıklığı çözecek kadar güçlenmiş bir şekilde karşımızda duruyor. Power Metal, Gothic Metal, Progressive Metal, Symphonic Metal tarzlarını seviyorsanız, mutlaka Design Your Universe’ı tadın.


EMRE DEDEKARGINOĞLU


M

etal müzikte hala çok tartışılan bir konudur bayan vokaller... ‘80lerde Doro Pesh ve Sabine Classen gibi isimler bu işi kuralına göre yaparak adlarından bahsettirmelerine rağmen, ‘90larda Paradise Lost’un Gothic Metal’e yol vermesiyle metal müzik içerisinde kendisine yer bulan “meleksi bayan vokal” kavramı, metalin agresif yönüne zıt olması sebebiyle hala sık sık fikir kapışmalarına sebep oluyor.


L

iv Kristine’in başını çektiği soprano/meleksi bayan vokal kavramını daha sonra Tarja Turunen gibi tamamen operaya yönelen bayan vokaller ile Cristina Scabbia gibi alternatif etkili bayan vokaller devam ettirdi. (Sabine Classen sınıfından gelen Angela Gossow gibi isimler de var, onlar konumuz dışında olduğundan pas geçiyorum.) Tabii bu durum şu an tamamen çorbaya döndü, etraf bayan vokalden geçilmiyor ve kaçınılmaz olarak bir kurtlar sofrası ortamı oluşuyor. Çünkü bayan vokalin sesi ve seksapelitesine dayanarak müziği ikinci plana atıp, piyasaya çıkan birçok karbon kopya grupta var. (Hele Avrupa’da Nightwish sonrası çıkan senfonik bazlı bayan vokalli Power Metal sendromu başlı başına bir felaket neredeyse...) Aradan sıyrılmak için illaha ki müziği güçlü tutmak, sadece bayan vokali öne çıkarmamak farz oluyor. Power Metal ve Gothic Metal tarzları dışında bayan vokaller metal

müzikte çok yaygın kullanılan bir enstruman olmadıklarından farklı gruplara rastlamakta çok kolay olmuyor.

A

merika çıkışlı Echoes Of Eternity’de bu noktada üzerinde durulabilecek bir grup... Günümüz bayan vokalli gruplarından ayrı durdukları nokta müziklerinde Extreme Metal tabanlı, ilk dönem Iced Earth ve Death’in Symbolic/The Sound Of Perseverance dönemini bolca andıran kompleks Death/Thrash rifflerini melodik bir yaklaşım ile kullanmaları ve bunu müziğe kontrast oluşturan Liv Kristine tarzı meleksi bayan vokalle birleştirmeleri... 2005 yılında kurulan grup henüz piyasa da çok yeni olmasına rağmen geçtiğimiz ay ikinci albümünü yayınladı. İlk albümlerini 2007 yılında The Forgotten Goddess adıyla yayınlayan grup, karışık eleştiriler almış, adını yer altı piyasa da duyursada büyük bir çıkış yakalamamıştı.


Vokalleri Francine Boucher’in bayağı bir dikkat çeken fiziği de grubun popülaritesine “Oh, the chick is hot!” söylemininden fazlasını yapmamıştı. (Grupta Francine’nin fiziğinin sürekli ne çıkartılmasından yana oldukça sıkıntılı olduğunu belirtmişti.) Şahsi düşüncem, The Forgotten Goddess’ın genç bir grup debutuna göre gayet iyi olduğuydu, içinde Voices In A Dream, Expressions Of Flesh ve The Forgotten Goddess gibi güçlü şarkılar vardı ve grup elemanlarının enstruman hakimiyetleri de potansiyelleri de belli oluyordu. Francine Boucher’in vokalleri fazlasıyla Liv Kristine’ı andırması sebebiyle çok orijinal bir tat vermese de müzikle değişik bir kontrast yaratmıştı. Grubun tarzı net aleminde Progressive Metal ve Gothic Metal olarak anılsa da müzikal altyapı olarak Progressive Metal daha uygun kalıyordu, çünkü grubun vokaller ve az olarak kullanılan akustik sesler dışında Gothic Metal’e uyan bir

yapısı yoktu, zira müzik tamamen Extreme Metal tabanlıydı. Kısacası grupta farklı birşeyler vardı ama bayan önderliğinde giden metal gruplarını seven kitle tarafından da genel olarak ıskalandı.

G

rubun eylül sonunda çıkardığı yeni albümlerinin adı As Shadows Burn, Nuclear Blast etiketiyle yayınlandı. Grup için önemli bir detay ise çıkış haftasında albümün Billboard listesinde 134. sırayı almasıydı. Günümüzde Metallica, Iron Maiden, Megadeth, Slayer gibi büyük isimlerin dışında metal gruplarının adlarını Billboard gibi sonsuz ticari listeleri sokması zorken grubun bunu başarması kendilerini de doğal olarak oldukça şaşırtmış. Tabii günümüzde Facebook, MySpace, Twitter derken üç koldan internete reklam yayan gruplar adlarını daha kolay duyurma şansı yakalıyorlar, Echoes Of Eternity’de bu siteleri kullanarak sıkça güncelleme yayınlamıştı.


A

lbüme gelirsek, As Shadows Burn, yapı olarak ilk albümü kaldığı yerden devam ettiriyor. Oldukça melodik bir yaklaşımla çalınmış, çift gitar tabanlı kompleks riffler üzerine Boucher’in vokalleri yine grubun temel çıkış noktasını oluşturmuş. Güncel Thrash Metal, Melodic Death Metal ve Progressive Metal tarzlarından etkilenilen melodiler, yine baterist Kirk Carrison’ın dinamik ve agresif baterileriyle desteklenmiş. Debuta göre farklı olan noktalar ise albümün atmosferik ve akustik seslerin Descent Of A Blackened Soul dışında neredeyse hiç yer bulmamış olmasından kaynaklanan daha direkt ve kızgın ruh hali, vokallerin ilk albümdeki meleksi prodüksiyona göre daha doğal ve temiz gelmesi ve grubun ilk albümde denenmemiş Extreme Metal numaraları da eklemesi olarak sıralanabilir. Albüm başından sonuna kadar yüksek tempoyla ilerliyor. Gitarist ve grubun beyni Brandon Patton’un Death, Metallica, Megadeth, Morbid Angel, Cynic, Malmsteen, Suffocation, Fates Warning, Dissection ve Queensryche gibi grupları en önemli etkileşimleri olarak sayması bu albümün müzikal özeti hakkında genel bir fikir verebilir. İlk albümdeki duygusal yoğunluğun bu albümde seyreltilmiş olması sebebiyle ilk

dinleyişlerde hemen yakalayan şarkılar göze batmasa da zamanla albüm kendini daha çok göstermeye başlıyor. Müzisyenlik olarak yine oldukça sağlam bir iş çıkartılmış, Machine Head ve Soulfly gitaristi Logan Mader tarafından yapılan prodüksiyon ise gayet başarılı olmuş. Albümde öne çıkan parçalar albümün açılışını yapan Ten Of Swords, atmosferik ve duygu yüklü partisyonlarıyla dikkat çeken Descent Of A Blackened Soul, taşıdıkları yoğun Extreme Metal etkileşimleriyle Buried Beneath A Thousand Dreams ve The Scarlet Embrace ve grubun müzisyenliğini öne çıkartan enstrumental şarkı Funeral In The Sky olarak sıralanabilir.

T

oparlamak gerekirse Echoes Of Eternity, ilk albümünü aratmayan bir ürün ile geri dönmüş. Bu albüm sahip oldukları potansiyeli daha net bir şekilde ortaya koyabilecekleri ortamı kazanmalarına yetecek mi, zaman gösterecek. Ama grubu daha fazla kişiye ulaştıracağı belli... Grupta bayan vokal olmasından dolayı birçok Extreme Metal sever esgeçmeyi düşünebilir ama en azından bir kez şans vermekte fayda var. Çünkü karşımızda sıradan bayan vokalli gruplara göre farklı birşeyler deneyen bir grup var.



EMRE DEDEKARGINOĞLU

B

u okuyacağınız yazı, şimdiden söyleyeyim, objektif bir yazı değildir. Paradise Lost’u çok seven, sayan, üstte tutan bir hayranın elinden çıkmıştır.

D

evrimci gruptur Paradise Lost. Aynı zamanda cesurdur. Tarz değiştirir, istediğini yapar. Doom/Death Metal’den gelipte, Synth-Pop yapabilecek cesareti her grup gösteremez. Paradise Lost hayran kaybetme, plak şirketiyle bozuşma uğruna bile pes etmez. Bir yandan Doom/Death Metal’in Winter, Disembowelment, My Dying Bride ve Anathema ile öncülüğünü etmiş, öbür yandan Celtic Frost’un Into The Pandemonium albümünde ilk örneğini verdiği orkestral düzenlemeler/meleksi bayan vokaller üzerine ağır ve kasvetli melodiler formülünü işleyip Gothic Metal’e yol vermiştir. Yayınladıkları her albümde belli bir kalitenin üstüne çıkmış, öncü olmuştur.



İ

lk keskin tarz değişimine gittikleri One Second bile birçok Gothic Metal grubunu etkilemiştir. Gothic Metal tarzında sololardan kaçmayan, cömertçe kullanan sayılı gruplardan birisidir.

S

eksenlerin sonlarında kurulan Paradise Lost, Celtic Frost’un etkileyip, Candlemass’ın derin düşüncelere gark ettiği jenerasyonun önde gelen temsilcilerinden birisi oldu. İlk albümleri Lost Paradise ile Death Metal formuna hızdan ve teknikten öte ağır kasvet ve duygusal yoğunluk getirmiş, ikinci albümleri Gothic ile Gothic Metal tarzını başlatmış, Shades Of God ile Doom/Death Metal adına önemli bir eser vermiş, Icon ile Black Album Metallica’sı ile Doom Metal’i buluşturmuş ve Draconian Times ile klasik müziklerine görkemli bir son vermişlerdi. One Second ise grubun Depeche Mode, Sisters Of Mercy gibi farklı tarz gruplardan etkileşimler taşıyarak müziklerine Gothic Rock dokusu ördükleri ilk eser olmuş,

grubun kemik fan kitlesini böldüğü kadar yeni hayranlar da kazandırmıştı. Grubun kariyerindeki en kritik nokta ise Host olmuş, Synth Pop yapısıyla herkesi şaşırtmış, kimilerince basit bir Depeche Mode kopyası olarak hor görülmüş, kimilerince ise Load gibi değeri sonradan bilinerek melodik kalitesi takdir edilmiş ve kucaklanmıştı. Grubun tekrar gitar bazlı müziğe döndüğü Believe In Nothing ve tekrar metal müzik geçmişini canlandırdığı Symbol Of Life ile yeni bir gelişim süreci başlamış, 2005 tarihli Paradise Lost ile grubun eski ve yeni dönemi sentezlenmişti. En son çıkan albümleri In Requiem’de ise grup, içine girdiği süreci One Second öncesi sert müzikal altyapıya yaklaşarak devam ettirmiş ve hem kritiklerden hem de hayranlarından tam not almıştı. (Bense bir hayran olarak hiçbir albümü ayıramam, hepsini sever sayarım ama Icon ve Draconian Times’ın yeri kalplerimizde her zaman ayrıdır. :D)


I

n Requiem ile birlikte grubun ulaştığı noktanın, Host sonrası tekrar eski metal temelli yapıya doğru doğal bir süreç olduğu grup tarafından bizzat belirtiliyordu. Dolayısıyla, yeni albümleri hakkında “In Requiem’den daha sert olacak.” açıklamasını yapmaları bizleri şaşırtmadı. Yeni albüm kayıtları öncesinde davulcuları Jeff Singer’ı kaybeden grup, bu albüm için Peter Damin ile çalıştı. (Biliyorsunuz ki grupta şu an Adrian Erlandsson var.) Opeth ve Katatonia gibi ünlü gruplarla çalışmış Jens Bogren’in prodüktörlüğünü yaptığı yeni Paradise Lost albümü Faith Divides Us/Death Unites Us geçtiğimiz ay içinde günyüzüne çıktı. Klasik olarak önce grubun açıklamalarını özet geçelim. Albümün adı, ki gayet protest bir söyleme sahip, grubun vokalisti Nick Holmes’a göre oldukça “kendini anlatan” bir yapıda; “Dünyada dini inançlardan dolayı kaynaklanan çok fazla bölünme var. Bizler hepimiz aynı et ve kemikten yapıldık. Bir dini

diğerinden ne daha iyi yapabilir ya da gerçek bir tanrı kendi yaratısının yokolmasını ister mi? Dünya çapındaki sonsuz sayıda farklı sözde inançlar sadece benim herhangi bir tanrının varlığını reddetmemi güçlendiriyor ve beni dinin kişinin ölüme karşı olan doğal korkusunu kullanan insan yapımı, maddiyat öncelikli bir fabrikasyon birşey olduğuna inandırıyor.” Grubun prodüktör değişimi ile ilgili ise “Rhys Fulber’in son albümde yaptıklarından gayet mutluyuz, ama üç albümdür birlikte çalıştıktan sonra farklı bir yaklaşıma gitmeye karar verdik. Canlı DVD’miz The Anatomy Of Melancholy’deki işini duyduktan sonra, Jens Bogren’in bu iş için uygun adam olduğuna karar verdik.” diyen Nick baba, albüm ile ilgili olarakta “Bu sefer yaklaşımız daha sert bir yöne doğru oldu, son albümden de daha fazla... Yirmi yılı aşkın müzikal yolculuğumuzda önemli olan iletişimi koparmamak... Müziğimizin değişik yüzleri olmuş olabilir ama her zaman


karanlık bir havaya sahipti ve yeni albümde müzikal ve liriksel açıdan farklı olmayacak. Yeni bir albüm yazmak her zaman heyecan vericidir, asla müzik yapmaktan sıkılmadık ve bence bu bir grupta olmanın en güzel kısmıdır. Her yeni albüm kendimizi daha iyiye taşımamız ya da herkes için farklı birşey yapmamız adına bir mücadeledir. Tamamıyla modern bir Gothic Metal albümü yapmak için uğraşıyoruz. “ diye buyurmuş.

