Merhaba, Takvimce yaz mevsiminin eşiğine geldiğimiz halde bir türlü kendine gelemeyen havalarla Mayıs ayını karşılıyoruz. Öte yandan yaz festivalleri hava falan dinlemeden art arda gruplar açıklamaya başladılar. Öncelikle geçtiğimiz yıl bir çok anlamda ciddi bir başarıyla neticelenen UniRock Festival’den söz edelim. Bu sene İstanbul Maçka Küçükçiftlik Park’da gerçekleştirileceği açıklanan festival için şu ana kadar Paradise Lost, Arch Enemy, Amon Amarth, L.A. GUns ve Rotting Christ toplulukları açıklandı. Bunlardan Arch Enemy ülkemizde ilk kez sahne alacak. Duyurulan bir diğer festival de Rock’N Coke. Geçtiğimi yıl yapılmayan festival bu yıl yeni mekanıyla duyuruldu. Daha önce Hezarfen Havaalanı’nda organize edilen festival bu sene İstanbul Park’da gerçekleştiriliyor. Açıklanan gruplar ise son derece dikkat çekici. Linkin Park, Prodigy, Nine Inch Nails, Jane’s Addiction, Kaiser Chiefs ve Juliette Lewis duyurulan topluluklar arasında yer alıyor.
Geçtiğimiz ayın en üzücü haberlerinden biri, ülkemizin en iyi müzik dergilerinden Zor’un yayın hayatına son vermesiydi. Periyodik yayınlanmasa da her sayısıyla ansiklopedik birer başvuru kaynağı ortaya koyan dergi (ki bu iddiada bulunan dergilerin hiç biri yanından bile geçemezken, Zor bir iddiası olmadan başarıyordu) ülkemizde özellikle sert müzik cephesi açısından önemliydi. Merakla beklenen Iron Maiden belgeseli “Flight 666”, 9 Mayıs’ta ülkemizde gösterime girecek. Topluluğun 2008 başlarında çıktığı turnenin ilk ayağındaki çekimlerden hazırlanan belgesel ülkemizde de gösterime girmesi açısından Türk Iron Maiden fanları için özel bir anlam taşıyor. Önümüzdeki ay görüşmek üzere derken dergimiz adına enteresan sürprizlerle karşılaşabileceğinizi de belirtmeden geçmeyim. Selim VARIŞLI
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI selimvarisli@gmail.com :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU :: AYŞE NUR :: BAHA ÖZER :: CAN ÇAKIR DURSUN ÇİFTKROSOĞLU :: EMRE AKPOLAT :: GÜVENÇ ŞAHİN MELİS SARILAR :: TARA ARSEVEN :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
Ne zamandır sağlam bir grup hakkında kalemi (klavyeyi?) elime almadım. Derdimi rahatça anlatabilmek için dergi yayınlayıp sonrasında o dergiye bişeyler yazmaya fırsat bulamamak, enteresan olduğu kadar rahatsız edici de bir durum. Bu sayı açığı kapatıyorum naçizane :) Bir de ufak not düşeyim, yazıda farklı anlamlarda çok fazla “Heaven And Hell” ismi geçecek. Bir grup, albüm ve parça adı olarak Heaven And Hell, yazıda anlam karmaşası yaratabileceğinden her tanımda olabildiğince spesifik olmaya çalışacağım. Favori albümü “Heaven And Hell” olan Black Sabbath fanlarından kalabalık bir ordu oluşturulabileceği bilinmeyen bir şey değil. Black Sabbath’a bence de en çok yakışan vokalist Ronnie James Dio’dur (“Dio vs Ozzy” mevzusuna bilahare değineceğiz). Bu arada benim fa-
SELİM VARIŞLI
vori Sabbath albümüm Heaven And Hell değil, yine Dio’nun vokaliyle ceket iliklettirdiği “Dehumanizer”dır. İşte Dehumanizer albümündeki kadro, şu an Heaven And Hell adıyla müzik camiasını ve arenaları inleten topluluğu oluşturuyor. Albüm olan Heaven And Hell’de davulun başında Bill Ward vardıysa da, grup olan Heaven And Hell’de Vinny Appice sorumlu davullardan. Şu durumda kadrolar tutuyor diye grubun adını Dehumanizer koymayı ben de düşünmezdim. Bu fikir yalnızca ülkemizde mi ortaya çıktı acaba diye de merak etmiyor değilim. Grupların sahne kıyafetlerinden müziklerindeki her notaya kadar ahkam kesmeyi adet belleyen ülkemiz “bir kısım metalci”leri, artık isimlere de el atmış olacaklar ki “neden grubun adı Dehumanizer olmuyor, kadro esasında Dehumanizer kadrosu, Heaven And
Hell albümünün kadrosu değil” geyikleri yükseliyordu geçtiğimiz yıl. Neyse, gelelim ilk Heaven And Hell albümü “The Devil You Know”a. Geçtiğimiz sayıda editör yazısında da belirttiğim üzere benim kişisel beklentim albümün metal adına 2009’un zirve noktasını teşkil edeceği yönündeydi. Zira herşeyden önce vokalde Dio vardı. Yaşına rağmen halen inanılmaz bir vokal performansıyla tozu dumana kattığını 2007 tarihli “Live from Radio City Music Hall” konser DVD’sinde de görmüştük. Bugün 67 yaşında olan Dio, Heaven And Hell’in ilk stüdyo albümü için de beklediğimiz performansı göstermiş. Gayet kişisel bir yorum da eklemek istiyorum bu noktada. Dio bence şu an metal dünyasının en iyi vokalisti. Bu albüm için beklentilerimin ne denli yüksek olduğunu daha iyi anlatamam sanırım.
perdir abi” şeklindeydi. Nitekim albümün ilk parçası ‘Atom & Evil’ tüm ağırlığıyla üstümüze çöktüğünde bu geyiğin o kadar da geyik yanı kalmamıştı. Harika bir albüm açılışı ‘Atom & Evil’. Albüm öncesi single olarak da yayınlanan ‘Bible Black’ zirve yapmış, single için daha iyi bir seçim olamazdı sanırım. “Dio vs Ozzy” geyiklerinin, bu iki zat-ı muhteremin bugünkü durumlarına bakıldığında bile devam ediyor olması zannederim yalnızca ülkemize özgü değil (evet ilginçtir). Kariyerine ve yaşına ve kendisine biçilen “Prince Of Darkness” payesine bakmadan halen “rock dünyasının haşarı çocuğu” formatında ısrar eden Ozzy ile müzisyen kimliğinden asla taviz vermeyen, efendiliğini ve geçmişinin getirdiği sorumluluğu her daim koruyan Dio’yu zaten aynı kefede değerlendirmek bugün için biraz tuhaf durur hale geldi. Gelgelelim, 2000 sonrasında yaptıkları solo albümlerde her ikisi de çok başarılı işler ortaya koydular. Dolayısıyla
Albüm müzikal açıdan Dehumanizer kadar heavy değil, Heaven And Hell kadar da rakın rol değil (o albüme adını adını veren parçayı ayrı tutuyorum, zaten o albümün içinde hep enteresan bi yerde durmuştur o parça, belki de bugün grubun adının Heaven And Hell olması da o parçanın Black Sabbath tarihinin en görkemli dakikaları arasında yer almasındandır). Öte yandan albümde Black Sabbath doom’u, Dio heavy’si, Iommi derinliği gibi bir Sabbath albümünde olması gereken herşey fazlasıyla mevcut. Iommi her Sabbath albümünde yaptığı gibi o albümdeki derdini en iyi anlatan gitar tonunu damarından yakalamış (albüm olan Heaven And Hell’i ayrı tutuyorum). Gelgelelim albüm olan Heaven And Hell’in de yeni albümün sounduyla kaydedildiğini düşündüm bi an, tüylerim ürperdi, inanılmaz olurdu. Albüm öncesi heyecanlı bekleyişte sevgili Doğu Yücel’le yaptığımız bir albüm geyiği “parçanın ismi kötüyse kendisi sü-
bu karşılaştırma, konuya hangi açıdan baktığımızda ilgili. Ben bu kadar ciddi bir kariyere sahip olan müzisyenlerin bu kariyerin getirdiği sorumluluğu kaldırabiliyor olmalarını şahsen beklerim. Ancak Dio’yu benim için Dio yapan tek kriter bu değil. Bir müzisyen olarak yer aldığı topluluklara Dio daha çok yakışır bence. Ki bu daha önemli bir faktör, müzisyeni değerlendirmek açısından. Neyse yazının sonlarına doğru konu dağıldı biraz. Albüme dönerek toparlayalım. İngiliz asaletinin zirvesine İngiliz kendini beğenmişliğinden zerre dem vurmadan şaplağı basmış Heaven And Hell. Black Sabbath’ı dönem olarak yaşamış eski tayfanın bu albümü tüyleri diken diken dinlediğini tahmin ediyorum. Bizim daha yeni jenerasyonda ise elde kitap-defter, kürsüdeki profesörün anlattıklarını pür dikkat dinleyen üniversite öğrencisi formatı yaratabilir. Şahsen ben öyle hissettim albümü dinlerken.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
İngiliz üstatlar birliği Paradise Lost’un bahşettiği, Theatre Of Tragedy’nin ise devamını getirdiği Gothic Metal tarzının artık grup fazlalığı ve kalitesizliği nedeniyle “tıkanmış” yolundan gitmek yerine daha alternatif etkileşimli kollarından beslenerek In A Reverie ve Unleashed Memories gibi iki muhteşem albüme adını yazdırması sebebiyle çok sevmiştik onları... İtalya gibi metal müzik adına güçlü bir yer altı sahnesi olan ama pek fazla ana akıma grup çıkartmayan bir ülkeden gelmişlerdi, sonuçta Akdenizli havalarından daha bir yakın hissettik kendimize... üstüne Cristina Scabbia adında hem sesi hem de kendisi güzel bir vokalleri vardı... Bu sayede gruba direk hayran olmuştuk. Evet, Lacuna Coil’den bahsediyorum. Birçok kişinin Swamped, Falling ve Heaven’s A Lie gibi hitleriyle ve solistleri Cristina’nın güzelliği ile tanıdığı güzide eskinin Gothic Metal, yeninin Alternative Metal grubu... Alternative Metal dedim, çünkü en basit deyişle artık Unleashed Memories’ı yapan Lacuna Coil yok. Grup, altı sene önce Comalies’i çıkardığından beri bir değişim söz konusuydu. Evanescence’nin başarısı nedeniyle bayan vokalli Metal ve Rock gruplarına ilgi artıyordu. Tam da o zamanda gruptaki ilk değişim sinyallerini veren Comalies çıkmıştı. Kendi içinde başarılı bir albümdü. Ama ne olduysa Comalies’ten sonra oldu...
