SİYASET İki Aylık Dergi Haziran-Temmuz Sayı: 35 10 TL
celaliyim, celalisin, celali... BEREKET KAR CEMAL YÜCEL CENK YİĞİTER DILARA YÜCETEPE ERTUĞRUL KÜRKÇÜ FATMA BOSTAN ÜNSAL FERAY MERTOĞLU HOŞYAR ABDURRAHMAN AHMED KAMURAN AKIN MAHİR SAYIN MAMOSTA ASO MEHMET MUTLU MIKE DAVIS MUHAMMED GOLDEREY MUSTAFA ÇEÇEN NADİR YILDIRIM NEJLA KURUL ONUR HAMZAOĞLU SAMUEL FARBER SÜHEYLA AYHAN SÜREYYA KARACABEY ŞEYH SADIK ŞİVAN MUHAMMED KERİM TÜLAY HATİMOĞULLARI YASİN DURAK
İÇİNDEKİLER meşru değil... resmi!
3
samuel farber demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü
4
mustafa çeçen olağanüstü devlet biçimi olarak “yeni türkiye”
10
mahir sayın milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp
14
fatma bostan ünsal “hak”kın yanında olmak için söyleşi: reha keskin
23
onur hamzaoğlu koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz
32
tülay hatimoğulları 21. yüzyılın firavunlarını barış, demokrasi, özgürlük güçleri yıkacak
38
ertuğrul kürkçü türkiye’nin uluslarası meşruiyeti söyleşi: yılmaz yücel
42
nadir yıldırım demokratik cumhuriyet için demokratik direniş söyleşi: ekin demir
51
mike davis sakızlar bitti
58
cenk yiğiter, kamuran akın, mehmet mutlu, nejla kurul, süreyya karacabey, yasin durak akademide bir koltuk ve hakikât söyleşi: göksel ılgın
61
dilâra yücetepe, feray mertoğlu, süheyla ayhan “hayır”ı kadınlar kazandı! söyleşi: deniz tunçel, hikmet sarıoğlu
69
bereket kar filistin’de açlık grevleri ve hamas’ın yeni yönelimi...
79
hoşyar abdurrahman ahmed, mamosta aso, muhammed golderey, şeyh sadık, şivan muhammed kerim, kerkük kerkük olalı... söyleşi ve çeviri: leyla uyar
81
cemal yücel hukukun kabir azabı söyleşi: özgür deniz özdirek
89
yasin durak perilere inanır mısınız?
96
Katkıda Bulunanlar: Ahmet Saymadi Ali Can Altunbaş Ali Özgür Özkarcı Belgin Şahin Burak Demiryakan Ceren Uyan Deniz Tunçel Didem Yılmaz Ekin Demir Gökay Işık Göksel Ilgın Gülnihal Koç Hikmet Sarıoğlu Leyla Uyar Mahir Gecikligün Melek Bengü Şahin Özgür Deniz Özdirek Reha Keskin Yılmaz Yücel Yiğit Yirmibeş
Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın Siyaset Gazetesi 2017 Haziran-Temmuz Sayısı Sahibi: Tahsin Kandamar
Yazı İşleri Müdürü: İsa Can Artar Görsel Tasarım: Selin Kalkan Kapak Fotoğrafı: Vincent Van Gogh, Sarı Gökyüzü ve Güneş ile Zeytin Ağaçları, Kasım 1889 Adres: Şehit Muhtar Mahallesi, Süslü Saksı Sokak, No:18/3/İstanbul E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Baskı: Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat 4NB - 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 0212 613 03 21
meşru değil… resmi! 17
Nisan’da güneşli bir pazartesiye uyanamadık. Devletin tüm olanaklarının “Evet” için seferber edilmesi bir tarafa, olası aksi tüm durumlara hazırlık yapılmıştı. Bir seçimde yapılabilecek her türlü hilenin yapıldığı, bunun da yetmediği durumda en son devreye YSK girdi. Ne uluslararası gözlemciler ne hukuk ne siyasi etik... Her şeyini başkanlık rejiminin ufkuna bağlayanlar “Hayır”ın resmen kazanmasının bedeline katlanamazlardı. Halkın oylarına el konuldu. Resmi sonuçlara göre yeni anayasa yüzde elli birle kabul edildi; ana muhalefet mahkemelere, halk sokağa koştu; resmi olan biz değiliz, sen de meşru değilsin... Ya da resmi olan sizsiniz ama meşru olan biziz.
“Hayır” daha bitmedi…
Halkların isyanı bitmez… Referandum sonuçları ile halklar yeni hamlesini nasıl sürdüreceğini, nasıl yan yana geleceğini konuşurken tüm tarihi arkasına alıyor. Eylemek için tarih gerekmiyor. Tarih eyleme siniyor, eyleme öğretiyor. Halklar toparlanıyor... Gitmiyor... Her fermana bir isyan gerekiyor... Fermanın adı şimdilerde KHK oluyor. Ferman yayınlanıyor... Halk celalleniyor...
Kuyucu Murat geleneği
Osmanlı’da oyun bitmez... Osmanlı’da oyun çok... Yeni anayasa maddelerini resmen geçirseler de elde ettikleri
sonuç bıçak sırtı bir sonuç olunca bir düşündüler; “Bu kazdığımız kuyuya biz düşebiliriz” dediler. Madem bu kuyuyu açtık, dolduralım... Kuyucu Murat görev başına! Ne zaman Anadolu bir isyana dursa bu Kuyucu Murat’lar peyda oluverir. En iyi bildikleri şeydir kuyu açmak, kuyu doldurmak... Yozgat’ta, Tokat’ta Celal var... Bolu’da Köroğlu... Sivas’ın, Maraş’ın Karayazıcı’sı var... Anadolu’nun isyancıları var... Dahası var... Çok var... Onlar da Kuyucu Murat... İsyancı öldürmek, bir gelenek... İsyancı olma ihtimali olanı öldürmek bir Kuyucu Murat geleneği... Çoluk, çocuk, genç, yaşlı... İsyancılar ve isyan potansiyeli olanlar tez kuyulara...
Ancak bu böyle gitmez…
Tarih sürüyor... Yeni “Kuyucu Murat’lar” faşizmin kurumsallaşması için kuyu açadursunlar... Başka çareleri yok... Korkunun da ecele faydası... Ankara’da İnsan Hakları Anıtı’nın yanı başında kuyu açmaya, Veli Saçılık’ı içine atmaya çalıştınız... Nuriye ve Semih’e yol arkadaşı olmuş Celali’yi... Ama tarihe bakın... Haziranın tarihine... 15-16 Haziran’da geleceğin kurucularının, tarihi eline aldığı şanlı direniş günlerine... Kapitalizmin gölgesini satamadığı ağaçları kesmeye çalıştığı yerde, Gezi’de başlayıp Haziran’a ve oradan tüm geleceğimize yayılan is-
yan ve komün günlerine... Ve yine bugün bir haziranda hâlâ... Ankara’nın göbeğinde “İnsan Hakları Anıtı” etrafında tarihi sürdüren Celali’lere bakın... “KHK’ler sizin, direniş bizim!” diyen memleketin tüm meydanlarında Celali’ler; ekmeksiz, susuz, aşksız bırakmaya çalıştığınız tüm Celaliler toparlanıyor. Gitmiyor. Haziran, gökkuşağı bayraklı Celaliler ile sarmaş dolaş günlerine hazırlanıyor. Onur Yürüyüşü’ne... Velev ki ibneyiz... Velev ki Celali’yiz... Haziran, tarihin sayfalarında nice Celali’yi akışkan sonsuzluğa uğurladı... Ve bu hazirana gelen günlerde yine tarihin yapıcıları Rakka’da, Diyarbakır’da akışkan sonsuzluğa yürüdüler... Yürüyüş tarihle birlikte, tarihi arkasına alarak, yeniden tarih yazarak sürüyor... Celali’ler bitmiyor... Ege’de zeytin ağaçlarına, Kütahya’da, Karadeniz’de yeşile, yaylalara saldırdınız! Yeşil yol değil yaylalar kardeştir... Kaç Kuyucu Murat yaratırsanız yaratın, kaç kuyu açarsanız açın artık... Çünkü; Şelaleye düşmüştür Zeytinin dalı Celali’yim Celali’sin Celali...* *
Cemal Süreya, Kısa Türkiye Tarihi
şelaleye düşmüştür zeytinin dalı....
3
D
EKİM
RİMİ 100 Y V E HASRET Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli, aklının aydınlığına sorular sormayalı
INDA AŞ
demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü
N. HİKMET
Samuel FARBER Çeviri: Burak DEMİRYAKAN
Sovyetlerin kökeni
Sovyetler (veya Konseyler), ilk olarak 1905 Devrimi sırasında Rus işçi sınıfının temel kurumları olarak ortaya çıktı. O yılın Ekim ayında grev hareketi Moskova’dan St. Petersburg’a yayıldığında eski başkentteki işçiler kendiliğinden ortak bir eyleme giriştiler. Putilov ve Obukhov fabrikaları dahil çeşitli fabrikalarda temsilciler (starosti) seçildi. Sonunda yaklaşık 40 temsilci 13 Ekim’de St. Petersburg Sovyeti’ni kurdu. 15 Ekim’deki üçüncü toplantıda 96 fabrika ve atölyeden ve 5 sendikadan 226 temsilci bulunuyordu. Çok geçmeden bu kurul, şehrin tamamında tüm işçileri ve devrimci hareketi temsil eden genel bir politik birim haline geldi. Gerçekten de, Petrograd Sovyeti çok fazla ve çeşitli sorunlarla ilgili harekete geçen ve konum alan gerçek bir işçi meclisine dönüştü.1
1917’de Sovyetlerin Dirilişi
Şubat 1917’de Çarizmin devrilmesiyle Sovyetler 1905’tekine benzer bir şekilde, seçmenlere konseyin seçilmiş temsilcilerini derhal geri çağırma hakkı verilerek, yeniden ortaya çıktı. 1917 Sovyetleri Petrograd’tan doğru yayıldı ve diğer büyük şehirlere, endüstri şehirlerine ve büyük garnizonlara sahiplik eden şehirlere yerleşti. İhtiyatlı bir tahmine göre Mayıs’ta 400, Ağustos’ta 600 Sovyet bulunuyordu.2 Bu Sovyetlerin, Geçici Hükümet’in yalnızca endüstri işçilerini değil, ayrıca askerleri, denizcileri ve köylüleri temsil eden ikili politik ve idari gücü haline gelmesi uzun sürmedi. Aynı zamanda ileride daha detaylı olarak göreceğimiz gibi Sovyetler içerisinde birçok siyasi parti aktif ve etkin hale geldi. Bu partilerin arasında Sosyalist Devrimciler (SD), Menşevikler, Bolşevikler, Anarşistler ve çokça daha küçük sosyalist parti vardı. Bununla birlikte bu partilerin çoğunluğu, Sovyetleri kapitalist Batı Avrupa demokrasilerindeki yaygın parlamenter
4
hükümet şekline bir alternatif olarak görmüyordu. Gerçekten de Bolşeviklerin bile bir süre Kurucu Meclis ile Sovyetleri birleştiren bir “birleşik devlet” tasarladığı görülüyor.3 Sonunda, Lenin ve Bolşevikler demokratik cumhuriyeti ilerici olarak adlandırıp kapitalist siyasi sistemin en yüksek biçimi olarak tanırken Sovyet hakimiyetini demokrasinin daha yüksek bir biçimi ve işçi sınıfının ekonomik hakimiyetine tek uyumlu olanı olarak savundular.
Ekim 1917’den sonra Sovyetler
Ekim 1917’ye gelmeden işçilerin, askerlerin ve köylülerin Sovyetlerinin sayısı 900’e çıktı.4 Yine de sayılar tek Oskar Anweiler, The Soviets: Russian Workers, Peasants, and Soldiers’ Councils, 1905-1921, New York: Pantheon Books, 1974, 2 A.g.e., s. 113. 3 Boris Souvarine, Stalin. A Critical Survey of Bolshevism, New York: Octagon Books, 1972, s. 209. 1
demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü başına, halkın katılımını sağlayan ve karar alıcı gücü Rus toplumunun her alanına yayılan özgün birimler olarak bu kurumların gelişimine eşlik eden heyecanı ve seferberliği yansıtamaz. Bolşeviklerin muazzam halk desteği bulduğu ve Sovyetlerdeki çoğunluğa ulaştığı başarılı Ekim Devrimi bu eğilimlere ivme kazandırdı. Ardından, 17 Aralık 1917’de İkinci Tüm Rusya Köylü Kongresi dağıldığında ve onun solcu çoğunluğu, resmi olarak İşçi ve Asker Sovyetlerinin Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesiyle (MYK) birleşen 81 Sol SD ve 20 Bolşevik’i seçtiğinde Sovyet sisteminin çoğunlukçu karakteri onaylandı.5 Sovyetler MYK’sinin tutanakları bu komitenin Bolşevik liderlerin isteklerine resmi mühür vurma görevi yapmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor.6 Aslında, bu tutanaklar kapitalist ülkelerdeki demokratik parlamentolardan daha geniş siyasi farklılığı kaydediyordu. 1917’nin sonlarında Sol SD hükümete katıldıktan sonra bile görüşleri Bolşeviklerden oldukça farklı bir parti olarak kaldılar. Bu farklılık Çeka ve Sol SD’nin başını çektiği Adalet Komiserliği içindeki önemli politika çekişmelerine yansıdı. Dahası, Sol SD en azından 1918’in ilk ayları boyunca pek çok bölgesel ve yerel sovyette kayda değer bir güce sahip oldu. Bu, o dönem Sovyetlerde olduğu kadar Bolşevik Parti’nin içinde önerilen anlaşmanın lehine ve aleyhine olan yerel Sovyet oylarının skorunu tutan basında Brest- Litovsk anlaşmasıyla ilgili açık ve keskin kamusal tartışmayı körükledi.7 Bununla birlikte MYK’nin gücü Ekim Devriminden kısa süre sonra kurulan asıl merkez hükümet olan Halk Komiserleri Kuruluyla (Sovnarkom) karşılaştırılamazdı. Sovnarkom resmi olarak MYK’ye karşı sorumlu olsa da, büyük politik öneme sahip bütün yasama işlemleri ve düzenlemeleri Sovnarkom tarafından yayımlandıktan sonra MYK tarafından görüşülmeli ve onaylanmalıydı. Yine de, Sovnarkom’un sovyet MYK’sinden ayrı bir kurum olarak kurulması, Lenin’in Devlet ve Devrim’ine karşın, en azından hükümetin yürütme ve yasama güçlerinin baş kurullarının ayrılığının yeni Sovyet sisteminde yürürlükte olduğunu açıkça gösteriyordu. Her halükarda, özellikle 1918’in ortalarında İç Savaş’ın başlarında Sovyetlerin Sovnarkom’a bağlılığı partideki muhaliflerin gözünden kaçmadı. Böylece, örneğin, 18 Ocak 1919’da Moskova’da topla-
nan parti konferansında E. N. Ignatov’un başını çektiği birçok yerel Bolşevik lider sovyet MYK’sinin yetkilerini arttırmak için Sovnarkom’un feshi çağrısını içeren bir önerge verdiler.8 Bununla birlikte, Komünist Parti bürokratik aygıtı artan derecede nüfuza sahip olmaya başlayana kadar, 1918’in ikinci yarısından sonra, Sovyet örgütleri ulusal ve daha çok yerel seviyede kayda değer bir gücün tadını çıkardılar. T. H. Rigby devrimci yönetimin erken döneminde hâkim olan durumu şöyle anlatıyordu: Halk komiserlerinin Sovnarkom önlemlerini eski (Çarist) bakanlıkların devamı olan saha örgütleri aracılığıyla yürürlüğe koyma gücü fazlasıyla sınırlıydı ve şimdi bölgesel ve yerel seviyede etkili güce odaklanılan sovyetlerle ve onların idari komiteleriyle işbirliğine bağlıydı. Bolşeviklerin çabukça bu kurulların çoğunun kontrolünü ele geçirdikleri doğru; ama partinin işleri kendiliğinden yürütebileceği bir mekanizması yoktu, sonradan olduğunda da, o dönemde politik olarak elverişli değildi. Bununla birlikte, MYK’nın gücünün daha küçük ölçekli Sovyetlerin üzerinde büyük etkisi vardı çünkü MYK özellikle “onların” merkezdeki kuruluydu…9 Dahası, Kasım 1917’den Haziran 1918’e kadar Petrograd’taki ilk semt Sovyeti üzerine bir çalışmasında Alexander Rabinowitch Bolşeviklerin şehir çapındaki veya daha küçük ölçekli parti komitelerinin semt Sovyetinin işlerini kontrol ettiğine veya sistematik olarak yönlendirdiğine dair çok az belirti bulmuştu. Gerçekte, yalnızca 1918 yazında parti semt komitesine karşı resmi olarak sorumlu bir Bolşevik grup semt Sovyetinde örgütlenmişti.10 İlginçtir ki, Bolşevik Parti’nin Petersburg Komitesi’nde Sovyet-parti ilişkileri konusunda tartışmalar yaşandığı sırada fiilen hiçbir Petersburg Bolşevik’i Sovyetler üzerinde sistematik parti kontrolüne benzeyen bir şey önermedi. Bir Bolşevik grup bağımsız Sovyetlerin üstün önemine vurgu yaptı ve hep beraber parti işini en aza indirdi. Muhtemelen “daha katı” olan ve “eski geleneklerin koruyucusu” olarak bilinen bir diğer Petrograd Bolşevik grubu hükümet işlerine bir şekilde temiz olmayan işler olarak bakarak küçük görüyordu ve idari bürokratikleşmeden dolayı kaygılıydı. Bu ikinci grup parti işlerinin propagandayla ve heyecan uyandırmakla sınırlı olduğunu düşünüyordu.11 Merkez illerdeki Sovyet
5
ve parti komiteleri üzerine yapılan bir diğer çalışma da partinin rolü ve gücünün Ekim Devrimini izleyen aylarda düşüşe geçtiğini gösteriyordu. Bu fenomenin iki temel sebebi vardı: birincisi, Sovyetteki tam zamanlı çalışma Bolşevik Parti üyelerinin tüm zamanını ve dikkatini alıyordu; ikincisi, merkez illerdeki sıradan parti üyeleri arasında yaygınlaşan ve “daha yumuşak” Petrograd parti grubunun düşüncelerine benzeyen düşüncelerdi, diğer bir deyişle Sovyet iktidarının başarısı partiyi lüzumsuz kılıyordu.12
Sovyetlerde Bolşevik kayıpları – Bahar 1918
Bolşevikler Ekim Devriminden sonraki ilk birkaç ayda seçim üstünlüklerini sürdürdüler. Yine de, bu durum ülkenin bütün bölgeleri için eşit oranda doğru değildi. Örneğin, John L. H. Keep 29 Kasım 1917 gibi erken bir tarihte Kiev’de Bolşeviklerin Sovyetlere düzenli olarak fabrika komiteleri aracılığıyla seçilen vekilleri, Bolşevik yanlısı Anweiler, The Soviets, s. 113. A.g.e., s. 205-6 6 John L. H. Keep(çev. ve ed.), The Debate on Soviet Power, Minutes of All-Russian Central Executive Committee of Soviets, Second Convocation, October 1917-January 1918, Oxford, England: Clarendon Press, 1979. 7 Malvin Malgus Helgesen, ‘TheOrigins of the Party-State Monolith in Soviet Russia: Relations between the Soviets and Party Committees in the Central Provinces, October 1917-March 1921’ Doktora tezi, State University of New York at Stony Brook, 1980, s. 63, 78-91; Ronald W. Clark, Lenin. A Biography, New York: Harper&Row, 1988, s. 336. 8 T. H. Rigby, Lenin’s Government: Sovnarkom 1917-1922, Cambridge, England: Cambridge Univesity Press, 1979, s. 165; Richard Sakwa, Soviet Communists in Power. A Study of Moskow during the Civil War, 1918-1921, New York: StMartin’sPress, 1988, s. 186-7. 9 Rigby, Lenin’s Government, s. 168-9. Ayrıca bkz. Robert Abrams, ‘The Local Soviets of the RSFSR, 1918-1912’, yayımlanmamış doktora tezi, Columbia University, New York, 1966, s. 377. 10 Alexander Rabinowitch, ‘The Evolution of Local Soviets in Petrograd, November 1917June 1918: The Case of the First City District Soviet’, Slavic Review, vol. 46, no. 1, Bahar 1987, s. 27. 11 A.g.e., s. 28-9. 12 Helgesen, ‘Origins of the Party-State Monolith’, s. 163-4. 4 5
demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü yasa tasarılarını ve Bolşevik yanlısı yürütmenin seçilmesini garantiye almak için hiçe saydığından bahsediyor. Bununla birlikte, Keep ayrıca daha nadiren de olsa başka türlü durumlarda bu tür taktiklerin diğer partiler tarafından Bolşeviklere karşı kullanıldığını söylüyor.13 Bolşeviklerin Sovyetlerdeki seçim üstünlükleri 1918 baharıyla birlikte tüm ülkede önemli ölçüde sarsılmaya başladı. Hükümet, görev süresi Mart 1918’de biten Petrograd Sovyeti için yapılacak yeni genel seçimi bu şartlar altında sürekli olarak erteliyordu. Görünen o ki, hükümet, muhalefet partilerinin kazançlarının görünür olmasından korkuyordu.14 Bu korku 25 Ocak’tan hemen önceki dönemde işçilerin yeni seçimler yapmaya karar verdiği Petrograd fabrikalarında Menşeviklerin, SD’nin ve bağımsız adayların koltukların neredeyse yarısını kazanmalarından beri hakimdi.15 Bu başa baş güç ilişkisi sonunda Petrograd fabrikalarında 18-24 Haziran 1918 arasında yapılan seçimlere kadar sürdü. Bu sefer Bolşevikler temsilcilerin yüzde 48.5’ini alırken, Sol SD yüzde 12.2’sini, SD yüzde 17.6’sını, Menşevikler yüzde 11.1’ini ve bağımsızlar yüzde 10.8’ini almıştı.16 Muhalefet matbaalarda, demiryolu atölyelerinde, devlet metal işleme fabrikalarında, belediye girişimlerinde ve Petrograd’ın dört tütün fabrikasının çoğunlukla kadın işçileri arasında iyi oy almıştı. Öte yandan, Bolşevikler geleneksel olarak militan, önceden özel olarak işletilen metal işleme fabrikalarında ve niteliksiz kadın tekstil işçileri arasında ve Treugol’nik Lastik Fabrikasında iyi oy almıştı.17 Petrograd’ta Sağ ve Sol SD’nin şaşırtıcı gücü ve Menşeviklerin görece zayıflığı bahsetmeye değer. Bu durum özellikle Bolşeviklere karşı işçi muhalefetinin merkezi olan geleneksel SD kalesi Nevski bölgesi için geçerliydi.18 Ayrıca, trudovoi narod veya “emekçi halk” gibi halkçı çağrılar ve terminoloji daha önce Petrograd işçi sınıfı arasında yaygınlık kazanmıştı.19 Her halükarda, Petrograd işçi sınıfı Bolşevizminin eviydi ve parti için sovyet temsilcilerinin yarısından azının seçilmesi çok ciddi bir gerilemeydi. Bolşeviklerin gücündeki bundan da büyük düşüş yakınlardaki radikal şehir Kronstadt’ta yaşandı. 1 Nisan 1918’de yapılan genel sovyet seçimlerinde (yani İç Savaş’ın çıkmasından önce),
Ordumuz çalışan insanların kurtuluş ordusudur
Bolşevik temsilcilerin oranı Ocak’ın sonunda yüzde 46’yken şimdi yüzde 28.9’a düşmüştü. Kalan temsilciler şöyle dağılmıştı: SD Maksimalistler (politik olarak Sol SD ile Anarşistlerin arasında yer aldıkları söylenebilir), yüzde 22.4; Sol SD’ler, yüzde 21.3; bağımsızlar, yüzde 13.2; Menşevik Enternasyonalistler, yüzde 7.6; son olarak Anarşistler, yüzde 5.4.20 Dahası, Rusya’nın tamamı düşünüldüğünde, Sovyetler Birliği’nde A. M. Spirin tarafından 1968’de yayımlanan rakamlara göre 100 bölge Sovyetinde Bolşevik Parti’nin temsili Mart 1918’in ortalarında yüzde 66’yken Nisan’dan Ağustos 1918’e yüzde 44.8’e düşmüştü – topyekun İç Savaş Mayıs 1918’in sonlarında, Savaş Komünizmi aralık sonlarında başladı.21 Vladimir Brovkin’in topladığı kapsamlı veriler Spirin’in Bolşeviklerin temsilde yaşadıkları büyük kayıpla ilgili verilerini onaylıyor ve
6
John L. H. Keep, The Russian Revolution. A Study in Mass Mobilization, New York: W. W. Norton, 1976, s. 265-342 14 Vladimir Brovkin, ‘Politics, Not EconomicsWasthe Key’, Slavic Review, vol. 44, no. 2, Yaz 1985, s. 246. 15 David Mandel, The Petrograd Workers and the Soviet Seizure of Power. From The July Days 1917 to July 1918, New York: St. Martin’s Press, 1984, s. 356. 16 A.g.e., s. 406. 17 A.g.e., s. 407-8. 18 A.g.e., s. 356. 19 S. A. Smith, RedPetrograd. Revolution in theFactories 1917-1918, Cambridge, England: Cambridge University Press, 1983, s. 166; Mandel, The Petrograd Workers, s. 356. 20 Israel Getzler, Kronstadt 1917-1921. The Fate of Soviet Democracy, Cambridge, England: Cambridge UniversityPress, 1983, s. 183, 186. 21 A. M. Spirin, Klassy i partii v grazhdankou’voine v Rossii (1917-1920 gg), Moskow: ‘MYSL’, 1968, S. 173-4 13
demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü ayrıca SD’nin ve özellikle Menşeviklerin kazançlarını da gösteriyor. Brovkin şöyle açıklıyor: Burada gösterilen veriler Menşevik-SD bloğunun Sovyet iktidarının gerçekten var olduğu Avrupa Rusyasındaki 30 eyalet başkentinin 19’unda şehir sovyeti seçimlerini kazandığını gösteriyor…. Bu çalışmaya başkentleri (Petrograd ve Moskova) dahil etmedim. Pskov Almanlar tarafından işgal edilmişti; Simbirsk’te iktidar partisi ve muhalefet başa baştı; iki şehirde (Novorossiisk, Novgorod) seçim yapılmamıştı; altı şehirle ilgili veri yoktu (Voronezh, Ufa, Perm, Astrakhan, Petrozavodsk, Smolensk). Haliyle, seçim yapılmış ve hakkında veri olan tüm Avrupa Rusyası eyalet başkentlerinde Menşevikler ve SD 1918 baharında çoğunluğu kazanmıştı…22 Yukarıda belirttiğim gibi, Spirin’in elindeki veriler Brovkin’in buradaki en önemli meseleyle, yani sovyet seçimlerinde Bolşeviklerin kayıplarıyla ilgili verilerini onaylıyor; ama başka açılardan Brovkin’in verileriyle ayrışıyor. Spirin’e göre, Bolşevik kayıplarının sebebi öncelikle parti dışı temsilcilerin büyük kazançları (yüzde 9.3’ten 27.1’e) ve Sol SD’nin küçük kazançlarıydı (yüzde 18.9’dan yüzde 23.1’e) – Sol SD Brest-Litovsk Anlaşmasının imzalanmasına tepki olarak Mart 1918’de hükümetten çekildi. Spirin’in ve Brovkin’in verileri arasındaki ayrılığın bir muhtemel açıklaması Brovkin Avrupa Rusyasındaki 19 bölge başkentini temel alırken Spirin’in 100 uezd (bölge) sovyet kongresini kast etmesi olabilir. Spirin’in rastgele örnek seçtiğini varsayarsak, kırsal uezdy sayısı kentten çok daha fazla olduğundan bunların çoğunun kırsal bölge olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, o dönem kent sovyeti “kongreleri” normalde uezd kongreleri olarak anılmıyordu.23 Bu yorum, Kuzey bölgesindeki 504 kırsal volosti’nin (köyden büyük coğrafi birim) Aralık 1917 ve Mayıs 1918 seçim verileriyle destekleniyor. Toplam 16553 temsilcinin yüzde 29’u Bolşevikler ve sempatizanlarına, yüzde 5.8 Sol Sosyalist Devrimciler ve sempatizanlarına, yüzde 1.1 “diğer” kategorisindekilere karşılık gelirken temsilcilerin yüzde 64.1’ini partisizler oluşturuyordu.24 Dahası, Menşeviklerin Avrupa Rusya’sındaki
taşra şehirlerinde iyi iş çıkararak politik olarak kendini toparladığı ama köylerde aynı başarıyı gösteremediği gerçeği partinin tarihsel toplumsal destek kaynağıyla tutarlıydı. Son olarak, Brovkin’in araştırmasının Orekhovo-Zuevo, Orel, Saratov ve Rostov örneklerinde olduğu gibi partisiz temsilcilerin genellikle Menşeviklerle ve SD ile beraber oy kullandıklarını gösterdiğini söylemek gerekir. Gerçekten de, başka araştırmalar da bu partisiz temsilcilerin aslında muhalefet partilerinin üyesi veya destekçisi olduğunu gösteriyor.25 Bu çalışmanın temel kaygılarının ışığında, Brovkin’e göre Bolşevik silahlı güçlerinin bu taşra seçim sonuçlarını genellikle tanımadığından özellikle bahsetmek önemlidir. Brovkin ayrıca, şehirlerde askeri gücü ele geçiren Bolşeviklerin Moskova’dan gelen talimatlara değil gücü ele geçirmiş yerel parti üyelerine uyarak hareket ettiklerini belirtiyor. Gerçekten de, bunu Tambovi Rostov ve Iaroslavl örneklerindeki gibi Moskova komiserlerinin müdahalelerine rağmen yaptılar. Bu durum Brovkin’i bunun “bir güç yoğunlaşması değil yerel siyasette bölgecilik ve 1918 bahar ve yazında yayılan merkez otoritenin dağılması” olduğu sonucuna götürdü.26 Volga’nın ana kolu Kama vadisindeki Viatka guerniia’sında (eyalet) yer alan İzhevsk şehri üzerine yapılan bir çalışma Brovkin’in bulgularını doğruluyor. Dolayısıyla, Mayıs 1918’deki İzhevk Sovyeti temsilci seçimlerinde Menşevikler ve SD çoğunluğu kazandı (135 koltuktan 70’i). Haziranda bu iki parti, Sovyetin yürütme komitesinde de çoğunluğu kazandı. Bu noktada Bolşevik liderliği iktidarı bırakmayı reddetti ve Kazan Asker ve İşçi Sovyeti temsilcilerinin yardımına başvurdu. Bu Sovyet İzhevsk’e yerel Bolşeviklerin baskın olduğu Kızıl Muhafız birlikleri ile beraber Mayıs ve Haziran seçim sonuçlarını iptal ederek yürütme komitesinin SD ve Menşevik üyelerini tutuklayacak bir denizci ve asker birliği gönderdi.27 Ayrıca, ciddi işsizlik ve hatta kıtlık dahil şiddetli ekonomik krizin İç Savaş’tan da önce işçi sınıfının ve köylülerin hükümetle anlaşmazlığının temel sebebi olduğu geniş ölçüde kabul görüyor. İşçi sınıfının ve köylülerin önemli kesimlerinin birkaç ay önce aynı sebeplerle Geçici
7
Hükümet’ten desteği çektikleri gibi materyal gelişme sağlayamadığı için Bolşevik Parti’den desteği çektiklerini söylemek yanlış olmaz. Üstelik, Marcel Liebman’ın hatırlattığı gibi, 3 Mart 1918’de hoş karşılanmayan Brest Litovsk anlaşmasının imzalanması Bolşevikler için ciddi bir politik gerilemeydi.28 Her halükarda, yukarıda sözü geçen veriler ve tartışmalar Lenin’in ve ana akım Bolşeviklerin işçi sınıfı ve halk desteğini kaybetmelerine nasıl tepki verdiklerini anlamak için bir arka plan sunuyor. 1918 Martından Haziranına kadarki bu dönemde Lenin sık sık işçi sınıfı içinde ayrımlar yapmaya, hala güvenilebilecek işçileri ayrı tutmaya, işçi sınıfını terk edip burjuvazinin safına geçmekle suçladığı işçileri kınamaya ve işçi sınıfına “küçük burjuvazinin çözülmesinin hastalıklarının bulaşmasından” yakınmaya başladı.29 Bu tür açıklamalar yakın zaman sonra (yani 1919’da) Lenin’in tüm proletaryanın diktatörlüğü kavramını en gelişmiş işçilerin, yani partinin, diktatörlüğüyle değiştiren tamamen açık revizyonunun temelini oluşturuyordu. Kısaca, Bolşevikler 1917 yazının sonlarında Kornilov’a karşı verdikleri mücadeleden beri işçi sınıfında kazandıkları hegemonyayı kaybetmeye başlıyorlardı. Öyle görünüyor ki, en azından PetVladimir Brovkin, ‘The Mensheviks’ Political Comeback: The Elections to the Provincial City Soviets in Spring 1918’, The Russian Review, vol. 42, no. 1, 1983, s. 47. 23 Spirin’in kitabından parçaları çeviren ve ilgili bölümleri yorumlayan Profesör Gerald Surh’a teşekkür borçluyum. 24 Silvana Malle, The Economic Organization of War Communism, 1918-1921, Cambridge, England: Cambridge University Press, 1985, S. 367. 25 Brovkin, ‘The Mensheviks’ Political Comeback’, s. 7, 23, 31, 43; Abrams, ‘The Local Soviets of the RSFSR’, s. 376. 26 Brovkin, ‘The Mensheviks’ Political Comeback’, s. 47-8. 27 Stephen M. Berk, ‘The “Class Tragedy” of Izhevsk: Working Class Opposition to Bolshevism in 1918’, Russian History, vol. 2, no. 2, 1975, s. 181. 28 Marcel Liebman, Lenin is munder Lenin, London, England: Jonathan Cape, 1975, çev. Brian Pearce, s. 225-6. 29 A.g.e., s. 226-7 22
demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü rograd örneğinde, Bolşeviklere karşı en güçlü muhalefet Sovyet iktidarına desteğin görece yeni bir fenomen olduğu işçiler arasındaydı.30 Gayet açık ki, hükümetin durumu burjuvazi ve şehirlerdeki diğer oy hakkı olmayan unsurlar arasında da iyi durumda değildi ve yakında 1918’in ikinci yarısının başlarında “Savaş Komünizmi” politikalarının uygulanmaya başlamasıyla köylülerin de düşmanlığını kazanacaktı. Güncel bir tartışma 1918 baharı ve yazında işçi sınıfının Bolşeviklere karşı memnuniyetsizliğinin politik anlamını ve sonuçlarını açıklamamıza yardım ediyor. Bir tarafta William G. Rosenberg Aralık 1917’den Nisan 1918’e Sovyet hakimiyetinin ilk aylarında Rus işçi sınıfının katlandığı sert ekonomik koşulları ayrıntılı olarak anlatıyor.31 Petrograd örneğinde, bu ekonomik koşullar, Mart 1918’de Menşeviklerin teşvikiyle Fabrika Temsilcileri Konferansının toplanması gibi, hatırı sayılır işçi eyleminin gelişmesine neden oldu. Petrograd Konferansına birçok matbaadan (Menşeviklerin kalesi) ve savunma üretimine son verildiğinden birçok işçinin yerinin değiştirildiği en az 15 büyük metal işleme fabrikasından temsilciler katıldı. Rosenberg’e göre Nisan 1918 ile birlikte bu konferansa 40’tan fazla Petrograd girişiminden temsilci katılmıştı. Dahası, Mayıs ve Temmuz 1918 arasında Petrograd’taki Bolşevik karşıtı işçi sınıfı eylemleri 18 grevde ve 40 diğer olayda (eylemler, fabrika toplantıları)kendini gösterdi. En çok eylem vurulmalar gibi hükümetin politik baskı eylemlerini hedef almıştı.32 Bir diğer tarihçi tarafından yapılan çalışma Moskova’daki işçi sınıfı arasında da nasıl kayda değer bir huzursuzluk olduğunu gösteriyor. Burada, Menşeviklerin özellikle matbaa, demiryolu, kimya, öğretmen ve işveren sendikalarında önemli etkisi vardı.33 Bununla birlikte Rosenberg’e göre Bolşeviklerin aksine; ne Fabrika Temsilcileri Konferansı’nın, ne de diğer muhalif grupların Rus işçileri kuşatan yeni felaketler için inandırıcı bir açıklamaları veya ikna edici bir uygulanabilir alternatif toplumsal düzen görüşleri yoktu. Kurucu Meclis, sivil özgürlükler, tek, bölünmez bir cumhuriyet ve baskıya son vermek adına genel grev çağrısı yapıyordu ama bu
amaçların yiyecek sıkıntısı, işsizlik, üretim veya daha etkili bir devlet ekonomik aygıtı oluşturma sorunlarını çözmekle çok az ilgisi vardı. Doğrusu, felaket kısa süreli rahatlamanın ötesindeydi. Bu Ekim’den öncesi için de doğruydu ve 1917 vaatlerinin yanlış ve asılsız olduğu iddia edilebilirdi. Ama, her şeye karşın, Ekim sonrasında iyilik vaatleri ikna edici değilse bile politik güce sahiptiler.34 Vladimir Brovkin, Rosenborg’a cevabında çoğunluğun memnuniyetsizliğini yansıtan her sosyal ve ekonomik talebin, belirli politikaların belirli partilerle ilişkili olması sebebiyle, işçileri Bolşevik yetkililerle politik bir yüzleşmeye götürdüğü konusunda ısrar etmişti. Brovkin, özellikle de,
8
Bolşeviklere mal ettiği politikaların (ör. bankalara ve fabrikalara el konulması) ekonomik durumu iyileştirmek yerine daha da kötü hale getirdiği savını sürdürmüştü. Brovkin, buna ek olarak, Menşeviklerin bu politikalara güçlü bir şekilde karşı çıktıkları için, Mandel, The Petrograd Workers, s. 291. William G. Rosenberg, ‘Russian LaborandBolshevik Powerafter October’, Slavic Review, vol. 44, no. 2, Yaz 1985, s. 223. 32 A.g.e., s. 229, 233. 33 Richard Sakwa, ‘The Commune State in Moskow in 1918’, Slavic Review, vol. 46, nos. 3/4, Güz/Yaz 1987, s. 442, 441. 34 Rosenberg, ‘Russian Laborand Bolshevik Powerafter October’, s 237. 30 31
demokratik sovyetlerin yükselişi ve düşüşü 1918 baharındaki dirilişin bu gerçekle çokça bağlantılı olduğunu öne sürmüştü.35 Menşeviklerin büyüyen işçi sınıfı oylarının, çoğu işçinin bankalara el konulmasına, yani devrimin tam manasıyla önemli bir kısmına karşı yapılan Menşevik muhalefetine duyduğu sempatiden kaynaklanıp kaynaklanmadığı kesinlikle tartışmaya açık. Ancak, William G. Rosenberg’in de belirttiği gibi, işçilerin, sorunlarının temel kaynağı olarak en başta kafa karışıklığı ve anarşiyi görmeye başlamış olduğu şüphe götürmezdi. Rosenberg’in tanımladığına göre, çok sayıdaki rekabetçi ve çelişen Bolşevik ve sovyet yetkilisinin yayımladığı çelişkili emirler fabrikalara silahlı
Çekistler tarafından getiriliyordu. Hatta bu düzensizliğin fabrika komitesi delegeleri arasında, Anarşistlerin, çözüm önerilerine olmasa bile, en azından hükümet eleştirilerine karşı sempatinin artmasına sebep olduğu bile söylenmişti.36 Buna ek olarak, işçi topluluklarının hatta bazı komiserlerin bu kişilerin vasıflarının işleyiş için hayati derecede önemli olduğuna dair karşı görüşlerine rağmen çok sayıda teknisyen, yukarıdan gelen bir emirle, görevlerinden alınmıştı.37 Yine de, teknisyenlerin Bolşevik rejimine karşı muhalefetinin, onlar ve mavi yakalı işçiler arasında tatsız çatışmalara sebep olduğu belirtilmelidir.38 Ama yine de Mayıs 1918’de, neden Putilov işçilerinden bir delegasyonun Smol’nyi’ye
gidip sovyet seçimlerine erteleme talep ettiğini ve Zoniviev’e, ya sovyet seçimleri hemen yapılmalı ya da işçiler devrimci yeni seçimleri kendi yapar, diyerek ültimatom verdiğini anlamak için Menşevik politikalarına yönelik bir sempati olduğunu varsaymaya gerek yok.39 Son tahlilde, Rosenberg de Brovkin de, Bolşeviklerin sovyet seçimlerindeki kayıplarını görmezden gelmesinin kafalarda oluşturduğu sorularla doğrudan bir yüzleşmeyi başaramamışlardır. İlk olarak, Bolşeviklerin, sıradan halkın temsilcilerini geri çağırabilmesi sebebiyle Sovyet sisteminin üstünlüğünü beyan ettiği düşünüldüğünde, işçiler, Bolşevikleri hükümetten almakla ve muhalefet daha iyisini yapıp yapamayacağını görmekle yükümlü değil miydi? Eğer Rosenberg, muhalefetin, ülkenin yüzleştiği krizlerle başa çıkacak bir programa sahip olmadığı iddiasında haklıysa, işçiler yine de bunu kendileri deneyip bulmakla yükümlü olmamalı mı? Öte yandan, Bolşevikler, böyle bir girişime -hangi şartlarda- direnmekte haklı mıydı? Bu olaylardan çıkan, alakalı ve bir o kadar da temel bir sorun ise Bolşeviklerin çokça heterojen, hatta çelişkili bir işçi sınıfı ve köylü desteği üzerinde bir iktidara yükselmiş olduğu gerçeğiyle ilgilidir. En azından, köylüler bir yana, işçi sınıfının bazı önemli kesimleri, işçi sınıfının geri kalanı iyiden iyiye radikalleşip, Lenin’in partisini uzun vadeli ve radikal programcı zeminde desteklerken, onları kısa vadedeki bir maddi iyileşme beklentisi içinde desteklemişti. Bu sırada, sonunda bozularak Stalinizme evrilen büyük toplumsal kalkışmayla ilgili bir ironiden bahsetmek istiyorum. Bu, ilk döneminde işçi sınıfı ve köylüler arasında hükümete ve muhalefete olan desteğin miktarını açıkça ve net olarak kaydeden seçim mekanizmalarına izin veren tek radikal yirminci yüzyıl devrimiydi. Vladimir Brovkin, ‘Politics, Not EconomicsWas the Key’, s. 244-5. 36 Mandel, The Petrograd Workers, s. 376. 37 Rosenberg, ‘The Russian Laborand Bolshevik Power’, s. 227. 38 Smith, Red Petrograd, s. 234. 39 Brovkin, ‘Politics, Not EconomicsWastheKey’, s. 24 Before Stalinism, The Rise and Fall of Soviet Democracy, Samuel Farber, Polity Press, 1990 35
9
olağanüstü devlet biçimi olarak “yeni türkiye”
Mustafa ÇEÇEN
T
ürkiye’de kapitalist devletin aldığı olağanüstü biçimin niteliği solda tartışılmaya devam etmektedir. Bu tartışma, 2010 Anayasa değişiklikleri ile başladı, 2013 Gezi Haziranı ile devam etti, 2014 ve 2015’deki seçimler ve nihayet, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve 2017 Anayasa değişiklikleri sonrasında da sürüyor. Bu tür tartışmalar solun akademik platformları1 dışında siyasal platformlarında da (hareketler, partiler vb. içinde) sürdürülüyor. Burada, özellikle siyasal çevrelerde sürdürülen bazı tartışmalarda2 sorunlu olduğunu düşündüğüm bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.
Varılan evrenin tespit edilmemesi
Bu tartışmalarda solun genelince süreç vurgusu yapılmakta ve “henüz kurumsallaşmış bir rejimle karşı karşıya olunmadığı” sonucuna varılmaktadır. Olgusal olarak bir dizi gerçeklik ardı ardına sıralanarak savunulduğundan ve
ayrıca savunucuları, rejimin halen de taşıdığı demokratik potansiyellere ilişkin kimsenin aklına gelemeyecek ayrıntıları görünür kılmasından dolayı, aslen verimli olan bir süreç analizine dayansa da, bence bu bir yanılgıdır. Gerçekten de, süreçte, kapitalist devleti olağanüstü bir biçimine dönüştüren demokrasi karşıtı siyasi aktörlere direnen çok çeşitli demokrasi dinamikleri tümüyle bastırılabilmiş değildir. Mücadelelerin seçim benzeri platformlarda görünür şekilde yürütülebildiği de görünür bir gerçektir. Görünür gerçeklere rağmen süreç analizinin bir yanılgı olması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın neredeyse her konuşmasında vurguladığı “yeni Türkiye” gerçeğini ısrarla örtüyor olmasından kaynaklanır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2015 Haziran seçimlerinin çok öncesinde telaffuz etmeye başladığı bu kavramı, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nü3 doğuran menfur darbe girişiminin başarısız olması üzerine, bu kez aldıkları mesafeyi göstermek üzere “tarihsel önemde bir dönüşüm”e işaret etmek için daha da vurgulu şekilde
10
kullanmaya devam etmiş, AKP hükümetlerinin 14 yılda aldığı mesafeyi ve gerçekleştirdiği bu dönüşümü, solun da anlayabileceği dille, ayrıca, “sessiz devrim”, “büyük devrim” olarak nitelemiştir4. Siyasal rejim tartışmasına ilişkin olarak bkz. Praksis dergisi, Siyasal Rejim Tartışmaları sayısı, Sayı:37, 2015/1, Dipnot Yayınları, Ankara, 2015. 2 Bu türden tartışmaların salt bir entelektüel merakın konusu olmadığını, sınıf mücadelesinin konjonktürde edindiği bağlamı görünür kılarak, bağımsız sınıf siyasetinin taktiklerinin şekillenmesine kaktı sunduğunu unutmamak gerekir. 3 Bu yanılgının peşinden koşanlar, böyle bir günün ilan edildiğinin henüz farkına varmış değillerdir. Ancak birkaç ay sonra birinci yıldönümünde 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü büyük kutlamalara konu edildiğinde, gerçekten anlamını idrak edebileceklerdir. 4 Bu konuşmalara Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinden kolaylıkla ulaşılabilir: http://www. tccb.gov.tr/ 1
olağanüstü devlet biçimi olarak “yeni türkiye” Demek ki yönetenler katında, “eski Türkiye”nin “yeni Türkiye” ile aşıldığı, “yeni Türkiye”nin nihayet 16 Nisan’da yapılan Anayasa referandumu ile kabul edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile inşa edildiği ve inşa sürecinin de Erdoğan’ın “kurucu lider”liğinde devam edeceği konusunda en ufak bir şüphe yoktur5. Buna rağmen, “yeni Türkiye”de kapitalist devletin aldığı olağanüstü biçimin stabil olmadığını düşünerek, varılan evreyi tespitten kaçınanlar, sermaye çevrelerinden neşet eden ve yankısı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) saflarında görülen, Cumhuriyet’in eski dinamiklerinin henüz tümüyle tüketilmediği yanlışına düşmektedir. Örneğin, Türkiye’nin tüm yurttaşları için halen daha laik ve demokratik bir ülke olduğu ya da daha iyi ihtimalle henüz bu doğrultunun başat olduğu kabul edilmektedir. Bu, hem doğrudur hem de doğru değildir. “Yeni Türkiye”, 12 Eylül’ün Türk-İslamcı resmi ideolojisinden bir yeni “millet” yaratılarak inşa edilmektedir, bu anlamda 12 Eylül rejiminin farklı bir aşamada yeniden kurumsallaştırıldığı kabul edilebilir. Aslında Evren’in kurmak istediği ama Erdoğan’ın kurucusu olduğu bu yeni “millet”in parçası olmayı kabul etmiş kesimler açısından, Türkiye fazlasıyla “laik” ve “ileri demokratik”tir. “Hayır, bu milletin tamamı değil, hatta yüzde 50’si bile değil” diyenler açısından, insan hakları sicili Avrupa Komisyonu tarafından tekrar denetime alınmış, sivil ve siyasal özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, laiklik ilkesinin sadece hakim mezhebe devletin kamu hizmeti götürmesi olarak anlaşıldığı, eğitiminde Sünni hakimiyetinin sağlandığı ve ruhbanın toplumsal hayattaki meşruluğun kaynağı haline getirildiği, ne demokratik ne de laik bir ülkedir. Başörtüsü ile görev yapan polis, asker ve hakim için “ileri demokratik” ve “laik” olan ülke, çocuğunun din dersi almasını istemeyen Alevi için, ne demokratik ne de laiktir. Siyasetin görünür sahnesi, hoşumuza gitsin gitmesin şöyledir: “Yeni Türkiye”, kurulan yeni devlet aygıtının hakikatidir; bu devlet aygıtına göre, Erdoğan “yeni Türkiye”nin kurucu lideridir ve “yeni Türkiye”yi başka deyişle, yeni devleti, zaman zaman tökezlese de inşa etmeye devam etmektedir. Bu ara evre tespit edilmeksizin yapılan her analiz, bugün, esasen Erdoğan’ı tarihin
bir sonucu değil anomalisi olarak görmeye dayandığı için baştan yanlıştır.
Hakim sınıflar analizinin arka plana itilmesi
Solda da, maalesef, liberal çevrelerde yaygın olan Erdoğan’ı tarihsel bir sonuç değil kendine özgülük olarak görme, yaşanan süreci Erdoğan’ın özneliği ile anlamaya çalışarak sermaye ile “yeni Türkiye” ilişkisini karartma tutumu, genellikle hakimdir. Erdoğan’ı tarihin bir anomalisi olarak gören anlayış, muhtemelen uluslararası sermaye çevrelerindeki kimi kısmi homurdanmalardan yola çıkarak, bu sermaye çevrelerine entegre olmuş olan ve TÜSİAD’da simgeleşen büyük sermayenin Erdoğan rejimine kerhen destek verdiği ya da destek vermediği, hatta aslında baskı altında tutulduğu için destek verdiği -neredeyse Koç grubu için ağlayacağız!- yalanını (evet bu bir yalandır) yaymaktadır. Çok açık ve net bilinmelidir. Bana göre, bugün Erdoğan’a, “yeni Türkiye’nin kurucu liderine” bakan bir solcu, onun omuzlarının üzerinde “sağ meleği” olarak MÜSİAD’ı “sol meleği” olarak TÜSİAD’ı görme basiretine sahip değilse, ya kördür, ya aptaldır ya da bilinçli bir rejim ideoloğudur. Kördür, muhtemelen dünyaya uzun süredir Kapital zaviyesinden bakmayı unuttuğu için körleşmiştir. Aptaldır, muhtemelen demokratik niteliğini daha 1848’de tümüyle yitirmiş olan burjuvaziden demokrasi ummakta, Erdoğan karşısında “kendisine acımamız gereken” sermaye ile demokrasi cephesini inşa etmeye soyunmaktadır. Bilinçli bir rejim ideoloğu olduğu ise, bu analizin, yoksullardan kitlesel destek alan AKP’yi meşru kılmak için rejim yazarlarının Sabah ve Akşam tekrar ettikleri ve yayılmasını istedikleri analiz olduğunu bilip de bilmemezlikten gelmesinden anlaşılır. Bu gerçek bilinmediğinde; kendisi bir sermaye partisi olmak istemekle birlikte sermaye tarafından sadece ve sadece, ezilen mezhep mensubu alt sınıfların ve laik yaşam tarzını benimsemiş orta sınıfların “yeni Türkiye”ye karşı olası isyanını, bu kesimleri rejime içererek bastırmakla “görevlendirilmiş” bulunan, neyse ki toplumsal tabanı buna uygun davranmadığından bu programa tümüyle teslim alınmayan CHP’nin sermaye ile yaşadığı “ne seninle ne sensiz” trajedisinin ortağı olmak kaçınılmazdır.
11
“Yeni Türkiye”, böylece sadece devlet aygıtında bir dönüşümün adı olmaktan çıkmakta bir bütün olarak sermayenin programı niteliğini kazanmaktadır. Sermaye, 2023 hedefleri olarak ilan edilmiş bulunan hedeflere kilitlenmiş haldedir, kimi eleştirileri var gibi görünse de, yeni devlet aygıtını ve Erdoğan’ın liderliğini, onun bir iktisadi rekabet unsuru, güçlü bir sermayedar haline dönüşmesine onay vermek dahil, benimsemiştir.
Hukuksal dönüşüme ilgi gösterilmemesi
Sol, maddi ilişkileri gözlemekten kaçındığı gibi hukuksal ilişkilerdeki dönüşümü çözümlemekten de kaçınmaktadır. “Yeni Türkiye”nin hukuksal karakteri, keyfiliktir. “Torba yasa”lar, “yok kanun yap kanun”lardan hiçbir siyasal ve hukuksal denetime tabi olmayan Olağanüstü Hâl Kanun Hükmünde Kararnameleri rejimine geçilmiştir. 2017 Anayasa referandumu sonucunda da bir tür kuvvetler birliği rejimi tesis edilerek, özgürlükler, inşa edilen “millet”in parçası, devlet diliyle söylersek, “yerli ve milli” olma ve “kurucu lider” tarafından tanınma ön koşuluna bağlanmıştır. Böyle bir ortamda ifade özgürlüğü varmış gibi, örneğin “sosyalizm programının güncelliğine” ilişkin siyasal ve kamusal bir tartışma yürütmek ve bu siyasal ve kamusal tartışmadan anlamlı sonuçlar çıkabileceğini ummak, gerçek bir hayaldir. Bundan “Yeni Türkiye”de sosyalizme izin verilmeyeceği sonucu çıkarılmasın. Aksine kurulan “millet”in parçası, “yerli ve milli” olması şartı ile “sosyalizm”e “eski Türkiye”de olduğu kadar bir “yer” açılacaktır. Elbette yakın tarihte Ortadoğu ülkelerinde gördüğümüz devletin korumasına mazhar sosyalist/komünist partiler olarak kalabildikleri müddetçe… Solun, bu durumu kabullenen kesimi dışındakilerin de, sorunun çok farkında değilmiş gibi davranmasının nedeni, olağanüstü devlet biçiminin hukuksal işleyiş tarzını tam olarak anlayamamasıdır. Hukuksallaştırma süreçlerinin analiz edilememesi, faşizm Bu yönetenler katına, esas olarak bürokrasi de dahildir ve bürokrasinin bu sürecin tersinebileceğine dair en ufak, küçücük bir şüphesi olsa idi, Yüksek Seçim Kurulu üyesi hakimler 16 Nisan günü o kararı almaya cesaret edemezlerdi. 5
olağanüstü devlet biçimi olarak “yeni türkiye” dışındaki ara formların; örneğin, anayasal diktatörlük, seçimli otoriterizm vb. biçimlerin de anlaşılamamasına ve buna karşı özgül bir demokratik siyaset inşa edilememesine neden oluyor. Böyle olunca da, çözümlemelerde; nalıncı keseri gibi kapitalist devlet ya faşist ya da demokratik olarak değerlendiriliyor, iyi ihtimalle de demokrasiden faşizme doğru yolculuk halinde oluyor. Faşist olmayan bir otoriter rejimde de sanki özgürlükler kazanılmış gibi, siyasal stratejiler kuruluyor vb. Çıplak gözle de görüleceği üzere, “yeni Türkiye”, şiddet temelli siyasal mücadelelerin toplumsal meşruluk ve onay kazandığı bir olağanüstü rejim aşamasına geçmemiştir. Bu apaçık bir doğrudur. Bunun temel sebebi, “yeni Türkiye”nin Avrupa Komisyonu üyeliğini sürdürmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin sağladığı minimum korumanın var olması, idam cezasının olmaması vb. gibi olgular yanında parlamentonun açık olması, seçim mekanizması ile demokratik meşruiyet alanının canlı tutulmasıdır. Bunun bilincine varılması, sivil ve siyasal özgürlüklerin kazanılmasına ilişkin somut programı da görünür kılar. “Yeni Türkiye”nin kurucu siyasi aktörleri, seçimleri manipüle etme kapasitelerine ve mekanizmalarına güvendikleri için seçim mekanizmasını sürdürmekte, parlamentoyu da açık tutmaktadır. Aksi doğrultuda attıkları, örneğin, “sivil ölüm”e mahkum edilmiş yüzbinler ya da seçilmiş milletvekilleri ile belediye başkanlarının tutuklanması gibi adımları, anayasal mekanizmaları çarpıtıp özünden farklı kullanarak (OHAL KHK’leri) ve genellikle hukuk sistemini işleterek attıklarından, başka deyişle, kararları yargıçların vermesinden doğan şekli hukukilik nedeniyle, rejim siyasal meşruluk üretebilmektedir. Bu nedenle de, siyasal şiddet eylemlerinin her türlüsü, ayrımsız şekilde, toplumda yaygın şekilde “terör eylemi” olarak kabul edil-
Sivil ve siyasal özgürlükler kazanılmadan, ifade özgürlüğü varmış gibi davranmanın ve siyasal özgüce aşırı güvenin ne büyük bir toplumsal ve siyasal tasfiyeye dönüşebileceğine tarih, bir değil birkaç kez tanıklık etmiştir.
mekte ve demokratik siyasi partiler ve demokratik kamuoyu tarafından da haklı olarak, kınanmaktadır.
“Yeni Türkiye”nin ürettiği meşruluğun göz ardı edilmesi
Devlet aygıtı olarak “yeni Türkiye”nin bir tür siyasi meşruluk ürettiği olgusu da olağanüstü biçim tartışmalarında göz ardı edilmektedir. Akademisyenlerin “Barış Bildirisi”nden tutun da parlamenterlerin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması vb. gelişen tüm olaylar dahil olmak üzere 7 Haziran 2015’ten bugüne yaşananlar, “yeni Türkiye” programını uygulayan siyasal aktörlerin ve rejimin siyasal meşruluk ve rıza üretebildiğine kanıt niteliğindedir. Bunun önemi, meşruiyet üreten mekanizmalar tanınmadan onlara karşı anlamlı bir “sivil ve siyasal özgürlüklerin kazanılması” mücadelesi yürütülemeyecek olmasıdır. Sivil ve siyasal özgürlükler kazanılmadan, ifade özgürlüğü varmış gibi davranmanın ve siyasal özgüce aşırı güvenin ne büyük bir toplumsal ve siyasal tasfiyeye dönüşebileceğine tarih, bir değil birkaç kez tanıklık etmiştir. “Yeni Türkiye”nin ürettiği siyasal meşruluğun gözardı edilmesi, demokrasi mücadelesinin muhatabının artık “yeni Türkiye” olduğunun kabul edilmek istenmemesi sonucunu da doğurmaktadır. Demokrasi mücadelesinin muhatabının “yeni Türkiye” olduğunu fark etmek, “yeni Türkiye”yi kabul etmek ya da ona boyun eğmek değildir. Aksine, esas olarak
12
“yeni Türkiye” devlet aygıtı demek olduğundan, kendisini yeniden ürettiği meşruiyet zeminlerini demokratik bir müdahale ile tartışmaya açmak, böylece, onu aşacak bir siyasete manivela yapmaktır. Bunun diğer bir sonucu, AKP’nin (AK Parti’nin!) bu süreçteki öncü rolünün görünmez kılınmasıdır. Erdoğan’ın anomali olarak görülmesi, bu partinin kapitalist devletin olağanüstü biçiminin inşasında gördüğü işlevleri de görünmez kılmaya yaramakta, tümüyle liberal bir efsaneden ibaret olan, bu partinin 2002-2007 döneminde demokrat bir çizgide olduğu yalanını canlı tutmak dışında bu partiye ilişkin anlamlı bir çözümleme olanağını tüketmektedir. AKP, klasik anlamda popülist bir kitle partisinden daha fazlası olduğunu kanıtlamıştır. “Yeni Türkiye” adı verilen devlet biçimi çözümlenirken, AKP’nin özgül ve öncü rolünün6 belirlenmesi de, “Erdoğan Siyaseti ve Kurucu Cumhurbaşkanlığı Misyonu” adlı 2014 tarihli siyasi analizde, SETA analistleri Nebi Miş ve Ali Aslan şöyle yazıyor: “Yeni Türkiye” arayışı Erdoğan liderliğinde AK Parti’nin en başından itibaren ortaya koymaya çalıştığı bir siyasi projedir. Gelinen noktayı farklı kılan, vesayet ile mücadelenin sona ermesi ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ile bu projenin somut bir şekilde ve ileri bir boyutta hayata geçirilmesidir” http://file.setav.org/Files/ Pdf/20141117133103_109_analiz_mis_ aslan-web.pdf 6
olağanüstü devlet biçimi olarak “yeni türkiye”
Sermaye çevreleri, “yeni Türkiye”ye onay verdiğinden; “yeni Türkiye”de demokrasi mücadelesi, TÜSİAD’la birlikte değil, referandumda verilen “Evet” oyları içinde de yer alan ve gerçek demokraside çıkarı olan yoksullar, ezilenler ve emekçilerle birlikte, bütünleşik siyasi hareketin “laik ve demokratik cumhuriyeti yeniden kurma” hedefi ile yükselecektir.
karşı karşıya olduğumuz bir “tek parti devleti” olduğuna göre, özel önem taşımaktadır.
Sivil ve siyasal özgürlükler için mücadele
Kapitalist devletin bir dizi olağanüstü biçimi tarih içinde görülmüştür, çağımızda yeni biçimleri de şekilleniyor. Solda da elbette, kapitalist devletin aldığı olağanüstü biçimin niteliği, bu biçimlerden biri olarak “yeni Türkiye” tartışılmaya devam edilecektir. Ancak bu, bu biçimlerden hangisinin şekillendiğine, devam eden demokrasi mücadelesi ve onun gereksindiği parlamenter taktikler nedeni ile karar verememiş olmak, “Yeni Türkiye”nin “Eski Türkiye”ye irca edilmesinin “artık” mümkün olmadığı gerçeğini karartmamalıdır. Çünkü, bu arada “yeni Türkiye” kararlılıkla inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu inşa süreci içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan da Yenikapı Mitingi ile kitlelere ilan ettiği kurucu liderliğini “yeni anayasa” yaparak göstermiş olmaktadır. Bu inşa programı, sadece 7 Haziran 2015 ya da artık, rejimin “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olan 15 Temmuz ile ilgili de değildir. Program, AK Parti’nin stratejik araştırma kuruluşunda çalışan genç raportörler tarafından daha 2014 yılında ilan edildiği özetiyle şöyledir: “Erdoğan Türkiye siyasetinde gözlemlenen farklı Cumhurbaşkanlığı tipolo-
jilerinden “kurucu” Cumhurbaşkanlığı özelliği göstermektedir. Kurucu Cumhurbaşkanını niteleyen en temel özellik, vesayet ile mücadelenin sona ermesiyle ortaya çıkan siyasi boşluğun yeni bir kurumsallaşma ile doldurulması, “yeni Türkiye”nin inşa edilmesidir. “Yeni Türkiye”, Türkiye’nin küreselleşme çağında dünyada yeni bir öznelik arayışını yansıtmaktadır. “Yeni Türkiye” birbiriyle ilişkili üç boyuta sahiptir. İlk boyut, kapsayıcı ve farklılıklara saygılı post-Kemalist bir milletin inşa edilmesidir. İkincisi, muhafazakâr-demokrat millet ile uyumlu, ulus-devletin sınırlarını zorlayan post-Vestfalyan bir siyasi birim arayışı etrafında bölgesel dönüşümün gerçekleştirilmesidir. Son olarak, küresel düzlemde farklı medeniyetleri tanıyan ve yaşam şansı veren demokrat-çoğulcu bir uluslararası toplumun yaratılmasıdır.”7 2017 Anayasa referandumunun yarattığı hukuki sonuç gözetildiğinde, bugün, daha fazla tarif edilen “yeni Türkiye” altında yaşadığımız ve “eski Türkiye”ye icra edilmesinin mümkün olmadığı, kabul edilmelidir. Ama bu, “yeni Türkiye”nin “Demokratik Cumhuriyet” ile aşılamayacağı anlamına gelmiyor. Çünkü, “yeni Türkiye”de devlet aygıtı dönüşmüş olmakla birlikte, “eski Türkiye”nin toplumsal dinamiklerinin tümüyle yeni “millet” içinde sönümlenmiş olmadığı, referandumun gösterdiği bir gerçektir. Bazı popüler yazarlarca “iki ulus”, bazılarınca “üç ulus” diye ifade edilen bu gerçekle “yeni Türkiye”nin, devlet aygıtı eliyle bastırmayı hedefleyerek yüzleşeceği, bunun da “yeni Türkiye’nin ulusu” olmayı reddeden toplumsal dinamikler üzerinde hukuk sistemi işletilerek uygulanacak olan daha büyük bir devlet şiddetini doğuracağı öngörülebilir. Bu nedenle iyice tahkim olacak devlet aygıtı eskiye icra edilemeyeceğinden; aşma, ancak ve sadece ileriye doğru, Cumhuriyet’in
13
geçmişinden “laik ve demokratik” karakterini içererek aldığı meşruiyete dayanan “sivil ve siyasal özgürlüklerin yeniden kazanılması”na odaklanmış “yeni anayasa” ya da “yeni anayasa ilkeleri” etrafında “ulusal sorunun çözümünü” de içeren bir programı açıklayan bütünleşik8 bir siyasal hareket tarafından devletin demokratikleştirilmesiyle mümkün olabilir. Sermaye çevreleri, “yeni Türkiye”ye onay verdiğinden; “yeni Türkiye”de demokrasi mücadelesi, TÜSİAD’la birlikte değil, referandumda verilen “Evet” oyları içinde de yer alan ve gerçek demokraside çıkarı olan yoksullar, ezilenler ve emekçilerle birlikte, bütünleşik siyasi hareketin “laik ve demokratik cumhuriyeti yeniden kurma” hedefi ile yükselecektir. Agy. “Yeni Türkiye” karşısında kimlerin bütünleşik bir siyasi hareket oluşturabileceğini de SETA analistleri tespit ediyor: “Ancak bu kuruluş sürecinde her üç boyutta da önemli meydan okumaların yaşanacağı şüphesizdir. Ulusal boyutta Kürt sorunun çözüme kavuşturulması, kültürel-toplumsal değişimin yaratacağı baskılar ve içe kapanan ve uluslararası manipülasyonlara açık hale gelen seküler-milliyetçi ve sol-liberal toplumsal grupların mukavemeti ön plana çıkmaktadır. Bölgesel düzlemde ise, Vestfalyan ulus-devletin halen hegemonik söylem ve norm olması ve Türkiye’nin dış politika ideallerini karşılayacak askeri, diplomatik ve istihbarat araçlarından yoksun olmasıdır. Küresel boyutta ise, Türkiye’nin demokratikçoğulcu uluslararası toplum arayışının Batılı hegemonik güçler tarafından post-kolonyal politikalar ve Batı-dışı dünyaya kendi toplumsallığını dayatan liberal vesayet tarafından boğulmaya çalışılmasıdır. “Yeni Türkiye”nin kaderi bu meydan okumalara ne ölçüde karşılık vereceğine bağlıdır.” http://file.setav. org/Files/Pdf/20141117133103_109_analiz_mis_aslan-web.pdf 7 8
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp RTE ve AKP 2010 referandumundan beri Milli Görüş temelinden devraldığı yerel örgütlenme mirasını adım adım toplumun içerden denetiminin aracı olarak geliştirmektedir. İş bulma, iş yeri açma, arazi rantı elde etme, değişik türden problemlerin çözümünü sağlama ve toplanan haraçların zekâtı-sadakası olarak çok geniş yığınlara nakdi ya da ayni yardımların ulaştırılması AKP’nin toplum üzerindeki denetimini 20 milyon civarındaki bir kitleye doğrudan temasla yaymayı başarabilmektedir.