I

n Requiem sonrası artan beklentilerin ışığında Faith Divides Us/Death Unites Us’a gelirsek... Albüm, grubun dediği gibi In Requiem’i devam ettiriyor ve öncülünden daha sert ve karamsar bir atmosfere ev sahipliği yapıyor. In Requiem’de grubun Believe In Nothing/Paradise Lost dönemini andıran kısımlar da vardı. Bu albümde grubun orta döneminde elde ettiği Gothic Rock etkileşimi, süzgeçten geçirilerek albümün sert melodik tabanına entegre edilmiş. Grubun bu albümde işlediği müzikal yapı, Lost Paradise ve Gothic albümleriyle bazı partisyonlar dışında pek benzeşmiyor ama bu iki albümünün kirli havası yer yer hissediliyor. Shades Of God, Icon ve Draconian Times albümlerinin izleri ise daha net belli oluyor. Ama sanılmasın ki bu albüm

tan anlamıyla köklere dönüyor, aksine eski ile moderni bir araya getirmeyi amaçlamışlar. Nick Holmes’un vokalleri genel olarak In Requiem’deki gibi Draconian Times ve One Second sonrası dönemi birleştiriyor, çatallı vokalleri ise asla saf brutal vokale kaymadan, tam olarak Icon ve Shades Of God albümlerinde yaptığı vokallerin tam ortası ayarda gidiyor ki kendisiyle yaptığımız röportajda brutal vokale pek yakın durmadığını bizzat açıklamıştı. Albüm müzikal olarak In Requiem’e göre daha melodik ve sert, grubun daha önce pek denemediği tonlarda ve hızlarda melodi ve riff kullanımları mevcut, Aaron Aedy/ Gregor Mackintosh ikilisi yine oldukça iyi bir işe imza atmışlar. Bu albümde grup ilk defa yedi telli gitar kullanmış ve bu eklemenin getirisi de göze çarpıyor. Mackintosh’un soloları hakkında herhalde bir yorum yapmama gerek yok, yeri geldi mi coşturan yeri geldi mi de duygu seline boğan sololarına bu albümde de devam etmiş. Grupta sadece bu albüm için baterinin başına geçen Peter Damin ise, Jeff Singer’ın monoton tarzının aksine daha dinamik bateri partisyonları bestelemiş.

Ş

arkılar hakkında özet geçmek gerekirse, As Horizons End, Aaron Aedy’nin ritmleri


üstüne Gregor Mackintosh’un artık marka olmuş solo gitar melodileri ile başlıyor, sert yapısı ve Holmes’un çatallı vokalleri ve hüzün dolu solosu ile albümün açılışını yapıyor. I Remain, Shades Of God dönemi Paradise Lost ile son dönem melodik yaklaşımlarını buluşturuyor. First Light, albümdeki füzyonlara Paradise Lost/In Requiem albümleriyle Icon vokallerini birleştirerek katkıda bulunurken, Frailty grubun daha önce hiç denemediği kadar hızlı ve Black Metal etkileşimli giriş melodisi ile resmen süründürüyor. Faith Divides Us, sert ve katmanlı düzenlemelerinin üstüne One Second dönemi Holmes vokalleri ile hüzünlü ve epik bir şarkı olarak öne çıkıyor. The Rise Of Denial, Shades Of God amansızlığındaki sert melodileri eşliğinde modern Paradise Lost dokusunu içinde taşıyor. Living With Scars grubun daha önce fazla denemediği melodik açılımlara örnekler içeriyor, Last Regret ise içerdiği müzikal açıdan ağır ve hüzün dolu Doom Metal melodileriyle dikkat çekiyorken, Universal Dream, Gothic’in kasvetini taşıyan giriş melodisi, Pity The Sadness’e selam gönderen partisyonları ile tam anlamıyla nostaljik bir tat veriyor. Albümün kapanış şarkısı In Truth ise, kasvetli atmosferi ile albümün kapanışını yapıyor.

A

lbümün sınırlı basım versiyonunda Cardinal Zero adlı hızlı ve sert bir şarkı ile Faith Divides Us ve Last Regret’in Prag Orkestrası tarafından yorumlanmış orkestral versiyonları yer alıyor.

Ö

zetle, Paradise Lost yine kalitesini bozmadan ve beklentileri fazlasıyla karşılayan bir albüm ile geri dönmüş. Grubun geçmiş işlerinden sık sık referans alsa da, akıllıca yerleştirilen ve her şarkıda önceki albümlerden alınan etkileşimleri dengeleyen modern Paradise Lost yaklaşımı ve yeni denenen melodi/riffler albümün ömrünü daha da uzatıyor ve asla grubu tekrara düşürmüyor. Albüm, en son Symbol Of Life’da hissettiğimiz o yoğun duygusal atmosferi hem melodi kalitesi, hem müthiş soloları hem de Nick Holmes’un son yıllardaki en iyi vokal performansıyla birebir aktarıyor. Gittikçe klişeleşen, bayan vokal ve “beauty and the beast” konseptiyle tamamen tıkanma noktasına gelen Gothic Metal’e gereken ilacı yine türün babaları veriyor. Paradise Lost işte bu yüzden büyük... Kendi kurallarını koydukları türde, kimseyi takmadan ve örnek almadan yeni sınırlar çizebiliyor oldukları için... İyi ki varsınız. Evet, demiştim, fazlasıyla hayranlarıyım. :)


İ

kibinlerin ilk on yılını geride bıraktık sayılır. Bulunduğumuz dönemde Death Metal açısından en öne çıkan gruplardan birisi ise şüphesiz ki Nile oldu. Güney Carolina çıkışlı grup, ’93 senesinde kurulmasına rağmen doksanlar boyunca yer altı piyasada kalmış ama ikibinli yıllarda birbiri ardına çıkarttığı güçlü albümlerle adını fazlaca duyurmuş ve Death Metal tarzında söz sahibi bir grup haline gelmişti. Grup bilindiği gibi Eski Mısır uygarlığına olan yoğun ilgisi müziklerine taşınmış, Ortadoğu uygarlıklarının o mistik havasını karanlık atmosfer ve Death Metal müzikalitesiyle birleştirerek kendisine özgün bir müzikal yapı elde etmişti. Bu formülü başarılı bir şekilde işleterek günümüze kadar gelen grup, Annihilation Of The Wicked dışında bozmadığı iki senede bir albüm çıkartma geleneğinin sonucu olarak yeni albümü Those Whom The Gods Detest’i bu ayın başında piyasaya sürecek. Bu yazıyı okuduğunuzda muhtemelen albüm resmi olarak çıkmış olacaktır.

K

ariyerine resmi olarak ‘98’de Amongst The Catacombs Of Nephren-Ka albümüyle başlayan Nile, dönemin türdaş gruplarından içerdiği yoğun Antik Mısır etkileri ve konseptiyle ayrılıyordu. Çiğ prodüksiyonlarla kaydettikleri ilk albümlerde Ambient/ Folk tadında partisyonlar yoğun olarak yer alıyordu ve bu Death Metal tarzı içinde oldukça farklı bir deneme olarak görülmüştü. Tabii o zamana kadar müziklerinde oryantal müzikler ile ilgili fikirler kullanan gruplar olmuştu ama hiç kimse Nile gibi bunu müzi-


EMRE DEDEKARGINOĞLU


ğin ana elementi haline getirmemişti. Bu formülle Black Seeds Of Vangeance ve In Their Darkened Shrines albümlerini çıkartan grup, takip eden Annihilation Of The Wicked ile müziğini bir nebze rafine etmiş, hızı ve sertliği daha çok öne çıkartmaya başlamıştı. Karl Sanders’in albümden önce tamamen Antik Mısır etkili bir Ambient solo albüm yapıp, tüm fikirlerini albüme aktarması, bazı kesimlerce AOTW’nin daha direkt ve agresif bir albüm olmasına neden olarak gösterilmişti. Benzer rafine yaklaşım grubun 2007 senesinde çıkan albümü Ithyphallic’de de bulunuyordu, grup melodiler ve sololarda hala Antik Ortadoğu’dan beslense de Ambient/Folk bölümleri azaltılmıştı. Genel anlamda grup, temel aldığı formüle her daim sadık kalıp, çok köklü bir değişikliğe kariyerleri boyunca gitmemişti. Ama son iki albüm grubun metal dışı elementleri daha ekonomik ve atmosferik amaçlı kullanmayı tercih ederek, direkt ve agresif Technical Death Metal yaklaşımına yaklaştığını gösteren eserler olmuşlardı.

Ç

ok değil, 6-7 ay önce tekrar solo albüm çıkartan Karl Sanders, aradan geçen birkaç ay içinde Kollias ve Toler-Wade’yi tekrar toplayarak yeni Nile albümünü hazırlamış. Yine Mısır’dan bir alıntı içeren güzel bir kapakla bizleri karşılayan Those Whom The Gods Detest üzerine Sanders “en

eklektik Nile albümü olacağını” belirtmiş ve “Hiç umulmadık yerlere gideceğiz. Bu aralar bazı udi müzikleri dinliyorum, İran ve Hindu müzikleri ve yeni şarkıları etkileyecek olan şeyler kesinlikle bunlar...” açıklaması yapmıştı. ir Nile albümünden bekleyeceğimiz şeyler genellikle bellidir. Yüksek teknikalite içeren bir müzisyenlik, sert ve hızlı aynı zaman da kompleks şarkılar, yoğun Antik çağ mistizmi ve karanlığı ve şarkılara farklı bir derinlik veren atmosferik kısımlar Nile’in başından beri üstünde durduğu formül ve ilk bakışta Those Whom The Gods Detest bu formüle karşı gelmiyor. Albüm, Annihilation Of The Wicked ve Ithyphallic’in doğal devam sürecini karşılayan bir yapıya sahip denilebilir. Giriş şarkısı Kafir! ile oldukça yüksek tempoda, nefret dolu sert melodiler ile başlayan albüm, yine aynı şarkıda yeralan melodik nakarat ve ezan sesleri ile uğursuz atmosferi başından sonuna kadar hissettiriyor. Hittite Dung Incantation, delişmen solosunun vuruculuğu üstüne tipik Nile agresifliğini gösterirken, Utterances Of The Crawling Dead’de Annihilation Of The Wicked albümünü andıran oryantal etkileşimli melodileri ile öne çıkıyor. Those Whom The Gods Detest, yerel enstrumanlarla icra edilmiş girişi, yoğun melodileri, oryantal tınılı melodik nakaratı ve solosuyla dikkat çekerken, albümün en güçlü şarkısı olabilecek kapasi-

B


tedeki kompleks eser 4th Arra Of Dagon’u, Doom Metal havası veren ağır riffler ve akustik tınılarla desteklenmiş melodiler ve özellikle kapanışındaki melodi ve nakarat uyumu oldukça öne taşıyor. Permitting The Noble Dead To Descend To The Underworld, grubun hız sınırlarını zorladığı, brutal bir Nile eseri olurken, Yezd Desert Ghul Ritual In The Abandoned Towers Of Silence, tamamen Ambient/Folk etkileri taşıyan, Sanders’in solo albümlerindeki gibi bağlama çaldığı etkileyici bir enstrumental geçiş parçası rolü üstleniyor. Albümün son üç şarkısı Kem Khefa Kheshef, The Eye Of Ra ve Iskander D’hul Karnon ise albümün kapanışına doğru metronomu daha da hızlandırıyor ve bir saatlik albümün sonunu amansız, acımasız ve oldukça sert bir şekilde noktalıyorlar.

N

ile’den boş çıkmıyor. Her albümüyle beklentileri karşılayan ve albümlerini dinleyen ço-

ğunlukta “Yardırmışlar abi!” hissiyatı yaratan grup, son albümüyle bu senenin en iyi Death Metal albümlerinden birisini bizlere bağışladı. Albümün birçok yerde aldığı notlar gayet iyi gözüküyor. Özellikle Kafir!, 4th Arra Of Dagon ve Those Whom The Gods Detest şarkılarının parladığı albüm, prodüksiyon açısından da en iyi Nile eseri olmuş. Ithyphallic’deki o bulanık prodüksiyonun yerine herşeyin net ve temiz duyulduğu, şarkılara hakkını verecek netlikte bir prodüksiyon, grubun temiz performansı, nakış gibi işlenmiş bateriler ve oldukça iyi gitar sololarıyla da birleşince kulaklara bayram ettirecek bir Death Metal ziyafeti ortaya çıkmış. Nile sevenler zaten albüme mutlaka bakacaklardır, ama Death Metal ve ya Extreme Metal sevipte bu grubu ıskalayanlar varsa, zaman kaybetmeden bu albüm ile Nile’i tanıyabilirler. Grup yoluna hiç durmadan devam ediyor. Umarım bu albüm turnesinde artık ülkemize de uğrarlar...