Avrupalı grupların Amerika’ya açılma sevdaları kronik bir hastalıktır. Amerika gibi popüler kuralların çok geçerli olduğu bir ülkede Avrupalı gruplar temellerindeki müzikle tutunamazlar. Bir değişim hatta daha da doğrusu, bir “rafineleşme” gereklidir. Şahsen Avrupalı gruplara Amerika kapılarının açılmasının gruplara pek yaramayacağını düşünenlerdenim. Yakın zamandan gözümüzün önünde bir In Flames örneği var. Tabii bir de Lacuna Coil örneği var. Karmacode üç sene önce çıktığında, gruptan o kendilerine özgü hissiyatlarını işledikleri, dinleyeni çok zorlamayan ama duygu dolu bir albüm bekliyordum. Tabii Cristina’nın Slipknot gitaristi Jim Root ile olan ilişkisini ya da grubun Amerika’yı hedefi olarak gördüğü gibi gerçekleri işin içine katmamıştım. Albüm dinlememle yaşadığım şok, günler geçtikçe hayalkırıklığına dönüşmüştü. Bu bir Lacuna Coil albümünden çok Korn/Slipknot riffleri ile dolu garip bir albümdü. Baslar DD Verni mi desem, yoksa Fieldy mi desem, arada bir tondaydı ve bu “mekanik” ton grubun müziğine gitmiyordu, o eski duygu yoğunluğu pek yoktu, arada yer yer iyi işlenmiş Orta Doğu etkileri vardı ama albüm genel olarak Lacuna Coil’den beklediğim tarzda değildi. Hala Karmacode hakkında düşüncelerim karışıktır, albümdeki bazı şarkıları sevmesem de
bazılarına karşı daha sıcağım. Ama sonuç itibariyle ortada bir durum vardı, grup tarzını biraz daha popüler bir yöne çekmişti ve bu onları daha kolay ulaşılabilir yapmıştı. Tabii grup bu süreçte isim olarak çok büyüdü. Comalies çıktığında orta bütçeli bir konser grubuyken, Comalies’in 2004 senesinde en çok satan Century Media yayını olmasıyla plak şirketi de grubun üzerine oynamaya başladı. Grup Ozzfest ve Download Fest gibi önemli etkinliklerde yer alıyor, headliner olarak turlar düzenliyordu. Yayınladıkları single şarkıları özellikle Kuzey Amerika listelerinde başarı elde etmeye başlamıştı, radyolarda rotasyon alıyorlardı, albümleri satıyordu ve konserleri de ilgi görüyordu. Comalies ile sonlanan Lacuna Coil’in klasik dönemine baktığınızda alternatif akımdan beslenen, genelde orta tempoda seyreden, bayan/erkek vokal atışmalarıyla yönlenmiş ve gitar/klavye odaklı bir sound ile yükselen duygusal şarkılar görebilirsiniz. Yarattıkları karanlık atmosfer ile şarkıyı daha da ilgi çekici hale getirir, basit ama dinleyiciyi direk yakalayan tarzda işler yaparlardı. Comalies grubun değişiminin yönü hakkında ipuçları vermişti ama grubun birden Alternative Metal tarzıyla etkileşime gireceği hakkında bilgi vermemişti. Co-
malies direkt yapısına rağmen kesinlikle Gothic Metal elementlerini koruyordu. Karmacode ise Gothic Metal etkisini büyük ölçüde azalttı. In Visible Light, Within Me ve Without Fear dışında tamamen farklı bir Lacuna Coil ile karşı karşıyaydık. Müzik genel olarak sertleşmiş, gitarlar ve bas daha öne çıkmış, Alternative Metal akımından alınan melodiler kullanılmaya başlanmıştı. Bu senenin başlarında yeni albüm haberi geldiğinde aklıma şu soru gelmişti. “Tamam mı, devam mı?” Ya Karmacode’u takip ederek iyice özlerinden uzaklaşacaklardı, ya da bir sentez yapıp hem yeni hem de eski tarzlarını bir potada eriteceklerdi. Shallow Life, geçtiğimiz ay içinde yayınlanınca bu merak ile bol bol
dinledim. Nette yayınlanan ilk single Spellbound içimi biraz rahatlatmıştı çünkü yeni yapılarının yanında eskilerden de tatlar alınabiliyordu, özellikle nakarat kısımlarında bu durum belirgindi. Scabbia ise albüm hakkında “eski Avrupa soundumuz ile daha modern birşeylerin mükemmel karışımı” diye açıklama yapınca beklentilerim artmıştı. Öncelikle karşımızdaki albüm asla bir geriye dönüş değil... Yani bir Comalies, In A Reverie ve ya Unleashed Memories beklentisiyle dinlerseniz yine hayalkırıklığı yaşarsınız. Karmacode’daki sert, yabancıların kullandığı şekilde “solid” ve “groovy” gitarlar, Alternative Metal etkileri ve yoğun bas partisyonları formülu burada da işleniyor fakat grubun oriji-
nal kimliğinden tamamen uzaklaşılmıyor. Albüm, Scabbia’nın dediği gibi grubun eski tarzından da etkiler taşıyor ve Karmacode gibi grubun tarzından uzak tınlamıyor. Sık sık One Second dönemi Paradise Lost ya da Depeche Mode etkileri duyabiliyorsunuz. Şarkılarda ilk dikkat çeken durum ise oldukça dinamik bateri partisyonları ki herhalde Cristiano Mozzati’nin yazdığı en dinamik partisyonlar bu albümdedir. Vokaller açısından yine bir Cristina Scabbia şovuyla karşı karşıyayız. Arabik etkileşimli vokallerden sakin vokallerine kadar Scabbia, şarkılara hakkını veriyor ve grubun en önemli silahı olduğunu yine gösteriyor. Şarkıların vermek istediği duyguyu vokalindeki iniş/çıkışlarla tamamen veriyor. Grubun en zayıf halkası olarak değerlendirilen Andreo Ferro, bu albümde kendisini biraz daha geliştirmiş, yer yer Nick Holmes’u andıran numaralar yapıyor ama The Maze’in nakarat melodisindeki gibi başarısız olduğu noktaları da yok saymamak gerekiyor. Albümde Unleashed Memories’teki Cold Heritage’ı yapı olarak hatırlatan Shallow Life ve ballad Wide Awake grubun eski dönemine en çok gönderme yaptığı başarılı eserler olarak öne çıkıyorlar. The Pain ise synth bazlı altyapısı ile yine grubun köklerine yakın duruyor. Unchained adlı şarkıda kısa ama hoş bir solo kullanılmış. Spellbound, I Survive, I Won’t Tell You, Not Enough ve Underdog ise albümde öne çıkan diğer parçalar oluyor. Grubun her zaman dikkat çektiği ayrı bir yön olan nakaratları bu albümde hem içerdikleri melodiler hem de vokaller ile şarkıları güçlendiren unsurlar oluyorlar. Bazı nakaratlarda vokal bazında uyumsuz yorumlar gelse de genel olarak başarılı nakaratlar yakalanmış. Gitar ve vokal odaklı, yer yer klavyenin de müziği yönlendirdiği, gotik etkileşimlerinin Karmacode’a göre daha belirgin olduğu ama yine de grubun geçirdiği değişimi devam ettiren ve klasik tarzına geri dönüş kesinlikle içermeyen bir albüm diyebiliriz Shallow Life için... Şahsen Karmacode’dan sonra grubun daha derlenip toparlandığını ve daha iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum. Karmacode’u beğendiyseniz bu albümü de sevmeniz büyük olasılık... Sonuç olarak, Lacuna Coil için gönül rahatlığıyla “devam” denebilir.
SELİM VARIŞLI
Hatebreed ile halen tanışmayanlar varsa bi an önce bulundukları gezegenden dünyaya gelip olaya girmeliler. Amerikan hardcore (ki hadi imajı zedelemek pahasına metalcore da diyelim, hehe yok yok şaka, tamam aynı zamanda metalcore Hatebreed, vurmayın) sahnesinin en dik duran topluluklarından Hatebreed, 2003 yılında yayınladığı “Rise Of Brutality” albümüyle gönlümüze ve kulaklarımıza taht kurmuş, verdiği emirlerle bu tahtı demir yumrukla yönetmişti geçen yıllar boyunca. Türk metalinin güzide bir büyüğünün bizzat bana “bi gün bizim yeni grupla albüm kaydına girdiğimizde bu albümü götürüp prodüktörün önüne koyacam, aynı soundu isteyecem” dediği albümdür Rise Of Brutality. ‘Straight To Your Face’, ‘Live For This’, ‘Another Day, Another Vendetta’ gibi tam “straight to our face” formatında parçalarla şahane bir albümdü.
Hardcore ve metalcore gibi bağıra bağıra çalınan ve söylenen tarzlar için güçlü prodüksiyonlara her daim önem vermişimdir. Örneğin davul yeterince sert vurmuyorsa kulağınıza, müzik çok iyi olsa bile bişeyler eksik gelir. Bana gelir en azından. İşte Hatebreed de Rise Of Brutality sonrasında geçen üç yılda yaptığı, Rise’dan hiç de aşağı kalır yanı olmayan bestelerden oluşan 2006 tarihli “Supremacy” albümünde bu prodüksiyon hatasına düştü. Seksenler-doksanlar punk thrash atmosferi mi yaratmak istediler nedir, sound bi tuhaftı. Çok güçlü bestelerin çok enteresan bi prodüksiyonla resmen güme gittiği bir albüm olarak gördüm Supremacy’i. Üzüldüm, albümü kalbime gömüp tekrar Rise Of Brutality’e döndüm. 2008’de “Live Dominance” adlı bir DVD yayınladılar, herkes gibi bağrıma bastım (şimdi dikkat ettim de fazlasıyla Selvi Boylum Al Yazmalım formatı yaratmışız yazıda, toparlıyorum :)).
Üç sene geçti aradan, günümüze geldik. Hatebreed bu kez bir cover albümle geldi. “For The Lions” çok gaz bir isim, hakkını başarıyla vermişler. Herşeyden önce yukarıda sözünü ettiğim prodüksiyon problemi ortadan kaldırılmış (ki zaten albümün açılışı Slayer’dan “Ghosts Of War” ile yapılıyor, kötü prodüksiyon kabul etmez). Cover albümlerin genelinde görüldüğü gibi “biz bunlarla büyüdük abi” formatı yaratılmış. “Bu tarz bir albüm için enteresan bir seçim olmuş” denilebilecek bir grup yok. Slayer, Misfits, Bad Brains, Metallica, Obituary, DRI, Sepultura, Suicidal Tendencies, Agnostic Front, Madball, Sick Of It All gibi bir çok baba topluluğun parçalarını kimi zaman kendince, kimi zaman orijinaline fazlaca yaklaşarak çalmış Hatebreed. Slayer coverı muhteşem, eminim Slayer üyeleri de gururla dinlemişlerdir (Slayer demişken, onlara özel bir sayı yapmalıyız dergi olarak, ne zamandır aklımda aslında). Metallica’dan, bir süre önce Gojira’nın da başarıyla altında kalktığı ‘Escape’i coverlamışlar ki yıkıcı etki yaratabilecekleri en az on Metallica parçasını bir çırpıda saysam aralarında Escape yer al-
mazdı sanırım. Albümde bulunmaması halinde eksiklik olarak karşılayacağım Misfits’ten ‘Hatebreeders’ı seçmişler ki haliyle en manidar seçimlerden biri olmuş. Obituary’den “The End Complete”in açılış parçası ‘I’m In Pain’ albümün en sıkı icraları arasında yer alıyor. James Jasta’nın vokali Sepultura klasiği ‘Refuse/Resist’e çok yakışmış. Topluluğun Amerikan punk kültü Bad Brains’e saygı duruşu ‘Supertouch/Shitfit’ ile vücut bulmuş (geçen sayımızda da bir röportajda Bad Brains adı geçmişti di mi, bizde pek bilinmez bu grup, yakın zamanda bir bilenden dinleyebiliriz dergide). Bu arada diğerleri arasında pek dikkat çekmiyor gibi görünüyor ancak Amerikan Southern Sludge tayfası Crowbar’dan ‘All I Had I Gave’ cidden çok lezzetli bir cover olmuş. Hatebreed bir cover albümle de olsa Supremacy adlı kişisel hayal kırıklığımın üstünü örttü, refresh etti kendini. Yeni stüdyo albümüne kadar bu coverlar bizi (beni) idare eder. Kayıtsız kalmayın, dinlediğim en iyi cover albümlerden biri ‘For The Lions’.