Mahir SAYIN
28
Şubat darbesiyle Refah Partisi’nin (RP) kapatılmasının ardından Türkiye siyasi sahnesinde hızla egemen bir konum kazanan AKP, Türkiye’de burjuvazinin 60’lı yıllardaki bölünmesiyle ortaya çıkan Milli Görüş Hareketi’nin bir uzantısı olarak ama onun bir tür inkârı biçiminde ortaya çıktı. Milli Görüş “milli sanayinin” oluşturulmasının emperyalizmle bir çatışmayı dayattığı bilincine dayalı ve İslamı çimento olarak kullanan bir orta burjuva hareketi iken, AKP, genel başkanının ağzından ifade bulduğu biçimiyle, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin misyon partisi ve kendisi de bu projenin eşbaşkanı olarak yükseldi. Bu bir inkârdı ama bir önceki durumun zorunlu olarak üreteceği bir inkârdı. Zira hareketi oluşturan orta burjuvaların bir kesimi tekelleşme düzeyine ulaşmışlar ve artık buradan öte-
ye yolun uluslararası sermayeyle birleştirilmesi gerekliliği ile karşı karşıya gelmişlerdi. Öyle de yaptılar.
Milli Görüş Hareketi ve tükenişi
AKP’nin macerası Gümüşhanevi Tekkesi’nde başladı denilebilir. Gümüşhanevi Tekkesi’nin diğer tekkeler arasında özel bir yeri vardır. Bu Nakşibendi Tarikatı’nın Halidiye kolundan olan Ahmed Ziyaüddin Efendi bir tüccar çocuğu olması ve müritleri arasında çok sayıda tüccarın bulunması nedeniyle olsa gerek, 1838 Osmanlıİngiltere Ticaret Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte yerli sermayenin korunması amacına yönelik olarak yardım sandıkları kurdu. Bu “millici” gelenek Tekke’de sürüp geldi ve 50’li yıllarda Tekke’nin başında olan Mehmet Zahid Kotku zengin müritlerinden oluşan 200 ortaklı bir kooperatif kurdurarak (1956) “milli motor” üretimine girdiler. Necmettin Erbakan’ın1
14
öncülük ettiği bu girişim su motorları üreten “Gümüş Motor” fabrikasını kurdu. Tekkenin kurucusu zamanından beri süregelen İslamiyet temelindeki milliyetçi düşünce o zaman içinde yer aldığı Demokrat Parti ve Adalet Partisi içerisinde örgütlenmesini geliştirdi ve 1967’da Erbakan devlet imkânlarından yeterince yararlanamamaktan şikâyetçi olan orta burjuvazinin temsilcisi olarak burjuvazinin bütününü temsil eden en üst kuruluş olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanlığına seçilip büyük burjuvaziyle ilk kapışmayı gerçekleştirdi. Demirel’in Erbakan’ı TOBB başkanlığından uzaklaştırıp, 69 seçimlerinde milletvekili adaylığını da veto 1
Turgut Özal, Korkut Özal, Recai Kutan, Kemal Unakıtan, Hüsnü Doğan, Hasan Aksay, Temel Karamollaoğlu, Lütfi Doğan ve devlet katında önemli yerler tutmuş daha birçok ünlü ismin hepsi bu tekkenin müritleridirler.
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp etmesiyle birlikte tekelci burjuvazi ile orta burjuvazi arasındaki ittifak siyasi olarak da kırıldı ve 1970 başında “milli görüş” temeline dayanan Milli Nizam Partisi (MNP) kuruldu. Artık tekelci burjuvazi gelişen işçi sınıfı muhalefetinin yanında bir ciddi dert daha edinmişti: Toplum içinde İslami temelde etkinliğini artıran MNP ve takipçisi olan partiler artık hükümetlerin kurulmasında rol oynayacak ve dolayısıyla da taleplerini iktidara dayatacak bir güç kazandılar. Hareketin ideolojik eksenini Nakşibendilik oluştururken iktisadi eksenini de millici, “antiemperyalist” bir kapitalizm savunusu oluşturuyordu. Türkiye kapitalizminin bağımlı ve devletçi karakteri kapitalistlerin de devlet imkânlarından yararlanarak sermaye birikimini gerçekleştirmelerini temel karakter haline getirmişti. Hareketin devlet imkânlarına ulaşma arzusu Milli Görüş’ü “iktidara ortak olunsun da nasıl olunursa olunsun” noktasında belirlemişti. Bir zaman “solcu” Ecevit’le hükümet kuran Erbakan bir başka zaman da Demirel’le faşist bir cephede yer almaktan sıkıntı duymuyordu. Önemli olan temsil ettiği sınıfın pazardaki etkinliğini geliştirebilmek, sermaye birikimini hızlandırmak, devlet kredi ve ihalelerine ulaşmak için hükümet imkânlarını kullanabilecek konuma gelinmesiydi. Askeri darbe dönemlerinde tekelci burjuvazinin temsilcileri tarafından siyaset dışına itilen Milli Görüşçüler, darbe etkisinin zayıflamaya başladığı anda yeniden siyaset sahnesindeki yerlerini aldılar ve 90’lı yıllarda da yeniden iktidar ortağı olmayı başardılar. Milli Görüş yeni ismiyle RP olarak 1995 Genel Seçimleri’nden birinci parti olarak çıktı. Bu başarılar haliyle akımın temsil ettiği kimi orta burjuvaların da hızla büyümesine ve uluslararası sermayeyle iş yapacak boyuta ve zorunluluğa ulaşmalarıyla sonuçlandı. Hareketin bu iktisadi zorunluluğuyla milliciliği arasındaki çelişki gün be gün gelişti ve geleneksel hareketin öncüsü Erbakan’ı zorlamaya başladı. Ne var ki, onun parti tabanı üzerindeki ideolojik hegemonyasının aşılması hiç de kolay bir şey değildi. 1997’nin Şubat ayında toplanan MGK sanki birilerinin kıramadığı zinciri kırmak için imdada yetişti. Laikliği korumak üzere MGK “İrticayla mücadele eylem planı” adı altında bir dizi tedbirin alınmasını hükümete “tavsiye” etti! Kimileri bu girişimi postmodern darbe olarak nitelese de
esasında yapılan basbayağı bir darbe idi. Zira “tavsiyeye” uymayacak olan hükümetin doğrudan bir darbeyle yüz yüze geleceği herkes için bir bedahetti. Bu tarihten itibaren Milli Görüş’ün defterinin dürülmesi süreci başlamış oluyordu. Toplumsal temelinin ortadan kaldırılması mümkün olmasa da yapısal olarak ağır darbelerle karşılaşacak olan Milli Görüş adım adım o toplumsal temel üzerindeki etkisini de bir başkalarına kaptıracaktı.
Soğuk Savaş, Yeşil Kuşak, SSCB’nin çöküşü ve zıtların buluşması
II. Paylaşım Savaşı’nın sonucu olarak faşizme karşı kazanılan zafer demokrasinin ve SSCB’nin gücünü artırmış ve dünya kapitalizmini varoluş tehdidi altına sokmuştu. Başını ABD emperyalizminin çektiği dünya kapitalizmi bu tehditten kurtulabilmek için dünya çapında bir antikomünist hareket başlattı ve SSCB’yi tecrit edip boğmaya girişti. Başka diğer şeylerin yanında İslam bu konuda ikili bir fonksiyona kavuşturuldu. Bir yandan antikomünist hezeyanlarla İslam ülkelerinde sosyalist hareketin gelişmesinin önü kesilecek diğer yandan da bu hezeyan SSCB’ye karşı bir saldırı cephesi görevini görecekti. Bu kuşatma için NATO’nun yanı sıra, Ortadoğu’da Bağdat Paktı, CENTO, Uzakdoğu’da SEATO isimli askeri ittifaklar ve ülkeler bünyesinde de askeri yapıları sivillerle içi içe sokan “özel harp” yapılanmaları oluşturuldu. Bu yapılar sözde bir işgal durumunda ülkenin savunulması amacına yönelik oluşturuluyorlardı, ama asıl amaçlarının ezilenlerin mücadelesinin bastırılması olduğu yayınlanan el kitaplarında apaçık ifade bulmuş ve zaten örgütlenmeler de buna göre yapılmıştı.
Askeri darbe dönemlerinde tekelci burjuvazinin temsilcileri tarafından siyaset dışına itilen Milli Görüşçüler, darbe etkisinin zayıflamaya başladığı anda yeniden siyaset sahnesindeki yerlerini aldılar ve 90’lı yıllarda da yeniden iktidar ortağı olmayı başardılar.
15
İslamın sınıf mücadelesinin yerel ve global olarak bastırılmasında böyle verimli bir rol edinmesi Türkiye’de de ifadesini bulmuş ve burjuvazinin kendi içinde bölünmesinin ifadesi olarak ortaya çıkan Milli Görüş Hareketi’nin dışında bir başka İslamlaştırma hareketi de geliştirilmişti. Her ne kadar Kemalist Cumhuriyet kendine ait bir İslam yorumunu devlet eliyle geliştirmeye ve sekülerizmi egemen kılmaya çalışmış olsa da zaman içerisinde bu çabalar daha sonra emperyalizm tarafından kullanılabilecek İslamcı malzemenin üremesine de katkılı olmuştur. Muhtelif tarikatların yanında Nurcular bünyesindeki bir kesim “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nden2 başlayarak emperyalizm tarafından özel olarak beslendi. Cemaat Hareketi köklerini buradan alır. Ancak İslami etkinin geliştirilmesi, sınıf mücadelesinde karşı bir araç olarak kullanılması bunlarla da kalmaz, 12 Mart darbesinin yarattığı karşı devrimci ortam içerisinde sivil ve askeri eğitim kurumlarında da İslamcıların örgütlenmesinin önü açılır. Özellikle askeri eğitim kurumlarının yanına uğratılmayan İslamcılar ordunun tepesinden koruma görerek örgütlenmelerini geliştirmeye başlarlar. 12 Mart darbesinin ardından Kara Harp Okulu komutanlığına atanan Komutan muhtemelen ilk İslamcı subayların da hamisi olur3. Türkiye toplumunda sınıflar ayrışmasının ve bununla paralel olarak aydınlanmanın yükselişi, 12 Mart öncesinde hem emperyalizmi hem yerli tekelci burjuvazi ürküntüye sürüklemiş ve dünyanın genel soğuk savaş ikliminden yararlanarak obskürantizmin geliştirilmesi yolları aranmıştı. Dönemin darbeci Genelkurmay Başkanı sınıf mücadelesinin ve aydınlanmanın ulaştığı boyuttan olan rahatsızlığını “toplumsal gelişme iktisadi gelişmeyi aştı!” diyerek ifade 2
Fethullah Gülen bu derneklerden birinin Erzurum’daki ilk kurucularındandır. Kendisinin de daha bu dönemde angaje edilmiş olduğunu savlamak, imamlıktan asgari elli milyar dolar çapında ve dünyanın dört bir yanına yayılmış bir yapılanmaya ilerleyişindeki sırlara ışık tutacak bir başlangıç noktası vermektedir. 3 Halen darbecilikten tutuklu bulunan 2. Ordu Komutanı Ahmet Huduti bu devrenin (1973) mezunlarındandır. Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da 1972 Kara Harp Okulu mezunudur.
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp etmişti. O zaman yapılması gereken aşanın boyunun kısaltılması olacaktı ve askeri darbeler, kontrgerilla faaliyetleri, sivil faşist hareketin özel olarak örgütlenmesi, gerici bir ideolojik hegemonyanın oluşturulması için medyanın, eğitim kurumlarının, sivil toplum örgütlenmelerinin sıkı bir denetim altına alınmaları gerekiyordu. 12 Eylül darbesi, Türkiye oligarşisinin ithal ikameci sermaye birikimi imkânlarının sonuna geldiği, sınıf mücadelesinin ileri boyutlara ulaştığı ve yeni bir sermaye birikimi modelinin zorunluluk olduğu koşullarda burjuvazi ve emperyalist efendileri için imdada yetişti ve dünya çapında hüküm sürmekte olan neoliberal politikalara uyum sağlamak üzere Türkiye toplumu iktisadi, siyasi ve sosyal olarak yeniden şekillendirilmeye başlandı. Neoliberal politikalara bağlı olarak sanayinin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünün temin edilmesi, yedek işçi ordusunun büyütülerek işgücünün fiyatının düşürülmesi amacıyla geleneksel tarımın yıkılması sonucu dünya kırlarının boşaltılarak kentlere göçün hız kazanması sadece kentlerin büyümesi anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda kent yapılarının, kırsal alanlardan taşınan tutucu ve örgütlenme bilinci olmayan insanlarla genelde sürdürülen obskürantizm politikalarına hazır zemin sunması ve o zamana kadar gelişen sınıf örgütlenmesinin ve bilincinin bu yeni demografi içinde eritilmesini de getiriyordu. Bunun sonucu olarak sadece Türkiye’de değil tüm dünyada işçi sınıfının iktisadi ve siyasi örgütlenmeleri muazzam bir gerileme gösterdi. 12 Eylül darbesini yapanlar, adımları 12 Mart darbesiyle atılan toplumu karanlığa boğma projesini din derslerini zorunlu hale getirerek, dinci akımların örgütlenmesinin önünü açarak ve nihayet Özal iktidarıyla birlikte tekke şeyhlerinin devlet katında (Çankaya Köşkü’nde) ağırlanmasıyla bir adım daha ileriye gittiler. Bu dönemde ABD’nin Güney Kore’de uygulayıp başarılı sonuçlar elde ettiği Moon Tarikatı benzeri bir yapılanma “Hizmet Hareketi” adı altında, sadece Türkiye’de değil, ABD’nin eleman ihtiyacı duyduğu tüm dünya sathında örgütlenmeye başladı. TC Devleti bu gelişmeye “Türk kültürünü yayıyorlar” gerekçesi altında elinden gelen desteği verdi. Esasında neoliberal dönemde ABD emperyalizminin dünya üzerindeki hâkimiyetini geliştirmesi ve pekiştirmesine TC Devleti’nin, “Bize de
bir şeyler düşer!” umuduyla verdiği bir destekti bu. Özellikle SSCB’nin yıkılmasının ardından dünyadaki etki alanlarının yeniden paylaşımında ABD’nin yeni güçlere ihtiyacı vardı ve Cemaat bu ihtiyacın bir kısmını karşılayan yapılanma olarak sadece TC Devleti’nin değil, bugün de olduğu gibi ABD’nin özel desteğini ve korumasını görüyordu. Kürt Özgürlük Hareketinin gelişmesi ise devletin bu gerici politikasına bir başka boyut daha ekledi. Özgürlük Hareketinin ulusal-demokratik taleplerinin üstünün dinsel bir örtüyle örtülmesi ve hareketin tabanının dini duygularla özgürlükçülere karşı çıkarılabilmesi için dincilik her biçimi içerisinde Kuzey Kürdistan’da teşvik edildi. Sadece ideolojik olarak değil silahlı örgütlenme olarak da Kontrgerilla tarafından “Hizbullah” adı altında PKK’ye alternatif yaratıldı. Kuşkusuz Kürdistan’da teşvik edilen dinciliğin eski ve yeni göçler aracılığıyla metropollere de taşınması kaçınılmazdı. Böylece değişik faktörlere bağlı olarak dinci akım toplumun tüm katlarında hızlı bir gelişme seyri kazandı. Bu gelişimin öncelikli meyvesini MNPMSP çizgisinin devamı olan RP topladı.
AKP’nin yükselişi
28 Şubat rüzgârları arasında 1998’de RP’nin ve 2001’de de Fazilet Partisi’nin kapatılması Milli Görüş bünyesindeki “taşeron” kesimin şansını yükseltti. Özellikle Erbakan’ın ve yakın
16
kadrosunun siyaset yapma yasağı almaları kendilerini “yenilikçiler” olarak niteleyen taşeronların şansını yükseltti. Kapatılma tehdidine karşı yedek olarak kurulmuş olan Fazilet Partisi (FP) kongresinde Başkan adayı olan Abdullah Gül 521 oy alarak, Erbakan’ın desteklediği Recai Kutan karşısında taşeronların yolunun açılmış olduğunu gösterdi. Ama bu da yetmedi FP de kapatıldı ve 2004 yılında Erbakan evrak sahtekârlığından 2 yıl 4 ay hapse mahkûm edildi. Böylece FP’nin kapatılmasının ardından taşeronların kurduğu AKP’nin önündeki bütün taşlar temizlenmiş oldu. Bu taşları temizleyenleri de daha sonra AKP Ergenekon, Balyoz vb davalarıyla TSK’nin tepesinden temizledi ve TC’yi “askeri vesayetten” kurtardı! Mutlu tesadüfler bu kadarla da kalmadı. 2001 TC’nin ağır bir kriz yılı oldu. Hükümet krizle başa çıkmak üzere IMF’nin tavsiyeleriyle ülkeye düzen verip nispeten düze çıkarken, bugün olduğu gibi MHP Başkanı Devlet Bahçeli koalisyonu bozup yeni seçimlerin yapılmasına olanak sağladı. Yine tesadüfler burada bitmiyordu. Bülent Ecevit yatırıldığı hastanede daha da hasta oldu ve karısının müdahalesiyle çıkarıldıktan sonra evde düzelebildi4. Ama bu 4
Bunun tıbbi bir komplo olduğuna ilişkin yaygın rivayetler ortalıkta dolaşmaktaydı.
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp
arada en yakınları tarafından iktidardan uzaklaştırılmak üzere komplolara maruz kaldı. Yeni seçimler ise Ecevit’in felaketiydi: Ancak yüzde 1 oy alabildi. O zamana kadar milli görüşçülerle şiddetli çelişkiler içinde bulunan Fethullah Gülen, birden Ecevit’i desteklemekten vazgeçip taşeron AKP’yi desteklemeye karar verdi. İşte burası değişik kanallardan gelen İslamcı akımların yeni bir misyonla bir araya gelmelerinin de tarihi oldu. Elli yıllık antikomünist mücadele birikimi ve milli görüşün yarattığı birikim metamorfoza uğrayıp bir araya gelince, ABD’nin bölgede yürüttüğü yeniden paylaşım ve hegemonya politikalarına taşeronluk edecek partinin iskeleti de ortaya çıkmış oldu. ABD, SSCB’nin çöküşüyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere dünyanın dört bir yanına dalarken; bölgeye de demokrasi, parlamentarizm, diktatörlerden kurtuluş müjdeleri ve hatta arsızlaşıp “hümanist emperyalizm” olarak daldığında 12 Eylül darbesinden beri değişime uğrayan, uluslararası sermaye ile daha yoğun bağlar geliştiren burjuvazi heyecanla kendilerine düşecek olan payın büyüklüğünü RTE’nin yeni Osmanlı hayal bulutlarının arasından izliyordu. Artık SSCB yoktu. Soğuk savaş ve yeşil kuşak politikaları geride kalmıştı ama bu kez de İslamın yeni bir misyonu ortaya çıkmıştı: Parlamenter rejimle
birlikte yaşamayı başaran ve İslam dünyasına örneklik edebilecek olan siyasal İslam. Ne tesadüftür ki, bütün bunlar olup biterken ABD de Kuzey Afrika’dan başlayıp Çin’e kadar uzanan kuşağı diktatörlerden kurtarıp demokrasi getirmek üzere Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) hayata geçirmenin adımlarını atıyordu. Projeye rol model olarak TC seçilmişti ve bu iş için de besbelli ki bir “proje partisine” ihtiyaç vardı. Milli Görüşçüler içerisinde çıkacak olan ayrılığın içerde sınıfsal temelleri oluşum halindeyken, dışarıdan müdahalenin olduğu ve taşeron ekibinin yollarının temizlendiğine ilişkin ilk işaretler daha RTE’nin Beyoğlu Belediye Başkanı, İstanbul İl Başkanı ve ardından da İstanbul Belediye Başkanı olduğu yıllara kadar gidiyor. Bu yıllarda RTE’nin ABD Elçisi Abramovich’le sık sık görüştüğünü mücadele arkadaşları anlatıyorlar. Taşeron hareketinin oluşturucularının aralarında çıkan ayrılıklar sonucu ifşa edilenler gerçekten bir “proje partisi”nin adım adım tasarlanmış olduğuna işaret ediyor. AKP’nin ve lideri Erdoğan’ın yükselişini daha sonra yolları ayrılan mücadele arkadaşları (Kazım Karslı, Ali Bulaç ve hâlâ Akit gazetesinden iktidar destekçiliği yapan Abdurrahman Dilipak) AKP’nin kuruluş günlerinde yaptıkları bir toplantıda Dilipak’ın partinin İsrail ve ABD desteğiyle kurulan bir proje partisi olduğunu anlattığını aktarıyorlar. İnsanlar çatışmaya girdiklerinde yaşanılan tarihi de çarpıtmaya meyilli olsalar da olayların gelişimi de bu anlatılanın tuhaf bir şey olmadığını doğruluyor. RTE’nin devlette hiç bir yetkili konumu yokken, ABD’ye gidip Bush’la görüşebilmesi bile kendi başına bu hareketin emperyalizm nezdindeki yeri ve önemini anlatmaya yetiyor. Daha sonraki yıllarda RTE’nin, kendisinin BOP’un eşbaşkanı olduğunu birkaç kez üst perdeden böbürlenmek için söylediğine tanık olundu. Proje partisinin hayata geçirilişi ve yükselişi sadece emperyalizmin desteklerine bağlı değildi elbette ki. Bunun için ülke içinde gelişen koşullar, dünyadaki yeni iş bölümü ve sınıf mücadelesine nüfuz eden tasfiyeci fikirler de söz konusu proje partisinin arkasına yığılmıştı. Sınıf mücadelesinden umudunu kesmiş bütün kesimler, reformcusu, sosyalisti ve solcusuyla projenin arkasına geçmiş demokrasinin geliştirilmesi, devletin demokratikleştirilmesi ve giderek de-
17
mokratik bir toplumun yaratılması mücadelesini 2010 Anayasa referandumunda “yetmez ama evet”le zirve yapacak düzeyde bu eksende sürdürmekteydiler. Reformcuların ve hatta kendilerini sosyalist olarak niteleyenlerin bu kadar kolayca siyasi İslam akımı tarafından politik hegemonya altına alınabilmesine neden olan en temel faktör; SSCB’nin çöküşünün yarattığı hayal kırıklıkları içerisinde kendisine geniş bir alan bulan postmodern düşüncelerin, sınıf mücadelesi yerine devlet-toplum ikilemini öne çıkaran, devletle çelişkisi olan toplumsal dinamiklerin tümünün elbirliği ederek, demokrasi mücadelesi çerçevesinde devleti demokratikleştirebileceği ve buradan ilerlenerek toplumun da demokratikleşmesinin olanaklı olacağı tezidir.5 SSCB’nin yıkılışının yarattığı moral bozukluğu ve neoliberal politikaların kırsal alanların tutuculuğunu kentlere taşımasının yarattığı verimli zeminde, tarihin sonu5
Marksizm devletin demokratikleştirilmesinden değil eski aygıtın yerine devlet olmayan devlet tanımlamasıyla bizatihi toplumun bünyesinde yer alan ve toplum tarafından her an denetlenebilen ve topluma karşı özel bir güç kullanma imkânı olmayan devletten bahseder. Bunun dışında en demokratik devlet de yukarıda şiddet tekelini elinde tuttuğu müddetçe proletaryanın egemen sınıf olarak davranmasına izin vermez. Ancak proletarya egemen sınıf olarak örgütlendiğinde ve devleti yukarıdan toplum içine çektiğinde istikrarlı bir egemen sınıf rolü oynayabilir. Proletarya dışındaki toplumsal dinamiklerin sınıf mücadelesi değil diyerek yok sayılması sosyalizmin yüz yüze geldiği zaaflardan birini oluşturmuştur. Proletarya ancak ve ancak tüm toplumsal çelişkilerin çözümüne kendi sorunu kadar önem verdiği ve onların çözümüne katkılı olduğu ölçüde egemen sınıf rolü oynayabilir. Ama eski rejimin sınıfsal karakterinin belli bir sınıfa göre belirlenebilmesi gerekir ki, burjuvazinin zulmüne uğrayan diğer toplumsal kesimlerin/dinamiklerin sorunları da kökten bir çözüme uğrayabilsin. Bu yönlerden birinin ihmali ya her şeyi sınıf çelişkisine indirgeyerek demokrasiyi ve oligarşiye karşı mücadele edecek güçlerin koordinasyonunu ortadan kaldırır, ya da radikal demokrasi adı altında bir tür popülizmi benimseyerek proletarya-burjuvazi çelişkisinin diğer çelişkilerle eşitlenmesi sonucu yeni iktidarın sınıf karakterinin belirsiz hale gelmesiyle burjuvazinin kendisini yeniden üretmesinin yeni bir biçimine ulaşılmış olur.
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp
2011’de RTE “Ne işi var NATO’nun Libya’da derken” BOP’ta “eşbaşkan” olarak işe alınmasıyla birlikte Libya’nın yerle bir edilmesine katıldı ve Ortadoğu talanından mümkün olan en büyük parçayı kapmanın peşine düştü. nun geldiğini ilan eden emperyalizmin ideologları; dünyanın, emperyalizmin artık kökten değiştiği, Marx’ın sözünü ettiği işçi sınıfının artık ortada olmadığı, olanın da imtiyazlı bir sınıfa dönüştüğü, kapitalizmin üretici güçlerin gelişimini engellediği tezinin gelişmeler karşısında çöktüğü gibi klişeleri de yaygınlaştırma imkânı elde etmişlerdi. Bu girdileri hakikat gibi ele alan post modern düşünce, dönüşüm ve değişim için sınıf mücadelesi dışındaki dinamikleri esas alan ve popülizmden başka bir şey olmayan bir düşünüş çerçevesiyle Postmarksizm olarak sınıf mücadelesinin tasfiyesine zemin yarattı. Sınıf mücadelesi eksenine dayalı düşünüş ve mücadele ekseninin kaybedilmesi, dünyada estirilen hümanizm temelli rüzgârlar6 emperyalizmin demokratikleşmenin taşıyıcısı olabileceği (doğrudan olmadığı durumda katalizör olarak rol oynayabileceği) doğrultusundaki düşüncelere güç kattı. Türkiye’de bunun somut ifadesi AB’nin Türkiye genelinde askeri vesayetin tasfiyesiyle, ABD’nin de Ortadoğu’da diktatörlüklerin tasfiyesi yoluyla demokrasinin gelişmesine katkıda bulunduğu savı kuvvetle benimsendi ve aynı kuvvetle de sınıf mücadelesi eksenli düşüncelerin, dar, indirgemeci ve soğuk savaş döneminde kalmış anlayışlar olduğu ilan edildi. Tüm bunları aştığını iddia eden radikal demokrasi işte bu uygun zemin üzerinde devletin demokratikleştirilmesi fikriyatını ve mücadelesini öne geçirerek zaten geriletilmiş olan sınıf mücadelesinin tasfiyesine azımsanmayacak bir katkıda bulundu.
Reformculuktan polis devletine
Birinci nesil Türk burjuvazisi bir soykırım talancısı ve devlet beslemesi olarak gelişmiştir. Onu Bretton Woods dünyasında yeşeren ikinci nesil ve nihayet neoliberalizmin yeni birikim modeli çerçevesinde gelişen üçüncü nesil burjuvazi izledi. Ancak bu birbirini izleme eskisinin yok olup yenisinin onun yerini alması biçimde değil, eskiler daha da büyürken arkadan gelen yenilerin de onların oluşturdu-
ğu oligarşi içerisinde kendilerine yer açmaları biçiminde oldu. RTE işte bu üçüncü neslin en arkadan gelenlerinin ve dolayısıyla da en saldırgan ve açgözlü olanlarının temsilcisi olarak siyasi arenada yükseldi. Bu kesimin maceracı hevesleri daha yerleşik olanlara göre haliyle yüksekti. Kendilerine üst katta yer açabilmek için daha cabbar, hilebaz, insafsız ve risk alıcı olmaları varoluşlarının bir gereğiydi. Nasıl ki faşizm uluslararası burjuvazi içerisinde en arkadan gelen, pazarda kendine yer açmak isteyen Alman ve İtalyan burjuvalarının sancağı olmuşsa; AKP’nin geleneksel TC politikalarını bir kenara koyan, Ortadoğu’ya mümkün olduğu kadar bulaşmayan, güçler arası dengelere titizlikle saygı gösteren politikası yavaş yavaş “yurtta sulh cihanda sulh” politikasını uyuşukluk, dış işlerinin ihtiyatlı, dengelere dikkat eden, uluslararası konjonktüre göre politika üretme geleneğini “monşerlik” diye bir kenara itip “stratejik derinlik” diye büyük güçlerin politika değişikliklerinin kendi politikalarını altüstü edebileceği, daha kötüsü bu politikaların kendisine karşı döneceği gerçeğini hesaba katmayan, kendini oyun kurucu diye niteleyip, başkalarının kurmuş olduğu oyunun içinde proaktif politikalar gerçekleştirebileceğini uman bir politik tarz egemen oldu. AKP bu politikayı uygulamaya geçinceye kadar son derece reformcu, demokrasi değerlerine önem veren, AB kriterlerini kendisi için ölçüt olarak benimsediğini söyleyen bir çizgi izleyerek sürüklediği İslamcı kitleye bir de reformcuları eklemeyi de başararak yüzde 36 ile elde ettiği iktidarının desteğini yüzde 40’ın üzerine tırmandırdı ve bu destekle üç önemli basamak çıktı: Birincisi, 2010 Anayasa değişikliği referandumuydu. Bu değişiklikler sayesinde “Askeri vesayet rejimini ortadan kaldırıyoruz” paravanı ardında bir polis devleti örgüsü gerçekleştirildi. Reformcular cambaza bakarken polis devletinin kurulduğunu ancak sonradan fark ettiler ve itiraz ettiklerinde de “İşiniz bitti çıkabilirsiniz!”
18
denildi. Cemaat ve AKP işbirliği artık ulaşacağı pozisyona ulaşmış ve bölgede uygulanacak politikalar için önlerinde engel olarak hiçbir şey kalmamıştı. 2011’de RTE “Ne işi var NATO’nun Libya’da derken” BOP’ta “eşbaşkan” olarak işe alınmasıyla birlikte Libya’nın yerle bir edilmesine katıldı ve Ortadoğu talanından mümkün olan en büyük parçayı kapmanın peşine düştü. Ama aslanlar sofrasında çakalların sırası ancak aslanlar doyduktan sonra gelir. Uluslararası sermaye aslanının da şimdiye kadar kendisini tok hissettiğine rastlanmamıştır. Sonuçta Suriye’yi istila politikasında görüldü ki, bırakalım bölgede oyun kurucu olarak hegemonik bir pozisyon kazanmayı, oyuna dahil olmak bile mümkün olmuyordu. ABD Irak’a müdahale ederken, önüne koyduğu temel amaçlardan biri de bölgede kendisiyle pazarlık kabiliyetine sahip olabilecek hiç bir hegemon gücün varlığına izin vermemekti. Saddam da bu bölgesel hegemonluk ro6
Emperyalizmin çıkarlarının artık çağımızda demokrasi ve hümanizmde yattığı, özellikle Yugoslavya’nın içine yuvarlandığı ırkçılığın yarattığı tepkilerden yararlanarak parçalanması girişimlerinde ve Ortadoğu’daki diktatörlerin sunduğu malzemeler üzerine basılarak hümanist emperyalizm, demokratik sömürgecilik savları bile ortaya atılabildi.
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp
Hükümet bir yandan Suriye ve Irak’taki savaşın bir parçası olurken diğer yandan da içerde, o zamana kadar “çözüm politikasıyla” oyalanan Özgürlük Hareketine saldırıp Kürdistan kentlerini yerle bir etti. Bu gerilim ortamında devlet içerisinde ciddi bir ağırlık kazanmış olan Cemaat’in kökten tasfiyesinin planları hazırlandı.
Ne var ki, TC’ye tanınmış olan ılımlı İslam rol modelliği ve IMF reçetelerine uygun davranış Türkiye’ye giren yabancı sermayeyi muazzam ölçüde artırarak 2008 krizine rağmen ekonomik anlamda ciddi sorunlarla yüz yüze gelmeden yürünmesine olanak sağladı. lüne ABD’den İran’a karşı aldığı desteğe güvenerek soyunmuş ve kendisini idam sehpasının altında bulmuştu. RTE Irak’ın uğradığı yıkım, İran’ın ABD’yle olan çelişkileri, diğer bölge ülkelerinin içinde bulunduğu istikrarsızlık faktörlerini göz önünde tutarak kendisinin vazgeçilmez bir güç olabileceğine fazla güvendi ama ABD’nin yarattığı problemlerle artık başa çıkamayacağını gördüğü BOP’u rafa kaldırmasıyla birlikte TC’nin proaktif politika adına yapabileceği hiçbir şey kalmadı. Son bir gayretle NATO ve Rusya’yı karşı karşıya getirerek bulanık suda balık tutma hesabı da kendisine Suriye politikasının bütünüyle dışında kalma faturası olarak döndü. Ne var ki, TC’ye tanınmış olan ılımlı İslam rol modelliği ve IMF reçetelerine uygun davranış Türkiye’ye giren yabancı sermayeyi muazzam ölçüde artırarak 2008 krizine rağmen ekonomik anlamda ciddi sorunlarla yüz yüze gelmeden yürünmesine olanak sağladı. Bu canlı ortamda AKP çevresinde kümelenen burjuvazi hızla güçlendi ve RTE ve ave-
nesi de bu güçlenmeden milyar dolarlara varan rüşvetler aldılar. Servetin paylaşımında Cemaat’e bağlı sermayeye haksızlıklar edildikçe, Cemaat yeni anayasaya göre eline geçen gücü Hükümete şantaj için kullanmaya girişti ve bu kez iki ortak arasındaki ipler de koptu; birbirlerinden haberdar olarak karşılıklı saldırılarda Cemaat Hükümetin açıklarını ortaya döktükçe Hükümet de hukuk dışı olsa bile her düzeyde Cemaat’i tasfiyeye girişti. Aslında bu çarpışma Hükümet için bir varoluş yok oluş meselesiydi. Sahtekârlıktan cinayete varıncaya kadar işlenen suçların hesabı verilecek gibi değildi. Onun için Hükümet de Cemaat de hiç bir adımı atmaktan çekinmediler.
Olağanüstü halin üretilmesi ve “Allah’ın lütfu” olarak 15 Temmuz darbesi
Daha önce ortaklaşa işlenen suçlara çatışma sırasında eklenen yeni suçlar da katılınca artık her iki taraf için de geri dönüş yolları kapanmıştı. Kaybeden kendisini öyle ya da böyle sanık sandalyesinde bulacaktı.
19
ABD’nin BOP’u rafa kaldırması aynı zamanda AKP’nin buna bağlı misyonunun da son bulması ve Türkiye’nin özel konumunun ortadan kalkması anlamına geliyordu. Bundan sonra artık TC jeostratejik ve uluslararası sermayenin pazar ihtiyaçlarına bağlı olarak sahip olduğu öneme göre muamele görecekti. Buna bağlı olarak da AKP daha önceki burjuva partilerinden farkı kalmayan, hatta alternatifi görünmeye başladığında da var olan çelişkiler dolaysıyla hemen gözden çıkarılabilecek bir konuma geldi. Bu koşullarda AKP’nin ikinci önemli adımı gerçekleşti. 7 Haziran seçimleri RTE için alarm zillerini çaldırınca içerde ve dışarda yaratılan programlanmış gerilimlerle Türkiye hızla olağanüstü bir duruma sürüklenmeye başladı. Hükümet bir yandan Suriye ve Irak’taki savaşın bir parçası olurken diğer yandan da içerde, o zamana kadar “çözüm politikasıyla” oyalanan Özgürlük Hareketine saldırıp Kürdistan kentlerini yerle bir etti. Bu gerilim ortamında devlet içerisinde ciddi bir ağırlık kazanmış olan Cemaat’in kökten tasfiyesinin planları hazırlandı. Ama o kadar iç içe geçmişlerdi ki, planlar karşılıklı olarak biliniyordu. Polisteki üst düzey varlıkları nispeten hızla etkisiz hale getirilmiş olmasına karşın Cemaat’in devlet bürokrasisi ve ordu içindeki etkinliği çok güçlü bir biçimde devam etmekteydi ve tayinle, tek tek işten çıkarmayla bitirilebilecek gibi değildi. Tasfiye edilmesi gereken kitle öylesine büyüktü ki, bitirinceye kadar toplumda çok ciddi tepkilerin ve bir karşı hareketin başarılı
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp
Nasıl 2010 Referandumu demokratik bir reform olarak topluma yutturulabilmiş ise, 15 Temmuz darbe girişimi de aslında bütün ilişkileri bilinen, izlenen Cemaat’in elindeki son silahı kullanmaya zorlanmasıyla gerçekleşti. olabileceğini Gezi Direnişi ve 7 Haziran seçimleri ortaya koymuştu. Bunun için zamana yaymadan bir darbede Cemaat’in işinin bitirilmesi gerekiyordu. Olağanüstü bir durumun oluşması ve yapılacak olanların da bu olağanüstü durumun gereği olarak kabul görmesiyle toplumsal tepkilerin en alt düzeyde tutulması mümkün olabilecekti. Nasıl 2010 Referandumu demokratik bir reform olarak topluma yutturulabilmiş ise, 15 Temmuz darbe girişimi de aslında bütün ilişkileri bilinen, izlenen Cemaat’in elindeki son silahı kullanmaya zorlanmasıyla gerçekleşti. Müdahale etmedikleri takdirde 16 Temmuz ve hemen ardından gelecek YAŞ toplantısıyla toplu tasfiyeler yapılacağını Cemaatçiler bildikleri için Hükümet harekete geçmeden askeriyedeki güçlerini kullanmaya karar verdiler ve adım attıkları anda da karşı tedbirlerle yüz yüze geldiler. Hükümet o kadar hazırlıklıydı ki bu darbeye, RTE bir hafta önceden ortadan kaybolmuş ve nerede olduğunu kimseler bilmiyordu. Böyle bir darbenin başarılı olma şansı hemen hemen yoktu ve RTE’nin planı kusursuz işledi. RTE ulaşmak istediği olağanüstü koşullara ulaşmış oldu ve o zamana kadar fiilen yürüttüğü başkanlığa hukuki kılıfı da bulmuş oldu. Artık neredeyse bir açık diktatörlük yetkileriyle donanmış hükümet ve cumhurbaşkanı ortaya çıkmıştı. İlan edilen OHAL, bu duruma neden olan faaliyetlerle sınırlı kalması gerekirken RTE buna hiç aldırmadan Meclisi de devre dışına bırakıp ülkeyi artık kararnamelerle yürütmeye başladı. Özgürlük Hareketi ve Sol gelişen tehdidi gördüyse de atılan adımları geri aldıracak bir etkinlik gerçekleştirebilmekten uzak kaldı. Bu yetersizlikte, CHP’nin sanki gerçekten bir darbe varmış da, bu tehditten RTE tarafından kurtarılmışız gibi “Yenikapı Ruhu” diyerek AKP’ye destek vermesi, sokağı tabu ilan etmesi, bu yaptıklarıyla AKP kitlesinin sempatisini kazanabileceğini sanarak davranması asıl engelleyici rolü oynadı ve RTE’nin kurguladığı
oyununu sonuna kadar götürebilmesinin yolunu açmış oldu.
Referandum ve anayasa yoluyla faşizmin inşası
Aksi her şeyini kaybetmek anlamına geleceğinden, RTE her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak zorunluluğunda ve niyetinde olduğundan iktidarını parlamenter çerçevede koruyamayacağını görmüştü. Uluslararası destekleri ortadan kalktığı gibi ülke içinde de hükümet olamayacak duruma düşme tehdidiyle yüz yüze bulunduğunu görmüştü. İktidarı garanti etmenin yolu muhalefeti en etkisiz konuma sürüklemekten geçiyordu. Bunun için de kuvvetler ayrılığının muhalifler için yarattığı hareket alanını kuvvetlerin tümünü şahsında birleştirerek ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu tedrici bir açık bir diktatörlük oluşturmak anlamına geliyordu. RTE bunu OHAL çerçevesinde nispeten uzun bir vadede gerçekleştirebileceğini düşünürken, birden Devlet Bahçeli RTE’nin yıllardır hayalini kurduğu başkanlık sistemine destek vereceğini ilan etti. Bu tutum değişikliğinde kendi partisindeki iktidarı kaybetmesinin kesinleşmesi belirleyici bir rol oynadı. RTE’nin kendisine muhalefeti tasfiye konusunda o zamana kadar sunduğu destekler siyasi geleceğinin de garanti edilebileceği umudunu verdi. Sonuçta iki parti bir araya gelip yeni rejimin tasarımını yaptılar; OHAL koşullarını ve devlet imkânlarını kullanarak, 2,5 milyon civarında oyu da çalarak yüzde 51’le yeni rejimin anayasasını oluşturdular.
AKP ve MHP bir araya gelip yeni rejimin tasarımını yaptılar; OHAL koşullarını ve devlet imkânlarını kullanarak, 2,5 milyon civarında oyu da çalarak yüzde 51’le yeni rejimin anayasasını oluşturdular.
20
Bundan sonraki süreç bu iki partinin mümkün olan en az tepkiye yol açarak var olan devlet yapısını faşist bir diktatörlüğe doğru ilerletmek doğrultusunda gelişecektir. Esasında RTE ve AKP, 2010 referandumundan beri Milli Görüş temelinden devraldığı yerel örgütlenme mirasını adım adım toplumun içerden denetiminin aracı olarak geliştirmektedir. Yerel yapılanmalarının ne ölçüde dinamik olduğu 15 Temmuz hareketine müdahale ediş biçimleriyle ortaya çıktı. Camiler birden önemli bir iletişim merkezi olarak ortaya çıkarken, sosyal medya üzerinden de 3 ile 9 milyon arasındaki bir kitleye ulaşılıp hareket geçirildiği medyaya yansıdı. Bu yerel örgütlenmelerin içerisinde paramiliter yapılanmaların oluşturulduğu, önemli bir kitlenin silahlandırıldığı AKP sözcülerinin yaptıkları açıklamalarda yansımaktadır. MHP’den devşirilen faşistler, Osmanlı Ocakları, mahalle yapılanmaları, mafya grupları hareketin vurucu gücü olarak partinin yerel yapıları etrafında çoktan şekillendirilmiş durumdadır. Bütün bu örgütsel-yapısal girişimler yanında en uzaktakilerin bile yapıya bağlanmasını sağlayacak bir maddi müşevvikler mekanizması da gerek devlet kurumları ve yerel yönetimler ve gerekse parti yapılanması çerçevesinde işletilmekte, iş bulma, iş yeri açma, arazi rantı
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp elde etme, değişik türden problemlerin çözümünü sağlama ve toplanan haraçların zekâtı-sadakası olarak çok geniş yığınlara nakdi ya da ayni yardımların ulaştırılması AKP’nin toplum üzerindeki denetimini 20 milyon civarındaki bir kitleye doğrudan temasla yaymayı başarabilmektedir. Bunların yanında RTE kendi özel korumasını gerçekleştirmek ve özel bir ordu olarak örgütlemek üzere SADAT diye adlandırılan yapıyı geliştirmeye devam etmektedir. Darbe girişimi sırasında karşı müdahalelerin bu örgüt öncülüğünde yapıldığı ve öldürülenlerin birçoğunun bunlar tarafından bilinçli katledildiği bilgileri de basında yer aldı.
Başkanlık sistemi, kuvvetlerin hepsini (basın da dahil) tek elde birleştirmek, parlamentoyu devre dışına çıkarmak ve muhalefete de ancak “sadık muhalefet” alanını bırakacak ve tarihteki benzerleri içerisinde en çok Salazar’ın Portekiz’de ihdas ettiği faşizmin İslami bir versiyonunu oluşturacaktır.
Aslında RTE İran İslam devriminin verdiği dersleri iyi ezberlemiş durumdadır. Buradan aldığı dersle ordunun tek silahlı güç olma tekeline son verebilmek için Ergenekon Operasyonu’ndan beri yoğun bir çaba sürdürmektedir. Daha önce polisin böyle bir niteliğe kavuşturulmasına askerler engel olmuştu. Şimdi yeniden ordu hiyerarşisi parçalanmakta ve birbirine karşı dikilebilecek güçler oluşturulmaktadır. İran’da mollaların varlıklarını sürdürmede en önemli araçları, devrim muhafızları (Pasdaran) adı altında yerel olarak da örgütlenen ikinci bir orduyu varılan ordunun karşısına dikmeleri ve bir darbe imkânını ortadan kaldırmaları olmuştur. RTE şimdi bu yapılanmayı, yerel parti örgütleri etrafındaki paramiliter örgütlenmeler, özel muhafız ordusu SADAT, Jandarma ve sayıları 320 bine ulaşan ve çok daha artırılacağı söylenen polis teşkilatı ile çeşitlendirmektedir. Böylece hiç bir gücün iktidara karşı güç kullanma imkânı ortada kalmayacak ve RTE de bunlar üzerinde iktidarını veliahtlarına aktarabilecektir! Başkanlık sistemi, kuvvetlerin hepsini (basın da dahil) tek elde birleştirmek, parlamentoyu devre dışına çıkarmak ve muhalefete de ancak “sadık muhalefet” alanını bırakacak ve tarihteki benzerleri içerisinde en çok Salazar’ın Portekiz’de ihdas ettiği faşizmin İslami bir versiyonunu oluşturacaktır. Burada İslami faşizm noktası üzerinde de durmak gerekiyor zira geleneksel olarak faşist hareket Türk milliyetçiliği üzerinde yükselmeye çalıştı ama bu yolda fazla ilerleme gösteremeyince şansını Türk-İslam sentezinde denedi ve emperyalizmin İslama tanıdığı misyonun da katkısıyla oldukça başarılı oldu. Ama bu başarısının da sınırları olduğu değişik dönemlerde görüldü. Bu alanda İslama Türk milliyetçiliğinin renklerini katarak oluşturulan İslam-Türk sentezi görüldü ki, geleneksel faşistleri içerebildiği gibi, ondan çok daha geniş çevreleri de etki alanına çekebiliyor. İdeolojik hegemonya kurma açısından böyle hazır bir zeminin oluşu, RTE’nin kurduğu faşizme de daha büyük bir şans tanıyor ve zaman içerisinde de MHP faşizmini de büyük ölçüde içerme potansiyelini taşıyor. Faşizm’le siyasal İslam arasındaki paralellikleri, ortaklıkları görebilmek için İslamın doğuşundan beri bir devlet yapılanması ve toplumsal denetim projesini hedeflediği gerçeğini görmek
21
gerekiyor. İslamın başlangıç dönemleriyle daha sonraki dönemleri arasında farklar bularak, ki kuşkusuz vardır, İslama “devrimci” ya da “ilerici” bir nitelik yüklemeye çalışmak, İslamın Medine Sözleşmesi’ni onun özünü oluşturan bir olgu olarak kabul etmek yerinde değildir. Zira ilk başta ne söylenmiş olursa olsun, İslam Medine’de hâkimiyetini kurduğunda sözü edilen sözleşmeyi bir çırpıda unutuvermiştir; çünkü bu sözleşme onun zayıf olduğu döneme tekabül eder. Kendisini var edebilmek için bu uzlaşmayı benimser ve çok kısa sürelidir. Ama dersini kendinden önceki devlet düzeyine yükselmiş dinlerden ve özellikle de daha doğuşunda ırkçı ve devletçi olan Musevilikten almış olarak İslam totaliter bir devlet anlayışını ve özel mülkiyetin Allah adına kutsallaştırıldığı (Mülk Allah’ındır ama tasarrufunu Allah kime nasipse ona verir ve bu kutsiyete karşı çıkmak Allah’a karşı çıkmaktır; yani özel mülkiyetin tasarrufuna karşı çıkış tanrının emrine karşı çıkıştır7) bir anlayışa sahiptir. Meşveretten, seçimden filan söz edilse de, Halifeler 7
İslamın “mülk Allah’ındır” prensibine dayanarak tasarruf hakkını kolektif olarak kullanmayı savunan Karmatiler Bahreyn’de hemen hemen 150 yıldan fazla (899-1067) sürecek kolektivist Karmati Devleti’ni kurmuşlar ve Abbasileri putperest olarak ilan etmişlerdir ve nihayetinde Selçukluların yardımıyla Abbasiler tarafından yıkılmışlardır. Çağdaşlarımız arasında da Ali Şeriati gibi Marksizmden yararlanarak İslamı kolektivist yönelimle reforme etmeye çalışan düşünürler çıkmıştır. Bugün de İhsan Eliaçık’ın sözcülüğünü ettiği Antikapitalist İslamcılar böyle bir yorumu geliştirmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki karşılarındaki duvar öylesine yüksek ki, onları sürekli olarak marjda bırakmaktadır. Bu çabalar elbette ki değerlidir ve bugüne kadar egemen sınıfa hizmet ettirilmiş olan din anlayışının kendi içinden çatlatılması ve proletaryanın mücadelesiyle köprülerin kurulması açısından politik olarak son derece önemlidir. Proletarya ideolojik ve politik hegemonyasını geliştirebilmek için tüm toplumsal dinamiklerin taleplerini dikkatlice ele almalı ve onların talepleriyle kendi talepleri arasında köprüler kurmayı bilebilmelidir. Özellikle din sorununda anti-materyalist ve hatta egemen sınıfların işlerine gelecek birçok noktanın bulunmasına bakarak kaba bir din karşıtlığını politik mücadelenin içine sokmamak gerekir.
milli görüş’ten taşeronluğa bir “proje” olarak akp
devrinde de bu totaliter özellikler daha Ebubekir’in halife oluş biçimiyle kendisini ortaya koymuş8 ve Emevilerle sistematik bir devlet düşünüşüne ulaşmıştır. İmam Gazali’nin, aklın öncelliğini savunan İbni Rüşd, Farabi ve İbni Sina’ya galip gelip, imanı aklın önüne koyan anlayışının Osmanlı’daki egemenliği günümüze kadar tek bir ciddi filozof ve bilim insanı çıkaramayan İslamın belirleyici karakteristiğini oluşturmuş ve şimdi de AKP iktidarı bu özellikleri totaliter bir rejimin kurulması için kullanmaktadır. Bu totalitarizmin günümüz koşullarındaki karşılığı da açık bir diktatörlük olarak İslami tasvirler çerçevesinde yeniden kurulan faşizm olmaktadır. AKP’nin bu alanda attığı adımların başarısı diğer faşist akımları da adım adım kendisine doğru çekmektedir. Bahçeli gibi kaderlerini AKP’ye bağlamış geleneksel faşistlerin de yutulmayıp sadık muhalefet rolünü oynamak üzere varlıklarının devamına izin vermek iktidar açısından toplumdaki ve dünyadaki tepkileri yumuşatma noktasında bir kılıf rolü oynayabilir.
Henüz oyun bitmedi!
Yukarıda anlattıklarımız faşist bir diktatörlüğün kuruluşunun neredeyse tamamlanmak üzere olduğuna işaret ediyor gibi görünse de henüz bu oyun bitmiş değildir. Esasında bu oyun hiç bir zaman bitmeyecektir. RTE’nin gerçekleştirmek istediği bu projenin gerçekleştirilmesi için hâlâ halkın oyuna başvurmak gibi bir süreç
işlemeye devam etmektedir. Bütün bu faşist kurgunun henüz konsolide olup var olan tüm meşruiyet sınırlarını tanımadan işlemeye devam edebilmesi olanaklı değildir. OHAL’in sağladığı avantajlarla bir zamandır ki toplum belli ölçülerde denetim altında tutulabilmektedir. Ama tepkiler de gün be gün birikmekte ve Kılıçdaroğlu önderliğindeki CHP’nin yatıştırıcı etkileri gittikçe kendi içinde de sorunlara yol açmaktadır. RTE referandumda kaybetmiş olduğunu herkesten iyi biliyor. Kendisini kazanmış olarak ilan ederken, memleketin koalisyonlardan kurtulacağını, bütün enerjisiyle ileri gideceğini bol keseden anlatıyordu ama şimdi yüzde 50’lik bir barajı aşabilmek için en azından Bahçeli ile koalisyona mecbur hale geldiği gibi bu birliktelikte o yüzde 50’yi de sağlayabilmenin olanağının olup olmadığı belli değildir. RTE etrafına topladığı reformistlerle ittifakını sürdürürken gücünü toplumda kurduğu ideolojik hegemonyadan ve uluslararası sermayenin ona tanıdığı misyon nedeniyle verdiği destekten alıyordu. Önce reformistlerle, ardından Cemaat’le ve nihayet, ABD, AB, Rusya ve Balkanlar da dahil olmak üzere tüm komşularla yaşanan çelişkiler sonucu şimdi ne bu hegemonya kaldı ne de o misyona dayalı özel destekler. Destek olarak kendisinin ne kadar ayakta durabildiği belirsiz olan Bahçeli kaldı. Dolayısıyla henüz eski yapı ve ilişkiler tü-
22
müyle tasfiye edilmeden, son rötuşlar atılmadan yüz yüze gelinebilecek olan güçlü bir muhalefet Tunus benzeri ya da bir başka sarsıcı bir gelişmenin kapısını aralayabilir. Gezi’den bir ay önce öyle bir ayaklanmanın olacağını kimse iddia edemezdi. Tam tersine toplumun üstüne ölü toprağı serpilmiş yorumlarının yaygın olduğuna tanık oluyorduk. Ama oldu. 7 Haziran seçimlerinde barajı aşıp aşamayacağımız tartışma konusuydu ama 3 puan aştık. Dolayısıyla eğer bir toplumda muhalefetin maddesi birikmişse öyle ya da böyle bu muhalefet akacağı bir kanalı bugün değilse yarın ortaya çıkarır. Türkiye tarihi azımsanmayacak bir mücadele geçmişine sahiptir ve hiç bir toplumsal deneyim kaybolmaz; kimi zaman toplumun aralıklarında saklanırlar ve kendilerine gerçekten ihtiyaç olduğu emareleri ortaya çıktığında o çatlaklardan fırlayıp birden toplumun tümünü sararlar. RTE yaptıkları ve yapmadıklarıyla gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de öylesine büyük bir öfkeyi karşısında örgütlüyor ki, bunu bir iç savaş olmadan bastırabilmek mümkün olmayacaktır. Ancak öyle bir iç savaştan yenik çıkan taraf enerjisini tükettiği için bir zaman için köşesine çekilip kaderine razı bir hayatı sürdürmeyi kabul eder. Ama Türkiye böyle bir ülke değil; neredeyse 40 yıldır süren Kürdistan Özgürlük Mücadelesi dün daha namüsait şartlarda bastırılamamış iken, bugün artık kazandığı deneyim ve pozisyonlar dolayısıyla hiç bastırılamaz; Gezi’nin ve 7 Haziran’ın hatırlattığı üzere 60’lı 70’li yılların mücadelesinin yeniden toplumu sarması hiç de beklenmeyecek bir durum değildir. 8
Muhammed halifesi olarak Ali’yi işaret etmişken Mekke eşrafı bu lafa kulak asmadan aceleyle yine eşraftan olan Ebubekir’i halife ilan etmiştir. Ortada seçim adına eşrafın tercihinden başka bir şey yoktur. Meşveret de (danışma) ancak eşrafın arasında toplumsal sonuç üretir, geri kalanı laklakıyat olarak telakki edilir. Ortada herkesin katıldığı, görüş bildirdiği, oylama yapılan bir meclis yoktur. Cumalarda bir araya gelişlerin bu görevi yerine getirdiğini söylemek olanaklı değildir. “Bu devirde henüz meclisi nereden bileceklerdi?” diyenlere meclis geleneğinin komünal toplumdan beri var olduğunu hatırlatmakla yetinelim.
“hak”kın yanında olmak için Fatma Bostan Ünsal, AKP’nin 64 kişilik kurucuları arasında yer aldı ve AKP içinde çeşitli görevler üstlendi. Muş Alparslan Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yaparken “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnine imza attı. Ardından hem AKP’den hem de üniversitedeki görevinden ihraç edildi. Ünsal ile geçmişten günümüze AKP’nin politikalarını, OHAL’i, KHK’ları, 16 Nisan’da gerçekleşen referandumu, Türkiye’de kadın olmayı konuştuk.
Söyleşi: Reha KESKİN Sizin, AKP’nin 64 kişilik kurucuları arasında yer aldığınızı; parti içinde çeşitli görevler üstlendiğinizi biliyoruz. AKP, kurulmakta olan bir parti olarak ne ifade ediyordu? Böyle bir tercih yapmanızdaki neden neydi? AK Parti’de o zaman Sosyal İşler Başkanlığı altında bulunan İnsan Haklarından Sorumlu Sosyal İşler Başkan Yardımcısı idim. AK Parti kurulmadan hemen önce 22 Haziran 2011’de, irtica odağı olmak suçlamasıyla Fazilet Partisi kapatılmıştı. İrtica odağı olmanın zihinlerdeki en belirgin göstergesi ise Merve Kavakçı’nın Fazilet Partisi’nden başörtülü olarak milletvekili seçilmesiydi. Dönem başkanı olduğum Başkent Kadın Platformu ve başka sivil toplum kuruluşlarıyla beraber “Bunun Türkiye’deki başörtülü kadınların sadece siyasi alanda değil bütün alanlarda
var olmasını güçleştirecek bir anlamı olduğunu ve buna karşı mücadele edeceğimizi” söylemiştik. Hemen sonrasında AK Parti’den kuruculuk teklifi gelince bunun uygun bir mücadele zemini olduğunu düşünmüştüm. Daha genel anlamda ifade edecek olursam, Türkiye’de siyasetin, toplumun beklentilerine, desteklerine göre değil toplumu hizaya getirici bir tarzda cerayan etmesi, hatta bu beklenti ve görüşleri “aldatılmış” veya “hain” olarak değerlendirilip çeşitli toplumsal kesimleri cezalandırma eğiliminde olması bir siyaset bilimi öğrencisi olarak benim bu durumun normal akışında sürdürülemez bir siyaset tarzı olduğunu görmemi sağlamıştı. Sonrasında Sosyal İşler Başkan Yardımcısı olduğum dönemde hep bu konuyu dile getirerek, yani AK Parti’nin toplumdaki görüşleri kandırılmışlar veya hain olarak cezalandırmak yerine onlara uygun politikalar üretecek bir siyaset anlayışında olduğunu dile getirdim.
23
Daha sonrasında AKP ile yollarınız ayrıldı. Bu kopuştaki temel nedenler neydi? AK Parti ile resmi olarak yolumun ayrılması çok yeni, geçen sene partiden ihraç edilince oldu. Daha önce AK Parti’nin ABD öncülüğündeki Irak’a müdahaleye iştirak etmesi gibi hususlarda itiraz etmiştim ama bu, “yol ayrılması” hüviyetinde değildi. Benim için asıl kırılma noktası 2011 seçimlerine giderken “başörtülü aday yoksa oy da yok” sivil itaatsizlik kampanyasını AK Parti liderinin hedef alması üzerine olmuştu, hatta bu konularla ilgili görüşümün çok farklı olduğunu bildiren bir istifa mektubunu bile kaleme alıp o zamanki basın müşavirine göndermiştim. Arkadaşlarımın tam seçim öncesi istifa etmemin yanlış anlaşılabileceği ve istifa etmemin iyi olmayacağı yönündeki telkinleri sonucunda resmen istifa etmedim. Seçim sonrasındaki genel helalleşme söylemi istifayı yeniden düşünmekten alıkoydu galiba. Sonrasında
“hak”kın yanında olmak için AK Parti’nin Suriye politikası konusunda önemli görüş ayrılığım vardı ama bunu partinin toplantılarında dile getirmedim. En son barış sürecinin bitmesinin ardından Cizre, Sur gibi yerlerde aylarca süren sokağa çıkma yasaklarını ve ağır silahların da kullanılmasını, evlerin yıkılmasını, sivil ölümlerin olmasını ve cenazelerinin defnedilememesini, ölümlerin devam etmesinin tek çözüm olarak görülmesini kabul edemedim nitekim bu endişelerle barış akademisyenlerinin dilekçesini imzaladığım için partiden ihraç edildim. İhraç edilmeseydiniz AKP’nin uzlaşamadığınız bu politikalarına rağmen partide kalmaya devam edecek miydiniz? Gerçekten bilmiyorum fakat şundan eminim; daha önce olduğu gibi benimsemediğim hususları açıkça dile getirirdim. AKP, iktidara geldiği ilk yıllarda “Kürt Açılımı”, “Alevi Açılımı”, “Roman Açılımı” vb. politikalar izleyeceğini ifade etti. Bugün adına açılım dediği pek çok konuda geri adım atmış durumda hatta aksi uygulamaları söz konusu. Bir süre AKP içinde politika yapmış, AKP’yi içeriden bilen biri olarak sizce bu değişim nasıl gerçekleşti? Bunun sebepleri nedir? Türkiye, yerleşmiş bir demokrasi eksikliği nedeniyle sorunlarını çözmeyip biriktirdiğinden, bu sorunların üstesinden gelmek için rutin çalışmaların ötesine geçilerek “açılımlar”a girişilmesi son derece normaldi. Reel politik açıdan bakarsak; vesayetçi demokrasi nedeniyle siyasetin güçsüz olduğu o dönemde, bu konularda tavrı açılımlardan yana olan Avrupa Birliği kurumlarının desteği de önemli olmuştur. Niye bunların devam etmediğini izah biraz daha zor belki. Gücünü giderek pekiştiren ve askeri vesayetten kurtulan AK Parti’nin artık Avrupa Birliği’nin desteğine ihtiyacının olmaması bu konularda eski tutumunu devam ettirmesinde eski itici gücünü kaybettirmiş olabilir. Ayrıca şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi Avrupa Birliği’nin kamusal yönetim ilkeleri daha yeni yeni uygulamaya konuluyordu ve siyasetçisinden bürokratına bu ilkeler yerleşiklik kazanmadığı için; bu standartlara uymanın tabii zorluğu başlamıştı. Henüz 2002’de çıkartılan Kamu İhale Kanunu’nun 2014 itibari ile 162 kez değiştirilmek zorun-
Klasik vesayet ortadan kalktıktan sonra Türkiye siyaseti üstüne düşen bir vazifeyi yapamamıştır. da kalınması bize bu durumu tek bir örnekle anlatır. Bu zorlukların üstesinden gelmek için de çalışılabilirdi ama artık iç siyasette daha rahat olunduğu bir ortamda, halkta her zaman belli bir zemini olan; seçkinler ve gittikçe tektipleşen kitlesel medya ile de köpürtülen “Batı karşıtlığı” ile toplumsal desteğin mevcut olması nedeniyle bu açılımlara nihayet verilmiştir diye düşünüyorum. Siyaset, “barış sürecini” desteklerken kamuoyu desteği olduğunu biliyoruz ama siyasi konjonktür değiştiğinde siyasetçileri buna zorlayacak bir desteğin olmadığını görmek için kamuoyu araştırmalarına bakmaya bile gerek yok. Açılımın olduğu bütün konular Türkiye’de şöyle veya böyle istatistiki anlamda azınlık sorunlarıdır; siyasetçileri bu konuda hareket etmeye zorlayacak kalabalıkları arkasına almaz. Bu yüzden siyasi öncelikler değiştiğinde siyasetçilerin bu konulara ilgisinin azalması da çok şaşırtıcı değil diye düşünüyorum. 8 Temmuz 2013’te yayımlanan Hazal Özvarış ile yaptığınız röportajda “Türkiye’de darbe sayfası kapandı mı sizce?” sorusunu “Bence kapandı ve kapanması da gerekiyor. Bu Ak Parti’nin rüştüdür. Aksi takdirde hala darbe ihtimali varsa bu başarısızlık ilanıdır. Bu ihtimali dile getirerek siz, siyaseti konsolide edemediğinizi söylüyorsunuz, başarısız olduğunuzu söylüyorsunuz. Ki bence bu yanılgıdır, AK Parti askeri vesayeti bitirme konusunda başarılı olmuştur.” sözleriyle yanıtlıyorsunuz. 15 Temmuz 2016’da ise ordu içerisindeki bir grup tarafından bir darbe girişimi gerçekleşti. 2013’teki ifadelerinizle birlikte
Türkiye, yerleşmiş bir demokrasi eksikliği nedeniyle sorunlarını çözmeyip biriktirdiğinden, bu sorunların üstesinden gelmek için rutin çalışmaların ötesine geçilerek “açılımlar”a girişilmesi son derece normaldi.
24
düşündüğümüzde bu darbe girişimini nasıl yorumlarsınız? 15 Temmuz “darbe teşebbüsü”nün teşebbüs halinde kalmış olması yukarıdaki ifadelerimi destekliyor görünüyor. Konu ile ilgili çok net bilgilere ulaşamasak da bugünlerde darbe teşebbüsü yargılamalarından öğreniyoruz ki bütün olarak ordu içinde böyle bir irade teşekkül etmemiştir. Zaten bu teşebbüsün iktidar elitleri tarafından “ordu ve asker” ile olabildiğince ilişkisizlendirilerek tarif edilmeye çalışılması benzer görüşte olduğumuzu gösteriyor. Zaten darbe teşebbüsünün hukuksuzluklara kapı açacak derecede özgürlükleri kısıtlayıcı uygulamaları kamuoyunda ve “hukuki” olarak meşruiyet sağlayacak şekilde kullanılması yukarda bahsettiğim konularla beraber düşünüldüğünde; bu teşebbüsün yeni dönem toplumsal destek üretme zemini gibi algılandığını da gösteriyor. Askeri vesayetle ilgili 2013’deki değerlendirmelerime bazı ilaveler yapmak isterim. Klasik vesayet ortadan kalktıktan sonra Türkiye siyaseti üstüne düşen bir vazifeyi yapamamıştır. Açık ve kamuoyunun kontrolünde olmadığı için tasvip edilmese de klasik siyasi vesayet kurumları siyasi iktidarlara bir çeşit denge-denetleme görevi görüyordu. İşte vesayet kurumlarının zayıflatılarak aşıldığı günümüz Türkiye’sinde oluşan denetim açığının açık, kamuoyunun denetiminde denge-denetleme mekanizmaları ile kapatılması gerekiyordu. Türkiye, 2011’den sonraki son beş altı senede bu denge-denetleme mekanizmalarını oluşturmada çok zaman kaybetmiştir. Olağanüstü dönemin uzatılmasına isteklilik ve bu dönemde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekillendirdiği hukuk/ hukuksuzluk, yeni anayasa değişikliği ile getirilen denetimsiz cumhurbaşkanlığı sistemi, bırakınız tam denetimi gerçekleştirecek yeni kurum ve teamüllerin oluşturulmasını var olan denetlemeden bile kaçınıldığını bize göstermektedir. Denetim mekanizmalarını aşırı bir basitleştirme ile araçların freniyle kıyaslarsak, frensiz bir araba ne kadar tehlikeli bir yolculuğa işaret ediyorsa denetimsiz yönetim de o kadar tehlikelere açık hale gelmektedir.