EMRE DEDEKARGINOĞLU

K

endisini iyice çalışmaya, üretmeye ve yaratmaya kaptırmış bir adam, Steven Wilson. Geçen sene sonunda solo albümü Insurgentes’i çıkartan Wilson, bu sene de No-Man ile yeni işler yayınladı, diğer yandan Orphaned Land ve Anathema albümleri için prodüktörlük koltuğunda zaman geçirdi (geçirmeye de devam ediyor) ve şubattan beri de asıl grubu Porcupine Tree’nin yeni albümü üzerinde çalıştı. Artık bunca uğraş arasında nasıl zaman yarattı da albümü tamamladı, bilemiyoruz ama yeni Porcupine Tree albümü The Incident geçtiğimiz aylarda piyasaya sürüldü. Bizde bir ay rötarlı olarak albüme değineceğiz.

90ların başında tamamen mizahi bir şekilde The Porcupine Tree olarak başlayan Steven Wilson, projesini tek kişilik bir uğraş olarak devam ettirdiği ve Psychedelic/Progressive/Space Rock arasında gidip geldiği dönemlerin sonucu olarak çıkarttığı On The Sunday Of Life, Up The Downstair ve grup bazında kaydedilen The Sky Moves Sideways albümleriyle adını yer altı piyasada yeterince duyurmuştu. Aslında NWOBHM hayranı olan Wilson, zamanla ilgisini yetmişli yıllar


müzisyenlerine kaydırmış ve o uçsuz bucaksız dünyadan aldıklarını müziğine yerleştirmişti. Özellikle Pink Floyd’un müziğini ve etkileşimlerini müziğinin ana direği olarak kullanan Wilson’un, Porcupine Tree’yi tek kişilik projeden bir gruba döndürmesi tam anlamıyla ’96 tarihi Signify albümüyle oldu. Signify ile birlikte grubun Psychedelic Rock’tan Progressive Rock’a yakınlaşan yapısı, takip eden Stupid Dream ve Lightbulb Sun albümleriyle Brit-Pop’tan Alternative Rock’a kadar farklı tarzları da kapsamaya başladı. Ardından Extreme Metal’e ilgi duymaya başlayan ve Opeth’in beyini Mikael Akerfeldt ile tanışan Wilson, müziğine metal müzikten etkileşimler ekledi. Grubun bu ilerleme çerçevesinde çıkarttığı In Absentia, oldukça büyük bir başarı getirerek grubun daha büyük üne kavuşmasını sağladı. Deadwing ve son olarak 2007’de çıkan Fear Of A Blank Planet, grubun artık günümüz Progressive Rock sahnesinin en önemli ve büyük isimlerinden biri haline gelmesini garanti altına almıştı. Steven Wilson’un sürekli değişen müzik zevklerinin de bir nevi yansıması olan Porcupine Tree, albümden albüme Wilson’un farklı yönlerini bizlere göstermeye devam etti. Ki adamın


No-Man, Blackfield, Bass Communion, Incredible Expanding Mindfuck gibi ayrı projelerinde PopRock’tan deneysel müziğe kadar farklı tarzlarda işler yapması da müzik anlayışının ne kadar geniş olduğuna kanıttı. Kendisinin Krautrock ve elektronik müziğe de ilgi duyduğu ve Nine Inch Nails’ın beyni Trent Reznor’u takdir ettiğini de ayrıca belirtmek gerek...

H

er yeni Porcupine Tree albümü, farklı bir yöne gittiğinden, grubun bir önceki albümüne bakarak ne yapacağı pek kestirilemiyor. Fear Of A Blank Planet, grubun müziğine Progressive Metal’e

yaklaşan derecede açılımlar getirdiği, daha direkt ve kolay anlaşılan bir albümdü ve genel olarakta iyi eleştiriler görmüştü. The Incident ise, yapı olarak FOABP’in tam zıttı neredeyse... Grubun müziğindeki o sert yaklaşımı unutun, The Incident’ta bir-iki şarkı dışında pek yok. On dört parçaya bölünmüş tek bir şarkıdan oluşan konsept bir albüm ile karşı karşıyayız. Konsept açısından, birgün trafiğin çok sıkışık olduğu bir durumda bir kazayı gören ve oradaki “POLICE-INCIDENT” yazılı banttan esinlenen Wilson’un açıklamaları, “’Incident’ (kaza), içinde yer alan insanlar için oldukça yıkıcı ve travmatik anlamlara sahip bağımsız bir


kelime... Sonrasında benim arabama girmiş, benim yanımda oturan ve kazada ölen birisinin ruhunu hissettim. Bu tarz sismikolayların taşıdığı o soğuk ifade ilgimi çekti ve medya ve haberlerde yer alan diğer “kaza”ları toplamaya başladım. Birkaç genç kızın Texas’taki dini bir topluluktan kurtulması hakkında, komşularını katleden bir aile, balık avlayan bazı insanlar tarafından nehir üstünde bulunan bir ceset ve daha fazlası... Her şarkı birinci şahıs göz önüne alınarak yazıldı ve şarkılar bağımsız medya aktarımlarını insanileştirmeye çalışıyorlar.” şeklinde... Karmaşık bir konsepte dayanan albümün müzikal yapısı da doğal olarak

karmaşıklaşıyor ki The Incident, kesinlikle kolay bir albüm değil... Zaman isteyen, defalarca dinleme sonunda anlaşılan ve ilk dinlemede aklınızda neredeyse hiçbir şey bırakmayan bir albüm... İlk dinlememi hatırlıyorum, aklımda kalan melodi sıfırdı, hiçbir şey anlamamıştım ve “Bu adamlar ne yapmış?” moduna girmiştim. Devamında gelen dinlemeler ile albüm yavaşça kendisini göstermeye başladı. Genel bir özet yapmak gerekirse, albüm karmaşık yapısının yanında Porcupine Tree’nin çeşitli dönemlerinden de izler taşıyor. Grubun daha sert müzik icra ettiği son albümlere oranla daha deneysel bir yapı izlenmiş. Albümün tek bir



parçadan on dörde bölünmüş olması ve aradaki geçişlerin net bağlantılarla birbirine birleştirilmiş olmaması nedeniyle dinleyiciyi zorluyor. Albümün genel atmosferi ise oldukça karanlık ve karamsar, zaten adında “kaza” gibi olumsuz bir kelimeyi taşıyan albümün pozitif bir tat vermesi doğal olarak beklenemez.

G

rubun metal etkileşimleri, Opeth’in Blackwater Park albümünü andıran riffler taşıyan The Blind House, Tool’a selam gönderen Octane Twisted ve oldukça aksak ritmler içeren (Meshuggah?) Circle Of Manias şarkılarında öne çıkıyor. The Incident, Nine Inch Nails-vari elektronik sesler ile başladıktan sonra daha sert gitar riflerine ev sahipliği yapıyor. Drawing The Line ise güçlü nakaratı ve karanlık klavyeleriyle dikkat çekiyor. The Yellow Windows Of The Evening Train, Richard Barbieri’nin Sigur Ros tadında Ambient ses denemeleriyle grubun Post-Rock’a uzattığı bir el gibi görülebilir. Grubun In Absentia/Lightbulb Sun dönemi akustik gitar kullanımı geçiş şarkılarında özellikle göze çarpıyor.

T

ime Flies ise, albümdeki en uzun şarkı olarak, solosu ve yoğun Pink Floyd dokusu –ki bazı yerlerde Dogs tadı alabiliyorsunuz- ile albümü taşıyan şarkı oluyor. I Drive The Hearse ise, Time Flies’tan sonra en çok öne çıkan, yoğun ve duygusal bir şarkı ve kapanışı hakkıyla yapıyor.

A

yrıca, ikinci CD’den de bahsetmek gerek, konsepte bağlı olmayan ve daha bağımsız şarkılar ikinci CD’de yer alıyor. Bonnie The Cat aralarındaki en sert şarkı, diğer üç şarkı Flicker, Black Dahlia ve Remember Me Lover nispeten daha ağır ve atmosferik şarkılar... Flicker ve Remember Me Lover’a özellikle dikkat diyorum.

P

orcupine Tree, gerçekten zor bir albüm yapmış. Fear Of A Blank Planet, Deadwing ve In Absentia çarpıcılığı yok, sade ve minimalist, aynı zamanda fazlaca zaman isteyen değişik bir albüm The Incident... Grup bu albüm ile kendi hayran kitlesini de keskin şekilde bölebilir. Asla kötü bir albüm yok karşımızda ama zor ve ilginç yanlar taşıyor. Steven Wilson bir kez daha bizleri şaşırttı. Bizlerde verdiği bu bulmacayı çözmeye uğraşmaya devam ediyoruz.


MELİS SARILAR


İnsanoğlu doğar, acı çeker ve ölür. Kimilerinin başına gelmedik kalmaz. Yakınları ölür, savaşır, iflas eder, ağır hastalıklara kapılır. Yine de bu tür insanların yaşama çabası vardır. Bir türlü bezmezler hayattan... Herşeye rağmen gülebilmek buna denir. Sanırım böylece olgunlaşır ve bambaşka bir hale bürünürler. Ruh odalarında çeşitli maskeleri vardır. Toplum hangisini isterse onu takarlar. Hayata tutunurlar yani bir uçtan... Bazılarınınsa imitasyon acıları vardır. Buna “rahat batması” denir. Her halükarda üzülecek birşeyleri vardır, hayat çok acı vericidir onlar için. Bu düşünce sadece organları birbirine denk insanlara aittir. En çok da onlar maskelerden sözederler. “Her gün bir maske takıyorum ama içten içe çığlıklar atan benim” tarzı ayağa düşmüş, kolpadan söylemlerle dikkat çekmeye çalışırlar. Onların ruh odaları bomboştur. gereği bile yoktur aslında dolu olmasının. Çünkü, onlar saçmalıklarla yeterince doludur zaten. Yeni boyanmış ama içi ağır kokulu çöp dolu olan bir çöp kutularından farksızlardır. Kısaca insanoğlu dediğin maskeli ve maskesizler olarak ikiye ayrılır. Maskelilerin ardına sığınıp hayata tutunabileceği, topluluk içine karışabileceği maskeleri vardır. Maskesizlerse onların maskelerinin imitasyonunu yaptırırlar ama bir türlü oturamaz yüzlerine. Ama onlar denemeye devam ederler.


Şimdi size bir “maskeli” den sözedeceğim. Popüler kültürümüzün içinde ama aklı bir karış yukarıda: David Bowie AİLE BOYU DELİLİK Düzenli bir aile yaşamı olmayan çocuğun ileride büyük sorunları olur. Bu herkesin bildiği birşeydir. Eğer bir çocuğun ailesi yoksa ya da hepsi ruh hastasıysa o çocuğun normal olmasını bekleyemeyiz. Fakat Bowie neredeyse tümü delilerden oluşan bir aileye rağmen “neredeyse normal” bir birey olarak ayakta kalabilmeyi becerebilmiştir . Deliliğin kökleri Bowie’nin büyükannesi Margaret’da başlar. Margaret Birinci Dünya Savaşı’nda yeralmış kocası James Edward Burns ve beş çocuğuyla mazbut bir hayat sürmekteyken, birden kendini kitaplara verir. Artık ne evden çıkıyor ne de ailesinin diğer üyeleriyle ilgileniyordur. Yaptığı bütün iş eve kapanıp kitap okumaktır. Karısından hayır bulamayan James ise kendini alkole verir. Ev, içindeki beş çocuğu tümüyle sorunlu bir hayata yazırlayan bir temel olmuştur. Nitekim Burns ailesinin çocuklarının üçü raporlu biri raporsuz olmak üzere dördü çeşitli akıl hastalıklarıyla uğraşmıştır. Bu “ev değil tımarhane”den ilk kaçan kişi raporsuz ruh hastası Margaret Mary Burns nam-ı diğer Peggy olmuştur. Bir süre faşist gruplarla takılır. O sırada bir barmenden hamile kalır. Barmen Peggy’ye evlenme vaatlernde bulunmasına rağmen Peggy’ yi ve karnındaki minik Terry’yi bırakıp çeker gider. Terry, gelecekte bir ruh hastası ve küçük kardeşinin bir numaralı kahramanı ola-

caktır. Bu oalydan altı yıl sonra Peggy birinden evlilik dışı bir çocuk daha dünyaya getirir. bu talihsiz çocuğun adı Myra’dır. Myra’ya bakamayacağı için bir ailenin yanına verir. Peggy bu zamanlarda bir yandan da şizofreniyle savaşmaktadır. Histerik halleriyle etrafındakilere illallah dedirten bu kadın bir süre sonra John isimli biriyle tanışır. John babasının parasını yiyen, gezici tiyatro grubuyla dolaşan serseri bir tiptir. Nereye elini atsa orayı batırır. Bu durumdan oldukça rahatsız karısı tarafından da terkedilmek üzeredir. Bu olaylar içinde nevrotik Peggy bile onun hayatına bir ışık gibi doğmuştur. Karısıyla ayrılınca Peggy ile evlenir. Bu arıza çiftin 8 ocak 1947 yılında bir oğulları olur. İsmini David Robert koyarlar. “Daha önce yaşamış gibi bilge gözlere sahip olan” bu çocuk David Bowie’den başkası değildir. David, aile ilgisinden bol bol nasibini alarak büyümüştür. Fakat kardeşi Terry adeta üvey evlat muamelesi görmüş, hor görülmüş sonra da aksi biri olup çıkıvermiştir. Ailede tek sevdiği kişi küçük kardeşi David’dir. David de Terry ile zaman geçirmekten büyük keyif almaktadır. Onların bu eğlenceli zamanları Terry’nin askeri okul için evden ayrılması ile son bulmuştur. Çünkü Terry okuldan “eve” döndüğünde annesi tarafından kovulmuş ve teyzesinin yanında kalmaya başlamıştır. David ve Terry bu duruma rağmen sıksık görüşürler. David’i müzik ve beat kuşağıyla tanıştıran isimdir aynı zamanda Terry. Ruh hastalığının aile içinde gerek kalıtsal olmasından, gerekse yaşadığı zorluklardan olsa gerek Terry de bir süre sonra akıl bağlarını dünyadan koparır. Kendini kitap-