AYŞE NUR
Türk Rock piyasasının dönem olarak üçe ayrıldığını düşünüyorum. Erkin Koray, Moğollar, Üç Hürel, MFÖ... gibi bu türün takdir edilesi ürünlerini veren isimler bir yanda dursun son dönemde sound olarak dudak uçuklatan işler yapan ama bendenize zerre keyif vermeyen popüler rock grupları son kısımda çırpınadursun, arada kalan ve müthiş eserlere imza atan gruplar olmuştur. Dr. Skull, Egoist, Hasret, Acil Servis, Kumdan Kaleler, Kramp, Grizu, Whisky arada kaldığına, onca kaliteli iş yapmalarına rağmen hak ettikleri ilgiyi göremediklerine inandığım gruplardan birkaçıdır. Bu gruplardan olan ama çok özel bir nedenden diğerlerinden sıyrılan bir isimden bahsediyorum şimdi sizlere; harika imkânlarda kaydedilmiş iki albüme sahip bir gruptan… Ünlü, doksanların sonuna doğru herkesin hep bir ağızdan bahsettiği bir gruptu. Ortaya konan ürün başarılı, doyurucu ve bir o kadar da keyifliydi. Ünlü’nün başarısı tam anlamıyla ders niteliğindeydi. Ha bu dersi yanlış anlayıp da Türk dediğin Türk ezgileri kullanmalıdır mantığıyla saçma sapan işler yapan isimlere burada hiç değinmeyelim. Söz konusu derslerden önceliklisi kayıt konusundaki titizlik. İngiltere’de başladıkları Son Defa albümünün kaydının Türk enstrümanlarıyla ilgili kısımlarını İstanbul’da yapmışlar ve miksaj işlemi için de Amerika’ya gitmişlerdi. Tahmin edersiniz ki, kaydedilen parçaların orijinalliği de eklenince albümün kötü olması müm-
kün olmazdı. İnsanlar grubun bir Erkin Koray şarkısı olan Estarabim’e yaptıkları yorumla çıkış yapmasını öyle yadırgamışlardı ki bu konuyla ilgili basın tarafından tonla şey yazılıp çizilmişti. Spekülasyon kısmı dinleyici olarak beni hiç mi hiç bağlamaz. Çünkü ben grubu o cover ile değil Rüya şarkısıyla tanımıştım. Aradan onca sene geçmesine rağmen şarkıya çektikleri video klibi dahi net olarak hatırlıyorum. Grup Ünlü adını almadan önce Fharsthul, daha sonra da ilk kayıtlı albümleri olan Under The Moon’u yayınlayan The Lift adıyla devam etmişti. Özellikle punk ve rock alt yapısına oturttukları tarzları için yapılmış en uygun tanımın heavy-pop ve ethno olduğunu söyleyen grup Alman ve Türk kültürünün tam da ortasında yer alıyor ki, bahsedilen konum aynı dönemde patlayan Cartel’den biraz farklı. Her ne kadar Cartel elemanlarıyla ortak iki kayıt yapmışlarsa da, onlar gibi, çektikleri acıları müziğe empoze eden bir grup olduklarını söyleyemeyiz. Türkçe ve devamında da daha büyük bir pazar için yazdıkları İngilizce şarkılar sonrasında Türkiye’yi ve ondan daha da fazla olarak Almanya’yı hayli sert şekilde sallamışlardı. O güne kadar yapılmamış işlere imza atabilmelerini geniş çerçeveli büyük pencerelerden müzik camiasına bakmalarına bağlıyorum. Madem ben müzik yapıyorum, öyleyse içimden geleni en iyi şe-
kilde kaydetmeliyim, diye düşünüp efsane şarkılara imza attılar. Ayrıca çektikleri video klipler de bir o kadar profesyonel ve cesaret gerektiren cinstendi. Bugün dahi hangi yerli rock müzisyeni bir travestinin peşinden giden adamı klip kahramanı yapar ki? Sanıyorum biraz da bu samimiyetsizlik sebebiyle yerli rock piyasasındaki pek çok klibi de şarkıyı da hatırlamıyoruz. Ünlü’nün farklı oluşu sadece Mehmet’in bozuk Türkçesi ile söylediği şarkı sözlerinden ileri gelmiyordu. Çıkış yaptıkları anda onları sindiremeyen Türk müzik piyasası basit ve sıradan işlere öylesine alışmıştı ki ortaya orijinal bir çalışma çıktığında uzun soluklu olamıyordu. Biraz da bu nedenle Ünlü adıyla yayınladıkları 2. albüm sonrasında ortadan kayboluverdiler. İki binli yıllarda bir albüm daha kaydetmek üzere dönecekleri kulaktan kulağa yayıldıysa da henüz ortaya bir çalışma çıkmış değil. Ve işte bu yazı, bu yüzden yazıldı. Kaset olarak edinmiş olduğumuz eski albümlerine cd formatında ulaşamıyoruz. Olur da yeni bir kayıt yapılırsa, umuyorum ki eski albümler de yeniden basılır ve cd arşivlerimizin de en güzel yerlerini Ünlü’ye ayırırız. Onları öylesine özledik ki, talan edilen download programlarında bir iki şarkı bulduğumuzda sevinçten deliriyoruz. Aynı şekilde adları basında ya da arkadaş sohbetlerinde geçtiğinde de mutlu oluyoruz. Çünkü dışı parlak içi fos pek çok günümüz rock grubu teknolojinin nimetlerinden, özellikle de internetten öylesine faydalanabiliyorlar ki, rezalet şarkılarını, rezalet formatlarda sıkıştıran myspace’te dahi yaptıkları tanıtımla binlerce insana ulaşabiliyorlar. Oysa Ünlü bu tür bir reklamı ortaya çıktığı tarih sebebiyle hiç yapamadı. Ve grup hakkında internet üzerinden pek de ayrıntılı bilgilere ulaşamıyoruz. Yine de doksanlı yıllarda Stüdyo İmge tarafından basılan, Özlem Kumrular’ın derlediği kitapçığı şansınız yaver giderse, sahaflarda bulabilirsiniz. Saygılarımla…
ANLAMAK en tehlikelisi de bazen hayatta olup biten herşeyi anlamaya başlamaktır, anlamaktır. yalanları, dolanları, sahtelikleri... “çıkar” kelimesinin ne demek olduğunu kavrarsın. hayatta hiçbir şeyin adil olmadığını düşünmeye başlarsın. 1000 verip hiç alamadığını görmeye başlarsın. susarsın. ağlayamaz duruma gelirsin, yorum yapmaya bile mecalin kalmaz. o kadar çok özlersin ki şuursuzca hiçbir şeyi anlamadan oyuncaklarınla oynadığın günleri... o kadar özlersin ki sadece bakışlardan ibaret olan masum aşkları... babanı... sadece bir ateri oyununu kazanmanın sevincini... bisikletten düşünce dizinde açılan kocaman yaraları... yakantop oynarken arabanın altına kaçan topu almaya çalışırken üstünün başının batmasını... sadece özlediğinle kalırsın. o kadar özlersin ki “seni seviyorum”u söylemeye utandığın zamanları... büyüdükçe dersin “özür dilemek ayıp değildir”, sevdiğini haykırmak salaklık değildir diye... herkesin “yapmam” dediklerini sen yapabilirsin, yaparsın. karşılığında ne alırsın? kocaman bir sıfır. kimsenin kimseye yapmadıklarını sen gerçekten güvendiğin, daha doğrusu “son kez güvenmeye karar verdiğin”e yaparsın; o da oyunu kurallarına göre oynamaya karar verir. oyunu kurallarına göre oynamak. hayatı bir tek ben mi ciddiye alıyorum nedir? oyun mu oynuyoruz, yoksa hayat mı tüketiyoruz? zordur herşeyi anlamak, hayatın bütün pisliğini algılayabilmek ve bütün bunlara rağmen yine de onları kabullenerek “zorla yaşamak zorunda olarak” nefes alıp vermek. koyar insana... o kadar istersin ki bazen 3 yaşına geri dönmeyi. düşünmezsin, düşünemezdin çünkü böyle şeyleri. düşünmekten vazgeçmek... anladıklarını anladığın günü unutup yeniden -anlamamanın- bir yolu var mıdır acaba... merak ediyorum...
“seni öldürmeyen şey sadece -senin daha güçlü görünmeni- sağlar” derinin altındaki iltihaplı yaraları görmez kimse... beyninde esen karanlık rüzgarları hissetmezler!.. seni öldürmeyen şeyler sadece dışına sert bir kabuk örer, içine akan kandan gözyaşlarını kimseler görmesin diye. bir sen bilirsin olup bitenleri! seni öldürmeyen şeyler seni daha çok korkak kılar. seni öldürmeyen şeyler seni dünyaya daha da güvensiz kılar. yolda yürürken sana çarpan omuzları hissetmemeni sağlar. akan makyajını umursamamanı sağlar. ölümü küçümsemeni sağlar. “yapmam!” dediğin, tiksinç bulduğun herşeyi çekici kılmaya başlar. düşüncesi mideni alt üst eden herşey birden sana daha cazip görünmeye başlamıştır. merak etmezdin “o insanlar ne anlar onu içmekten” diye; merak etmeye başlarsın... “basit kaçışlar” sana “tek çıkış yolu” gibi görünmeye başlar. kafanı bulandıracak, bildiğin herşeyi; hayatın boyunca öğrendiğin herşeyi ama herşeyi unutturacak birşeyler ararsın. belki seni hep rüyalarda sürükleyecek - hiç uyanmamanı sağlayacak bir uyku hapı, belki beynini tümüyle yıkayacak yeni bir teknoloji. bildiklerin çünkü hep oradadır; her ne kadar inkar etsende, onlara sayısız bıçak darbesiyle saldırsan da, oracıktadırlar... bir adım kadar yakın, ama üzerlerinden geçip ezemeyecek kadar uzak... bazen fazla uzak.