“hak”kın yanında olmak için 15 Temmuz’un ardından OHAL ilan edildi ve akabinde “Kanun Hükmünde Kararnameler” geldi. Siz de bu KHK’lardan biriyle Muş Alparslan Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yaptığınız sırada ihraç edildiniz. Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Önce 21 Temmuz’da açığa alındım ve akabinde soruşturma yapıldı. Soruşturmada bana “Paralel Devlet Yapılanması ile iltisakım olduğu yönünde duyumlar alındığı” söylendi. Ben de böyle bir iltisakın olmadığını ve esasen yok olan bir şeyin ispat edilmesinin de zor olduğunu söyledim. Sonrasında Bank Asya’da hesabımın olup olmadığı soruldu. Evet, Bank Asya’dan sanırım 2009 tarihinde alınmış bir kredi kartım dolduğunu söyledim. Hayatımın pek çok safhasında Paralel Devlet Yapılanması olarak söylenegelen hareketle hiçbir irtibatımın olmadığının rahatlıkla görülebileceğini çeşitli örneklerle ifade ettim. Soruşturma sırasında yakın çalışma arkadaşlarımdan bu konu ile ilgili görüş alındığını ve hepsinin de “Hayır” dediğini öğrendim. Daha sonra Rektör bizlerle konuştu ve üniversite ne karar verirse versin yargı yolunun açık olduğunu ifade etti. Ve bu konunun kapandığını düşünürken 1 Eylül KHK’sı ile işten atıldığımı öğrendim. Rektör, bakanlar, milletvekilleri dahil hemen hiç kimsenin ne süreç ile ne de itiraz yolları ile ilgili şeffaf bir bilgiye sahip olmadığı açıkça görülüyor. Bu durum da yeni personel yasası ile ilk kez hukuka giren “şeffaf, hesap verebi-
lir” idare anlayışından ne kadar uzaklaştığımızı göstermektedir. AKP iktidarının uygulamalarına karşı çıkan, hak arayan kesimlere karşı ilk söylenen söz “’28 Şubat’ta neredeydiniz?” oluyordu. Bugün görüyoruz ki 28 Şubat’ta tam da orada olanların bir kısmı bugün de çeşitli baskılara ve hak ihlallerine uğruyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugün bu kadar rahat hukuka aykırı uygulamaların yapılıyor olmasının muhtemel bir açıklaması da geçmişte iktidarların 28 Şubat sürecinde olduğu gibi hukuksuz uygulamalarına ana akım medya dahil toplumda etkili aktörlerin itiraz etmemesidir. Tabii “28 Şubat’ta neredeydiniz?” sorusu bugünkü hukuksuzlukları meşrulaştırmak için kullanılamaz ama bugün, 28
“28 Şubat’ta neredeydiniz?” sorusu bugünkü hukuksuzlukları meşrulaştırmak için kullanılamaz ama bugün, 28 Şubat’taki hukuksuzlukları çok aşan hukuksuzluklar ile mücadele ederken bu gerçeğin kabul edilmesi kapsayıcı dil oluşturmak ve toplumsal destek için dikkate alınması gereken bir ifadedir.
25
Şubat’taki hukuksuzlukları çok aşan hukuksuzluklar ile mücadele ederken bu gerçeğin kabul edilmesi kapsayıcı dil oluşturmak ve toplumsal destek için dikkate alınması gereken bir ifadedir. 28 Şubat sürecinde haksızlığa uğrayanların bugün de haksızlığa uğraması her dönemin “doğrular”ına istekle uyum göstermeyenlere yönelik, onların ve iktidarın da tabii görüşlerinden bağımsız olarak çeşitli şekillerde tedip edici davrandığı karma bir grubun varlığına işaret ediyor. İşte bu farklı görüşte olan gruplar kapsayıcı bir dil oluşturarak; herkes için adil, hukuka uygun bir Türkiye’nin oluşturulması için belki de doğal bir hareket zemini oluşturmuş oluyor. Türkiye’de son dönem uygulamalara bakıldığında faşizme doğru bir gidiş tespiti yapılıyor hatta durumu faşizm olarak nitelendirenler de var. Siz, bu tespitlerin neresinde duruyorsunuz? Dönemi nasıl okuyorsunuz? Eğer faşizm ya da faşizme doğru bir gidiş söz konusuysa, bu gidişatın müsebbibi, yürütücüsü olarak görülen iktidarın İslami söylemden de sıklıkla beslendiği düşünüldüğünde İslami söylemle faşizan uygulamaların bir arada yürümesini nasıl yorumluyorsunuz? Faşizm kavramının herkesteki karşılığı farklı olduğu için anlaşmayı zorlaştırıyor. Bu yüzden, iletişimi kesintiye uğrattığı için bu kelimeyi kullanmayı kendim için doğru bulmuyorum. Bunun yerine mesela, basın özgürlüğünün ciddi ihlal edildiğini, muhalefet imkanlarının çok sınırlı olabildiğini, çok parti olmasına rağmen muhalefet partilerine yönelik ancak tek partili dönemlerde mümkün olacak bir diskurun hakim olduğunu yani iktidarın farklı partilerde olmasının doğal görülmemesini ileri sürerek eleştirmeyi tercih ediyorum. 20. yüzyılın hayran olunan siyasi rejimi olarak çok partili demokrasileri insanlık tarihi için aslında çok yeni. Elbette şehir devletleri olarak demokrasiler Antik Yunan’da olduğu gibi çok eskidir ama yüzyıllardır geniş coğrafyalar için hakim siyasi rejim krallıklar olmuştur. O yüzden Fransız Alexis de Tacquville’nin 1830’larda Amerika’da müşahede ettiği demokrasiyi geleceğin yönetim şekli olarak öngörmüş olması takdir edilir. İşte Hitler Almanyası ve Mussolini İtalya’sının başına gelenler demokrasilerin “otomatik olarak
“hak”kın yanında olmak için
Maalesef Türkiye’de siyaset bilimi müfredatı bile demokrasi rejiminin zayıflıkları üzerine ya eğilmiyor ya da bunlar çok az sayıda insanın tartıştığı konular oluyor. kusursuz sonuçlar verecek” rejimler olmadığını göstermiştir. Maalesef Türkiye’de siyaset bilimi müfredatı bile demokrasi rejiminin zayıflıkları üzerine ya eğilmiyor ya da bunlar çok az sayıda insanın tartıştığı konular oluyor. Bugün en uzmanlık gerektiren tıbbi konular bile halk arasında tartışılırken insanların toplum halinde hayatlarını ilgilendirecek bu konuların, tarafgirlikleri aşan şekilde, demokrasilerin ne gibi tehlikelere açık olduğu tartışmasının eksikliğini acı şekilde görüyoruz. “İslami söylemlerle yapılan uygulamalar ne ölçüde bağdaşır?” sorunuza gelirsek biraz tarihe bakmak lazım. Müslüman dünya için ilk siyasi rejimin, devletin başının hanedan değil de çeşitli şekillerde seçimle gelenler olduğunu düşünürsek ve bu demokrasi diyebileceğimiz bir sistemi işaret ederken maalesef 30 yıl gibi kısa bir süre sonra zamanının hakim siyasi rejimlerine yani krallıklara dönüşmüştür. Ve maalesef ilk uygulama böyle olmasına rağmen İslam dünyası seçimle iş başına getirilen siyasi rejimlere çok geç geçebilmiştir. Demokrasilerin doğru dürüst işletilebilmesi konusunda da ana akımı oluşturacak ölçüde kolaylaştırıcı bir birikimin bulunduğunu söylemek kolay değil. Zaten İslam dini çoğu zaman hem müntesipleri hem de muarızları tarafından “kadının özel halleri”, aile içi ilişkiler –günün kabullerine göre çoğu zaman kadının aleyhinde olacak şekilde-, hudut cezası gibi sınırlı hususlarla anlaşılmıştır. Yani bu konuların ötesine geçen günümüzün adaletsiz uygulamalarını eleştirecek, toplumda yaygın kabul görmüş bir söylemin var olmadığını söyleyebiliriz. Yine sorunuzdaki “İslami söylemlerin kullanılması” ile ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Hem uzun yıllar Türkiye’de dindar insanların bazı dini uygulamalarına yönelik kısıtlandığı algısı hem de global düzeyde III. Dünya’ya ve özelde Müslüman coğrafyalara yönelik çeşitli baskıcı uygulamalar halkta İslam ile ilgili olarak bir hassasiyet oluşturmuştur. Bu hassasiyetlere başvurarak pek çok uygulama topluma kabul ettirilebiliyor diyebiliriz.
İktidarın, içeride yürüttüğü politikaların yanı sıra dış politikasına da biraz değinmek isteriz. Siz, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaline karşı canlı kalkan olarak Irak’a gittiniz. Bugün, Ortadoğu’da süren yoğun bir savaş söz konusu. Türkiye de bu savaşın aktörlerinden biri. Türkiye’nin dış politikasını ve Ortadoğu’da süren savaştaki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD’nin Irak’ı işgali sırasında canlı kalkan olarak gitmemin sebebi, modern dünyada, savaşan taraflardan fazla sivillerin ölümüne yol açması, tabiata çok büyük ölçüde zarar vermesi dolayısı ile artık savunma savaşının haricinde savaşın İslam’a aykırı olduğunu düşünmemdir. Bu savaşın hem Irak’ta yol açacağı insani kayıplara hem de Türkiye’nin buna iştirak etmesi ile bu coğrafyada yaşayan halklar arasında unutulmayacak husumetler doğurmasına karşı bir şeyler yapmak istemiştim. Evet, maalesef Irak’taki savaş Suriye’ye sıçradı; yüz binlerce insan yaşamını kaybetti ve milyonlarca insan çok zor durumda yaşayacağı mülteci konumuna düştü. Ve biz de dahil dünya bu durumun kendimiz açısından etkilerini öne çıkararak durumu iki yüzlü biçimde “mülteci sorunu” olarak görüyoruz. Savaşlara yönelik teorik bakışımın ötesinde reel politik olarak da bölgesel savaşlara katılmanın Türkiye’ye yarar getirmeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin Esad’ın yönetimden mutlaka düşürülmesi gerektiği yönündeki tutumundan artık vazgeçmiş olması aslında başlangıçtaki tutumunun bizzat kendilerince de doğru bulunmadığını göstermektedir. Yakın dönemde olan ve son verilen Fırat Kalkanı Harekatı ve şu anda aktif şekilde müdahil olunmasa da Suriye topraklarında güç kazanmasına karşı olunan gruplarla ilgili olarak tarihin bize çok şey öğreteceğini söyleyebilirim. Bir zamanlar Irak’taki kırmızı çizgiler nasıl aşındı ve en karşı çıktığımız Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Yöneticisi Mesut Barzani bugün Türkiye’nin yakın müttefiki olabildiyse veya daha 2-3 yıl önce PYD lideri Salih Müslim üst düzey kabul görüyorduysa siyasi konjonktür değişiminin pek çok
26
kırmızı çizgiyi flulaştırdığını hatırda tutmak ve insan hayatını önceleyen, Türkiye’nin öteden beri takip ettiği müdahil olmama veya AK Parti’nin ilk döneminde telaffuz edilen “komşularla sıfır problem” veya yumuşak güç kullanma politikasının uygun seçenek olduğunu söyleyebilirim. Ortadoğu’da süren savaşı değerlendirirken “artık savunma savaşının haricinde savaşın İslam’a aykırı olduğunu”söylediğiniz. Şöyle bir bakınca Suriye’de süren savaşta başta IŞİD olmak üzere adları değişen ama kendilerini “İslamcı” olarak nitelendiren grupların olduğunu görüyoruz. Bunu nasıl yorumlayabiliriz? İslam hayatı önceler, “Sizi öldürmek isteyen sizde dirilsin.” ifadesinin veciz şekilde anlattığı gibi bir davranış ve tutum tavsiye eder. Tarihteki ilk kavganın Kur’an’daki anlatımı yol göstericidir. Bildiğimiz gibi Kabil ile Habil anlaşmazlığında, Habil, Kabil’in kendisine yönelik şiddet kullanma tehdidine karşı “Ben bunları sana yapmam.” demiştir. Kur’an’daki kıssaların basit tarihi hadiseler değil de bize yol gösterici olduğuna inanıyorsak Müslümanın nasıl bir yol takip etmesi gerektiği açıktır. Son derece vahşi geçen Bosna’daki savaşlarda Sırp Çetniklerin tecavüz gibi uygulamalarına karşı askerlerine “Düş-
“hak”kın yanında olmak için
Anayasa değişikliği ile ilgili ne Meclis’te ne de Meclis dışında özgür, şeffaf tartışmalar yapılamamıştır. Beğenmediğimiz 1982 Anayasası’nın bile milletvekillerine inisiyatif sağladığı “gizli oy” prensibine aykırı şekilde Ak Parti’li milletvekilleri oy kullandılar. manınız sizin öğretmeniniz olmasın.” diyen Aliya İzzetbegoviç’i burada rahmetle anıyorum. Yine biliyoruz ki Müslümanların güçlü oldukları bir dönemde, son derece barışçıl olan hacc ibadetlerini yapmaktan men edilince bile, masumların ölümüne sebep olacağı endişesi ile Mekke’ye girip savaş seçeneğini düşünülmemiştir. Her konuda “Siyonistler”i suçlama kolaycılığına düşmek istemiyorum ama IŞİD’in İsrail ile hiçbir probleminin olmaması, hatta birkaç ay önce, hiçbir insan kaybına da yol açmamış olan İsrail’e yanlışlıkla yapılmış bir saldırı sonucu “özür dilemiş” olması da bir şeyler söyler kanımca.
Savaş ve baskı ortamında 16 Nisan’da “Başkanlık” sistemine geçişin oylandığı bir referandum gerçekleşti. Sizin de içinde bulunduğunuz Hak ve Adalet Platformu referandumda “Hayır” diyeceğini belirtti. Referandum sürecini ve referandum sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sadece bu soruyu cevaplamak başlı başına bir kitap konusu. O yüzden çok özetleyerek cevaplamaya çalışayım. Anayasa değişikliği, sıradan değişiklikler değildir. Bu yüzden Türkiye’de 1982 Anayasası’nın pek çok değişikliği Anayasa Uzlaşma Komiteleri tarafından yapılmıştır. Son anayasa değişikliği ile ilgili ne Meclis’te ne de Meclis dışında özgür, şeffaf tartışmalar yapılamamıştır. Beğenmediğimiz 1982 Anayasası’nın bile milletvekillerine inisiyatif sağladığı “gizli oy” prensibine aykırı şekilde Ak Parti’li milletvekilleri oy kullandılar. Meclis müzakereleri Meclis TV’nin yayında olmadığı, herkesin istirahat ettiği gece yarılarında yapıldı. Olağanüstü Hal KHK’ları ile iki yüz civarında basın organının kapatıldığı ve yüzlerce gazetecinin gözaltında veya tutuklu olduğu bir ortamda anayasa tartışmalarına herkesin eşit şekilde katılacağı zemin ciddi ölçüde zedelendi. Buna ilaveten yine OHAL KHK’ları ile insanların bir araya geldiği ve alternatif tartışma
27
zemini olan binlerce sivil toplum kuruluşunun kapatılmış olması bu durumu ağırlaştırdı. Bunun üstüne seçim sırasında özel televizyonların dengeli yayın yapmalarını sağlamaya yönelik Yüksek Seçim Kurulu’nun denetim yetkisinin, seçime bir yıl kala yapılan değişikliklerin seçimlerde uygulanamayacağına yönelik anayasa maddesine aykırı biçimde, referandum sırasında kaldırılması ilave edilince anayasa değişiklikleri ile ilgili usul şartlarının ciddi ölçüde ihlal edildiğini düşünüyorum. İçeriğe gelirsek, Türkiye’de adına cumhurbaşkanlığı sistemi dense de genel geçer adı başkanlık olan bu sistemin Venedik Komisyonu’nun tabiri ile “demokratik başkanlık” olmadığı söylenebilir. Başarılı örnek ABD olduğu için onunla kıyaslamak anlamlı olur ama ortada kıyaslanacak bir durum olmadığı görülür. Bir kere ABD federal bir sistem olduğu için, ABD Başkanı’nın yetkileri yerel düzeyde zaten ciddi anlamda frenlenmektedir. Bizde ise başkanın alacağı bir karar bütün Türkiye’yi aynı şekilde belirleyecektir. İkincisi şu andaki başkan Donald Trump örneğinde gördüğümüz gibi başkanın yetkileri yargı ve kongre tarafından ciddi ölçüde dengelenmektedir. ABD başkanlarının yüksek yargıç seçimine senato müdahale etmektedir. Mesela önceki başkan Barack Obama’nın son bir yılında yüksek yargıç seçmesini uygun bulmadığı için Obama, Anayasa Mahkemesi’ne yargıç atayamamıştır. Ayrıca ömür boyu görev yaptıkları için başkanların yüksek yargıyı belirlemesi ihtimali yoktur. Yine bakanlar dahil bütün yüksek görevde bulunanlar için senato onayının gerekli olması başkanın yetkilerinin nasıl dengelendiğini gösterir. Referandumun getirdiği anayasa değişikliğine göre ise bakanların atama ve azil yetkisi sadece cumhurbaşkanında. Ayrıca yargıç ve savcıların sicil işlemleri ve bazen de yargıya müdahale edecek değişiklikler yapabilecek Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu belirleme yetkisi büyük ölçüde cumhurbaşkanında, 6’sını doğrudan 7’sini ise oluşmasında cumhurbaşkanının büyük etkisi olduğu Meclis -çok yüksek oy gerekmediği için- seçtiği için. Cumhurbaşkanının kararname çıkarma yetkisi var, her ne kadar bu kararnamelerin temel haklarla ilgili olmaması gerekiyorsa da bunu denetleyecek kurum olan Anayasa Mahkemesi üyelerinin de hemen tamamının cumhurbaşkanınca belirleni-
“hak”kın yanında olmak için yor olması (15 üyenin 13’ü) yetkilerin bir kişinin elinde toplanmasına işaret ediyor. Ayrıca tek başına cumhurbaşkanının Olağanüstü Hal ilan etme yetkisi, bugünkü tecrübelerimiz ışığında değerlendirildiğinde çok ciddi soru işaretleri barındırıyor. Bütün bu sebeplerle daha önceki 2010 referandumunu desteklemiş olan ve AK Parti’nin kapatılmasına karşı çıkmış olan Venedik Komisyo’nun bu değişiklikler olursa Türkiye’nin yine AK Parti döneminde 2004 yılında çıkmış olduğu “gözetim altında ülke” konumuna geri dönebileceğini belirtmesi ve sürpriz olmayan şekilde Avrupa Konseyi’nin Türkiye’yi “gözetim altına” alması bize durumu özetlemektedir. Referandum sonucunda öyle ya da böyle bu kadar yetki elde edilmişken fakat bir taraftan da YSK’nın resmi sonuçlarına göre bile toplumun neredeyse yarısı “Hayır” demişken AKP’yi ne bekliyor ve sizce AKP, önümüzdeki süreçte nasıl bir politika izleyecek? Daha önce de söylediğim gibi Türkiye’deki demokrasi, yargısal ve askeri bürokratların hakimiyeti altında vesayetçi bir demokrasiydi. Belirli kırmızı çizgileri olan bir sahada siyasetçiler neredeyse günübirlik diyebileceğimiz konularla meşgul oluyordu. Bu yüzden çeşitli sorunlar bir türlü çözülemiyordu. Bu durumdan çıkılıyor olması artık gerçekten siyaset yapılabilmesinin zeminini Türkiye’nin önüne getirmiştir. Artık hazır siyasi konumlar ve bunun ürettiği nispeten istikralı getiriler söz konusu değil. İlk önce var olan siyasetçilere büyük iş düşüyor bu zeminde gerçekten siyaset yapma imkânını kullanma hususunda ama sonrasında da her bireyin bir sorumluluğu olacaktır. Türkiye siyasetçileri ve halkı olarak bakalım; üstümüze düşen görevi, adaleti sağlayacak bir toplumsal düzen kurup kuramayacağımızı göreceğiz. Türkiye siyasetçilerinin “hayır” kampanyaları sırasındaki tavırları ve halkın klasik yüzde 65 sağ/ muhafazakar yüzde 30-35 sol ayrımı şeklindeki de on yıllardır kemikleşen konumlanışından çıkması bu konuda olumlu işaretler içeriyor. Toplumda çok dengesiz bir dağılımın olmamış olması bu siyasetin üretilmesi için çok teşvik edici bir zemin sunuyor bana göre. AK Parti’nin zeytinliklerle ilgili hazırlanacak yasa ile ilgili toplumsal itirazı dikkate alarak geri çekmesi de bu zemini dikkate aldığını
Türkiye siyasetçileri ve halkı olarak bakalım; üstümüze düşen görevi, adaleti sağlayacak bir toplumsal düzen kurup kuramayacağımızı göreceğiz. gösteriyor. Rasyonel bir AK Parti bu tür politikaları devam ettirir gibi geliyor. Referandum sürecinde yoğunlaşan ama daha öncesinde başlayan HDP’ye dönük baskıları; eş başkanlarının, milletvekilllerinin, belediye başkanlarının, seçilmişlerin hapse atılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? HDP’ye yönelik bu tutumu nasıl yorumluyorsunuz? Bu zamana kadar klasik sağ iktidarlar, atanmışların jakoben uygulamalarından şikayetçi olageldikleri için hep “seçilmiş”lerin önceliğine vurgu yaptılar. Aynı şekilde “merkeziyetçi elitlere” karşı her zaman Prens Sabahattin’in “ademimerkeziyet”çi politikalarını benimsemişlerdir. Bu itibarla seçilmişleri hapsedip yerine kayyum atamak klasik sağ reflekslerden büyük ölçüde uzaklaşmayı ifade ediyor. Ayrıca “Meclis’in bütünlüğü” söz konusudur, partiler ve seçilmiş oldukları yerlerin ötesinde bir anlamı var TBMM’nin. Milletvekillerine yönelik siyasi saiklerle bu tür muamele aslında Meclis’in ve “sorunları tespit ederek çözmek” için büyük yetki ve imtiyazlar verilen siyasetin saygınlığını zedelemektedir bana göre.
28
Referandumda, Türkiye’nin büyük şehirlerinde ve İstanbul özelinde Üsküdar, Fatih gibi daha önce AKP’nin yüksek oy aldığı yerlerde “hayır” önde çıktı. Sonuçlar gösteriyor ki daha önce AKP’ye oy vermiş kesimler, AKP’ye rağmen bu kez farklı bir tercih yaptı. Ancak yoksul Müslümanların önemli bir kesimi halen AKP’ye oy veriyor. Bununla birlikte savaş politikalarını, ekonomik krizle birlikte artan işsizliği, işten atılmaları, iş cinayetlerini de göz önünde bulundurduğumuzda sizce ezilen, yoksul Müslümanlar neden halen AKP’ye oy veriyor ve bu kesimler için başka bir seçenek nasıl mümkün kılınabilir? Evet hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde daha önce AK Parti’ye oy vermiş seçmen bu kez referandumda “Hayır” verdi. Birincisi referandumda “Hayır” verilmesi gerektiğini söyleyenlerin dediği gibi burada herhangi bir parti değil sistem değişikliği yapılıyor. AK Parti ve liderine güvenen bazı AK Partililer bile referandumda “Hayır” vermiş olabilir. Bu kadar yetkiyle donanmış “kötü niyetli birinin elinde” zarar görecekleri endişesi ile. İkinci olarak daha önce AK Parti’ye oy vermiş bazı insanlardan OHAL ve KHK’larının ya birinci elden
“hak”kın yanında olmak için mağduru oldukları ya da yakın çevreleri mağdur olduğu için veya yüksek sayıda ve temelsiz cezalandırmaların verdiği güvensizlik, haksızlık ve bunun ekonomiye yansıması dolayısı ile AK Parti yöneticilerine karşı şüphe duymaya başlamış bir kesim var. Ve dediğiniz gibi geniş sosyal destek politikaları ile AK Parti’ye destek olan büyük bir kesim de söz konusu. Sosyal desteklerin niteliğiyle ilgili kafa yormak gerekiyor ve bu, bugüne kadar -ben de dahil- üzerinde durulmayan bir konu. Ve insanın İslam’ın da öngördüğü “hür, müstakil” duruş için ciddi zarar veren bir yönü de var. Umarım bu konu, entelektüel ilgi alanımıza layık olduğu şekilde girer. İslam’ın öngördüğü “hür, müstakil” duruş ile sosyal destekler konusunu ve bunlar arasındaki bağlantıyı biraz daha açabilir misiniz? Hakikat üzerinde düşünürken var olduğu koşulların belirlediği koşullanmışlığı aşarak, kendi şahsı ve yakınlarının zararına bile olacak olsa “hak”kın yanında durmayı kast ediyorum. Ama bu durum gerçekten çok zor. Çoğumuz toplumsal koşullanmışlıklar içinde verili rollerimizi oynuyoruz. İşte “din”, özelde İslam dini bize bu koşullanmışlıkları aşabileceğimiz imkânları sunar. Müslüman dünyanın ilk şehidi, müşrik birisinin kölesi olan Sümeyye validemizin, efendisinin putlarını bırakarak tek Allah’a inandığını ifade edebilmesi işte bu imkan sebebiyledir. Benzer şekilde bir köle olan Hz. Yusuf’un, üstelik kendi nefsi de meyletmiş olmasına rağmen, efendisinin emrine karşı gelerek iffetini korumuş olması da aynı imkânı ifade eder. Bu arada kölelik gibi “hür” olmanın zıddı bir toplumsal sınırlılık içinde “hür irade”ye sahip olanlara selam olsun.
Sosyal desteklerin niteliğiyle ilgili kafa yormak gerekiyor ve bu, bugüne kadar -ben de dahil- üzerinde durulmayan bir konu. Ve insanın İslam’ın da öngördüğü “hür, müstakil” duruş için ciddi zarar veren bir yönü de var. Umarım bu konu, entelektüel ilgi alanımıza layık olduğu şekilde girer.
ENSAR’la birlikte hepten açığa çıkan çocuk istismarları, Aladağ’da yaşanan sosyal cinayetle kız çocukların yaşamlarını yitirmesi… Yoksul ailelerin çocuklarının çeşitli cemaat ağlarıyla çevrelenmiş hayatları ya da bu ağlarla hayatlarına kast edilmesi, maruz kaldıkları şiddet… Eğitim alanında sosyal devletin üstlenmesi gereken sorumluluğun iktidara yakın cemaatlere teslim edilmiş olması. Bu konuda sizin görüşleriniz nelerdir? Aslında bunu hemen önceki sorunun da bir parçası, devamı gibi düşünebiliriz. Bu durum bize bir kere daha göstermiştir ki insanın olduğu ve güç asimetrisi olan her yerde istismar söz konusu olabilir. Sorunun kaynağının başlıbaşına cemaatler olduğunu düşünmüyorum. Devletin gözetimi altındaki çocuk yuvaları ile ilgili pek çok olumsuz olayın da olduğunu biliyoruzama şeffaflık ve “en ziyade müsaadeye mazhar” grup veya cemaat üretmekten şiddetle kaçınmak gerekiyor. En son örneğini uzun süre bu statüye sahip olan Gülen Cemaati’nde gördük. Bu ifadelerle adeta belli cemaatlere mahkûm edercesine yetersiz barınma hizmeti sunmayı meşrulaştırmak da istemem. Devletin bazı düzenleyici faaliyetlerinin elzem olmasının yanı sıra bu alanda da çeşitli grupların toplumsal hayatta hayırlı bir rekabet içinde olacağı bir ortam bana sıcak geliyor. Peki bu olanlar karşısında alınan tutum? Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu’nun Ensar Vakfı’nda yaşanan istismarla ilgili yaptığı açıklama? Bu konu da maalesef eski siyasi tartışmalar çerçevesinde tartışıldı. İstismar edilen çocuklar değil de “cemaatlere karşı olma /destek olma” daha ön plana çıktı. Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi siyasette de erkek egemen aklın hakim olduğunu görüyoruz. Siz, bu alanda kadın bakış açısını koruyarak aktif siyaset yürüten bir kadın olarak var oluyorsunuz. Sizi, 2011 yılında “Başörtülü aday yoksa oy da yok” diyerek milletvekili aday adayı olmanızdan, o dönem parti içerisindeki muhalif duruşunuzdan, Kadın ve LGBTİ hakları konusundaki genel tutumunuzdan, yaptığınız açılamalardan -ki bu tutumunuzdan dolayı bazı kesimler tarafından hedef haline de getirildi-
29
niz-, Başkent Kadın Platformu içinde yürüttüğünüz çalışmalardan da tanıyoruz. Bu nedenle biraz da Türkiye’de kadınların durumundan konuşmak isteriz ama daha öncesinde kadın olarak siyaset içinde var olmaktan, bunun sizin için ne anlam ifade ettiğinden biraz bahsedebilir misiniz? Böylesi bir var oluş çok da kolay olmasa gerek. Evet yine çok kapsamlı bir soru. Önce şunu söyleyeyim, partisinde etkinliğine dair hiç kuşku olmayan Recep Tayyip Erdoğan, sanırım 2008 yılında Sabah gazetesinin manşetine çekilen bir ifadesinde AK Parti’de erkek egemen sistemden şikayet ediyordu. Biliyorsunuz; her ne kadar AK Parti’nin ana akım söyleminde“kota” ile ilgili olarak; kotanın, kadına hakaret olarak görüldüğü için benimsenmediği ifade edilse de “de facto” olarak kota vardır. İşte il yönetim kademesinde gözetilmeye çalışılan fiili kotaya, sayısı hiç de az olmayan il başkanlarının riayet etmemesi, Tayyip Erdoğan etkinliğinde bir parti başkanını bile partide erkek egemen anlayıştan şikayet ettirmişti. AK Parti liderinin kariyeri için çok önemli işlevi olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinde, kapı kapı dolaşarak o zaman için tanınmayan Refah Partisi’ni tanıtan kadınların emeğini gören ve takdir eden Erdoğan, partide kadınların olması gerektiği üzerine hep takım arkadaşlarına nispetle önde olmuştur. Ama kadınlara düşen rol daha ziyade belirlenen politikaları tanıtmakla sınırlı kalıyordu. Genel politika belirlemede kadınlar, belki de sıradan erkek partililer gibi çok etkin değildi. Beş milyon kadın üyesi olan AK Parti Kadın Kolları Başkanı’nın, kadın kollarının da il teşkilatları gibi genel bütçeden pay alması gerektiğini bize bir toplantıda ifade etmesi kadınların AK Parti’deki gücünü/güçsüzlüğünü gösterir diye düşünüyorum. Esasında ilahi dinleri düşünürsek, insanın kadın konusundaki dar görüşlülüğü ve önyargıları ile baş etmekte ilahi uyarıların bile ne derece zorlandığını görüyoruz. Kur’an’da kız ve erkek çocuklarına yönelik ayrımcı bakış şiddetle eleştirilirken bu konudaki ikiyüzlü tutum insanların yüzlerine çarpılırken ve Hz. Peygamber’in kız evladına yönelik saygılı tavrı ve soyunun kız evlat üzerinden gelmesi örnekliğinin bile insanlardaki kız evlat-erkek evlat eşitliğini sağlamada çok büyük değişikliğe yol açamaması bize kota, pozitif ayrımcılık gibi dönüştürücü öncü pratiklerin gerekliliğini göstermiştir.
“hak”kın yanında olmak için Kadın olarak siyaset içindeki kendi var oluşunuzdan da bahsedebilir misiniz? Kişisel tecrübelerimi hesaba kattığımda, sade üyeliğin ötesinde İnsan Haklarından sorumlu Sosyal İşler Başkan Yardımcısı olarak çok kısa bir süre bulunduğum ve beraber çalıştığım zamanın Sosyal İşler Başkanı Sadık Yakut’un destekleyici tavrı nedeniyle “kadın olarak” engellerle karşılaştığımı söylemem zor. Siyasi partilerde daha ziyade liderin etkin olması ve lider etrafındaki arkadaş gruplarının daha ziyade erkeklerden teşekkül etmesi durumu AK Parti’de de geçerli diyebilirim. Tabii il teşkilatlarında çalışan arkadaşlarımızın çeşitli şikayetleri oluyordu çalışma arkadaşlarından. Mesela seçim sırasında bazen tehlikeli karşılaşmaların olduğu ev ziyaretleri yapmaları özendirilirken sıra delege olmaya gelince “O kadar erkeğin içinde işiniz ne?” denerek caydırılmaya çalışıldığı örneğini vermek isterim bu arada. Peki, Türkiye’de kadın olmayı, Türkiye’de kadınların durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de hukuki olarak kadınlarla ilgili büyük sorun olduğunu düşünmüyorum. Daha ziyade zihinsel ve toplumsal kabullerle ilgili sıkıntılar söz konusu. Hemen her gün şahit olduğuz kadın cinayetleri de bize kadına yönelik şiddetin en önemli sorun olduğunu gösteriyor. Aslında bu cinayetler buz dağının ucu, çünkü şiddet çok daha yaygın. Bu konuda farklı istatistikler var, buna göre her üç veya dört kadın şiddet mağduru. “Masum bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümü gibidir.” İlkesinin yönlendirmesine ters şekilde hemen her gün şahit olduğumuz kadın cinayetlerine duyarsızca yaklaşıyoruz. İşte en son Akit Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni’nin katledilmesi aslında kadına yönelik şiddetin yol açtığı bir cinayettir. Ve sadece kadın değil tüm toplum bundan olumsuz etkilenmektedir. Kadınlara yönelik olumsuzluklarda daha ziyade yaygın toplumsal kabullerle ilgili sıkıntılar söz konusu olduğu için mücadelenin de bunu dikkate alarak yapılması gerektiği kanaatindeyim. AKP, iktidara gelirken kadınların yaşadığı bir hak ihlalini, başörtüsüyle kamusal alanda bulunabilme hakkının kazanılmasını dillendiren, bunun için politikalar üreteceğini vaat eden bir partiydi. Kadınların partiye ka-
tılımında ve partinin aldığı oyda da bu politik söylemin önemli bir etkisi vardı. Fakat AKP iktidarında genel olarak kadın politikalarına baktığımızda sıralamakla bitiremeyeceğimiz hak gasplarının da söz konusu olduğunu da görüyoruz. Emek alanında yaşanan hak gaspları, artan kadın cinayetleri, nefret cinayetleri, kürtaj yasası, çocuk yaşta evliliklerin önünü açan yasa tasarısı bunlardan sadece birkaçı… İktidarın tutumunu ve kadınların buna karşı yürüttüğü mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz? İçinde bulunduğunuz Başkent Kadın Platformu’nun bu konulara dair yürüttüğü çalışmalar neler? Bir düzeltme yapmak istiyorum. AK Parti ilk kurulduğu dönemde başörtüsünün kamusal alanda bulunmasını açıkça dillendiren bir parti değildi. Tabii bunun belki bazılarına göre haklı sebepleri vardı, partinin kapatılma tehdidinden bahsediyorum. Tabii daha önceki büyük partilerden farklı şekilde altı başörtülü kurucusunun olması insanlarda böyle bir algıya yol açıyordu. Başörtülü milletvekili aday gösterilmesi gibi etkinliklerle, bu biraz da alttan gelen tazyiklerle olmuştur. Diğer büyük partilerin baskıcı politikaları AK Parti’yi bu konuda bir adım öne geçirmiştir diyebilirim. Diğer konularla ilgili AK Parti perspektifinden bahsetmeden önce Türkiye’deki ana düşünce akımlarından olan Batıcılık ve İslamcılık düşüncesinin ay-
30
rım noktasının kadın olduğunu görmek gerekiyor. Çok basitleştirecek olursak neydi İslamcılarla Batıcılar arasındaki ana ayrım: Batıcılar her şeyiyle Batı örnekliğinin alınmasını savunurken İslamcılar Batı’nın tekniğini alalım kültürümüzü koruyalım diyerek aile ve kadın özelinde ayrışan görüşler ifade ediyorlardı. Tayyip Erdoğan’ın “Kadın-erkek eşit değildir.” derken esasında söylemek istediği kendi ideolojik konumlanışının altını çizmektir bence. Zaten başörtüsü yasağı da böyle bir cephe üzerinden bir parça anlaşılabilir bana göre. Neyse, muhafazakâr görüşün kendini ayrıştırdığı kadın anlayışına sahip siyasi çevre için esasında bu İslamcı/ Batıcı çekişmesinin ötesine geçen bir söylem kurmadan kadın konusunda büyük adımlar beklemek çok doğru değil kanımca. Hatta pragmatik bir parti olarak İstanbul Sözleşmesi gibi metinlerin kabul edilmesi, Anayasa’da pozitif ayrımcılığın meşruiyetinin ifade edilmesi gibi hukuk alanında değişiklikler ve bazı mekanizmaların dahil edilmesi olumlu adım olarak bile görülmelidir. Başkent Kadın Platformu üyeleri daha ziyade muhafazakâr camiadan geldikleri için bu camianın kadın anlayışı ile ilgili sıkıntıları ve bunların üstesinden gelmek için deneyim paylaşımı, işbirliği, faaliyetlerimizin önemli ağırlığını oluştursa da diğer kadın gruplarıyla irtibat halinde çeşitli çalışmalarda bulunuyoruz. Bu anlamda Kadına Kar-
“hak”kın yanında olmak için şı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi çerçevesinde Türkiye’de kurulan CEDAW Grubu üyesi olması veya Türk Ceza Kanunu değişikliğinde aktif olan kadın grubunda bulunmasını örnek olarak verebilirim. “Kadın ve erkek eşit değildir ve eşit olmayacaktır. Bu durumda erkek kadından üstündür.” gibi bir sonuç çıkıyor. Erdoğan’ın sözünün yayıldığı alanı düşünürsek, evlere sokaklara taşındığında bu sözün karşılığı ne oluyor? Daha önce de söylediğim gibi bu ifade, Tayyip Erdoğan’ın, çok kazandıran, yaygın kabul gören klasik sağ jargonda kaldığını gösteren bir işaret olarak anlaşılabilir. Fakat haklısınız en başta kendi partisinin ve özellikle Kadın Kolları Başkanı’nın bu ifadenin düzeltilmesi için harekete geçmesi gerekirdi. Bu ifade düzeltilmediği takdirde siz nasıl daha fazla kadın temsili için uğraşabilirsiniz ki? Bu yüzden ben o zaman bu ifadenin düzeltilmesi gerektiği, Tayyip Erdoğan’ın eşitlikten kastettiğinin aynılık olabileceği, elbette hiçbir insan bir diğeri ile aynı olmadığı gibi kadın ile erkek de aynı değildir, şeklinde anlaşılmalıdır demiştim. Ne yazık ki bu ifadeler bazılarınca ya hiç “duyulmadı” ya da duymazlıktan gelindi. Evet haklısınız, bu ifadelerin en azından söylem düzeyinde nasıl yaygınlık kazandığını maalesef çeşitli şekillerde görmüş bulunuyorum. Bu yüzden düzeltilmesi gerektiğini ve bu görevin de evvelemirde AK Parti’li kadın yöneticilerde olduğunu düşünüyorum. Peki, muhafazakâr çevre içerisindeki kadınların hak mücadeleleri? Yeni toplumsal ve ekonomik şartlar muhafazakâr çevreyi de zaten doğal olarak dönüştürüyor. Bunun ötesinde iradi olarak toplumdaki geçerli kadın aleyhindeki uygulamalara itiraz eden kadınlar için bence en önemli dayanak noktası, döneminin şartlarını kadınlar için radikal ölçüde değiştiren ilk dönem İslami anlayış olmuştur. Nasıl siyasi rejim olarak Müslüman dünya, orijinalinden sapmışsa kadın konusunda da sapmış olduğunu düşünen ve ifade eden kadın arkadaşlarımızla birlikte çeşitli şekillerde mücadele ediyoruz. Zaten bu global düzeyde ve bir isim de konulmuş: “gender cihad”. Nasıl siyasi rejim var olan güç ilişkileri çerçevesinde hanedanlığa evrilmişse yine güç ilişkilerinin kurbanı olan kadınlar
Nasıl siyasi rejim olarak Müslüman dünya, orijinalinden sapmışsa kadın konusunda da sapmış olduğunu düşünen ve ifade eden kadın arkadaşlarımızla birlikte çeşitli şekillerde mücadele ediyoruz. Zaten bu global düzeyde ve bir isim de konulmuş: “gender cihad”. açısından da Müslümanlar, dinlerinin hakkını verememişler diyen kadınlar olarak çeşitli şekillerde mücadele ediyoruz ve bu aslında kişisel ve grupsal çıkarlar için değil global düzeyde adil toplum olmanın bir parçası. Köleleri bile hürleştiren “hür” ve “müstakil” olma mücadelesinin bir parçası olarak görebiliriz bunu. Yalnız maalesef Müslüman dünyanın erkek düşünürlerinin kahir ekseriyetinin kadın konusundaki bu koşullanmışlıktan çıktığı pek söylenemez. Bunun farkında olarak yine de iletişim ortamını dikkate alan bir dille farkındalık sağlamaya çalışan bir kadın grubu çeşitli düzeylerde bunun için çalışıyor. Hızla dönüşen toplumsal ve ekonomik şartlar ve 19. ve 20. yüzyıllardaki kız kardeşlerimizin çabaları ile dünyanın kadın ile ilgili konularda en azından politik doğruculuk anlamında geldiği seviye ile birleştiğinde bu iradi kadın çabasının pek çok konuda mesafe aldığını söyleyebilirim. Tüm ayrıştırıcı politikalara rağmen farklı kesimlerden kadınlar, kendi haklarını savunmak ve birlikte mücadele yürütmek konusunda ortaklaşma zeminleri yaratabiliyor. Toplumun böylesine kutuplaştığı bir dönemde kadınların ortak mücadele zeminleri yaratmak konusunda ısrarı umut verici. Siz bu fikre katılıyor musunuz? Bunu genişletmek, bütün ezilenlerin egemenlere karşı ortak mücadelesinin zemini yaratmak sizce nasıl olabilir? Bunun olanakları var mıdır? Doğru, haklısınız. Yukarda da bahsettiğim gibi, bugün verili kabul ettiğimiz eğitim, miras, oy hakkı gibi hususlar kız kardeşlerimizin 19. ve
31
20.yüzyıllardaki mücadeleleri sonucu mümkün olmuştur. Hem geçmişteki kız kardeşlerimizin yaptıklarını takdir etmek hem de bugün de eşitsizlikleri dile getiren genel kadın grupları ile çalışmak sadece seçim değil görev de olmalı bizler için. Tabii özellikle Türkiye’de farklı kadın kesimlerinin beraber çalışmasının önündeki ideolojik ve bazı olumsuz tecrübelerin varlığını görmek ve bunun üstesinden gelecek şekilde davranmak gerekiyor. Türkiye’de on yıllarca süren ideolojik bölünmenin aşınmaya başlamış olması da aslında kadınların bir araya gelmesini kolaylaştıran bir etken olacaktır. Var olan ve gelecek nesillere aktarılma tehlikesi gösteren eşitsizliklerle mücadele eden, dayatmacı değil müzakereci olan, muhatabını herhangi bir anlaşmazlıkta hain olarak görmeyen, hukuk devletinin hakim olduğu bir sistemi inşa edecek kadın ve erkeklerin işbirliği içinde ilk adımlar atıldığında Türkiye halkının buna destek vereceğini sanıyorum. Uzun süredir farklı ve birbirine şüpheyle bakan kesimlerin diskuru içinde belki de doğal olarak bu replikleri tekrar edegelen geniş kesimler için alternatif bu tür söylemleri işitmeleri, görmeleri, hissetmeleri önemli başlangıç olacaktır. Kutuplaşmalardan ve ortaklaşmalardan bahsetmişken “Yan yanayız, bir aradayız” bildirgesi de geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Siz de bildirgenin imzacılarındansınız. İmzaya açılan bir bildirge olmasının dışında amacı, hedefleri nelerdir? Ne tür çalışmaları önüne koyacaktır? “Yan yanayız, bir aradayız” bildirisini; bildirinin içeriğine, imzacılarının profiline ve bildiriyle ilgili konuşanların ifadelerine baktığımda tam da yukarda bahsedilen, öteden beri Türkiye’de var olan ayrımların ötesine geçen ve bu açıdan “yeni” ve “umut verici” işbirliğinin bir tezahürü olarak okuyorum. Bir kişinin düşündüğü, diğerlerine dikte ettirilen bir bildiri olmadığı için elbette kesin hedefleri şunlardır denemez. O yüzden işin başında daha, çok başlı, müzakere eden, bugüne kadar farklı ve hatta “zıt” kamusallıklar içinde olduğu düşünülen kişilerin neler yapabileceği üzerine bir şey söylemek kolay değil ama sadece bir bildirge ile sınırlı kalmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Söyleşi için çok teşekkür ederiz.
referandum öncesinde ve sonrasında türkiye
koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz Toplumsal muhalefetin referandum sürecinde kazandığı ivme ve kapsam daha fazla gerilemeden, Türkiye’de siyaseten sol, sosyalist, sosyal demokrat, demokrat tarafta olanlar, günümüzde siyasal mücadelenin zaman geçirmeksizin doğrudan ve ertelenemez, devredilemez iktidar mücadelesini gerekli kıldığını görmeli ve gereğini yapabilmelidir.
Onur HAMZAOĞLU
Y
ukarıdaki başlığın konusu öngörü, bu da bir yöntem gerektiriyor. Yöntemimiz ile ilgili bazı saptamaları paylaşmak gerekirse: “Bilim ve siyaset, toplumsal olayların ilk bakışta görünmeyen özünü görmeye-göstermeye çalışmak için gerekli olan iki temel araçtır”. “Anlamaya çalışmak” için ayrıntılardan başlamak çoğu zaman “kaybolmamıza” neden olur. Hem kaybolmamak hem de olayların ilk bakışta görünmeyen özünü görebilmek için önce bütüne bakmamız, sonra parçaları ayrı ayrı değerlendirmemiz ve bütün ile ilişkisini kurmamız gerekir. Makalemizde bu yöntemi kullanarak, önce dünya, Orta Doğu ve Türkiye’nin son 10-15 yıldaki politik ve ekonomik ana başlıklarını, okumalarımızın sınırlılığı dahilinde, paylaşacağız. Daha sonra, gelecek günlerde yaşanmasını muhtemel gördüğümüz başlıkları ve söz konusu başlıklardaki
olayları toplumsal muhalefet adına-yararına düzenleyebilmek-yönetebilmek için yapılması-yapmamız gerekenleri oluşturduğunu düşündüğümüz saptamalarımızı, gerekçeleriyle birlikte ele alacağız.
Dünyada durum
Bu yıl, 2017, Ekim Devrimi’nin 100. yılı. Lenin ve yoldaşlarının Marks’ın, Engels’in insanlık tarihinden süzerek yarattıkları insanlığa hediyelerini hayata geçirmeye çaba gösterdikleri ve 70 yıl boyunca kapitalizm dışında başka bir dünyanın mümkün olduğunu yaşatarak var ettikleri bir toplum biçiminin, sosyalizmin hayata geçirilişinin 100. yılı. Bugün yine emekleriyle geçinmek zorunda olanlar başka bir dünya için mücadele ediyor. Bugün yine kapitalist-emperyalist sistem bunalımda, her geçen gün bunalımı derinleşiyor. Dünya, yeni bir karanlık dönemin içinde. 2008 sonu, 2009 başında, ABD’de “Mortgage Krizi” olarak adlandırılmakla birlikte, bütün emper-
32
yalist ülkelerde baş gösteren son kriz döngüsü bugün de dünya genelinde devam ediyor. Bu krizin tetiklediği ve yön verdiği çelişkilerden kaynaklanan sorunlar farklı bağlamlarda ve boyutlarda büyüyerek sürüyor. Kapitalizm, yaşayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olanlar başta olmak üzere, emekleriyle geçinmeye çalışanların değerlerini koruyarak var olabileceği bir düzen olmaktan bu dönemde de çıktı. Bu nedenle, faşizan hareketler dünyanın hemen hemen her yerinde var oluyor, genişliyor. Yalnızca merkez sağ değil, geleneksel düzen partilerinin tümü giderek daha da sağcılaşıyor. Patronlar, 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi, bu dönemde de benzer gerekçelerle, faşizan hareketlerle işbirliğini geliştiriyor ve uzlaşma kanalları oluşturuyor. Öyle ki bu bağlamda kapitalizm, insan haklarının kurumsallaştırılması ile oluşturduğu görüntüsünden-yüzünden günümüzde vazgeçti. Demokrasi ile insan hakları arasındaki bağ kopartıldı. İnsan hak-
koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz ları ihlâlleri tüm dünyada sistematik olarak yaygınlaştı. Hem merkez kapitalist hem de çevre kapitalist ülkelerde “yeni otoriterlik” olarak adlandırılan siyasal yönetimler ve liderler görünür olmaya başladı. ABD (merkezli sermaye), Trump’ın başkanlığı devralmasıyla birlikte, neoliberal politikaların kaptan köşkünü terk edeceğini dünyaya ilân etti. Çin ABD’nin boşalttığı yere talip olduğunu duyurmakla kalmadı; yeni uyarlama için program önerilerini dünya kamuoyu ile paylaştı. Avrupa Birliği (AB), Britanya’nın da ayrılışıyla birlikte, daha da zayıfladı, emperyalist bir odak olarak gücü-düzenleyici rolü zafiyete uğradı. Rusya, emperyalizmin sofrasındaki koltuğunu güçlendirebilmek için, AB başta olmak üzere, masanın diğer koltuk sahiplerini her alanda sıkıştırıyor.
Türkiye’de durum
Türkiye, kapitalizmin genel krizi içinde debelenirken, ülkenin mali krizi de derinleşiyor. İki binli yıllardan itibaren benzer kriz dönemlerinde ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen para girişi Temmuz-Aralık 2016 döneminde de dikkat çekici boyutlara vardı. Geçen yılın ikinci yarısında yüzde 30’u geçen devalüasyonun yanı sıra, yıllık enflasyon yeniden iki basamaklı rakamlara (yüzde 11.3) ulaştı. Hükümetin, kamu kaynaklarıyla, kamu dışı fonlama olanakları daraldı. Bu duruma da “çözüm” getirebilmek için, kamusal mali-finansal varlıkların neredeyse tamamını kapsayan ve bu birikimi kamusal denetimin dışına taşıyıp, istediği alanda ve istediği gibi kullanım kolaylığı sağlayacak olan Varlık Fonu kuruldu. Uygulandığı bütün ülkelerde batmasına karşın, devlet memurları için zorunlu bireysel emeklilik sistemi (emekli ikramiyelerine el koyma) uygulamasına geçildi. Resmi rakamlara göre 5 milyondan fazla işsiz-iş arayan, 14 milyondan fazla kamu sağlık sigortası kapsamı dışında yurttaşımız bulunuyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik derinleşti, yoksulluk ciddi boyutlarda arttı ve yaygınlaştı. Alışveriş merkezlerindeki mağazalar ve küçük esnafın işyerleri kapanıyor, esnaf sattığının yerine mal koyamıyor, şoför esnafı perişan, pazar esnafı yıllar sonra Hükümet aleyhine konuşuyor, küçük çiftçi “ölüm döşeğinde”, iflaslar yaygınlaşıyor. Tüm bu gelişmelere karşın, bir kriz yönetimi kamu fonlarının ve maliye politikalarının etkin kullanımına
muhtaçken, kamu kaynakları Üçüncü Köprü, Osmangazi Köprüsü ve otoyolu örneklerinde olduğu gibi, siyasi rant uğruna talan ediliyor.
Türkiye ve Ortadoğu
Türkiye sermaye gruplarının ve devletin, Irak savaşıyla birlikte bütün özellikleriyle görünür olan istilâcı ve hegemonyacı tutumu Suriye’deki iç savaşla birlikte, bir defa daha coşku kazandı. Bu sayede Kürtler, hem iç hem de dış düşman (tek düşman) haline getirildi. Türkiye’nin Suriye ile ilgili hem diplomatik hem de askeri neredeyse bütün girişimleri başarısızlık ve yenilgi ile sonuçlanınca dışlandı, yeri ve rolü belirsizleşti. Bölge siyasetinde bir ölçüde de olsa var olabilmesi, çelişik görünse de ancak ABD ve Rusya’ya itaatle sağlanabilecek düzeye geriledi. Suriye’de ise, Kürtler, Araplar, Türkmenler, Çerkezler, Süryaniler, Ermeniler “kapitalizm dışında başka bir dünya mümkün” hedefiyle bir araya gelerek, Kuzey Suriye Federasyonu’nu kurdular ve varlıkları için mücadeleye enternasyonalist katılımlarla da devam ediyorlar.
AKP’li yılların ikinci yarısı
Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumla, 12 Eylül Askeri Darbesi dönemi anayasası daha da baskıcı hale getirildi. Yargı, atama mekanizmalarıyla kurum olarak yürütmeye bağlanarak; kadroları payanda yapılmaya çalışıldı, kadrolaşma kolaylaştırıldı. Gerçekleştirilen bir dizi değişiklikle birlikte, burjuva demokrasisinin önemli başlıklarından olan güçler ayrılığı prensibini de rafa kaldıran anayasal düzenleme yürürlüğe girdi. Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra, Temmuz 2011’de yapılan genel seçimlerde, Emek Demokra-
AKP, bir yandan devlete katılma süreci ile ilgili yapısal ve ideolojik dönüşümünü devam ettirirken, diğer yandan, parti kadroları aracılığıyla devlet-yurttaş ilişkisini, kendi ideolojik arka planı üzerinden, toplumsal dönüşümü sağlama aracı olarak kullandı.
33
si ve Özgürlük Bloku’nun başarısının ardından, o tarihe kadar merkez sağı toparlayan, hatta genişleten bir aktör yapılma çabasındaki AKP’nin, kurucu kadrosunun da kabulüyle, merkez sağın aktörü olmak yerine devlete katılması, devlet(le) olmasına karar verildi ve bu karar hızla uygulamaya kondu. Zamanla devlet, ikili yapıya dönüştürüldü. Devletin, “normlar devleti” kimliği, zayıflatıldı, neredeyse yok olacak hale getirildi. İstediklerinde ya da gereksinim duyduklarında kuralları kaldırıp, kendi kurallarını koydukları “emir devleti” kimliği belirginleşti. Tarihsel olarak çözümü silahlı bastırma ve inkara dayandırılan Kürt sorunuyla ilgili olarak, devlet aklının dünyadaki konjonktüre uyup, kısa bir süre karışmasıyla başlatılan ateşkes ve müzakere süreci, bu topraklarda eşi benzeri görülmemiş bir direnişin, devamında da isyanın ortaya çıkışına vesile oldu. 2013 yılının yaz başında Gezi Direnişi ve Haziran İsyanı’nı yaşadık. Yaşananlar, Türkiyeli sosyalistler, solcular için yeni, özel ve önemli bir deneyim olarak tarihsel yerini alırken, özgüven de kazandırdı. Haziran İsyanı, sokağın önemini pekiştirmesinin yanı sıra, mücadele araçlarının zenginliğiyle de tanışılmasını sağladı. Önemli dersler bıraktı. Bütün bunların yanı sıra, Türkiye’nin batısında yaşayan yurttaşların büyük bölümünün, Kürt illerindeki yurttaşların yaklaşık 30 yıldır yaşadıklarını bir parça olsun anlayabilmesini sağladı. Batıdaki yurttaşlar, ülke gündemine karşın, televizyonlarda gösterilen “penguenlerin” anlamını çözebildi. En kıymetlisi de Kürt illerindeki yurttaşlarla duygudaşlık (empati) kurabilmeleriydi. AKP, bir yandan devlete katılma süreci ile ilgili yapısal ve ideolojik dönüşümünü devam ettirirken, diğer yandan, parti kadroları aracılığıyla devlet-yurttaş ilişkisini, kendi ideolojik arka planı üzerinden, toplumsal dönüşümü sağlama aracı olarak kullandı. Türkiye’de Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası döneminde yaşanmış olan toplumsal çürümenin bir benzeri yaşanıyor. İşsizlikten, yoksulluktan daha az etkilenebilmek, işini kaybetmemek, iş bulabilmek, devletin sosyal yardımlardan yararlanabilmek için iktidarla işbirliği yapabilmenin aracı olarak “saray”ın bugünkü sahibinin meşrulaştırıcılığından da yararlanarak, vatandaşın önüne konulan Başbakanlık İletişim Merkezi
koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz “Anayasa Değişiklik Paketi” adıyla 16 Nisan’da halk oylamasına sunulan paketle birlikte, Türkiye’de 21. yy. faşizminin anayasası-hukuksal metni de yürürlüğe girdi, 94 yıllık siyasal sistem bitti. Bu metinle birlikte, yönetim biçimi değişikliği kabul edildi: TBMM’nin bildiğimiz işlevleri, TBMM’nin kuracağı ve denetleyebileceği hükümet, güçler ayrılığı, yargı dâhil kamu yönetimindeki bütün üst kurulların belirlenmesinde meclisteki partilerin yeri YOK. Adı Cumhurbaşkanlığı olarak bırakılsa da “sorumsuz ve yetkisiz” Cumhurbaşkanı yerine, “sorumsuz ve yetkili” ‘Türk tipi başkanlık’ getirildi. Artık, hemen her şeye bir kişi karar verebilecek. Hedeflenen “yeni” siyasal
sistemin ana başlıkları bunlar olmakla birlikte, henüz inşa edilebilmiş değil. Kısaca “yeni” henüz yok. Bu yokluk nedeniyle, içinde olduğumuz dönem, bir “kriz” durumu olarak da adlandırılabilinir.
Referandum süreci
Bugün için, geniş halk kesimleri, referandum sonucunun hem gayrimeşru hem de gayri hukuki olduğu konusunda hemfikirdir. Saray iktidarı, doğrudan AKP Hükümetleri döneminde palazlananlar, açık çıkar ilişkisi içinde olanlarla, bazı hakları bu dönemde kazandığını düşünenlerin oy desteğine daralmış, hegemonyası önemli ölçüde zafiyete uğramış durumda. Bununla birlikte, 16
Referandum gündemi toplumsal muhalefetin yükselişi için ülke çapında bir kanal açtı. 16 Nisan Referandumu’nun ardından, herkes için “yeni” olarak adlandırılabilecek bir döneme başlıyoruz. Fotoğraf: Berge ARABIAN
(BİMER) ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER) aracılığıyla çaresiz bıraktığı vatandaşı muhbirliğe soyundurdu, alıştırdı; birbiriyle yarışır hale getirdi. Bugün Türkiye’de toplumsal çürüme her yerde. Ve bu durum sarayın iktidarda kalabilmesinin önemli araçlarından birisi haline getirildi. 15 Temmuz 2016’da başarısız askeri kalkışmanın ardından gelen Anayasa Darbesiyle 81 ilde ilân edilen olağanüstü hal, 20 Temmuz 2016’dan bu yana devam ediyor. Hukuk ve toplumsal/ kişisel haklar askıya alındı. Bakanlar Kurulu toplanmadan kanun hükmünde kararname (KHK) yayımlayarak, günlük yaşamın bütün alanlarıyla ilgili yasal düzenleme yapılıyor. Bugüne kadar sivil aktörleriyle ilgili açıklama dâhil, herhangi bir işlemin yapılmadığı kalkışma sonrasında, yapılan düzenlemeler hukuksal temelde ulusal ve uluslararası yargıya gitmeksizin hayata geçiriliyor. KHK’lerle bir yandan devleti yeniden yapılandıracak düzenlemeler gerçekleştirilirken, öte yandan iktidara bütünüyle itaat eden kadrolar oluşturabilmek için cadı avı başlattılar. Fişledikleri, jurnallenenlerden 120 binden fazla kamu çalışanını ihraç ettiler, on binlercesi açığa alındı. HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, eş genel başkanlar dâhil çok sayıda milletvekili hapishanelerde rehin tutuluyor, DBP’li belediyelerin tümüne kayyım atandı. Sahibinin sesi olmayan bütün gazete ve televizyonlara baskı ve sansür sıradanlaştı, önemli bir kısmı KHK’lerle kapatıldı. Gazeteciler sudan sebeplerle gözaltında günlerce tutulup, sudan bahanelerle tutuklanıp, çoğu iktidarın paryası olmuş hakimlerin karşısına bile çıkartılmıyor. Bununla birlikte, bu süreçte iktidar da iktidarsızlaştı. İktidar bloğu, siyasal meşruiyetini yitirdi, yeniden tesis de edemiyor. Bugün için tüm kurumlar çözülmüş durumda. AKP bile yok artık. Bir tek Recep Erdoğan ve onun günübirlik ittifakları var. Yanı sıra, Erdoğan’ın mutlak egemenliğini ilân edebilmek için gereksinim duyduğu “meşruiyeti” sağlayabilmek için “halka gitme zorunluluğu” temelinde gündeme gelen referandum sürecinde bir “yan etki olarak” toplum siyasallaştı. Referandum gündemi toplumsal muhalefetin yükselişi için ülke çapında bir kanal açtı. 16 Nisan Referandumu’nun ardından, herkes için “yeni” olarak adlandırılabilecek bir döneme başlıyoruz.
34
koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz Nisan’ı yalnızca sandıktan çıkanla değil, süreç olarak değerlendirmeliyiz; 1. Referandum meşruiyet sorunu taşımaktadır; a. Demokratik ülkelerdeki teamüllere göre, anayasaların toplumsal mutabakatı yansıtması gerekirken, söz konusu metin bırakalım toplumsal mutabakatı, AKP-MHP mutabakatı bile değildir. Bütünüyle Erdoğan-Bahçeli metnidir. b. OHAL’i getiren ve ısrarla sürdürenler “Evet” istemiş ve bunun için çalışmış, resmi ve/veya gayri resmi hemen her yolu denemiştir. “Hayır” çalışması neredeyse yasaklanmış, sansürlenmiştir. Önce, “Hayır” için çalışanlar, kısa süre sonra da Hayırcılar gözaltı, baskı ve şiddetle engellenmeye çalışılmıştır. c. “Evet” isteyen iktidar, demokrasinin kalan kurumlarını da kaldırmayı, idam cezasını getirmeyi vadetmiştir. d. Yüksek Seçim Kurulu(YSK), referandum takviminin başından itibaren taraflıdır. Özellikle Kürt illerinde keyfi gerekçelerle, çok sayıda sandık birleş-
tirme ve taşıma işlemini gerçekleştirmiştir. e. Kırsal alanlarda başta olmak üzere, muhtar, korucu, polis vb. kolluk güçleri ile kaymakam ve valilerin “Evet” talepleri ve bunun için “tehditleri” yaygın bir uygulamaya dönüşmüştür. 2. Referandum gayri hukukidir; a. Anayasa değişiklik paketinin TBMM’de kapalı oylama, açık sayım olarak gerçekleştirilmesi yasal olarak belirlenmişken, aralarında bakanların da olduğu AKP ve MHP milletvekilleri oylarını salona gösterip, kameralara poz vererek kullandılar. Ne TBMM Başkanlığı ne de cumhuriyet savcıları konuyla ilgili herhangi bir işlem yapmadı. b. YSK, yaygın bir biçimde HDP ve CHP’li sandık sorumlularının görevlerini iptal etmiştir. c. Yasaya aykırı olarak milyonlarca mühürsüz oy pusulası ve zarf kullanılmıştır. d. Kişilerin gıyabında toplu oy kullanma, ölü kişiler adına oy kullanma, açık oy kullanma gerçekleştirilmiştir. Bunun sonucunda, yüzlerce sandıkta bir tane bile “Hayır” oyu çıkmadığı, onlarca sandıkta seçmen sayısını da geçen “Evet” oyu çıktığı saptanmıştır. e. YSK, mühürsüz oy pusulası ve zarf kullanımını, yurtiçi oylamada kabul ederken, yurtdışı oy kullanımında reddetmiştir.
CHP, bütünlüklü ve merkezi olmayan, utangaç ve dağınık bir kampanya yürütmüştür. Kararsızlara hitap edememiştir. Ancak, CHP gençliği, İstanbul’un Üsküdar, Kadıköy gibi birçok ilçesi başta olmak üzere, yerellerde oluşturulan hayır platformlarında parti dışındaki siyasal yapıların unsurlarıyla yaygın olarak birlikte olmuş, birlikte tutum almıştır. HDP, örgütsel kapasitesi yok edilmeye çalışılmasına karşın, var olabilmiştir.
35
Referandum kampanyalarının resmi olarak başlamasından önceki dönemde yaygın olarak paketin içeriği tartışılmıştır. Bu dönemde kamuoyu araştırmalarında “Evet” oyu kullanacakların düşük, “Hayır” oyu vereceklerle kararsızların ise daha fazla sayıda olduğu saptanmıştır. Meclisteki partiler, kampanya döneminde; AKP, paketin içeriğine hiç değinmeyen, kimlik tartışmalarını öne çıkaran bir içerikle toplumsal kutuplaşmayı sağlamıştır. Parti olarak, örgütsel kapasitesi devletin bütün birim ve olanaklarıyla desteklenmiştir. Cumhurbaşkanı, açıktan “Evet” yanlısı olarak, kitlesiyle duygusal ilişki de kurarak, kararsız AKP seçmeninin bir bölümünü etkileyebilmiştir. Bununla birlikte, ekonomik krizden etkilenenlerle, seküler yaşam süren, dini referanslardan rahatsız olan AKP’lilerden “Evet” oyu alamamıştır. MHP, merkez yapı olarak tabanını kaybetmiş, siyasi tarihlerinde ilk defa bölünmüş ve açık alanda birbirlerine saldırı ve şiddet uygulamaya varan bir dönemi yaşamıştır. CHP, bütünlüklü ve merkezi olmayan, utangaç ve dağınık bir kampanya yürütmüştür. Kararsızlara hitap edememiştir. Ancak, CHP gençliği, İstanbul’un Üsküdar, Kadıköy gibi birçok ilçesi başta olmak üzere, yerellerde oluşturulan hayır platformlarında parti dışındaki siyasal yapıların unsurlarıyla yaygın olarak birlikte olmuş, birlikte tutum almıştır. HDP, örgütsel kapasitesi yok edilmeye çalışılmasına karşın, var olabilmiştir. Teslim olmamış, teslim alınamamıştır. Eldeki olanaklarını kitle desteğiyle kullanmaya çalışmıştır. Büyük hatalar yapmamıştır.
Referandum sonuçları
AKP-MHP-Saray kampanyasıyla seçmen, karşıtlıklar üzerinden tutum almaya yönlendirildi; hatta zorlandı. Seçmen talepleri, beklentileri üzerinden değil de istemediklerini hatta korkularını dikkate alarak sandığa gitti. Sandıkta, YSK ve Hükümet aracılığıyla “Oyları kimin verdiği değil, kimin saydığı önemlidir” saptaması hayata geçirildi. Bununla birlikte, YSK tarafından ilân edilen sonuçlara göre, Kasım 2015 genel seçimlerinde geçerli oyların yüzde 61.4’ünü alan AKP/MHP, 10 puanlık (yüzde 16.3’lük) azalmayla yüzde 51.4’e geriledi. Toplam 81 ilin 33’ünde, 31 büyükşehrin 17’sinde (yüzde 55) kaybetti. Kazandığı 48 ilin 43’ünde (yüzde 90), 14 büyükşehrin 12’sinde (yüzde 86)
koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz dahi gözle görünür bir biçimde geriledi. Örneğin, “Evet” çıkan büyükşehirlerden Kayseri’de 16.2, Trabzon’da 13.5, Bursa ve Konya’da 13.1, Samsun’da 12.7, Sakarya’da 11.8, Kocaeli’nde 11.1, Kahramanmaraş ve Ordu’da 10.8, Gaziantep’te 8.8, Erzurum’da 7.9 ve Malatya’da da 7.6 puanlık gerileme yaşadı. Bu ittifak, önceki sandık sonuçlarına göre, “Hayır”ın kazandığı büyükşehirlerden Antalya’da 18.0, Mersin’de 16.5, Manisa’da 16.3, Denizli’de 15.7, Balıkesir’de 14.8, Adana’da 14.6, Muğla’da 14.2, Ankara’da 14.1, Aydın’da 13.9, İzmir’de 11.2, Hatay’da 9.9, İstanbul’da 8.7 ve Tekirdağ’da da 8.5 puan kaybetti. Büyükşehirlerin hemen tümünün ilçelerinde birbirlerinden oldukça farklı sonuçların çıkmış olması da dikkat çekici bir başka durumdur. Örneğin, İstanbul’da Beşiktaş’ta yüzde 82.9, Kadıköy’de yüzde 80.6, Üsküdar’da yüzde 53.3, Eyüp’te yüzde 51.5 “Hayır” oyu çıkarken, Sultanbeyli’de yüzde 70,5, Sultangazi’de yüzde 62,4 ve Esenler’de yüzde 66.5 “Evet” oyu çıkmıştır. Ankara’da Çamlıdere’de yüzde 84.4, Akyurt’ta yüzde 79.4 ve Altındağ’da yüzde 63.3 “Evet” oyu çıkarken, Çankaya’da yüzde 78.3 ve Etimesgut’ta yüzde 54.5 “Hayır” oyu çıkmıştır. Bununla birlikte, Türkiye seçmeninin yüzde 18’inin yaşadığı tek metropol olan İstanbul’da ülke genelindeki geçerli oyların yüzde 19’u ile sonuçlara ulaşılmıştır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, ilçeler arasında büyük farklar olmakla birlikte, 39 ilçenin tamamının ortak noktası, AKP/MHP ittifakının bu ilçelerin tümünde 1 Kasım 2015 genel seçim sonuçlarına göre gerilemiş olmasıdır. AKP/MHP ittifakı “Evet” çıkan ilçeler de dâhil olmak üzere, İstanbul’un ilçelerinde 2.3 ile 12.6 puan arasında değişen gerilemeler yaşamıştır. Çok genel olarak değerlendirecek olursak; bu kayıp, düzenli geliri olan ücretli çalışanlar ile esnafın olduğu deniz kenarındaki, merkezdeki ilçelerde üst sınıra yakınken, göç almakta olan, düzensiz işi ve düzensiz geliri olanların çoğunlukta olduğu ilçelerde alt sınıra yakındır. Bu durum, oy verme eğilimleri üzerinden toplumsal muhalefetin yükseldiği alanları ve yükseliş nedenini tartışmak için önemlidir. Bu saptamanın ışığında örneğin, 12.2 puanlık gerilemenin ortaya çıktığı ve “Hayır”ın kazandığı Üsküdar’da belirleyici olanın, seçmenin yaşam biçimi ve tercihlerinden çok, ülkedeki genel ekonomik durumun yan-
sıması ve bundan doğan kaygılarının olduğunu söyleyebiliriz.