lara verip evden dışarı çıkmaz bir süre sonra da bir trenin altına altına atlayarak intihar eder. Bu olay David’i çok etkiler. Bowie de bir süre sonra kardeşi ve diğer akrabaları gibi kendini kitaplarla eve kapatır. Böceklerle kendine ayrı bir dünya yaratması bu süreç içinde okuduğu Kafka’nın ünlü eseri “Dönüşüm” den sonra olacaktır. David tıpkı diğer maskeliler gibi kendini dertlerinden soyutlamış ve kendine yeni bir gezegen yaratmıştır. Şimdi maskelerini deneme zamanıdır. MASKELER ZIGGY STARDUST “ziggy played guitar jamming good with weird and gilly and the spiders from mars he played it left hand but made it too far became the special man then we were ziggy’s band” Ziggy gitarı sol elle çalan bir androiddi. Marstan gelen örümcekleriyle beraber bir grup kurdu ve ortalığı yıktı geçirdi. Ziggy cüzzamlı bir mesihti. Egosuyla sevişirdi. Sonunda aklını kaçırdı ama hayranları onu yalnız bırakmadı. Çünkü Ziggy’nin şarkılarının titreşimleri onları kendinden geçirirdi, taparlardı ona. Ve bu güzel hayranlar Tanrılarının canını aldılar. Ziggy öldü.

ALADDIN SANE “ a lad insane” “Motor sensational, paris or maybe hell - (Im waiting) Clutches of sad remains Waits for aladdin sane - you’ll make it” İsminden de anlaşılacağı gibi Terry’ ye ithaf bir karakterdir kendisi. Ziggy’nin bir gelişmişidir, onun Amerika’ya gidişidir. THIN WHITE DUKE “The return of the thin white duke Throwing darts in lovers eyes Here are we, one magical moment, such is the stuff From where dreams are woven Bending sound, dredging the ocean, lost in my circle Here am i, flashing no colour Tall in this room overlooking the ocean” Uykusuzluk ve kokainin yüzünden beti benzi atmış şık bir karakterdir kendisi. Duke, grotesk ve “romantik” olarak nitelendirebilir fakat duyguları olmayan buz gibi bir kişiliktir. Ne yapacağı kestirilmez. Kendisine faşist ve ırkçı diyenler olmuştur ama bu görüşün doğruluğu hala muallaktadır. Bowie’nin okültizme saplantısından doğmuştur. Kısaca Duke muğlak bir adamdır. kafasının içinde ne döndüğünü bilemeyiz.


EMRE DEDEKARGINOĞLU

İ

çinde bulundurduğu elemanların Fates Warning, Symphony X, Prymary, Agent Steel, Pantera, Balance Of Power gibi gruplarda çalışmış olması nedeniyle “supergrup” olarak adlandırılan Redemption, Amerika’dan çıkan yeni bir Progressive Metal grubu... Gitarist Nick van Dyk’in liderliğinde kariyerine 2003 senesinde kendi adlarını taşıyan debut albüm ile başlayan grup, asıl çıkışını Fates Warning’in pek sevdiğimiz vokalisti Ray Alder’ın katılmasından sonra yayınlanan The Fullness Of Time ile yaptı. Oldukça güçlü bir albüm olan The Fullness Of Time, 2005 senesinin en iyi Progressive Metal albümleri arasında kendine önemli yerler buldu. Bu albüm sayesinde önemli bir Progressive Metal/Rock firması olan Inside Out ile anlaşan grup, ardından 2007’de senesinde The Origins Of Ruin’i yayınladı ve önceki albümünün verdiği ivmeyi bozmadan devam ettirdi. Progressive Metal sınırları içerisinde, fazla deneyselliğe girmeden, Dream Theater, Fates Warning ve Symphony X gibi tü-

rün öncü gruplarının etkileşimlerini, Metallica ve Iron Maiden gibi önemli isimlerden aldıklarıyla ve yer yer Power Metal ve Thrash Metal riffleriyle buluşturarak, melodik, teknik ve kompleks şarkı yapılarına yediren grubun müziği, geleneksel Progressive Metal seven dinleyicileri için tatmin ediciydi.

T

he Origins Of Ruin sonrası bu senenin başında ilk canlı konser DVDlerini Frozen in the Moment: Live in Atlanta adıyla yayınlayan grup, geçtiğimiz ay yeni albümünü yayınladı. Albüm hakkında grup cephesinden gelen açıklama, “Müzikal olarak, temel Redemption formülünü büyütmeye ve geliştirmeye devam ettik. Güçlü melodiler ve duygusal yaklaşımlarla birleştirilmiş sertliğin sınırlarını zorlamayı sürdürdük ve düşünüyorum ki şarkıların bütünü oldukça güçlü, gerektiği yerlerde içine teknikalite katılmış, suratınızda patlayacak derecede sert Prog-Metal eserlerinden daha sakin ve özenli dakikalara kadar çeşitli...” şeklindeydi.


A

lbüm öncesi de ayrı bir ek bilgi olarak, grup cephesinden kötü bir haber de gelmişti. Grubun beyni Nick van Dyk’e, geçtiğimiz sene sonunda talihsiz kemik iliği kanseri türü tanısı konulmuş ve van Dyk bu konuyla ilgili uzun bir açıklama da bulunmuştu. Hastalığını “genellikle düzelmediği kabul edilen ve %34 oranında 5 yıllık yaşama zamanı bulunduğu söylenen oldukça kötü bir kan kanseri türü” olarak tanımlayan gitarist, bu hastalığı yenmek için elinden geleni yapacağını belirtmişti. Umarız kendisi bu talihsiz hastalığı, kararlığını sürdürerek en kısa zamanda atlatır.

G

rubun yeni albümü Snowfall On Judgment Day’e gelirsek... Grubun da dediği gibi, temel Redemption formüllerine bu albümde de sadık kalınmış. Gruba tam zamanlı üye olarak alınan klavyeci Greg Hosharian’ın da grubun klavye kullanımında bir değişikliğe sebep olmamış. Genel olarak karanlık ve sert bir albüm var karşımızda, ilk şarkı

Peel’in sert Thrash-vari riffleri ve soloları, Alder’ın melodik vokal melodileri, Dream Theater’ı andıran teknik ritm ve melodi değişimleri nasıl bir albümün bizleri beklediği hakkında genel bir özet sunuyor. Walls daha geleneksel yapısı ve katmanlı gitarları ile dikkat çekerken, Leviathen Rising, Thrash Metal etkileşimli sert rifflerin yer yer öne çıkan klavye melodileri ile tezatlık oluşturduğu bir parça oluyor. Karamsar piyano dokunuşları ile başlayan Black And White World, karanlık ve hüzünlü gitar melodileriyle orta tempoda ilerliyor. Unformed, hafif oryantal tınılı bas yürüyüşünün üzerine kurulu gitarlarıyla başta Tool hissiyatı yaratıyor, ardından klasik Redemption formülleri işlemeye başlıyor, melodik vokal nakaratı, klavye destekli sesler ve katmanlı gitar melodileri ile şarkı destekleniyor.

K

eep Breathing’de önceki şarkı gibi karanlık bas yürüşü üstüne akustik sesler ile başlıyor, ardından Alder’ın sakin vokalleri takip ediyor. Şarkıda


tekrar sert ve hızlı melodiler öne çıkıyor. Another Day Dies’te 18 sene sonra tekrar bir Ray Alder ve James LaBrie düeti bizleri karşılıyor. (Daha önce ’91 tarihli Fates Warning albümü Parallels’te yer alan Life In Still Water’in nakaratında düet yapmışlardı.) Şarkı sert yapısı kadar vokalleri öne çıkartan bir yönde ilerliyor, ortalara doğru son dönem Dream Theater sertçalarlarını andıran teknik partisyonlar devreye giriyor. What Will You Say ise, Fates Warning’in A Pleasant Shade Of Grey dönemini andıran bir ballad, albümün sert atmosferi içerisinde Ray Alder’ın hissiyatlı vokalleri ile bir nevi nefes almanızı sağlıyor. Fistful Of Sand’de albümdeki sert ve hızlı parçalardan birisi olurken, kapanış şarkısı on bir dakikalık epik Love Kills Us All / Life In One Day, Dream Theater’ın Hollow Years’ını andıran, pozitif bir atmosfere sahip son kısmıyla özellikle dikkat çekiyor.


G

enel olarak bakarsak, karanlık, sert ve Redemption’a özgü o atmosfer ve melankoliyi içinde taşıyan, grubun diskografisinin devamını sağlayabilecek güçte bir albüm olmuş Snowfall On Judgment Day... Prodüksiyon açısından grubun dört albümü içerisinde en iyisi olduğunu da belirtmekte fayda var, önceki albümlerinde yer yer yapay tonlar yer alıyordu ve yeni albüm ile her enstrumanın net olarak kulaklara ulaştığı temiz bir prodüksiyona geçmeleri olumlu bir puan kazandırıyor. Grubun en güçlü albümünün hala The Fullness Of Time olduğunu düşünsem de bu albümün de bulunduğumuz sene içerisinde çıkan Progressive Metal albümleri içerisinde dinlenmeyi hakeden bir eser olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Dream Theater ve Fates Warning seven Progressive Metal dinleyicileri albüme göz atabilirler zira Fates Warning’in yokluğunda Ray Alder vokalini duyabilecekleri tek albüm de Snowfall On Judgment Day...



Yazı ve Fotoğraflar

PINAR TUNCER

Unirock extreme, bu yaz ilki gerçekleşen ve bir bakıma Unirock fest.e “doyamadık!” diyen müzikseverlerin tek günlük extreme festivali oldu. Sevilen grupların birkaç hafta öncesinden açıklanmasıyla birlikte festival hakkındaki düşünceleri yorumları ve beklentileri de duymaya başladık... Festivale günler kala, belki de en büyük katılımcı kitlesinin sebebi olan Kalmah, gitarist-vokalisti Pekka Kokko’nun parmağını çim biçme makinesiyle yaralaması sebebiyle Istanbul Unirock Festivalindeki ve Finlandiya’daki bir konserlerini iptal etmek durumunda kaldılar. Ne yazık ki en iyi imkanlarla sunulmaya çalışılan organizasyonun ilk talihsizliği bu oldu ve birçok Kalmah fanı festivale katılımı iptal etti. Her ne kadar Kalmah’ı izleyemeyecek olsak da, güzel bir festival günü ve izlenmeye değer gruplar vardı önümüzde. Ve 3 ekim günü... Taksim’den Maçka Küçükçiftlik parkına doğru yürürken, sahnede yerini almış olan Biocrime sololarını duymaya başlamıştık bile. Kulağımıza gelen gitar sololarıyla birlikte hem hava şartları bakımından hem de bu yaz festivale, müziğe ve konsere doyamadık diyenler açısından güzel bir günün başlangıcıydı.


Biocrime’ın hemen ardından sahne alan Ankara’lı death metal grubu Carnophage, vokalistleri Oral Akyol askerde olduğundan ötürü, sahnede Decaying Purity vokalisti Serkan Niron ile yerlerini aldılar. Yerli gruplarla kendimize geldiğimiz dakikalarda yavaş yavaş yağmaya başlayan yağmur, elbette kimsenin keyfini bozmaya yeterli olmuyordu. Artık Graveworm için son saydığımız dakikalarda Moribund Oblivion sahnedeki yerini almıştı. Eski parçalarına da ağırlık veren grup “machine brain” ve “Kayboldum”u çalarken Graveworm ekibi de son hazırlıkları için backstage de görünmeye başlamıştı. ...ve saat 19:00 civarı. Bizler elimizde fotoğraf makinesi, sahne önünde yerimizi almıştık bile. Duyulan ilk tınılar “I the machine “ e ait... Graveworm’un çok fazla parçasını seviyor olmama rağmen sanırım giriş için daha iyi bir parça düşünülemezdi.


Fakat grubun sahne performansı ve teknik yönden durumları hakkında genel bir yorum yapacak olursak çok iyi bir izlenim bıraktıklarını söyleyemeyeceğim. Sound tam olarak oturtulamadığı için gitarları hiç duyamadık diyebilirim. Bateri ve klavye eşliğinde güzel melodiler geldi kulağımıza fakat gitar soloları ne yazık ki çoğu parçada neredeyse hiç duyulamadı. Graveworm sahne üzerinde biraz ses sorunu yaşadı diyebiliriz. Ama grubun performansına diyecek yoktu. ...Saatler 21’e yaklaşırken, sahne önü en büyük kalabalığına kavuşmuştu. Legion Of The Damned dinleyicisi! “Sons of the Jackal” ile güzel bi giriş yapan grup, Malevolent Rapture-2006, Sons of the Jackal-2007 ve Cult of the Dead-2008 albümlerinden ağırlıkta olmak üzere en sevilen parçaları çaldılar. Sahne performanslarına da diyecek yoktu. Gravewormdaki ses sorunlarını Legion’da fazla hissetmedik ama “keşke biraz daha yüksek olsaydı gitar” dediğimiz yerler de oldu. Tabi mekanın şehir içinde bulunmasından kaynaklanan ses sınırlaması da buna bir etken olabilirdi. Kısacası ufak aksaklıklara rağmen, gün boyu katılımcıların en büyük coşkusu Legion Of The Damned ile taşındı festival alanına.Yorgunluk, beklenen en büyük grubun sahneden inmesiyle hissedilmeye başlandı..