BİR KEDİNİN GÜNLÜĞÜ sevgili günlük; bugün çok şey farkettim... farkındalığı farkettim... hayata gözlerini açtığında sana ilk öğretilen şey; kimsenin, hiçbir şeyin, hiçbir olayın dengeni bozamayacağıdır. bıyıkların vardır çünkü... ama kimse bana bıyıklarım kesildiğinde bir daha hiç sırtım düz, göğsüm kabarık dolaşamayacağımı söylememişti... özellikle de babam... hep bana herşeyin en iyisine layık olduğumu, bütün farelerin en iyisini yakalayacağımı, gözüme kestirdiğim avı öyle ya da böyle avlayacağımı, 9 canımın 9’unu da elimde tutmamın mümkün olduğunu öğretmişti beni bu dünyada yalnız bırakana kadar... diğer bütün kediler hayatı siyah beyaz görürken, ben nedense pembe gördüğüme inanmışım. herşeyin dört dörtlük ve mükemmel olduğunu düşünmüşüm kendimce. 8 yıl önce aslında gerçek anlamda açtım dünyaya gözlerimi. bana ve benliğime zarar veren diğerlerinden haberdar oldum. iyimser bir miyavıma nasılda bir tekmeyle karşılık alınabilineceğini öğrendim. yaşam şartlarının zor olduğu bu zamanda önümdekini paylaşmamın sonucu, yemeğimin tümünü kaptırıp aç kaldığımı, sevgi açının nasıl olacağını da gördüm. sahilde yürürken geride bıraktığım pati izlerinin aslında hiçbir şey ifade etmediğini, denizden gelen dalgaların tek bir hamlesiyle hepsinin sonsuza kadar yok olabileceğini farkına vardım. o incecik hayat duvarında emin fakat dikkatli adımlarla yürürken, bir anlık boşluk, kaygı veya özlemle nasıl dengenin kaybedildiğini yaşadım. yaşayarak öğrendim aslında, ama içimdeki o haylaz ses bana hep yapamadıklarımı başaramadıklarımı tekrar tekrar denememi, şansımı zorlamamı söyledi. şansımı her zorladığımda ya yine bir parmaklığa takıldım-canım yandı, ya da bir kafese tıkıldım, hem de hiç haketmediğim halde... demirden bir kafeste yaşamanın ne olduğunu, ancak oraya giren bilir. ben defalarca kapatıldım o kafese, bazen sevgimden yanımdakine sırnaşmam yanlış anlaşıldığı için, bazen de yardım için miyavlamam diğerlerini rahasız ettiği için... dedim ya, ancak oranın soğukluğunu, içerde esen rüzgarın hissini, nefret kokan rutubet kokusunu, korkuların canlandırdığı gözyaşlarını, anlık bir tebessümle canlanan titrek bir ışığın aynı şekilde nefret dolu bakışlarla nasıl karanlığa gömüldüğünü orada bir an için bile kalan anlar. karanlığın çöktüğü saatlerde, o sokakta tek başına yürümek... korkarsın ama belli etmemeye çalışırsın. başını dik tutmanla sanki bütün kötülüklerden korunacaksın, ama sana öyle gelir... aslında onlar kusursuzca sinmişlerdir her bir telefon kulübesinin, çöp tenekesinin ya da ağacın arkasına. nereden ne zaman birinin sana saldıracağını asla bilemezsin. hep içinde o korkuyla yaşarsın. ama çoğunlukla da o sokakta belki ken
dine bir yoldaş bulursun da; korkularının, kaygılarının, hüzünlerinin ağırlığı bir parça azalır diye umarsın... en acısı da o yoldaşı yanı başında sanarsın, ama aslında hayat yolunda adım atmaktan yorulmuş patilerinin uzanabildiğinden çok çok uzaklarındadır. sadece sana bir an için görünmüş, ama sonra göründüğü gibi aynı şekilde de bir anda kaybolmuştur. yine en kadim dostun yalnızlık gelir yanıbaşına seni teselli etmek için... hayat denen o ince, yüksek duvar... kimisinin kolu incinir, kimisi adımlarını eskide bırakır, kimisi artık dünyaya değil sonsuz bir karanlığa bakar, kimisi de sessizlikler dünyasına gömülür... ben ise kalbimi bıraktım o duvarın üstüne az önce... artık ihtiyacım olmadığına karar verdim.. kim bilir belki bir kalpsizin işine yarar; şimdiye kadar tatmadığı sevgileri, ta içinde hissedemediği masum ama güçlü duyguları, sevinçten dökülen bir tek gözyaşının nelere bedel olduğunu, hüzünle içinin titremesinin neye benzediğini, beynine henüz kazınmamış olan bir ufak tebessümü ya da saçındaki bir telinden ayaklarına kadar bütün benliğinde hissetmemiş olduğu mutluluklulukları yaşar, bilir, öğrenir.. kim bilir... belki de benim kovalayıp bir türlü yakalayamadıklarımı yakalar... kim bilir...
BANA BİR MASAL ANLAT BABA... ya da vazgeçtim baba... anlatma... çok anlattın zamanında toz pembe masallar. ben de çocuk aklımla hepsine inandım. ama o kadar inanmışım ki, şimdi hala onların gerçek olmasını umuyorum. beynim bana “hiçbiri doğru değil! uyansana artık çocuk rüyalarından!” diye haykırsa da... kalbim... kalbim hala onların tükenmediğine ikna etmeye çalışıyor bünyemi. masallar anlatırdın... birinin adı sevgi oldu... diğerinin adı dostluk... berisinin adı aşk, bir başkasının adı da güven oldu. kimi günler bana insanlığı anlatırdın, kimi zaman iyiliği, kimi zaman doğru olmayı; kimi zaman da maneviyatın nasıl maddiyatı yendiğini... ama o masalları dinleyen küçük kız büyüdükçe bütün o masalların yalan olduğunu öğrenmeye başladı. o yüzden anlatma bana daha fazla masal... boyama daha fazla gözlerimi... illa anlatmak istiyorsan bana masal, bilmem gereken; beynime kazınması gereken masalı anlat. bir varmış bir yokmuş. bir kız çocuğu varmış. babası onu çok erken yaşta -terk edince- yalnızlığı öğrenmiş, tek başına yaşamayı, tek başına nefes almayı öğrenmiş... kimseye güvenmemeyi de sindirmiş bünyesine, kimseden medet ummamayı da... en sonunda sevgi, destek, güven, beklenti gibi kavramların yüzeysel olduğunu da zorla öğretmişler bu küçük kıza... bir varmış... bir yokmuş...
EMRE DEDEKARGINOĞLU SAHNE FOTOĞRAFLARI
UĞURCAN ATEŞ
Bildiğiniz gibi geçen ay Opeth, ülkemiz için büyük sayılabilecek bir turne ile yurdumuzu ziyaret etti. Opeth’in dördüncü Türkiye ziyaretinin ikinci ayağı olan Ankara konserini izleme şansı elde ettik ve bu nedenle sizlerle de izlenimlerimizi paylaşmak istedik. Klasik bir Ankara günüydü 17 Nisan açıkçası... Kapalı ve soğuktu. :) Önceki günden grubun Always Rock Bar’da imza vereceği haberini alınca konsere yönelik heyecanım daha da artmıştı. Malum Cuma günüydü, iş var okul var ama sonuçta Opeth imza verecekti, isterlerse sınav koysunlar, onu bile asmayı göze alırdım. Dersim olmasına rağmen öğlen arasında Kızılay’a gittim, tüm Opeth CD’lerimi ve Mikael Akerfeldt’in doğum günü olması nedeniyle kendisine özel hazırladığım Türk Halk Müziği CD’sini çantama tıkıştırmıştım. O derece heyecanlı bir hayran havasındaydım yani... :) Fakat Always’e vardığımda içeride sigarı dumanı ve insanlar dışında birşey olmadığını gördüm. Grup üyeleri yoktu. Mekan sahibine sorduğumda imza gününün iptal olduğunu söyledi. O anda yaşadığım hayalkırıklığını tahmin edebilirsiniz. Elde net bir bilgi de yoktu tabii, Antalya’daki imza gününde kavga çıktığına dair söylemler vardı ama net bir açıklama yapılmadı. Ya grup gelmek istemedi ya da organizasyon bazı nedenlerden dolayı iptal etti. Açıkçası bu tarz durumlar ülkemizde çok fazla oluyor ve işini gücünü bu etkinliklere katılmak için ayarlayan insanlar mağdur oluyor. Yani son birkaç senedir bunca grubun geldiği ülkemizde vaat edilen şeylerin tam olarak yerine getirilmemesi durumu aşılmalı... Çünkü nette okuduğum kadarıyla bir gün sonra İzmir’de, grup tam kadro olmasa da kısa bir süre imza vermiş.