Referandum sonrası türkiye
Her türlü gayrimeşruluğu ve hukuksuzluğu birlikte barındırmasına karşın, bu sürecin sonunda Türkiye’de siyasal iklim değişmiştir. Gerekçeleri birbirinden farklı olsa da Hayırcılar-itirazı olanlar, artık küçük bir azınlık değildir. Hayır’ın meşruiyetinin, bu meşruiyetin yarattığı hegemonyanın kıymeti bilinmelidir. Referandumun açık tarafı olan Cumhurbaşkanı’nın sandıkların açıldığı, ancak sonuçların kesinleşmediği saatlerdeki ilk konuşmasında yeni bir referandum konusu olarak dile getirdiği “idam cezası”nın içeriğinden çok, bugün için hedefinin büyük önem taşıdığını da görebilmeliyiz. Birbirinden çok farklı gerekçelere karşın, “Hayır” ile sandıkta birleşenleri parçalamak, hatta “birbirine düşürmek”. Bunu gözden kaçırmanın büyük risklere gebe olduğu günlerdeyiz. Hayır cephesi ya da bloğu diye bir yapının olmadığını da bilerek, kazanımlarımızı boş yere harcamamalıyız. Bilmeyen ya da bilip de anlamayanları da dışarıda bırakmadan, hep birlikte yapacak çok şeyimizin, yürüyecek çok yolumuzun olduğu aklımızdan çıkmamalıyız. Türkiye’de hem nüfusun ve seçmen sayısının fazlalığı, hem demografik yapısı hem sosyoekonomik ve sosyokültürel özellikleri hem de ekonomik alt yapısı dikkate alındığında, büyükşehirlerin referandum sonuçlarını değerlendirmemizde özel bir önemi olduğunu
36
Her türlü gayrimeşruluğu ve hukuksuzluğu birlikte barındırmasına karşın, bu sürecin sonunda Türkiye’de siyasal iklim değişmiştir. kabul etmemiz gerekir. Buralardaki seçmenin verdiği mesajlar eğilim değişiklik lerini göstermede öncü kabul edilebilir. Eğer bu belirlemelerimiz gerçekçi ise referandum sürecindeki artılarımızı ve eksilerimizi doğru değerlendirmeli; yanlışlarımızı düzeltmeli, doğrularımızı geliştirmeliyiz. Uzun zamandır AKP de dâhil, herhangi bir kurumsal yapının kalmadığı, hemen her şeyin tek bir kişinin arzuları doğrultusunda yönetilmek istendiği ortadadır. Ancak, bu durumun da nedenlerinden birisi olduğu, AKP içi gerilimlerden muhalefet için temel bir kazanım beklentisinin yalnızca zaman kaybı olduğunu da bilmeliyiz. Otuzlu yıllarda Almanya’da ve İtalya’da olduğu gibi, hem ulusal hem de uluslararası sermayenin derdine geçici olarak da olsa merhem olabilecek olanaklar tek kişinin kontrolündedir. Kendisinden hoşlanmasalar da karşılıklı çıkarları bir süre daha bu ilişkinin sürmesini sağlayacak özellikler taşımaktadır. Öyle ki bugünlerde AB ülkelerinin ve Rusya’nın Türkiye’nin siyasal durumu yerine, ortak ticaret antlaşmalarının devamlılığıyla ilgilenmeleri de bunun bir başka bulgusu olarak kabul edilmelidir.
koşullarımız, olanaklarımız ve ödevlerimiz
Ne(ler) yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız?
Türkiye’de uzun bir süredir yaşanmakta olanlar sosyalist, sol ve demokrat yapı ve unsurların birlikte mücadelesini gerekli kılan özelikler taşımakta, hatta dayatmaktadır. Yapısal hale getirilmemiş, özellikle taban inisiyatifi ile oluşturulmuş bir örneğini referandum sürecinde yaşadığımız eylem birliktelikleri, Hayır platformları ve oylamadan iki hafta sonra gerçekleştirilen kitlesel 1 Mayıs kutlamaları önemli verilerdir. Ülke genelinde, 1 Mayıs 2017, Hayırcıların Bayramı yapılabilmiştir. Kırktan fazla ilde, hatta bazı ilçe ve kasabalarda birlikte, kitlesel kutlamalar, bilindik 1 Mayıs kortejleri yeniden yaşanmıştır. Uzun zaman sonra, 8 Mart 2017’de kitlesel olarak sokağa çıkan kadınlar, 2017 Newroz’unda meydanları dolduran kararlı, coşkulu, geleceğinden, kendinden umutlu gençler, kadınlar başta olmak üzere halklar, emekçiler, ötekileştirilenler, yoksullar, işsizler bu defa 1 Mayıs’ta, 16 Nisan’da “Hayır” kullananların birlikteliğine güvenlerini de ekleyerek kortejlerdeydi, meydanlardaydı. Her iki grup faaliyet (mitingler, yürüyüşler ve hayır platformları) birbirini hem zamansal hem de gerekçe olarak takip eden ve tamamlayarak süren, gelecek için umut veren etkinlikler olabilmiştir. Bundan sonrası yapıların bu sürece ivme ve derinlik katacak girişimleri olmalıdır. Nasıl ki 20. yy.’de ilk kez deneyimlediğimiz faşizmin günümüzdekinden bazı farkları vardıysa, Türkiye’de yaşamakta olduğumuz 21. yy. faşizmiyle mücadele aracı olarak “faşizme karşı cephe”nin de günümüz koşullarında bazı farklılıkları olacaktır. Buna gereksinim de vardır. Birlikteliği klasik bilgilerimize göre çelişik görünse de bugün için faşizmle
Nasıl ki 20. yy.’de ilk kez deneyimlediğimiz faşizmin günümüzdekinden bazı farkları vardıysa, Türkiye’de yaşamakta olduğumuz 21. yy. faşizmiyle mücadele aracı olarak “faşizme karşı cephe”nin de günümüz koşullarında bazı farklılıkları olacaktır.
Türkiye’de siyaseten sol, sosyalist, sosyal demokrat, demokrat tarafta olanlar, günümüzde siyasal mücadelenin zaman geçirmeksizin doğrudan ve ertelenemez, devredilemez iktidar mücadelesini gerekli kıldığını görmeli ve gereğini yapabilmelidir. mücadele etmek öncelikli hedef olması gerekirken, bu mücadele için zorunluluklardan bir tanesi olan kitleleri-toplumu mobilize edebilme, yüzü sosyalizme dönük bir halkçı hükümet-iktidar programını gerekli kılmaktadır. Söz konusu iki saptamanın koşulları gelişmekteyken, kalıcı siyasal kazanımlar elde edebilme kararlığındaysak bilmeliyiz ki bu mücadele; 1. Yalnızca eylem birliktelikleriyle ve 2. İktidarı hedefleyen bir odak oluşturmadan ve 3. Sağa açılarak ve 4. Rejimin gereksinimi ve isteği doğrultusunda AKP tarafından yaratılmış olan yaşanmakta olan durumun ve düzenin değiştirilebileceğini kabul etmeden ve 5. Sokağa, eyleme her davet edişteki çağrının yeni (kapitalizme alternatif) bir yaşamla ilişkisini kurmasını sağlamadan ve 6. Yeni bir yaşam kurmayla ilişkisi kurulmuş sokak mücadelelerinin oluşturulacak odağa-yapıya alan ve güç kazandırmasını hedeflemeden ve 7. Hâlâ muhalefetin en örgütlü ve dinamik unsuru olma özelliğini taşıyan Kürtlerle birlikte olmadan, başarıya ulaştırılamaz.
Sonuç olarak
Siyasal bir iktidar hedefiyle faşizmle mücadele için toplumsal mobilizasyonu sağlayabilecek, yüzü sosyalizme dönük halkçı hükümet programı, bölüşüm ilişkilerini yeniden düzenleyerek toplumsal adaleti sağlamayı, işsizlik sorununun yanı sıra, güvencesiz ve güvenliksiz çalışmayı, eğitimde, sağlıkta, enerjide, madende, ulaşımda vb. yürütülmekte olan özelleştirilmelere son verilerek kamusal kaynakların toplumun geneli için kullanılacağını, herkesin sosyal güvenlik kapsamında olacağını, sağlık hizmetine ulaşabilmek için prim dahil ek ödemeler yapılmayacağını, çalışanların, emeklilerin, çalışabilecek durumda olmayanların insanca yaşam koşullarına sahip olacaklarını bunun için de ülke kaynaklarının yeterli olduğunu, doğa talanının
37
sonlandırılabileceğini, dövizle yapılan kamu ihalelerinin toplum yararına yeniden düzenlenebileceğini, köprü, otoyol, tünel vb. alanlarda kullanım garantilerinin iptal edilip, patronlara açıktan para ödemelerinin sonlanacağını anlatan, hissettiren ve saray rejiminin halklar, emekçiler, inanç grupları, kadınlar, gençler, LGBTİ bireyler vb. toplumun bütün kesimlerinin mutluluğu ve refahı için değiştirilebileceği güvenini veren içerikte olmalıdır. Bunun için de toplumsal muhalefetin referandum sürecinde kazandığı ivme ve kapsam daha fazla gerilemeden, Türkiye’de siyaseten sol, sosyalist, sosyal demokrat, demokrat tarafta olanlar, günümüzde siyasal mücadelenin zaman geçirmeksizin doğrudan ve ertelenemez, devredilemez iktidar mücadelesini gerekli kıldığını görmeli ve gereğini yapabilmelidir. Sosyalist, sol tarafın yapıları öncelikle bir iç görü yapabilmeli, ardından da başta “Hayır”cılar olmak üzere halkları, emekçileri, işsizleri, kendi adına çalışan esnafı başta olmak üzere, bütün mağdurları kapsayabilecek ekmek, barış, özgürlük ve demokrasi başlıklarını ortak programa dönüştürebilecek, faşizmle mücadeleyi, birlikte mücadeleyi örgütleyebilecek “YAPI”yı birlikte üretebilmelidir. Hazırlanacak programdaki ana başlıkların altına sıralanabilecek alt başlıkların doğu ile batıyı, kır ile kenti, emek ile inanç başlıklarını vb. aynı anda kapsaması beklenmemeli, bu beklentinin yaratabileceği kısırlığa mahkum olunmamalıdır. Ancak, bu alt başlıkların her birinin doğrudan muhatapları başta olmak üzere, hemen tüm muhataplar, programın bütününü hissedebilmeli ve nihai hedefin saray iktidarının kurduğu düzeni değiştirmek ve yerine kendileri için bir iktidarın kurulması olduğuna inanabilmelidir. Saraya inat bunun araçlarından bir tanesi, toplumsal mutabakat metninin hedefine uygun bir süreçle hazırlanması olabilir. Bunların tümüyle birlikte, zamanla yarışmak gerektiğini gözden kaçırılmamalıyız.
21. yüzyılın firavunlarını barış, demokrasi, özgürlük güçleri yıkacak Küresel sermaye bir yandan iktisadi bir çıkış ararken öte yandan uluslararası şiddete/savaşlara yüzünü dönüyor. Ortadoğu’da bölgesel düzeyde devam eden savaşlar; ABD’nin Venezuela, İran, Çin tehdidi; Kuzey Kore’nin nükleer füze denemeleri; yoğun olarak yapılan askeri tatbikatlar; dünyadaki birçok ülkenin aşırı düzeyde silah edinmeye başlaması bunun önemli göstergeleridir.
Tülay HATİMOĞULLARI
B
üyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) ABD’nin ve Batılı emperyalist güçlerin planladığı gibi ilerleyemediği aşikâr. Küresel sermayenin içine girdiği krizin gittikçe derinleşmesi, farklı kutupların yükselmesiyle beraber tek kutuplu dünya gerçeğinin değişmeye başlaması, bölge halklarının ve kimi ülke yönetimlerinin BOP’un doğrudan işgalciliğine karşı kuvvetli bir direniş göstermesi; bu projenin mimarlarının hesaplarını bozan nesnel gerçeklikler olarak karşımıza çıkıyor.
Trump’lı ABD ve Ortadoğu?
Trump seçim propagandasında Ortadoğu politikasına ilişkin IŞİD gibi radikal İslami örgütlere karşı yoğunlaşan bir mücadele hattı çizdi. Bunun için bölge yönetimleriyle, başta Suriye/Esad ve Rusya olmak üzere ortaklaşılabileceği sinyalini verdi. Obama
yönetimini de savaşa ayırdıkları bütçeden dolayı sürekli eleştirdi. Bu tabloya ilişkin şu soru gündemdeydi: “Trump propaganda ettiği çizgiyi mi uygulayacak yoksa Washington/Pentagon çizgisi mi devam edecek?” Şu anki gidişata bakarak Trump ve Washington/ Pentagon arasında karşılıklı dayatmaların olduğunu ve gerilimin yükseldiğini söyleyebiliriz. Trump’ın Rusya ile geliştirdiği ilişki, Çin ve İran ile yarattığı yüksek gerilim; ABD’nin, Ortadoğu politikalarını doğrudan veya dolaylı olarak etkileyecek etmenler olarak değerlendirilmelidir. Trump’ın, seçilmesinde rol oynadığı iddia edilen Rusya ile yakın ilişkiler geliştirmesi Washington/Pentagon’u rahatsız etmektedir. Trump’ın iktidara gelir gelmez Tayvan liderini araması ABD-Çin ilişkilerinde yıllardır kabul gören “Tek Çin Politikası”na da ters düştü. Bu çıkışıyla Çin’e her anlamda meydan okunacağını gösteren Trump, Washington/Pentagon’la gerilimi biraz
38
daha artırmış oldu. ABD, 2015’in Temmuz’unda İran’la yaptığı nükleer anlaşma ile Ortadoğu politikasında önemli bir değişime imza atmıştı. Aralarındaki birçok uzlaşmaz çelişkiye rağmen Obama yönetiminin İran ile ilgili kısmen de olsa dümeni başka yöne kırması, ABD-İran ilişkileri açısından oldukça önemliydi. Trump ise bu durumu da değiştirmeye çalışan bir hattın içinde.
Trump’ın “muhteşem” kılıç dansı
Trump, ilk yurtdışı gezisini Suudi Arabistan’a yaptı. Onlarca Müslüman ülkenin (İran, Suriye hariç) temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen toplantıda konuşan Trump’ın verdiği mesaj “Aşırılıkçılara ve onlara destek veren İran’a tavır alın.” şeklindeydi. Bu ziyaretin sonuçları özetlenecek olursa: 350 milyar dolarlık anlaşmalara imza atıldı. 110 milyar dolarlık silah anlaşması hemen devreye girecek. Arabistan öncülüğünde “terör ve aşırılıkçı
21. yüzyılın firavunlarını barış, demokrasi, özgürlük güçleri yıkacak örgütler”in finans kaynağını kesmek için mücadele edilecek. 34 bin kişilik İslami Arap Gücü (Arap-İslam NATO’su da denebilir) kurulacak. Terörizme karşı ortak mücadele verilecek. Bu toplantıda ortaklaşılan “terörizm” kavramı; İran’ı, Suriye’yi, Hizbullah’ı, Haşdi Şabi’yi ve Husiler’i yani Şii hattını kapsamaktadır. Bunu, İran’a çekilen büyük rest hatta doğrudan tehdit olarak algılayabiliriz. Trump’ın Arabistan ziyareti bu açıdan Ortadoğu’da yeni gelişmelerin habercisi olarak okunmalıdır. Trump ve şürekâsı bu çıkışla ne gibi kazanımlar elde etmeyi hedefliyor? Trump’ın dünyaya şantiye ve dolar gözüyle baktığı açıktır. Arabistan ile silah anlaşmasını yapan şirkete aracılık eden kişi damadı Kushner’dir. Sözde radikal İslami örgütlerle mücadelenin finansmanı başta Arabistan olmak üzere diğer Arap ülkelerinin sırtına yıkılacak. ABD ekonomisi buradan tasarruf edecek. (Körfez ülkeleri cihatçı çeteleri zaten finanse ediyordu ama son zamanlarda kimi kısıtlamalara gitmişlerdi.) Yönlendiriciliği ve eğitimi ABD tarafından gerçekleştirilecek olan İslami Arap Gücü oluşturularak bölge açısından NATO’nun yerli ayağı örülmüş olacak. Baş düşman ilan edilen İran’ın; Lübnan, Irak, Yemen ve Suriye’deki etkinliğinin zayıflatılması hedeflenecek. ABD; bölgede zayıflayan etkisini, Şii hilaline karşı Sünni aksı yeniden devreye sokarak arttıracak. Yeni ticari ilişkiler geliştirerek ekonomik atılım yapma ve fiili olarak askeri varlığını tazeleme adımları atacak. 8 Mayıs’ta Birleşik Arap Emirlikleri ile yaptıkları askeri işbirliği anlaşmasıyla, Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) daha çok ABD askeri bulundurma kararı bu girişimin bir parçasıdır. Bunun gibi örneklerin çoğaltılması için çalışılacaktır. Bu gelişmeye feveran eden İsrail’in tepkisi sahici değildir çünkü bölgede Sünni aksın yeniden toparlanarak Şii karşıtlığı üzerinden yol alması İsrail’in de işine gelir. İsrail’e karşı esastan ve cesurca mücadele eden en önemli güç-
Yönlendiriciliği ve eğitimi ABD tarafından gerçekleştirilecek olan İslami Arap Gücü oluşturularak bölge açısından NATO’nun yerli ayağı örülmüş olacak.
ler Filistin’in devrimci güçlerinin yanı sıra Şii eksenindeki örgütlenmelerdir. Bu proje, açığa vurmadan İsrail’i korumayı da içermektedir. Trump’ın Arap liderleriyle kılıç dansı yapması ve imamlara din dersi vermesi(!); İvanka’nın Arabistanlı kadınları sözde överken tarih boyunca kanayan derin yaralarıyla esasen alay etmesi; Trump ailesinin Arabistan şeyhlerinin, emirlerinin hatta Kral Selman’ın ruhunu fethetme seferi şimdilik bir başarı elde etmiş durumda. Bu fethin Arabistan için birkaç açıdan anlamı var: Tunus’tan sonra başlayan halk ayaklanmalarından etkilenen Arabistan halkı, Kral’a ve ailesine karşı birikmiş tarihsel tepkilerini dışa vurma denemeleri yaptı. Bu birikim, çıkış kanalları buldukça dışavurumunu devam ettirecektir. Arabistanlı kadınlar örgütsel mekanizmalarını nesnel nedenlerle yeterince geliştirememiş olsa da yüz yıllardır devam eden ilkel ezilmişliğin biriktirdiği öfkeyi sürekli aktif tutuyor. Ülkenin neredeyse tek gelir kaynağı olan petrol fiyatlarının düşüşünün milli geliri zayıflattığını da gören bir yerden, Trump seferinin Kraliyet için can simidi olduğu söylenebilir.
Bölgede yeni bir Şii-Sünni çatışması mı?
İran her şeye rağmen bölgedeki hegemonyasını sürdürüyor. Sessiz ve derinden yürüttüğü siyasetin, başarılı diplomasinin; ekonomisinin bölgedeki birçok ülkeden farklı olarak salt petrol ve doğalgaza bağımlı olmamasının; askeri alanda, bilim ve teknolojideki gelişkinliğinin; nükleer silahlara sahip olmanın eşiğinde bulunmasının; savaşın devam ettiği sahalarda (Irak, Suriye, Yemen) fiili desteğin yanı sıra yerli direniş örgütlerini oluşturabilmiş olmanın avantajlarını yaşıyor. İran’ın Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşmanın kapsamında uluslararası düzeyde İran’a petrol, doğalgaz, finans, havacılık ve deniz taşımacılığında uygulanan ambargonun kalkması vardı. Bu anlaşma, ABD’de Cumhuriyetçiler muhalefet etse de uygulamada çeşitli aksaklıklar yaşansa da İran’ı çok rahatlatmıştı. Trump’ın Arabistan çıkışı ve verdiği mesajlar İran’ı bir hayli zorlayacak. ABD’nin Obama döneminde benimsediği ABD-İran ilişkiler politikası başa dönebilir. Yemen’de savaş daha da kızışabilir, Irak ve Suriye’de Şii karşıtlığı cihatçılarla mücadelenin önü-
39
ne geçebilir. Hatta Riyad ziyaretinde öne çıkan aşırıcıların finans kaynağını kesme konusu fiilen tersten işletilebilir. İran, bunları öngörmüştür ama yine de onu sahada zorlayacak gelişmeler yaşandığı ortadadır.
Astana görüşmelerinde de sonuca taşıyıcı gelişmeler olamadı çünkü en nihayetinde Suriye’deki savaşın emperyalist güçler arasındaki al-verin bir noktaya gelmesiyle bitebilecek bir savaş olduğu ortadadır. ABD’nin Trump seferinin çeşitli çıkmazları da mevcuttur: Amerikan yerleşik sistemi Trump çizgisine ne kadar müsaade edecek, temel çelişkiler/çatışmalar nasıl tezahür edecek? Başta Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin finansmanıyla kurulacak askeri birlik; Suriye, Irak ve Yemen’de ne kadar savaşabilecek? Toplantıda bulunan birçok ülke yeterli askeri güce ve savaş yeteneğine sahip değilken bu ordu nasıl kurulacak? Riyad zirvesine katılan tüm Arap ülkeleri bu dönemde Şii hilaline karşı Sünni aksın açıktan devreye girmesini esastan arzulayacak mı? Her ülke kendi topraklarında yaşayan Şiilerin ayaklanma ihtimalini hesaplıyor mu? Bu sorun alanları, Trump ve bölgedeki müttefikleri açısından denklemi zorlaştırıyor.
Suriye’de çözüm dedikçe çözümsüzlük türüyor
Cenevre-6 da geride kaldı ancak Ortadoğu’nun karmaşık denklemi içinde Suriye’de bugünden yarına bir çözümün emareleri görünmüyor. Astana görüşmelerinde de sonuca taşıyıcı gelişmeler olamadı çünkü en nihayetinde Suriye’deki savaşın emperyalist güçler arasındaki al-verin bir noktaya gelmesiyle bitebilecek bir savaş olduğu ortadadır. Yapılan görüşmeler önemli olmakla beraber esasen Astana, Cenevre gibi zirvelerin emperyal güçlerin ve yerli müttefiklerinin pazarlıklarının masası haline geldiği aşikâr. Suriye’nin önünde IŞİD’in başkent ilan ettiği Rakka’yı ele geçirme operasyonu var. Bu operasyonun
21. yüzyılın firavunlarını barış, demokrasi, özgürlük güçleri yıkacak
Türkiye’nin derin stratejisinin iflası ve yüzeysel siyaset
Türkiye, bölgede kaybettiği inisiyatifi geri almak için yoğun bir çaba içinde. Derin strateji(!) iflas etti. Yeni stratejiler geliştirilemiyor. Dış politika sıklıkla değişen taktiklerle yürütülmeye çalışılıyor. Partnerleriyle kavgalıgürültülü ilişki biçimi bir tarz haline geldi. Türkiye’nin, Ortadoğu politikasında esaslı bir değişime gitmediği sürece de içinde bulunduğu durumdan kurtulma şansı yok. AB, ABD ve Rusya, jeo-stratejik önemi nedeniyle Türkiye’den kolay kolay vazgeçmek istemez elbette ama sürekli uyumsuzluk yapan bir Türkiye’yi de yola getirmek ister. Bölgede, Türkiye’nin ara ara önünü açıp ardından hemen kapatmalarının nedeni budur; El Bab örneğinde olduğu gibi… Türkiye’nin ABD, AB ve Rusya ile sürekli şantaja dayalı politika yürütmesi bu güçleri bölgede yeni arayışlara yönlendirmektedir. Almanya Federal Meclisi Savunma Komisyonu üyesi milletvekillerinin İncirlik Üssü’ndeki Alman askerlerini ziyaret etme talebi Türkiye tarafından reddedildi. Al-
manya, bir NATO ülkesinin bu tutumunun anlaşmalara aykırı olduğunu ifade ederek İncirlik ve Konya’daki üslerini Ürdün’e taşıma girişimi başlattı. Türkiye daha önce ABD’yi de İncirlik Üssü üzerinden tehdit etmişti. Nihai çıkarları için her seçeneğe açık olan emperyal güçler, başta ABD olmak üzere, kaynayan kazan Ortadoğu’da fırsatçılık yaparak zaten irili ufaklı birçok yeni askeri üs oluşturdu. Bu, Türkiye’den tamamen vazgeçmek anlamına gelmez ama muhtaç olmak yerine alternatif geliştirmek olarak okunabilir. Trump’ın Arabistan seferinde ilan ettiği Şii karşıtı cepheye ilişkin Türkiye nasıl bir tavır takınacak? Bölgede en önemli rakibi olan Şii İran’a karşı Sünni aksa mı destek verecek? Sünni aksın içinde aktif rol oynama, mevcut iktidar için uzak bir ihtimal değil. Zira Suriye ile ilgili derin stratejiyi(!) Esad’ın Nusayriliği üzerine inşa etmişlerdi. Cihatçı örgütleri de bu temelde desteklemişlerdi. Tabii daha da önemlisi mevcut iktidar Türk-İslam sentezi ile yoğrulmuş devlet anlayışını, dini tonlamayı koyulaştırarak İslam-Türk sentezi üzerine oturtmaya çalışıyor.
Bu nedenle Sünni aksı güçlendirmede geri kalmaz. Bu durum, Trump’ın son çıkışının bölgede ve ABD’de karşılık bulma şartına bağlı. Referandum’la beraber Türkiye için yeni bir sayfa açıldı. Tek adam rejimi artık icraatlarına yasal bir kılıfı bulmuş oldu. Referandum’dan kısa bir süre sonra ilk sınır ötesi icraat olarak Şengal’e ve Rojava’ya saldırı düzenlendi. Erdoğan, “bir gece ansızın yine geliriz” diyerek bu saldırıları tekrarlamaktan geri durulmayacağının mesajını verdi. İktidar, Şengal ve Rojava operasyonlarını hileli seçim sonucunun üstünü kapatmak için de değerlendirdi. Faşist rejimin inşa sürecinde benzer davranışları sıklıkla göreceğimiz belliydi. Türkiye, sınır ötesi varlığını güçlendirmeyi ve çeşitlendirmeyi hedefliyor. Ordunun içindeki Avrasyacı kanat, Türkiye’nin bölgede askeri varlığını arttırmasından yana. Tabii ki siyasal ve ekonomik ilişkiler bakımından da çubuğu buraya büküyorlar. AB ile yakın zamanda uzlaşı çizgisine gelinmesinden yana değiller. Türkiye geçen yıl Katar ile bu ülkenin askeri üs kurmasına yardım etme ve
Türkiye’nin ABD, AB ve Rusya ile sürekli şantaja dayalı politika yürütmesi bu güçleri bölgede yeni arayışlara yönlendirmektedir. Rojava Kürtlerinin kitlesel gösterisi.
kendisi kadar hangi ittifak tarafından gerçekleştirileceği de önem kazanmış durumda. ABD, bu operasyonda inisiyatif almaya çalışıyor. Demokratik Suriye Güçleri (DSG) bu operasyonun ana aktörü konumunda. Ancak DSG’nin en büyük bileşeni olan YPG, ABD ile Türkiye’nin Kürtlerle ilgili diyaloglarından rahatsız. En nihayetinde Rakka’nın IŞİD’ten temizlenmesi Suriye’de yeni bir sayfanın açılması anlamına gelir. Ondan sonra da en zorlu bölge olarak İdlib kalır. Cihatçı çetelerin üslendiği İdlib bölgesi Rusya’nın en çok önemsediği bölgelerden biri. Zamanı gelince de Rusya inisiyatifinde bir hamle yapılması olasılığı yüksek. İdlib’e yoğun bir saldırı gerçekleşmesi durumunda ya imha yöntemi kullanılacak ya da Türkiye’ye doğru bir kaçış koridoru açmak durumunda kalınacak. Koridorun açılması demek Türkiye’ye binlerce cihatçının akın etmesi demek. Türkiye’nin bu konudaki tutumu birçok açıdan önemli. Bu kadar yoğun bir biçimde cihatçı gruplar sınırı geçerse Türkiye, bunları denetleme konusunda çok zorlanacak. Ayrıca Türkiye’de yaşayan halklar ve laik/seküler kesim için bu büyük bir tehlike.
40
21. yüzyılın firavunlarını barış, demokrasi, özgürlük güçleri yıkacak orada asker bulundurma içerikli bir anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşmanın tercümesi Katar’ın para karşılığında Türk ordusundan koruma istemesi ve Türkiye’nin bunu kabul etmesidir. Bölgede güvenliğin hızla ortadan kalktığı bu süreçte her ülke güvenlik meselelerine daha fazla önem veriyor. Dolayısıyla bunun için daha çok yatırım yapılıyor. Özellikle Körfez ülkelerinin önemli bir bölümünün askeri gücünün çok zayıf olması -Katar’da olduğu gibi- Türkiye’nin iştahını kabartıyor. Türkiye’deki silah/savaş sanayisi bu vesilelerle kendine küçük pazarlar da bulmuş oluyor. AKP iktidarının bölgedeki en büyük sorunu ve ABD/Rusya ile uyumsuzluğunun temel nedenlerinden biri Kürt meselesi. Rojava ve Türkiye Kürtleri arasında tampon bölge oluşturma emelinden vazgeçmeyen Türkiye, Irak’ta ve Suriye’de Kürtlerin önünü kesebilecek her yola başvurmaktan geri durmuyor. Kürt sorunu, Türkiye’nin ayağındaki prangadır. Hele de son birkaç yılda Kürtlerin bölgede kazandığı etki gücüne bakılırsa bu pranganın zor kullanarak sökülüp atılamayacağı ortadadır. Türkiye, Kürt gerçeğini kabul ederek siyasi muhataplık geliştirmesi ve siyasi çözüme yoğunlaşması gerektiği gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalacak.
Kurtlarla zorlu/zorunlu dans ve Kürtler
Kürtler, Irak’ta ve Suriye’de devam eden savaşta önemli bir güç haline geldi. Kürtlerin; bölgenin kadim halkı olması, savaşçılarının bölgeye hâkim ve yetenekli olması, ayrıca İslami dokunun yaşamı doğrudan belirlediği bir coğrafyada laik/seküler yaşamı savunması onları daha da önemli kılıyor. ABD’nin, yakın zamanda DSG/ YPG’ye ağır silahlar verilmesini öngören kararnameyi imzalaması Rojava Kürtlerine verdiği önemi gösteriyor. Kürtlerin bölgedeki önemi, ABD ve Rusya tarafından kavranmakla beraber “Demokles’in kılıcı” da Kürtlerin başından eksik edilmiyor. İttifakların, kaygan zeminde dans etmeye benzediği Ortadoğu’da, Türkiye’nin Şengal’i ve Rojava’yı vurmasının ABD ve Rusya’nın bilgisi dışında olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu vesileyle; ABD; Türkiye’nin duygularını okşadı, sınır boyunca kendi askerini konuşlandırdı, Kürtlere de “Biz ara-
ya girmezsek Türkiye sizi vurur.” demiş oldu. Kürtlere yönelik bu tehdidi PKK çizgisinden uzaklaştırma, hatta KDP’lileştirme operasyonu olarak da görebiliriz. PKK fikriyatının bölgede yayılması farklı direniş odaklarının zuhur etmesine neden olabilir. Her oluşumu denetlemeyi/yönetmeyi vazife edinmiş emperyal güçler ve yerli ortakları buraya da biçim vermek istiyor. Kürt halkı her anlamda kurtlarla dansa mahkûm edilmiş durumda. Bugüne kadar kazanımlarını korumayı başaran Kürt Özgürlük Hareketi’nin mevcut çizgiyi sürdürülebilmesi, bunu bölgeye yayabilmesi, hem Kürt halkının kazanımları açısından hem de bölge halkları açısından tarihin sayfalarında çok önemli bir deneyim olarak yer alacak.
21. yüzyılın firavunlarına mecbur değiliz
Küresel sermayenin krizi kalıcı görünmektedir. Sermaye krizini aşmaya çalıştıkça sınırlarına çarpıyor. Bu nedenle on yıllardır “uluslararası sistem”in temel unsurlarını oluşturan ekonomik, siyasi ve askeri birlikler çatırdıyor. NATO, hiçbir zaman bu kadar tartışılmamıştı. AB çatırdıyor. İngiltere bu birlikten ayrıldı, başka ülkeler ayrılmayı tartışıyor. Küresel çözümler yerine herkes kendi gemisinin batmasını engellemeye çalışıyor. Bu gelişmeler çok derin olan sınırlar arası geçişkenliği birden ortadan kaldırmaz ama ülkelerin kendi sınırlarına dönme eğilimlerini de tam anlamıyla engelleyemez; Brexit örneğinde olduğu gibi. Bu tablo dünyada milliyetçi/ırkçı akımların gelişmesinin önünü açıyor. Sermaye bir yandan iktisadi bir çıkış ararken öte yandan uluslararası şiddete/ savaşlara yüzünü dönüyor. Ortadoğu’da bölgesel düzeyde devam eden savaşlar; ABD’nin Venezuela, İran, Çin tehdidi; Kuzey Kore’nin nükleer füze denemeleri; yoğun olarak yapılan askeri tatbikatlar; dünyadaki birçok ülkenin aşırı düzeyde silah edinmeye başlaması bunun önemli göstergeleridir. Dünyanın dört bir yanında aralıksız hareket eden sermaye, bölgesel savaşları körükleyerek silah sanayisinin de önünü açıyor. Türkiye, bu büyük fotoğraftan azade değil. Her ülke, gücü oranında açılımlar/girişimler yapıyor. AKP iktidarı sınırlarını fazla zorlayarak yürüttüğü tehditkâr/yayılmacı politikayla daha fazla yol alma şansını yitiriyor. Türkiye rejim değişikliği yaşarken; kitleleri
41
konsolide etmek, muhalifleri zayıflatmak/etkisizleştirmek için her türlü faşizan yol ve yöntemi kullanmaktan çekinmiyor. İç siyaseti bu temel üzerinden inşa ederken, dış politikayı da bu zemini güçlendirmek için kullanıyor. Ancak bu konuda da yeterince başarı elde edebildiği söylenemez.
Halkların, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin yükselteceği mücadele, firavunlara verilebilecek en iyi cevaptır. Küresel güçler ve yerli işbirlikçileri dünyanın fotoğrafı üzerinde tasarruflarda bulunurken ezilenleri, işçileri, emekçileri, halkları ihmal edilebilir olarak görüyor. Bu, onların en büyük yanılgısıdır. Ortadoğu’da Arap ve Kürt halkının işgalcilere karşı verdiği mücadele ortadadır. IŞİD, El Kaide gibi cihatçı örgütlere karşı savaşanlar aynı zamanda bu terör örgütlerinin arkasındaki güçlerle de savaşmış oluyor. Türkiye’de ise yeni dönemin firavunu Erdoğan ve şürekâsına karşı farlılıklarına rağmen koşulların bir araya getirdiği muhalifler “hayır” yelpazesinde kendini gösterdi. Bu yelpaze laik/ seküler yaşam, kuvvetler ayrılığı, demokrasinin esaslı kazanımlarının korunması zemininde yeni biçimlere kavuşturularak açılımlar yapılabilir. Bir yandan bu tarz mücadelelerin içinde yer alarak gelişmesini sağlarken, öte yandan Erdoğan ve şürekâsının beşleyerek kimyasını daha fazla bozduğu Rabia’ya (tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek adam) karşı; beş taleple mücadele hattımız devam etmelidir: Barış, kardeşlik, eşitlik, adalet, özgürlük. 21. yüzyılın firavunları sömürgeci, tekçi, çatışmacı/savaşçı bir çizgiyi hâkim kılmak için çaba harcıyorlar. Halkların, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin yükselteceği mücadele, firavunlara verilebilecek en iyi cevaptır. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu, savaş ve şiddet stratejisine karşı barışı, güvenlikçi politikalara karşı müzakereyi, emek sömürüsüne karşı işçilerin ve emekçilerin çıkarlarını, cinsiyetçiliğe karşı eşitliği/özgürlüğü savunmak ve örgütlemek bu cevabın en güçlü zeminidir.
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti HDP İzmir Milletvekili, AKPM (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi) Üyesi Ertuğrul Kürkçü’yle Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkiler zeminindeki yeni konumlanışı üzerine konuştuk.
Söyleşi: Yılmaz YÜCEL 16 Nisan Referandumunun uluslararası meşruiyeti hakkında ne düşünüyorsunuz ? Erdoğan Rejimi uluslararası meşruiyet sorunu yaşıyor mu? Referandum sonuçlarının meşruiyet sorununa etkileri nasıl oldu? Erdoğan Rejimi sözcüğün teknik anlamında ve hukuki sonuçları itibariyle bir uluslararası meşruiyet, bir kabul edilebilirlik sorunu yaşamıyor. Türkiye gerek sözleşmelerine taraf olduğu Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gerekse aday üyesi olduğu Avrupa Birliği (AB) tarafından, meşru bir devlet ve meşru bir hükümete sahip olarak kabul ediliyor. Bu açıdan bir tartışma yaşandığını söyleyemeyiz. Biz OHAL uygulamalarını, Kürtlere karşı sürdürülen “Çöktürme Harekatı”nı “insanlık suçu”, “sömürgecilik” olarak değerlendirsek de rejimin kendisini meşru görmesek de uluslararası alanda henüz böyle bir
tartışma olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Ancak AKP tarafından yönetilen Türkiye’de süregiden hak ihlalleri ve özgürlüklere vurulan darbelerle ilgili olarak uluslararası alanda son derece ciddi tartışmalar, eleştiri ve suçlamalar var. Yakından izliyoruz, biliyoruz. Öte yandan Türkiye’nin iç ve dış politika uygulamalarının yol açtığı çıkar çatışmalarından doğan son derece ciddi gerilimler de var; AB ülkeleri, Rusya Federasyonu (RF) ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleriyle (ABD), Çin’le (ÇHC) ve komşu ülkelerle… Türkiye’nin bugün siyasal ve diplomatik alanda ittifaksız kaldığı söylenebilir. Ancak bütün bunlar henüz uluslararası alanda Türkiye’de meşru bir devlet ve meşru bir hükümet olmadığına dair bir tartışmayı gündeme getirmedi. Ne var ki, gerek 16 Nisan referandum kampanya süreci, gerekse referandumun sayımı ve sonuçlarının yasal geçerliliğine dair son derece ciddi kuşkular var. Erdoğan’ın Meclis’i saf dışı bıraktığı Anayasa değişikliğinin meşruiyetine
42
ilişkin bir tartışma sadece içeride değil dışarıda da yapılıyor. Bu kısmi gibi görünen meşruiyet tartışması öte yandan o kadar özgül bir meşruiyet tartışması ki ister istemez rejimin meşruiyetinin tartışılmasını da gündeme getirecek. Bu çerçeveden baktığınızda uluslararası alanda gelecekte başlayacak bir meşruiyet tartışmasının temellerinin 16 Nisan’da atılmış olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, apansız, bu referandumla birlikte ortaya çıkan bir tartışma da değil, özellikle Türkiye’nin Suriye politikasının IŞİD ve Nusra ile dolaylı dolaysız bağları, rejim ihracı çabalarından doğan diğer sorunlar ve 15 Temmuz 2016 sonrasında kurulan OHAL rejiminin uluslararası hukuk karşısındaki açmazlarıyla birlikte süregitmekte olana bir tartışmanın üzerine oturuyor. Bu açıdan baktığımızda Almanya’yla, Hollanda’yla, Avusturya’yla, genellikle Kuzey, Batı ve Orta Avrupa ülkeleriyle böyle bir gerilimin olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan da doğması muhtemel tartışmalar sadece referandum süreciyle değil, Türkiye’nin genel olarak dünyadaki
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti konumlanışı, uluslararası alanda tuttuğu ya da tutmayı iddia ettiği yer dolayısıyla zaten var olan bir gerilimi derinleştirecek bir meşruiyet sorununu da şimdiden içermeye başladığını söyleyebiliriz. Ancak Erdoğan rejimi dış politikada ittifaksız kalmış olmakla birlikte, Macaristan’daki Orban yönetimi, Polonya’da Kaczyński’nin liderliğindeki sağcı rejim, Britanya’nın Brexitçi, Muhafazakar Theresa May Hükümeti ve -çeşitli gerilim ve kuşkularla gölgelenmiş olmakla birlikte- Rusya’daki Putin yönetimiyle esasen özgürlük karşıtı bir hat üzerinde bir hizada yer alıyor. Bütün uluslararası süreçlerin AKP ve Erdoğan aleyhinde işlemekte olduğunu düşünmek yanıltıcı olur, öte yandan AB’nin çelişkili ve kararsız siyasetlerinin de Erdoğan’ın nesnel müttefiki olduğunu akıldan çıkartmamak gerekir. Referandum sonrası AGİT raporu ile ilgili neler söylemek istersiniz? 16 Nisan Referandumunu iki uluslararası kuruluş Türkiye’nin çağrısı üzerine resmen izledi ve raporlaştırdı: AGİT ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Gözlemciler Heyeti. Her iki kurumun raporları da referandumun meşruiyetini sorgulayan olağanüstü önemde bilgi, gözlem, tespit ve değerlendirmeler içeriyor. AGİT raporunun bu süreçte daha öne çıkması kısmen şununla ilgili: AKPM raporu ister istemez Avrupa Konseyi üyesi ülkelerle sınırlı. Oysa AGİT raporu Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin yanı sıra ABD ile Kanada’nın da onayını yansıtıyor. Yani süreci daha geniş bir küresel alandan değerlendiriyor. Öte yandan AKPM raporu meclisin doğası gereği -elbette belli bir norm ve kriterler dizisine bağlı olmakla birlikte- seçilmiş politik gözlemcilerin görüşlerini yansıtıyor. Oysa bu açıdan AGİT raporunun AKP hükümetince tartışmaya açılması çok daha zor. AGİT raporunu hazırlayanlar seçilmiş politikacılar değil AGİT tarafından görevlendirilmiş profesyonel uzmanlar. AGİT raporunun üzerinde daha çok durulması da bu yüzden. Öte yandan Türkiye AGİT raportörlerinin çalışmalarına ve raporun açıklanma zaman ve biçimine müdahil olma şansına sahip değildi. Oysa AKPM raporuna nüfuzu oranında müdahil olmaya çalıştığını, raporun yayınlanmasını geciktirmeye, AGİT’le ortak açıklama yapılmaması için AKPM gözlemci heyeti başkanını baskı altına al-
mış olduğunu biliyoruz. Bunlar heyetin geri kalanı tarafından kabul edilmeyince her iki rapor ortak bir basın toplantısında açıklandı. AGİT raporu sizin de yakından takip ettiğiniz gibi hiç tartışmaya yer bırakmayan bir netlikte ifade etti referandum sürecini: “Anayasa Değişikliği Referandumu eşit şartlara sahip olmayan bir ortamda gerçekleşmiş ve kampanyanın iki tarafı eşit olanaklara sahip olmamıştır. Reformun kilit unsurları konusunda seçmenlere tarafsız bilgi sağlanmamış ve sivil toplum örgütlerinin katılımı mümkün olamamıştır.” Dahası, referandum gerçekten demokratik bir süreç için vazgeçilmez olan temel özgürlüklerin kısıtlandığı bir OHAL altında gerçekleştirilmiştir diyor. Binlerce kamu emekçisinin görevden alınması veya tutuklanmasıyla siyasi ortam olumsuz etkilenmiştir diyor. Medyada tek tarafın baskın bir şekilde yer almasının son derece büyük bir kusur olduğunu söylüyor. Ancak
Ancak Erdoğan rejimi dış politikada ittifaksız kalmış olmakla birlikte, Macaristan’daki Orban yönetimi, Polonya’da Kaczyński’nin liderliğindeki sağcı rejim, Britanya’nın Brexitçi, Muhafazakar Theresa May Hükümeti ve -çeşitli gerilim ve kuşkularla gölgelenmiş olmakla birlikte- Rusya’daki Putin yönetimiyle esasen özgürlük karşıtı bir hat üzerinde bir hizada yer alıyor. Bütün uluslararası süreçlerin AKP ve Erdoğan aleyhinde işlemekte olduğunu düşünmek yanıltıcı olur, öte yandan AB’nin çelişkili ve kararsız siyasetlerinin de Erdoğan’ın nesnel müttefiki olduğunu akıldan çıkartmamak gerekir.
43
daha da önemlisi sayım sürecindeki değişikliklerle çok önemli bir seçim güvenliği tedbiri ortadan kaldırılmıştır diyor- yani şu mühürsüz pusulaların geçerli sayılması… Rapora burada ayrıntılı olarak girmeye gerek yok, bunu siz ele alıp değerlendirebilirsiniz. Fakat çok açık ki, bu rapor açıkça böyle nitelememekle birlikte anayasa oylamasının esasen meşru olmayan koşullarda gerçekleştiğine dair son derece önemli unsurları kayıt altına alıyor. Erdoğan; hem AKPM, hem de AGİT raporuna çok kıyıcı saldırılar yöneltti. Ama bu raporlarda ortaya konulanların gerçekte öyle olmadığına dair uluslararası alanda kabul görebilecek bir kanıt sunamadı. Sunamaz da: Çünkü raporun argümanları tartışma götürmez açıklıktaydı. Bu açıdan şunu söyleyebiliriz: AGİT raporu önümüzdeki bütün tartışmalar bakımından en önemli belge niteliğini koruyacak elbette buna AKPM raporu da eşlik edecek. Türkiye AB ilişkileri nasıl seyredecek? Türkiye’nin AB’ye, AB’nin Türkiye’ye bakışında temel bir değişiklik öngörüyor musunuz? Aslında Erdoğan referandumdan hile ile yüzde 51 alarak değil de yüzde 60 ile çıkmış olsaydı doğruca faşist diktatörlüğe geçmeye yönelir ve AB ile müzakere sürecini bitirirdi. Ama öyle olmadı 16 Nisan’da halk iradesi Erdoğan’ı durdurdu. Anayasa değişse de Erdoğan’ın önü fiilen bir toplumsal bariyerle kesildi. Bu dengede gözle görülür bir değişim olmadıkça Türkiye ve AB ilişkileri bundan böyle de “ne onunla, ne onsuz” diyebileceğimiz bir gri alan üzerinde sürecek. Bu aslında bir yandan üyelik müzakereleri yapılırken bir yandan da Türkiye’nin AB üyeliğine esasen karşı olduklarını ilan etmiş olan Merkel’in Almanya’da, Sarkozy’nin Fransa’da işbaşına gelmelerinden sonra Türkiye’ye önerdikleri “imtiyazlı ortaklık”ın ima ettiği durumu de facto sürdürmek anlamına gelecek. Türkiye’nin AB hukukuna uygun bir ortak haline gelmesinin ben kısa vadede söz konusu olacağını düşünmüyorum. O nedenle Türkiye AB ilişkilerinin bu gri alanda -esasen ticari ve iktisadi ilişkilerin önde gittiği hukuki ve siyasi ilişkilerin arkadan geldiği, insan hakları mevzuatının Türkiye için can sıkıcı bir köstek olarak algılandığı- bir gerilim ve karmaşa içerisinde devam edeceğini söyleyebiliriz.
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti Türkiye’yi yönetenler -AKP ve Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, bugün Erdoğan ile ittifak halindeki Ergenekon ve MHP- esasen Avrupa Konseyi’nin Türkiye’nin üyeliğine, AB’nin de adaylığına son vermesi için dua ediyorlar. Bu kurumları Türkiye ile bağları kopartmaya itme kastıyla hareket ediyorlar. Fakat Avrupa’daki yaygın kanaat bunun tam tersi: Hem Konsey, hem AB “Türkiye Avrupa’dan ayrılacak, birlikten uzaklaşacaksa bunun müsebbibi neden biz olalım, biz Türkiye’yi herhangi bir biçimde dışarı itmeyeceğiz, ancak ortaklık koşullarını yerine getirmediği sürece de eleştirmeye devam edeceğiz. Bundan ötürü kopup kopmamak kendisine kalmış” diye düşünüyorlar. Bu açıdan sürecin geleceği daha çok AKP-MHPErgenekon ittifakının inisiyatifinde. Ben Erdoğan rejiminin de Avrupa kurumları ile ilişkileri geri dönüşsüzce koparmak yönünde bir görüş birliği olmadığı düşüncesindeyim. Bu ilişkiler iki taraf için de çok sorunlu, çok gerilimli, çok çatışmalı olmakla birlikte esasen Türkiye ve AB arasındaki muazzam ekonomik işbirliği hacminin ve bundan doğan siyasal, diplomatik, kültürel ve toplumsal ilişkiler ağının kategorik bir kopuşu önlediğini gözlüyorum. Birinci ilişki zemini Gümrük Birliği: Türkiye ve AB’deki bütün sermaye güçleri Gümrük Birliği sürecinden son derece memnunlar ve bunun devam etmesini istiyorlar. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gündemde. Her ne kadar AB’deki demokratik güçler, Gümrük Birliği’nin güncellenmesini demokrasiye çıpalamak isteseler de bu konu Avrupa Komisyonu’nda, yani AB’nin yürütme organında o kadar büyük bir hararetle karşılanmıyor. O nedenle Gümrük Birliği’nin güncellenmesi meselesi gündemdeyken AKP bağları kısa vadede kopartmak istemeyecektir. İkincisi, AB ve üye ülkelerin Türkiye’nin en önemli ithalat ve ihracat ortağı ve uluslararası mali yatırım kaynağı olması. Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yüzde 50’den fazlası AB ülkeleriyle, Türkiye’ye uluslararası sermaye akışının yüzde 60’ı Avrupa ülkeleri ve Avrupalı ortaklardan geliyor. Türkiye ile Avrupa arasında çok büyük çaplı bir karşılıklı turizm ilişkisi var. Hava ve kara yolu taşımacılık şirketleri için son AB ile ulaştırma çok büyük bir sermaye yatırım alanı. Elbette imalat sanayisi, finans sektörü ve tarım sektöründe de AB ile ilişkiler muazzam bir öneme sahip. Şu an bile
Ben Erdoğan rejiminin de Avrupa kurumları ile ilişkileri geri dönüşsüzce koparmak yönünde bir görüş birliği olmadığı düşüncesindeyim. Bu ilişkiler iki taraf için de çok sorunlu, çok gerilimli, çok çatışmalı olmakla birlikte esasen Türkiye ve AB arasındaki muazzam ekonomik işbirliği hacminin ve bundan doğan siyasal, diplomatik, kültürel ve toplumsal ilişkiler ağının kategorik bir kopuşu önlediğini gözlüyorum. ilişkilerdeki -dönemsel olup olmadığını ileride göreceğimiz- kısmi sarsıntıların turizm sektöründe neredeyse bir çöküşe yol açmış durumda. Bunun başka ülkeler ve kıtalarla kısa zamanda ikame edilmesi söz konusu olmayabilir. Bütün bu nedenlerle Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde ani bir kopuş, Türkiye’nin “silkinerek” kendisini AB dışına atması bir sermaye tercihi değil. Burada Tayyip Erdoğan’ın krizi ipleri gererek yönetme anlayışı ile TÜSİAD’ın uzlaşarak yönetme anlayışı arasında gerçek bir gerilim olduğu apaçık. Son TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu’nda Tayyip Erdoğan’la TÜSİAD yöneticileri arasında gerek Avrupa hukukuna uyum gerekse Avrupa Birliği üyeliğinin vazgeçilmezliği konusunda önemli bir görüş ayrılığı ortaya kondu ama bu gö-
44
rüş ayrılığı eskiden beri hep vardı. Yeni bir şey değil. Burjuvazide, genel olarak büyük sermayede AB’den kopma iradesi yok. Toplumda yaygın bir biçimde -ki bu daha çok AKP ve devletin psikolojik harp aygıtları tarafından pompalanıyorırkçılık ve yabancı düşmanlığı şeklinde dillendirilen “Avrupa karşıtlığı” ile gerçek, somut maddi ilişkiler ve bunların sürdürülmesi iradesini besleyen egemen anlayış arasında da tuhaf bir gerilim var. Demek istediğim şu: Türkiye’yi yönetenler halka yönelik “Avrupa karşıtı” ajitasyonlarının gerçek bir ilişkiyi yansıtmadığını hepimizden iyi biliyorlar. Şu halde, sürüklenerek giden bu durum içinde bir süre daha kalınacak diye düşünebiliriz. Bu gidişin kısa vadede çok ciddi bir değişikliğe uğrayacağını ben düşünmüyorum. Ancak bu tek tek
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti AB ülkeleriyle, ya da AB hukukuyla Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilimin artmayacağı anlamına gelmez. Çünkü esasen AKP ya da Tayyip Erdoğan’ın şahsi tutumu açısından veya mevcut egemen ittifak açısından AB ile ilişkilerde ya da AB ile kurulamayan ilişkilerdeki en büyük sıkıntı kaynağı; iktisadi ilişkiler -hatta toplumsal ve kültürel ilişkiler dahideğil, hukuktur. Türkiye’yi yönetenleri sıkan, sanki bir mengenedeymişler gibi hissetmelerine yol açan şey; Türkiye’nin uymakla yükümlü olduğu, Anayasal güç atfettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve bunun bir sonucu olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’nin yargısının gerçek, asli bir bileşeni haline gelmiş olmasıdır. Türkiye’nin totaliter ve diktatoryal seçkinleri AİHS ile belirlenen Avrupa hukukundan bir an önce kurtulmak adına AB ile ilişkileri germe pahasına, Avrupa’nın Türkiye statükosunu olduğu gibi kabul etmesini istiyorlar. Ancak bu laf kalabalığı içinde kamuoyunun gözünden sakladıkları bir gerçek var: Türkiye AB üyesi olsun olmasın, AİHS sözleşmesinin tarafı olma yükümlülüğünü AB’den değil, Avrupa Konseyi üyeliğinden alıyor. AB ile gerilimler esasen insan hakları ve özgürlüklerdeki gerilemelerden doğsa da
AKP’nin AB’ye her türlü hakareti reva görürken Avrupa Konseyi’ne mümkün mertebe kötü söz söylememeye gayret etmesinin de büyük bir ikiyüzlülük olduğunu söyleyebiliriz. AB’nin 28, Avrupa Konseyi’nin 47 üyesi var. Demek ki, AB üyesi olmaksızın AİHS’in tarafı ve Avrupa hukukunun bir parçası olan 19 ülke var Türkiye ile birlikte. Türkiye bu tartışmalardan bağımsız olarak da konseyin üyesi olmaya devam ediyor. O nedenle esas mesele insan hakları meselesidir. “Bizi Avrupa Birliği’ne alıyorlar, almıyorlar” meselesi değildir. Türkiye’yi yönetenleri bizâr eden de; hem uluslararası hukuka, hem Avrupa insan hakları hukukuna dahil olmanın getirdiği yükümlülüklere uygun biçimde yaşamak ya da yaşamamak arasındaki büyük gerilimdir. Bunun da temelinde esasen Kürt meselesinin demokratik siyasi yoldan çözülememiş olması, tersine Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi ve Türkiye’nin bir faşist rejime yönelerek geçirdiği metamorfoz yatıyor. Bu çatışmanın merkezinde AB ya da Avrupa Konseyi’nin “emperyalist çıkarlar”ın temsilcisi olması ya da olmaması yer almıyor. Tersine insan hakları esasen Avrupa’yı yöneten muhafazakâr ve emperyalist güçlerin en çok göz ardı etmek istedikleri konudur ama Avrupa’nın demokratik kamuoyu tarafından gündeme getiriliyor ve gündemde tutuluyor. Yoksa, Avrupa Konseyi’nde olsun AKPM’de olsun Ankara’nın menfaatleri en çok “İslamofobik”, “Türkofobik”, “Doğufobik” Avrupalı muhafazakarlarca dile getiriliyor. Bugün Türkiye’yi yöneten AKP iktidarının çevresinde bir Avrupalı
Türkiye-AB ilişkilerindeki gerilim esasen bir emperyalist ittifakla bir bağımlı ülke arasındaki çatışmadan değil, tam tersine emperyalist ittifakın kendi hukukunu hiçe sayarak Türkiye’nin faşist rejimine destek olma içgüdüsüyle Avrupa’nın demokratik güçlerinin toplumsal itirazları arasındaki sert çekişmeden doğuyor.
45
muhafazakâr zırh oluşuyor. Bunun başını da Britanya’nın muhafazakârları çekiyor. O nedenle Türkiye-AB ilişkilerindeki gerilim esasen bir emperyalist ittifakla bir bağımlı ülke arasındaki çatışmadan değil, tam tersine emperyalist ittifakın kendi hukukunu hiçe sayarak Türkiye’nin faşist rejimine destek olma içgüdüsüyle Avrupa’nın demokratik güçlerinin toplumsal itirazları arasındaki sert çekişmeden doğuyor. TürkiyeAvrupa tartışması aslında Avrupa içi bir tartışmadır aynı zamanda da. Bu tartışma farklı terimlerle Macaristan’daki Orban rejimiyle, Çek Cumhuriyeti’ndeki ve Polonya’daki sağcı güçlerle de sürüp gidiyor. Britanya İmparatorluğu’nun AB’den ayrılma gerekçesi diye ortaya koyulan reaksiyoner- milliyetçi görüşlerin sadece Britanya ile sınırlı kalmadığı apaçık ortada. Bu tartışma daha çok su kaldırır, fakat ben Türkiye’de temel yaklaşımlarda ciddi bir değişiklik olacağını kısa vadede düşünmüyorum. Burada başlangıçta da değindiğim bir temel noktanın altını ayrıca çizmem gerek. Esasen bugünkü gerilimin bir tarafı Tayyip Erdoğan rejiminin kendisi olmakla birlikte AB’nin iki merkez ülkesi, hatta sebebi hikmeti sayabileceğimiz Almanya ve Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliği bakımından oynadıkları ikiyüzlü rol de bu krizde çok önemli bir unsur. Çünkü gerek Almanya, gerek Fransa müzakere süreci başlarken çok açık bir biçimde şunu ifade ettiler: “Biz” dediler, “Sarkozy ve Merkel’in temsil ettiği eğilim iktidarda kaldığı sürece Türkiye’nin AB üyeliğine karşıyız. Sadece iktisadi sebeplerle değil aynı zamanda kültürel, dini, tarihi sebeplerle de karşıyız -ki aslında kıtasal olarak Türkiye Avrupa’nın bir parçası da değildir. O nedenle hukuk bunu gerektirdiği için müzakereleri sürdüreceğiz, fasıllar açılacak. Ancak biz stratejik olarak, tarihi olarak Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemiyoruz.” Tabii bu irade ortada kaya gibi dururken üyelik müzakerelerinin sahici bir şeymiş gibi devam ettirilmesini sağlamak hiçbir hükümet için o kadar kolay bir şey değil. Bunun için toplumsal bir arka plan gerekir. Hükümet iradesine rağmen bu toplumsal arka plan oluşmaz. Öte yandan Yunanistan krizi, İspanya ve Portekiz’de Euro bölgesiyle, AB’nin iktisadi düzenleme mekanizmalarıyla bu ülkelerin iç ekonomileri ve maliyeleri arasında ortaya çıkan gerilimler de esasen Brüksel’de sistem krizinin ağır yüklerini genel olarak birli-
ğin yoksul ülkelerine yıkma yönündeki güçlü bir tutum olduğunu ortaya koydu. AB statükosu, Türkiye gibi birliğin nispeten geri ülkelerini sistem yüklerini taşımak, kapitalist krizin maliyetini yüklenmek, krizin yol açtığı eşitsizlikleri kabul ederek sistemin bir parçası olmak üzere zorladığı nispette AB, birliğin çeperinde yer alan ülkeler için son derece önemli bir handikap, bir eşitsiz değişim ve paylaşım, ve sömürü mekanizması olarak ortaya çıkıyor. Bizim tartışmaya o yönden de bakmamız ve bütün bu süreçleri AB’nin kapitalist-emperyalist karakterini akıldan çıkarmaksızın değerlendirmemiz gerekiyor. Bizim açımızdan AB üyeliği meselesi iki bakımdan kolayca arkamızı dönebileceğimiz ve zahiri bir tartışmaymış gibi yaklaşamayacağımız bir meseledir: Birincisi, biz AB üyeliği tartışmasını Türkiye’nin ezilenlerini, yoksullarını, emekçilerini çok geniş bir kıtasal ittifakın bir parçası kılması olasılığı -yani İstanbul’da, Ankara’da, Mersin’de ya da Amed’deki mücadelenin Berlin’de, Lizbon’da, Atina’da ya da Berlin’de sürüp giden mücadelelerle yakından bağlayacak bir imkân sunabilmesi- dolayısıyla anlamlı bulabiliriz. İkincisi, biz bu tartışmayı Türkiye’de insan hakları alanında daha yüksek bir hukukun geçerli olabileceği bir mecburiyetler ağını yukarıdan aşağıya da olsa merkezi hükümetin etrafına örmesi imkânından ötürü önemseyebiliriz ve ciddiye alabiliriz. Kaldı ki, tek ölçünün de bunlar olmayacağını aklımızda tutmamız lazım. Krizin nedenlerini kavrayabilmek ve AKP hükümetinin tutumunu anlayabilmek bakımından anahtar değerinde olan şey Türkiye’nin AB ile ilişkilerde sermayenin ve malların serbest dolaşımı alanındaki eşitsiz ilişkileri hevesle kabullenirken, insanların, fikirlerin ve yüksek hukuk normlarının serbest dolaşımına asla rıza göstermemesidir. AKP’nin ve Türk devletinin AB ile sürdürdüğü “egemenlik” tartışmasının merkezinde insan hakları hukukunun egemenliğine boyun eğmeme kararlılığının yattığını daima akılda tutmak gerekir. Trump-Erdoğan görüşmesinin başlıca önemi neydi ? Erdoğan bu görüşmeden ne elde etti? ABD-Türkiye ilişkileri nasıl seyredecek? Erdoğan açısından Trump ile görüşmenin başlıca önemi Türkiye’ye sunmak için yanıp tutuştuğu bir fo-
Türkiye Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’ın Rakka görüşmesi.