Festival programı açıklandığı andan itibaren tepkiyi en çok çeken durumlardan birisi de Pentagram’ın kapanışta çıkacak olmasıydı. Yerli bir grubun festival kapsamında en son grup olarak sahne alması pek de alışık olmadığımız bir durumdu. Buna tepkisi olan izleyicilerin bir kısmı festival alanından Legion Of The Damned’ı izleyip ayrılırken, Pentagram saatler 23’e yaklaşırken sahnede yerini aldı. Yorulmuş olmamıza rağmen güzel bir Pentagram performansı daha izledik ve 3 Ekim’i kısaca göz önüne alacak ve Kalmah’ın bize son dakikada yaşattığı hayalkırıklığını da saymayacak olursak, Unirock Extreme; bize güzel bir yaz kapanış festivali yaşattı. 2010’da mekanımız aynı mı olur yoksa farklı bir mekanda mı buluşuruz elbette bilemiyoruz henüz ama 2010 Unirock Fest. umarız beklenmedik aksaklıklar yaşamadan, yine sevilen gruplarla yaza giriş yapar.



Festival Öncesi ÇAĞLAR NEÇELİK

Her sene yurtdışında festival izleme geleneğini bu sene de devam ettirme düşüncesindeydim. Graspop’a daha önceden iki kere gitmiştim ve bu sene yine güçlü bir line up kurmuşlardı. Hellfest aklımı karıştırıyordu ve farklı bir iş görüşmesi için Festival headlinerlarından Manowar’ın beyni Joey DeMaio’nun daveti kararsızlığıma son verdi. Hellfest’e gidiyordum. Hemen akreditasyonumu ayarlattım ve gidiş biletimi aldım ( Dönüş için ucuz bilet bulamadığımdan giderken dönüş biletim yoktu ) Festival arkadaşım kendine bilet almak için kasan Amir’di. Ona da akredit ayarladıktan sonra herşey tamamdı. Festivalden bir gün önce 18 Haziran’da Paris uçağına bindim. Üç küsür saat süren sorunsuz bir yolculuktan sonra uçak alana indi. Pasaport, bagaj işlemlerinden sonra Opera bölgesine gitmek için otobüse bindim. Tam iş çıkışına denk geldiği için fena trafiğe yakaladım. Istanbul’un trafiğine alışık olan ben bi an önce otele gitmek ve oradan Amir ve arkadaşına katılmak için sabırsızlanıyordum. Karışık ama düzenli metro ile kalacağım otelı geçte olsa buldum. Otelde bizim tayfayla buluşup eşyalarımı bıraktım. Paris gece hayatının merkezi Mulin Rouge çevresine metro’yla gittik. Bi bara girip bi iki bira içtikten sonra ertesi gün erken kalkacağımız için otelin yolunu tuttuk. Üç saat sonra uyanıp tren garına geçtik. Nantes trenine binip 2 saatlik yolculuk sonrasi Nantes a geldik. Hızlı tren olduğu için onca yolu 2 saatte gelmek gerçekten güzeldi. Nantes’da banliyö treni ile aktarma yapıp oradan da minibüsle festival alanına geçtik.


1. Gün

Girişte basın çadırından bilekliklerimizi aldık ve çadırımızı kurmak için kamp alanına geçtik. Yurtdışında festival alanları içeri yiyecek içecek ve alkol sokulabilen yerler. Katılımcılar burada gündüz yemek yiyor, alkol alıyor, demleniyor. Çadırları kurduktan sonra festival alanına büyük bir kitleyle beraber hareket ettik. 18 00 e kadar ilgimi çeken hiçbir grup olmadığı için festival alanını VIP/Press area’yı keşfe çıktım. Wacken formatında yanyana iki ana sahne ve alanın kenarlarında iki tane ana sahneden daha ufak sahne mevcuttu. Mekan ortalama 15 20 bin kişiyi rahatlıkla alabilecek kapasitedeydi. Toprak çimen karışımı alanda özellikle pogo olduğunda yoğun bir toz bulutu kalkıyor ve buda nefes almayı oldukça zor hale getiriyordu. Alanın yanında özel imalat demirden dekorlar ( Bilenler bilir Mad Max ve Waterworld konseptine benzer bir atmosfer ) vardı. Gece ateşler yakılıyor ve bu atmosfer inanılmaz bir hal alıyordu. VIP alanı ise Giger’ın maketlerinin etrafa saçıldığı ve kocaman bi bahcesi olan bi yerdi. Metal marketi de gezip ucuz cd leri de topladım ilk günden. Voivoid merak ettiğim bi isimdi. Jason Newsted’de sahne alacak dedikodusu yüzünden sahnenin yanında saf tuttum ama elemanlar sahneye çıkınca hayal kırıklığı yaşadım. Jason yoktu J üç dört şarkı sonrası sıkıldım ve Samael’in çaldığı çadıra uzadım. Seyirci gruba güzel tepki verdi ve Samael’de bunun karşılığını verdı. Saat 7 de Papa Roach vardı ve ilk albümleri yüzünden bu gruba hala ilgi duyuyordum. Last Resort ve Broken Home gibi hitlerde ortalığın tozunu attı-

lar. Benim için festivalin gerçek başlangıcı W.A.S.P. ın sahne almasıydı. Ana sahnede 50 dakika boyunca Chainsaw Charlie, The İdol, I wanna be somebody, Wild Child, Animal gibi bombalar patladıkça seyirci ve ben orgazm pozisyonundaydım. Kilo da alsa, yüzü de pörsüse o Blackie babaydı ve anonsları hareketleri ile gerçek bir rockstarı oynuyordu sahnede. Türkiye konserinden daha aktif daha bir coşkuluydu grup. WASP sonrası diğer ana sahnede DOWN vardı ve Metallica konserinde tanışma fırsatım olan bu efsane karakterleri gerçek anlamda ilk kez izlemek istiyordum ( Metallica konserinde koşturmacadan sahnede sadece bi şarkı izleyebilmiştim) Pek şarkılarını bilmesemde Phil Anselmo gercekten yaşayan en önemli frontmanlarden hala. Seyirciyi inanılmaz gazlıyor ve anonsları güçlü. Down gerçekten sıkı bi performans sergiledi ve çaldıkları sürece özellikle southern stoner seven kitleyi mest etti. DOWN sonrası diger ana sahnede Anthrax vardı. Yanyana sahneler ve ardı ardına bombardıman gibi dev grupları izlemek insanı evet şapşal edebiliyor. Anthrax hiç izlemediğim ve yıllardır en çok izlemek istediğim bi kaç gruptan biriydi ve ben sosyete metal formatını bırakıp en önlere Scott Ian ın tarafına hücum ettim. Konser Indians ile başladı. Çok fena mosh, pogo ve crowd surf aksiyonu da beraberinde geldi. Hala ilk günlerindeki gibi dinamik ve sahnede basmadık yer bırakmıyorlardı. Scott kendine has stilde zıplıyor ve Charlie davula ilk günlerdeki gibi abanıyordu. Yeni ve genç vokal Dan Nelson bence grubun hakkını veriyor. ( Bu yazıyı yazdığım sırada gruptan potalandığını öğrendim.


) Sahnesi de, dinamizmi de, sesi de gruba oturmuş. Got the time, Antisocial, I am the law gibi hitleri sıraladılar. Ben nihayet ‘the big four’ u tamamlamış olarak tekrar yan sahneye doğru yol aldım. Black Sabbath, pardon Heaven and Hell co headliner olarak sahne alacaktı. Sahne mistik ve karanlık atmosferde dekore edilmişti. E5150 ile sahne aldılar. Dio 67 yaşında olmasına rağmen detone olmayan ve sürekli sahnede koşan bir adam. Tabi Iommi, Gezeer ve uzay üssü formatında bi davul kitiyle Vinnie’ nin de hakkını vermek lazım. Tek başına Tony Iommi bile metalin yaratıcısı olarak saygıyı hak eden biri. Grup Mob Rules, Children of The Sea, I , Bible Black, Time Machine, Die Young ve Heaven and Hell gibi şarkıları çaldı. Heaven and hell şarkısında seyircinın katılımı ve ses, ışık gösterisi görmeye değerdi. Bu kadroyla grubu ikinci izleyişim ve kesinlikle 2007 Graspop’ta gündüz çaldıkları için bu tarz bi show yapamamışlardı. Black Sabbath’ı hem Ozzy’li, hemde Dio’lu kadro ile izlediğim için ken-

dimi şanslı hissediyorum itiraf etmeliyim. ( 75 dakika çaldıkları için Neon Knights resmen güme gitti.) Heaven and Hell bile tek başına gecenin zirvesi olabilecekken sırada Mötley Crue vardı. Bir saat süren arada sahneye perde çekildi ve arkada hummalı bir çalışma başladı. Bir saatin sonunda Los Angeles azizleri sahnedeydi ve herkes çılgınca önlere baskı yapıyordu. Kickstart My Heart ile konser başladı. Vince Neil’i zayıflamış gördüm. Sesi hala eskisi gibi ve Mick Mars’ta sağlığına kavuşmuş görünüyordu. Wild Side, Shout at The Devil, Saints of LA, S.O.S., Girls girls girls, Dr. Feelgood gibi hitleri çaldılar. Bi ara Tomy Lee sahneden aşağı inip seyirciyle kaynaştı. Ama grubun asıl karizma adamı bence Niki Sixx. Sonuç olarak Motley Crue’da izlemiş olduk. Saat 2.30 olmuştu ve ayaklarımı hissetmiyordum. Çadıra dönüp dinlenmek için kamp alanına yöneldim. Fakat okyanusa yakın bi yerde olduğu için heryeri sis bastığından o çadırı bulmak tam bir saatimi aldı. Ve uyku saati.



2. Gün

Çadırda uyumak zorunda kalanlar bilir gece serin, sabah güneşle beraber cehennem gibi sıcak olur. Bu yüzden saat 9 gibi çadırdan fırladım ‘yandım anam’ diyerek. Ayılma ve kahvaltı faslı sonrası VIP alanına dinlenmeye gittim. Saat 12 ye kadar takılıp Amir’ın tavsiyesiyle Grand Magus izlemeye gittik. Gerçekten iyi bir doom grubu ve sonuna kadar izletti kendisini. Sonrasında bi kaç şarkı Polonya devi Vader izledim. Bana hitap eden bi müzik türü olmadığı için çok zevk aldığımı söyleyemem. Ama saygım sonsuz. Sonrası Devildriver sahne aldı ve Amerikan Metal core’un öncü grubu festivalin tozunu attı resmen. Heaven Shall Burn de izlenmeye değer bi isimdi ama bu türle pek haşır neşir olmadığım için bi kaç şarkı izleyip dolanmayı, bira içmeyi ve insanları gözlemlemeyi tercih ettim. Zaten bu tür çok sahneli mega line up li festivallerde sevdiğin gruplari bile konsantre olmuş halde izleyemiyorsun. Bi yerden sonra müzik, sıcak ve grupların çokluğu insanı sersemletiyor. Cradle of Filth Black Metal ile pek işim olmasa da izlemek istediğim gruptu ve gündüz sıcakta çaldıkları için o efsane showlarını sergileyemediler. Herzamanki gibi vokalist Dani Filth karizmatik bi frontman. Hakkını vermek lazım. Saat 7 de Soulfly sahne aldı. Max Cavalera hangi tür metal dinleniyorsa dinlensin mutlaka görülmesi gereken bir lider. Grup sahne aldığında muhteşem bir crowd surfing hareketi başladı. Bu arada sözünü etmem gerek ki güvenlik oldukça yumuşak ve yardımseverdi. Hatta bir eleman botun üzerinde surfing yapacak kadar eğlenceli bir ortam-

dı. Fakat aynı zamanda duman kaldıracak kadar sert bir pogo da vardı. Blood – fire – war – hate ile başlayan konser, Prophecy, Mars, Back to the primitive gibi Soulfly hitleri yanı sıra Refuse resist, Troops of Doom, Roots gibi şarkılarla sürdü gitti ve vakit darlığından tadı damakta bırakarak bitti. Fransız Gojira’ya biraz baktım. Ama ben Misfits ve Machine Head’i bekliyordum. Misfits ve Enslaved çakıştığı için yarı yarıya izlemeyi planlıyordum ama Misfits beni kilitledi. Hele sonlara doğru Last Caress, Attitude, Die die my darling şarkılarını original grubundan dinlemek gerçekten özeldi. ( Her ne kadar Danzig olmasa da ) Misfits sonrası ana sahnede Machine Head başladı. Benim için çok önemli olan Burn My Eyes albümünün yaratıcıları sahnedeydi. Rob Flynn’ı nihayet izlemek önemliydi. Imperium, Old,None but my own gibi şarkılar ortalığı yararken ( ki moshpit inanılmazdı) konser zirve anında yani Davidian’la bitti. Benim içinde gecenin zirvesi buydu. Bittikten sonra yan sahnede Killing Joke vardı ve bir döneme damga vuran bu grubun sahnesini izlemek belkide bir kez yakalanacak bir fırsattı. Çok fazla şarkısını bilmesem de Jaz Coleman’ın vokalı ve showugörülmeye değerdi. Sacred Reich uzun yıllar sonra reunion yapmıştı. Görmek gerek diyerek çaldıkları RockHard tent’e geçtım. Bi süre takıldıktan sonra Gecenin finalını yapmak adına ana sahneye geçtim. Marilyn Manson Sahnedeydi.. Bi kaç şarkı önlerde izledim. Oldukça kalabalık bir kitle vardı sahne çevresinde. Showu kesinlikle görmeye değer olsa da bi yerden sonra yorgunluk ve üşüme baskın çıktı ve çadırın yolunu tuttum.