Neyse dedim, imza günü faciasını unuttum ve akşam Anadolu Gösteri Merkezi’ne gittim. Ağır ilerleyen bir kuyruk vardı ve havada cidden soğuktu. Bir yarım saat bekleyip içeri alındık ama o süre zarfında birkaç saat yetecek boyunca soğuğu yedik diyebilirim. İçeride Esenboğa Havalimanı tandanslı bir arama seremonisinden geçtikten sonra –hadi sigara vs... istemezsiniz de normal çantaların ne günahı vardır- konser salonuna geçtik. Anadolu Gösteri Merkezi bilindiği gibi koltuklu bir mekan ve koltuklarının bittiği yerden hemen sonrası direk sahne önüne ayrılmıştı. Dolayısıyla seyirci arası kaynaşma olmadı, herkes kafasına göre takılıyordu. Görebildiğim ve kavrayabildiğim kadarıyla 2006 konserinden daha fazla seyirci vardı ama salon dolmamıştı. İlk dikkat çeken şey ise yaş ortalamasının küçüklüğüydü. Yok, tutupta “-18 kötüdür.” muhabbeti yapmayacağım. Ama on üç-on dört yaş gösteren bir çocuğun elinde, bünyesinin kaldıramayacağı bir birayı görmek açıkçası düşündürüyor insanı... Kısa bir süre sonra Ankaralı Prog-Power Metal grubu Dreamtone sahne aldı. Dreamtone açıkçası şu zamanda ülkemizden çıkmış en gelecek vaat eden gruplardan bir tanesi denilebilir. Sahneleri gittikçe iyileşiyor. Performans açısından da tatmin ediciydiler. Alt grupluk gibi zor bir görevi başarıyla yerine getirdiler ve bence sıkmadılar. Tabii bu konuda herkesin görüşü farklı oluyor çünkü ülkemizde alt gruplara asla sabredemeyen bir kitle de var. Grup Neverland albümü başta olmak üzere diğer yayınlarından da derlenmiş bir liste çaldı. Bu sene sonlarına doğru çıkacak yeni Neverland albümlerinden de bir parça çaldılar –ismi anlayabildiğim kadarıyla Silence Of The Wolves’tu ama yanılma payı bırakınız. :)- ki grubun genel müziğine göre oldukça sert melodiler içeren bir parça olması özellikle dikkatimi çekti. Dokuz civarı Dreamtone sahneden indi ve Opeth’in soundcheck elemanları sahnede turlamaya başladılar. Hafiften uzun süren soundcheck sürecinin sonunda ışıklar karardı, sahne dumanla kaplandı ve orada olma sebebimiz Opeth sahneye çıktı. Giriş parçaları son albüm Watershed’den Heir Apparent’ti. Grubun şimdiye kadar yaptığı en brutal şarkılardan birisi olan Heir Apparent’in girişini duyar duymaz tüm yorgunluğumu unutuverdim. Genel
hatlarıyla iyi bir ses geliyordu, klavye biraz arkada kalmıştı ama çok sorun değildi. Akerfeldt’in cehennemden gelmişçesine adamı titreten şeytani brutal vokalleri başlayınca konser tam anlamıyla başlamış oldu. İlk gözüme çarpan grubun uyumuydu, Akesson ve Axenrot’un katılımıyla grubun uyum sorunları yaşayabileceğini düşünenlere karşılık grup gayet uyumlu gözüküyor, temiz ve sert kısımlar arasındaki geçişler güzel güzel akıyordu. Heir Apparent’in müthiş kapanış melodilerinden sonra Ghost Of Perdition geldi. On bir dakikalık ziyafetten sonra Akerfeldt seyirciyle ilk diyaloglarını yaptı. Tekrar Ankara’da çalmaktan yana mutlu olduğunu söylemesi hoş bir detaydı. Zaten doğum günü olduğundan keyfi yerinde görünüyordu. Grup sonra Still Life’dan Godhead’s Lament ve Blackwater Park’tan The Leper Affinity’i çalarak tempoyu iyice yükseltti. Gecenin ilk balladı Credence oldu. My Arms, Your Hearse albümünün en duygulu eseri şahsen bende derin yaralar açtı canlı versiyonuyla, duygulanarak eşlik ettim Akerfeldt’in vokallerine... fakat şarkı seyirci tarafından genel anlamda bilinmiyordu ve pek tepki de almadı, bu da üzücü bir noktaydı. Demek ki Face Of Melinda, Burden ve ya Windowpane dışında Opeth balladları
konusunda arpa boyu ilerleme yok hala... Credence’ı yine son albümden Hessian Peel takip etti, şarkının başlangıcında bayağı bir alkış aldı. Bir önceki Uni-Rock konserinde çalmadıkları parçayı gayet güzel olarak icra ettiler. Ardından grubun en bilinen şarkılarından ve kalabalığı da en coşturan şarkı Closure geldi. Grup şarkıyı Lamentations DVDsinde olduğu gibi –ki 2006’da da benzer şekilde çalmışlardı- ortasından itibaren psyhedelic pasajlarla destekledi ve sona doğru şarkı bir metal parçası olarak yüksek bir tempo ile bitti. Açıkçası etkileyici bir varyasyon olmuştu şarkı için... Closure’dan sonra, bence konserin doruk noktası olan şarkı anons edildi: The Night And The Silent Water. Müthiş Morningrise albümünün incisi olan şarkı, çok iyi bir şekilde icra edildi öyle ki şarkının sonlarına doğru grupta koptu. O duygu yoğunluğunu birebir yansıttılar. Şarkı bittiğinde neye uğradığımı bir süre idrak edemedim açıkçası... :) Grup bise çıkmadan önce yine Watershed’den –ve bence albümün en iyi şarkısı- The Lotus Eater’ı çaldı. Performansları yine oldukça iyiydi. Sonra alkışlar eşliğinde sahneden inen grup, kısa bir süre sonra tekrar geldi, Akerfeldt seyirciye Harvest ve The Drapery Falls nakaratlarını söyletti fakat seyirci üzücü şekilde bu konuda sınıfta
kaldı. Oldukça cılız bir eşlik oldu benim bulunduğum taraftan, ön taraflada nasıl duyuldu, bilemiyorum ama Akerfeldt Drapery’e yapılan eşliği beğendiğini söyledi. Ve ardından Deliverance’ı çaldılar, son darbeyi attılar ve sahneden seyirciyi selamlayarak indiler. Seyirci açısından ise maalesef biraz zayıf bir konserdi. Ne yazık ki Opeth ülkemizde tam olarak anlaşılabilmiş bir grup olmadığından Opeth konserine hala aynı gece içinde bir Face Of Melinda, bir To Bid You Farewell, bir Windowpane ve ya bir Burden duyma beklentisiyle gelenler var. Bunun yanında grubun progresif müziğine pek ilgi göstermeyip tamamen sert melodiler duymak isteyenler de var. Tabii Opeth şarkıları oldukça uzun ve eşlik etmesi zor şarkılar ama bu derece katılım eksikliği konseri veren içinde dinleyen içinde tatsızlık yaratıyor. Öyle ki konser sırasında koltuğa oturmuş kişiler bile gördüm ve gerçekten şaşırdım. Genç kitlenin ise grubun sadece son albümünü ve Damnation’u bilmesi durumunun tez zamanda düzelmesini umuyorum. Birer birer performansları incelersek, grubun herşeyi
Akerfeldt yine günün adamı rolünü kimseye vermedi. Vokal performansı üstündü ve seyirci ile olan diyalogları da oldukça eğlenceliydi. Çoğu kez güldürdü, Backstreet Boys ve şarkı anonslarını brutal vokalle yapan Death Metal gruplarıyla dalga geçti, ön sırada esneyen gençlere de yeri geldi ayar verdi. Doğum günü hakkında da birkaç laf etmeyi unutmadı, sonuçta seyirciden “Happy birthday”ini de aldı. Fredrik Akesson, Lindgren’in ardından gruba gayet oturmuş, gayet iyi bir performans gösterdi ve sonlara doğru attığı doğaçlama soloyla tekniğini gösterdi. Martin Mendez her zamanki gibi sessiz ve mülayim eleman tavırlarını korudu ama görevini de layığıyla yerine getirdi. Per Wiberg her ne kadar ses düzeninden çok net duyulamasa da öne çıktığı yerlerde kendisini gösterdi ve geri vokalleriyle de geceye renk kattı. Martin Axenrot ise 2006 konserine göre grupla çok daha uyumlu ve rahattı ve bence gayet iyi çaldı. Kısacası, herşeye rağmen Opeth’in müthiş bir performans göstererek bizleri şöyle bir salladığı bir 17 Nisan günü yaşadık. Konser sonrası eve geldiğimde tekrardan Opeth izleyebildiğim için oldukça mutluydum. Artık yeni albüme tekrar görüşürüz umarım...
SİNEKLER Farkına varmak… hep farkına varırız farkında olmadan.. Fark ettiğimizi de sonradan fark ederiz. Aynen böyle olmuştu. İşlek bir köprünün altından geçerken bir arabanın düşmesi ve akabinde yamur yumur bir ölüm… Düşlemesi pek içaçıcı olmasa gerek. Bir önemi olmuyor ama o cesedin, o kemikleri birbirine geçmiş bedenin … Çöp gibi gömülüyorsun birkaç kişi bencilliğinden ağlıyor toz bile olamıyorsun izin siliniyor. Nedir bu çözülmeyi bekleyen karmaşa ki karmaşa yoktur insanoğlunun içinde. Son derece basit canlılarız. Bu basitliğimizle bile sanatla karmaşa yaratırız. İşte o olur karmaşa. Sonsuzdur çünkü dışında insan doğasının dışında karşıya bir üretim, paylaşımcı olmak içten çıkan ama içe dönük bir şey değil.
MELİS SARILAR
IDIOT WIND O da öyle işte bu paylaşımcılardan. Sessiz sakin, güzel çocuksu bir yüzü var. Her şeye benziyor sanki. Unutup simasını çıkaramadıklarından değil o, her yerde tanırsın önünden geçer, seninle konuşur, sana yemek hazırlar, üstünü örter… Karmaşık da değildir “aptallık rüzgarına” takılıp kalmamayı tercih eder. GÖZETLEMEK Bir anahtar deliği oluşsa gözün önünde der gibiyim. Ya da der gibiyken hayalgücünde play’e bastım bile. Güneş ışığı vuruyor ona sesi sakin ama gitarı şiddetli çoğunlukla. Umursamaz bir hali var tekinsiz. Yanından geçsen gözünün önünde dursan ilan-ı aşk etsen bile gülümser geçer. İşte o zaman o elindeki gitarı deli gibi kıskanırsınız. Parçalayasanız gelir. Derken gitara acımaya başlarsınız. Konuşmak için acıya gereksinim duymaktadır o gitar, Bob Dylan’ın konuşmak için parmak uçlarını acıtması gibi. Sonra saygı duyarsınız bu ilişkiye, romantik gelir. Gülersiniz, komik gelir iki varlığın birbirine mecbur kalışına, acizliğine. Bu sado-mazoşist ilişki ruh hallerinizle oynar. Tam o anda gerçek masallar oluşur. Karmaşık cümleler yoktur alabildiğine basittir eğer metaforları sevmezseniz.