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti
AKP’nin ve Türk devletinin AB ile sürdürdüğü “egemenlik” tartışmasının merkezinde insan hakları hukukunun egemenliğine boyun eğmeme kararlılığının yattığını daima akılda tutmak gerekir. toğrafın çekilmesi için fırsatın nihayet doğmuş olmasıdır. Başta değindiğimiz “meşruiyet” tartışmasının aşılması bakımından dünyanın bir numaralı gücünün başındaki kişinin kendisiyle “eşitler arası” ilişkiye sahip -hatta kendisinin daha eşit- göründüğü bir fotoğrafın içeriye yansıtılması Erdoğan’ın bu ziyaretten beklediği en önemli şeydi. Fakat ikinci en önemli şey -hatta birinciden de bir bakıma daha önemlisi- Erdoğan’ın “Oval Ofis”te Rıza Zarrab yargılamasının sona erdirilip, diplomatik ve politik mutabakatlar üzerinden Türkiye’ye iadesi talebini şahsen Trump’a iletebilecek olmasıydı. Bunu Trump’tan şahsen rica etmiş olduğundan şüphem yok. Ne var ki, bu talebin gerçekleşme yolu çoktan ABD’nin müesses yargı ve dış politika nizamı tarafından kapatılmıştı. Bu açıdan Erdoğan uzun vadeli çıkarları açısından elde etmek istediği en önemli
46
şeyi elde edemeden ABD’den döndü. Nitekim azledilen güvenlik danışmanı emekli korgeneral Flynn’in Rusya’yla ilişkilerine dair açılan soruşturma Türkiye ve Tayyip Erdoğan’la ilişkilerini kapsayacak şekilde genişletildi. Bu soruşturma Erdoğan için saatli bomba gibi işlemeye devam ediyor. ABD’nin Trump döneminde, önemli dış ve iç politika farklılaşmaları göstereceğini söylemek mümkün; fakat bazı koşullarda da hiçbir değişiklik olmayacak. ABD’nin kurulu güvenlik ve dış politika düzeni Trump’ı fethetmiş ve etki sınırlarını çizmiş görünüyor. O açıdan ABD dış politikası -özellikle Türkiye, Suriye ve Kürtlere dönük özellikleri bakımındanObama döneminde askeri, bölgesel ve siyasi bakımdan neydiyse öyle kalacak gibi görünüyor. Türkiye kamuoyunda özellikle Kürt meselesi bahsinde hem AKP ve Ergenekon hem de kimi Kürt çevrelerinde sık sık dillendirilen yanılgının tersine ABD’nin Türkiye’de muhalefet güçlerine ve özellikle Kürt muhalefetine karşı esasen merkezi hükümeti tuttuğunu ve tercih ettiğini söyleyebilirim. Bu hakikat bazen gözden kaçıyor. Tabii ki, ABD’nin Kürt meselesinde ve Kürtlerle bölge devletleri arasındaki ilişkilerde kendine özgü bir pozisyonu var ama bu daha çok Güney Kürdistan bölgesel yönetiminin onayı istikametinde. Daha basit bir ifadeyle söyleyecek olursak Kürtlerle ilişki açısın-
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti
dan ABD için norm genel olarak Güney Kürdistan statükosunun tercihleridir. Bu çerçevede ultra-milliyetçi rejim ortakları ve muhaliflerince çok sık tekrarlansa da ABD’nin Türkiye’nin “bölünmesi” fikrine ilgi duymadığını, yaklaşık yüz yıldır süregiden uygulamanın da böyle bir seçeneği devreye sokmadığını görüyoruz. Gelecekte de böyle devam etmemesi için elle tutulur bir neden olmadığını söyleyebiliriz. Ancak ABD’nin Suriye’de Türkiye’nin arzuları hilafına bir yeni rejim değerlendirmesi yaptığı da apaçık… Burada IŞİD ile karşı karşıya gelmiş yetenekli, militan, savaşta pişmiş ve fedakar bir kara gücüyle işbirliğine hava kadar, su kadar ihtiyaç duyan bir emperyalist gücün Kürt özgürlük güçlerinin ortaya çıkarmış olduğu büyük insani ve askeri potansiyeli görmezden gelmesi söz konusu olamazdı. Sahada kendi evini ve yurdunu koruma tutkusuyla ve büyük bir güç göstererek savaşan, genç, enerjik öte yandan siyasi yönelişleri bakımından demokratik ve seküler bir gücün IŞİD karşısında bir müttefik olarak görülmemesi için ABD kurmaylarının akıllarını Türkiye’dekiler gibi paranoyayla bozmuş olmaları gerekirdi. Kürtlerin Suriye’de ABD ile ittifakı, yine Türkiye’de Kürtlerin haklarını inkarda birleşenlerden sık sık işittiğimiz gibi “emperyalizmin işbirlikçisi” haline gelmelerine yol aç-
mıyor. Kürtler kendi anayurtlarını korumak için uluslararası güçler dengesi içinde geleceğin Suriye’sinde kendilerine elverişli bir konum sağlayan askeri ve siyasi çelişkileri ve potansiyelleri ustaca değerlendiriyorlar. Bu değerlendirme Türkiye’nin akıl ve idrak dışı ırkçı ve paranoyak dış politikasının isterileriyle uyuşmuyor elbette. Ancak Ankara nasıl Güney Kürdistan’ın siyasi varlığını, bütün “kırmızı çizgiler”ine rağmen kabul etmek zorunda kaldıysa Rojava’da da eninde sonunda fiili durumu kabul edecek ve ABD’nin bölgesel tercihlerinin dümen suyuna girecektir. Bunu kabullenene kadar her türlü tertibi deneyecektir. Ama ABD’nin Türkiye’ye vereceği tavizler de vardır: ABD Rojava’da demokratik, “komünal” [sosyalist] bir düzenin kurulmasını engellemek için elinden geleni yapacaktır. Suriye’de yeni rejimin çatısı çatılırken PYD’nin komünal siyasetiyle ABD’nin bölgede kapitalizmin hakimiyetinin tesisini gerektiren menfaatleri arasında bir çelişkinin meydana geleceği apaçıktır. Bu Kürt Özgürlük Güçlerini ister istemez kimi uzlaşmalara zorlayabilir. Bu açıdan ABD Türkiye’ye de istediklerinin bir bölümünü sağlamış olacaktır. Fakat öte yandan Suriye halklarının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde NATO üyesi ülkelerin Araplar ve Kürtlerle varacakları ortak görüşten bir milimetre ötesini Türkiye artık ne ABD’ye ne Rusya’ya ne de dünyaya kabul ettirebilecek durumdadır. Ancak ABD ve Türkiye seçkinlerinin çatışan egemenlik hesapları dolayısıyla var olan çelişki sürüp gidecektir, ta ki Ankara Türkiye Kürtlerinin ortak yaşam önerilerini bir şekilde içerinceye kadar. Aynı zamanda küresel güç denge ve dizilişlerinde önemli kırılmalar yaşandığı iddia ve ezberleri var. Bu Erdoğan’a yeni manevra alanı açıyor mu? Dünya tarihinin her döneminde böyle olasılıklar üzerine spekülasyonlar olur. Eninde sonunda küresel güç dizilişlerinde önemli değişiklikler de olur. Ancak bugünkü güçler dengesinde bunların bir “kırılma” -yani olayların gidişinde apansız dönüşler meydana getirecek, büyük krizlere yol açacak ve büyük krizlerden doğacak değişiklikler- mertebesinde olup olmadığı konusu tartışmalı. Ben bu belirlemenin abartılı olduğu kanaatindeyim. Gerçi çok zamandır göregeldiğimiz kaymalar var. Bunlar arasında en önemlisi Çin’in nispi yükselişine mu-
47
kabil ABD’nin nispi gerileyişi. İkincisi SSCB’nin çöküşü sonrası ortaya çıkan büyük dağınıklık ve ekonomik gerilemeyi sona erdiren, askeri ve siyasi açıdan kuvvetlenen ve Suriye krizi dolayısıyla bu kuvveti sergileme fırsatı bulmuş olan Rusya’nın uluslararası güç dengesinde sergilemekte olduğu artan performans. AB üzerine ortaya atılan çeşitli “çöküş teorileri”nin gerçeklerle uyuşmadığını söyleyebilirim. Her ne kadar birlik içinde bir zengin-yoksul ayrımı doğmuş olsa da Yunanistan’daki krizin gösterdiği gibi yoksullar var olan dünya durumu bağlamında birlik içindeki konumlarını geliştirecek politikalar peşinde koşmakla birlikte kendilerini dünyada ittifaksız ve ortaksız bırakacak, belirsizliklere sürükleyecek bir kopuştan yana olmadıklarını da ortaya koydular. SYRİZA’nın izlediği çizgi Yunanistan solu içinde sert çatışmalara yol açmış olsa da bu “sertlik” Yunanistan’ın birlikten ayrılmasını sağlayacak kadar güçlü bir alternatif politikalar demeti ortaya çıkartmadı. Almanya’nın giderek tam merkezine yerleşmekte olduğu AB’nin en azından önümüzdeki on yıl boyunca kıtasal konumunu koruyacağını öngörmek yanlış olmaz. Hatta denebilir ki, Trump maskaralıkları, cehaleti ve nereye varacağı bilinemeyen saçmalıklarıyla ABD’nin uluslararası itibarını yerle bir ederken Merkel’in Almanyası giderek kapitalist sistemin merkezine yerleşmeye yönelebilir. Demek ki dünyadaki güç dizilişi esasen ABD, Çin, AB, Rusya’nın arasındaki güç dengesine bağlı olarak sürecek. Ancak Çin ve Rusya’nın on yıl öncesine oranla kimi önemli ekonomik, politik ve askeri kazanımlar elde ettikleri, kendilerine olan güvenlerini ve bölgesel güç icra ederek siyasi ve askeri kapasitelerini arttırdıkları bir gerçek. Çin Asya’da, Rusya Avrasya’da AB ve ABD’nin etki alanını daraltan bir güçlenme içindeler. Peki, bunların dışında daha çok Çin ve Rusya etrafında oluşan ama Güney Afrika, Hindistan, Brezilya gibi G-20 ülkelerinin önde gelenlerini de kapsayan “BRİC gibi bir ikincil ekonomik-politik güç merkezi de oluşuyor mu” sorusuna “Ne yazık ki hayır” yanıtını verebiliriz. Çin, görkemli projelerine rağmen henüz Asya’yı aşan kapsayıcı bir yeni uygarlık iddiasını üstlenmiş sayılmaz. Güney Afrika duraksadı, Brezilya ise Lula ve Roussef ile başladığı atağın gerisine düşürüldü. Hindistan yakaladığı yükselişi sürdüremedi. BRİC, Rusya ve Çin dışında
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti fiilen yan yattı. Netice itibariyle dünya egemenliği saydığımız dört büyük güç merkezi arasında paylaşılıyor ve kısa zamanda dramatik sıçrayışlar için elle tutulur bir neden görünmüyor. İki kutuplu dünya statükosu içinde eskiden ABD ve AB hâkimiyetindeki alanlarda kimi boşlukların doğduğunu, yeni güçler için bazı manevra alanları açıldığını, bu alanların yeni bir kuvvet tarafından doldurulamamış olduğunu kabul etmek gerekir. AKP rejimi için böyle alanlar var. Daha doğrusu vardı. Erdoğan kendisini Osmanlıcı hülyalara, mezhepçi tutkulara kaptırmış olmasa; bölgesel sorunlara saldırgan ve istilacı bir anlayışla yaklaşmış olmasa; Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” diye eski Osmanlı hinterlandında “Türk hâkimiyeti” saçmalığıyla maceracılığa kapılmış olmasa, Ankara pekâlâ bölgede “tanzim edici” bir güç rolüne yükselebilirdi. Türkiye ABD’nin Irak istilası sonrasında güney Kürdistan’da ortaya çıkan Kürt gerçekliğini tanıyarak aslında bu yolda tanzim edici bir esneklik gösterebileceğine dair işaretler vermişti. Fakat Suriye politikasıyla tamamen battı, avantajlarını İran’a kaptırdı ve bu imkânı elden kaçırdı. Batının “Arap Baharı” dediği, Magrip’ten Maşrık’a uzanan Arap isyanları döneminde bölgesel gücünü ve kabiliyetini abartan mezhepçi tutumuyla Mısır’da ve Suriye’de kaybettiği pozisyonların ardından Türkiye bölge halklarının gönlünü kazanabileceği bir manevra sahasına artık sahip değil. Üstüne üstlük bölgede Osmanlı heyulasını, Türk genişlemeciliği kuşkularını kışkırtan politikalarıyla Arap milli kimliğinin bütün duyarlıklarını da ayaklandırdı. Kürtlerin demokratik hak ve taleplerine olduğu kadar Arapların çoğulcu ve seküler düzen ihtiyaçlarına da sırtını dönen Erdoğan Türkiye’si nesnel olarak kendisini bir anda IŞİD ve ElNusra’nın İslami cihatçılığıyla aynı hat üzerinde buluverdi. AB ve ABD ile Ortadoğu’nun yükselen halk hareketleri ve özgürlük mücadeleleri arasında anlamlı bir denge kurmaya, İsrail’i dengeleyen bir bir Ortadoğu siyasetini demokratik ortaklıklar üzerinden inşaya gayret gösterse bölgede düzenleyici bir konum edinmiş olabilirdi. Fakat Suriye’de mezhepçi bir rejim değişikliği hevesiyle düştüğü açmazın yanısıra bizzat kendi siyasetinin yol açtığı yarılmaların için-
den doğan Kürt inisiyatifini boğmak kastıyla Selefi güçlerle kurduğu ittifak AKP’yi hem Batı hem Orta Doğu için bir baş ağrısı haline getirdi, hiçbir saygınlık ve manevra alanı bırakmadı. Çin’in iddialı İpek Yolu Projesi ve Erdoğan’ın Pekin ziyareti ne anlama geliyor? Çin’in ortaya koyduğu İpek Yolu projesi gerçekten çağımızın en büyük küresel ekonomik projesi olarak adlandırılabilir. O yüzden Türkiye dahil hiçbir ülke veya ekonomik yada politik güç buna ilgisiz kalamazdı. Bu büyüklüğü şu ölçülerle gözden geçirebiliriz. Gelecekte yapılacak toplam yatırım miktarı 1 trilyon dolar civarında öngörülüyor. Bunu fersah fersah aşabilir de. ABD’nin 2. Dünya savaşı sonrasında uyguladığı Marshall Planı’nın bugünkü kıymeti enflasyona uyarlanmış şekliyle yüz otuz miyar dolar civarındaydı. İpek Yolu bunu on kat aşan bir büyüklüğü ifade ediyor. Bu proje Çin’in ticari işbirliği ağını altmıştan fazla ülkeye yaygınlaştırıyor. Bu ülkelerde 4,5 milyar insan yaşıyor ve bu dünya nüfusunun yarısından fazlası demek. Eğer İpek Yolu projesi tam olarak gerçekleşecek olursa Çin dünyanın gayri safi milli hasılasının yüzde kırkından fazlasını kontrol eden ekonomilerle bir işbirliği oluşturacak. İki ayağı var projenin: İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve Deniz İpek Yolu… Çin bu yollarla Avrasya’ya kara ve deniz yolundan ulaşmayı ve Çin limanlarını Avrupa ve Güney Pasifik limanlarına bağlamayı öngörüyor. Çok geniş bir ülkeler topluluğunu ilgilendirmekle birlikte bu projenin bütün anahtarları, ana fikirleriyle gelişme doğrultuları doğrudan doğruya Çin’in kontrolünde. Bu projeyi kontrol eden hiçbir başka uluslararası kuruluş ya da işbirliği örgütü yok. Şanghay İşbirliği Örgütü de Çin’in yanı sıra bu projede herhangi bir role sahip değil. O yüzden pek çok uluslararası gözlemci açısından projenin amaçları ve gelişme doğrultusu tartışılmalı ve kuşkulu. Şimdiden Hindistan’ın bu projeye rezerv koyduğunu, AB’nin de projeye balıklama atlamak yerine anlamaya çalıştığını görüyoruz. Çin’in İpek Yolu’nun rotası üzerinde Hindistan’ın başlıca bölgesel hasmı olan Pakistan’la girift bir ilişki kurması ve Pakistan’ı güçlendirmesi ihtimali Hindistan’ı son derece rahatsız ediyor. Avrupalılar açısından da Avrasya bölgesinde yaratacağı yeni güç kayma-
48
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil Cubeyr ile Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ortak basın toplantısı.
Çin’in ortaya koyduğu İpek Yolu projesi gerçekten çağımızın en büyük küresel ekonomik projesi olarak adlandırılabilir. O yüzden Türkiye dahil hiçbir ülke veya ekonomik yada politik güç buna ilgisiz kalamazdı. ları dolayısıyla ima ettiği potansiyel ve risklerin henüz tam olarak öngörülemediği bir girişim olarak değerlendiriliyor. Tayyip Erdoğan’ın bu projeyi duyar duymaz uçağa atlayıp Çin’e gitmesine şaşmamak gerekir. Çünkü Çin’in dünya politikasındaki birinci önceliği karşılıklı ekonomik çıkarların korunması ve Çin’in iktisadi ve siyasi güvenliği. ABD ile gerilimli bir ilişkiye sahip olan bir NATO ortağının bu projeyle yakından ilgilenmesi Çin’in amaçlarına tamamen uygun. İpek Yolu projesinin gerçekleşmesiyle Türkiye’nin dünyanın ana ticaret yollarından biri üzerine yerleşmesi olasılığı elbette Tayyip Erdoğan ve Türk büyük burjuvazisinin de gözlerini kamaştırır. Bu doğal. Çin’in bunu gerçekleştirmeye kararlı olduğu da ortada. Ancak İpek Yolu’nun ucu İzmir limanına dayanıncaya kadar kim öle kim kala, bu gidecek çok uzun yolu ve yapılacak çok fazla işi olan bir proje… Bundan ötürü İpek Yolu’nun önemli bir aktüel sonuç doğurduğu ve güncel ve somut gerilimlere bir seçenek oluşturduğu kanaatin-
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti
Suriye’de çözüm düzlemine girdiğimizi söyleyebiliriz. Bu çözüm düzlemi esasen şimdilik IŞİD’in ortadan kaldırılmasıyla sınırlı görülse bile IŞİD’in yenilmesinden sonra çözümün bütün öteki hatları da ortaya çıkacak. topluluğu varsa oraya koşmak. Alfabetik sırlamanın da avantajıyla ABD ve İngiltere’nin hemen yanında poz vermeyi sağladığı için Tayyip Erdoğan bu tür toplantıları kaçırmıyor. Bunun bugünkü önemi de bu kadardır.
.
de değilim. Ancak Erdoğan’ın özellikle küresel ekonomik ilişkilerde ve politik ilişkilerde seçenek çoğaltma, cangıldaki Tarzan gibi bir sarmaşığa tutunamazsa ötekine sarılmaya dayanan esasını yönsüzlüğün oluşturduğu stratejisi açısından cesaret verici olduğunu söyleyebilirim. Erdoğan’ın ilgisi daha çok ABD ve Avrupa’yla ilişkilerini dengelemek ve onlarla yaşanan çelişkilerin basıncından kurtulmaya yönelik. Ama İpek Yolu henüz Türkiye’nin içinde yer aldığı ekonomik, politik ve askeri denklemi değiştirebilecek bir kapasite taşımıyor. Hini hacette yeni baştan değerlendirilmek üzere burada bir bağ, bir kurumsal ilişki oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, başa dönecek olursak Çin’in gelecek on yıllar içerisinde dünyada en büyük insan topluluğunu tek bir devlet çatısı altında barındıran bir politik güç olarak dünyanın merkezine doğru ilerlemekte olduğu gerçeğini unutmadan düşünmek ve çalışmak gerekiyor. Bu çerçeveden bakacak olursak Çin’de dünya tarihini belirleyecek çok büyük çaplı dönüşümlerin gerçekleşmekte olduğunu İpek Yolu projesinin de bunun belirtilerinden bir olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, dediğim gibi önümüzdeki on yıl ile sınırlarsak bu projenin Türkiye’nin şu an dahil olduğu kurumlar, ittifaklar, paktlar ve işbirliklerine alternatif olacak belirgin bir rol oynayacağını söylemek yerinde olmaz. Şimdilik İpek Yolu tanıtım toplantısı Tayyip Erdoğan’ın bütün uluslararası ilişkilerde gözettiği şeye bir kere daha hizmet etmiş olabilir: Etkili bir dünya lideri fotoğrafı vermek üzere nerede kalabalık bir lider
Ortadoğu’da düğüm noktası Suriye gibi görünüyor. Türkiye’nin dış politikada en fazla açmaz yaşadığı yer de burası. Suriye’de çözüm düzlemine girildiği söylenebilir mi? Suriye’de çözüm düzlemine girdiğimizi söyleyebiliriz. Bu çözüm düzlemi esasen şimdilik IŞİD’in ortadan kaldırılmasıyla sınırlı görülse bile IŞİD’in yenilmesinden sonra çözümün bütün öteki hatları da ortaya çıkacak. IŞİD’in özellikle Rakka ve Musul’daki kuşatmalardan kurtulabilme ihtimali yok. Yerel halktan aldığı desteği de, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan gördüğü dolaylı himayeyi de yitirmiş olarak IŞİD şu an hem Suriye ve Irak devlet güçleri, hem ABD ve Rusya’nın silahlı güçleri hem de öte yandan Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle kuşatılmış durumda. Bu şartlar altında IŞİD’in yenilmesi için geçecek zamanın kısalığı ya da uzunluğu sadece sivil halkın güvenliğinin ve esenliğinin sağlanması için alınacak tedbirlerin ne kadar dolambaçlı ve sürüncemeli bir askeri harekâtı gerektirdiğiyle ilgili. Musul ve Rakka’yı sivil halkı gözetmeden ele geçirmek diye bir hedef olamaz. Zaten Kürtlerin özgürlük mücadelesinin bu bağlamda büyük bir önem kazanıyor olması da bununla ilgili. Doğrudan doğruya karada yürütülecek ve nokta hedeflere odaklanmış bir özel askeri harekâtın gerçekleştirilmesi ancak o bölgenin öz halkından olan ve o toprakları tanıyan, savaş koşullarına uyarlanmış, savaşta pişmiş askeri birliklerle gerçekleşebilirdi. Kürtlerin de bu büyük avantajlarını şimdi ittifakla birlikte devreye soktuğunu görüyoruz. IŞİD’in sonunun getirilmesi çözümün de başlangıcı sayılmalı. Bu sonun içerisinde yürünüyor. O açıdan bir çözüm düzleminin belirdiği açık. Ancak en kritik mesele gelecek Suriye’nin nasıl şekilleneceği meselesi. Bu noktada iki unsur Türkiye açısından önem kazan-
49
dı. Birincisi Türkiye Suriye’de bir rejim değişikliği hevesiyle bu savaşa girdi. Gelecek Suriye’nin yönetiminde söz sahibi olacağı beklentisiyle Müslüman Kardeşleri ayaklanmaya sevk etti ve arkasından Pandoranın Kutusu açıldı. Türkiye hala gözünü bu kutunun içindeki Esad unsuruna dikmiş gözüküyor. Ancak gelecek Suriye’nin çekirdeği bugün Esad’ın etrafında birleşmiş olan Suriye olacağına göre; IŞİD ve diğer selefi örgütlerle, Müslüman Kardeşlerle, El Nusra’yla, El Kaide’yle savaşan güç de Suriye hükümeti olduğuna göre, Suriye hükümeti ve Esad olmaksızın bir gelecek Suriye tasavvuru şimdilik imkânsız. Belki Baas’ın da genel onayı alınarak iç çelişkileri hafifletmek amacıyla Esad bir kenara çekilebilir ama şu an Esad’ın merkezinde durduğu Baas rejimi şöyle ya da böyle gelecekte Suriye’nin kurucu unsurlarından birisi olacak. ABD’nin Irak işgalinden çıkardığı pahalı bir ders bu. İkinci mesele PYD ve YPG diye kodlanan Rojava Kürdistan gerçekliği. Türkiye’nin güney sınırlarının bitişiğindeki Rojava Kürdistan Türkiye’ye kendi ulus-devlet iddiaları bağlamında çok önemli bir handikap gibi görünüyor. Ankara’nın Türkiye’deki Kürt meselesini sonlandırmak için öngördüğü askeri bastırma yöntemini Kürdistan’ın tamamına yayan delice bir politikaya saplanıp kalması bundan. Ancak bu politikanın da işleyebileceği sınırın sonuna gelindiğini söyleyebiliriz. MHP’nin NATO’nun Suriye’deki IŞİD karşıtı ittifaka dahil olmasına gösterdiği tepki bu açıdan son derece septomatik. Türkiye NATO’nun rızası olmadan ve NATO güçleri ile çatışmayı göze almadan Suriye içlerinde herhangi bir harekât yürütemeyecek bir konuma getirildi. Böylelikle Suriye’deki çözümde Kürtlerin kendi politik örgütleriyle kendilerini daha açık bir biçimde ifade etmelerinin yolu açıldı. Demek ki gelecek Suriye’de üç unsur olacak: Bir, Kürtler; iki Baas ve ittifakları etrafında toplanmış olan Alevi ve Sünni Araplar; üç İslami iddialarına karşın IŞİD ile çatışma halindeki diğer Arap grupları. Özetle bu üç topluluğu bir araya getirecek ve bir arada tutacak yeni
türkiye’nin uluslararası meşruiyeti ÖSO ile TSK’nın Suriye’deki ortak operasyon bölgelerinde, Rus Ordusu’nun yaptığı denetim.
rejim ister istemez federatif, çoğulcu ve seküler olmak zorunda. Bu Türkiye’nin ulus-devlet zihniyetiyle ve İslami [Sünni] Suriye tasavvuruyla tam bir çelişme içinde. Dolayısıyla Türkiye Suriye’de sadece bir dış politika açmazı değil ayı zamanda bir iç politika açmazı yaşıyor. Ankara’nın seküler ama otoriter Esad rejimini sona erdirerek kendi güdümünde bir İslami rejim ihdas etmek üzere başlattığı askeri harekat Kürtleri güçlendirerek ve Ankara’nın bu harekattaki en önemli desteği olan Müslüman Kardeşleri yerle bir ederek bu kez Suriye’de seküler bir rejimin federatif esaslar üzerine kurulmasıyla sonuçlanacak. Bunun iç politikada iki türlü yankısı olacaktır. Birincisi Kürtlerin özgürlük ve öz yönetim taleplerinin giderek güç kazanması. İkincisi IŞİD unsuruna dayanarak, IŞİD kılıcı gösterilerek baskı altına alınmaya çalışılan Türkiye Alevilerinin Suriye’deki gidişatın da verdiği güvenle taleplerini yükseltmeleri ve şimdi Tayyip Erdoğan etrafında inşa edilmeye çalışılan tekçi rejimin içeride de geçerli bir model olamayacağının ortaya çıkması. Suriye’de çözüm düzlemine girilirken Türkiye’de Erdoğan rejiminin giderek saçmalaşan bir model olarak değersizleşeceğini söylemek mümkün. Türkiye’de Avrasya eğiliminin güç kazanmakta olduğu söylenebilir mi? Türkiye’deki “Avrasya eğilimi” denilen şeyin gerçekte ne olduğu, nasıl bir dünya ve Türkiye analizine dayandırıldığı aslında meçhul. Popüler haliyle “Avrasyacılık” Cumhuriyet Mitingleri günlerinde “ulusalcı” askerler kadar siviller arasında da önemli bir taraftar kitlesi bulmuştu. Özeti “NATO’dan ayrılalım; Rusya ve Çin’le ilişkilerimizi geliştirelim.
Böylece ABD’ye muhtaç olmadan, vatanı böldürmeden Cumhuriyetimiz idame ettirebilir, kendi yağımızla kavruluruz.” basitliğindeydi. Üzerinde konuşulup tartışıldıkça giderek, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik”iyle de örtüşen bir tür “doğuculuk” anlatısı haline büründü: “Yüzümüzü ‘Asya Kaplanları’na döndürelim; kendimizi buralarda var edebiliriz; hem dilleri hem dinleri hem kültür ve âdetleri bize uyduğu için bu bölgelerde kendimize üstünlük alanları yaratabiliriz; bizi olduk olmadık demokrasi, insan hakları, kadın hakları, ekoloji gibi konularla meşgul eden, uluslararası anlaşmalarla potansiyellerimizi kısıtlayan; olan petrolümüzü çıkarttırmayan, bor madenlerimizi işlettirmeyen Batı’dan kurtuluruz; birden her yerimizden petroller fışkırır, borlanırız ve böylelikle zenginleşiriz” efsaneleriyle süslenen politik kampanyalara dönüştü. “Avrasyacılık”ın bir pardodiye dönüşerek batması sürecinde “Erke dönergeci” adı verilen, bir kere çalıştırıldıktan sonra hiç durmadan işleyerek, hiçbir yakıta gerek duymaksızın elektrik üretecek varsayımsal makinenin simgesel bir değer kazandığı tanıtım toplantısını anımsamak eğlendirici olabilir: “Avrasyacı” paşaların ve bürokratların azametleriyle onurlandırdıkları tanıtım sırasında gerçekte böyle bir aracın hiç olmadığı ve hiçbir zaman olamayacağı anlaşılmıştı! “Avrasyacılık” anlatısı bugün, AKP Ergenekon ve MHP ile içe geçtikçe Erdoğancı propaganda aygıtlarında da kendisini yeniden üreten bir sayıklama. Fakat ortada geçekten bu “Avrasyacılık”ın esasen nasıl bir ekonomik, toplumsal ve politik programa yaslandığına dair derli toplu bir yaklaşım, öngörü ve değerlendirme yok.
50
“Avrasya” genel olarak Avrupa ve Asya’nın kesişme alanlarını ifade için elverişli olmakla birlikte muğlak bir tanım ama siyasal bir kümelenme olarak bir karşılığı olduğunu söylemek güç. Dahası, “Avrasya” denilen bölgede kurulu devletler, iktisadi alanlar, üretim havzaları ve askeri ve ekonomik potansiyellerin Türkiye’yi kucaklamaya hazır olduğu da temelsiz bir varsayım. Kimse kollarını açmış “Yaşasın, gelsin bizim Türk kardeşlerimiz; hep beraber zenginleşelim, hep beraber kültürleşelim” diye sevinçle havaya sıçramıyor. Esasen, “Avrasya” denilen bölgeye -Urallar’dan Pasifik Okyanusu’na kadar uzanan devasa alanatarih içinden baktığımızda; “Avrasya”nın özellikle batısının Osmanlılar’ın yükseliş ve yayılma dönemlerinde Türk kılıcıyla fethedilmiş, halkların hafızasında Türk hakimiyetinin olumsuz izler bıraktığı ülkelerden oluştuğunu görebiliriz. O ülkelerin milli kimliklerinin bileşiminde, Türklerin baskısından özgürleşmek, istiklali Türklere karşı mücadele ederek kazanmak ya da Türklerle hiçbir zaman barışmamış olmak gibi unsurlar var. Türkiye’nin bu ülkelerin hafızasındaki tarihsel yeri de bugünkü siyasi yeri de karmakarışık. Türkiye’nin kendisine en yakın saydığı Azerbaycan bile esasen Gladio mamulatı darbelerden canını zor kurtarmış, Türkiye’ye olan aşkına rağmen devletler arası ilişkilerin belli bir mesafede yürüdüğü bir ülke. Geri kalanı varın hesap edin. Bu tahayyül çerçevesinde; Avrasyacılık, Türkiye’nin ortalama sağcı aklının varsaydığı, Türklerin baştacı edileceği mevhum bir yeni aleme ulaşma hayaliyle bugünün ilişkiler ve çelişkiler dünyasının sıkıntı ve mecburiyetlerinden kurtulma heveslerini yansıtıyor. “Avrasya”nın sağın egemen tahayyül aleminde bir tür arzu nesnesi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun gerçek bir eğilim, rasyonel bir gelişme doğrultusu ya da anlamlı bir politika demeti sunduğunu söylemek imkansız. “Avrasyacılığın güç kazandığı”na ilişkin tespitler daha çok, Türk sağının bir çıkmaza girmişlik ruh halinin yaygınlaşmakta olduğuna ve çıkışın irrasyonel hayallerde aranma eğilimlerin güçlenmekte olduğunun bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan baktığımızda; “Avrasyacılık” denen şey, “Kızıl Elma” zihniyetinin Erdoğan rejiminin şimdi Ergenekoncularla kurmakta olduğu ittifak dolayımıyla AKP propaganda makinasına nüfuz etmekte olduğuna dair bir işaret sayılabilir.
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş HDP Örgütlenmeden Sorumlu Eşgenel Başkan Yardımcısı ve Van Milletvekili Nadir Yıldırım ile referandum sonrası Türkiye ve Ortadoğu’daki gelişmeler ile toplumsal muhalefetin geleceğini konuştuk.
Söyleşi: Ekin DEMİR Referandum ile başlamak istiyoruz öncelikle. Referandum sonuçlarını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Referandum sonuçları gerçekten Türkiye’nin özgür ve demokratik geleceği açısından halkların, toplumun, demokrasi güçlerinin önemli bir başarısıydı. Onun için olumlu ve önemliydi. Referandum sonuçlarının bence çok ciddi mesajları var. Haritayı, referandum sonuçları itibariyle renklere büründürdüğünüzde rengârenk bir ülke çıkıyor ortaya. Toplumun bize, tüm siyasi güçlere, ülkenin geleceği ile ilgili verdiği en önemli mesaj, demokratik, özerk bir yönetimle yönetilme isteğidir. Bölgelerin durumu, özgünlükler, özerklikler açığa çıktı. Ülkenin özgür ve demokratik geleceği açısından, bu sonuç bence biraz böyle okunmalı. Toplumun verdiği mesajı bizim taşımamız lazım. Türkiye’deki siyasi güçler, demokrasi güçlerinin özellikle bu so-
nucu bu anlamda tartışması lazım. Diğer bir husus ise şu, aslında Erdoğan-Bahçeli iktidarının ciddi bir hezimet yaşadığını gördük. Bütün hile, manipülasyon; bütün devlet imkân ve olanaklarının seferber edilmesine rağmen, halk kazandı. Yani referandum devlete karşı halkın bir başarısı, bir kazanımıydı. Çünkü en genel anlamıyla referandum süreci, devlet ve halk arasında gelişen bir süreçti. Devlet “Evet”çiydi, halk “Hayır”cıydı. Ve halk sandıkta devleti sandığa gömdü. Fakat devlet, tarihten bugüne bildiğimiz zihniyet yapısından hareketle, sandıktan çıkmasını bildi. Devlet, hileye, manipülasyona, sahtekârlığa dayalı, zora ve hırsızlığa dayalı bir yöntemle, sonucu lehine çevirdi. Bin yıl öncesinde de olduğu gibi devlet mekanizmasının kuruluş ve oluşum zihniyeti kesinlikle hırsızlığa dayalı, gaspa dayalı bir zihniyettir bu varlığı bugün de sürmektedir. Feodal devlet ve ulus-devlet zihniyetinin özünde de bu var. Bu zihniyetle devlet çıkabildi sandıktan. Yoksa esas olan, devlet sandıkta gömülmüştü.
51
Sonuç itibariyle, en genel anlamıyla referandum sonuçlarını değerlendirdiğimizde toplum direndi, yani Türkiye’deki Halklar öyle Bahçeli-Erdoğan faşist bloğuna kolay kolay biat etmeyeceğini, kolay kolay sinmeyeceğini ve onların faşist sistemi ve zihniyetlerini tahkim etmelerine izin vermeyeceklerinin mesajını verdi. Bundan sonra, demokrasi güçlerine toplumun bu mesajını doğru alıp okumak ve harekete geçmek düşüyor. Eğer biz bu anlamda rolümüzü ve misyonumuzu doğru oynayabilirsek, gerçekten faşizm bu ülkede ve bu topraklarda tahkim edilemeyecek, faşizm aşılacaktır. “Referandum sonuçları özerklikler çıkarttı” dediniz. Bundan ne anlamalıyız, neyi kastediyorsunuz? Buradan şu anlamı çıkartmak mümkün, toplum artık bir merkeze dayalı, bir zihniyete dayalı, tekçiliğe dayalı bir yönetim mekanizması istemiyor. Çünkü her toplumsal kesimin her coğrafi bölgenin kendi özgünlükleri var, kendi ihtiyaçları ve sorunları farklılık
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş arz ediyor. En temel mesaj, toplumun çok zengin bir farklılığa dayalı yaşadığını ve farklılığıyla yaşamak istediğini göstermesidir. Tekçiliğe dayalı bir yaşam tarzını, rejimi veya sistemi istemediğini görüyoruz. “Özerklik istedi” derken kastım bu. Ege’nin rengi farklı oldu, Marmara’nın, Kürdistan’ınki farklı oldu, İç Anadolu daha farklı oldu. Toplum şunu söyledi; “Bir merkezden tek kişiyle, tek zihniyetle, tek fikirle, tek dinle, tek dille üzerimizde tahakküm kuramazsınız, kurmaya çalışırsanız biz biat etmeyiz.” Bence Halklarımız açısından referandumun en temel ve stratejik sonucu da bu oldu. Usulsüzlük iddialarına gelmek istiyorum. HDP birçok başvuruda bulundu. YSK başvurusundan bir sonuç alınamadı. Bundan sonraki hukuki adımlar ne olacak? Sadece referandum günü ve sonrası değil, aslında referandum sürecinin bütünü hukuksuzluğa dayalı gelişti. Burada da en büyük hukuksuzluk partimize dönük oldu. Eşgenel başkanlarımızın, vekillerimizin, belediye eşbaşkanlarının tutuklanması, belediyelerimize kayyum atanması, on bine yakın yönetici ve aktivistimizin hapse atılması; bütün bunlar aslında bir yönüyle -bakın tamamı bunun içindi demiyorumreferandum hazırlık süreciydi. Yani toplum ve ülke referanduma doğru giderken, adım adım OHAL uygulamalarıyla, 20 Temmuz darbesiyle, -bakın 15 Temmuz demiyorum- adım adım hazırlık yapıldı ve bunun sonuçlarını referandum günü çok ciddi anlamda gördük. Her türlü usulsüzlük ve yöntemsizlik yapıldı. Şimdi biz bunlara karşı ilçelerden tutun illere ve YSK’ya kadar bütün mercilerdeki hukuki itirazlarımızı yaptık. Fakat hiçbir tanesinden, çok bariz, çok net, çok somut durumlar olmasına rağmen, bir sonuç alamadık. İl, ilçe seçim kurulları gibi YSK da gerçekçi, doğru ve ahlaki olmayan gerekçelerle itirazlarımızı reddetti. Şimdi biz bunun hukuki mücadelesini kuşkusuz “Bu ülkede hukuk var, hukuk,
adalet yerini bulur” saikiyle yapmadık. Biz, hukuk ve adaletin bu ülkede kalmadığını, olanın da nasıl işlediğini en iyi bilen partiyiz. İliklerimize kadar bu hukuksuzluğu ve adaletsizliği hisseden ve yaşayan bir partiyiz. Ama tarihe not düşmek, meşruiyeti teşhir etmek açısından bu girişimleri yaptık, sürdürdük. AİHM sürecine dönük de birtakım tartışmalarımız, hazırlıklarımız, girişimlerimiz var. Fakat esas olarak sonucu değiştirecek olanın hukuk mücadelesi değil, demokratik, meşru halk mücadelesi olduğuna inanıyoruz. On yıllardır yaptığımız gibi, bu sürece karşı da demokratik, meşru halk mücadelesini örgütlemek, büyütmek ve geliştirmek gerektiğini düşünüyoruz. Referandum sonuçları, rejim açısından bir meşruiyet tartışması ortaya çıkardı ve HDP de ilk açıklamasında bu meşruiyet tartışmasına dikkat çekti. HDP bu tartışmayı sürdürecek mi? Sürdürecekse TBMM’de, sokakta, ulusal veya uluslararası düzlemde hangi saiklerle, siyasi araç ve argümanlarla sürdürmeyi düşünüyor? Biz meşruiyet tartışması olduğunu iddia etmiyoruz. Biz bu sonuçların meşru olmadığını iddia ediyoruz, bu bizim için net ve tartışmasız bir durumdur. 16 Nisan gecesi söylediğimizi 17 Nisan sabahı da söyledik ve bugün de aynısını söylüyoruz. Siz bu sonucu, kanunlara, yasalara kendi zorbalılığınıza dayanarak uydurabilirsiniz. Fakat toplumun vicdanında, bilincinde, yaşamında bu rejim meşru olmayacak. Nasıl ki Kenan Evren anayasası on yıllar geçmesine rağmen, toplumun büyük kesimi açısından hep gayri meşru darbe yasası olarak yer edindiyse ve bu anayasaya karşı sürekli toplumsal mücadele geliştiyse, Erdoğan anayasasına karşı da toplumun ve bizlerin tutumu bu olacaktır. Bu gayri meşru anayasayı değiştirene kadar, dönüştürene kadar, aşana kadar, mücadele yürüteceğiz. Bizim argümanımız şu; Bu anayasa Türkiye haritasını önünüze koyduğunuzda, toplumun taleplerini karşılamayan bir içeriğe sahip.
Sonucu değiştirecek olanın hukuk mücadelesi değil, demokratik, meşru halk mücadelesi olduğuna inanıyoruz. On yıllardır yaptığımız gibi, bu sürece karşı da demokratik, meşru halk mücadelesini örgütlemek, büyütmek ve geliştirmek gerektiğini düşünüyoruz.
52
Hem hazırlık süreci açısından, hem de yaşama geçse de bu talepleri karşılamayan bir anayasa olacak. Toplum bunu kabul etmeyecek. İkincisi, bu anayasa yüzyılımızda her yönüyle patır patır dökülen, dağılan, aşılan tekçiliği dayatıyor ve faşizmi tahkim etmeye çalışıyor, yani hepsinden önce antidemokratiktir, özgürlükçü değildir, eşitlikçi değildir, toplumcu değildir, toplumsal değildir. Bu anayasa değişikliği bir adamın merkezinde gelişen tek bir zihniyetin tahakküm kurma, hegemonya kurma aracıdır. O açıdan da meşru değildir. Meşru, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi olmayan hiçbir uygulama toplumda kabul görmeyecektir. Bunun üzerinden biz, ulusal ve uluslararası alanda bunun diplomatik, politik ve toplumsal mücadelesini, karşıt mücadelesini kesintisiz sürdüreceğiz. HDP’nin referandum kampanyasında ana sloganı, “demokratik cumhuriyet ve ortak vatan”dı. HDP özel olarak referandum sonucunda -oy oranlarından bağımsız olarak- bir politik kazanım elde ettiğini düşünüyor mu?
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş açıdan da kesinlikle şunu çok açık söyleyebilirim, ne AKP ne MHP ne CHP, 2017 Nisan referandumunun tek kazananı varsa o da Halkların Demokratik Partisi ve onun ittifak güçleri oldu. Onların şahsında demokrasi güçleri ve Türkiye Halkları kazandı diyebilirim.
Kesinlikle, referandum süreci bizim açımızdan büyük kazanımları olan bir süreç oldu. Yukarıda da belirttiğim gibi OHAL faşizminin üzerimizdeki baskısını ve toplumun üzerindeki tehdidini bir nebze de olsa kırmak açısından bir vesile oldu. Edirne’den Ardahan’a kadar ülkenin dört bir yanında yaygın bir kampanya yürüttük. Bütün imkânsızlıklarımıza rağmen toplumun büyük bir kesimiyle bir araya geldik, buluştuk. İl, ilçe yönetimlerimizden ziyade, büyük bir gönüllüler ordusuyla biz bunu başardık. İki noktada çok büyük bir kazanımdan bahsedebiliriz; bir, Kürdistan’da AKP’nin son yıllarda yürütmüş olduğu kıyım, katliam ve yıkım politikasının iflas ettiğini, bunların şahsında somutlaştığı kayyum uygulamalarının beş paralık olduğunu gösterdik. Çünkü çok fazla manipülasyon ve özel savaş uygulamalarıyla gölgelenmeye çalışılan bir Kürt siyasal hareketi ve onun toplumsal taban gerçekliği vardı. Bu referandum dosta da düşmana da güçlü bir cevap verdi. Bunun kendisi başlı başına büyük bir politik kazanımdır. İkincisi, HDP’nin bütün farklılıklarıyla birlikte yaşama iddiası, yeni
yaşam iddiası ve çağrısı karşılık buldu. İşte haritaya yansıyan “özerklik talepleri” olarak tanımladığım sonuç doğdu. Bu şu anlama geliyor; siz tekçiliği, tek merkeziyetçiliği dayatırsanız toplum bölünür, ülke bölünür, dağılır. Parti olarak iddia ettiğimiz, öngördüğümüz, demokratik özerklik yaklaşımıyla ülkenin birliği ve bütünlüğü içerisinde özgür demokratik bir geleceğin yaratılabileceğini gördük. Bu bizim açımızdan önemli bir politik kazanım oldu. Ve bu durum bizim birlik ve kardeşlik, birlikte yaşam iddiamızdaki kararlılığımızı güçlendirdi. Diğer bir husus da şu; bu referandum süreci ülkede, -siyasi kurumlar, partiler, örgütler açısından demiyorum- toplum açısından birçok marjı, yargıyı kırdı dağıttı. Farklı kesimler temel hedefler doğrultusunda bir araya gelip yürümeyi öğrendi. İşte, hayır cephesi olarak şekillenen toplumsal kesimin temel özelliği buydu. Biz mesela HDP olarak 7 Haziran’da bile girmekte, ulaşmakta zorlandığımız birçok alana ve kesime referandum vesilesiyle ulaştık, onlarla buluştuk. Kendimizi ve tutumumuzu, mücadelemizi ve politik hedeflerimizi paylaştık. O
53
Aslında konuşmanızda kısmen değindiniz ama biraz daha açmanızı isteyeceğim. Kürtlerin verdiği oy meselesi, referandum öncesinde de sonrasında da tartışma konusuydu. Sizce bu referandumda Kürtler tercihlerini hangi yönde kullandılar, bir de “Evet”çi Kürtler aslında merak edilen bir kesim. Bunlarla ilgili biraz bilgi verebilir misiniz? Kürtler kesinlikle oylarını referandumda özgürlükten ve demokrasiden yana kullandılar. Tek adam rejimi şahsında her türlü tekçi siyaset ve politikaya “Hayır” dediler. Kayyuma “Hayır” dediler, savaşa “Hayır” dediler, katliama “Hayır” dediler, kadın cinayetlerine “Hayır” dediler. Bu anlamda bence en değerli ve kıymetli en cesur “Hayır”, Kürtlerin “Hayır”ıydı. Yani Şırnak’ta “Hayır” demekle İstanbul’da veya Ankara’da İzmir’de “Hayır” demek aynı değildi. Şırnak’ta “Hayır” demek gerçekten ama gerçekten ateşten gömlek giymekti. Onun için aynı değildir, onun için çok kıymetli ve değerliydi. Onun için Kürtler’in tutumu Türkiye’nin demokratik geleceği açısından önemli bir tutumdu. Türkiye, demokratik ve özgür bir ülke olacaksa bunun umudunu sembolleştiren Şırnak oldu, Hakkâri oldu, Cizre oldu. Çünkü bunlar tekçiliğe savaşa ve her türlü katliama, -doğa, kadın, gençlik, çocuk, etnik, inançsal her türlü katliama- “Hayır” dediler. Engellemelere, OHAL’e, darbe zihniyetine ve uygulamalarına çok net ve kararlı bir şekilde ölüm pahasına “Hayır” dediler. Bütün maddi imkânlarını kaybetmek pahasına “Hayır” dediler. O açıdan çok cesur çok değerli ve gerçekten önemli bir “Hayır”dı Kürtlerin “Hayır”ı. Şimdi, Kürtlerin “Evet”çileri diye bir şey yoktur. Bakın sosyal bilimciler, siyaset bilimciler bunu iyi incelemeli. Burada tarihsel bir çarpıtma ve yanılgı söz konusu. Kürtlerde “Evet” diyen yok, Kürdistan’da yüzyıldır devletçi bir kesim var, ne olduğu kim olduğu bir yönüyle bilinmeyen ama bir yönüyle de açık olan bir kesim var. Bu kesim Tayyip’çi değil, bu kesim AKP’li değil, bu kesim DYP’li değildi, Demirel’ci
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş veya Ecevit’çi değildi, bu kesim devletçidir. Devletin şekli, şemalı, rengi ne olursa olsun Kürdistan’da böyle bir kesim var ve bu kesim toplumun gerçekliğinden kopmuş, tarihin gerçekliğinden kopmuş yaşam ütopyası olmayan bir kesimdir. Bu kesim rantçı bir kesim, devlete dayalı, devletten beslenen ve böyle kendini var eden bir kesim. O açıdan bu hep var, olan bir durum. Bu referanduma özgü değil? Özgü değil, her zaman olan bir durumdur. AKP gitsin, Erdoğan gitsin, Ahmet, Mehmet gelsin yine aynı olacak bir kesim var. Bir de Kürdistan’da “Evet” demek zorunda kalan bir kesim oldu. Biz bunu çok iyi biliyoruz onun için o insanları yadırgamıyoruz. Bakınız insanlar kolay kolay birbirini yadırgıyor ama biz kesinlikle yadırgamıyoruz. Niye? Çünkü onların niye, hangi koşullarda “Evet” demek zorunda kaldığını iyi biliyoruz. Hangi tehditlerle, hangi şantajlarla hangi riskleri almamak için “Evet” dediğini iyi biliyoruz, belki birçok kesim bilmez. Bu anlamda diyorum ki sosyal bilimciler, siyasal bilimciler gerçekten bunu iyi analiz etmeli. Bunun çok ciddi bir psikolojik arka planı var. Bundan bağımsız, ucuz değerlendirmelerde bulunmak yanlış olacaktır. Biz bunu böyle değerlendiriyoruz. O açıdan inanıyoruz ki onları biz kazanacağız. Yani o insanlar yine bizimle olacak. Bir de şöyle bir şey vardı, orada olmayıp da “Evet” demiş olan bir kesim var. Nasıl? Örneğin diyelim ki Urfa’nın onlarca köyünden insan Muğla’da yaşıyor, inşaatta çalışıyor ama hepsi Urfa’da “Evet” demiş oldu. Şimdi o insanlar çıktı, bakın çok bariz bir şey. “Kardeşim ben Muğla’daydım, ben oy kullanmadım, benim sandığımda full “Evet” çıktı, nasıl oluyor?” dediler. İşte askeri, polisi, korucusu, valisi, kaymakamı, AKP’li memuru onun adına oy kullanmış. Sahtekârlık yapılmış. O yüzden Kürdistan’daki referandum sonuçlarını biz çok doğru, çok gerçekçi, her yönüyle analiz ediyoruz, etmeye de devam ediyoruz. Bizden kaynaklı eksiklikler yok mu, var tabii ki. Bizim hiç ulaşamadığımız insanlar, yerler, alanlar oldu. Devlet yirmi dört saat namlusunu, ko-
rucusuyla, askeriyle insanların ensesine dayamış bir şekilde baskı oluştururken maalesef biz yetişemedik, yetemedik, ulaşamadık, o insanların yanında duramadık, cesaret veremedik. Onun da bir etkisi vardı. O açıdan biz şöyle diyoruz, bu gelip geçti. O baskı, tehdit, zor, şantaj, hile ve hırsızlıkla açığa çıkmış sonuç asla kalıcı bir sonuç değildir. Konjonktüreldir, geçicidir. Kalıcı olan insanların yüreğinde ve zihniyetinde yer edinmiş olan özgürlük, demokrasi, eşitlik iddiaları ve talepleridir. Onu da bizim dışımızda temsil edebilen hiçbir güç yoktur. O açıdan da orada kalıcı olan, esas olan, sürekli olacak olan, gelecek vaat eden illa ki biziz. CHP’nin tutumuna gelelim. CHP, çeşitli aktör ve eğilimleri tarafından aslında referandum tartışmasını bir anda 2019 cumhurbaşkanlığı seçim hedefine yönlendirdi. Bu konudaki görüşünüz nedir? Şimdi bence CHP, on dört yılı aşkın AKP iktidarının vazgeçilmez ittifak gücüydü. Bu hiçbir zaman değişmedi. CHP bu on dört küsur yılın hemen hemen her aşamasında iki temel rol oynadı. AKP her zora düştüğünde, her pisliğe battığında CHP koltuk değneği oldu. Bu referandum sürecinde de maalesef CHP’nin tutumu buydu. Bakın ben bunu söylerken önemli bir noktaya değineyim yanlış anlaşılma olmasın. Burada kastettiğimiz CHP’ye oy veren yurttaşlar değildir. CHP tabanı da en az HDP tabanı kadar onurlu, demokratik ve dirayetli bir tutum sergilemiştir. Fakat CHP merkezi kurumsal olarak demin dediğim koltuk değneği rolünü bu süreçte çok iyi oynadı. O açıdan da referandum sonuçlarında ErdoğanBahçeli ittifakının bir başarısı varsa o da CHP’nin mevcut durumuna dayanarak açığa çıkmış bir başarıdır. Demokrasi güçleri açısından CHP’nin bu durumu ve duruşu aşılmadığı sürece, AKP’nin aşılması zor olacaktır. Hatırlarsınız birçok süreçte Arınç, Erdoğan hatta diğer aktörleri hep diyordu “Allah böyle muhalefeti herkese nasip etsin” diye, gerçekten haklı, doğru bir şeydi. Böyle bir muhalefetle, böyle bir aymazlıkla, böyle bir teslimiyetçi yaklaşımla siz topluma öncülük yapamazsınız. Tam
Kalıcı olan insanların yüreğinde ve zihniyetinde yer edinmiş olan özgürlük, demokrasi, eşitlik iddiaları ve talepleridir. Onu da bizim dışımızda temsil edebilen hiçbir güç yoktur.
54
tersine CHP bu tutumuyla her fırsatta ve zeminde toplumun açığa çıkmış olan demokratik tepkisini, mücadele azmini ve öfkesini törpüleyen, toplumun bu anlamda etkisini kıran bir pozisyon izledi. Bakın, 17 Nisan itibariyle hemen herkes bu işin meşruiyetini ve bu gayri meşruluğa karşı mücadeleyi tartışırken, CHP 2019 planları, hesapları yapmaya başladı. Bu öyle basit bir şey değil, kendiliğinden gelişmiş durum da değil. Bu çok bilinçli, Beştepe’de planlanmış bir açıklama bence. Yani mevcut sonuçları kabul ettirme, meşrulaştırma hamlesiydi. Bu yine CHP merkezinin eliyle yapıldı. O açıdan bizim kesinlikle Türkiye’deki demokrasi güçlerine, Türkiye’deki özellikle CHP’nin demokratik güçlerine çağırımızdır. Bu durumu kabul etmemeliler, eğer Erdoğan-Bahçeli rejiminden kurtulmak isteniyorsa, bu aşılmak ve büyük bir yenilgiye uğratılmak isteniyorsa öncelikle mevcut CHP’nin durumuna ve duruşuna karşıt bir tutum açığa çıkmalı. Bu çıkmadığı sürece emin olun ki bu rejim kendisini yaşatacaktır, yürütecektir. Bir de toplumla dalga geçer gibi CHP’yi bu anlamda hizmetlerine koşturuyorlar. Onun dışında CHP’nin herhangi bir referandum kampanyası da olmadı. Bunu da biz hemen hemen her alanda gördük. Bir başka soruya geçmek istiyorum, referandum öncesinde esasen referandum sonuçlarına dair iki tür görüş vardı. Birincisi referandumda “Evet” çıkması durumunda Erdoğan rejiminin baskıları arttıracağını, şiddeti arttıracağını, savaşı derinleştireceğini düşünen bir görüş. İkincisi ise “Evet” çıkması durumunda memlekette görece bir normalleşme olacağına, kısmi demokratik adımlar atılacağına dair bir görüştü. 16 Nisan’dan bugüne yaşanan gelişmeleri değerlendirdiğinizde sizce bu görüşlerden hangisi daha baskın görünüyor? “Evet çıkması durumunda göreceli daha demokratik gelişmeler olur” anlayışı hayal bir anlayıştı. Siyasal ve tarihsel öngörüden yoksun bir anlayıştı. Bu da Saray merkezinden geliştiren bir savaş argümanıydı. Son anda MHP ittifakından umudunu yitiren Erdoğan’ın danışmanları üzerinden “Kürdistan’da eyalet sistemi” tartışması başlatmaları gibi örneklerin hepsi psikolojik savaş argümanlarıydı. Bakın, dünya tarihinde faşizmin gelişme, büyüme, kendisini tahkim etme süreçlerini biliyoruz. On-
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş
larca örnek var. Faşizm bir kere başladığında duvara toslayıp yenilene dağılana kadar asla dur durak bilmez. Asla faşizmde esneme veya geri adım atma durumu yaşanmaz çünkü faşizmin karakteri böyledir. Bir kere başladı mı yenilgiye uğratılana kadar durmaz. O açıdan bu anlayış faşizme hizmet eden bir anlayıştır. 16 Nisan’dan bu yana ki uygulamalarda bire bir görüp yaşıyoruz, savaş daha fazla şiddetlendirildi, hukuksuzluk daha derinleşti, toplumun her kesimi üzerinde baskı arttırıldı uluslararası ilişkiler berbat noktaya geldi, ekonomi daha kötü bir pozisyona düştü. İnsanlar artık bu ülkede yaşamayı cehennemde yaşamakla aynı gören bir pozisyona geldi. Onun için, biz ilk gün de ifade ettik, “Evet”in çıkması toplum için bir kâbus olacak. “Hayır”ın çıkması her şeyin bittiği anlamına gelmeyecek, illa ki bir mücadele süreci olacak ama “Evet”in çıkması başlı başına bir kâbus durumu yaratacak ve o kâbus gittikçe daha fazla derinleşecek katmerleşecek. Bir de şunu belirteyim referandumda esasında “Evet” çıkmadı, o açıdan da çok fazla pervasızlaşamıyorlar. Eğer gerçekten “Evet” çıkmış olsaydı, yani hileyle değil de toplum gerçekten “Evet” demiş olsaydı, siz o zaman pervasızlığı görecektiniz. Bu durumu böyle değerlendirip bu çıkmış gayri meşru “Evet”e karşı asla mücadeleden geri durulmamalı. Toplum asla hayalci bir pozisyona itilmemeli. Bunu geliştiren kim olursa olsun. Bilelim ki sarayın psikolojik savaş argümanlarına, yöntemlerine hizmet eder pozisyondandır. Bütün süreçleri, du-
rumları, zihniyet yapısını, politik hattını, hedeflerini, amaçlarını, hatta karakterlerini değerlendiriyoruz. Bu neye evrilir dediğimizde bir tek cevap çıkıyor, daha fazla faşizm, daha fazla baskı, şiddet, daha fazla hukuksuzluk açığa çıkıyor. Bu açıdan da bizce ülke, doğru güçlü bir demokratik mücadele geliştirilmezse her adımda daha fazla geriye gidecek. Bir esneme ve demokratikleşme olacaksa kesinlikle unutulmamalı ki bu ancak ve ancak demokratik meşru mücadele yöntemleriyle olur. “Hayır cephesi”ne gelirsek, daha doğrusu buraya cephe demeden önce “Hayır” oyu veren seçmenler açısından siyasal gerekçeler birbirinden çok farklı, hatta kimi zaman zıt olarak da görülebildi; işte HDP var, MHP’nin bir bölümü var, Saadet Partisi var, CHP var. Buradan hareketle önce şunu değerlendirelim, genel olarak “Hayır”ın geleceği olduğunu düşünüyor musunuz? Şimdi aslında meseleyi, artık gelinen aşamada “Evet”ten ve “Hayır”dan çıkartılmalıyız. Mesele “Evet” ve “Hayır” değil, mesele şu, toplumun çok büyük bir kesimi kendisine giydirilmeyi çalışan gömleği giymedi ve yırttı, attı. Bu şu değildi bakınız; bir cephe örgütüyle gelişmedi, bu ittifakların bir araya gelmesiyle gelişmedi. Toplumsal bir cepheyle gelişti. O açıdan toplumsal bir ittifak vardı, tabana dayalı gelişen bir cephe durumu vardı yani siyasi güçlerin, partilerin, aktörlerin bir ittifakı söz konusu değil, elli bin çeşit parçaydı. Bu bize referandum sonucunun bir mesa-
55
16 Nisan’dan bu yana ki uygulamalarda bire bir görüp yaşıyoruz, savaş daha fazla şiddetlendirildi, hukuksuzluk daha derinleşti, toplumun her kesimi üzerinde baskı arttırıldı uluslararası ilişkiler berbat noktaya geldi, ekonomi daha kötü bir pozisyona düştü. İnsanlar artık bu ülkede yaşamayı cehennemde yaşamakla aynı gören bir pozisyona geldi. jıdır. Bu ülkede ittifaklar ilkelere dayalı olarak toplumsal zeminde gelişebilir, toplumsal kesimlerin bir araya gelmesi ve birlikteliğiyle gelişebilir, buna yönelmek lazım. Bu kurumların ve siyasi örgütlerin ittifakı anlamına gelmez ve bunun koşulları çok zayıf. Dediğiniz gibi karşıt birçok kesim vardı. Biz HDP olarak bir araya gelemeyiz mesela birçok kesimle. Ama tabanda biz bir araya gelebildik, buluşabildik, ellerini sıkabildik, meramımızı anlatabildik ve büyük bir sempati aldık. O açıdan politik yaklaşım itibariyle ilkelere dayalı her türlü ittifaka açık pozisyonda olmak gerekiyor. Ancak ilkelerle, o çok önemli. Nedir bu ilkeler? Demokrasi, eşitlik, özgürlük, barış istemi. Bu temel ilkelerde toplum rahatlıkla bir araya gelebiliyor. Aynı zamanda bu ilkelere dayalı olarak yürütülecek siyaset ve mücadele toplumun büyük kesiminin teveccühünü kazanabiliyor. Artık meseleyi şuradan çıkartmak lazım, “Hayır”ın bir cephesi var “Evet”in var, yok öyle bir şey. Mesela ben Kürdistan açısından söyledim, orada bir “Evet cephesi”, organik bir “Evet” durumu yoktu. Tam tersine birçok nedeni, gerekçesi, sorunu, sebebi olan bir “Evet meselesi” vardı. O, AKP’nin değil, bizim aslında çok rahat etkileyip harekete geçirebileceğimiz bir kesimdi. Türkiye açısından da böyle. “Evet” diyen birçok kesimin, kişinin neden “Evet” dediğini iyi biliyoruz veya “Evet” demek zorunda kaldığını iyi biliyoruz. Bunu bilerek yaklaşırsak, politika ve mücadele planı oluşturabi-
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş
Kürt Özgürlük Hareketi artık bir örgüt-parti gerçekliğini aştı. Bir bölge gücü olma durumu söz konusu. lirsek kesinlikle bu toplumdan büyük bir teveccüh kazanacağımızı düşünüyorum. Siz de söylediniz ilkeli ittifak meselesini, “Hayır” etrafında toplanan seçmenler veya parti tabanları açısından anlamlı bir demokratik muhalefet odağı yaratılabilir mi? Çok rahat yaratılabilir evet. Peki, bu ittifak zemininin kurulabilmesi için HDP nasıl bir yol izlemeyi planlıyor? Bu toplumsal ittifak dediğiniz ittifakın muhtemel bileşenleri kimler? Toplumsal taban, siyasi parti veya örgütler olarak kimleri görüyorsunuz? Son olarak, basınla paylaştığınız MYK sonuçlarında bu alana yönelik bir çağrı yapacağınızı duyurmuştunuz. Bu çağrının içeriği hakkında bize bilgi verebilir misiniz, bu çağrı kimleri kapsayacak kimlere hitap edecek, nasıl bir çağrı olacak? Demokratik bir mücadele planına ihtiyaç var. Demokratik bir muhalefetten ziyade nasıl bir mücadele planıyla hareket etmek gerektiği sorusu ortada duruyor. Bu soru ortada durduğu sürece de bunun öncüleri açığa çıkmıyor. Mesela bir kesim CHP’ye umut bağladı, hatta CHP süslenip sunulmaya çalışıldı. Ana akım havuz medyasında bir psikolojik savaş yöntemiyle propaganda yapılarak hayır cephesinin öncüsünün CHP olduğu imajı verildi. Ama üç gün geçmedi CHP balon gibi söndü. Niye? Çünkü bir mücadele planı yok. Ancak bir mücadele planına ve stratejisine dayalı olarak siz öncülük yapabilirsiniz. Bizim çağrımız işte bu içerikte olacak, yani bir mücadele planı çağrısı olacak. Biz şöyle bir şey yapmayacağız “Biz öncüyüz, planımız budur, ey dostlar demokrasi güçleri gelin yapalım” demeyeceğiz. Biz, “Bu ülkede güçlü bir demokrasi mücadelesi planına ihtiyaç var, ilkeleri de şunlar olmalı, bu ilkelere dayalı olarak yürüyebilecek herkes birlikte yürüyebilmeli” çağrısını yapacağız. Bu bir tartışma aslında, bir plan oluşturma çağrısı olacak. Sürecin startını verme çabası olacak, yoksa biz bir plan oluşturup kimseye dayatmayacağız, dayatmayla işlerin yürümediğini referandum gösterdi bize.
Dediğim gibi ilkeler çok önemli: Bir; biz savaşa karşı bir tutum geliştireceğiz, istikrarın, birlikte yaşamın yegâne koşulu barıştır toplumsal barışın sağlanmasıdır. İki; tekçi inkârcı zihniyet sonuç vermez, bu açıdan demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü olunmalı. Üç; toplum çok renklidir, çok seslidir, çok çeşitlidir. Bu çeşitliliği, zenginliği kapsayabilecek eşitlikçi bir yaklaşım olmalı. Dört; toplum çok yoksullaştırıldı, muazzam bir emek sömürüsü söz konusu. Bunun yeniden düzenlenmesi ve önüne geçilmesi gerekiyor, bu da mücadeleyle olur. Beş; kadına dönük muazzam bir saldırı ve alanı gasp etme, yaşamı cehenneme dönüştürme çabası var. Kadın katliamları, doğaya dönük talan söz konusu. Doğamız talan ediliyor, yaşamımız talan ediliyor, çocuklarımızın geleceği bu anlamda talan ediliyor. Tüccar bir zihniyet ile her şeyimiz bu anlamda ticaret malzemesi, meta olarak ele alınıp değerlendiriliyor, duygularımız, düşüncelerimiz, yaşam alanlarımız, suyumuz, havamız, her şey. Buna karşı tutum almalıyız gibi sıralayabileceğimiz temel ilkeler olmalı. Bu ilkeler toplumla paylaşılır, bu ilkeler demokrasi iddiası olan herkesle paylaşılır. Bir araya gelinip bu ilkeler temelinde bir mücadele planı
56
oluşturma ihtiyacı ve sorunu var. Bizim esas olarak çağrımızın dayanacağı nokta da bu olur. Dolayısıyla belirlediğiniz bir siyasal grup ya da siyasal parti değil, toplumun saydığınız ilkeler etrafında bu ittifakı oluşturabilmesi. Evet, aynen öyle. Referandum sonrasında Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun ilk icraatlarından biri medya savunma alanlarına ve Rojava’ya saldırmak oldu. Hepimiz biliyoruz ki Kürt sorunu artık uluslararası bir sorun haline geldi. Bu bağlamda Türkiye barışının Suriye barışı ve Rojava barışı ile bağlantılı olduğunu düşünür müsünüz? Buradaki gelişmelerin Türkiye’ye yansıması hangi boyutta olacaktır? Tabii ki günümüz koşullarında artık sorunlar da globalleşti, bölgeselleşti. Bu anlamda da Kürt sorununun demokratik çözümünün, Kürt Halkının özgürlük sorunu çözümü sadece Türkiye ile veya sadece Rojava ile ya da Irak ile Güney Kürdistan ile sınırlanması mümkün değil. Bütünlüklü bir çözüm ihtiyacı kendisini her zamankinden fazla dayatıyor. Diğer bir yönüyle de Kürt Özgürlük Hareketi artık bir örgüt-parti gerçekliğini aştı. Bir bölge gücü olma durumu söz konusu. Bakın Ortadoğu’nun en stratejik noktalarını, merkezlerini tutan bir güçtür. Ortadoğu’daki bütün kıyametin koptuğu aslında herkesin bir noktada pozisyon
demokratik cumhuriyet için demokratik direniş kapmaya çalıştığı bütün stratejik hatları aslında Kürt siyasal özgürlük hareketi tutmuş durumda. Kerkük’ten Şengal’e, Haseki’den, Rakka’ya kadar aslında önümüzdeki yüzyılın enerji koridorudur bu. Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik önemi aşıldı. Asıl yeni jeostratejik hat biraz orada şekilleniyor, o açıdan bu kadar kıyamet kopartılıyor, düşmanlık gelişiyor, saldırılar bu anlamda artıyor. Onun için de kesinlikle inanıyorum ki özellikle Suriye’de düğümlenen meselenin çözülmesi, kendisiyle birlikte daha bölgesel düzeyde çözümler geliştirecektir. Yani sadece Suriye’yle sınırlı kalmayacak. Atmış tane devlet, dünyanın büyük bir kesimi bugün orada pozisyon kapmaya çalışıyor. Pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. En trajik olanı da şu, bu işin en merkezinde olan Türkiye’nin, artık hiçbir pozisyonu kalmadı. Tamamen denklemin dışına itilmiş, uzaktan ağlayan, mızmızlanan çocuk pozisyonunda, dönem dönem “Oynamazsan bozarım” havalarında. Birtakım girişimler yapıyor ama buna gücü, kapasitesi, çapı yetmiyor çünkü büyük hatalar yaptı. Çünkü büyük bir yanılgının içerisindeler. Yüzyılın ruhunu ve gerçekliğini kavramanın çok gerisindeler. Çok geri bir pozisyonda yürüyorlar, izliyorlar, müdahil olmaya çalışıyorlar. Zamanın ruhu bunu kabul etmez, habire zamanın dışına atılıyorlar. O açıdan da handikap yaşıyorlar açıkçası. Şimdi bakınız İmralı sürecinde Önder Öcalan’ın başlatmış olduğu çözüm perspektifi esasında neyi hedefliyordu? Bugünü kurtarmayı hedefliyordu. Israrla mevcut zihniyeti, devlet zihniyetini değiştirmeyi hedefledi. Temel yaklaşımı da şuydu; “İçeride Kürtlerle, demokrasi güçleriyle doğru ilkeli bir barış, bölgede Kürtler ve demokrasi güçleriyle ilkesel bir ittifak, hem bölgenin birçok ağır sorununu hızlı ve demokratik bir çerçevede çözebilir, hem de kendisiyle birlikte Kürt sorununu demokratik çözüme kavuşturabilir, Türkiye’de daha demokratik, özgürlükçü bir zihniyetin ve rejimin inşasını getirebilir.” Aslında kesilen süreç buydu. Hükümet ve Saray “Türkiye bölgede hegemonik güç olacak” sevdasına kapıldı. Bir ay sonra Şam’da, Emevi Camisi’nde namaz kılacak olan Davutoğlu nerede şimdi? Tarihin çöplüğünde. Kendisiyle birlikte aslında dedim ya zamanın ruhuna aykırı durmakta ısrar ettiler -gerçi onların ideolojik kodları zihniyet yapısı da zamanın ruhuna uymalarına çok
fırsat vermezdi- ve sonucu hep birlikte gördük. Karaçok saldırısı, Şengal saldırısı bu durumla bağlantılı. Anlamsız ve sadece düşmanlığa dayalı bir çırpınış. Bir yönü bu iken bir yönüyle de hakikaten Kürt düşmanlığında ciddi bir ısrar var. Bakın 24 Nisan günü Karaçok-Şengal saldırısı gerçekleşti. 24 Nisan bizlerin hafızasında derin bir acıyı bir yarayı tanımlayan bir tarihtir. Ülkedeki Ermeni soykırımının tarihidir, yıldönümüdür. Böylesi bir güne denk getirmeleri de tesadüf değildir. Kesinlikle bilinçli, planlı bir durumdur. “Kürtleri soykırımdan geçirme iddiamızdan vazgeçmedik Bu iddiamızı sürdürüyoruz” mesajı verilmek istendi. Ama tabii ki ülke eski ülke değil, Kürt eski Kürt değil. Biz de 1915’in koşullarında olan bir dünyada veya bölgede yaşamıyoruz. Durumlar koşullar çok değişti. Büyük kaybedecekler ama kötü olan şu, topluma kaybettirme riskleri büyük. Toplum bu riski hızlıca görüp bu duruma karşı bir pozisyon almalı.