3. Gün

Yine sabah 9 da ayaklandım. Amir ve arkadaşı Gökhan’la beraber kahvaltı moduna girdik. Bugün festival harici Manowar’la özel iş münasebetim olacaktı ve bu önemli bir toplantıydı. Volbeat’e kadar da ilgimi çeken grup yoktu. Volbeat’i ikinci kez izleyecektim. Ilk izlediğimde pek grupla ilgili fikrim yoktu. (Graspop 2007) Şarkılarını da bimiyordum. Fakat artık işin rengi değişmişti. Bu grup her sene biraz daha büyüyor. Daha büyük festivallerde ana sahnelerde çalıyor. Bunda kaliteli albümlerin yanı sıra iyi bir performans grubu olmaları da muhakkak büyük etken. Guitar gansters and Cadillac Blood, Sad Man’s Tongue gibi şarkılarla kitleyi rahatlıkla avucuna aldı Michael Paulsen. Marry Ann’s Place şarkısını çalmamaları benim için hayal kırıklığıydı. Holy Hell Manowar eski davulcusu Ryhno’ nun grubu. Manowar’ın torpiliyle sahne alan beni pek çekmeyen bayan vokalı olan amerikalı bi grup. Sonrasında sahne alan Dragonforce ise virtüoz müzisyenlerden kurulu ve müziği sürekli solo atmak yada gitarda slip çekmek, sahnede de atlayıp zıplamak olarak gören eğlenceli olmaya çalışıp aynı ritimlerle sıkıcılıktan öteye gidemeyen bi grup (Power metal 90larda güzeldi).

Pain Of Salvation defalarca izlediğim için fazla bakmadım. Saat beş civarı Manowar tur menajeri ile buluştum ve bana grubun all access kartını verdı. Bu artık festival alanında her noktaya erişimin anahtariydi. Kendisiyle grubun alana gelecegi saat olan 11 de backstage önünde buluşmak üzere sözleştik. Ben hemen kulis tarafına geçtim. Kafamda Geoff Tate ve Europe ile tanışmak vardı. Backstage alanı Headliner için ayrı diğer gruplar için ayrı dizayn edilmiş. Şöyle ki tüm diğer gruplar aslında spor salonu olan bir binanın içinin oda oda ayrılması ile oluşturulmuş. Ortada catering için masalar var. Tabi Europe – Dream Theater gibi grupların alanı ile diğer ufak sahnelerde çalan grupların arasında ana bir paravan vardı. Europe benim çocukluğumun grubuydu ve yıllardır onları canlı izlemek için yanıp tutuşuyordum. Joey Tempest yanında bi kaç gazeteci karşıda duruyordu. Yanında da John Norum vardı. Gittim ve işleri bittiğinde fazla kasmadan tanıştım ve fotograf çektirdim. Oldukça sempatik ve sıcaktı. Yan odada Geoff Tate ses egzersizi yapıyordu sesi rahatlıkla duyuluyordu. Bi taraftan da Mike Portnoy elinde yiyecek dolu tabakla Dream Theater odasına yöneliyordu. Anlayacağınız tam rock n roll all star bi


aradaydı. Biraz oyalandıktan sonra atıştırmalık bişeyler aldım cateringden ve tekrar sahne yanından konser alanına çıktım. Epica sahne almıştı. Bi iki şarkı izledikten sonra diğer sahneye yöneldim. Epica’da son yıllarda büyüyen bi isim. Bu arada backstage de turlarken Pestilence ve Destruction kaçtı ama onları daha önce de izlemiştim. Stratovarius sahnedeydi ve yeni kadrosuyla ilk kez izliyordum. Kulis arkasında Kotipeldo’yu görmüştüm. Sahneleri fena değildi ama Timo Tolki’siz bence Stratovarius’un bi anlamı yok. Grubun son yılları zaten kepazelik ayarında olaylarla dolu olduğu için bence çoktan dağılmalıydılar. Yine de Black Diamond’da çok eğlendiğimi söylemeden edemiyeceğim.Queensryche benim için önemli bi gruptur ve tekrar izleyeceğim için çok mutluydum. Grubun çıkmasına yakın backstage alanına gittim ve sahne almak için bekleyen Geoff Tatle ile tokalaştım. Gayet sıcaktı. Grup sahneye çıkarken bende seyirci arasına geçtim. The whisper, Best I can, The thin line,Empire gibi hitlerin yanında son albümlerİ American Soldier’dan The Killer, Man Down, A dead Man’s words gibi yenileri de çaldılar. I don’t Believe in Love gibi marş olmuş bi şarkı-

nın olmaması handikaptı. Grup sahnede sönük ve bu işten artık sıkılmış gibiydi. Geoff Tate muhteşem bi vokal ama bazi şarkılarda sesi eski gücünden bıraz uzak. Ne olursa olsun onlar benim için çok önemli üç albümün sahipleri ve ben ölene kadar onları dinlemeye devam edeceğim.( Operation Mindcrime – Empire – Promised land ) Mastadon’u iki üç şarkı izleyip tekrar kulisin yolunu tuttum. Europe hazırlanıyordu ve ben diğer elemanlarla ufaktan muhabbet kurdum. Tekrar çıkıp biraz Cathedral ki en önemli doom gruplarından biridir. Fazla beklemeden Europe için ana sahneye yöneldim. Yılların devi Superstitius, Start from the Dark, Cherokee gibi hitleri sıraladı. Sahnede malesef 50 dakika kalacaklardı ve bu bi çok eski hitin makaslandığı anlamına geliyordu. Son iki şarkıda ise ortalık yıkıldı. Rock the night ve The final Countdown’da tüm seyirciler hep beraber zıplıyordu. Joey Tempest gerçek bir rockstar ve seyirciyi avucuna aldı. John Norum ise bir gitar virtüozü. Umarım ileride tekrar izlerim diye düşünürken grup sahneden indi. Saat 10 da Suicidal Tendencies ve Moonspell aynı anda sahne alacaktı. Önce suicidal tarafına yöneldim. Grup sahnede muhteşemdi.



Diğer tarafa bakarken kaçırdığım anlardan biri ise ana sahneyi seyirciye açıp o şekilde takılmaları oldu. Moonspell ise bildiğiniz gibi. Opium, Vampiria, Alma Mater üçlüsüne denk geldim. Sonrasında Sahne almak üzere olan Dream Theater için ana sahneye çıktım kenarda beklemeye başladım. Petrucci – Portnoy ve diğerleri geldi. İn The presence of enemies ile konser başladı. Herşey bildiğiniz gibi. 10 dakika kadar izledikten sonra saatin 11 olduğunu fark ettim ve Manowar’ın kulisine yöneldim. Boynumdaki pass kart sayesinde kapıdaki azman guardı geçtim ve içeri girdim. O sırada Meets n Greets için içerde 10 kişi vardı. Grup üyeleri ile konuşuyolardı. Joey’in yanına gidip kendimi tanıttım ve selamlaştık. Grubun fanlarla yakın ilişkisi ve tektek ilgilenmesi takdirimi kazandı. Joey beni sonra Erik Adams ve Karl Logan’la tanıştırdı. Meets n greets sonrası grup hazırlanmak için odalarına çekildi. Bende çıkıp bi kaç şarkı Amon Amarth izlemek için üçüncü sahneye yöneldim. Amon Amarth son dönemde zirve yapan gruplardan ve Johan ve viking tayfası muhtemelen son bi yılda iki kere geldiği için o bildiğiniz showu yaptı. Manowar’ın çıkmasına 20 dakika kala tekrar kulislerine gittim. Grup o bildik sahne kıyafetlerı ile showa hazırdı. Joey yanına çağırdı ve yarınki aksam yemeğinde uzun uzun konuşacağımızı, bugun için konserden keyif almamı söyledi. Zaman geldi ve grup önde ben ve tur menajeri arkada sahneye yöneldik. Intro başladı ve grup herzamanki gibi Manowar şarkısı ile sahne aldı. Sahne üzerinden seyirciyi izlemek ayrı bi keyif. Her taraf seyircinin salladığı bayraklarla doluydu. Blood of my enemies, Brothers of metal, Heart of steel, kings of metal gibi klasikler sonrası Joey DeMaio elinde mikrofon sahnede seyirciyi gaza getirmek için o klasik anonslarını yaptı. Bu Manowar showunun bi parçası, Sonra bass soloya girdi. Bittiğinde festivali organize eden iki adamı sahneye çağırıp plaket falan verdi. Gods made heavy metal, fast taker, hail and kill gibi hitler sonrası grup bi seyirciyi sahneye çıkardı ve beraber bir şarkı çaldılar ve gitar hediye ettiler. Sanırım o Manowar fanı için hayatının en güzel gecesiydi. Grup 50’lerinde

( Karl Logan hariç ) ve hala formunun zirvesinde. Bu orjinal davulcu (Grubun ilk albümünde çalmıştır) Donnie Hamzik’in grupla ikinci konseri ki Scott Columbus ailevi sorunlar nedeniyle gruptan ayrılmıştı. Konser The crown and the ring ve havai fişek gösterisi ile son buldu. Grupla kulise döndüm ve Tur Menajeri ile yarın aksam 7 de Nantes da otelde buluşmak üzere sözlesip kulisten ayrıldım. VIP alanında after party modunda inslar takılıyordu ve ben yorgunluktan sadece çadıra yöneldim. Ertesi sabah Amir çadırı topladı ve uçağı erken saatte olduğu için erkenden alandan ayrıldı. Ben biraz daha dinlenip Nantes’a yöneldim. Nantes/Paris Şehri gezecek vaktim vardı ve şatosunu, çevresindeki kafelerin barların yanyana dizildiği ufak sokakları gezdim. Ufak ama gerçekten sıcak bi şehir. Fransa’da ingilizce bilmek sorunları çözmüyor. Fransızlar ingilizce fakiri. Ama tarzanca, beden dili falan anlaşmak mümkün. Saat 7’de Manowar’ın kaldığı otele gittim ve Joey DeMaio ve asistanı ile buluştum. Beni bir Fransız restoranına götürdüler. Joey tam bir iş adamı. Magic Circle Music firması ki bu firma Merch dağıtımı, Grup menajerliği, Festival Organizasyonları, Albüm dağıtımı gibi işlerle uğraşıyor. Benimle görüşmesindeki neden benim Türkiye’de iş yaptığım firmanın beraber iş yapma teklifiydi. ( Ki kendisi 29 haziran’da bir günlüğüne bu işi tekrar görüşmek için Türkiye’ye geldi ) Bundan sonrası iş görüşmesi şeklinde gecen yemek sonrası vedalaştık ve ben gece Paris trenine binerek Nantes’dan ayrıldım. Tam bir rüya kenti olan Paris‘te gezmedik yer bırakmadım.Buraya kadar gelip Eyfel, Louvre, Champs-Élysées gibi yerleri görmeden gitmek olmazdı. Fakat kalacak yer ayarlamadığım için havaalanına döndüm ve bi şekilde bi kaç saat uyudum gece. Sabah kalktığımda halsizdim ve ateşim vardı. Bi an önce uygun fiyata Istanbul’a uçak ayarladım ve memlekete döndüm. Bu yolculuk başlangıcındakı halsizlik sonrası Istanbul’da 4 gün evden dışarı çıkacak halim yoktu. Ama değdi mi? Kesinlikle!