Bedeninin olmadığının farkındayım. O farklı bedenlerde bizi kandıran bir ruh aslında. Görüntüsü bir yanılsama. Kişiliği ise paramparça. İçinde insanlar var ve dolaşıyorlar… belki de bu yüzden sesinin garipliği, eğer şarkı söyleyebiliyorsa içindeki insanlar… YOU ARE A BIG GIRL NOW Tabloları bir kenara bıraktırıyor bana Bob Dylan… Dinlediğimde “küçük-büyük bir kız” oluyorum. Çimenlerin arasında oturuyor gibiyim ve hisler yaratıyorum içimde, olayları tablolaerşeklinde algılayan bir insana, bir kör gibi davranmasını, hisleriyle oynamasını sağlamak kolay bir şey olmasa gerek ki bu adam kolaylaştırıyor her şeyi… Kocaman bir kızım artık. BLOWING IN THE WIND Ve düşünceler kayıp giderken bir adam kayboluyor dalgaların içinde, dalgalar onu yerden yere çarpıyor. Kendini küçücük ve savunmasız hissediyor o anda… fonda Bob Dylan çalıyor yine ama o dalgalardan duymuyor. Yorulduğunda boğuşmaktan, kumların üzerine seriyor kendini. Belki de bir cevap arıyor kendine. Kulaklıklarından çocuksu melodiler yayılıyor: The answer ,my friend is blowing in the wind.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Görkemli bir tarihe sahip olan Eski Mısır’ın geçmişinden ve hikayelerinden etkilenerek, yine o coğrafyanın müzikal etkileşimlerini Death Metal gibi uç bir tür ile buluşturmayı başaran Nile’i Death Metal tarzına bulaşan her dinleyici biliyor. Mistik atmosferlerinin yanında oldukça sert, hızlı ve teknik bir Death Metal yapısı sunan grup, 1998 senesinde ilk resmi kayıdı Amongst The Catacombs Of Nephren-Ka ile piyasaya girdiğinden beri her çıkardığı albüm ile ününü arttırdı ve hayran kitlesini geliştirdi. Grubun beste ve söz yükünü çeken, gitarına hakimiyetiyle de saygı kazanan Karl Sanders, aynı zamanda Mısır Mitolojisi üzerine oldukça bilgi sahibi bir isim olduğundan, grubun yoğun Mısır etkileşimlerinin de nereden geldiği belli oluyordu. Yakın arkadaşı olarak gösterdiği Pete Hammoura’nın Lübnan asıllı olması sebebiyle Orta Doğu kültürü hakkında yoğun ilgisini bilgiye dönüştüren Sanders, o zamanlar özellikle Eski Mısır, Sümer, Babil gibi uygarlıklarla ilgileniyormuş. Nile’i başta Eski Mısır mitolojisi ve efsaneleri eksenli hale getiren Sanders, grubun müziğine yedirilen Mısır etkisiyle yetinmemiş olacak ki, 2004 senesinde kendi solo albümü Saurian Meditation’u yayınladı. Saurian Meditation, Nile’ın Death Metal yapısının tamamen çıkarıldığı ve yerine daha yoğun şekilde Eski Mısır etkileşimli Ambient bir müzikal yapının kullanıldığı yapısıyla dikkat çekmişti. Sanders, gitarların yanında bağlama, e-bow ve klavye çalmıştı ve albümdeki enstrumental çeşitlilikte öne çıkıyordu. Albüm hem Nile dinleyicisinden hem de farklı tarz dinleyicilerinden tam not almıştı. Zengin müziğiyle genel anlamda dingin ama yer yer kaotik ve tribal bir albüm olan Saurian Meditation’dan sonra gelen Nile albümü Annihilation Of The Wicked’da grup salt Mısır müziği etkilerini oldukça az kullanmıştı. Karl Sanders herhalde bütün fikirlerini bu albüme yansıttığından, bir sene sonrasında gelen Nile albümünde daha direkt bir yapıya geçmişlerdi. Annihilation Of The Wicked ve iki sene önce çıkan son albümleri Ithyphallic ile başarısını pekiştiren Nile yeni albüm hazırlıklarına henüz başlamadan Karl Sanders yeni bir solo albüm kaydetti ve geçtiğimiz ay içerisinde piyasaya sürüldü. Oldukça güzel tasarlanmış bir kapak ile piyasaya sürülen albüm, öncülü kadar uzun bir albüm değil ve bu bağlamda yine ilk albümdeki Of The Sleep Of Ishtar gibi uzun parçalar yer almıyor. Sanders iki albüm arasında boşluğun uzun olma sebebini ise tüm zamanını Nile’in almasından do-
layı şarkıları uzun bir süre zarfında yazıp düzenleyebilmesi olarak açıklıyor. Albüm öncesinde şarkılarının bilgisayarında depolanmış verilerini kaybettiğini de belirten Sanders, Curse The Sun ve A Most Effective Exorcism... dışında bütün kaydettiği verilerin zarar gördüğünü ekliyor. Sonuç itibariyle, yayınlanma öncesi biraz sorunlu bir süreçte geçiren bir kayıt olmuş Saurian Exorcisms... Öncelikle bu albüm Saurian Meditation’u temel almasına rağmen öncülüne göre daha çeşitli etkileşimler içeren, başlığı gibi daha “exorcism” kokan bir albüm... Yaratılan atmosfer yine çok başarılı ve albüm süresince dinleyiciyi elinden bırakmıyor. Sanders, albümdeki etkileşimlerini “Yapmaya çalıştığım şey kesin Mısır tarzı etkileşimlerden uzaklaşıp, daha geniş bir ilham alanıyla bütünleşmek... Yaptığım müzik tam
ran tribal davum ritmleriyle başlıyor. Rapture Of The Empty Spaces albümdeki zengin etkileşimlerin nasıl başarılı bir şekilde birleştirildiği konusunda en iyi örneklerden birisi olarak göze çarpıyor. Contemplate This On The Tree Of Woe, tribal davullar ve Sanders’in akustik partisyonlarıyla dingin ve hoş bir dinlemelik olurken, A Most Effective Excorcism Against Azagthoth And His Emissaries ise albümün başlığını hakkını veriyor, içerdiği kaotik ve uğursuz atmosfer ile belleğinizde bir “exorcism” anı uyandırıyor. Slavery Unto Nitokris ise önplandaki saz partisyonlarını arkaplanda koro ve davullar ile birleştiriken devamında gelen Shira Gula Pazu, oldukça atmosferik girişiyle öncülüne devam getiriyor. Kali Ma, drone ses denemeleri, ürkütücü koro ve melodiler ile şarkıyı domine eden törensel davullarla uğursuz bir atmosfer yaratıyor. Kali Ma, albümdeki diğer bir dingin sayılabilecek parça, yine sazın domine ettiği hoş bir atmosfere sahip... Impalement and Crucifixion Of The Last Remnants Of The Pre Human Serpent Volk ise yine törensel bir atmosfere sahip, hipnotik ve uğursuz bir parça, korolar, solo vokaller, tribal davullar ve ürkütücü drone denemeleriyle öne çıkıyor. Son şarkı Dying Embers Of The Aga Mass SSSratu ise Orta Doğu atmosferini, karanlık ses denemeleriyle birleştirerek albüme son veriyor. olarak Mısır müziği değil... Birçok farklı kültürün geleneksel müziğinden ödünç alıyor ve ya çalıyorum. Biraz Tibet, biraz Hint ve birazda Arap etkileşimleri var.” diyerek açıklıyor. Albümde kullanılan enstruman çeşitliliği ise ayrı bir nokta olarak göze çarpmakta ki Sanders albümde yine bağlama sazı eline alıyor ve bunun yanında glissentar,Tibet zilleri, bansuri ve çeşitli Orta Doğu enstrumanları da çalıyor. Tüm gitar, perküsyon, davul ve synth işlerini de kendisi halleden Sanders’in özellikle bağlama saz hakkında söyledikleri Türk dinleyicilerin dikkatini çekecek cinste: “Bağlama sazı seviyorum. Oldukça hoş bir çalgı çünkü yarım perdelere sahip. Doğru yerde doğru tonu kullanabilirsiniz melodiye çok fazla karanlık gizem eklemenize izin verebiliyor. Enstrumanlarını geleneksel olarak çok iyi çalabilen doğu müzisyenlerine büyük saygım var. Fakat benim müzikal eğitimin batı etkili olduğu için, ne yaparsam yapayım saz ile özgün bir sound elde edemem. Bu nedenle, Orhan Gencebay gibi büyük Türk çalgıcılarını emüle etmektense ki bu hiçbir zaman tam olarak başarılamaz, saza daha kişisel şekilde yaklaşarak keyif almaya bakıyorum.” Orhan Gencebay’ı örnek alması gerçekten şaşırtıcı ve gurur verici bir olay diyebiliriz. Albüm Preliminary Purification Before The Calling Of Inanna’nın Orta Doğu tandanslı üflemeleri ve Afrika yerel müziklerini andı-
Sonuç itibariyle, hem atmosferi, hem enstruman çeşitliliği ve kullanımı hem de karanlık ve yoğun yapısıyla Saurian Exorcisms, öncülünü aratmayacak bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Karl Sanders’in tamamıyla tek başına yaptığı bu eser, bir film müziği olabilecek kadar güçlü ve iyi bir ses sistemiyle dinlenirse gerçekten daha da fazla keyif veriyor. Çünkü elde edilen çeşitlilik sebebiyle, dinleyici her dinleyişinde farklı sesler ve tatlar yakalayabiliyor. İlk başlarda Saurian Meditation ile aynı gelse de zamanla albümün içine girdikçe daha karanlık ve uğursuz bir havasının olduğunu görüyorsunuz. Grubun hayranları dışında metal müziğe ilgi duymasa bile Ambient işleri seven dinleyicileri de yakalayabilecek, hoş bir dinlemelik Saurian Exorcisms...
Evet sevgili dostlar, uzunca bir aradan sonra hepinize merhabalar klişesiyle girişimi yapayım yavaştan… Gördüğünüz üzere bu sefer farklı bir platformdan karşınıza çıkıyorum. Bu platformda yer almam ise müzikte ve dergicilikteki 20 yıla yaklaşan tecrübemle vardığım 3 temel ilkenin gereğidir. Ne mi bu 3 temel ilke? 1. Adam gibi adamlarla çalışmak. 2. İyi bir iş çıkartmak için başkasıyla değil kendisiyle yarışan, her başarısı kıskanılarak orada burada çamur atıldığı halde her birinin evlerinde kendilerinin gizlice fanatiği olduğunu bildiği insanlara laf ebeliği yapıp cevap vermeden işine bakan adamlarla çalışmak. 3. Özellikle de dergicilikte arkadaş kayırma vb. subjektif hareketlere bulaşmayan adamlarla çalışmak… İşlerimin anormal yoğunluğu sebebiyle gerek müzik, gerekse dergicilik dünyasında beraber görev yaptığım arkadaşların her birine ise bana tahammüllerinden ötürü tekrar tekrar teşekkür ediyorum… Sözde önceki sayıda yer alacaktım ama nerde… Kardeşim bir yazıyı da zamanında yolla değil mi… Yok Word göçtü, yok sular kesildi, yok manda söğüt dalına yuva yaptı, yok ishal oldu, yok Suffocation ballad yaptı… İlla ki bir bahtsızlık gelecek başımıza, bunca yoğunluk yetmezmiş gibi… Daha dün yaşadığım olayı anlatayım; 17 Mayıs 2009’da İzmir Tato Bar’da Hecatomb ile beraber sevgili dostlarımız Affliction, Ketum ve arkadaşlarımız Mosh Pit Project ile konserimiz var ve doğuştan Daimi Cenabetler Derneği fahri başkanı olduğumdan olsa gerek, dün işteyken aynı gün İstanbul’da bir toplantım olduğu haberini aldım. 2 gündür göbeğim çatlayarak toplantıyı ertelemekle uğraştım ve şükürler olsun becerdim… Bahaneler bitmez ama neyse söze kaldığımız yerden devam edelim… Sözü bıraktığımız yerde hatırlayanlar bilir, dünyanın en umulmadık yerlerinde poposu yırtılsa 500 demo satacağını bile bile bu yola baş koymuş metal grupları vardır… 500 tane satsın veya satmasın bu insanlar onca para harcadıkları kayıtlarını Myspace sayfalarından bedava indirme yoluyla insanlarla paylaşıp yine zirve bir motivasyonla 2. demo parçalarına yoğunlaşan insanlardır. Açıkçası bu ve sonraki sayılarda bu arkadaşlardan bahsederken kendilerine testicleboy muamelesi yapacak olmam sakın yanlış anlaşılmasın! Şunu baştan kenara koyalım, bu adamların hepsi de eli öpülesi insanlardır… Zaten bu adamlarla gerçekten dalga geçene “dön de kendine bak be birader” demeli :) Neyseee…. Evet, tür tür, tip tip dünyam metal gruplarını incelemeye devam ediyoruz… Dünya genelinde gerçekten de bu işe gönül vermiş sayısız grup var ama sene olmuş 2009, hala merdivenden çıkarken cinsel organ zorlaya-
rak istiklal marşı söyletici dar kot, dili dışarıda beyaz spor ayakkabılar, kabarık saçlar… Yine aynı tas, aynı hamam… En çok materyal de şu Güneydoğu Asya tayfasında var… Bir yolunuz düşerse mutlaka oralarda bir metal konserine gidin. Aynen bizim 1980’lerin sonu, 1990’ların başı Türk Metal ortamlarını andıran efsane durumlar söz konusuymuş… İlk grubumuz oldukça kaynak bir ülkeden, Hindistan’dan geliyor. “Gruesome Malady”.