Faşizm bu ülkede kolay kolay kendisini tahkim edemeyecek. Bu kendisini tahkim etme sürecinde faşizme karşı doğru, güçlü, birleşik, yaygın, toplumsal bir mücadele geliştiğinde faşizm kesinlikle kaybedecektir. Son olarak sıcağı sıcağına bir kongre değerlendirmesi alalım sizden. HDP’nin 3. Olağanüstü kongresi çıkan sonuçlar açısından ne anlama geliyor? Tabi sizin de bildiğiniz gibi bu kongre bizim parti olarak kararını verip, istediğimiz şekilde, içerikte, vakitte, planlayıp gerçekleştirdiğimiz bir kongre değil. Tam bir yıl önce 20 Mayıs 2016 tarihinde dokunulmazlıklarımız kaldırıldı. Anayasaya aykırı bir şekilde AKP-CHP-MHP ittifakı ile. O günden bu yana tam bir yıl geçti, bugün 20 Mayıs. Ne tesadüf ki kongremiz tam aynı güne denk geldi. Bu 20 Mayıs 2016’dan itibaren hız kazanan ve eşgenel başkanlarımız, vekillerimize kadar uzanan hukuk operasyonları, hukuk eliyle geliştirilen siyasi soykırım operasyonları neticesinde eşgenel başkanımız Sayın
57
Figen Yüksekdağ’ın vekilliği ve parti üyeliği düşürüldü. Bu durum üzerinden partimize dönük geniş siyasi operasyonlar planlandı, devreye sokulmaya çalışıldı. Bundan dolayı biz bu kongreyi esas olarak da “yasal zorunlulukları yerine getirme kongresi” olarak planlamak durumunda kaldık, bir dayatma kongre idi. Fakat durum bu iken, biz özellikle 16 Nisan referandum sonuçlarını bölge, ülkedeki politik gelişmeleri de öngörerek, mücadele tarihimizdeki, mücadele geleneğimizdeki birikimimize ve tecrübemize de dayanarak, yaslanarak her dayatmanın, her zorunluluğun, her operasyonun -ki bu kongre de operasyon kongresi idi- o anlamda bir hamleye, bir yeni mücadele imkânına, bir yeni mücadele kararlılığına dönüşmesi gerektiğini biliyoruz. Geleneğimiz bize bunu öğretti, öğretiyor. Bu bakımdan kongremiz ile birlikte 16 Nisan referandumunun açığa çıkarttığı, halkın referandum marifetiyle bize vermiş olduğu mesajları doğru okuduğumuzda, faşizmin bu ülkede yenilmez olmadığını gördük. Faşizm bu ülkede kolay kolay kendisini tahkim edemeyecek. Bu kendisini tahkim etme sürecinde faşizme karşı doğru, güçlü, birleşik, yaygın, toplumsal bir mücadele geliştiğinde faşizm kesinlikle kaybedecektir. İşte bu kongremiz de bu anlamda referandum sonuçlarını da politik ve örgütsel olarak değerlendiren yeni dönemin mücadele hattını, mücadele perspektifini, mücadele planını ve programını açığa çıkartma kongresidir. Şimdi mevcut iktidar ve tahkim edilmeye çalışılan faşizm, esas olarak kendisini savaş, şiddet, kriz ve kaosla ayakta tutan bir karaktere sahiptir. Demokrasi rafa kaldırılmıştır, hukuk ortadan kaldırılmıştır, ulusal ve uluslararası insan hakları normları yerle bir edilmiştir. Onun için bizim buna karşı ilkeleri net, kararlılığı güçlü bir mücadele programı oluşturma ihtiyacı var diye düşünüyoruz. Doğru bir öncülük, politik öncülük, önderlik açığa çıkarsa biz faşizmi devirmek için hazırız. Biz bu mesajı doğru ve güçlü almayan her siyasal parti ve hareketin kesinlikle kaybedeceğini düşünüyoruz. O açıdan da kongremizi, bu mesajı yerinde, doğru alarak bir mücadele programını oluşturma kararını veren bir kongre olarak da tanımlamak gerekiyor diye düşünüyorum. Teşekkür ederiz. Ben teşekkür ediyorum, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
sakızlar bitti Mike DAVIS Çeviri: Utku ÖZMAKAS
W
all Street’i İşgal Et hareketini ve bu hareketin küçük büyük demeden pek çok şehirde vahşi çiçekler gibi bir anda açabileceğini kim tahmin edebilirdi ki? John Carpenter etti. Gece yarısı korku filmlerinin (Halloween, The Thing, vd.) üstadı neredeyse çeyrek yüzyıl önce (1988), They Live isimli bir filmi yazıp yönetmişti. Filmde, Reagan dönemi korkunç bir uzaylı istilası olarak resmediliyordu. Bu film, kariyerinin en alt üst edici tour de force’u1 konumunu korumaya devam ediyor. Filmin başında Bunker Hill’deki şirket gökdelenlerinin o meşum ayna kaplı camlarından Hollywood Yolu’na yansıyan üçüncü dünyadaki muazzam gecekondu görüntülerini kim unutabilir ki? Veyahut da, milyoner bankacıların ve şeytani medya önderlerinin, mahvolmuş bir tepeye
kurulmuş çadırlarda yaşayan ve gündelik işler için yalvaran Amerikan işçi sınıfının nasıl haşatını çıkardığını Carpenter’ın resmedişini? Hiçkimsenin ne evinin ne de umudunun olması bakımdan kurulan bu negatif eşitliğin penceresinden bakınca ve (Roddy Piper tarafından canlandırılan) esrarengiz Nada’nın bulduğu sihirli güneş gözlükleri sayesinde, proletarya sonunda bütün ırkları kapsayan bir birlikteliğe kavuşur, kapitalizmin çaktırmadan tezgâhladığı aldatmacaların farkına varır ve sonunda tepesinin tası atar. Hem de fena halde! Evet, biliyorum, biraz acele ediyorum. Dünyayı İşgal Et Hareketi, halen sihirli gözlüklerini (programını, taleplerini, stratejisini vd.) arıyor ve öfkesi henüz Gandhici cılız bir ateş seviyesinde seyrediyor. Gelgelelim, Carpenter’ın öngördüğü üzere, bardağın taşmasına sebep olacak kadar çok Amerikalı evinden ve/veya işinden oldu (veyahut en azından muhtemelen on milyonlarca
58
kişi büyük acılar çekti). Artık yeni ve devasa bir varlık, Goldman Sachs’a direnmeye başlıyor. Dahası, Çay Partisi’nin aksine, arkasında iplerini kontrol eden birileri de yok. Süregiden ayaklanmayla ilgili en önemli hususlardan biri, basit bir şekilde sokakları işgal etmesi ve evsizlerle varoluşsal bir özdeşleşme yaratmasıdır. Dürüst olmak gerekirse benim kuşağım sivil haklar hareketinin tedrisatından geçti. Bu nedenle aklımıza ilk gelen de binalara dalıp oturma eylemi yapmak sonra da polisin bizi sürükleyerek kapı dışarı etmesini ve kapıdan çıkar çıkmaz da sopalamasını beklemek olurdu. (Bugünlerdeyse polisler biber gazını ve sakinleştirici teknikleri2 tercih ediyor.) 1
Güç, yetenek gösterisi –ç.n. Cop, elektroşok aleti, gaz bombası ya da biber gazı gibi araçlar kullanarak kişileri kontrol altına almaya yarayan teknik ve uygulamaların genel adı. –ç.n. 2
sakızlar bitti 1965’te henüz on sekiz yaşındaydım ve Demokratik Bir Toplum İçin Öğrenciler hareketinin üyesi olarak −barışçıl göstericilerin katledilmesinden sonra Güney Afrika hükümetine finansman sağlayarak yaşanan ırk ayrımcılığında [apartheid] kilit bir rol oynayan− Chase Manhattan Bankası’nda bir oturma eylemi planlamıştım. O neslin Wall Street’te gerçekleştirdiği ilk protestoydu. New York polisi eyleme katılan kırk bir kişiyi yaka paça bankadan dışarı atmıştı. Bugün bile gökdelenlerde oturma eylemi yapmanın müthiş bir fikir olduğunu düşünüyorum; ancak bu, mücadelenin daha sonraki bir aşamasıydı. Şu an için Wall Street’i İşgal Et hareketinin dehası, dünyadaki en pahalı arazilerden bazılarını geçici olarak özgürleştirmeleri ve bir meydanı özelleştirerek herkesin etrafında toplandığı bir kamusal alan ve protestolar için bir katalizör haline getirmesidir. Kırk sekiz yıl önce kalkıştığımız oturma eylemi bir gerilla baskınıydı; bugün yaşanansa cücelerin Wall Street’i kuşatmasıdır. Ayrıca, sözüm ona yüzyılımızda arkaik kalmış olan yüz yüze iletişimin, diyalojik örgütlenmenin zaferidir. Sosyal medya elbette önemli; ama kolları her yere uzanmıyor. Aktivist bir kendi kendine örgütlenme −özgür bir tartışmadan doğan politik iradenin kristalleşmesi− halen fiili bir kentsel forumun en iyi hali olma konumunu sürdürüyor. Başka bir şekilde söylersek, internetteki sohbetlerimizin çoğu tereciye tere satmaktan ileri gitmiyor; hatta MoveOn.com gibi devasa siteler bile çoktan taraf değiştirmiş olanlara ya da en azından muhtemel izlerkitlesine hitap eden yayınlar yapıyor. İşgaller, en başta ilerici Demokratların saflarına katılmış olup da hakir görülenleri, yabancılaştırılanları bir paratoner misali kendisine çekti; ancak bunun yanı sıra noksanlığı hissedilen bir ortak zemin (örneğin, dilenecek hale gelmiş genç kolej mezunlarıyla risk altındaki orta yaşlarındaki öğretmenlerin görüş alışverişinde bulunmasını) sağlayarak söz konusu insanlar arasındaki yaş engelini de ortadan kaldırdı. Daha radikal bir noktadan bakılırsa, işgal edilen yerlerde kurulan kamplar, Nixon döneminden bu yana uygulanan Yeni Düzen ittifa-
kının yol açtığı fikir ayrılıklarının yumuşaması için simgesel bir bölge haline geldi. Jon Wiener’in The Nation’da yer alan ustalıklı blogunda söylediği gibi, “baretliler ve hippiler sonunda bir araya geldi.”
Kırk sekiz yıl önce kalkıştığımız oturma eylemi bir gerilla baskınıydı; bugün yaşanansa cücelerin Wall Street’i kuşatmasıdır. Ayrıca, sözüm ona yüzyılımızda arkaik kalmış olan yüz yüze iletişimin, diyalojik örgütlenmenin zaferidir. Doğru. AFL-CIO’nun3 başkanı −1989’da maden emekçilerini Pittston Maden Şirketi’ne karşı girdikleri zorlu ama son kertede başarılı grev esnasında Wall Street’e getiren− Richard Trumk’ın, geniş omuzlu kadın ve erkekleri, tam da New York Polis Departmanı’nın saldırması beklenirken, Zucotti Park’a “nöbet tutmaya” çağırması karşısında kim yerinde oturabilirdi ki? *** Benim gibi eski radikaller, her yeni doğan bebeği Mesih ilan etmeye, her çocukta Mesihlik alameti bulmaya pek meraklıdır. Bugün, annemle babamın neslinden (Büyük Buhran’ın göçmenleri ve o esnada greve katılan) sıradan insanları önemli ölçüde tanımlayan o niteliğin
yeniden doğuşuna şahit oluyoruz: Sırtını tehlikeli şekilde eşitlikçi bir etiğe yaslamış olan kapsamlı, kendiliğinden bir rikkat ve dayanışma. Durun ve ailenizle otostop çekin. Aileniz kirayı ödeyemediğinde bile grev hattını terk etmeyin. Son sigaranızı tanımadığınız biriyle paylaşın. Çocuklarınız için süt çalın ve yarısını da yan komşunuzun çocuklarına verin (bu, annemin 1936’da defalarca yaptığı bir şeymiş). Haysiyetinden başka her şeyini kaybetmiş sessiz ve derinlikli insanları can kulağıyla dinleyin. “Biz”in cömertliğini büyütmeye adayın kendinizi. Şunu söylemek istiyorum: Yaş, toplumsal sınıf ve ırk gibi hususlarda çoğu zaman aralarında ciddi farklılıklar olsa da işgalleri savunmak için canhıraş çabalayan bu insanlardan çok etkilendim. Aynı şekilde, tıpkı evsiz kardeşleri gibi dondurucu sokaklarda yaklaşan kışa göğüs germeye hazır olan sıkı çocuklara da bayılıyorum. Ne var ki, strateji meselesine geri döndüğümüzde düşünüp taşınıp atmamız gereken (Leninci anlamda) sonraki adım nedir? Bu vahşi çiçeklerin bir düzen tutturması, bir program çerçevesinde talepte bulunması ve böylelikle 2012 seçimlerinin açık arttırmasında kendileri için verilecek teklifi yükseltmek adına atması gereken adım nedir? Obama ve Demokratlar şüphesiz, belki de çaresizce, onların enerjisine ve sahihliğine ihtiyaç duyacaktır. 3
Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu –ç.n.
John Carpenter’ın They Live filminden bir kare.
59
sakızlar bitti
Ülkenin dört bir yanında İşgal Et hareketine katılan protestocular, evsiz olmanın ve bir çadırın altında ya da parkta uyumaya müsaade edilmemesinin ne manaya geldiğini artık biliyor.
lere, kamp bölgelerine, oyun alanlarına) dönüştürecek cesur bir plan önermişti. Ülkenin dört bir yanında İşgal Et hareketine katılan protestocular, evsiz olmanın ve bir çadırın altında ya da parkta uyumaya müsaade edilmemesinin ne manaya geldiğini artık biliyor. Kilitleri kırmak ve acil insani ihtiyaçlarla kullanılmayan alanları birbirinden ayıran çitleri yıkmak için alın size bir sebep! Üçüncüsü, gözünüzü gerçek ödüle dikin. Asıl mesele, zenginler üzerindeki vergileri arttırmak ya da bankalara yönelik daha iyi yönetmelikler oluşturmak değil. Mesele, ekonomik demokrasiyi sağlamak: Sıradan insanların toplumsal yatırımlar, faiz oranları, sermaye akışları, iş yaratılması ve küresel ısınma gibi büyük konularda karar verebilme hakkının olması. Eğer bu, ekonomik iktidarla ilgili bir tartışma değilse bizim için yok hükmündedir. Dördüncüsü, bu hareket gelecek bahar iktidarla savaşabilmek için önümüzdeki kış hayatta kalmak mecburiyetinde. Ocak ayında sokaklar soğuk olur. Bloomberg ve öteki belediye başkanlarının yanı sıra yerel yöneticiler, protestocuların takatini tüketmesi için sert kışa güveniyorlar. Dolayısıyla uzun Noel tatiline kadar işgalleri tahkim etmek çok önemli. Paltonuzu giyin. Son olarak, sakin olmak zorundayız. Mevcut protestonun gidişatı
tamamen öngörülemez. Paratoner diken, yıldırım çarpmasına da şaşırmamalı. Kısa süre önce New York Times’a konuşan bankacılar, bu işgalleri ufak bir rahatsızlıktan çok daha fazlası gibi görüyorlar sanki. Protestocuların finans sektörünün karmaşıklığını anlayamadığını öne sürüyorlar. Bu bankacıların biraz daha mütevazı olması gerek. Aslına bakılırsa, muhtemelen kağnıyla taşınan hapishane imgesinin sokaklarda dolaşmasından çok önce titremeye başlamaları lazımdı. 2000 yılından bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nde dört buçuk milyon kişi imalat alanındaki işini kaybetti ve bütün bir kolej mezunları kuşağı Amerikan tarihinde hiçbir zaman böyle bayır aşağı yuvarlanmamıştı. 1987’den beri Afrikalı Amerikalılar net değerlerinin yarısından fazlasını kaybettiler; Latin asıllılarsa inanılmaz ama üçte ikisini. Amerikan rüyasını yerle bir edin; ayak takımının sonunda size ciddi bedeller ödetmesinin zamanı geldi. Veyahut Carpenter’ın muhteşem filminde Nada’nın gafil avladığı düşmanlarına dediği gibi: “Buraya sakız çiğnemeye ve kıç tekmelemeye geldim… ama sakızım bitti.” * Be Realistic: Demand Impossible... (Gerçekçi Ol, İmkânsızı İste...) adlı kitaptan alınmıştır.
Benzer bir isyan hareketi olan Gezi Direnişi’nden bir kare.
Gelgelelim, işgalcilerin kendilerini ya da olağanüstü kendiliğinden örgütlenme sürecini satışa çıkaracağına pek ihtimal vermemek lazım. Kişisel olarak anarşist bir pozisyona ve bunun açıkça buyurduğu adımları izlemeye eğilimliyim. İlk olarak, yüzde 99’un acılarını gözler önüne serin. Wall Street’i mahkemeye çıkarın. Harrisburg, Loredo, Riverside, Camden, Flint, Gallup ve Holly Springs’in New York’un merkezine getirin. Bu yırtıcıları, kurbanlarıyla yüzleştirin. Bu iktisadi kitlesel katliamın faillerini halk mahkemesine çıkarın. İkincisi, kamusal alanı demokratikleştirmeye ve üretken bir biçimde işgal etmeye (mesela, müşterekleri geri talep etmeye) devam edin. Eski bir Bronx tarihçisi olmasının yanı sıra bir aktivist de olan Mark Naison, New York’un terk edilmiş ve harabeye dönüşmüş yerlerini evsizler ve işsizler için bir yaşam alanına (bahçe-
60
akademide bir koltuk ve hakikât Türkiye tarihinin ihlal karnesine, ayaklar altına alınan cübbelerin fotoğrafıyla geçen akademik tasfiyenin ardından; sokaklarda filizlenen bir direniş hattının eyleyicileriyle, müdavimleriyle buluştuk. Ankara Kuğulu Park’taki başlangıcın ardından on iki ders daha gerçekleştiren “Sokak Akademisi”yle akademinin, memleketin, sokağın ahvalini konuştuk, dertleştik, söyleştik.
Söyleşi: Göksel ILGIN
T
ürkiye tarihinin ihlal karnesine, ayaklar altına alınan cübbelerin fotoğrafıyla geçen akademik tasfiyenin ardından; sokaklarda filizlenen bir direniş hattının eyleyicileriyle, müdavimleriyle buluştuk. Ankara Kuğulu Park’taki başlangıcın ardından on iki ders daha gerçekleştiren “Sokak Akademisi”yle akademinin, memleketin, sokağın ahvalini konuştuk, dertleştik, söyleştik. Aynı zamanda Sokak Akademisi’nin “eyleyici”leri arasında yer alan yazarımız Göksel Ilgın, Siyaset için sokağın akademisyenleriyle; Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden ihraç edilen Nejla Kurul, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden ihraç edilen Süreyya Karacabey, Yasin Durak, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden ihraç edilen Kamuran Akın, Hukuk Fakültesi’nden ihraç edilen Cenk Yiğiter ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilim-
ler Fakültesi’nden Mehmet Mutlu ile bir araya geldi. KHK’larla gerçekleştirilen ihraçlarla birlikte akademinin, üniversitelerin durumu tartışma gündemleri arasında, belki evvelce mazhar olmadığı bir ilgiyle karşılanıyor. Akademi dünyasında neler oluyor, Sokak Akademisi’ne varan yolculuk nasıl başladı? Nejla Kurul: Türkiye’de üniversitelerin ya da genel olarak akademinin durumu KHK/ihraç furyasından önce de vahim denebilecek düzlemdeydi. Hemen 1980 sonrasına şöyle bir baktığımızda akademinin içler acısı halini görebiliyoruz. Kuşkusuz bu tarihsellik içerisinde özgürlüklerin görece büyüdüğü zamanlar oldu. Yani kapitalizm kendi alt tarihlerini bir şekilde yazdı ama yine de genel bağlamda üniversitelerde 1980’ler politik ortamının etkisi yıkıcı oldu. Baskı ve tahakküm politikalarının, askeri darbenin etkisi/ korkusu en az on yıl kitleler üzerinde
61
etkisini ciddi ölçekte sürdürdü. Ardından üniversitelerde sendikal faaliyetler, dernekler, diğer öğretim elemanı örgütlenmeleri ve öğrenci örgütlenmelerinin görece oranlarda boy gösterebilmesi akademinin canlanmasında rol oynadı. Genel olarak, Türkiye’de akademi hususunda iki kavram geri biçimde hep tartışıldı. Birincisi, sınıfsal meseleler, eşitlik meseleleri; ikincisi ise özgürlükler meselesi. Üniversitelerin ilerleme/ gerilemesi üzerinden yürütülen tartışmayı bu iki kavram grubu zemininde ele almak mümkün. Üniversiteler ‘80 sonrası dönemde genel ölçüde bir finansal kuruluş işlevine uyarlandı. Yani bir şirket modeli üniversite ilk on yılda etkisini göstermese bile peyderpey üniversitenin bir parçası haline geldi. Teknoparklar, sürekli eğitim merkezleri, uzaktan eğitim merkezleri, son yıllarda yaz okulları, üniversitedeki hemen her faaliyeti fiyat karşılığında arz edilir hale geldi. Bu uygulamalar üniversiteyi bir tür kapalı iktisadi alana dönüştürdü.
akademide bir koltuk ve hakikât Kuşkusuz, bu da üniversitenin kapsamında görülebilecek her tür ilişkide görülebilen yabancılaşmayı yarattı. Sürekli bir meta düzeniyle eklemlenen bir üniversiteyle karşı karşıyayız şimdi. Diğer yandan akademisyenlere ya da öğrencilere yönelik özgürlük söylemi sahici anlamda pratikte deneyimlenmedi. Örneğin, ben Ankara Üniversitesi’nde görece özgür bir üniversitede olduğumuzu düşünürdüm. Hatta Barış İçin Akademisyenler (BAK) metnine imza vermek isteyen Gazi Üniversitesi’ndeki akademisyenlere: “Sizde harcarlar, bizim üniversite görece iyidir.” demiştim. Bu sürecin Barış için Akademisyenler metninin çıkışıyla başladığını söyleyebilir miyiz? Yasin Durak: Barış İçin Akademisyenler bildirisinden evvel, Merkel’e mektup yazan akademisyenlerle ilgili Erdoğan’ın çıkışı vardı “mankurtlar” diye. Ondan önce de üniversitelerde sol-sosyalist muhalif akademisyenlere karşı baskı yine rektörlükler, küçük insancıklar, badem bıyıklılar aracılığıyla sürdürülüyordu. Cenk Yiğiter: İbişler aracılığıyla. Yasin: Evet, İbişler [Gülüşmeler] Tabi BAK bildirisinin sonuçları açısından şunu söylemeliyim ki BAK bildirisi önüme koyulduğu zaman, imzamı atarken işimden edileceğimi biliyordum. Üniversitelerde, hani demokrat bildiğimiz üniversiteler de dahil, demokrasi evvelden beri bir illüzyondu; BAK bildirisi tasfiye süreci için dönemsel olarak ellerindeki “koz” oldu. Nejla: Üniversitelerde gezinen “demokrasi” kavramı gerçekten de bizim anladığımız biçimiyle bir özgürlük meselesi olmaktan ziyade masa başında, sadece piyasanın CEO’larıyla, yöneticileriyle etkileşen ana akım çalışan akademisyenler için serbestliğin ifadesi. Yani gerçekten halktan, kitlelerden kopuk, onların sorunlarını esas hakikat olarak görmekten uzak bir akademik özgürlük… Bu, akademik kapitalizm dediğimiz kavramın ta kendisi. Üniversitelerde bilgi giderek daha da parçalı hale geldi. Duyuşsal faaliyetlerimiz edebiyat fakültelerine, düşünsel yönlerimiz felsefe bölümlerine sıkıştırıldı. Matematiği parçaladık, tıpta bedeni parça parça hale getirdik ve bir hekimin en az üç diğer hekimle konuşmadan tanı koyamadığı, tedavi geliştiremediği bir parça başı uzmanlaşmayla karşı kar-
Üniversitelerde gezinen “demokrasi” kavramı gerçekten de bizim anladığımız biçimiyle bir özgürlük meselesi olmaktan ziyade masa başında, sadece piyasanın CEO’larıyla, yöneticileriyle etkileşen ana akım çalışan akademisyenler için serbestliğin ifadesi. şıyayız. Bilimsel disiplinlerin böylesine parçalı hale gelmesi bizim gerçekliği yakalamamıza sürekli bir engel teşkil ediyor. Bu uzmanlaşma sol tandanslı ya da görece daha demokrat gördüğümüz, sosyal demokrat dediğimiz öğretim üyelerini de kuşkusuz etkisi altına aldı. Yani, “Bu benim alanım, bu alanda ancak ben konuşurum.” şeklinde özetlenebilecek bir davranış kipi akademiye hakim oldu ve akademik rekabet de buradan doğabildi. Kendisini daha çok saha çalışmalarında konumlandıran öğretim üyelerinde rekabetçi çalışma çok daha belirgin hale geldi. Çeşitli projelerle para kazanma çabası, öğretim elemanlarının, ayrıca kaynak yaratma, ücret ödeme olanağı sağlayan projeler vasıtasıyla, asistanlarıyla patronaj ilişkisi kurması son yılların akademi hayatına soktuğu yeniliklerdi.
62
İhraç edilen, edilmese de başka baskılara maruz kalmakta olan akademisyenler sözünü ettiğiniz akademisyen profilini reddetmek nedeniyle de “cezalandırılıyorlar” o halde? Nejla: Evet, bu tarafa baktığımızda profilin hemen farklılaştığını görebiliyoruz. Akademide, hakikat dediğimiz şeye ulaşmaya çalışan, kendisine sunulan dar uzmanlık alanının sınırlarını zorlayıp onu aşmaya çalışan, diğer disiplinlerle buluşma çabası içerisinde görece az sayıda bir kesim vardı. Türkiye’de iki bin iki yüz on iki bildiri imzacısı vardı ama en az iki katı nicelikte bu profile uyan bir akademik çevre olduğunu tahmin ediyorum. Barış için imza sürecinden ve ihraç dalgalarından bahsedelim biraz. Süreç nasıl gelişti sizler açısından? Nejla: Akademisyenlerin önlerine bir metin geldi. Metin bazılarına sert, bazılarına da yumuşak gelmiş olabilir ama insani bir refleks vardı. İnsanlar ölmesin, barış süreci bir an önce başlasın diyen bir metindi ve toplumun gündemine yerleşti. Kamuoyundan da büyük olumsuz tepkiler çıkmamıştı aslında. Bu bildirinin imzalanmasının devlet tarafından aslında büyük bir tehdit gibi algılanması da gerekmiyordu ama konjonktür çok sıcaktı. Sokakta sıcak çatışmalar ve iç savaş ortamında siyasal iktidarın uygulamaya çalıştığı savaşçı politika, hani o “devletin kırmızı çizgileri” dediğimiz çizgiye çarptık. Devlette, üniversite öğretim üyesini
akademide bir koltuk ve hakikât bir “memur” olarak gören anlayış hakimdi. “Devletin memuru, bu devletin ekmeğini yiyen insanlar, nasıl olur da devletini eleştirir; hem de bu kadar sert eleştirir.” diyen bir öfke zemininden yüksek bir tepkiyle karşı karşıya kaldık. Arkasından gelişen süreci arkadaşlarım da anlatır ama bir yıla yakın bir süre örtük bir taciz süreci işledi üniversitelerin içerisinde. Sonra biz anlayageldik kinin ve nefretin ne kadar büyük bir raddeye ulaşmış olduğunu. Mehmet Mutlu: Şerif Mardin bir konuşmasında “Hoca öğretmeni yendi”, yani “Cami hocası öğretmeni yendi.” diyordu. Bu hegemonik söylemin hem kendisi hem de onu pekiştiren ideolojilerden biriydi. Bu son iki sene içerisinde yaşadıklarımız bunun o kadar da sarsılmaz bir siyaset olmadığını, tartışılmaz bir toplumsal gerçek olmadığını ortaya çıkarttı. Çok ciddi çarpışmaların yaşandığı, 7 Haziran’ı, Suruç’u yaşadığımız, memleketin yarısının fiili iç savaş halinde yaşamını sürdürdüğü bir dönemde akademisyenler çıktılar ve bir metin imzaladılar. Öğretmenin, üniversite hocasının hala itibarı olduğunu, bu söylemin karşı hegemonik
bir dalgayı yaratmasıyla gördük. BAK imzacıları peşi sıra, bu sert koşullarda toplumsal muhalefetin farklı bileşenlerinin sahaya girmesine ve söz söylemelerine vesile oldu. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Süreyya Karacabey: Bu ihraç edilme meselesinin benim için özgürleştirici bir yanı da olduğunu düşünüyorum. Yani ben seçme seçilmeye karar veremediğim bir yaşta üniversiteye başladığım için söylüyorum bunu; lisansı bitirdiğimde de asistandım zaten. Ama şimdi ülkenin geldiği, kapitalizmin geldiği şu noktada, ben şu anda özgürleşme için daha başka sorular sormaya kışkırtıldım. Cenk: Hocama katılıyorum. Hani bu “iyi de oldu iyi ki de atılmışız” durumunu bir şarkıda geçen şu sözlere benzetiyorum; hani diyor ya, “ben ayrılamam, sen beni bırak” [kahkahalarımızla diğer masaların ilgisine mazhar oluyoruz, C. Y. Fırsattan istifade hoparlörden gelen Blues şarkıya kulak kesiliyor] Yani, ilk ihraçtan beri hepimizin istifa mektubu cebindeydi gerçekten, bir şey olsa da bir yerde bir kırsam kafayı şu istifa mektubunu çaksam diye beklediğimiz bir ortamdı ama tuhaf bir belirsizlikle ayrılamıyorduk yani. Öyle garip bir aşk nefret ilişkisi bir arada gidiyordu. Süreyya: Hani bu tip sorgulamaları şüphesiz daha önce de yapıyorduk. Ama şu anda özgürlüğü uygulama, bedenimde deneyimleme fırsatı verdiler. Özgürleşme gerçekten nedir? Az parayla nasıl yaşanır? Bankalarla ilişki nasıl ortadan kaldırılır? Bu ‘bireysel bütçe’ denen saçmalık nasıl aşılır? Arkadaşlarımızın çocukları için endişeleri niye onların tekil sorunu olsun da, biz bunu hep beraber dert etmeyelim? Hani Cenk’in kızı neden benim de kızım değil? Bunları hep konuşuyorduk belki ama şimdiki koşullarımızda konuşmak, eylemeye çok daha yakın ve bu yakınlığın oluşmasında kovulmamızın payı var. Tüm bu süreçte başımıza gelenlerin karşısında yapıp ettiklerimiz bana bir akademisyen odasında oturmaktan çok daha kıymetli kazanımlarmış gibi geliyor.
BAK imzacıları peşi sıra, bu sert koşullarda toplumsal muhalefetin farklı bileşenlerinin sahaya girmesine ve söz söylemelerine vesile oldu.
63
Kamuran Akın: Biz akademisyenler, ki bunu bir övünç vesilesi, bir üst kimlik olarak görmediğimiz açıktır, ihraçların ardından bir kıyıdan da kendi çapımızı keşfettik, ne olduğumuzu keşfettik. Kendi varoluşsallığımızı önümüze koyduk. Yasin’in daha önce de söylediği gibi sıradan insanlarız, evet. Suphi Nejat Ağırnaslı’ya, Paramaz’a atıfla; “Şeyleşmiş dünyayı büyülemeye gelmedik.” Bu ihraçlar da gerçekten bir lütuf aslında; bazıları için salt mağduriyet ifadesi olsa da. Şu an bir pratik eyleyerek müşterek alanı kendimiz üretiyoruz aslında. Biz yeni bir direniş pratiği bulduğumuzda en dar ihtimalle direniş repertuarını genişletmiş oluyoruz.
“Senin hayalini kurduğun komünist toplumda üniversiteler nasıl olacak?” diye sorulduğunda, “Üniversiteler olmayacak.” yanıtını veriyorum. Tuhaf karşılanıyor önce. Oysa ben tüm toplumun üniversite olduğu bir gelecek hayal ediyorum. Cenk: Zincirlerimizden bizi boşalttılar ve gerçekten de bizi özgür kılmış oldular. Bizim idealini kurduğumuz toplumda zaten bizim yerimiz yok. Geleceğin toplumunda, biz akademisyenler ne iş yapıyor olacağız? Aslında biz akademisyenler olmayacağız. Akademisyenlik mesleğinin böyle bir paradoksal yapısı var; yani uzun erimde, kendi varlığına son vermeye çalışan bir meslektir. Akademisyenin işi bilimsel bilginin peşine, hakikatin peşine düşmektir ya, aynı zamanda bu bilginin üretimini toplumsallaştırmaktır da. Birilerinin bilgi üretip topluma sunduğu kurguyu yıkıp, tüm toplumun ortaklaşa bilim/bilgi ürettiği bir toplumsal düzeye erişme çabası olmalıdır akademisyenin. Bunun gerçekleşebildiği bir toplumda da akademisyen diye bir insana da zaten ihtiyaç olmayacak. Bana “Senin hayalini kurduğun komünist toplumda üniversiteler nasıl olacak?” diye sorulduğunda, “Üniversiteler olmayacak.” yanıtını veriyorum. Tuhaf karşılanıyor önce. Oysa ben tüm toplumun üniversite olduğu bir gelecek hayal ediyorum. İşte bu yüzden bizim
akademide bir koltuk ve hakikât şu anda Sokak Akademisi gibi tecrübelerimiz aslında bir devrim provası. Ne kadar kısıtları olsa da geleceğe dair nüveler oluşuyor bu şekilde. Yasin: BAK bildirisinin imzalanmasının ardından özellikle taşra üniversitelerinde ÖYP’li araştırma görevlilerine eziyetin dozunu inanılmaz artırdılar. Araştırma görevlileri, hukuksuz bir şekilde, ancak yardımcı doçent olduktan sonra sadece ders vermeye gitmeleri gereken üniversitelere vaktinden evvel gönderilmek suretiyle sürüldüler. Asistan olarak, amirlerine boynundan bağlı olarak sürüldüler! Ben de onlardan biriyim. Sekiz buçuk yıl Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde çalıştım, ardından dört ay da Niğde Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde. Niğde Üniversitesi’nde geçirdiğim dört ayda bana dört tane soruşturma açıldı. Bana gelen sarı zarfları biriktirip iş gününe böldüm; her üç iş günüme karşılık bir sarı zarf almışım. Bayağı sarı zarf koleksiyonum var. [Gülüyoruz, bazılarımızın eli sigaralarına uzanıyor.] Bu taşrada üniversite meselesi önemli. Bakın, merkezi üniversitelerde yapılan edilenler duyuluyor. İstanbul’da, Ankara’da olanlar duyuluyor. Biz bir soruşturma yiyoruz, hemen gazetelerde adımız çıkabiliyor. Taşra üniversitelerinde insanlar kelle koltukta gidip geliyor okula, sürekli tehdit ediliyor. Taşrada inanılmaz zor koşullarda bilimsel üretim çabası gösteriyor insanlar. Araştırma izni yok, yurtdışı kongre izni yok, yıllık izinler bile amirlerin keyfine kalmış. Yahu, Niğde’ye ilk gittiğimde ilk ay maaşımı yatırmadılar. Devlet memurunun maaşını yatırmayan rektör var, düşünebiliyor musunuz? [Evet anlamında başımızı sallıyoruz gülerek. Sanırım biraz rektöre, biraz da garipsemeyişimize gülüyoruz.] ÖYP ve taşra meselesi ayrı bir dosya konusu halinde incelenmeli. Buralara dair direniş stratejileri geliştirmeliyiz, arkadaşlarımızı kollamalıyız ki gerçekten faşist tehditler altında yaşamlarını sürdürüyorlar. Sokak Akademisi meşhur kara tahtasını Ankara’nın birbirinden farklı köşelerine taşıyarak on üç dersi arkada bıraktı. Nedir, ne yapar Sokak Akademisi, nasıl başladı? Nejla: Üniversiteden atıldık ve birden “Sokak Akademisi” gibi bir kavramla tanıştık. Birkaç arkadaşımız bunu gündeme getirdi. Mesele neydi;
Sokak Akademisi aslında siyaset arayışının sokaklaşmış hali. Özel olarak yüzünü sokağa dönen, sokak siyasetini öneren bir form, bir biçim. duvarın içinden duvarın dışına, sokağa atılmış idik ve incinmiş onurlarımız var idi. Kendimizi birdenbire işlevsiz buluverdiğimiz için bizi yeniden işlevli kılacak, aynı zamanda da onurumuzu, haysiyetimizi koruyacak yürekli bir iş yapmaktı mesele. Bu bir tür meydan okumaydı aslında. İhraçlardan çok kısa bir süre sonra bu sokak akademisi fikri gelişti. Öylesine doğmuş bir kavram değil Sokak Akademisi. Belki Batı’da değil ama Arap Baharı dönemlerinde halkın siyasete müdahale etme süreçlerine şahit olmuştuk yakın tarihte. Türkiye bir benzeri süreci, oralardan gelen rüzgarla da Gezi süreci biçiminde yaşadı; hani cesaret bulaşıcıdır ya… [Yüzünde cesaret damgasına benzeyen hınzır bir gülümseme beliriveriyor] Mehmet: Genel olarak muhalefetin siyasetsizlikle malul olduğu bir dönemden geçmekteydik. Çok ciddi gelişmeler yaşandı, çok ciddi bedeller ödendi ve bunun karşısında çok güçlü siyasetler üretilemedi. Daraltarak söyleyelim; bir gecede yüze yakın hoca atıldığını gördük ve bu ilk değildi. Bundan önce 3/4 KHK daha çıkmıştı ama gerekli soruları/cevapları üretememiştik. Sokak Akademisi aslında siyaset arayışının sokaklaşmış hali. Özel olarak
64
yüzünü sokağa dönen, sokak siyasetini öneren bir form, bir biçim. Sokak Akademisi fikri çıkmazdan evvel düşündük, kendimize sorduk; akademisyen ne yapar, nasıl muhalefet eder? Literatüre bakmaya çalıştık. Bir dizi farklı biçimden söz etmek mümkün; örneğin, ders vermenin yanı sıra toplumsal hareketlere aktivist olarak katılan akademisyen tipi bu kategorilerden biri. Diğer bir tip; kendi akademik pozisyonunu tanımlarken, örneğin metodolojisini tanımlarken eylem araştırması olarak beliriyor; aktif katılımla devam ettiriyor akademik çalışmasını. Literatürde Sokak Akademisi türünde akademik bir pratik olmamasından öte, akademinin dışında kalmış olanların da bu türden bir pratik deneyimi yok, bu türden bir örnek yok. Sokak Akademisi hala sembolik bir girişim. Ama bu sembolik girişimin “kendine sembolik” biçimini aşan bir yanı da var. İlk dersimizi Kuğulu Park’ta yapmıştık Aralık ayında. Üniversitede, amfide, dersliklerde dersine girip çıktığımız öğrenciler gelmişti. Politik olmayan öğrenciler, örgütlü olmayan öğrenciler de gelmişti; sevgilisini alıp gelmişti tanıdığım, sevdiğim bir öğrencim. Ne yapacağımızı biz de bilmiyorduk. Çıktık, bir şeyler
akademide bir koltuk ve hakikât anlatmaya çalıştık. Yani “Kervan yolda düzülür.”, “Biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz.”, “Şimdilik bunları yaptık.” derken; öğrencimin sevgilisi “Hocam burası bize nasıl bir umut oldu, bilemezsiniz.” demişti. Bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Süreyya: Ben kendi düzlemimden sokağa açılma meselesinden söz edecek olursam; sokak tiyatrosunun ortaya çıkışına dikkat çekmek isterim. Sokak tiyatrosu neden önemlidir? Çünkü kapalı bir mekanda sahneleyeceğiniz oyun için bilet satarak, bir randevu sistemiyle seyirciyi beklediğinizde, bu sistemin kurduğu ilişkiler ağına teslim olduğunuzda, orada başka bir dinamik oluşuyor. Yani, seyirci ile oyuncu arasındaki ilişkiyi de belirleyen temel bir dinamik; mekan her şeyi belirler çünkü. Eğer birileri bir salona girerse, karşıda kürsü benzeri bir sahne varsa, kendi oturduğu düzlemden daha yüksekte bir sahne varsa daha içeriye girerken kendisine çeki düzen verir ve orada sessiz bir şekilde bir şey izlemek zorunda olduğunun farkına varır. Bu iletişim ortamı bile aslında anti-demokratik bir ilişki üretir kendi başına. Seyirci katılımını edilgenlikle kuran bir
Sokağın merkezden konumlandırıldığı bir süreçten, sokağın kendi nesnelliğini yaratabildiği, kendi iradesini ortaya koyabildiği bir zemine doğru taşması için çaba göstermemiz lazım.
ilişki biçimi. Aslında bütün mesele, yani sadece tiyatroda değil siyasette de öyle, hani muhalif dediğimiz güçler, ilişkileri daha yatay biçime nasıl getirebiliriz derdine düşüyorlar ya; sokağı bu edilgenlikten çıkarmak önemli. O seslenişin, o seslenme formunun tiyatroda bir problem haline gelmesinin ilk kırıldığı yer; örneğin avangartlarla, Brecht tiyatrosuyla, politik tiyatroyla filizlenen sokakta tiyatro yapma fikrinin altında Sokak Akademisi’ne benzer bir arzu gizli; “Seni ayağıma çağırmıyorum, ben senin yanına geliyorum.” Çünkü bana gelen tanımlanmış bir seyirci, okula gelen de tanımlanmış bir öğrenci. Ama verili olanın dışında bir şey yapma arzusunu da bizzat verili durumun kendisi kışkırtıyor. Nasıl ki o kapalı sahneyi dağıtmak için ilk akla gelen dışarı çıkmak oluyor; stadyumlarda, kilise bahçelerinde, alternatif mekanlarda o “İletişimi nasıl örgütleriz?” sorusu doğuyorsa, bilgiyi yayma, örgütleme ve başkalarıyla paylaşma arzusunda da, o adaletsizliğe çarpan insanların bunu akıl etmesi aslında tesadüf sayılmaz. Ben siyaset bilimci değilim. [Hepimiz önce Süreyya Hoca’ya, sonra birbirimize dönerek gülümsüyoruz; “Siyaset bilimci kim o zaman?” der gibi.] Ama kendi okumalarımdan gördüğüm kadarıyla “siyasal katılım” çokça tartışılan başlıklardan biri. Hani sokakta tiyatro yapmak isteyenlerin arzusuna benzer biçimde, sokakta bilgiyi yüksek sesle dillendirmeye çalışan insanların arzusunun altında bu “katılım” meselesini dert etmek saklı olmalı. Birdenbire sokakta karşınıza bir tiyatro çıktığında bu sizin uğradığınız
65
bir şey olur; randevuyla katıldığınız bir etkinlik değildir. Bu noktada gündelik hayatınız kesintiye uğrar. Sokak Akademisi’nin derdi gündelik hayata anlamlı kesintiler sokuşturmak. Metroda giderken, bir yerde içki içerken veya sokakta bir parkta otururken bir şeyle karşılaşmanız aslında gündelik hayatın rutinini kesen ve o kesinti içinde size başka şeyler hatırlatan bir yaşantı oluşur. Nejla: Eğer sokağın gerçek sakinlerinin benimsediği, sahiplendiği bir süreci örebilirsek Sokak Akademisi’nin gerçekten etkin bir işleve bürüneceğine inanıyorum. Sokağın merkezden konumlandırıldığı bir süreçten, sokağın kendi nesnelliğini yaratabildiği, kendi iradesini ortaya koyabildiği bir zemine doğru taşması için çaba göstermemiz lazım. OHAL dönemine rağmen, ki güçlükleri açıktır, bunu yapabiliyoruz, bu meydan okumayı sürdürebiliyoruz. Ranciere’in “Cahil hoca”ları olup insanları dinlediğimiz alanlar haline gelecek sokaklar, eğer sokak konuşmaya başlarsa. Yasin: Sokak Akademisi’nin başlangıç mottosu şuydu: “İlham çağın talebiyle gelir.” Biz bir şey üretmedik yani, çağ bize diretti. Hatta unutmadan, bir filmden esinlendik; “Kara Tahta”. Daha evvel çok şey denedik, çok şey önerdik, açıkça söyleyeyim bir türlü kolektivize olamadık. Sokak Akademisi yapılması gereken milyon tane şeyden sadece biriydi. Ama düşünün, öyle koşullardayız ki bu ses getirdi. Normal koşullarda Sokak Akademisi bu kadar siyasal tekabüliyeti olan bir pratik olmayacaktı; çok daha şenlikli, eğlenceli bir şey ola-
akademide bir koltuk ve hakikât caktı belki. Aslında ta Gezi döneminde yapılması gereken, adı anılan bir şeydi. Bu da bizim ayıbımız, geciktik. Sokakları geri almak için atılmış bir adım, bu doğru. Üstelik sadece sokakları değil, direneceğiz ve okullarımızı, kürsülerimizi de geri alacağız. Mesele, sokaktan okula geri dönmek de değil, işe döndürülsem belki de istifa edeceğim. Ama verdiğimiz mücadele aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi; işimizi geri istiyoruz sloganını buradan kavrıyorum. Sokakta akademik faaliyet üretmenin, hele ki OHAL koşullarında, birtakım zorlukları olsa gerek, nelerle karşılaşıyorsunuz? Süreyya: Sokaktaki tiyatro nasıl zaman açısından daha sınırlandırılmışsa, söz-ses imkanları bakımından birtakım araçlar kullanır veya meramını sözsüz biçimde bedenle anlatmaya çalışırsa, dışarda bilgiyi paylaşmak isteyen insanların da bir biçimde onu azaltması daha ekonomik bir dil kullanması kaçınılmaz bir durum. Ancak diğer yandan, aslında “dışarıda olmak” kendi başına bir kışkırtma, davet etme ve ortak kılma hallerinin imkanlarını doğuruyor. Sokak, akademinin kendi entelektüel birikimini incelteceği araçlarına karşıt bir şey değil; bir alternatiftir. Sürekli kendi mekanlarına kapanmış ve arabalarıyla güvenlikli sitelerinde yaşayan, sokakta bile yürümeyen hocalara karşı da bir direniştir. Sokak Akademisi OHAL koşullarında “Abi, sen bizi sokağa çıkarmıyor musun? Biz inadına çıkarız.” inadı bir yerde dursun, kendi içimizdeki eleştiri mekanizmalarını yürütme açısından da mühim bir pratik. Açık konuşacak olursak tanıdığım pek çok insanın kapıcılarından, evine gelen temizlikçiden yoksulluk analizi çıkararak siyaset bilimci olabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Yüksel Caddesi’nden geçmeye korkarak sitelerine giderler, orada görüntülü güvenlik bilmem neyinden geçerler… Sokak Akademisi bu tip tercihlere karşı da bir eleştiri pratiği geliştirmenin derdinde bir yandan. Yasin: Bizler kanaat önderliğinden, kamusal sorumluluklarımızdan söz ediyorsak bireysel paçayı yırtma formüllerinden vazgeçmeliyiz! Sekter bir dille mücadeleyi ayrıştırmaktan yana değilim; yurtdışına gidenler olabilir, emekli olmayı seçenler olabilir, herkes aynı şekilde mücadele edemez. Ama inanıyor ve biliyorum ki şu an ihtiyacımız kolektif biçimde direniş araçları
Sokak, akademinin kendi entelektüel birikimini incelteceği araçlarına karşıt bir şey değil; bir alternatiftir. üretmek ve dayanışma içinde kalmak. Biz akademisyenleri özel kılan bir şey yok. Süper kahramandıysak da süper güçlerimizi yitirdik çoktan. [Yüzünde hınzır bir gülümseme beliriyor] Öğrencilerimizle olan direniş bağlarımız gibi eğitim bağımızı da koparmama gayreti önemli. O nedenle Dayanışma Akademisi, Sokak Akademisi gibi pratikleri çok önemsiyorum. Yani işte, süper gücümüz bu olsun. Watchmen diye bir film vardı, orda Rorschach adında bir süper kahraman karakteri vardır. Geceleri süper kahramanlık yapar, gündüzleri de elinde pankart taşır, aktivistlik yapar kalabalığa karışıp. Aslında böyle bir şeyden bahsetmeye çalışıyorum. Süreyya: Biz şu anda sembolik bir şey yapıyoruz, simgesel bir direniş. Hem kendi içimizdeki “steril akademisyen”lere bir tepki olarak hem de dışarıyla buluşmanın gerekliliği konusunda yıllardır dillendirdiğimiz arzularımızın sonucu olarak. Allah razı olsun KHK’ların bize verdiği bir imkandır bu. Bir de üzerine OHAL’i getirip iyicene insanları kışkırttılar. Birisi bana dedi ki: “Ben onların yerinde olsam seni üniversitede tutardım hoca.” Daha idare edilebilir pozisyonda oluyorsun okulda; hani sorumluluğun var, bölümü bırakamazsın, öğrencilerine sorumluluğun var falan. Ama ihraç edildiğinde, hani dışarıdaki insanlara açlıktan başka bir şey bırakılmadığında, bu durumu manifestolaştıran simgesel bir şeydi Sokak Akademisi. Yoksa Nejla Hoca’nın dediği gibi henüz biz hedef kitleye ulaşmadık çünkü gelen kameraya kaydediliyor. İnsanların dört tanesi yan yana gelip bir parkta bir şey konuşamaz halde. Bunu unutmamamız gerekiyor. Bu sadece bir başlangıç. Bu başlangıç aslında bir taahhütte bulunuyor. Diyor ki: “Bakın bir şeyin alternatifi var.” Biz belki bunu pazarlarda, belki kahvelerde ve daha uzun süreli
Sokak Akademisi’nin başlangıç mottosu şuydu: “İlham çağın talebiyle gelir.” Biz bir şey üretmedik yani, çağ bize diretti.
66
etkinliklerle insanları bir soruya kışkırtacak şekilde, bir bilinç akışını birlikte örgütleyecek şekilde yapacağımız günlere işaret ediyoruz. Şu anda ona bizim gücümüz yetmiyor çünkü bizi aşan bir sürü sınırlamayla karşı karşıyayız. Büyük kalabalıkların derslere gelmemesi aslında gerçekten çok büyük bir tehditle kuşatılmalarıyla ilgili. Yoksa niye gelmesinler? Nejla Hoca, Anıtpark’ta eğitim sorunlarından bahsediyor. Herkesi ilgilendiriyor, herkesin çocuğu var, herkes eğitim meselesine muhatap. Sokak Akademisi parklarda siyasi ajitasyon da yapmıyor ki; herkes kendi alanında bildiğini paylaşmaya çalışıyor. Bundan daha “makul” bir şey olabilir mi? Buna neden gelmesin ki insanlar, elbette gelirler. Ama her gelenin boy fotoğrafını çeken sivil polislerin varlığı onları engelliyor, biliyorum. Kenarda duruyor insanlar, yanımıza gelemiyorlar. Ama hani bir süre sonra, elbette sonsuza kadar sürmeyecek bu saçmalık.
akademide bir koltuk ve hakikât Cenk: Sokak Akademisi, Dayanışma Akademisi gibi işlerin, henüz çok sınırlı sayıda insana ulaşabiliyorsak da önemsenmesi gerekir. Hatta az önce de bilerek abartarak söylediğim gibi aslında bütün bunlar bir devrim provasıdır. Neden devrim provası diyorum açıklayayım; birincisi, geleceğin toplumu için deneyim biriktiriyoruz. Diğer yandan; şu an yaşadıklarımızı kayıt altına alıyoruz, bunun şöyle bir önemi var. Ben tezimi “Türkiye’de akademik özgürlük ve üniversite özerkliği (1845-1961)” başlığıyla yazmıştım ve Osmanlı’dan günümüze (1961’e) yaşadığımız türden tasfiyeleri de ele almıştım. Tez jürimde Nejla Hoca da vardı ve bana, tasfiye süreçlerinden bahsetmişsin ama bunlara karşı tepkilerden, belki direnişlerden söz etmemişsin, demişti. Haklı bir eleş-
Akademide genel olarak öğrencinin edilgen bir unsur olarak, akademik süreçlerin tali öznesi olarak görülmesi eğilimi hep vardır.
tiriydi. Ama açıkçası bu hususta çok da bir veriye rastlamamıştım. Bunun iki nedeni olabilir; ilki, geniş bir tartışma başlığı olsa da kısaca, Osmanlı-Türkiye modernleşmesinde bizim bir direniş üzerinden iktidarın karşıtında yeni bir yaşam alanı oluşturma tecrübelerimiz eksik, nesnel olarak da eksik. İkincisi, var olmuş deneyimlerin de kaydı yok; malum bize okutulan tarih muzafferlerin tarihi ve ezilenlerin tarihini izleme olanakları çok kısıtlı. Akademideki talanın bir diğer tarafı da öğrenciler. Hocaları ihraç edildi, eğitim yaşamları sekteye uğradı, okullardaki baskı düzeyi arttı. Kamuran: Akademik talandan da öte akademinin genel mağdurları öğrenciler. Akademide genel olarak öğrencinin edilgen bir unsur olarak, akademik süreçlerin tali öznesi olarak görülmesi eğilimi hep vardır. Üstelik ana akım akademisyenlerin öğrenciyi ikincilleştirmesinin ötesinde, demokrat diyebileceğimiz öğretim elemanlarının da öğrenciyi akademinin değilse bile siyasetin tali bir parçası görme eğilimi de azımsanmayacak ölçüde.
67
Tabii burada koruma refleksleri gibi bir takım “iyi niyet” beyanları devreye girse de sonuç itibariyle öğrencinin dışsallaştırılması söz konusu her halükârda. Oysa, öğrencilerle birlikte hareket etmeyi beceremezseniz eğitimin esas öznelerini görmezden gelerek, eğitimciler olarak kendinizi merkeze yerleştiren bir kurgu üretirsiniz. Şu anda Türkiye’de ve Kürdistan’da iki bini aşkın tutuklu öğrenci var ama TÖDAP (Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma Platformu) dışında bu konuya eğilen var mı bilmiyorum. Akademisyenin varlık sebebi öğrencilerdir, bunu kendimize sık sık hatırlatmalıyız. Diğer yandan, ihraç furyasından beri akademisyenler gündemde yer kaplıyor belki ama pek de gündeme getirilmeyen öğrencilerin siyasallaşma karşısında bedel ödeme pratikleri neredeyse kesintisiz biçimde sürmekteydi bu ülkede. Bakın, Kürdistan’da bir sürü üniversite açıldı. Eskiden oradaki öğrenciler Batı’daki üniversiteleri kazanmaya çabalardı. Artık Kürdistan gençliği Ankara, İstanbul, Boğaziçi, ODTÜ diye diretmiyor. Bitlisli bir öğrenci Van’a gidiyor. Muşlu öğrenci Diyarbakır’ı yazıyor. Kendi coğrafyalarının siyasal dokusuna katkı için, öğrenci hareketinin o coğrafyadaki varlığı için öğrencileri bilinçli tercihlerinin ifadesi bu. Ancak, üniversitelerde siyasallaştıkları oranda, Batı’da da olduğu gibi, çabucak terörizme ediliyorlar. Siyasetin bölgesel hararet farkı elbette kendini hissettiriyor. Kürdistan’da bir öğrenci için marjinalize edilmek daha kolay, hapishaneye giden yol çok daha kısa! Hele ki bulundukları üniversitelerde benzer siyasi fikirleri sahiplenen, destekleyici hocaların yokluğunda baskının, mobbingin şiddeti de yükseliyor. Öğrencilerin başına gelenler Batı’da görünmezken, Kürdistan’da yok hükmünde cereyan ediyor. Şimdi ihraç edilen akademisyenler düzleminde görünürleşen politikanın en büyük katılımcısı da, destekçisi de yine öğrenciler ve yine daha ağır bedelleri ödeyecek olanlar onlar. Ne ediyor, ne eyliyorsak öğrencilerle beraber gerçekleştirmeliyiz. Aksi takdirde kimin başına ne gelirse gelsin olan yine öğrenciye oluyor. Yasin: Her yandan kuşatıldığımız ağır bir süreçten geçiyoruz. Siyasal ilgilere göre, akademik kürsülere göre, Mülkiyelilik, ODTÜ’lülük gibi geleneklere göre ayrı kompartmanlara yer-
akademide bir koltuk ve hakikât
Bir kara tahtamız var; sembolik varlığımız, bir de zilimiz var. Bir bütçemiz yok, oluşturmuyoruz; doğru dürüst masrafımız da yok. leşme halinden acilen kurtulmalıyız. İhraç edilmiş/edilmemiş, öğrenci/hoca, taşra/merkez gibi ayrımları, akademik geleneklerin yarattığı, siyasal ihtilafların yarattığı ayrımları kaldırıp, kol kola girip yeni bir direniş kültürü yaratmalıyız. Entelektüalizmden de kurtulmalıyız. Lenin’in bir sözü var: “Teori gridir dostlar, eylem ağacı yepyeşil.” Onca zaman konuştuk, tartıştık ama Ankara’da akademiyi sokağa taşıyabilmemiz Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın sokağı yeniden zapt etme cüretlerinin ardından hasıl oldu ve bu kesinlikle tesadüf değil. Ve bizler açısından, Kamuran’a katılıyorum; ne yapıyorsak öğrencilerimizle birlikte yapmalıyız. Peki, dersler nasıl gerçekleştiriliyor, nasıl bir işleyişi var Sokak Akademisi’nin? Mehmet: İlk dersi yaptığımızda gerçekten de ne yapacağımızı pek bilmiyorduk. İlk dersin ardından Sokak Akademisi’nin işleyişi, hukuku kendi pratiği içerisinde belli oldu. Toplantılarımız bu işe değmek, dokunmak isteyen herkesin katılabileceği ölçüde açık gerçekleştiriliyor ki düzenli olarak katılanlara baktığımızda sol-siyasi yelpazenin çeşitli kanatlarından insanlar var. Toplantılarda dersin yapılacağı yeri belirliyoruz. Dersin zamanını sabitledik; iki haftada bir pazar günü 15:00’te gerçekleşiyor. Neredeyse her dersimize tam 15:00’te başladık; sol içindeki ertelemeci, gecikmeci alışkanlığı da kırdık yani. Yasin: Pazar gününü de başka siyasi pratiklerle çakışma riski en az olan gün olarak değerlendirdiğimiz için seçtik. Parklarda, meydanlarda derslerimiz oldu, bir dersimizi bir halı sahada yaptık, başka birini Berkin Elvan Bostanı’nda. Yer, konu seçimimiz çoğunlukla gündemle, tarihsellikle bağlantılı olarak seçiliyor. 8 Mart haftasında “Feminizm nedir?” dersi yaptık örneğin. Mehmet: Dersin içeriğini o haftaki hoca belirliyor, soru alıp almamaya veya olası bir saldırı, tehdit
Yer, konu seçimimiz çoğunlukla gündemle, tarihsellikle bağlantılı olarak seçiliyor. 8 Mart haftasında “Feminizm nedir?” dersi yaptık örneğin. durumunda dersi iptal etmeye de hoca karar veriyor. Bir kara tahtamız var; sembolik varlığımız, bir de zilimiz var. Bir bütçemiz yok, oluşturmuyoruz; doğru dürüst masrafımız da yok. Şu ana dek en pahalı harcamamız; işte bir kara tahta aldık. Otuz-kırk kişinin katıldığı dersimiz de oldu, iki yüz elli-üç yüz kişinin katıldığı dersimiz de. Yasin: Bilhassa yurtdışından bir hayli ilgi var derslere; hakkımızda Çince bile haber okuduk yani, öyle düşünün. Unutmadan; kışın soğuk günlerinde “Çer-Çöp Çorbacılar”
68
içimizi ısıttı. Mükemmel insanlar; pazarlarda atık bırakılmış sebzeleri toplayıp çorba yapıyorlar, hemen her hafta derslere ücretsiz çorba taşıdılar. Son olarak şunu söyleyelim; biz Sokak Akademisi’nin anonim bir iş olduğunu düşünüyoruz; benzer isimlerle, benzer biçimlerde yapılan işleri destekliyoruz. Biz bu anonim işin Ankara’daki eyleyicileriyiz sadece, sahibi değiliz. Sadece teamül olarak Sokak Akademisi adının ya da formunun piyasalaştırılmasına karşıyız.
türkiye’nin ruhu
“hayır”ı kadınlar kazandı! Referandumun resmi sonuçlarına “Meşru değilsiniz, sizi tanımıyoruz” demeye devam ederken, Nar Kadın Dayanışması’ndan Dilara Yücetepe, Hayır Diyen Kadınlar’dan Feray Mertoğlu ve Hak ve Adalet Platformu’ndan Süheyla Ayhan’la; “Hayır” kampanyalarını, farklı “Hayır”ların güzelliğini, kadınların “Hayır”ının referandum sonrasında da sürdüğünü ve hep birlikte kazandığımız cesaretimizi konuştuk. Söyleşi: Deniz TUNÇEL Hikmet SARIOĞLU Referandumdan önce Türkiye’nin her yerinde belki de siyasal yaşamımızda görmediğimiz zenginlikte bir “Hayır” kampanyası yürütüldü; birbirini kesmeden, rekabete girmeden. Bu da siyasal anlamda bir olgunluğun göstergesiydi. Biz bu kampanyayı Gezi ruhunun devamı olarak görüyoruz açıkçası. Kadınların bu karma yan yana gelişlerden ayrı olarak kendi kampanyalarını örme nedeni sizce nedir? Üstelik kadın platformlarının yürüttüğü kampanyaların hem sokaktaki duruş hem de içerik olarak çok zengin, çok direngen, çok cesaretli olduğunu deneyimledik hep birlikte. Kadınlar kendi kampanyalarını neden ayrı ördüler? Süheyla Ayhan: Bunun temel nedeni olarak tarihsel yönüne bakmak gerekiyor. Tecavüz kültürünün, devletin, erk ve gücün en fazla yöneldiği nokta kadın olduğu için doğal olarak referandum sürecinde kadınların karşı çıkışı da farklı oldu. Çünkü biz kadın olarak yaşamı oluşturan, yaşama renk veren, yaşamda esas gücü oluşturanlarız. Bunun farkında olan kadınların sözü, doğal olarak karma bir yapıdan çok kendi özgünlüğünde daha farklı olacaktır.
Özgün bir çalışmada, örneğin benim içinde yer aldığım Demokratik İslam Kongresi Kadın Meclisi’ni oluştururken erkeklere karşı bunun savaşımını çok sert bir şekilde vermek zorunda kaldık. Kongre sürecinde meclisleşebilmek için kongreyi terk etme noktasına bile vardık. Çünkü kadının güçolması, kadının siyasette, dinde, toplumun her alanında kendi sözünü söylemesine erkek egemen toplum set oluşturur. AKP iktidarının en fazla yöneldiği, dinle veya devletin gücüyle olsun, şiddeti reva gördüğü kesim yine kadınlardır. Buna karşı en güçlü sesi çıkarması gereken yine kadınlar olduğu için, doğal olarak kadınların özgün örgütlenmeleri özgün “Hayır” kampanyaları oluşturmaları, daha fazla ses getirdi. Feray Mertoğlu: Kadınların ortak ezilmişliklerinden kaynaklı karma örgütlenmelerdeki o cinsiyetçi yapıdan ayrı örgütlenmeleri, birbiriyle dayanışmaları gerekli olduğu için… Bu toplumun genelini düşündüğümüzde erkeklerle siyaset yaptığında kadınların sözü kayboluyor. Dolayısıyla kadınların birlikte daha güçlü ses çıkartması, o karma yapının, genelin içerisinde sözünün kaybolmaması ve kendi hemcinslerinin de bu durumun farkına varmasını sağlayabilmesi için ayrı bir örgütlenme içerisinde olması gereklidir ve elzemdir. Dolayısıyla kadınların tek başına
69
yapmış olduğu kampanyaların, özellikle referandum kampanyasında büyük bir karşılığını gördük. Mesela yerel yönetim seçimlerinde, genel seçimlerde AKP’ye daha çok oy veriyordu kadınlar ama referandum kampanyasında daha çok kadınlar “Hayır” demiş. Bunun da etkisini görmüş olduk. Bu toplumda hep beraber yaşıyoruz, birbirimize ortak yaşantılarımızı anlattığımızdan ikna olabiliyoruz. Dolayısıyla ayrı örgütlenmemiz, ayrı kampanya içerisinde faaliyet yürütmemiz bence karşılığını buldu. Dilâra Yücetepe: AKP iktidarı zaten kendi siyasetinde kadınları sürekli bir araç olarak görüyor; kendi milletvekilleri olsun, desteklediği anne rolü olsun, sürekli araç olarak kullandığı bir kadın figürü var. Karşısında bunu reddeden büyük bir kadın kitlesi var. O da bunun farkındaydı aslında ve yıllardır kadınları içten içe ayrıştırmaya çalışan politikalar izledi. Ama görüldü ki başarılı olamadı. Taksim’e özellikle 8 Mart’ta, onca baskıya, OHAL’e rağmen korkusuzca birlikte omuz omuza çıkabildik. Zaten söylenildiği gibi, kadınların ortak bir ezilmişliği, mağdur görülme durumu var ortada. Kadını sürekli mağdur olarak gösteren, ona anne rolünü layık gören, -zaten kendi bakanlarının da söylemi çok netti; tecavüze uğrayan kadın çocuğunu doğursun-
“hayır”ı kadınlar kazandı! ya da kadının kahkahasından rahatsız olan böyle bir zihniyete karşı birlikte “Hayır” kampanyası örgütlemek çok önemliydi kadınlar olarak. Çünkü ortak bir ezilmişlik, ortak Türkiye’nin siyasal yaşamında ortak bir baskı altında yaşıyoruz aslında, erkek egemen zihniyet ve güçlenen AKP iktidarı tarafından. Ben de bu yüzden kadınların ayrı bir “Hayır”ı örgütlemesinin çok önemli olduğunu düşünüyordum. Ve keza en güçlü “Hayır» da kadınlar örgütledi. Türkiye’de kadın mücadelesinin bir tarihi var. Kadınlar beden, emek ve kimlik politikaları üzerinden kendilerini ilgilendiren her konuda sözünü ve eylemini üretiyor. Aynı zamanda kendi geleceğine dair de söz kurmak istediği için karma politik taleplerle ilgili her zaman kadınların ayrı bir siyasal faaliyeti oluyor; belediye seçimleri, cumhurbaşkanlığı vd. Yani mücadelesini ve taleplerini sadece kadın olmaktan kaynaklı sorunlarla sınırlı tutmuyor. Yaşamın tüm alanlarına dair kendi siyasal sözünü söylüyor. Süheyla: Kadın olmak; kendimize yönelik başlı başına saldırıların, hak gasplarının ve her türlü şiddetin muhatabı olmak anlamına geliyor. Buna karşı örgütlenmek de sanırım en fazla kadının hakkı. Çünkü bütün hak gasplarının, adaletsizliğin, eşitsizliğin yaşandığı ortamlarda en fazla mağdur olan daha doğrusu şiddete maruz kalan kesim kadın cinsi. Toplumsal cinsiyet açısından sürekli bize dayatılan bir eşitsizlik var. Bu eşitsizliklere karşı çıkmak sadece belirli çevrelerin işi değildir. Ve birilerinden bizim haklarımızın verilmesini beklemek çok büyük bir yanlış olacaktır. Hem Müslüman olarak hem sosyalist olarak bulunduğumuz ortamda gerçekten birbirimize doğru bir dayanışma ile yaklaştığımızda inancımızın, mezhebimizin, niyetimizin, ötekileştirilme sebebimizin ne olduğu önemli değildir. Çünkü bir ortaklaşmaya varmamız gerekiyor kadınlar olarak. Bu ortaklaşmaya vardığımızda karşımızdaki gücün de daha fazla saldırganlaştığını görebiliyoruz. Bu süreçte OHAL nedeniyle, bir kadın hareketi -hangi hareket olursa olsun- herhangi bir gösteri, basın açıklaması veya bir yürüyüş yapmak istediğinde hunharca bir şekilde saldırıya uğruyor. Yaşam içerisinde zaten erkek-eril zihniyet tarafından saldırıya
Ortadoğu’da ve bütün dünyada kadına yönelik bu şiddetin meşru olmadığını ve kadının sözünün-iradesinin, yaşamın her alanında söz sahibi olabilmesinin aslında İslamla çelişmediğini ortaya koymaya çalışıyoruz. uğruyoruz. Bunun yanında en fazla bizi ilgilendiren nokta, biraz da kaybettirilen nokta, İslami kesimin İslamın özünden uzak bir şekilde İslamla şiddeti, İslamla tecavüzü, İslamla kadının bütün haklarının elinden alınmasını aynılaştırmasına karşı bir tavrımızın olması gerekiyor. İslamın özünden şu anda korkuluyor, iktidar bu korkusundan kaynaklı aslında daha fazla İslami argüman kullanıyor. Ve bu argümanlarla kadın daha fazla düşürülüyor. Bu bin beş yüz yıllık veya neolitik dönemden alırsak beş bin yıllık erkek egemen sistemin kadın mücadelesine karşı koyduğu bir tavırdır. Şu anda kendi çalışmalarımızda, İslamın özünün kirletilmiş olduğu bir noktada, biz o özün ortaya çıkarılma mücadelesini veriyoruz. Bu öz ortaya çıkarıldığında, bütün egemenlerin, iktidarların, eril zihniyetin elinden İslamın, Kuran’ın kurtarılışı demek aslında. Ortadoğu’da ve bütün dünyada kadına yönelik bu şiddetin meşru olmadığını ve kadının sözününiradesinin, yaşamın her alanında söz sahibi olabilmesinin aslında İslamla
70
çelişmediğini ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu da gerçekten onlar için bir korku. Şu anda bizim birçok arkadaşımız Kürdistan’da, Türkiye’de birçok ilde tutuklu. Bu yüzden büyük bir saldırı gerçekleştiriliyor. OHAL sürecinde bizim de sesimiz bir şekilde kısılmaya çalışılıyor. Ancak sanırım ki kadınların ortaklaşacağı platformlarla kadınlara yönelik her türlü baskı ve şiddetin karşısında, eril zihniyete karşı vereceğimiz mücadele de başarıya ulaşacaktır ben buna inanıyorum. Feray: Cadılardan günümüze kadar, kadınlar bütün toplumsal devinimlerde, toplumsal değişikliklerde mücadele içerisinde var olmuşlardır ama çok az kadının ismini duyuyoruz. Türkiye’de de, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kadın mücadelesi veren bir sürü kadın vardı, feminist kadınlar da vardı. Ama çok görünür değiller, bunun görünür olması için bugün kadınlar mücadelenin içerisinde varsa, ayrı örgütlenip birlikte güçlenerek karar sahibi olması gerekiyor. Ülkenin gidişatı, ülkenin geleceği hakkında söz sahibi olması ge-
“hayır”ı kadınlar kazandı!