H

erkese selamlar sevgiler; nasılsınız bakalım? Yaz aylarının sona ermesi ile neşeli hardcore/Bay Area Thrash’inden kasvetli sonbahar havaları ile melankolik hiper depresif doom black ortamlarına koştuğumuz şu günlerde ben de değişken ruh halimi oldukça tatmin eden bazı çalışmalar yaptım. İlki, uzun süredir her elemanı ayrı ayrı İzmir-İstanbul-Ankara’da yaşayan, yaş ortalaması 33 olan safkan Death Metal grubu olan Hecatomb ile sevgili kardeşim Erkan Tatoğlu’nun stüdyosu Midas’ın Kulaklığı’nda kayda girdik. Davul kaydı Erkan’dan aldığım moral destek ile kısa zamanda bitti ve gitar/bas/vokal kayıtlarına başlandı. Artık bizim ruhumuzdan mıdır yoksa Midas’ın Kulaklığı Stüdyolarına has bir olay mıdır bilinmez böylesine old school bir hava bugüne dek hiçbir kayıtta yakalayamamıştık. Ölesiye 90’lar Florida’sı. Bizim için çok çok önemli bir kayıttı bu, iyi olmalıydı ve bunun için de sadece en iyi stüdyo değil en iyi insanla çalışmak ihtiyacı içindeydik. Çünkü 2006 senesinden beri 1-2 ayda bir, çoğunlukla Ankara’da olmak üzere buluştuk. Gitarist Rıfat kardeşim gece üşenmeden otobüse biniyor sabah uykulu gözlerle kendisini alıyor doğru stüdyoya gidiyor, elinde 10-15 rifle geliyor beraberce eleme/düzenleme yapıyor, ben de kendimden 5-10 rif koyuyor beraberce parça düzenliyorduk. Bu koşturmaca zaman zaman sekteye uğradı, araya askerlikler girdi vs vs ama 8 tane ultra old school death metal parçasından oluşan ve savaş konseptiyle iç içe bir albüm için parçaları bitirdik. Bunca emek sadece ama sadece kendimiz içindi. Bu zor koşullar altında ortaya çıkan eser hayatımızın ileriki dönemlerinde gurur duyacağımız bir şey olacak bundan eminiz. Yakında www.myspace.com/ hecatombtr adresinden yayınlanacak promo parçayı da sizlerle paylaşacağız. Diğer önemli gelişme ise eski köklü hardcore alternatif gruplarımızdan Flatground’un vokalisti sevgili kardeşim Yıldıray Çınar ile msn sohbetimiz esnasında yeşeren bir fikirle ortaya çıkan “Horrorbitch”. her şey çok çok ani gelişti, Erkan Tatoğlu ile de konuşuldu ve ok alındı yine Midas’ın Kulaklığı’nda buluşuldu. Bir tek Pazar günü ve bir de sanıyorum Cuma akşamıydı 2 saat civarında yazılan ve canlı olarak kaydedilen 2 parça ile hayata geçti Horrorbitch. www. myspace.com/horrorbitch adresinden yayınlanan 2 şarkıdan da görüleceği üzere leş death crust grind core öğeli rahatsız bir şeyler ortaya koyduk. Beklenti yine kendimize dair, mutlu olduk mu? Olduk. Gerisi boş. Ama tüm bunları neden anlattım derseniz şu zorluklara

ve bu yaştaki adamların yaptıklarını göstermek istedim. Çünkü şunun onda birini göremediğim genç arkadaşları üzüntüyle izliyorum.

A

rkadaşlar, süreç Türkiye’de şöyle işler: Lise 1-2 gitar/davulla tanışılır. Bu dönemde sokaklarda davul çalınıyorsa elde bagetle (Tek bir sefer bile yapmışlığım yoktur benim :) ) gitar çalınıyorsa klasik bile olur ama elde gitarla gezilir. Ortada grup yokken bestelenmiş tek bir şarkı yokken grubun bir logosu vardır. Sonraki aşamada gruplar ikiye ayrılır; cover çalanlar ve kendi parçalarını yapanlar. Sürecin bu kısmında rastladığım bazı arkadaşların 17-18 yıl öncesinde de karşılaştıklarım gibi Metallica Seek and Destroy/Sanitarium/Enter Sandman çaldıklarını ıslak gözlerle izliyorum. Olmaz olamaz diyorum ama kulaklarımla 2009 senesinde hala aynı notaları, aynı sözleri duyuyorum… İnanılması zor. Bu arkadaşların bazıları bir süre sonra kendi parçalarını yapmaya başlasa da çoğu sıkılıp üniversite sınavına çalışırken bırakıyorlar bu işi. Diğer kesim millet ne kadar dalga geçerse geçsin ilk şarkılardaki tecrübesizliği azimle aşan arkadaşlardır. Bu arkadaşlar iyi kötü konserlere çıkmaya başlarlar ama bizim meşhur seyircimiz grubun en etkileyici şarkılarındansa yine Metallica cover’ı çalınca coşar. Grup sahneden iner cover yapmayan ama aslında çok daha iyi performans sergileyen bir başka grupla kıyaslandığında cover yapan grubumuza methiyeler düzülür. Sadece kendi parçalarını çalan grubumuz da mecburen sonraki konserde çalmak için cover parça aramaya koyulur. Yanlış anlaşılmasın, yıllardır çok köklü gruplarda çaldım çalmaktayım, bizler de cover çalıyoruz, eğlenmek için, sevdiğimiz için.


Ama köklü grup olmanın getirdiği üzere en az cover çalınan parça kadar kendi parçalarında da seyirciyi eğlendirebiliyorsak bunun bir anlamı vardır. Her neyse, sonra sıra gelir demoya, kafada plan demoyla ortamda infial yaratmaktır. Büyük patlama yapacaktır demo ve albüm teklifi gelecektir. Konserlere çağırılacaktır. Hiçbiri olmaz, 2. demoya girilir çalış ve beste kalitesi çok ilerlemiştir, çıkılan konserlerle biraz daha tecrübe kazanılır ve her konser daha iyi performans gösterilir. Sonra sıra gelir albüme. Paralar biriktirilir, anneden babadan para alınır, borç alınır vs vs vs kayda girilir. İyi kötü bir kayıt yapılır ve firma aranır basması için. Çoğunlukla bulunamaz ve ya Myspace’ten ya da grubun web sitesinden bedava dağıtılır. Hayaller suya düşmüştür. Eh ama burası Türkiye’dir. Gerçi bakmayın dünyada da durum çok farklı değildir, indiragandi metoduyla indirilen mp3’ler 3 kere dinlenilir kolayca tüketilir. Az önce yazıyı hazırlarken MSN’den eskiden de yazdığım Zor dergisinden sevgili kardeşim Okan’la laflıyorduk; Slayer’ın son albüm olmamış be abi dedim. Acaba 15 yıl önce aynı albüme aynı şeyi der miydik diye düşündüm sonra; çünkü orijinal albümü almak için sabır gösteremeyip geçici de olsa mp3’ünü indirip, şarkıları winamp’ta ilk 20 saniyelerini dinleye dinleye geçmiş son şarkıya gelmeden off demiş sıkılmıştım bile… Oysa Reign in Blood çıktığı zamanlar elime geçtiğinde günde 20 kere dinlemezsem vicdan azabı çekerdim. Sorun Slayer’da mı bende mi bilinmez ama bende ve toplumda bu kolay elde edilen bir şeyin çabuk tüketilmesi ve kıymetinin bilinmemesi gibi bir rahatsızlığın var olduğu tartışılmaz. Ha Lombardo baba’ya yakışmayan düzlükte çalış, Hanneman ve King’e yakışmayan tonlarda gitarlar ve Araya’ya yakışmayan punk vokaller de “Season in the abyss” sonrası hiçbir zaman eski tadı alamadığım Slayer’ın hatası…

H

er zamanki hastalığım gereği konudan konuya atladım ama yine gelmek istediğim nokta bu işin giderek egotik mastürbasyon halini aldığıdır. Kişisel tatmin ülkemiz düşünüldüğünde daha da öte bir amaçtır çünkü bu ülkede metal müzisyeni sadece ama sadece üniversite sona kadar hadi o da olmadı askere gidene dek üstlenecektir müzisyenlik görevini. Ardından iş güç sıkılma evlilik derken haydi eyvallah. Yukarıda yarım kaldığı üzere grup artık 50 kişiye çalınca şükreder olup konserlerden de sıkılmaya başlamıştır. Albümlerini ise eş dost kuzen almakta, aslında en çok destek vermesi gerekenler onlar olduğu halde konserlerine girmek için beleş bilet kuyruğuna giren arkadaşları “oğlum bir hediye etmedin imzalı albümünü” demektedir etraflarında. Tam bir kullanılmışlık hissi yani… O zaman işte ya bu işleri bırakıp gitme zamanıdır ya da tükürürüm böyle işin içine diyerek kendin, sadece kendin için bu müziği yapmak zamanıdır. Çok şükür ki ben o eski zamanlardaki konserlere yetiştim.

O herkesin çılgınca gözlerinin içinin coşku dolu olduğu, grup çalarken en az 200 kişinin headbang yaptığı konserleri kastediyorum. Ankara’da 2 tane stüdyonun olduğu, hatta bu stüdyolarda bazen twin pedalı bırakın bozuk olduğundan kros pedalsız davullarda çaldığımı hatırlıyorum. İşte buralardan geçip gelmek artık o zevkleri tadıp “yenileri olmasa da olur, ben yaşadım yaşayacağımı” diyerek tüm olumsuzları sallamamak da mümkün oluyor. Ama yeni başlayan arkadaşları bu sürecin gidişatı yüzünden uyarmak isterim. Bir kere mutlaka ama mutlaka kendileri için okullarını bitirip iş güç sahibi olmalılar. Hep diyorum para kazan ki istediğin müziği yapacak kadar paran olsun, para kazanmak zorunda olup istemediğin müziği yapmak zorunda kalma… Son dönemlerde yerli grubun demosunu albümünü satın almayıp indirmek gibi hareketler içine girildi. Eskiden utanılırdı ama şimdi alenen yapılıyor. Varsın yapılsın, varsın Youtube’da izlediği grup gibi çalamadı diye dalga geçsin yerli gruplarla. Unutulmasın ki yerli gruplar amatör ama dışarıda bu işi yapan gruplar profesyonel. Hayır bunu çalış ve beste kalitesi anlamında değil amatör ve profesyonelin sözlük manalarını kastetmek için diyorum. Profesyonel, yani bu işin uzmanı ve daha da ötesi bu işle ilgilenen para kazanan kişidir. Bu adam sabah akşam gitar/davul çalarken biz burada işimizle/okulumuzla uğraşıyoruz. O tek turnede bizim 10 yıllık grubumuzun çaldığı toplam konser sayısının 2 katı kadar sahneye çıkıyor. Olacak elbette farklar. Ama son dönemde cidden güzel haberler geliyor. Öyle güzel işler çıkartıyoruz ki, metal müzikte 3. dünya ülkesi olmaktan sıyrılmamıza yardımcı olacak grupların sayısı giderek artıyor, ne mutlu. Ama bu arkadaşlar da bu işten para kazanılamayacağını anladıklarında ve belki de hayatın zorlukları yavaş yavaş karşılarına çıktığında motivasyonlarını kaybedip bırakırlarsa… Evet, olacak olan da bu… Sepultura ülkemize pek çok yönden inanılmaz benzeyen bir ülke olan Brezilya’da devlet sanatçısı ünvanını alacak boyutta, hatta yanlış bilmiyorsam Brezilya Kültür Bakanlığı nezdinde büyük değer ve destek görmüştü. Bu o döneme has bir şeydi ve şu an öyle bir şeyin olması ne Brezilya’da, ne de burada mümkün gözükmemekte. Günümüz dünyası kötümser olmak istemesem de her geçen gün beni üzecek gelişmelere gebe. Gidişat ne olacak bilmiyorum ama umuyorum ki içimizdeki heyecan geçip gitmesin, her türlü zorluğa karşın bir şeyler yapan ve ilk aşamada kendisinden çok başkalarının ne düşündüğünü önemseyen, yani sizlere ve fikirlerinize çok değer veren grupların konserlerine giderek destek olun. Bu sayıyı havaların getirdiği buhranın da etkisiyle biraz melankolik modda yazdım. Daha bir folklorik yazma zamanı da gelecek elbet. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere. Dursun Çiftkrosoğlu www.myspace.com/goremaster


ZELİHA KARAKOCA

F tto Fo o: H Hü üsa sam Ç Ça aka kalo alo oğ ğllu


Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz?

Y

aşamla ölümün bağlandığı noktada anlaşılır hep gerçek sanılanla gerçeğin çelişmesi. Tüm karanlıklar, bunalımın eşiğindeki depresif çağ çocukları gibi kapattığınız için mi perdeleri, alkışlar hayatın gerçeği ölüm için yağdırılırken… Oysa bir çağın siyahı, yaşadığını ölürken fark eden insanlara inat, yaşadığını bilen, yaşamayı seven ve bir o kadar da asil değil miydi ki..?

S

oğuk, soluk ve yalnız bir yolculuğa uğurlanırken beyazlarla sarmalanmaz mıyız?!? Ve biz giderken geride kalanlar siyahtır. Simsiyah… Zıtlıktan doğan uyumla büyülenir ruhlar.. Çelişkilerden çıkan kaoslarla beslenir ölümlü bedenler.. Görmemekte direttiğiniz her şey bakış açılarınızda gizlidir. Fakat farkındalıktan noksansınızdır.

K

ırmızının içinde tüm cevaplanmamışlıklar…Sizde bir yerde.. Kaybolmuşluklarınızın kenar mahallelerinde.. Sokak aralarındaki kan kırmızı yitirilmişliklerde… Baktığınızda nötr her şey.. Hayatın monotonluğuna inat bir isyan çıkarmak gelir yüreklerinizden bazen. Köşelere kaçış başlar, ilerleyebilmenin korkusundan belki de… Enerjiniz, sinerjiniz, tüm benliğiniz kaçışlardadır. Çünkü alışmak istersiniz durağanlığa. Çünkü aykırıdır kırmızının içinde aranan cevaplar. At gözlüklerini o kadar benimsemişsinizdir ki, onla yaşamanın tüm ağırlığına rağmen, hep kalsın istersiniz, görmenin acıttığı yanılgısıyla…

Z

amanı gelmedi mi değişimin? Hep sarıp sarıp baştan izlediğiniz filmin içine farklı kesitler eklemenin? Klasikleşmiş ruhlarınızı, biraz uçlara taşımanın!? Benimsediğiniz filmin ömrü iki saat, ya sizin ömrünüz? Yok yok siz yine de son kullanma tarihi geçmiş bir film olarak yaşayınız!