Hayatını kıskançlık krizi içinde okuduğu dergide imla/ tapaj hatası aramaya adamış adamların büyük bir mutluluk ve heyecanla “Malady değil yahu Melody olmasın o?” dediklerini duyar gibiyim… Kendilerine Hindistan’ın uzun yıllar İngiliz işgali altında/sömürge vaziyetinde kaldığını, Malady’nin hastalık anlamına geldiğini ve ekranında gördüğü bu dergiyi daha uzun süre histeri krizleri eşliğinde okumaya devam edeceklerini hatırlatmak isterim. Ama keşke bu güzide GoreGrind Death Metal grubumuzun elemanları dilbilgisine göstermiş oldukları özeni soldaki ezik bakışlı boynu bükük elemanın bıyıklarında gösterselermiş diyor insan… Hadi ondan geçtik, nedir o başı yana eğik duruş? Peki ya yana doğru taranmış saçlar? Bak seen! Bizim badem bıyığın giydiği t-shirt de gore’un babaları Impetigo’nun; seni takdirle mi analım yoksa hüzünle arkandan sülalenin tüm fertlerinin kulak başta olmak üzere bilimum organlarını mı zonklatalım şimdi ha söyle? Git işine kardeşim yahu her işe bir saygınız olsun… Her neyse sakinleşelim biraz… 2002’de bir demo sonrası 2003’te “Infected With Virulent Seed”, 2004’te Mortuary Hacking Session, 2005’te ise Patologicum adlı gruplarla yapılan split albümlerle yoluna devam etmiş grubumuz. Gore grind diyince akan sular durur ama Gore Federasyonu’ndan bu tiple kırmızı kartı yediniz be kardeşim. Körfez savaşı sırasında Saddam’ın küçük oğlu diye ortaya laf atsak şu an
Guantanamo’da parmaklıklar arkasında brutal vokal yapıyordun bre dangoz… Nedir bu benzerlik be birader? Yemin ediyorum şu resmi çektirdikten sonra ya pazarda tezgah arkasında “hanımabla kilosu 5 kilosu 5 gel geel Yeni Delhi soğanı bu” diye bağıra bağıra poşetlere soğan dolduruyorsun ya da bilemedin yere çömelip yüzü buruşturup elde tornavida kıç çatalını göstererek musluk tamir ediyorsun… Dinleyip hayata küsmek isteyenler için: www.myspace.com/gruesomemalady
Ama yoook! Badem bıyık bununla yetinmiş mi? Hayır. Bir grubun daha başını yemiş! Ulan baban mı kızıyor kesmene? Yaw saçı uzatmadın anladık ama bu bıyıkla Incantation’a da yazık ettin şimdi… İkinci başı yanık grup “Conflicting Teories”… Badem bıyığın ve ekürisinin yan grubu… Şu Death Metal tescilli önde bilekten tutulu el duruşunu da bundan böyle rafa kaldırıyorum kendi adıma! Bu herif tüm şevkimi kırdı. Yahu bu tip yetmezmiş gibi beyaz altın saati de takmış birader. Bizi test ediyor test, başka bir şey değil! Hint Metal İş sendikası ile iletişime geçtim… Hemen yakındaki ülke Sri Lanka’dan Tamil gerillalarını da, hemen arkasındaki ormandan tapir hayvanlarını da üstüne salıcaz, o olacak... Britanya Krallığına bağlı eski Hindistan valisinin torunu formatlı soldaki eleman da “Allah belanı versin senin; senin dee grubunun da taa… ulan rezil ettin bizi” derken çıkmış fotoğrafta… Gülüyor gibi çıktığına bakmayın, direkt sövüyor; dikkat edin ağzına; “cheeeeese” demiyor! “Fuckthemothafuckaaa” diyor direkt!… Incantation’dan da Impetigo’dan da soğudum sağol varol! Her neyse gruba dönelim; isimleri gayet güzel ama müzik cidden kronik ishal ve analitik nevroz karışımı… Alın siz de karar verin bakalım şaheserlerine şans tanıyın: www.myspace.com/conflictingtheories Yanlarına eski İngiliz valisinin yandan çarklı torununu alarak batıya açılırız gazıyla yoluna devam eden Jimmy Palkhivala ve Vikram Bhat efendiler işte huzurunuzda… Conflicting Theories ha? Gidin ulan! Bu dengesizliği ilke edinmiş danaların bir başka grup fotosuna gidiyoruz şimdi. Yer badem bıyığın mutfağı, yanda kendi pazar tezgahından alınma beyaz torbada soğanlar, elde mavi saplı Pazar bıçağı ve yaramaz velet - sayko sapık karışımı bakışı ile bademin kafaya de-
falarca yediği merdane bu sefer spastik gözlükleriyle bizim İngiliz valisinin torunun elinde, 567. defa kafaya inmek üzere. Önceki resimde efendi efendi duran bıyıkları yeni terlemiş kardeş de eline mikser almış, boynuna da kabloyu dolamış ama fotoğraf kadrajına girememiş olan badem bıyığın annesinin de uçan tekmesini yemiş popoya. Bu fotoğrafın sonrasındaki sahneyi sizlerle paylaşıp grubun kariyerini daha fazla heba etmek istemiyorum ama özetlemek gerekirse, merdane artık bizim gözlüğün elinde değil, valinin torunu kendisiyle tek vücut olan merdane sebebiyle bu 3. resimde nedense pek bir hüzünlü … Mikserci de az önceki tekme esnasında bademin annesinin ayağındaki terliğinin girdiği yerden çıkartma telaşında; badem de tezgahın altına kaçmış ağlıyor... Eh ne diyeyim, görmüş kadar oldunuz… Üçüncü grubumuz, bizim ülkemizden de daha fazla sayıda metal grubu çıkartmış olan kült ülke Malezya’dan… Yukarıda Gore grind’ın imajı yerle bir iken burada da Black Metal’in ipliği pazarda… Atrocious! Kardeşim bu ne rezilliktir? Sakhrator, Siluman ve Azadark kod adlı elemanlar! Bu nasıl duruş, bu nasıl bakış, nasıl tip? Öndeki eleman! Sana diyorum göbek var anladık içeri çektin ama tüm göbek arkadan makat çeperlerini zorlamış, popondan çıkmış bunun acısı da yüzüne yansımış! Bu nasıl bir boynu bükük ama brutal bakış yahu? Dayak yedikten sonra döven elemanın uzaklaşması ve araya milletin girmesi ile beraber “Kaçma lannnn senin sülaleni ağlatıcam gel burayaaa” diye bağıran ezik çocuk edasıyla hüzünlü bir corpse paint ile yarmış geçirmiş… Ya belden itinayla çıkartılmış boxer? Yazıklar olsun oğlum var yaa, bir şey daha demiyorum… Ama yook bu ne mümkün!
Soldaki eleman da, fotoğraf karesine girdim mi girmedim mi telaşına gireceğine Vikernes’in kemikleri sızlatma endişesi taşısaydın ne olurdu be birader? Aa yok yaw şimdi anladım ortadaki esas oğlan kasılma telaşıyla koldaki çivili bilekliği senin en olmadık yerine batırmış da ondan böyle yaptın değil mi? Günahını aldık affet ama şu herifin çekin kulağını yahu! Ey sağdaki kardeş! Sana da ne diyim böyle herifleri nerden buldun be kardeşim! 1997’deki “Bir bahar akşamı rastladık size” tadındaki “Symphony Of Evening Breeze” adlı split çalışmalarıyla grup sevenlerine ulaşmış, bizleri de bu bahar akşamı makatik nevroza sürüklemiştir. İşte olayın
özeti budur… 1997 Kuala Lumpur doğumlu, yine Malezyalı grubumuz, Atatürk Orman Çiftliği dondurması sponsorluğu almak için kendini bu kadar rezil hallere sokan “Amuk”. Malayca’da azgınlık manasına gelen Amuk, ismini güzel olduğu kadar esnek ve kıvrak Türkçemizle öyle iyi analiz etme gazı var bende ki ama neyse yeri değil bu yamuk heriflerin ne yapmak istediği anlayan beri gelsin. Dr. Moero’nun adasında hayvandan dönme insanlara kurdurduğu Thrash metal grubu imajıyla sık sık kafaya doktorun fiskesini yediklerini tahmin ediyorum. Doktor demişken, taşa oturmuşsunuz, ünlü Hemoroid uzmanı Prof.Dr. El Habibi G*t Tabibi’nin de eline düşeceksiniz haberiniz olsun! Bu kadar laf ettikten sonra babaların diskografiye göz atınca, Japon çizgi filmlerindeki gözleri nokta olmuş, çizgi çizgi 3 sıralı göz yaşı fışkırtan koca ağızlı kahramanlar misali ağlamaya meyil ettim: Yuh! “Tanpa Prejudi” 1998, “Tak Relevent” 1999, “Medan 14 Tahanan-Best of/Compilation” 2000, “Akar Dan Bumi” 2000, “Dikir Timur” 2001, “Hakikat” 2002, “The Best of Amuk-Best of/Compilation” 2003, “Dendam” 2004, “Interpretasi” 2005, “Interpretasi ++” 2005, “2 Juta” 2006, “Bertemu Ruas” 2007, “Semakin Buas Video/VHS” 2007 gibi best of’lara, konser videolarına sahip bir grupmuş Amuk! Kafalara taktığınız o hayvan maskeleriyle sizi hayvanat alemine yolluyor, yazıklar olsun diyoruz! Şaka bir yana bu adamlar oldukça meşhur bölgelerinde… Youtube’a falan yazın
bakın, tam marşlık parçaları var! Tipine bak çay demle dedirten ancak dinlerken semaveri kafaya yedirten Amuk’a helal olsun! Evet… Malezya’dan sonra Moğolistan’a uzanıyoruz… Sıra Cengizhan’ın sülalesini ağlatmaya yeminli torunlarına geldi! Ayasiin Salkhi! Hay ağzınıza da ayağınıza da… Neyse! Biyografilerine baktığımda grubun 1984’te kurulması gözlerimi yaşartmakla beraber sallamasyon bir bilgi olmasından şüpheliyim… Yahu bıraksak var ya “İlk demomuzu Slayer’la takas yapmıştık postayla, Çakal Tom Araya, az üç kağıtçı değildi, kaç albümü/demoyu ripledi” diye yazmaya devam edeceksiniz. Şimdi hanginizden başlasam bilemedim ama sol üstteki kardeş! Bu nasıl peruk??? Arka sıra ortadaki kardeş ya sen? O peruğun annenin değilse bile teyzenin olmadığına yemin et! Arka sağdaki topesto! Vay rahatsız vay! Vay be sallamaya devam, türleri de Death Metal’miş! Bak bak bak… 1984’te Ulan Bator’da Death metal vardı ha? Possessed “Seven Churches”’ı sizden arakladı değil mi! Delirtmeyin adamı! Mötley Crue, Poison imajı ile yemin ediyorum Chuck Schuldiner’a uçar tekme vaziyeti aldırdınız mezarında! Öndeki soldaki napıyor peki? O kafandaki peruğu çekip alsak Tibet Rahibi imajlı kabak kafan çıkmazsa ben ne olayım! En adam akıllı eleman sağ öndeki ama o da giymiş kahverengi deri ceketi, takmış ters şapkayı, almış bizden eksi puanı… “Bu işi Moğolistan’da yapmak cidden zor” geyiklerini bir kenara bırakın, saç çıkmaz, gebeş olunur, ama göğüs gere gere imaj yapılır… Bakın endüstriyel Godflesh imajlı keltoş kafalarla hepinizin adam gibi yeni grup fotosunu bekliyorum, aksi halde bu halinizi rahipler konseyine sunarım, bir yandan Dalaylama dalar, bir yandan ben dalarım o olur… Evet arkadaşlar bu sayılık bu kadar… İlgiyle takip ettiğiniz dünya grupları serimize geçmişte katılımda bulunmak isteyenler oldu. Yine bu tür talepleri olan arkadaşlar olursa iletişim için şu adresten bana ulaşabilirler: www.myspace.com/goremaster Sevgilerimle...