“Hayır kurabiyeleri” yaptık, şarkılar eşliğinde muhabbet ettik. Bizim en özgün sloganımız da “Bir yerine bin hayır”dı. Bir kişinin “Hayır”ını değil, bin kişinin “Hayır”ını örgütleyebileceğimizi söylemiştik şarkıda.
rekir. Yazan, çizen ve öncü pozisyonda olması gerekir. Partilerde de kadının yeri stantlarda olmak ya da partinin en geri işlerini yapmak, bildiri dağıtmak, yoldaşların hizmetini yapmak değil. Biz bugün kadınlar olarak politikada hem kadın olarak sözümüzü söylemek, özgün mücadelemizi vermek hem de ülkenin genel politikası içerisinde söz ve yetki sahibi olmak istiyoruz. Bunun için siyasette var olmamız lazım. Hemcinslerimizi evlerden çıkarıp siyasete dahil etmeliyiz. Herkesin kendine yeteceği ve ayaklarının üzerinde duracağı bir karma siyaset içerisinde yetkili pozisyonlarda olabilmeli kadınlar. Çünkü gerçekten kadınlar dokunduğu her şeyin en güzelini yapmaya çalışıyor, en iyisini yapmaya çalışıyor. Kendisi için düşündüğünü, başkası için de yapmak istediğinden politikaya bir seviye, bir güzellik, eşitlik geliyor. Cinsiyetçilikten arındıkça dil güzelleşiyor, yaşam, birliktelik güzelleşiyor. Geçmişe baktığımızda yoldaşlarımızın çoraplarını yıkardık ama şimdi öyle olmuyor. Bunu kabul etmiyoruz çünkü. Bunu reddediyoruz ve siyasette biz de varsak bizim sözümüz de olacak diyoruz. Dilâra: Tarihine baktığınız zaman solda bir sürü fraksiyon var. Hiçbiri, bir noktada örgütsel düşünüş farklılıklarından kaynaklı ortaklaşamıyor. Birbirini tolere edemiyor. Böyle fraksiyon fazlalı-
ğı varken, kadınlar bunu görmezden gelip tamamen güzel bir yaşam, tamamen birlikte eşit, adaletli bir yaşam için, “Hayır” demek için çeşitli platformlarda ortaklaşabildiler. Solun kendi tarihinde de politika hep erkek işi olarak görülmüş. Denildiği gibi, dün yoldaşının çorabını yıkayan kadınlarken, bugün kadınların bu şekilde muhatap alınması kadınların başarısı tabii ki, olması gereken buydu zaten. Politikada, siyasette söylenen “Kadınlara bunu verdik, şunu verdik” lafı bir lütuf değil, kadınlar bunu mücadele ederek aldı. Kimsenin elini ayağını öpmedik, biz aldık. Bundan sonraki süreçte de daha fazlasını isteyeceğiz çünkü bu bizim hakkımız. Ve dediğim gibi bu kadar sol fraksiyona rağmen kadınların ortaklaşabiliyor olması bence çok büyük bir örnek muhalif hareket için. Ayrıca kadınların ayrı örgütlenmesine karşı çıkanlara vereceği tek cevap; feminizm mücadeleyi bölmez, patriyarka mücadeleyi böler olurdu. Aslında bunu onların anlaması gerekli. Kadınların yürüttüğü kampanyaların son derece yaratıcı olduğunu gördük, hem sokakta hem sosyal medyada. Kendi platformlarınız nasıl oluştu? Kampanya materyalleriniz, sloganlarınız nelerdi? Sokaktaki faaliyeti nasıl kurdunuz, sokağa her gün mü çıktınız ya da farklı zamanlamayla değişik materyallerle ve sloganlarla mı çıktınız? Sosyal medyada sürekli bir faaliyet yürütebildiniz mi? Ve kampanyanızın en özgün yanı neydi? Afiş mi, slogan mı, şarkı mı, sokakta kurduğunuz stant biçimi mi? Dilâra: Nar Kadın Dayanışması sadece referandum süreci için değil, iki sene önce Redaksiyon Dergisi’ndeki toplumsal cinsiyet atölyesinden doğmuş bir dayanışma ağı. İlk başta Ankara’da kuruldu, daha sonra İstanbul, Edirne, Eskişehir’e yayıldı. Referandum kam-
71
panyasına gelecek olursak, herkesin bildiği gibi sokağa çıktığımızda bıçaklandığımız, tacize uğradığımız bir ortamda yaşıyoruz. Üstüne üstlük OHAL’deyiz. Ne yapabiliriz diye düşündük, Ankara’daki arkadaşlar bir şarkı yaptılar, “Ha Ha Ha Hayır” diye. Şarkıya bu kadar büyük bir tepki beklemiyorduk açıkçası, çok güzel geri dönüşler aldık. Sonra bunu kampanyaya eklemeyi düşündük, biz İstanbul olarak bir araya geldik. Ajda Pekkan’ın “Sana Neler Edeceğim” şarkısını düzenledik, birkaçımız enstrüman çalıyordu, birkaçımızın sesi güzeldi, bir arkadaşımızın stüdyosu vardı falan. Yani böyle dayanışma içinde büyüyen bir yapım süreciydi. O şarkıyı yaptığımız gün mesajlar geldi, umut oldunuz teşekkür ederiz diye. Çok güzel geri dönüşler aldık. Sanırım bizim en özgün yanımız buydu. Hiç ummadığımız yerlerde, zamanlarda duyuyorduk şarkılarımızı. Sonra Edirne ve Eskişehir yaptı. Referandum sürecinde, başka neler yapabiliriz diye düşündük. Kapı kapı dolaşalım dedik. “Hayır kurabiyeleri” yaptık, şarkılar eşliğinde muhabbet ettik. Bizim en özgün sloganımız da “Bir yerine bin hayır”dı. Bir kişinin “Hayır”ını değil, bin kişinin “Hayır”ını örgütleyebileceğimizi söylemiştik şarkıda da. Bizim kampanya sürecimiz böyleydi. Edirne’deki kadınlar kendi şiveleriyle şarkı yaptı. Herkes kendi tarzıyla, yerelinden beslenen bir yerden katkı sağladı değil mi? Dilâra: Aynen, İzmir’de mesela. Biz daha nostaljik olsun diye insanların bam teline dokunabilecek, duyunca aşinayız diyebileceği bir şarkı seçtik. Ankara’da Barış Manço şarkısını yapmıştı. Aslında bu ortaklaşma da kendi doğallığında gelişti değil mi? Dilâra: Evet aynen öyle oldu. Aslında hiç farkında olmadan oldu, böyle konuşulmuş bir şey değildi. Biz de yapalım, ne yapalım, böyle yapalım oldu. İller bazında hiç bir araya gelemiyorduk. Sadece Ankara’dan çıkan tepki güzeldi, ne yapalım kampanyayı diye. Aslında ikinci, üçüncü şarkıların bu kadar güzel karşılanabileceğini ummuyorduk, insanlar bıkar diye düşünüyorduk. Bir şarkınıza da erkekler şarkıyla cevap verdiler, âşık atışması gibi. Dilâra: İzmir’de sanırım bir kahvede çekilmişti. O kahvehanedeki amca-
“hayır”ı kadınlar kazandı! lara böyle bir ilham vermiş olmak bile bizim için çok iyiydi yani, yaptık ve onlar da kayıtsız kalmayıp böyle atışmak istediler. Sonra biz de onlara cevap verdik küçük bir şekilde, uzatmayalım diye. Hiç beklemediğimiz şekilde yayıldı, olumlu tepkiler aldık. Bir şarkı nasıl ve neden bu kadar etkili oldu? Dilâra: Çünkü bence umut dolu olduğundan. O kadar kötü bir dönemde yaşıyoruz ki, Taksim’de yürürken bomba patlayabilir, ipin ucunda yaşıyoruz resmen. Şarkı günceldi, umut doluydu, biraz tehditvariydi. A TV’de şarkı hedef gösterildi ama böyle bir korkuyla çıkmadık. Kadınlara dokunması ve meydan okuyor olması etkiliydi. Hiçbir zaman kadınlar evlerine kapanmadı ve tarihin her döneminde bir şekilde ayaktaydı, bir şekilde haklarını aradılar, ne olursa olsun. O yüzden dikkat çekti bence. Çağrıcıydı, gelin birlikte yapalım diyerek. Feray: Hayır Diyen Kadınlar aslında çok önceden çalışmalarına başladı. Daha doğrusu, HDP ve HDK’nin başlatmış olduğu “OHAL’e hayır” kampanyasını yapacaktık ama referandum kararı alındı. Dolayısıyla OHAL kampanyasının başlaması ve bitişi bir oldu. Biz tek başımıza bunu yürütmeyelim dedik ve İstanbul’daki bütün kadınlarla birlikte yapmanın yollarını aradık. Kahvaltılı toplantı yaptık, çağırdığımız kurumların bir kısmı geldi, bir kısmı gelmedi. Yeterli olmadığı için bir hafta sonrasına yeni bir toplantı çağrısı yaptık, 24 kurumdan kadınlar ve bireyler geldi. Her toplantıda bir genişleme çalışması yaptık. Sonra geçici koordinasyon seçtik. Hiçbir şekilde kurumları rahatsız etmedik, geldi gelmedi diye. Hassas davranmaya çalıştık, hakikaten çok önemli ve hassas bir süreçti. Kadınları ikna etmek istedik ve inançlı, ulusalcı, feminist, sosyalist kadınları itmeyen ve bir arada tutabilecek ortaklıklar bulmaya çalıştık. Birçok slogan söylendi ve Hayır Diyen Kadınlar olarak kaldık. Daha sonra OHAL’de ne yaparız diyerek, sosyal medya eylemleri yaptık, stenciller yaptık dikkat çekmek için. Önce Hayır Diyen Kadınlar adına mı dikkat çektiniz? Feray: Hayır, önce dedik ki bir şeyler oluyor ülkede ve kadınlar etkileniyor. İlk yaptığımız şey, OHAL’de ne yapacağız diye soru sorduk ve cevaplar aldık. De-
Kadınları ikna etmek istedik ve inançlı, ulusalcı, feminist, sosyalist kadınları itmeyen ve bir arada tutabilecek ortaklıklar bulmaya çalıştık. ğişik çevrelerden tepkiler aldık, farklı kadınlar gelmeye başladı farklı çevrelerden. Ayın 28’inde deklarasyon yayınladık, “Haydika”mız meşhur oldu. Deklarasyondan sonra aynı gün “Kadınlar Birlikte Güçlü”nün çağrısına katıldık, onlar bir koordinasyon oluşturdu. 8 Mart kutlamalarında, her yıl olduğu gibi o yılın öznel durumu neyse ona özgü çalışmalar yarattık. Şunu da gördük, gelmesini beklediğimiz birçok kesimden kadınların gelmediği bir kampanya oldu bizimkisi. “Kadınlar Birlikte Güçlü” kampanyasında da yer aldık, eylemlerine gittik. Sokağı en fazla kullanan platformlardan biriydiniz. Kampanya sürecinde önümüze büyük işler koymadık, stantlar kurduk, bildiriler dağıttık. Örneğin Kadıköy’de yürüyüş yaptık. Bayağı bir kalabalık oldu. Stencil yaptık, bildiri, rozet çıkarttık. Meclisteki milletvekillerine mektup yazdık. “Başkanlık şakaya gelmez” etkinliği yaptık, “Kadınlar Birlikte Güçlü”den sonra. Sloganlarımız; “Hayırımız Hayrımız Olsun”, “Kadınlar Zaten Hayır Diyor”, “Hayır Hayır Demektir” şeklindeydi. İlk başta şöyle şeyler de yaptık, reis dersek AKP’ye hayran bir kadını uzaklaştırır mıyız diye de çekindik. Bildirilerimizi beğenmeyenler oldu feminizm yok diye, ama etkisi geniş oldu. Mesela Antalya’daki kadınlar geçen gün HDK toplantısında, “Hayır Diyen Kadınlar olarak platformumuzu sürdürebilir miyiz” dediler. 1 Nisan’daki “Başkanlık Şakaya Gelmez” etkinliğinde standa sandık koyduk, ilgi gördü. Standa gelenler oy pusulası gibi kâğıtlara neden “Hayır “dediğini yazıp sandığa attı. Beş metre boyunda patiskaya kadınlar neden “Hayır” dediğini yazdı. Sürekli kalabalık bir görünümün dışında, sürekli bir devinim de vardı, iyi oldu. Referandumda da “Hayır”ı ka-
72
dınlar kazandı, kampanyanın en emekçisi kadınlardı ve “Hayır”ı gerçekten “kadınlar kazandırdı”. Süheyla: Hak ve Adalet Platformu OHAL sonrası kuruldu. KHK’larla işlerinden atılan akademisyenlerden, farklı sivil toplum kuruluşlarından bir kesimin, mart ayında kuruluşunu ilan ettiği bir platform. Herkesin kendi rengiyle yer alabileceği, bakış açısının farklılığına rağmen birlikte, var olan sisteme karşı bir ses olma ve yaşanan eşitsizliğe karşı çıkmanın adı olarak Hak ve Adalet Platformu adını koyduk. İçinde Demokratik İslam Kongresi Kadın Meclisi adıyla da yer aldık. Hak ve Adalet’in çalışmaları salon ve ev toplantıları olarak başladı. Sokakta da, İstanbul’da birçok yerde Üsküdar, Fatih, Bağcılar, Sultanbeyli, İkitelli de stant açtık. “Herkes İçin Adalet” bizim en fazla kullandığımız sloganlardan.
“hayır”ı kadınlar kazandı!
“Sizinle birlikteyiz, ‘Hayır’ diyoruz ama sizin gibi cesur olamıyoruz, hepimizin sesi oldunuz” diyen yüzde elliydi. Hem kadınlar hem de erkeklerden aldığımız güzel tepkiler bize ümit verdi. ğum ayet bile alaya alındı. Bu, nasıl bir savaş çığırtkanlığının oluşturulduğunu ve sadece kendisine ait olanın yaşamaya hakkı var algısının nasıl oluşturulduğunu gösteriyor.
Çünkü adalet bir gün herkes için lazım olacaktır. “Dünün Mazlumları Bugünün Zalimleri Olmayacağız” diye 28 Şubat’a değinen bir sloganımız vardı, çünkü 28 Şubat’ta mağdur olanların bugün iktidar ve gücü ele geçirdiğinde nasıl zalim olduğunu gördük. Kadınlarla ilgili sloganlarınız var mıydı? Süheyla: Kadınlara özgü bir sloganımız yoktu, ama kadınlar olarak aktif bir biçimde çalışmalarda yer aldık ve kadınlara yönelik yapılan toplantılarda OHAL’i, referandumun aslında neyi içerdiğini anlatmaya çalıştık. Ben kendim de sokak çalışmalarına katıldım, Fatih’te, Levent’te. Sanırım hayatım boyunca duymadığım, duymayacağım tacizlere hakaretlere maruz kaldık. Özellikle tesettürlü oluşumuzdan kaynaklı tacize uğradık, sadece kadın oluşumuzla değil. Ve şöyle bir durum söz konusu, iktidar her şeyi sahiplendi. “Siyaset, kadın, din, Allah zaten onundur” şeklinde bir yaklaşımı vardı. Buna karşı biz adaletin herkes için gerekli olduğunu dile getirdiğimizde, oyun-
cağı elinden alınan çocuk gibi saldırganlaştı. Kendisini var etmenin koşulu olarak İslamı kullanıyor, biz ise herkese adaletin lazım olduğunu dile getirince, özellikle Fatih’te şu söyleniyordu; “Burası Fatih, siz nasıl burada böyle bir çalışma yürütüyorsunuz?” Burada size ekmek çıkmaz anlayışı vardı. Bizim bir hak arayışımız var, yarın siz de cezaevine girersiniz, sesiniz kısılır. Kendilerinin oluşturduğu cemaat ile nasıl sırt üstü yere çalındıkları ortada zaten. Ben hayatımda görmediğim nefreti ve kini orada görünce acıdım. Erkekler mi kadınlar mı? Süheyla: Kadınlar daha fazla maalesef ama erkekler de bize fiziksel olarak saldırma meyline bile girebildiler. Erkeklerden beklerim ama kadınların iktidarın oyuncağı haline getirilmesine çok üzüldüm. Biz burada hakkı, adaleti dile getirdiğimizde, sanki Allah sadece onlarınmış gibi bize bir saldırı gerçekleşiyor. Hatta AKP’li kadınlar bizi uzaktan gördükleri an, bayrakları gözümüze soka soka dalga geçtiler. İlahiyatçı oluşumuz alaya alındı hatta okudu-
73
Kampanyanız boyunca karşılaştığınız olumlu tepkiler nelerdi? Süheyla: Birçok insan gelip bizi tebrik etti, böyle bir ortamda Fatih gibi bir yerde sizin dini argümanlarla kampanya yürütmeniz takdire şayan dediler. “Sizinle birlikteyiz, ‘Hayır’ diyoruz ama sizin gibi cesur olamıyoruz, hepimizin sesi oldunuz” diyen yüzde elliydi. Hem kadınlar hem de erkeklerden aldığımız güzel tepkiler bize ümit verdi. Fatih Cami’nin olduğu sokakta ve Fatih gibi bir yerde onlar açısından da bir cesaret oldu sanırım. Her şekilde “Hayır diyoruz” diyen birçok insan oldu. Feray: Dinin içerisinde egemen olanın yanında değil de dindar kimliğinizle daha ötekilerin yanında yer almanız; sosyalistlerin, diğer ezilenlerin yanında yer almanız aslında tuhaf karşılanıyor, ondan bu düşmanlık. Siz, dininize düşman olanlarla birlikte oluyorsunuz değil mi? Suçlamalar böyle yani? Süheyla: “Haçlılar da ‘Hayır’ diyor”, “Şeytan da ‘Hayır’ diyor” şeklinde söylemler oluyordu. Bir arkadaş şöyle cevap verdi; “Sen Şeytan’ın kankası mısın?” Bütün argümanları kendilerine yönelik. Sen NATO’nun en büyük gücüsün. Bütün Ortadoğu’da Amerika’nın ve emperyalizmin baş silahısın. İsrail’le en büyük anlaşmaları sağlayan sensin. Emperyalizmin, kapitalizmin en büyük sürdürücüsüsün. Fakat sana karşı çıkanlara “Haçlılar” diyorsun, bu çok büyük bir çelişki. Hem pastadan en büyük payı alacak, her türlü zulümde, adaletsizlikte baş aktör olacak, baş aktörlerin yanında yer alacak ama bizim, halkın ona cevabını “Hayır”ını görmeyecek.
“hayır”ı kadınlar kazandı! Kendilerini kandırıyorlar, Allah’ı da kandırdıklarını düşünüyorlar. Allah her türlü zulme karşı çıkın, her türlü zulme boyun eğmeyin diyor. Devlet tarafından baskılar, gözaltılar olsa da, sesimiz kısılsa da bunun sözcüsü olmak zorundayız.
8 Mart’ta, 25 Kasım’da gördük kadınlar sokakta. OHAL var, baskı alabildiğine yoğun fakat referandumda kadınlar sokakta. Gerçekten kadınlar sokakta. Her şeye rağmen sokakta oluyorlar; bu toplumun diğer kesimlerini de cesaretlendiren bir şey. Cesaret bulaşıcıdır.
Sizin durduğunuz yer aslında “ara alan” gibi bir yer. Seküler kesimden nasıl tepkiler aldınız? Süheyla: Seküler kesimden insanlar “Siz nasıl ‘Hayır’ diyebiliyorsunuz, siz nasıl ‘Hayır’ cephesindesiniz, sizi tebrik ederim” diyorlardı. “Olması gereken buydu. İyi ki buradasınız. Siz bize güç veriyorsunuz. Sizinle daha güçlü olacağız ve ‘Hayır’ kazanacak” diyen çok insan vardı. Bu şekilde bize büyük sempatiyle yaklaşanlar oldu. Bizim kendimize olan özgüvenimiz çevreye de yansıyordu. Birçok insan yanımızdan geçerken “Evet sizinle birlikteyiz. Siz bu cesareti gösterebiliyorsunuz ama biz gösteremiyoruz” diyorlardı.
Kampanya sırasında sizi en çok ne etkiledi? Bir “şey” vardır ki, bir sürü benzeyenin içinde o çok daha etkileyici olur. Feray: Hayır Diyen Kadınlar içinde beni en çok birlikte mücadele, birlikte düşünme, birlikte yorulma etkiledi. Çok zengin sloganların üretilmesinden, kadınların mücadelesinden, dimdik ayakta duruşlarından, birlikte hareket etmelerinden çok mutlu oldum. Sokakta “Devlet”i gördünüz mü? “Devlet” nasıl tepki verdi? Feray: Çok gördük; milisini gördük, sivilini gördük, resmisini gördük. Sokakta müdahale etmek istedikleri zamanlar da oldu. Ama Kadınlar Bir-
Hayır Diyen Kadınlar olarak kampanyanız sırasında sizi en çok etkileyen şey ne oldu? Kadınlar nasıl tepki verdi? Erkekler nasıl tepki verdi? Feray: Kadınlardan da erkeklerden de yoğun ilgi vardı. Kadıköy’de Hayır Diyen Kadınlar olarak yaptığımız ilk yürüyüş bayağı kalabalıktı. Kadıköy Halkı zaten alkışlarla olumlu tepki verdi. Orada AKP ile ilgili slogan attığımızda polis hemen “Yürütmem” diyordu, müdahale ediyordu. Ama pazarlarda bildiri dağıtırken daha çok muhafazakâr kesimden kadınlardan tepki alıyorduk; “Neyiniz eksik de ortalığa dökülmüşsünüz?”, “Aç mısınız, susuz musunuz?”, “Her şeyiniz var, şu giydiğiniz kıyafetlere bakın, niye ‘Hayır’ diyorsunuz ki?” diye. Bunun yanında olumlu tepkiler de çoktu. “Siz kadınlar, Türkiye’de bu çalışmaların her zaman en önünde duruyorsunuz” dediler. İstismar Yasası’nda,
İstismar Yasası’nda, 8 Mart’ta, 25 Kasım’da gördük kadınlar sokakta. OHAL var, baskı alabildiğine yoğun fakat referandumda kadınlar sokakta.
74
likte Güçlü’nün bir eylemindeyken hiç unutmuyorum; polis “Bu sloganı atmayacaksınız” dediğinde “Tamam” diyorduk ama sonra yine atıyorduk. En çok da şu söyleniyordu; “Şu on sekiz maddede kadınlara değen ne var? Kadınları neden ilgilendiriyor?” Süheyla: Ben daha çok mahalle çalışmaları, ev toplantıları, kapalı salon kadın toplantıları, panel ve konferanslara katıldığım için doğrudan devletin müdahalesini görmedim. Fakat bizim arkadaşlarımızın Üsküdar’da yapmak istedikleri basın açıklamasına müdahale edildi, izin verilmedi. Birçok alanda engellendik. Doğal olarak hem sivil devletle hem üniformalı devletle birçok yerde karşılaştık. Onlar için en büyük tehlike, içerden bir tehlike olarak biz görüldük. Dilâra: “Devlet”i gördünüz mü sorusuna şöyle cevap vereyim. Ben yirmi yaşındayım, on beş yıldır AKP iktidarını gördüm. Kendimi bildim bileli AKP iktidarı var. Bir de Doğu’da büyüdüm. Benim için ar-
“hayır”ı kadınlar kazandı!
Bugün kadınlar “Hayır” diyor ve öldürülüyorlar. Neden? İtiraz ediyorlar. Kadınlar farklı bir hayat yürütebileceklerinin farkındalar. tık AKP iktidarı eşittir “Devlet” demek. Referandum sürecinde ben üniversite çalışması yaptım. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciden çok polis var. Derslere daha çok sivil polisler giriyor, her köşe başında iki tane polis otosu var. Devlet’i üniversitede böyle gördük. Sokakta güvenlik açısından sıkıntı olacağından hepimizin bildiği Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy gibi yerlerde çalışma yaptık. Ben aynı zamanda Haziran’da da çalışma yapıyorum. Orada çalışma yaparken Ümraniye’de Devrim Ağbi bıçaklandı. Zaten kadın olarak yaptığınız her şeyde, her an her yerde tacize uğruyorsunuz. Ama bunların yanında çok güzel de geri dönüşler aldık. Kadınlardan özellikle sosyal medyadan çok güzel tepkiler aldık. Şarkıyı yaptıktan sonra “Umut verdiniz. Sözümüz oldunuz, sesimiz oldunuz” gibi mesajlar aldık. Bir gün Beşiktaş’ta bildiri dağıtıyoruz bir tane amca geldi. Birkaç bildiri verdim, verdiğim bildiriyi dağıtmaya başladı. Daha sonra biraz daha bildiri istedi ve onları da dağıtmaya başladı. Bir baktık bizimle beraber o da bildiri dağıtıyor; bildirinin üzerinde Nar Kadın Dayanışması yazıyor. Kadınlardan güzel tepkiler alacağımızı bekliyorduk ama erkeklerden bu kadar güzel tepki alacağımızı beklemiyorduk. Sizin de sokak ayağından çok, sosyal medya ayağınız güçlendi. Devletin buraya bir müdahalesi oldu mu? Sosyal medya hesaplarını kapatmak gibi. Dilâra: Biz bekliyorduk. Telif hakkı bile istenebilir diye düşünmüştük ama çok ilginç şekilde hiçbir şey olmadı. Ne bir dava açıldı ne de hesaplar kapatıldı. Çünkü gerçekten büyük kitlelere ulaştı. Bu şarkıdan sonra CHP Kadın Kolları bizi aradı. Normalde belki tanımaz, bilmez ama büyük kitlelere ulaştı. OHAL koşullarında ve Taksim bütün toplumsal mücadele hareketlerine kapatılmaya çalışılırken, kadınlar bu yasağı kırdı ve on binlerce kadın 8 Mart’ta Taksim’de yürüdü.
8 Mart “Hayır” kampanyalarının en önemli motivasyon kaynaklarından biri oldu. Kadınlar bu gücü nereden alıyorlar? Nasıl yan yana geliyorlar? Feray: Bunlar, yıllardır kadınların birlikte vermiş olduğu mücadelenin sonuçlarıdır. Dayanışma ilişkisinin, yan yana duruşunun yansımasıdır. Dün olmuş gibi bakamayız. Bugün her karma örgütün bir kadın yapılanması var; ya bağımsız kadın kurumu vardır, ya kadın meclisi vardır. Bir de hiçbir siyasi partisi, kurumu, derneği olmayan bağımsız kadınlar var. Dolayısıyla bu kadınların vermiş olduğu mücadele, toplumun bütün kadınlarını etkilemiştir. Bugün kadınlar “Hayır” diyor ve öldürülüyorlar. Neden? İtiraz ediyorlar. Kadınlar farklı bir hayat yürütebileceklerinin farkındalar. En rahat kadınlar bir araya geliyor. Çünkü patriarka tarafından ezilmişliği ortak olduğu için dayanışma ilişkisi de çok fazla oluyor. Ezilen kesim, kimlerle nefes alabiliyorsa, kimlerle yan yana durduğunda güçlenebiliyorsa duruşunu öyle gösterecek. AKP iktidarı döneminde, 7 Haziran’dan sonra kapatılan derneklere, KHK’larla işten atılan insanlara bakalım, Kürt belediyelere atanan kayyumlara bakalım; ilk önce kadınların kurduğu dernekler, ilk adım istasyonları, sığınma evleri kapatılıyor. Biz kadınların yapacağı şey; bu parçalı halden çıkıp, daha da fazla dayanışma ilişkisi geliştirmek. İstanbul’dan çıkıp Türkiye’nin her yerinde tek platform olmak. Ankara’da, İzmir’de, Mersin’de “Kadınlar Hayır Diyor” platformları var. Bu referandum sürecinde kadınlar tek organizasyon halinde hareket etti. Dolayısıyla biz dayanışma içinde olunca birbirimizden güç aldık. Süheyla: Tarih boyunca önümüzü aydınlatan birçok kadın görüyoruz. Örneğin Hz. Asiye; Asi olan, isyan eden kadın demektir. Firavun’un eşi olmasına rağmen kalkıp, dönemin Firavunlarına, iktidarına, eril gücüne karşı çıkmış ve sonucu ölüm de olsa teslim olmamış bir kadındır. Yine aynı şekilde Hz. Meryem, dönemin tüm yobazlıklarına, ferisi iktidarına
75
karşı çıkıp, dönemin medreselerinde tek kadın olarak direnmiş ve eğitimini almıştır. Kadınlara, her ortamda direnebileceğini söylemiştir. Bunu aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’nde de, Rojava’da da görüyoruz: kurumsallaşmış eşit temsiliyet. Kürt illerindeki belediyecilik, eşbaşkanlık sistemi, pozitif ayrımcılık… Kendi sözünü ortaya koyabilme mücadelesinden biz bu güne geldik. Tarih bir bütün, kadın mücadelesi tarihi de bir bütün. Her ne kadar tarihi yazan kadınlar olmadığı için tarihte birçok kadının ismi görülmüyor. Ama biz bunu görüyoruz, biliyoruz. OHAL koşullarına rağmen, taciz, tecavüz ve kadına karşı şiddet en üst düzeye ulaşmış olmasına rağmen ve yine kadınların kaybedeceklerinin çok fazla olmasından dolayı kadınlar sözlerini daha güçlü söylemeye devam edecektir diyorum. Dilâra: Ben her içim sıkıldığında 8 Mart’ın fotoğraflarına bakıyorum. Referandum sürecinden sonra, mühürsüz oyların kabul edildiğini öğrendiğimde gözlerim doldu ve yine 8 Mart’ın fotoğraflarına baktım. Çünkü gerçekten umut verici. Ne olursa olsun birlikte mücadele edeceğimizi gösteriyor. Referandum sürecinde kadınlar “Hayır” da çıksa, “Evet” de çıksa referandum sonrasını örgütleyecekti. Sürekli söylenen şey, mücadeleye devam etmekti. O zaman bu sözlerin söylenmesinin sebebi, birlikte mücadele edebilmemiz. Kadınlar, kadınlardan güç alıyor. Yapılan kampanyalarda tüm geri dönüşler “Umut verdiniz” şeklinde olmuştu. AKP iktidara geldikten sonra, kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik saldırılar çok fazla arttı. Emek, kimlik, beden politikalarına dair yoğun bir saldırı var. Bunun en çarpıcı örneklerini nefret cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde görüyoruz. Bu saldırılar hayır diyen-demeyen bütün kadınlara yönelik. AKP iktidarının hegemonyasındaki kadınlarla ortak sorunlar üzerinden yan yana gelinebilir mi? Nasıl? Yoksa artık çok mu geç? Süheyla: Aslında bu süreçten rahatsız olanlar da bu kadınlar. İktidarın, AKP’nin gerçek yüzüyle en yakın zamanda karşılaşanlar ve karşılaşacak olanlar yine bu kadınlar. O kadınlara değmemiz çok daha kolay diye değer-
“hayır”ı kadınlar kazandı! lendiriyorum. Biz biliyoruz ki onlar için de adalet lazım. Bizim bu zamana kadar sürdürdüğümüz dirsek temaslarımız, sanırım bundan sonra daha güçlü olacak. Kendi farklılıklarımızla, kendi özgünlüklerimizle ama “kadın” yanımızı güçlendirerek gitmeliyiz. Örgütsüz olan kesime ulaşmak için, onların bakış açısıyla, onlarla empati kurarak daha fazla ileri gidebiliriz. Feray: Biz belli bir mücadele sonucunda buraya kadar geldik. Mesela Dayağa Karşı Kampanya başladığında bir avuç kadındık. İlk 8 Mart’ı Bağlarbaşı’nda kutladık, bize saldırdıklarında bizi otobüslerle zor kaçırmışlardı. Etrafımızda on beş, yirmi polis bekleyip, basın açıklamalarımızı satır satır yazardı. Kadın cinayetlerinin ardından cenazeleri kadınların kaldırması, Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu gibi oluşumlar ve çalışmalar mutlaka kadınların hayatında iz bırakmıştır. “İstismar Yasası”nda, karma örgütler bile sokağa çıkamazken Karadeniz’de kadınlar sokağa çıktı. Kadınlar, hayatlarının değiştiğini zamanla fark ediyor ve bu farkındalık onları mücadeleye katıyor. Belki bu farkındalık onları içimize almıyor, evde mücadele ediyor ama evde yerinin mutfak olmadığına itiraz ediyor. En muhafazakâr kesim bile itiraz ediyor.
AKP’nin başı, “Reis”; zamanında başörtülü kadınlar üniversiteye giremiyor diye acıklı şiirler okur, ağlardı. Ama üniversiteye giren başörtülü kadınlara şimdi ne öneriyor? Evlerine girmelerini, üç beş çocuk yapmasını, esnek çalışmasını istiyor. Feray: Kadınlar politikaya girdikçe erkeklerin hem aile içindeki reislikleri hem politikadaki reislikleri sarsılıyor. Bugün kadın cinayetleri boşuna çoğalmıyor. Biat ettiğinde sana dokunmuyor. Evine, kocana dön diyor. Ben, birlikte bir mücadele yürüttüğümüzde kadınların özel alandan, kamusal alana çıkacağına inanıyorum. Biz, partilerin angarya işlerinin “öncüsü” olmayalım ama biz kendimizin öncüsü olalım. Kapalı alanlardan sokağa taşması için birlikte bir mücadele içinde olmalıyız. Mecliste başörtüsüyle olma hakkını da kadınlar kazandılar. Mecliste Erdoğan’a biat etmeyerek kazandılar hem de bir daha vekil seçilememe pahasına. 2011’de başörtülü kadınlar hâlâ Meclis’e giremezken, kadınlar aday adaylığını açıkladılar. AKP’ye rağmen bunu yaptılar. O erkek egemen siyaset bunu bir kere daha masedip, kadınların bedenleri üzerinden bir kere daha politika yürütmüş oldu. Kadınların başörtüsüyle girememesi
76
onlar için “olumlu” bir şeydi çünkü o alanı da erkekler kapacaklardı. Süheyla: Şu anki kabine tamamen eril bir kabine, sadece 3 kadın var. AKP en büyük ihaneti kadınlara yaptı. Yaşamın her alanında kadını yine sözsüz bırakan yine AKP’nin kendisi oldu. Şu anda buna karşı çıkan akademisyenlerden Fatma Bostan Ünsal, kendisi AKP kurucu üyesidir, şu anda karşıt durumdadır. Attıkları her adımın kendilerinin zararına olduğunun farkında değiller. İktidar kendi binmiş olduğu dalı kesmektedir. Burada bizim yapabileceğimiz aslında o kadınlara ulaşabilmemiz, o kadınlarla ortaklaşabilmemiz. Onların sorunlarını görebilmemiz. Sorunlarının feminist düşüncedeki bir kadınla ortak olmadığını düşünüyorlar. Çünkü onların şu anda düşündüğü tek şey çocuklarını doyurabilmek, okuduktan sonra çocuklarının iş bulabilmesi. İktidarın aslında yoksulluğa mahkûm etti-
Kadınlar politikaya girdikçe erkeklerin hem aile içindeki reislikleri hem politikadaki reislikleri sarsılıyor. Bugün kadın cinayetleri boşuna çoğalmıyor.
“hayır”ı kadınlar kazandı! ğini anlatarak başlarsak, sanırım onlar da bizimle hareket edeceklerdir. Referandum çalışmaları sürecinde dikkatimi çeken bir nokta vardı; biz gittiğimiz her alanda neden “Hayır” dediğimizi anlatabildik. Kadınlar olarak da, muhalif kesimler olarak da; neye “Hayır” dediğimizi madde madde söyleyebildik. Ancak “Evet” diyenlerin hiçbir şekilde neye “Evet” dediği belli değildi. Sadece iktidarın argümanlarına, istikrara “Evet” dediler. Dilâra: Ben AKP’nin ihanet ettiğini düşünmüyorum. Başından beri böyle bir politika izleyeceği belliydi. Tam da AKP’ye yakışacak politikalar izledi. AKP iktidarı, varoluşundan beri bir kutuplaştırma yapacaksa bunu kadınlar üzerinden, başörtülü ve başörtüsüz üzerinden yapıyor. Kadınları ayrıştırabileceği tek konu buydu. Özellikle son zamanlarda bunu da yapamayınca nasıl çıldırdığını her beraber gördük. Ben İstanbul Üniversitesi’nde faaliyet yürütüyorum; üniversitede birçok taciz olayı oldu. Üniversitede yaptığımız tüm eylemlerde başörtülü ve başörtüsüz kadınlar olarak yan yana geliyorduk. Yan yana gelinemez olduğunu sadece AKP iktidarı söylüyor. Ya çok muhafazakâr ya da çok radikal seküler olması gerekiyor bunu söylemek için. O sebeple ortaklaşılıyor, ortaklaşıla-
Referandum sürecini örgütlerken, “Hayır” da çıksa, “Evet” de çıksa biz “Hayır”ı örgütlemeye devam edeceğiz diye yola çıktık. maz diyen ise karşı kesim, onların da ne söylediği çok mühim değil. Üniversitede sokaktakinden daha fazla bir yan yana geliş var. Üniversitedeki önemli konulardan biri yaşam alanın aynı olması. Yaşam alanına müdahale de aynı yerden geliyor. Haliyle sen yaşam alanını savunmak için zaten ortaklaşıyorsun ve orada kimin nasıl giyindiğine bakılmıyor değil mi? Dilâra: Üniversitede dördüncü yılım. Farklı farklı kadın örgütlerindeyiz ama bütün kadın eylemleri ortak örgütleniyor, hep ortaklaşan bir yol var. Birlikte bir şeyler yapabiliyoruz. Çünkü aynı akademisyen, polis, güvenlik tacizine maruz kalıyoruz. Bu sebeple ortaklaşılıyor zaten. Zaten “ortaklaşılamaz” dediğinde sen de ayrıştırmış oluyorsun. Bu, bizim dilimizde olamaz. Bu masada söylenen güzel şeylerden Süheyla’ya çok şey düşüyor. Siyasal İslamı savunmayan ve herkes için adaleti savunan kadınların durduğu yer çok önemli. İkincisi; söylemlerimizi ötekileştiriyor muyuz acaba diye düşünmek, diğer kadınları itiyor muyuz acaba diye düşünmek çok önemli. Yakın tarihimizde de bu ortaklık var, kürtaj niye bu kadar karşılık buldu? Bütün kadınlar buna karşı çıktı. Tecavüzcüsüyle evlendirme yasası neden tutmadı? AKP’li kadınlar da buna karşı çıktı. Doğru kampanyalarla her zaman devam edeceğiz ve göle damlatacağız. Platformlarınız bundan sonra çalışmalarını nasıl yürütecek? Yeni dönem için ne söylemek istiyorsunuz? Dilâra: Yeni dönem için; referandum sürecini örgütlerken, “Hayır” da çıksa, “Evet” de çıksa biz “Hayır”ı örgütlemeye devam edeceğiz diye yola çıktık. “Hayır”ı savunan kadınlar olarak; meşru olmayan bir “Evet” var ortada. Meclisteki muhalefetin şimdiden başkan adayını tartıştığı bir ortam var. Biz kabul etmiyoruz, bu meşru değil. Sonraki süreçte Kadıköy’deki, Beşiktaş’taki eylemlerde de gördüğümüz gibi, mücadeleye devam
77
edeceğiz. Zaten hep mücadeleyle geçen bir sürecin içindeydik. Bundan sonra da mücadele olacağı çok belliydi. Erdoğan’la, AKP’yle mücadele etmeye devam edeceğiz. Meşru olmayan bir ”Evet”le mücadele edeceğiz. Nar Kadın Dayanışması kendi oluşumunu sürdürecek. Süheyla: 1980 anayasası, başlı başına darbe anayasasıydı. İnsan haklarının, kadın haklarının gasp edildiği bir anayasa. Bizim mücadelemiz bugün değil, onlarca yıl öncesinden başlayan ve hâlâ devam eden bir mücadele. Adaletsizliğe karşı, her türlü zulme karşı mücadelemiz elbette sürecektir. Referandum sürecinde “Hayır” derken de; 1980 anayasasına “Hayır” dediğimiz gibi, bu önümüze sunulan yeni anayasanın da yine bir darbe girişimi olduğunu söylemeye devam edeceğiz. Yeni anayasada da herhangi bir demokratik yön yok, herhangi bir insan hakkının öncelendiği bir durum söz konusu değil. Referandum sonucu “Evet” de çıksa, “Hayır” da çıksa, bizim için mücadeleye devam demekti. Tüm adaletsizliğe, tüm zulme karşı, Allah’ın bize bahşettiği hakları, örneğin anadilde eğitim hakkının Kürtler’e ve diğer halklara verilmesi gerektiği, yine Kürt kimliğinin inkârıyla birlikte siyasal alanda süren mücadeleyle birlikte bizim de mücadelemiz sürüyor. Köyler yakıldı, yakılan köylere, tacizlere, tecavüzlere, katliamlara, işkencelere yine hiçbir şekilde ceza verilmedi. Hiçbir şekilde hak ve adalet tesisi gerçekleşmedi. Aslında “Evet” çıkması; tüm haksızlıkların, hukuksuzlukların, katliamların, işkencelerin aslında resmileşmesi ve resmi bir tek elde toplanması demektir. Biz bunlar çerçevesinde Hak ve Adalet Platformu olarak, herkese adalet söylemiyle mücadeleye devam edeceğiz. Ortak kadın platformlarında var olmaya devam edeceğiz. Feray: Kadın mücadelesinin tek bir cepheden sürdürülmesi taraftarı olduğumuz için bütün platformların içinde olacağız. “Hayır” yüzde 50’nin üzerinde çıktı, YSK’nın şaibeli seçim açıklaması bizce meşru değildir. Meşru görmediğimiz için de o “Hayır”ın
“hayır”ı kadınlar kazandı! vermiş olduğu kazanımla devam edeceğiz. Kürdistan’da onca yıkıma, baskıya, tutuklamaya, seçimde OHAL’in bütün baskılarına rağmen “Hayır” yüksek çıktı. Aslında bu AKP ve “saray hükümetine” bir cevap. Hani diyoruz ya “Kadınların Hayır’ı sandığa sığmaz.”, “Hayır bitmedi, mücadeleye devam.” “Hayır”ımız devam edecek çünkü haksızlıklar bitmedi. KHK’lerle işten atılmalar devam ediyor, baskı devam ediyor. On bin insanımız cezaevinde, hasta tutsaklar hâlâ cezaevinde tutuluyor. Bu faşizan adımlar giderek sıklaşacak, baskı giderek artacak. Ama biz de bu korkunun çemberini deldik. Hayır Meclisleri’nin devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Her partinin kendi mücadelesini Hayır Meclisleri’yle birleştirerek, faşizme karşı bir direniş cephesi oluşturması gerektiğini düşünüyorum. 2019’da seçim olacak. Sanki yapılan seçimler yasalara uygun yapılıyormuş gibi, sanki adaletli yapılıyormuş gibi davranamayız. Yine seçim yapsın AKP, yine aynı şaibeli sonuç çıkacaktır. 7 Haziran’dan biliyoruz, 1 Kasım seçiminin bombalamalar, katliamlar gölgesinde yapıldığını biliyoruz. Parlamento lağvedildi. Artık AKP devleti var, saray devleti var. Ve bizim birbirimizden başka dayanışacak gücümüz yok. Bizim dışımızdaki demokrasi güçleriyle mutlaka birlikte olmalıyız. Kadınlar mutlaka birlikte olmalı. “Hayır”larımızdan bir cesaret kazandık, bu öfkemizi soğutmadan devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
yor. Hâlâ umutlu olunması gereken bir yerdeyiz. Süheyla: Bir ay öncesinden şöyle bir değerlendirme yapmıştık; bu kadar rahat davranıyorsa, dayandığı bir şeyler vardır. Saz çalmadığı kesin. “Hayır” çıkacağını fakat hırsızlıkla, yolsuzlukla bunun üstünün örtülebileceğini tahmin ediyordum. AKP ilk seçimi kazandığında, iktidar olduğunda ben arkadaşlara “Şimdiye kadar hem Kürt Halkının mücadelesi açısından, hem İslami açıdan bize en fazla zarar verecek olan iktidar budur” demiştim. Referandum sonucu ne olursa olsun iktidarın OHAL’i sürdüreceğini biliyorduk, bizim için çok fazla değişecek bir şey yoktu. Demokratik İslam Kongresi Kadın Meclisi olarak İstanbul’da dört yerde barış sofraları kuruyoruz. Bu barış sofralarının da çok hoşuma giden bir sloganı var; “Paylaşmak için azığını, çoğaltmak için sevgini, direnmek için de gücünü al, gel.” Feray: Referandum günü okul sorumlusu olarak gezici ekipte yer alıyordum. Gittiğimiz beş okul, daha önce AKP oylarının yüksek çıktığı beş okuldu. Okulların hepsinde “Hayır” oyları yüksek çıktı. Ben AKP’lileri ilk
Her pratik süreç baştan sona bir değişim getiriyor. Kişisel olarak hayatınızda neler değişti? Dilâra: Benim toplumsal hareket olarak birebir gördüğüm şey Gezi’ydi. Gezi’den sonra farklı farklı seslerin bir araya gelememe durumu referandum sürecinde aşıldı. Belki hiçbir yerde ortaklaşmayacak insanlar, birlikte iş yaptılar. O süreç çok umut vericiydi. Mühürsüz oylar kabul ediliyor dediklerinde “Böyle bir şey olamaz” diye arkadaşlarıma kızmıştım. Böyle bir şey olamaz, böyle bir şey nasıl kabul edilebilir diye düşünüyordum, ben haksızmışım. Alenen yolsuzluk yapılıyordu, inanamadım. Erdoğan’ın bir fotoğrafı var, referandum sonuçları açıklanırken panonun arkasından korkmuş bir şekilde bakıyor. O fotoğraf birçok şeyi anlatı-
78
defa sessiz, sakin, çökmüş vaziyette gördüm. YSK açıklamasından sonra da çok üzgün olduklarını iyi biliyorum. Dünya kamuoyunda da, Türkiye kamuoyunda da “Hayır”ın kazanmış olduğunu herkes biliyor. Daha önce barajın altında kaldığımız ya da yerel yönetimleri kazanamadığımız seçimler oluyordu, o seçimlerde kaybetme hissini hiç yaşamadım, “kazanmışız” ruh halini yaşadım. Bu öfkenin soğumaması gerektiğini ısrarla söylüyorum. Hiçbir şekilde bunu meşru görmemeliyiz. İktidar partisinden daha güçlü konumdayız. OHAL koşullarında Hayır Meclisleri sürüyor, Nuriye ve Selim’i, açlık grevindeki insanları tutukladılar. Gezi yıldönümünde Gezi polis ablukası halindeyken insanlar yine de Taksim’e aktı. Ankara’da İnsan Hakları Anıtı ablukaya alındı. Gülünecek bir siyaset boşluğu var. Bu kaostan, girdaptan ancak biz ezilenler birlikte mücadeleyle kurtulabiliriz. Kaybetmedik, onun için mutluyum. Tüm haksızlıklara rağmen mücadeleye devam diyoruz.
filistin’de açlık grevleri ve hamas’ın yeni yönelimi… Ölüm oruçları, açlık grevleri sıkça başvurulan bir eylem tarzı olmakla birlikte, Filistin kurtuluş mücadelesi tarihinde ilk defa bu kapsamda tüm örgütlü güçlerin katıldığı kitlesel bir eyleme dönüşmüştür.
Bereket KAR
1
7 Nisan 2017 günü, 1974’ten beri Filistinli esirlerle dayanışma günü olarak, birçok etkinliklerle anılır. Bu yıl ise farklı oldu. Siyonist işgalci yönetimin zindanlarında bulunan 7000’e yakın tutsaktan 1500’ü ortak bir kararla 17 Nisan’da “Onur ve Özgürlük’” şiarıyla, süresiz açlık grevine başladılar. Halk arasında ‘’Boş Barsaklar’’ savaşı olarak nitelenen bu mücadele, El Fetih’in tutsak lideri Mervan El Berğuti ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Genel Sekreteri Ahmet Saadet olmak üzere onlarca savaşçının önderliğinde tüm Filistinli örgütlerin destek ve katılımıyla ikinci ayına girmiş bulunuyor. Süresiz, dönüşümsüz açlık grevin amaçları şunlardı. 1- Cezaevlerinde kötü yaşam koşullarının iyileştirilmesi, 2- Sağlık sorunları ve tedavi işlemlerinin kolaylaştırılması, 3- Yasaklanan aile ziyaretlerinin ve haberleşmenin yeniden düzenlenmesi, 4- Sınırsız devam eden tecrit ve hücre cezalarının kaldırılması, 5- İnfazı tamamlamış ve özgürleşen esirlerin çıktıklarındaki keyfi, ‘’idari
gözaltı ve tutuklamaların’’ derhal kaldırılması şeklinde ilan edilse de; bu açlık grevlerin iyileştirmeler ötesinde, Siyonist yönetimin devam eden insanlık dışı politikalarına, uygulamalarına karşı dikkat çeken, ulusal ve uluslararası düzlemde, siyasal teşhir, kuşatma ve baskı oluşturma hedefi taşıdığı bilinmektedir. Ölüm oruçları, açlık grevleri sıkça başvurulan bir eylem tarzı olmakla birlikte, Filistin kurtuluş mücadelesi tarihinde ilk defa bu kapsamda tüm örgütlü güçlerin katıldığı (Hamas, başta açlık grevinden çekilmiş, ardından yeniden katılmak ve desteklemek durumunda kalmıştır) kitlesel bir eyleme dönüşmüştür. Dördüncü ayaklanma olarak nitelenen ve Grevin 25. gününde sayısı 1800’lere çıkan grevci esirlerle dayanışma, Filistin’in tüm topraklarına yayılmakla kalmamış; savaş halinde olan Suriye dahil olmak üzere; grevler Lübnan, Ürdün, Tunus, Cezayir, Fas ve Mısır’a yayılmış, bu ülkelerdeki ciddi dayanışma eylemleriyle büyük bir yankı uyandırmıştır. Daha önemlisi, Abbas yönetimi 27 Nisan tarihinde aldığı kararla, Filistin’in bütününde genel grev çağrısı yaparak, tüm kamu ve özel sektörde hayatın durdurularak ‘’Onur
79
Ramallah yönetiminin, ‘’Arap Baharı’’yla birlikte Ortadoğu ve kuzey Afrika’da süren savaş ve kargaşalar nedeniyle bölgenin temel sorunu olan Filistin davasının, gündemin alt sıralara gerilemesi karşısında, İsrail’in fırsata çevirdiği bu durumu, genel açlık grevleriyle lehine çevirerek, Filistin’de barışçıl çözümü yeniden inşa etmeye soyunması işin diğer bir boyutudur. ve Özgürlük’’ için açlık grevine destek verilmesine cevaben, Filistin’de hayat adeta durmuştur. Ramallah yönetiminin, bu genel grev çağrısının arka planında birden fazla hedefin olduğu biliniyor. Her şeyden önce, El Fetih ve FKÖ olarak,
filistin’de açlık grevleri ve hamasin yeni yönelimi… içerde esirlerle, dışarıda halkla zayıflayan ve büyük oranda Hamas’a kayan desteği yeniden manipüle etmek; Trump’ın, Filistin’e ziyareti öncesi, İsrail’i masaya oturmaya zorlayarak, esirlerin taleplerini karşılamasını sağlamak ve yerleşimci planlarından vazgeçirtmektir. Ramallah yönetiminin, ‘’Arap Baharı’’yla birlikte Ortadoğu ve kuzey Afrika’da süren savaş ve kargaşalar nedeniyle bölgenin temel sorunu olan Filistin davasının, gündemin alt sıralara gerilemesi karşısında, İsrail’in fırsata çevirdiği bu durumu, genel açlık grevleriyle lehine çevirerek, Filistin’de barışçıl çözümü yeniden inşa etmeye soyunması işin diğer bir boyutudur. Ama daha da önemlisi, onlarca çok taraflı toplantıya, arabuluculara ve halkın temel taleplerine rağmen; ikili iktidar( Ramallah ve Gazze) yapısının devam etmesinde ve dolayısıyla ulusal birliğin sağlanamamasında, Ramallah’ın Hamas’ın uzlaşmaz politikasının yattığını iddia etmesi ve Gazze dışında, Kudüs ve 67 öncesi işgal edilmiş Filistin’de açlık grevleriyle her türlü kitlesel dayanışmaya destek sunması, öncü konumunu güçlendirmesine neden olmuştur. Ramallah’ın, Hamas’ın yayınladığı yeni siyaset belgesini teşhir etmesi de, Hamas’ı köşeye sıkıştırmayı başardığı söylenebilir. Uzun bir suskunluk ardından, Filistinli esirlerin giriştiği bu süresiz açlık grevinin büyük önemine rağmen; Mahmut Abbas yönetimi, yukarıda sıraladığımız kimi iç ve dış siyasal amaçları gündemine almış olması, Filistin ulusal birliğini sağlamaya yetmeyeceği gibi İsrail’den de beklediği tavizleri koparmasının mümkün olamayacağını, işgalci yönetiminin icraatlarından kolayca anlaşılabilir. Oslo anlaşmasına uymayan, BM’ler kararlarını her defasında hiçe sayan, Kudüs ve BatıŞeria da yeni yerleşim birimleri inşa etmeye devam eden Siyonist yönetimin, Filistin sorununu ne Abbas’ın ne de Hamas’ın istediği şekilde çözmeye zorlayacak bir konjonktürün olduğu, bölgeden (Körfez şeyhlerinden) ve uluslararası siyasal güçlerden (ABD ve Batı) devam eden desteklerden de anlaşılmaktadır. Buna, FKÖ içindeki anlaşmazlıklar, ikili iktidar yapısının devam etmesinin yanısıra Suriye’de devam eden iç savaş eklenince, İsrail’in Oslo anlaşmasına dönerek, Abbas’ın,barışçıl yolla istemlerini yerine getirmek bir yana, Yahudi devle-
Bugün açısından tüm güçlerin dahil olduğu 1700’ü aşkın esirin sürdürdüğü sınırsız açlık grevi, halk nezdinde kimi birlik umutları yaratsa da her iki iktidar gücünün sınıfsal ve siyasal ittifakları, halkın ulusal birlik taleplerinin önünde engel oluşturmaya devam ettiği bir gerçektir. tini resmileştirmenin yeni (Kudüs’ü başkent ve Yahudi devleti yapmak gibi) adımlarını atmaya hazırlandığını biliyoruz. İsrail’i bu yeni adımlara teşvik eden temel faktörün, siyasal konjonktür, bölgedeki güç dengeleri ve Filistinli güçler arasında giderek derinleşip kangrenleşen anlaşmazlıkların büyük payı olduğunu söylemek mümkündür. Bunu doğrulayan en son gelişme ise; Hamas’ın F.K.Ö.’ ye katılıp halkın arzuladığı ulusal birlik planını desteklemek yerine, Gazze’de kendi iktidarını tahkim edecek ve finansörlerini (Katar, Türkiye) tatmin edecek yeni siyaset belgesini ilan etmiş olmasıdır. Hamas’ın güncellediği siyaset belgesinde yeni olan nedir diye sorulacak olursa; birincisi, Hamas 1987’de ilk siyasi programını ilan ettiğinde (88’de); kendisinin Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kolu olduğundan, Yahudi düşmanlığından ve silahlı mücadeleden bahsediyordu… Suriye’yi kendine merkez seçerek örgütlenen Hamas’ın Oslo’ya karşı çıkarak uzlaşma çizgisini reddetmesi nedeniyle en büyük desteği Suriye yönetiminden aldığı bir gerçektir. F.K.Ö.’ye hakim olan El Fetih’in (Arafat- Abbas) aksine, İsrail’in müzakerelerle Filistin halkını oyalayarak, aldattığını savunarak, uzlaşmacılıkla suçlaması, Filistin halkı nezdinde ona ciddi prim kazandırmıştır. 2011’e kadar Suriye’yi merkez alan Hamas’ın, ‘’Arap Baharı’’ ile birlikte sahip olduğu güç, savunduğu radikal suni İslam çizgisi gereği, Türkiye ve Katar’ın yanında, Esat yönetimine karşı pozisyon alması istendiğinde; tereddütsüz bu isteğe icab etmiştir. Halit Meşal’in (Hamas lideri),bu saf değiştirme kararıyla geçmişi arasında sınıf, inanç ve de siyasi program açısından bir çelişkisi yoktur. Aksine, Hamas yeni stratejisi ve ideolojik duruşuyla uyumlu olduğu kadar, şimdiye değin eleştirdiği El Fetih’in konumuna gerilemiştir. Zira, tüm Filistin toprakları yerine, 67 sonrası işgal edilmiş topraklar demek, İsrail’i
80
tanımak demektir. Temel Farkı, şeriat esasına dayanan bir Filistin devleti savunmasıdır. Bu ise, İsrail’in, Yahudi devleti savunusuna meşruiyet kazandıran tehlikeli bir girişimdir. İsrail’i memnun eden diğer bir gelişme de kendisiyle uzlaşılmaz algısı yaratan Hamas’ın; Türkiye ve Katar’ın istemiyle daha ılımlı ittifak politikası ve buna uygun lider değişimine, (Meşal yerine İsmail Heniye) giderek bu algıyı sonlandırmış olmasıdır. Gazze’de iktidar olmak, Ramallah’ta iktidar olmak gibidir. Öyleyse Hamas, bölge devletleriyle uyumlu, İsrail’i de tanıyan bir dış politika, yani bir devlet politikası gütmelidir. Nitekim, İsmail Heniye böyle bir döneme ve misyon için seçilmiş bir kaftandır. Filistin halkının 70 yıldır Siyonist işgale karşı sürdürdüğü devrim mücadelesinde; başkenti Kudüs olan, bağımsız bir Filistin devletini kurmak yerine; biri Ramallah’ta Abbas’ın liderliğinde, diğeri Gazze’de Heniye’nin liderliğinde olmak üzere iki devlet yapılanmasına gidilmiş olması Filistin halkının öfkesi ve tepkisiyle karşılanan bir durum olsa dâhi, F.K.Ö.’de yer alan F.H.K.C- F.H.D.C - N. Cep - F.K.C – K.P – H.P gibi güçlerin bütününün bu gerçekliği değiştirme gücüne sahip olmadığı biliniyor. Bugün açısından tüm güçlerin dahil olduğu 1700’ü aşkın esirin sürdürdüğü sınırsız açlık grevi, halk nezdinde kimi birlik umutları yaratsa da her iki iktidar gücünün sınıfsal ve siyasal ittifakları, halkın ulusal birlik taleplerinin önünde engel oluşturmaya devam ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla, Siyonizm işgalini geriletecek, yayılmasını engelleyecek tek seçeneğin birleşik, güçlü bir F.K.Ö. olduğu kadar, Filistin halkının kaderini belirleyecek, kurtuluşunu sağlayacak, Filistin halkı ve devrimci- özgürlükçü güçlerden başkası değildir. Siyonizm zindanlarında açlık grevini sürdüren binlerce esirin yükselttiği mücadele, bu gerçeği bir kez daha dünyaya ilan etmiştir.
süleymaniye günlükleri
kerkük kerkük olalı... Kerkük, Kürdistan toprakları içinde olup “Tartışmalı Bölgeler” kapsamında olan yerlerden biri. 2003 yılında Irak Anayasası’nın 140. maddesi ile bu “Tartışmalı Bölgeler” 2007 yılına kadar bir statüye kavuşacaktı. Fakat üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen Irak Hükümeti ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin anlaşmazlığı nedeniyle gerçekleşmedi. Kerkük İl Meclisi 28 Mart 2017 tarihinde Kerkük’ün resmi dairelerine Irak bayrağının yanına Bölgesel bayrağın asılması kararını çoğunluk oyuyla aldı. Bayrak asıldıktan hemen sonra, özellikle Tayyip Erdoğan ve bir kaç bakan tehditvari mesajlar verdi; “O bayrak inecek yoksa gereğini yaparız.” Hem Bölgesel Yönetim hem Irak Hükümeti hem de Türkiye açısından Kerkük epeyce gündem oldu. Ama sonuçta bayrak inmedi. Kerkük’te, özellikle talimatlarını Türkiye’den alan Türkmen Cephesi kararı tanımadı ve gerilimli gündemler yaratmaya çalıştı. Araplar ise kararı sessizce protesto etti. Biz de Kerkük meselesini Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Kerkük Dış İlişkiler Sorumlusu Hoşyar Abdurrahman Ahmed, Kürdistan Emekçiler Partisi Kerkük Sözcüsü Şivan Muhammed Kerim, Kürdistan Komünist Partisi Kerkük Sorumlusu Şeyh Sadık ve Goran Hareketi Kerkük İl Başkanı Yardımcısı Muhammed Golderey ve Kürdistan Özgür Toplum Hareketi Yönetim Kurulu Üyesi Mamosta Aso ile konuştuk. Söyleşi-Çeviri: Leyla UYAR
MUHAMMED GOLDEREY Goran Hareketi Kerkük İl Başkanı Yardımcısı:
kerkük hepimizin Biz esasen burada birlikte statü kazandırıp yüz yıldır hırpalanan Kerkük’ü toparlamak istiyoruz. Bunu da buradaki coğrafik ve tarihi değerlerin kıymetini bilenlerle yapmak istiyoruz.
Kerkük Irak ve Güney Kürdistan açısından neden önemli? Kerkük, Irak ve Güney açısından ve hatta Türkiye için önemli bir yerdir. Kerkük’ün üç ülke için önemli olmasının nedeni; petrol kaynaklarının olması ve bölge ekonomisine katkısı. Kürdistan ve Bağdat Hükümetinin de Kerkük’e önem atfetmelerinin sebebi kendi ekonomilerine katkısıdır. Ve bu nedenle Kerkük ekonomik güvencedir. Kim bu gücü elinde bulunduruyorsa
iktidar odur gözüyle bakılır. Bunların dışında Kerkük Kürtlerin toprak olarak hakkıdır. Kürtler Kerkük’e Kürdistan’ın parçası olarak statü kazandırırlarsa, bu da bölge açısından ekonomik güvencedir aynı zamanda. Başur (Güney) Kürdistan siyasi partilerinin kendi iç çekişmesi nedeniyle Kerkük’ün statü kazanması geciktiriliyor. Bu da Kürt düşmanlarına cesaret veriyor. Eğer Kerkük ciddi anlamda sahiplenilirse Duhok, Hewler ve Süley-
81
maniye daha güçlü olur. Siyasi partilerin kendi aralarında başka meselelerde istedikleri zaman uzlaşma sağlamasına rağmen söz konusu Kerkük sorunu olunca ne yazık ki birlik sağlanamıyor. Bu nedenlerden dolayı Kürt karşıtı güçler konu Başur (Güney) Kürdistan ve Kerkük olunca, Irak ve Türkiye’nin kendi iç tartışmalarında bile, Kerkük kendi iç meseleleriymiş gibi gündemlerinde oluyor. Örneğin Hewler, Duhok ve Süleymaniye üzerinde bir hak iddia edemiyorlar fakat Kerkük üzerinden bize saldırıyorlar. Bununla birlikte Kürtlerin özellikle de ekonomik açıdan güçlenmeleri istenmiyor. Eğer ekonomik olarak güçlü olursanız kendi çevrenizde güç olursunuz. Eğer ekonominiz zayıfsa sürekli başka ülkelere muhtaç kalırsınız, eliniz zayıf düşer ve karar sahibi olamazsınız. Şu an siyasi çekişme içerisinde bulunan güçlerde biliyor ki, 1921’deki Kerkük vilayeti tamamen Kürt idi. Fakat bu güçler 1921’deki Kürt gerçekliğini ne yazık ki dile getirmekten çekiniyorlar yeni çekişmelere mahal vermemek için. Kerkük İl Meclisi’nde alınan bayrak kararını Türkmen Cephesi neden boykot etti? Kürt bayrağının asılması konusu, biz buna Kürt bayrağı diyoruz. Başur (Güney) Kürdistan bayrağıdır. 1992 yılında mecliste karar verilmiştir, fakat bu bayrak eski Kürt bayrağı değildir. Bu
kerkük kerkük olalı... ne Şex (Şeyh) Mahmud’un ne de Qazi (Gazi) Muhammed’in bayrağıdır. Aynı zamanda bu bayrak bütün Kürdistani örgütlerin birlikte karar aldığı bir bayrak değildir, fakat Kürdistani bir bayraktır. Kerkük’ün statüsüz kalması sorunu kimsenin gündeminde değilken Kerkük İl Meclisi’nin almış olduğu karar neredeyse Ortadoğu’nun gündemine oturabiliyor. Bu kararın ortak karar olarak çıkmasını o kadar isterdik ki. Ne yazık ki esasen hepimizin çıkarına olan gecikmiş bu karar, dışardan gelen ırkçı-mezhepçi-işgalci güçlerin müdahaleleri sebebiyle ortak bir karar olarak çıkamadı. Çoğunluk oyu ile karar çıktı. Türkmen Cephesi’nin boykot kararına şaşırmadık çünkü zaten Kerkük İl Meclisi’nde Kerkük’ün yararına çalışabilen bir yapı değil ne yazık ki. Buradaki varlığını Türkiye ve Erdoğan üzerinden sürdüren bir yapı. Yani esasında Kerküklü Türkmenlere de bir faydası yok. Bu nedenle Türkmen Cephesi Kerküklülerin gündeminde değil. Biz esasen burada birlikte statü kazandırıp yüz yıldır hırpalanan Kerkük’ü toparlamak istiyoruz. Bunu da buradaki coğrafik ve tarihi değerlerin kıymetini bilenlerle yapmak istiyoruz. Erdoğan’ın tehditkâr tutumuna ne anlam biçiyorsunuz?