ŞARKI İNCELEMESİ 2 Artist: Amon Tobin Şarkı: Grief Albüm: The Mixes Not: İncelemeyi okumadan önce Grief’in hem Ryuichi Sakamoto versiyonunu hem de Amon Tobin versiyonunu edinmenizi tavsiye ederim. Geçen ay hatırlayacağınız üzere Ryuichi Sakamoto’nun Grief’ini incelemiştik ve bu ay içinde Amon Tobin remixinin inceleneceğini önceden duyurmuştuk. Bu ay sözümüzü tutup elimizden geldiğince Amon Tobin’in Grief’ini inceleyeceğiz. Geçen ay ki gibi bestecinin hayatına ilişkin detayları vermeyi gerekli görmüyorum; tahminim kendisi hakkında az çok bir şey bildiğiniz ve hiç değilse en azından, fark etmeksizin de olsa, bir yerlerde dinlemiş olduğunuz. Bu yüzden doğrudan konuya gireceğim. Bu yazı bağlamında, Amon Tobin’in şarkıyı nasıl ele aldığı, neleri öne çıkardığı, niçin öne çıkardığı, şarkının kendi içindeki durumu ve ortaya çıkan eserin Ryuichi Sakamoto’nun ki ile karşılaştırılması incelenecektir. Öyle ise başlayalım. Öncelikle şarkıyı dinledikten sonra anlayacağınız üzere Amon Tobin çok yaratıcı (bu ön ad onu tasvir etmek için yetersiz kalır) bir elektronik müzik sanatçısıdır. Bu yüzden aslen çağdaş ve etnik unsurların birleştiği klasik bir parça olarak yorumlanabilecek bir parça onun elinde karanlık ve elektronik bir esere dönüşmüştür. Peki bir şarkının elektronik olması tam olarak ne demektir, yani elektronik olmak akustik olmamakla mı tanımlanmalıdır, ya da daha basit bir deyişle eserin sahibi parçasını çalgılara çaldırmıyorsa o parça elektronik midir? Elbette hayır. Elektronik müzikte sunuş biçimi devreye girer, yani arkada giden şey tencere tava bile olabilir, ancak onları sunuş biçiminiz parçanın türünü belirleyecektir. Elektronik müziğin en önemli yönlerinden biri atmosferi yaratma konusundaki başarısıdır, klasik müzik bir atmosferi yaratmak istediği atmosfere uygun melodilerle sağlarken, elektronik müzikte böyle bir zorunluluk yoktur. Eğer mutlu bir atmosfer yaratmak istiyorsanız, şarkının başına bir bebeğin gülme seslerini koyup, daha başından şarkının atmosferini belirleyebilirsiniz. Konuya dönecek olursak, Amon Tobin Grief’i tam bir elektronik müzik yapan sanatçı kafasıyla ele almıştır; bunu şarkının başında derinden gelen seslerle kurduğu karanlık

DOĞU KAAN ERASLAN 20.10.09, Ataşehir atmosferden ve sonrasında artık kendi imzası sayılabilecek karmaşık ritmlerin girişinden anlayabiliriz. Kısaca Amon Tobin şarkıyı nasıl ele aldı? Amon Tobin şarkıyı elektronik müzik yapan sanatçı gözünden ele aldı. Peki Amon Tobin, parça da neleri öne çıkardı. Eğer kişileştirme yapmak bu açıklama için yerinde bir tercih olacaksa, Amon Tobin bu parçada özellikle kemanların yalnızlığını ve çoğu zaman yaptığı gibi ritmlerini öne çıkarmıştır. Aynı zamanda orijinal parçanın son “kalın çorap” bölümüne vurgu yapmıştır. Şarkının genelinde “kalın çorap” bölümünün atmosferi sezilmektedir zaten; zira ilerde biraz daha açıklayacağımız üzere Amon Tobin’in hüzün kavramıyla, Ryuichi’nin ki bir değildir. Şimdi ise neden kemanların yalnızlığını ve ritmleri öne çıkardığını belirtelim. Hüzün, tahmin edebileceğiniz üzere insan hayatındaki en bireysel duygulardan biridir, ve yine anlaşılır bir biçimde insan hüzünlüyken yalnızdır, yani çevresindeki insan sayısı fazla önemli değildir, hüzünlü adam, o an için yalnızlık durumunu yaşadığını hisseden adamdır. Durum bu olunca Ryuichi’de ipeksi hüznün omurgası olarak değerlendirdiğimiz eserin girişindeki kemanlar, Amon Tobin’in remixinde, sadece girişteki kemanlar için konuşmak gerekirse, birebir bireyin hüzün karşısındaki yalnızlığını temsil ederler. Ritmlerin durumu ise biraz daha farklıdır. Ritmler Amon Tobin’dir. Bu bir makale yazıp altına imzanızı koymaya benzer, Amon Tobin girişteki kemanlara, başlangıçta derinden gelen seslerle kemanın sesini soyutlamak bir anlamda yabancılaştırmak suretiyle atfettiği yalnızlık, Amon Tobin’in hüzün üzerine bir “makale”sidir, ve hemen ardından giren ritmler de bu makalenin imzasıdır. Bu arada belirtmeden geçmemiz gereken bir yer daha var o da Amon Tobin’in eserin orjinalindeki bütün öğeleri korumuş olması; örneğin Amon Tobin’in versiyonunda da arka planda sürekli aynı giden bir melodi var; ancak bunun Ryuichi’nin Grief’inde başlarda arka planda bulunan hafif hüzünlü yaylılardan farkı büyük, ya da bir başka örnek, Ryuichi’de eserin atmosferini güçlendirmek ve dinleyiciyi biraz germek için konulmuş çan sesi; Amon Tobin’de kendini piyano olarak gösteriyor, vs. Konuya dönecek olursak Amon Tobin bir anlamda kendi hüzün anlayışını, Ryuichi’nin terminolojisi ile ortaya koymuş ve kendine ait görüşlerin altını çizmiştir. Terminolojisinden kastım Ryuichi’nin şarkısını aracı olarak kullanmıştır, yani bir anlam-


da kendini Ryuichi’nin kelimeleriyle ifade etmiştir, altını çizmekten kastımsa ritmlerdir. Bunun dışında vurgulanması gereken bir başka konuda efektlerdir. Parçada efektler daha çok atmosferi güçlendirmek için kullanılmıştır, Ryuichi’de bunu kendi şarkısı için yapmış olduğundan bu durum Amon Tobin’in genel öğeleri koruma durumuna eklemlenebilir. Şarkıyı kendi içinde ele alıcak olursak, en başta derinden gelen bir ses, ve sesin hemen ardından kemanlar girer, ve ardından bir perküsyon sesi. Bunların hepsi insanı germek için gerekli atmosferi sağlayacak şekilde bir araya getirilmiştir, ve ilk yirmi beş saniye yani ritmler girene kadar da işlerini oldukça iyi yaparlar. İnsan, ilk yirmi beş saniyelik süre zarfında, takip edecek bir şey bulamayıp, da sadece bu seslere konsantre olduğundan atmosfer rahat ve yoğun bir biçimde oluşmaktadır. Ritmler girdikten sonra ikinci dakikaya kadar fazla bir değişiklik olmaz, ikinci dakikalardaki süsleme bir yeniliğin habercisi olarak bize gelir ve arkadan başka yaylılar olaya dahil olur, ikinci dakikanın ortalarında bu yaylılara bir ses daha eklenir, ve üçüncü dakikada insan seslerine yakın seslerin girişine kadar bir değişiklik olmaz, tabi ritmsel süslemeler dışında. İnsanımsı sesler de girdikten sonra üç dakika kırk saniye kadar fazla bir değişiklik olmadan gider, sonrasında ise şarkının orjinalinden tanıdık “kalın çorap” melodisi girer, ve sonra o da susar ve şarkının ritm başladıktan sonra ritmin sustuğu tek yere geliriz. Burası piyano seslerinin kendini iyice belli ettiği yerdir,ve bir atmosfer değişimi yaşanır; sonrasında ritm tekrar başlar ve alışık olduğumuz atmosfere geri döneriz ve şarkı başlangıçtaki derin seslerle biter. Peki bunlar neyi anlatır. İlk kısım yalnızlığın Amon Tobin’ce tasviri dedik, sonrasında olanlarsa orjinal şarkının bir başka seyrinden başka bir şey değildir. Ne yazık ki, Amon Tobin’in kullandığı her şeyi sembolik bir biçimde yorumlayamayacağım; ama bazı temel noktalara bakmakta fayda var, girişteki yaylıları ve ritmi geçiyorum; insan sesine benzer sesleri, grotesk bir bakışla çarpıtılmış ağlama sesleri olarak görüyorum, ritmlerin ilk defa susup orjinal parçadaki “kalın çorap” bölümünün verilmesini ise bir selamlama olarak alıyorum ya da Amon Tobin’in Ryuic-

hi Sakamoto’nun Grief’in de beğendiği ve değiştirmeden koymaya layık gördüğü bölüm olarak yorumluyorum. Bu yerin bağlandığı ritmsiz ve Amon Tobin’e özgü olan yeri ise bir cenaze marşının tasviri olarak alıyorum. Hatta birazcık zorlamayla bu bir savaş portresi olarak bile sunabilir; çünkü o an arkada çalan ritm (şarkının geneline yayılmış karmaşık olmayan ritm) orduyu andıracak kadar sert. Bundan sonra da eserdeki her şey bir arada veriliyor bunu da hüznün yoğunluğuna bağlayabiliriz sanırım. Ryuichi ile Amon Tobin arasındaki en büyük fark, Ryuichi’de hüzün kurtuluşa ulaşmanın ilk aşaması, var olmaktanda, anlaşmazlıktanda kaynaklansa bu hüzün, bir kurtuluşa giden yolun ilk adımıdır; ancak Amon Tobin’de böyle bir durum yoktur. Amon Tobin için hüzün gelip geçici olabilmekle birlikte, herhangi bir üst amaca ya da soyluluğa hizmet etmez, hoş ve içten içe arzulanılacak bir tarafı da yoktur. Bu sebepten mütevellit Ryuichi eserinin başına hoş etnik kemanlar koyabiliyorken, Amon Tobin derinden gelen gerilim sesleri ile başlamıştır ve yine aynı nedenden dolayıdır ki Ryuichi eserini daha sakin bitirebiliyorken yani manevi anlamda insanı daha rahat bırakabiliyorken; Amon Tobin’inkisi sadece bir bitap düşmedir, hüzünden yorulmaktır ve bu yüzden insanı rahatlatan ve kulağa hoş gelen bir biçimde bitmez. Eserin içindeki bölümler tamamen biçimsel olarak bir birini tutuyor olsa da içerik olarak oldukça farklıdırlar. Sonuç olarak denilebilir ki, iki eser aslında aynı şekle sahip olmalarına rağmen çok farklı arka planlarda ve çok farklı renklerde sunulmaktadırlar. Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak. Öncelikle ilk sorumuz Amon Tobin bu şarkıyı nasıl ele aldı? Bir elektronik müzik sanatçısı kafasıyla ele aldı. Neleri ön plana çıkardı? Kemanın yalnızlığını ve ritmi ön plana çıkardı. Niçin onları ön plana çıkardı? Çünkü kendi hüzün görüşünü onlarla destekleyebiliyordu. Eserin kendi içinde seyiri biçimsel olarak Ryuichi ile hemen hemen aynı. Ortaya çıkan iki eser arasındaki temel farksa, iki bestecinin hüzne bakış açılarından kaynaklanan bir farktır.


MÜŞFİK CAN MÜFTÜOĞLU


Edgard Varese

was more than just an inventive musician, he was a visionary. Most of today’s music has been effected and/or inspired from his ideas of electronic music and sound projection. Even in very different genres that in no way related to Varese’s music, it is possible to see the traits of his ideas. His purpose of freeing music from the performers interperation has already came true. The machine that produces music, just the way the composer wants it to be has been in use of musicians for a couple of decades; that is called computer.

His

idea of fourth dimension of music has been in our lives for such a long time that I have found it hard to realise what it was first. It was a very natural thing for me to control the way that sound was being produced from a source, the way that it came to listeners ears. That is to control the sound frequencies, timbres, panning options, giving it effects... etc. Such elements have been manupulated by musicians and audio engineers for a very long time and has actually been related to Varese’s sound projection idea. That has been Varese’s legacy that became a very crucial part of any genres of music today.

For

me one of Varese’s most interesting idea was replacing melodic cou terpoint with more complex sounds, taking the melodic and armonic feeling away from music and giving it a much more different feeling. I understood his vision better when I listened to Poeme Electronique, where he actually tore apart my expectations. When I listen to music, any kind of music, I always look for the melodic and armonic progress, timbre is rather important but what I actualy look for has always been those two elements. In Varese’s Poeme Elecronique I was able to find neither of these elements nor a rhythmical structure. He took melodical, armonical and rhythmical feelings away from music by using complex timbres and noises and forced the listener –at least me- to aproach the music with a different perspective. His vision frees the music in such a degree that neither atonal nor twelve tone is able to. For these reasons most of the people perceived his work not as music but something else. He changed the music in its core so drastically that he had to call himself not a musician but a worker in rhythms and frequencies but he was actually nothing less than a revolutionary musician, who is way ahead of his time and whose compositions are still hard to understand even today.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.