Dream Theater ve Fates Warning elemanlarından kurulu bir süper grup olarak görülen Office Of Strategic Influence –ya da OSI- sessiz sedasız yeni albümü Blood’u piyasaya sürdü geçtiğimiz ay içerisinde... Adını 11 Eylül sonrası yerli ve yabancı basında Amerika propagandası yapmak üzere kurulan ve kısa bir süre aktif kalan kurumdan alan grup, Fates Warning’den Jim Matheos ve Dream Theater’dan Kevin Moore ile Mike Portnoy’u buluşturmasıyla dikkat çekiyordu. Grubun ana kadrosundan Moore ve Matheos yine albümde yer alıyor fakat davulun başında Mike Portnoy yerine Porcupine Tree bateristi Gavin Harrison oturuyor. Kendisi özellikle son Porcupine Tree albümündeki aşmış performansıyla çok iyi övgüler alarak yeteneğini ispatladığından kesinlikle proje adına da bir artı olarak gözüküyor. OSI’nin müziğini kısaca özetlemek gerekirsek, Fates Warning’in gitarlarını, Chroma Key’in elektonik ve ambiyans tabanlı atmosferi ve altyapısıyla birleştiren ve yer yer endüstriyel ve ya daha çeşitli etkileşimler eklenen bir müzik olarak açıklayabiliriz. 2003 senesinde Jim Matheos tarafından temelleri atılan OSI’in Mike Portnoy, Kevin Moore ve Sean Malone gibi önemli isimlerin katılmasıyla çıkardığı ilk albümleri Office of Strategic Influence, hem kadrosuyla hem de içerdiği mü-
EMRE DEDEKARGINOĞLU
zikle dikkat çekmişti. 1994 senesinde Awake albümü yayınlanmadan tam önce Dream Theater’dan ayrılarak grubun duygusal yanından birşeyleri eksilten Kevin Moore, The Perfect Symmetry, Disconnected ve A Pleasant Shade Of Grey gibi albümlerde Fates Warning ile birlikte çalışmıştı. Bunun dışında, Dream Theater sonrası kurduğu Chroma Key projesinde keyboard temelli, Ambient/Electronic arası, karanlık albümler çıkartan Moore, son birkaç yıldır ülkemiz içerisinde yaptığı işlerle (film müzikleri, konser...) adını ülke çapında da biraz duyurmuştu. Başlarda vokallere Pain Of Salvation’dan Daniel Gildenlöw’ü almak isteyen Moore ve Matheos, Gildenlöw’ün proje ile çok uyumlu olmayacağını düşünmesi üzerine Moore’un vokal yapması fikrine odaklanmışlardı. Müzikal açıdan kabaca Chroma Key ve Fates Warning’i buluşturan bir proje olarak görebileceğimiz grupta, Moore’un vokal yapması açıkçası uygunsuz bir fikir değildi. Sonuçta bu müziği yaratan adamlardan birisiydi Kevin Moore...
2006 senesinde Free’yi yayınlayarak ilk albümlerindeki müziğin devamını dinleyicilere sunan OSI, geçtiğimiz ay yeni albümleri Blood’u yayınladı. Şaşaasız bir şekilde piyasaya çıkan albüm için geçtiğimiz yıl sonlarına doğru çalışmaya başlayan Moore ve Matheos, eski albümlerde Sean Malone ve Joey Vera tarafından doldurulan bas gitar pozisyonu için yeni bir isim duyurmamıştı ve Matheos tarafından baslar kaydedilmişti. Mike Portnoy Dream Theater’ın yeni albümü için stüdyoda olduğundan davul görevleri de Gavin Harrison’a devredilince kadro bir nevi tamamlanmış oldu. Blood’da diğer bir dikkat çeken nokta Opeth’in beyni Mikael Akerfeldt’in bir şarkının yazımına katkıda bulunup, vokallerini yapmasıydı ki şüphesiz Opeth hayranlarının da ilgisini çeken bir haber olmuştur. Albümün açılışı Fates Warning tarzı arpejler ve sert rifflerle giren, Moore’un synthler ile desteklediği The Escape Artist ile yapılıyor. Terminal, tamamen Kevin Moore’un yarattığı altyapı üzerine kurulmuş, hafiften Dead Air For Radios dönemi Chroma Key’i andıran, Ambient bir şarkı... Ardından gelen False Start, yine Fates Warning etkileşimli tempolu ve sert riffler ve dinamik baterilerle açılıyor ve agresif bir hava sergiliyor. We Come Undone tamamen bir Kevin Moore eseri olduğunu gösteren Ambient/Electronica bazlı sakin yapısıyla albümü devam ettiriyor. Radiologue grubun hem sert hem de sakin melodileri bir arada işleyeşi açısından öne çıkarken, Be The Hero, drone ses denemeleriyle açılıyor ve son dönem Fates Warning-vari melodiler ile tempoyu yükseltiyor. Microbust Alert, değişik sesler ile başlayıp, gitar melodileriyle ve yoğun bas sesleriyle ilerliyor. Stockholm ise Akerfeldt’in temiz vokallerini gösterdiği, dingin ve sakin Ambient bir parça ve Akerfeldt’in hoş performansı ile dikkat çekiyor. Albümün son şarkısı, Moore’un atmosferik ses denemeleri ve Harrison’un şarkıya gidişat veren baterileriyle birlikte albüme son veriyor.
GÜVENÇ ŞAHİN EMRE AKPOLAT
www.vector-games.com
Hiç birşey düşünmeden, arkanıza bakmadan, önünüze çıkan engelleri yıkarak değil tıpkı su gibi, hava gibi engelin çevresinden dolaşarak, üzerinden, altından, içerisindeki boşluklardan akarak ve doğa ile bütünleşerek yolunuza engel tanımadan devam etmek ve çoğu zaman doğadan başka gidecek bir yeriniz olmadan rotanızı o an içinizden geldiği gibi çizmek. Bu tanımlama bize göre içinde sıkıştıkları sıkıcı şehir hayatını bir şekilde aşmak için bir yol arayan ve bu yolu free run - serbest koşu da bulan insanların duygularını açık bir şekilde ortaya koyuyor. Free run’ı kısaca açıklamamız gerekirse; şehir koşusu olarakta bilinen bu serbest sitil spor da sporcu şehir de (şehir bu sporcu için doğal bir parkurdur)
genellikle belirli bir rota olmaksızın önündeki engelleri aşarak ve çoğu zaman üzerinden atlayarak ilerler. Free run’ın bu ay sizlere tanıtacağımız oyun olan Mirror’s Edge ile olan ilgisi ise bir aynanın kenarları kadar keskin ve net. Free run bir spordan çok bir baş kaldırı olduğu için oyunun konusu içerisinde oldukça güzel bir şekilde işlenmiş.Oyunumuz adı bilinmeyen bir şehirde geçmekte ve bu şehir bizim parkurumuz. Oyunda ki şehrimiz totaliter bir rejim tarafından yönetilmekte ve tüm şehir güvenlik kameraları ile izlenmekte. Bu rejime karşı olan bir grup asi ise haberleşme ve fiziksel aktarımlar için güvenlik kameraları olmayan çatılardan ve sıradışı yerlerden ilerleyen koşucuları (runner) kullanmakta. Oyunda ki karakterimiz de Faith Connors adındaki bir koşucu. Karakterimiz bir gün polis olan kız kardeşi Kate den bir telefon alır ve kız kardeşi ondan bir cinayet ile ilgili bilgi toplamasını ister. Oyunun heycanını kaçırmamak için konu ile ilgili daha fazla bilgi vermek istemiyoruz. Oyun genellikle bir kaçma kovalamaca şeklinde ve temposu azalmadan devam ediyor. Oyunla ilgili biraz da teknik özellik vermek gerekirse şu şekilde özetleyebiliriz. Oyun
motoru
olarak
Gears
of
War
serisinden
de tanıdığımız Unreal Engine 3 tercih edilmiş. Işıklandırma içinse DICE, Illuminate Labs. ile beraber geliştirdikleri Beast isimli yeni bir sitem kullanmış. Bu sistemin getirdiği en büyük artı renkli nesnelerin ışığı kendi renklerinde yansıtmasını sağlaması. Benzer bir özelliğin UE3’e de sonradan LightMass ismiyle eklendiğini düşünürsek Mirror’s Edge’in bu özellikle piyasaya çıkan ilk oyun olduğunu söyleyebiliriz. Bu ışıklandırma sisteminin nimetlerini oyunda gezdiğiniz her ortamda görebiliyorsunuz. Bir takım kutuların üzerinde değil de bir şehri oluşturan binaların üzerinde dolaştığınızı hissediyorsunuz. Bunda tabii ki oyunun kamera kullanımının ve kontrollerin de katkısı büyük. Bu kadar çeşitli hareketin bu kadar az tuş kullanılarak yapılabilmesi şehrin bir ucundan bir ucuna klavyeye bakmadan zıplayarak, takla atarak, tutunarak, tırmanarak, takla atarak ve diğer envai çeşit akrobatik hareketleri yaparak ulaşabiliyorsunuz. Bir yandan da yaptığınız hareketlerin Faith tarafından uygulandığını bire bir görüyorsunuz. Eğer fps kamera tipinde ancak fps mantığından farklı bir tür oyun arıyorsanız Mirror’s Edge’i denemenizi tavsiye ederiz. Gerçek hayatta free run yapacak kadar atletik ve cesursanız onu denemek de sizin tercihinize kalmış tabii ki.