Erdoğan olaya polis devleti mantığıyla bakıyor. Bu anlayışla Kerkük’e hâkim olmak ve bu mıntıkada karar verici olmak istiyor. Erdoğan Başur (Güney) Kürdistan’da söz sahibi olmak, bir başka deyişle içerde elini güçlendirmek istiyor. Erdoğan’a göre Kerkük Türkmenlerindir ve Türkmenlerin hâkim olmasını istiyor. Bu nedenle Kerkük’e Kürt bayrağının asılmasını kabul etmiyor. Bayrak asılacaksa Türkmenlerin bayrağı asılacak mesajı veriyor. Türkiye’nin kendi kurmuş olduğu dil-tarih kurumları -tarihte hiçbir gerçekliği olmayan bir iddia ile1923-1925 yılları arasında Musul ve Kerkük’ü Irak topraklarının korunması için bir anlaşmayla verdiklerini belirtiyorlar. Irak bölünürse, Kerkük ve Musul’u geri alacaklarını yine bu anlaşma çerçevesinde karara bağladıklarını anlatıyorlar. Oysaki Erdoğan kendi ağzıyla söylüyor “Menfaat nerede varsa biz oradayız” diyor. Dolayısıyla Kerkük’te menfaatleri var ve bu nedenle buranın iç işlerine karışmak istiyorlar. Kerkük Türkmenleri ve özellikle Türkmen Cephesi Erdoğan’ın bu söylemleri üzerine Kürtlerin Kerkük’te demografik yapıyla oynadıklarını Arap ve Türkmenleri çıkarıp, Kürtleri yerleştirdiklerini iddia edi-
ŞİVAN MUHAMMED KERİM Kürdistan Emekçiler Partisi Kerkük Sözcüsü
kerkük’te demokratik ve özgürlükçü bir yaşamı savunuyoruz Biz bu bölgedeki tüm farklılıkların kendi dili, kültürü ve tüm renkleri ile yaşaması gerektiğine inanıyoruz. Benim burada hangi haklarım varsa onun da bu haklara sahip olmalarını savunuyoruz.
Kerkük, Irak ve Güney Kürdistan açısından neden önemli? Doğrusunu söylemek gerekirse, Güney Kürdistan açısından Kerkük tarihsel ve kültürel değerler açısından
önemlidir. Irak açısından ise Kerkük, petrol kaynaklarından dolayı ekonomik olarak önemlidir. Irak için tarihsel ve kültürel değerlerin değil, ekonomik önemin ön planda olduğunu belirt-
82
yorlar. Bunun hakikatle hiçbir alakası yok. Bütün bu nedenlerden dolayı Erdoğan burada yaşayan Türkmenleri gerekçe yapıp, Başur (Güney) Kürdistan’a müdahale etmek istiyor. Buna gücü yetmezse Kerkük’e müdahale ederek Kürtlerin güçlenmesini, Kürdistani kazanımlarını engellemek istiyor. Temel sorun budur. Goran Hareketi olarak çözümü nerede görüyorsunuz? Goran Hareketi olarak şunu belirtmek isterim ki Kerkük Kürdistan’ın bir parçasıdır. Fakat Kerkük’te sadece Kürtler yaşamıyor. Arap, Türkmenler, Mesihiler ve Asuriler yaşıyor. Ama şunu unutmayalım, bizden önce burada iktidarlar vardı ve en son Baas Rejimi ve Araplar bizi buralardan silmek istediler. Ama başaramadılar. Saddam Hüseyin’in çok fazla imkânı vardı ve buna rağmen başaramadı. Şimdi biz güç sahibiyiz. Biz Arap ve Türkmenleri bu coğrafyadan çıkaramayız. Böyle bir düşüncemiz de yok. Goran Hareketi olarak sonsuza kadar halklarla savaşacak durumda değiliz. Bu topraklarda birlikte yaşamı demokratik zeminde inşa etmek istiyoruz. Bu şehir hepimizindir.
memin elbette nedenleri var; birincisi demografik yapıyı değiştirme girişimlerinden dolayı, ikincisi de tekçi zihniyetin egemen olmasından dolayı. Irak Kerkük’e, ekonomik sömürüyü sürdürme politikası ile yaklaşıyor. Kerkük’ün tartışmalı bölge olmaktan çıkarılmama sebebi de budur. Petrol yataklarının önemli bir kısmının burada olmasındadır. Fakat Güney Kürdistan açısından Kerkük tarihsel anlamda önemlidir. Çünkü Kerkük Kürdistani bir topraktır. Kerkük İl Meclisinin 140. maddeye dayanarak almış olduğu resmi kurumlara bayrak asma kararı nasıl karşılandı? Kürdistan Bölge bayrağının resmi kurumlara asılması kararı genel olarak olumlu ve sevinçle karşılandı. Zaten fiili olarak Kürdistan bayrağı, Kürdistan Peşmerge güçlerinin olduğu her alanda ve partilerin hatta bütün evlerin bir köşesinde vardı. Bu karar, Kerkük’ün belirsiz durumundan kurtarılması açısından bakıldığında, 10 yıl gecikmiş bir karardır. Tabi olumsuz bakanlar da
kerkük kerkük olalı... oldu. Özellikle Türkiye destekli Türkmen Cephesi doğrudan karşı çıktı ve kararı boykot ederek salonu terk etti. Araplar karara daha sesiz kaldılar fakat onlar da boykot etti. Kerkük İl Meclisi kimlerden oluşuyor ve karar nasıl çıktı? Kerkük İl Meclisi 41 üyeden oluşuyor. 26 üye Kürt, dokuz üyesi Türkmen ve altı üyesi Arap. Bölge bayrağının resmi kurumlara asılma kararı gündemli toplantıda toplam üye sayısı mevcuttu. Fakat oylama sırasında Araplar sessiz kaldı yani sessiz boykot etti. Türkmen Cephesi boykot ilan ederek salonu terk etti. Kaldı ki eğer şimdi seçim olursa Türkmenler beş koltuk dahi alamazlar. 2005’te yapılan Kerkük İl Meclisi Seçimleri’nde birçok çevre Türkmenler’e destek verdi, fakat bu destek her geçen gün düşüyor. Arapların o dönem 6 koltuk almalarının sebebi Arap aşiretleri arasında anlaşmazlıklar dolayısıyla sandığı boykot eden bir grup olmasıydı. Türkmen Cephesinin arkasında Türkiye ve özellikle Erdoğan olduğu için böyle bir boykot ve salonu terk etme kararı aldılar. Araplar ise biraz daha tarafsız kalmayı tercih etti. Bunun sebebi; IŞİD’in özellikle Arap Sünnilerden besleniyor olması. Erdoğan ve Dışişleri Bakanlığı’nın bayrak kararına tepki göstermelerinin arka planı nedir? Kerkük İl Meclisi’nin almış olduğu Kürdistan Bölge bayrağının asılmasına ilişkin karara Erdoğan ve Dışişleri Bakanı’nın tepkisi burada ciddiye alınmadı. Bize göre Erdoğan’ın zaten sınırları dışında ve bağımsız bir bölgeye müdahalesi olağan değildir. Bu karar yasalar çerçevesinde alınmış bir karardır. Başka bir ülkenin müdahalesi ya da tehdidi; o ülkenin faşist oluşu ve işgalci zihniyeti ile alakalıdır. Bu karar Kerkük Halklarını ilgilendirir. Erdoğan kendi ülkesinde, dünyanın gözü önünde onlarca hukuksuz ve antidemokratik uygulamaya imza atarken; sorunlu, ekonomik çıkmazın içinde bir durumdayken, Bakur (Kuzey) Kürdistan’ı talan etmişken, burayı tehdit etmesi anlaşılır bir durum değildir. Burada alınan kararın Türkiye ile hiçbir ilgisi yok. Karar ancak burada yaşayan Halkları ilgilendirir. Dolayısıyla Erdoğan’ın tepkisi işgalci faşist zihniyetin göstergesidir. Türkiye tarihsel olarak
daima Kürt kazanımlarının karşısında olmuştur. Dolayısıyla Erdoğan ve Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları bizleri şaşırtmamıştır. Kerkük İl Meclisi kararı alırken esasen nüfus olarak Araplar Kürt nüfusundan sonra gelir demiştiniz. İkinci çoğunluk konumundayken tarafsız tutum aldıklarını belirttiniz. Türkmen Cephesinin boykot kararı ve çağrı yapma zemini neydi? Kerkük’te yaşayan Araplar Sünni mezhebine aitler. Bu mıntıkada sanıyorum ki IŞİD’in etkisi mevcut. Bu nedenle sessiz ve tarafsız kalmayı tercih ediyorlar. Türkmen Cephesi’nin boykot kararı ile sokağa çağrı yapmasının, Kerkük açısından bir karşılığı olmaz. Yaklaşık 200 kişi ile bir yürüyüş düzenlediler; esnafa, Türkmen esnafa çağrı yaptılar dükkânlarınızı kapatın diye. Kaldı ki burada Türkmen esnaf sayısı çoktur. Hiçbir karşılık bulmadı. Tek bir esnaf dükkânını kapatmadı. Çünkü burada yaşayan herkes bilir ki Kürtlerin şöyle bir iddiası yok; “Hepinizi biz yöneteceğiz” hayır! Bayrak kararı bunun için alınmadı. Burası Kürdistani bir ildir. Tarihsel olarak da böyledir. Kerkük tarihi üzerine önemli bir kitap var bunun üzerine. Söylediklerimin hepsi belgelidir, iddia değildir. Kerkük üzerinde yüzyıllardır çeşitli oyunlar oynandı. Gelen her hükümran Kürtleri göçe zorladı. Fakat sonuç itibarıyla koşullar normalleşince Kürtler yerlerine geri döndü. 2014 Genel Seçimleri’ni bir veri olarak kabul edersek; 900 bin seçmen oy kullandı, Merkezi Hükümete Kerkük’ten 12 parlamenter gönderildi. Bu parlamenterlerin sekizi Kürt, ikisi Arap ve ikisi Türkmen’dir. Kerkük’ün şu anki toplam nüfusu yaklaşık 1.3 milyondur. Bu veri Birleşmiş Milletler Yardım Kuruluşu kayıtlarında da mevcuttur. Fakat önemli bir nokta daha var ki şu an Kerkük’te 600 bin Arap göçmen nüfusu var. Irak Hükümetinin Kerkük İl Meclisi’nin almış olduğu karara tepki göstermesi akıllara şu soruyu getirmiyor değil. Acaba 600 bin Arap göçmenin statü kazanmasını mı bekliyor? Bu da esasında demografik yapıyı bir daha değiştirme girişimi olabilir mi? Süreç içerisinde göreceğiz. Tarihte Arapların yönettiği dönemlerdeki verilere bakıyoruz; Türkmenler yönetim kademelerinde hiç görevlendirilmemişler. Fakat Kürtlerin Kerkük’ü
83
yönettiği dönemlere baktığımızda Türkmenler hem yönetim kademelerinde var, hem de dillerini korumak ve geliştirmek için okullar açılmış ve eğitim Türkçe olarak verilmiş. Özgürlük alanları genişti. Burada yaşayanlar bu durumu gayet iyi bilir ve zaten anlatıyorlar. Son olarak demokratik ve özgürlükçü bir yaşamı kurmak mümkün mü? Kürdistan Emekçiler Partisi olarak ne öneriyorsunuz? Parti olarak; kayıtsız şartsız Kerkük’ün Kürdistan’a dâhil edilmesini istiyoruz. Bizim açımızdan bunun tartışması bile yapılamaz. Yine bizim kanaatimize göre 140. madde bir yalandır. Arapların iktidar olan zihniyeti Kürtlerin haklarını savunamaz. Ve Kürdün hakkı olduğuna da inanmaz. Bize göre Irak Devleti, Irak Halklarının kanı üzerinde kurulmuş büyük bir yalandır. Bundan 90 yıl önce İngilizlerin, emperyalistlerin çıkarı üzerine kurulmuş bir devlettir. Dolayısıyla Irak genelinin çözümü ve Kürt sorununun Irak’taki çözümü, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılması ve Kürdistan’ın bağımsızlığıdır. Bunun dışında bir çözüm yoktur. Çünkü tarih böyle örneklerle doludur. Bizim Araplarla eşitsiz koşullarda bir arada yaşamamız doğru değil. Çünkü Araplar ile farklı bir yaşam tarzına ve farklı bir kültüre sahibiz. Bilindiği gibi güç sahipleri her zaman zayıfları ezmiştir. Bu gerçekliğe dayanarak belirtiyoruz. Kerkük’teki mevcut siyasiler, İl Meclisi’nde birlikte oturuyorlar ama birbirlerine asla güvenmiyorlar. Kürtler Kerkük’ün Kürdistan’a dâhil olmasını ister ve bu onun hakkıdır, bize göre gerçeklik de budur. Türkmenler, Kerkük Türkmen şehridir, diye düşünüyorlar ve hatta duvarlara “Kerkük Türkmenlerin Medine’sidir.” Yazıyorlar. Araplar da aynı şeyi düşünüyorlar. Ama kim ne derse desin, tarih de biliyor ki Kerkük Kürdistanidir. Elimde bir kitap var Kerkük tarihi ile ilgili. Burada anlatılıyor: Kerkük Kalesi bundan 3 bin yıl önce Goti’ler tarafından kurulmuştur. Türkmenlerin tarihi ise bu coğrafyada 300 yıllık bir geçmişe dayanıyor. Bundan sonra Osmanlılar, Çaldıran Savaşı ile Sakriler Savaşı’nda bu coğrafyaya gelip, yavaş yavaş işgal edip Mekke’nin anahtarını almak istemişler. 300-400 yıl bu bölgede egemen olmuşlar. Bunun adına Türkmen demişler ancak Türkmen de-
kerkük kerkük olalı... mek aslen Türk demektir. Türkmen adı altında bu bölgede kalmışlardır. Dolayısıyla buradaki Türkmen yapısı, Türk sömürgeciliği ile oluşturulmuştur. Ama şimdi kendilerini bu toprakların sahibi zannediyorlar. Biz buna rağmen bu bölgedeki tüm farklılıkların kendi dili, kültürü ve tüm renkleri ile yaşaması gerektiğine inanıyoruz. Benim burada hangi haklarım varsa onun da bu haklara sahip olmalarını savunuyoruz. Ancak şu gerçek de var ki; kimse kimseye kendi toprağını vermemiştir, biz de vermeyiz. Arapların bu bölgeye gelmesi 60-70 yıl içindi. Bunun resmi belgeleri var. 30’lu yıllarda Süleymaniyeli Şex (Şeyh) Mehmud, Ubet Aşireti ve Xedidi Aşireti’ne bir mektup yazmıştır. Hemrin’den bu yana bize yol ve destek verin, demişler. Bu mektuplar biliniyor ve pek konuşulmazlar. Biz Kürtler Hemrin’den göç etmek zorunda kalmışız onlara yardım etmek adına. Hemrin’den bu tarafa Kürt kalmamıştır. Bu bir siyasetin sonucudur esasında; oralar Kürtlerden temizlendi. Bu temizleme siyaseti 40 yıl sürdü ve bir tek Kürt bırakılmadı oralarda. Biz bütün bu yaşananları biliyoruz. İran, Kürdistan’ın yüzde 20-25’ni işgal etmiştir. Suriye, Kürdistan’ı işgal etmiştir. Irak ve Türkiye Kürdistan’ı işgal etmiştir. Kürt ve Kürdistan adına bir kazanım bırakmamak adına. İşte şimdi Bakur (Kuzey) Kürdistanı’na bakınız, Kürtler barış taleplerini bütün dünyaya duyurdu ve barışı sadece kendilerine istemediler. Barış taleplerine, Erdoğan ve AKP savaş ve talanla cevap verdi. Sonuçta Ortadoğu’da Kürtler açısından, 1920’lerden bugüne kadar ulusal mücadele devam ediyor. Çözüm için tarihsel bağları yeniden kurmaya ihtiyacımız var. Bunun içinde özellikle Kürtlerin kendi içinde birliğe ihtiyacı var. Çünkü işgalci güçler Kürde direnmekten başka çıkar yol bırakmadılar. Dört parça Kürdistan’da bize mücadele etmek ve dağ yolunu tutmaktan başka seçenek bırakılmıyor. Son olarak bu söyleşimizi Türk, Arap, Fars kim okursa okusun, şunu vicdanına sormasını isterim; 40 milyona yakın bir halk var bu halkın ülkesi neresi? Bu halk neden sömürülüyor?
ŞEYH SADIK Kürdistan Komünist Partisi Kerkük Sorumlusu
kerkük’te doğrudan ve özgür bir yönetim kurulmasından korkuyorlar Halkların kendilerini birlikte yönetmesi ve bunu demokratik bir sistemde yapması, bu topraklarda gözü olan hiçbir işgalci gücün işine gelmiyor. Özellikle Türkiye’nin hiç işine gelmiyor.
Hem Güney Kürdistan hem de Irak açısından Kerkük’ün tarihsel önemi nedir? Kürtler açısından baktığımızda Kürdistan Türkiye, Suriye, İran ve Irak tarafından dört parçaya ayrıldığından beri, yaklaşık yüz yıldır, Kerkük şehri Kürt ulusal kimliği ve hakları için mücadele eden şehirlerden biridir. Bu yönüyle Güney Kürdistan için tarihsel, kültürel ve aynı zamanda coğrafi olarak da önem taşıyor. Irak yani Bağdat Hükümetinin, Kerkük’ün gerek petrol yatakları dolayısıyla gerekse Kürdistani bir yer olmasından dolayı “Tartışmalı Bölge” olarak tanımsız ve aslında istismara açık bırakılması yönünde önemli çabaları oldu. Bu yüzden Kerkük “Tartışmalı Bölgeler” tanımsızlığından kurtulmak istiyor. Kerkük, 1919’da Osmanlı’dan ayrılıp, sonrasında Birleşik Krallık egemenliğinde devam eden, 1958 yılında cumhuriyet dönemi ve sonrasında 1963’te Baas partisi yönetimi altında yaşamını sürdürmüş bir şehir. Aynı zamanda Kerkük, işgalci güçler ve sonrasında Baas rejimi tarafından sürekli demografik yapısıyla oynanmış bir şehir. Kerkük; bölgedeki petrol yataklarının önemli bir bölümüne sahip olması, Kürdistani toprakların orta hattında olması ve Kürt ulusal mücadelesine önemli katkılarda
84
bulunması nedeniyle bugüne kadar statüsüz bırakıldı. Bugün baktığımızda Süleymaniye, Hewler, Duhok ve Halepçe gibi Kürdistani toprakların içinde olmasına ve bölgeye önemli katkıları olmasına rağmen -kültürel ve ekonomik- bir şehir neden “Tartışmalı Bölgeler” kapsamında bırakılır ki? Fakat Kerkük statü tanınmamasına rağmen şimdiye kadar direniyor ve Kerkük’ün bu direnişi Kürdistani toprakların tarihsel geçmişinin mirasıdır. Bu uğurda çok şehit verildi. Bu yüzden de Güney Kürdistan açısından önemlidir. Peki, Kürdistan Komünist Partisi olarak nasıl bir çözüm öneriyorsunuz? Çözüm, 2003 yılında Irak Anayasası’ndaki 140. ile 57. maddelerin tartışmalı olan bölgelerin durumlarının netleştirilmesine yönelikti. Tartışmalı Bölgeler; Kerkük, Hamdaniye, Sahil Ninova, Şeyhan, Tilkef, Zummar, Şengal (Sincar) Bağdat ile Bölgesel Yönetim arasında tanımsız bırakıldı. Peki, nasıl uygulanacaktı¬? Öncelikle koşullar oluşturularak Saddam döneminde Kerkük’ten zorla göç ettirilen Kürtlerin evlerine dönmeleri sağlanacaktı. Bu duruma da normalleştirme deniyordu. Ardından sayım ve seçim-referandum yapılacaktı. Bu süreç
kerkük kerkük olalı... 2007 yılında tamamlanmış olacaktı. Fakat yukarda saydığımız nedenlerden ötürü Bağdat Hükümeti aradan 10 yıl geçmesine rağmen bu meseleyi çözmedi. Mart ayında Kerkük İl Meclisi Irak bayrağının yanına bölge bayrağının asılmasını 140. maddeye dayandırarak karara bağladı. Bu durum Kerkük’te nasıl karşılandı? 2003 yılında Saddam’ın devrilmesiyle birlikte Amerikan askeri geldiğinde Bölgesel Yönetim’in bayrağının hiçbir yere asılmasına izin verilmedi. Fakat hangi eve ya da parti binasına giderseniz gidin, bayrak her yerde vardı. İki yıl önce IŞİD Kerkük’e saldırdığında peşmerge güçlerinin ve Kürdistani güçlerin savunma hattı ve mevzilerinin tamamında Bölgesel Yönetim’in bayrağı vardı. Şimdi Kerkük İl Meclisi Kerkük’ün, “Tartışmalı Bölgeler” sorunundan kurtulup statüye kavuşmasını istedi. Ve bayrağın resmi kurumlara asılması kararı gündemli toplandı. Kerkük İl Meclisi 41 üyeden oluşuyor. Demokratik ve yasal olan bu madde uygulamaya konulacağı aşamada -sadece Kürt Kazanımı diye- özellikle Türkiye müdahale etti. Zaten karar aşamasında Türkmen Cephesi kararı boykot ederek salonu terk etti. Araplar da sessiz bir şekilde kararı benimsemeyerek çekildiler.
Geriye kalan 26 oy ile Kerkük’ün resmi kurumlarına Bölgesel Yönetim’in bayrağı asıldı. Kerkük, Kürt, Arap, Türkmen ve çok azınlıkta kalmış Hıristiyanların yaşadığı bir il. Burada birlikte yaşamı demokratik zeminde geliştirmek için kararlar zaten Kerkük İl Meclisi’nde alınıyor. Her kesimin temsiliyeti var zaten. Biz; Kürtler yönetecek demiyoruz ve farklılıkların olduğu hiçbir yerde böyle tekçi bir anlayışı benimsemiyoruz. Kerkük, tarihsel ve coğrafik olarak Kürdistani bir yerdir diyoruz. Bunun böyle görülmesi gerekir. Petrol rezervlerinin önemli bir kısmı burada diye zaten buradaki dokuyu tahrip etmek isteyenlere karşı çok mücadele ettik. Bundan sonra da yaşanan tarihsel gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz. Mesela burada yaşayan halklar, tarih boyunca birlikte yaşamışlar ve aralarında sorun olmamış. Bizim partide Arap, Türkmen, Kürt ve şehit aileleri üyeleri var. Meselelere dair sürekli görüşmeler yapıyoruz. Ve Bölgesel Yönetim’in bayrağının asılmasına asla itiraz etmediler, Kürdistani bir kazanım olarak gördüler. Ve bu sayı azımsanacak bir sayı değil. Aslında çoğunluk zaten birlikte yaşamı savunuyor. Fakat özellikle Türkmen Cephesi ve esasen Türkiye ve Erdoğan burada sadece Kürt kazanımlarını engellemek
MAMOSTA ASO Kürdistan Özgür Toplum Hareketi Yönetim Kurulu Üyesi
Kerkük sorunu demokratik konfederalizm ile çözülür Kerkük meselesi Kerkük’te yaşayan halkların meselesidir ve çözümü onlara aittir. Türk Devleti’nin müdahaleleri antidemokratik, ırkçı-şovenist bir yaklaşımdır. Bu anlayış Kerkük’e hizmet etmemiştir.
85
için müdahale ediyor. Burada böylesi anlayışların bir karşılığı olmaz. Erdoğan’ın açıklamasına karşı tepkiler ne oldu? Erdoğan aslında önceki devletin siyasi sistemini devam ettiriyor. Zihniyet aynı, gelenek ne yazık ki bozulmuyor. Kerkük’te doğrudan ve özgür bir yönetim kurulmasından korkuyorlar. Çünkü halkların kendilerini birlikte yönetmesi ve bunu demokratik bir sistemde yapması, bu topraklarda gözü olan hiçbir işgalci gücün işine gelmiyor. Özellikle Türkiye’nin hiç işine gelmiyor. Çünkü Kürde ve Kürdün kazanımlarına düşman. Erdoğan bu yüzden tehditkâr konuşuyor. Birincisi; Erdoğan’ın başka bir ülkenin iç işlerine karışma yetkisi yok. İkincisi Türkiye’nin tehditlerinin burada küçük bir azınlık dışında zaten karşılığı olmaz. Türkmen Cephesi’nin burada kime hizmet ettiği zaten ortada. Erdoğan burayı Kuzey Kıbrıs politikası mantığıyla düşünüyor. Lakin unutmasın burası Kürdistani topraklardır. Burada Erdoğan’ın gerici faşist politikası tutmaz. Türkmen Cephesi’nin de bunu görmesi lazım. Turanizm-gericilikten Ortadoğu çok çekti. Kimse artık baskıcı tekçi yönetimlerde yaşamak istemiyor. Baas ve Saddam rejimi bile yıkıldı. Erdoğan’ın tehditkâr söylemleri korkusundandır. Yıkılırsa çok kötü yargılanacak. Kerkük, tarihte ve bugün Irak ve Başur (Güney) Kürdistan için neden önemli? Kürdistan Özgür Toplum Hareketi olarak Kerkük’ün Kürt şehri olduğuna inanıyoruz. Kerkük’ün ciddi bir yeraltı zenginliği vardır. Şunu söyleyebiliriz; Irak genel petrolünün yüzde 27’sini Kerkük karşılıyor. Bu olayın bir boyutu. Diğer bir boyutu ise Kerkük çok kültürlü çok inançlı ve çok kimlikli bir şehirdir. Burada Kürtler, Araplar, Türkmenler, Asuriler ve Kakei Kürtleri yaşıyor. Ayrıca her iki mezhepten (Sünni-Şafi) insanlar var. Egemenler, sömürgeciler, sermaye sahipleri toplumun bu çok kültürlü, çok renkli ve dilli yapısını kendi çıkarları için bir fırsat olarak görüp, bu yönlü kullanmak istiyorlar. Tarihsel boyutuyla da Irak Hükümeti kurulduğundan bugüne kadar Kerkük ile ilgili projeleri ulus ve mezhep temelli olduğu için sorunlar bugüne kadar
kerkük kerkük olalı... büyüyerek gelmiştir. Görülüyor ki Kerkük’ün durumu da genel olarak Irak’ın durumuna benzerdir. Bu da gösteriyor ki siyasetin mevcut sorunları kapitalist sistemden kaynaklıdır. Kapitalist sistem bir kırılma yaşıyor bu kriz bu kırılmanın sonucudur. Farklı etnik kimliklerin bir arada yaşadığı Kerkük’te kalıcı çözümü nerede görüyorsunuz? Biz Kürdistan Özgür Toplum Hareketi olarak, Kerkük’ün mezhepsel ve etnik kimliklerini göz önünde bulundurarak; Kerkük’ün demokratik özerklik ya da demokratik konfederalizm ile sıkıntılarını aşabileceğini düşünüyoruz. Örneğin Rojava Kürdistan’ında mevcut yaşanan demokratik özerklik; toplumun renklerinin bir arada yaşamasına imkân veren ve kendi kendini yöneten bir sistemdir. Rojava’da inşa edilen bu sistem dünyanın bütün özgürlük arayıcılarına bir ilham kaynağı olmuştur. Şimdi baktığımızda dünyadaki bütün devrimciler yönünü Rojava’ya çevirmişler, bu birlikte yaşam projesinden büyük güç ve moral almışlardır. Bizler de Rojava’da yaşanan bu demokratik özerklik veya konfederal sistem Kerkük’te de hayata geçirilebilir diyoruz. Yoksa Kürtler ya da Araplara kalırsa bir çözüm olmaz. Tarihsel ve hakikat olarak Kerkük bir Kürt şehridir ve yapılan seçimlerde de sayısal olarak parlamento çoğunluğuna Kürtler seçildi. Ancak bizler, buna rağmen sayısal çoğunluğu esas almayıp, bu şehirde yaşayan herkesin demokratik özerklik sistemi içerisinde kendisini ifade edebilmeli, kentte yaşayan tüm halklar kardeşçe bir arada yaşayabilmeli diyoruz. Bu sistem bütün inançlara, kültürlere en uygun modeldir. Siyasi nedenlerden dolayı geçici sığınmacı olarak Kerkük’e gelenlere dair nasıl bir çözüm düşünüyorsunuz? Bilindiği gibi Irak Anayasası’nda 140. madde var. Bu madde tartışmalı bölgelere statü kazandırmayı amaçlıyordu. Maalesef 2003 yılında hem Irak Hükümeti hem de Bölge Yönetimi Kerkük meselesine ciddi yaklaşmayıp bir çözüm üretemediler. Öte yandan Kerkük İl Meclisi, Kerkük için karar alma yetkisi taşıyordu. Bununla birlikte Kerkük’e siyasi nedenlerden dolayı başka şehirlerden getirilen sığınmacı-
ların koşulları sağlanıp geri gönderilmesi meselesi vardı. Çünkü bunlar bu şehrin ikame edenleri değildi, geçici olarak gelmişlerdi ve geri gönderilmek koşulu ile yerleştirilenlerdi. Ancak faşist Baas Rejimi Kerkük’ün demografik yapısını kendi lehine çevirmek için bu insanları geri göndermedi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Irak Hükümeti çözüm konusunda ciddi olsalardı meseleyi çözerlerdi. Çünkü resmi olarak Federal Kürdistan nihayetinde Irak’a bağlıdır. Biz geçmişte yapılan yanlış politikaların sonucunda mağdur edilen bu sığınmacıların tekrar koşulları sağlanarak yaşam alanlarına gönderilmelerini talep ediyoruz. Kimse politik malzeme nedeniyle yaşam alanından koparılmasın diyoruz. Kerkük Kürdistani bir yer dediniz ve bayrak meselesinde Kerkük İl meclisini desteklediğinizi belirtiniz. Kerkük halkları bunu nasıl karşıladı? Hem içerden hem de dışardan gelen tepkiler nelerdi? Kerkük İl Meclisi’nin resmi kurumlara bayrak asma kararını destekledik. Türkiye ve diğer devletlerin Kerkük’ün iç sorunlarına müdahalesini asla onaylamıyoruz ve doğru bulmuyoruz. Özellikle de son dönemlerde Türk devletinin müdahaleleri arttı. Irak’ın bir parlamentosu var, Kerkük meselesi Kerkük’te yaşayan halkların meselesidir ve çözümü onlara aittir diyoruz. Türk Devleti’nin müdahaleleri antidemokratik, ırkçı-şovenist bir yaklaşımdır. Bu anlayış Kerkük’e hizmet etmemiştir. Etmez de. Türkiye birçok kez Kerkük’e müdahale etmek istemiştir, bu nedenle de tehdit etmiştir. Bu tehditlerin akabinde Türk Devleti Kerkük’e IŞİD eliyle saldırmıştır. Biz Kerküklüler olarak buna çok tanık olduk. Kerkük Halkı Kerkük’ü savunmak için mücadele etmiştir. Ve bu bir gerçektir ki, peşmerge ve gerilla güçleri canlarını siper ederek Kerkük’ü savunmuşlardır. Ancak buna rağmen Kerkük hâlâ tehdit altındadır. Bunu da görmemiz gerekiyor. Bu tehlikeler bölge devletleri tarafından destekleniyor ve bu devletlerin başında Türkiye geliyor. Türkiye’nin bir hayali rüyası var. Bu da Kerkük’ü, Duhok’u ve bütün olarak Başur Kürdistan’ı kendi kontrolünde tutmak istiyor. Biz bunu kabul etmiyoruz. Bu müdahaleye karşı mücadelemiz devam edecektir diyoruz.
86
Türkmen meselesine gelince Türkmen Cephesi de meseleye MHP ve Erdoğan cephesinden bakmaktadır. Bu anlayış Ortadoğu’da bir kırılmaya doğru gidiyor. Biz Kürdistan Özgür Toplum Hareketi olarak şununla gurur duyuyoruz ki; soruna ilişkin demokratik bir proje olan Demokratik Konfederalizm gibi bir projemiz var ve çözüm sahibiyiz. Çünkü bu yeni sistem bir çözüm gücüdür. Biz sisteme inanıyoruz ve güveniyoruz. Şunu belirtmek istiyorum ki; Türkiye ve Erdoğan öncelikli olarak ülkesindeki iç meseleleri çözmelidir. Türkiye’de demokrasi, insan hakları sorunu vardır. Biz Bakur (Kuzey) Kürdistan’ında neler yaptığını gördük. Onlarca basın ve yayın kuruluşunu kapattı. Seçilmiş, halkın temsilcileri olan belediye eş başkanlarını ve HDP eş başkanları ile çok sayıda parlamenterini tutuklattı. Bakur (Kuzey) ve Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorunlarını çözsün, Irak ve Başur (Güney) Kürdistan’ına müdahale etmekten vazgeçsin. Türkiye ve Erdoğan’ın işgalci politikalarını destekleyen KDP’yi kınıyoruz. Bugüne kadar Türkiye’nin Rojava, Şengal ve Kandil’e saldırıları oldu ve devam ediyor. Kınama mahiyetinde dahi hiçbir beyanatları bile olmamıştır. Kürdistan Özgür Toplum Hareketi olarak çözümü nerede görüyorsunuz? Biz halkların bir arada yaşayabileceğine, karar verebileceğine inanıyoruz. Meselenin çözümünün demokratik konfederalizmde olduğuna inanıyoruz. Çünkü bu sistem herkesin özgür ve eşit bir şekilde kendi dilini, inancını kültürünü geliştirip korumasına olanak sağlayan bir sistemdir. Biz istiyoruz ki her inanç her kültür kendi değerlerini savunabilsin. Kürdistan Özgür Toplum Hareketi olarak, şovenizme-ırkçılığa, mezhepçiliğe ve bu zihniyetlere karşı mücadele eden bir hareketiz. Çünkü bu zihniyetler, toplumda üreten, toplumları geliştiren anlayışlara karşı sürekli toplumları birbirine düşüren, toplumun başına bela olan bir zihniyetler ve anlayışlardır. Bizim mücadelemiz de demokratik ve özgür bir toplum inşa etme ve birlikte yaşama mücadelesidir.
kerkük kerkük olalı... HOŞYAR ABDURRAHMAN AHMED Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Kerkük Dış İlişkiler Sorumlusu
ortak bir yaşam kurmak istiyoruz Biz Kerkük Kürtlerindir, demiyoruz. Kerkük Kürdistani bir yerdir, diyoruz. Burada yaşayan bütün kesimlerle birlikte yönetmek ve geliştirmek istiyoruz. Türkiye ve Bağdat buradaki Arap ve Türkmen nüfusuna o zehirli, topluma faydası olmayan düşüncelerini dayatmaktan vazgeçerse, inanın burada daha özgür ve eşitlikçi bir ortamda yaşarız.
Kerkük, Irak ve özellikle Başur (Güney) Kürdistan için neden önemli? Kerkük’ün özel bir statüsü var. Esasen bunu herkes bilir. Doğal kaynakları açısından (petrol yatakları) zengin bir şehirdir. Aslında baktığımızda Irak Anayasası’nın 140. maddesinde yer alan “ tartışmalı bölgeler” kapsamında olmasaydı bugün Hewler (Erbil) değil, Kerkük Güney Kürdistan’ın hem kültürel hem de ekonomik açıdan başkentiydi. Sadece Kerkük merkezinde yaşayan nüfusun yüzde 48’i Kürt’tür. Çevre ilçeler ile beraber bu rakam yüzde 55’leri buluyor. Irak Baas Rejimi’nin Kerkük’ün demografik yapısını bozma girişimleri oldu tarihte. İnsanlar zaman zaman dışardan içeriye, içerden dışarıya göçe zorlandı. Fakat nihayetinde, bütün bu zorla göç ettirme politikalarına rağmen Saddam devrildikten sonra göç eden Kürt nüfusu Kerkük’e geri döndü. Şimdi Kerkük Kürt nüfusu ile beraber Arap, Türkmen ve çok azınlıkta kalan Hıristiyanlardan oluşuyor. Ama maalesef bu kaotik ortamda Hıristiyanların burada yaşama şansı çok azaldı. Irak Anayasası’nın 140. maddesine dayanarak Kerkük İl Meclisi’nin
kararı ile resmi kurumlara asılan bölge bayrağına gelişen tepkiler oldu mu? Irak Anayasası’nda 2003 yılında tartışmalı bölgeler başlıklı kararlar alındı ve bu kararlar sonucunda 2007 yılında nüfus sayımı ve referandum yapılarak bu süreç bitirilmiş olacaktı. Fakat aradan 10 yıl geçmesine rağmen, Merkezi Hükümetin çeşitli bahanelerle Kerkük’e statü tanımaması nedeniyle Irak Anayasası’nın 140. maddesinde yer alan c bendine göre davranıldı. Yani Kerkük İl Meclisi bu kararını, yasal çerçevede ve demokratik bir biçimde hayata geçirdi. Kerkük İl Meclisi 41 üyeden oluşmakta. Üyelerin 26’sı Kürt, 9’u Türkmen 6’sı Arap’tır. 28 Mart 2017 tarihinde Kerkük İl Meclisi, bütün üyeleriyle konuyu tartışıp karara bağlamak için toplandı. Gündem maddesi konuşulurken üyelerin bir kısmı karar aşamasını boykot ederek salonu terk ettiler. Özellikle de Türkmen Cephesi boykot etti. Arap üyeler sessiz kalarak karara katılmadılar. Kalan 26 Kürt üyenin oyu ile bölge bayrağının resmi kurumlara asılma kararı kabul edildi. Kerkük tarihi ve coğrafik olarak Kürdistan’ın bir parçasıdır. 35 yıl içerisinde Baas yönetiminin bütün
87
demografik oyunlarına rağmen bu durum değişmedi. Baas rejiminin yıkılmasıyla beraber buradan göç ettirilen Kürtler yerlerine geri döndü. İki yıl önce IŞİD saldırıları olduğunda burayı savunan güçler peşmerge ve gerillalardı. Ve her saldırı karşısındaki savunmayı Kürdistani savunma güçleri yaptı. Dolayısıyla bugüne kadar resmi kurumlar dışında nereye bakarsanız bakın bölge bayrağı bütün savunma alanlarında var. Ve en önemlisi IŞİD Kerkük’e saldırdığında peşmerge ve gerilla önemli bir savunma hattı oluşturdu. Bu savunma hattı sayesinde Kerkük; Musul, Ramadi ve diğer yerler gibi IŞİD’in eline geçmedi. Burada gerek peşmerge gerek gerilla ve Demokratik Suriye Güçleri’nin desteği çok önemliydi. Eğer ciddi bir savunma hattı kurulmasaydı Kerkük bugün IŞİD belasının merkezlerinden biri konumundaydı. Savunma cephesinde bölge bayrağı varken kimse tepki göstermiyor da mesele resmi kurumlara gelince neden tepki gösteriliyor? Kerkük İl Meclisi demokratik bir yöntemle Irak bayrağının yanına bölge bayrağının asılması için karar alıyor. Bu Irak Hükümetinin Anayasası’nda var. 2007 yılından beri Kerkük’ün statü kazanmasını bekledik. Irak Hükümeti ile Bölgesel Yönetim’in başkanı arasındaki çekişmeler bahane edilerek yapılmadı. Kerkük İl Meclisi kanun çerçevesinde demokratik bir düzlemde karar almıştır. Bundan daha doğal bir durum da yoktur. Türkiye’nin özellikle Erdoğan’ın tepkisi Kerkük’te nasıl karşılandı? Türkiye ile komşuluk ilişkilerinin iyi bir şekilde yürütülmesini isterdik. Fakat ne yazık ki özellikle son beş yılda Türkiye hem içerdeki yanlış politikaları ile hem de dış politikasında “Arap Baharı” rüzgârına kapılarak etrafında hiçbir komşu ülke bırakmadı. Yanlış dış politikaları ile her gün siyasi alanda kaybediyor. Kaybettikçe tepkiselleşiyor. Bakın Avrupa Birliğine üyeliğini kaybetti. Suriye’de batağa girdi. Irak’ta kaybetti. Kendi çıkmazlarını aşmak ve ülkeyi sürüklediği bataklıktan çıkarmak için, Şangay Beşlisi’ne yüzünü dönmeye ve böyle kurtulmaya çalışıyor. Buradan da bir çıkar yol bulamayacağı açıktır. Erdoğan’ın ve AKP’nin Irak ve Güney Kürdistan’da bilhassa Kerkük’e dair stratejisi var. Bu yüzden bölge
kerkük kerkük olalı... bayrağının asılmasına tehditkâr söylemlerle mesaj veriyor. Erdoğan’a hatırlatalım; burası Irak toprakları ve coğrafi olarak Kürdistani bir bölgedir. Türkiye’den başka bir ülkenin iç işlerine müdahale etmek kendi sonunu getirmektir. Türkiye referanduma gider, yasa değiştirir, diktatörlüğe gider. Buradan iç işlerine karışma yetkimiz yok. Ancak Türkiye’de yaşayan Halkların daha özgür ve eşit temelde yaşaması için tavsiyede bulunabiliriz. Komşu ülkemizle iyi ilişkiler içinde olmayı isteriz. Fakat Erdoğan PKK’nin Kürdistani bölgelerde yani Irak’ta, Suriye’de, İran’da ve Türkiye’de varlık göstermesini bahane ederek sözüm ona terörü bitirme hamleleri yapıyor. PKK’nin bu bölgelerde örgütlenmesinden daha doğal bir durum var mıdır? Bugün Ortadoğu’da IŞİD vahşetine karşı insanlığı savunan Peşmerge ve PKK’dir. Türkiye PKK’ye karşı değil IŞİD’e karşı mücadele etsin. Esas gerçeklik budur. Irak bayrağının yanına asılan bölge bayrağına tepki göstermek ve tehdit etmek ateş ile oynamaktır. Tayyip Erdoğan, İbrahim Kalın, Mevlüt Çavuşoğlu ve Binali Yıldırım derhal bu tutumlarından vazgeçsinler. Suriye’nin iç işlerine karıştınız, bataklıktan çıkamıyorsunuz. İkinci bir bataklık sizin tamamen sonunuzu getirir. Türkiye’nin bu tutumu Türkiye-Irak ekonomik ilişkilerinin bozulmasına kadar götürür. Türkiye bu tutumunu yeniden gözden geçirmek zorundadır. Biz Kerkük Kürtlerindir, demiyoruz. Kerkük Kürdistani bir yerdir, diyoruz. Ve burada yaşayan bütün kesimlerle birlikte yönetmek ve geliştirmek istiyoruz. Zaten şu an Türkiye ve Bağdat buradaki Arap ve Türkmen nüfusuna o zehirli, topluma faydası olmayan düşüncelerini dayatmaktan vazgeçerse, inanın burada daha özgür ve eşitlikçi bir ortamda yaşarız. Bu yaşanan son gelişme nedeniyle Türkmen Cephesi’nin yanına kendim gittim. Türkiye’den talimat almak yerine gelin burada yaşanan açmazları birlikte aşalım, dedim. Ama buna da gelmiyorlar. Türkmen Cephesi ile Türkmenler kesinlikle aynı şey değildir. Erdoğan’ın Irak’ta özellikle Kürtlerin demokratik her kazanımını tehdit olarak görmesi ve buna sert tepki göstermesinin esas nedeni nedir? Türkiye’nin dış politikası histeriye dönüşmüştür. Ortadoğu’nun belki
de en güçlü ülkesi olabilecek durumdayken özellikle “Arap Baharı” ile başlayan intikamcı politikası nedeniyle her geçen gün kaybetti ve kaybetmeye devam ediyor. Durumunu görüp düzeltmek yerine Ortadoğu’daki insanlık kıyımına en büyük desteği veren ülke haline geldi. Yaptığı her yanlış politika esasen ekonomisinin giderek daha da kötüleşmesine sebep oldu. Örneğin Rusya ile yaşadığı krizde ekonomik kaybı varın siz hesap edin. Şimdi Türkiye yerine İran ile ekonomik ilişkilerini güçlendirdi. Türkiye’nin bu yanlış politikası nedeniyle elinde bir tek Güney Kürdistan kalmıştır. Dolayısıyla Kürdistani kazanımlar esasen Kürtlerin birliğini güçlendirir. Kürtlerin birlik olması demek Türkiye’nin burada rahat hareket edememesi demektir. Feryat etmesinin nedeni budur! Türkmen Cephesi dışında burada yaşayan Arap, Türkmen ve azınlıkta kalmış Hıristiyanların tepkileri ne oldu? Türkmen Cephesi’nin buraya dair bir stratejisi yok. Türkiye hangi talimatı veriyorsa onu uyguluyor. Bayrağın resmi kurumlara asılması meselesinde aldığı tutumun Kerkük’te bir karşılığı yok. Yani 200 kişilik bir grubun tepki göstermesi ve esnafa dükkânlarınızı kapatın çağrısı kesinlikle karşılık bulmamıştır. Türkiye talimatı verdi, bunlar uyguladı o kadar… Yukarda da belirtmiştim sürekli görüşme halindeyiz burada yaşayan Türkmenlerle. Ve şunu sürekli belirtiyoruz. Gelin Kerkük ilimizi birlikte geliştirelim. En kadim halklardan biriyiz. Osmanlı bu toprakları işgal etmeden önce de biz buradaydık. Dolayısıyla eğer ortak yaşam kuracaksak buralarda, Türkiye’den talimat almak yerine gelin burada yaşadığımız açmazları birlikte çözelim. Ama buna da gelmiyorlar. O zaman bu Türkmen Cephesi’ni Türkiye talimatlı, stratejisiz ve Kürdistani kazanımlara saldıran ve anında Türkiye’yi bilgilendiren ve talimat bekleyen pozisyonu ile anmış olacağız. Bugüne kadar kısa vadeli çözümlerle buraya kadar gelindi. Peki, bundan sonra Kürdistan Yurtseverler Birliği olarak kalıcı çözüm için nasıl bir yol haritanız var? Bir defa Türkiye’nin popülist ve mezhepçi politikası ile kalı-
88
cı bir çözüm ne Türkiye’de ne de Ortadoğu’da sağlanamaz. Yıllardır komünizm en güçlü ideolojik yapıdır diyoruz ve bütün meselelere akılcı yaklaşarak çözecek diyoruz. Ortadoğu’daki halimize bakın, bu akılcı yaklaşımın yerini dinler ve mezhepler almış. Dolayısıyla partimizin çözüm politikası ne kadar demokratik olursa olsun, toplumun üzerindeki bu mezhepçi ve dinci politikalara karşı birlikte demokratik yaşamı esas alan bir irade ortaya koyamazsak kalıcı çözüm olmaz. Şimdi Ortadoğu’nun en önemli problemi dinci-mezhepçi örgütlenmelerdir. Bu dinci ve mezhepçi örgütlenmelerle beraber bir yandan Türkiye’nin etkisi diğer yandan İslam’ın etkisi ve Arap ülkelerinin etkisi, geliştirilebilecek ekonomik ve sosyal insani ilişki ve diyalogları engelliyor. Bu yaklaşım olduğu sürece Ortadoğu’da demokratik ortak yaşam kurma şansımız daha da uzun yıllarımızı alacağa benziyor. Mesela önümüzü görmemiz açısından bir Rojava devrimi var. Hem kadın öncülüğünde hem de demokratik zeminde bir toplumsal yaşam kuruluyor. Doğrudur. Türkiye’nin özellikle Rojava’ya, Şengal’e ve Kandil’in Medya Savunma Alanları’na her gün saldırmasının temel nedeni budur. Çünkü Rojava deneyimi esasen dincimezhepçi- tekçi anlayışlara karşı kadın öncülüğünde ve orada yaşayan halkların toplumsal yaşamı demokratik zeminde kurması üzerinde yükseliyor. Bugün açısından baktığımızda, Rojava deneyiminin sürdürülebilir olması popülist-dinci-mezhepçi anlayışları daha da tedirgin ediyor. 25 yıldır Güney Kürdistan örgütlerinin politik olarak yaptığı yanlışların çözümüne de bir cevaptır esasen Rojava. Yine Türkiye’nin stratejik konumuna rağmen koalisyon güçleri Türkiye’yi değil DSG güçlerini destekliyor. Kendilerinin beslediği bu canavar yüzünden insanlık yok olacak ve kendileri de bunun hesabını veremeyecekleri kaygısı ile bu canavarla savaşan herkesi destekliyorlar. Kerkük’te Rojava modelini inşa etmek istiyoruz. Burada Rojava heyetini ağırladık. Ve çok etkilendik. Burada meselenin düğümlendiği nokta Türkmen Cephesi. Araplar esasen Bağdat ile ilişkilerinden etkilense de ortak yaşama dair stratejileri var. Fakat Türkmen Cephesi’nin stratejisi dahi yok.
hukukun kabir azabı Küçük Armutlu’da öldürülen Dilek Doğan ve Yılmaz Öztürk’ün ve birçok toplumsal davanın avukatlığını yapan Cemal Yücel’le dava süreçlerini ve Türkiye’de hukukun işleyişini konuştuk.
Söyleşi: Özgür Deniz ÖZDİREK Küçük Armutlu’da öldürülen Dilek Doğan’ın davasında avukatlık yaptınız. Dilek Doğan davası sürecinin değerlendirmesini yapabilir misiniz? Ekim 2015 olayın oluş tarihidir. O gün özel tim polisleri ve bunun haricinde arama yapacak diğer polis ekipleri, gece saat 04.00 sıralarında Küçük Armutlu Mahallesi’nde Dilek Doğan’ın evini kuşatıyor. O sırada Dilek Doğan’ın abisi, iki arkadaşıyla beraber bahçede sohbet ediyor. Polisler ellerinde uzun namlulu silahlar, yüzlerinde maskeler, tipleri korkutucu ve her an ateş etmeye hazır şekilde “Biz burada arama yapacağız” diyorlar. Dilek, annesi ve babası seslere uyanıyor. Bu sürecin tamamı Dilek’in vurulma anına kadar polis kameralarıyla kayıt
altına alınmış, tespit edilmiş durumda. Bu çekimler dava sürecinde çok önemli bir kanıt haline geldi. Özel timin şefi olan, Dilek’i vuran polis memuru ile Dilek ve abisi arasında galoş meselesi yüzünden bir tartışma yaşanıyor. Dilek diyor ki “Aramanızı yapın ama eve ayakkabılarla girmeyin, galoşlarınızı takın” Onlar da “Tamam” diyorlar fakat yine de içeri ayakkabılarıyla giriyorlar. Dilek “Galoş takacağız diyorsunuz ama takmıyorsunuz” diyerek yeniden uyarıyor. Dilek’in abisi de aynı uyarıyı yineliyor. Ekibin bu eve geliş nedeni de; daha önce ABD Konsolosluğu’na saldırı yapan kişilerden bir kadının yakalanmamış olması ve bu evde olma şüphesi. Biz tam emin olamasak da Polis Şefi’nin Dilek’i kaçan kadına benzetmiş olma ihtimali de ortaya çıkıyor. Polis Şefi üç kez Dilek’e ismini soruyor. Kimliğini vermesine rağmen
89
ısrarla ismini sormasından biz bu sonucu çıkarıyoruz. Arama yapılan odada çekim sürerken kameranın arka tarafında da Dilek, Dilek’in abisi, annesi, babası yan yana durmuşlar aramayı izliyorlar. Burada kritik nokta kameranın civardaki tüm sesleri kaydediyor olması. Kamerada o ana kadar hiçbir tartışma yok. Sadece Dilek’in ölümünden 15-20 saniye öncesinde Dilek’in abisinin sesi geliyor; “Ankara’da yüzden fazla insan öldü, orada hiç polis yoktu. Ben şu an Kayseri’den geliyorum, orada adım başı polis vardı” diyerek başka bir durumdan hareketle polisin aldığı tutumu eleştiriyor. Bunu da normal bir tonda söylüyor. Dilek’in abisi bu konuşmayı yaptığı sırada evin giriş kapısının önünde, dışarıda bulunan Polis Şefi üç defa “Ben sana ne dedim” diye bağırıyor ve elinde tüfekle içeriye giriyor, o anda silah patlıyor. Polisin bu sözlerinin ar-
hukukun kabir azabı dından silahın patlaması da kayıtlara giriyor. Dilek göğsünden vuruluyor. Sonrasında tartışmalar çıkıyor, aile polise saldırıyor. Ailenin araba ile Dilek’i hastaneye götürme isteği engelleniyor ve ambulans tam kırk dakika sonra geliyor. Dilek hastaneye götürülüyor ve yoğun bakıma alınıyor. Ancak bir hafta sonra Dilek’i kaybettik. Soruşturmayı Dilek’in abisi üzerinden yapıyorlar. Çünkü polislerin tamamının imzaladığı tutanakta olay şu şekilde anlatılıyor; annesi, babası, abisi ve Dilek’in kendisi polislere saldırmışlar hatta Dilek’in abisi polisin elinden uzun namlulu MP-5 tüfeği almaya çalışmış. Bunun sonucunda olay, polisin hareketiyle değil, abisinin tüfeği almaya çalışırken tetiğe basması sonucunda gerçekleşmiş deniliyor. Tamamen yalana dayalı, tüm polislerin imzasına rağmen gerçek dışı bir tutanak. Tutanak böyle tutulunca, olayı soruşturan savcı Dilek’in abisi hakkında soruşturma başlatıyor. Az kalsın kardeşini vurmaktan Dilek’in abisi içeri girecekti. Ama o arada bizce o kamera kaydı yok edilebilirdi, hiç ortaya çıkmayabilirdi. Fakat bir şekilde savcıya bunu gönderiyorlar ya da savcı istiyor. Kamera savcıya geldikten sonra işin seyri değişti. Soruşturmanın yönü tekrar Polis Şefi’ne dönüyor. İfadeler alındıktan sonra savcı ağır bir suçun olduğu, sonucu ölümle biten bir olayda derhal tutuklama kararı ister. Fakat her zamanki gibi oldu ve savcı herhangi bir tutuklama talebinde bulunmadı. Şu ana kadar polis bir gün bile tutuklanmadı. Gözaltına alınmadı, görevden alınmadı. Bu istisnai bir durum mu? Bu istisna değil. Bu tip olaylarda; devletin polisinin ya da askerinin yapmış olduğu öldürme olaylarında, bizim hep rastladığımız bir durum. Adliye tarafından “koruma, kollama” anlayışıyla, “Polisimizin eli soğumasın” mantığıyla hareket eden, kaynağını buradan alan, vatandaşın yaşama hakkını yok sayan bir adliye geleneği var. Koruma ve kollama anlayışı sadece siyasi nitelikli konular için geçerli değildir ayrıca adli olaylarda da böyledir. Kaynağının illa da terör, siyaset benzeri bir sebep olması gerekmiyor. Aslında baktığımızda “Dilek olayı” öyle siyasi kaynaklı bir cinayet değildir, ev araması sırasında gerçekleşmiş bir olaydır. Dilek’in herhangi bir siyasi,
örgütsel ilişkisi yok. Ama görünenden bizim algıladığımız şu; Küçük Armutlu Mahallesi, tanık polislerin ve sanığın ifadelerinde şöyle geçiyor; “Burası, terörle ilişkili bir bölgedir, teröristlere yardımcı bir yerdir. Oradaki insanların tamamı teröristlerle zaten bir şekilde ilişkilidir.” Bu düşünceyi mahkemelerde de ifade ettiler. Oradan kendilerine bir savunma kaynağı bulmaya çalıştılar. Ama olay görünen haliyle; polisin, orada galoş giyme tartışmaları yüzünden ve abisinin de polisi eleştiren konuşmalarından kaynaklı sinirlenerek, kızarak bir kişiyi öldürmesidir. Aslında olay siyasi motifler barındırmakla birlikte, esas olarak adli bir olaydır. Ama yine de o polis korunmuş ve kollanmıştır. Dava süreci tamamlandı mı? Dava sürecinden bahsedebilir misiniz? Polis hakkında açılan dava, “kasıtlı insan öldürmeden” açılmadı. “İhmal suretiyle kasıtlı öldürme” diye bir madde vardır.
90
İhmal suretiyle kasıtlı öldürme ne demek? Savcı “ihmal suretiyle kasıtlı insan öldürmenin” nasıl olduğunu bile açıklamadan, belirsiz bir dava açtı. Somut, delillendirilmiş bir şekilde iddianameyi yazmadı. Biz kendi yorumumuzla ancak şöyle düşündük; silahın emniyet kilidini kapatmayarak, orada dolaşmak bir ihmal. Dava sonunda hakim de böyle bir durumun delillendirilmediğini ve böyle bir iddianameye uyarak karar vermediklerini söyledi. Burada bir vurulma fiili var. Bir de fiil gerçekleştikten sonra 40 dakika boyunca Dilek’i orada tutmuşlar. Dilek çok kan kaybetmiş. Hastaneye gitmeleri engellenmiş. Bu da ayrı bir fiil olarak değerlendirilemez mi? Yok değerlendirilmedi. Bekletme olayı; mahkemede tanıkların anlattıklarından, telsiz konuşmalarından zaten daha sonra yani mahkeme sürecinde ortaya çıktı. Ama bu ayrı bir
hukukun kabir azabı dava konusu olmadı, olmaz da zaten. Kasıtlı öldürmede bile gönülsüz dava açanlar, bunun için dava açar mı? Oysa bekletilmemeliydi. Hastaneye oradaki imkânlar dâhilinde götürülmeliydi. Çünkü göğsünden vurulmuş, kan kaybediyor. Dava başladı; biz her duruşmada, sosyal medyadaki bir paylaşımından, gazetedeki bir makalesinden, insanların bu kadar basit nedenlerden tutuklandığı bir ortamda; cinayet işleyen birisinin öncelikle tutuklanması gerektiğini, hiçbir surette bunun açıklamasının olamayacağını, çifte standart uygulandığını, sanığın korunduğunu ve kollandığını söyledik. Tüm bu taleplerden maalesef bir tutuklama kararı çıkartamadık. Başka anormal durumlar da oldu; duruşmada ailenin, izleyicilerin bazen sanığa veya savcıya, heyete yönelik bir takım sözleri oldu. Normalde olay çıkaran her kimse, duruşma salonundan çıkartılması ve yargılamanın açık şekilde devamının sağlanması gerekir. Bu yapılmadı, duruşma herkese kapatıldı. Sadece avukatlar ve mahkeme heyeti vardı, basın ve izleyiciler bulunamadı.
ölümünde. Savcının mütalaasına göre Dilek kendi ölümünden suçlandı. Annesi, babası abisi de bu ölüme ortak… Ortak taksir, ortak kusur. Sanık da bu dördünün kusuruna eklenmiş.
Dosyaya gizlilik kararı mı verilmiş oldu? Gizlilik demeyelim de kapalılık kararı verilmiş oldu. Bunlar farklı şeyler.
Başka kimse bu ortak kusura dâhil edildi mi? Savcı; emniyeti kapatmadığı için sanığı eklemiş ama esas suçlanan burada Dilek ve ailesi oluyor. Bu sonuca mütalaa verildikten sonra ben tepki gösterdim, “Ne zaman anneyi, babayı, Mehmet’i hatta mümkünse Dilek’i mezardan çıkartarak, hapse atacaksınız? Bu mütalaanın sonucu şu; hayatta kalan annesi, babası ve abisini de içeri atacaksınız.” Bir avukat arkadaşımız savcıya “ Sanık vekilinin yapamadığı kadar, yapmadığı kadar bir mütalaa verdiniz. Siz oradan inip sanık vekilliğine, avukatlığına geçseniz çok daha mantıklı olur” dedi. Netice itibariyle mahkeme kararını şu şekilde açıkladı; “ Biz burada kasıtlı öldürme olduğunu düşünmüyoruz, ortak taksir olduğunu da düşünmüyoruz, biz savcı mütalaası gibi düşünmüyoruz, diğerlerinin müdahalesi olduğunu veya polise saldırdığını o zaman silahın patladığını kabul etmiyoruz” dedi. Mahkeme bilinçli taksir olduğunu kabul etti.
Süreç içinde mahkemenin koruma ve kollama yaptığını görmüş oldunuz, bu andan itibaren savunmalarınızda öne çıkan ne oldu? Biz öncelikle bu cinayetin kasıtlı bir cinayet olduğunu, bu durumun kamera tarafından da tespit edildiğini söyledik. Duruşmalarda defalarca kayıtları izleterek ispatladığımız gibi, birçok tanığın da bu yöndeki ifadelerini ileri sürdük. Sanığın, “Tüfeğime sarıldılar, tüfek o arada Mehmet’in tetiğe basmasıyla ateşlendi ve Dilek öldü” şeklindeki savunmasının tamamen aksi olduğunu ispatladık. Kasıtlı öldürmeden cezalandırılmasını talep ettik. Fakat hakikaten, savcının mütalaasından sonra duruşmada şahsen ben, sadece ben de değil diğer meslektaşlarım da dayanamayarak savcıya yönelik birçok şey söyledik. Savcının en son mütalaası şu oldu; olay sanığın anlattığı gibi olmuştur, dolayısıyla burada olsa olsa taksir yani kaza ve ortak kusur vardır. Kimin ortak kusuru varmış? Dilek’in ortak kusuru varmış
Bilinçli taksir nedir? Kazanın biraz daha ağırlaşmış hali. Ona da gerekçe olarak “Ortam sakinleştiği, herhangi bir sorun olmadığı halde, güvenlik tamamen sağlandığı halde, neden emniyetini kapatmadın?” diyorlar. Buradan suçladılar ve bilinçli taksirden ceza verdiler. Polis Şefi 6 yıl 3 ay ceza aldı. Bu karar kesinleşirse suç tarihi itibariyle yürürlükte olan infaz yasasına göre; 1 ay kapalı cezaevinde, 1 yıl açık cezaevinde kalacak ve sonra çıkarak, denetimli serbestlik gereğince imza verecek. Maalesef kamera önündeki cinayetin bedeli bu kadar az. O kamera olmasaydı beraat bile edebilirdi. Mahkeme kararındaki yanlışlık şu; mahkeme, Dilek’in abisinin, annesinin ya da babasının polisin silahına yönelik herhangi bir müdahalesi olmadığını kabul etti. Öldürmenin polis tarafından ve polisin eylemi sonucu gerçekleştiğini kabul etti. Aslında olay oluşu itibariyle bizim savunduklarımızın hepsini kabul etti. Fakat buradan yine de taksire, ağırlaş-
91
mış kazaya vardı. Oysa ağırlaşmış kaza yerine ya kasıtlı öldürmeden ya da olası kasıttan ceza vermesi gerekiyordu. Olası kastı açar mısınız? Olası kasıtta öldürmeyi kastetmiyor fakat öyle bir hareket yapıyor ki; “Ben bu hareketi yaparsam burada ölüm olayı olur ama olursa da olsun” diyerek yapıyor. Bu hukuken ince bir meseledir. En azından heyetin, sanığın bu şekilde, olası kasıtla hareket ettiğini düşünmesi gerekirdi. Olası kasıttan ceza verseydi en az 20 yıl hapis cezası alırdı. Oysa Dilek’in bulunduğu daracık koridora bağırarak, sinirli bir şekilde girdiğinden ve tüfeği tutuş biçimi, Dilek’i göğsünden vuracak şekilde üstten olduğundan, tüfeğin namlusu yere dönük olmadığından artık kazadan söz edilemez. Burada sanık; ya “Vurayım” diye gitti oraya ya da “Vurayım” demese bile, o şekilde oraya gittiği anda; eli tetikte, emniyeti açık ve vuruş pozisyonuna girdiği zaman, orada artık hiç kimse “Burada kaza oldu” diyemez. Sen polissin, o şekilde girdiğin anda ölümün olabileceğini öngörmen gerekir. O zaman en azından olası kast ki onun cezası da en az 20 seneydi. Aslında bu maddi koşulları siz ispatladınız, ama mahkeme mantığın aksine bir karar verdi. Mahkeme ispatladığımız şeyi kabul etti. Burada enteresan olan; sanığın savunmasını reddetti. “Onların müdahalesi ile tüfek patladı” diyordu ya, sanık böyle bir şeyin olmadığını kabul etti. Ama bu kabulün sonucu ya kasıtlı insan öldürmedir ya da olası kasıttır. Yani mahkeme oluş konusunda doğru karar verdi fakat vardığı netice o oluşa uygun olmadı. Suç nitelemesini yanlış yaptı. Bu bilinçli taksir yani kazanın ağırlaşmış hali olarak değerlendirilemez. Bu bir kaza değildir. Burada mahkemenin bilinçli olarak kollayıcı bir tercihi mi var? Tabii ki. Ama mahkemeler bundan daha beter kararlar da verdi, veriyor ve verecek. Mesela mahkemenin 6 sene 3 ay ceza vermesinden daha sonra verilen, Okmeydanı Cemevi bahçesinde öldürülen Uğur Kurt kararı vardır. 12.100 lira para cezası verildi, bir kişinin öldürülmesinin bedeli 12.100 lira oldu. O davada ben avukat değildim ama aldığım bilgilere göre diğer polis şefleri “Ateş etme!” diye uyardığı halde,
hukukun kabir azabı sanık ateş etmiş. Bu kararı görünce Dilek davasında iyi bir karar çıkmış gibi düşünebiliyor insanlar. İşte asıl problem burada. Öyle bir yargı geleneği oluşmuş ki, bu tip bir olayla karşılaşan herkes veya bu tip konuları takip eden herkes şunu düşünüyor; “Bir şey çıkmaz, bir ceza almaz.” Mahkeme salonunda duruşmalara girdiniz . Bu kararın alındığı yerde aile, siz, hâkim, savcı, sanık avukatı vardı. Nasıl bir psikolojiden bahsedebilirsiniz? Bir defa ailenin düşüncesi şuydu; “Bizim kızımızı gözümüzün önünde bu adam vurdu. Ama allem ederler kallem ederler bu adamı kurtarırlar. Bu adam ya ceza almaz ya da alsa bile iki, üç yıl ceza alır, içeride bile yatmaz.” Bu tip davaları çokça takip eden avukatlar olarak bizler de tıpkı aile gibi düşünüyorduk. Çünkü kanunlara aykırı bir yargı geleneği var. Kanunlarda “Polis birini vurduğunda az ceza alır ya da beraat eder” diye bir şey yoktur. İlk başta bir polis tutanağı tutulur ve bu tutanağı olayı yapan da imzalar. Olay tutanağı her zaman polisler tarafından yazıldığı için zaten polisi koruyucu, kollayıcı olur. Savcı da delil toplamaz, önüne gelen tutanağa uygun düşünür. Delilleri aile toplar, ailenin avukatları toplar, savcının önüne koyar; oysa delil toplama görevi
Kanunlara aykırı bir yargı geleneği var. Kanunlarda “Polis birini vurduğunda az ceza alır ya da beraat eder” diye bir şey yoktur. savcınındır. Polisin tuttuğu tutanağa güvenilir, “Polisimiz yalan mı söyleyecek?” diye düşünülür. Polise dönük koruma, kollama; emniyette başlar, savcıda devam eder, hâkimde sonuçlanır. Böyle olduğu için biz avukatlar bu tür davaları hep kaybediyoruz. Sanık avukatları ise bu tür davalarda hep kazanan kişilerdir. “Her şey çok açık ama yine de bunlar bir şey yapacak” diye düşünüyoruz. Ailenin, avukatların hatta sanık vekilinin ruh hali de böyle; “Nasıl olsa arkasına koskoca devleti almış.” Biz Dilek doğan davasında bazen 100 avukat olduk, karşımızda hep 1 avukat vardı. Sonuçta ne oldu? Yine davayı o kazandı. Hâlbuki kameralar önünde işlenen bir cinayet var. Bu davadan aktarmak isteyeceğiniz özel bir an var mı? Savcı mütalaayı verdikten sonra şunu söyledik; “Yeter artık, bu olayda bile gözümüzün içine baka baka böyle bir yalanı nasıl ileri sürdünüz?” Sav-
cı tutuklama talep etmedi ama heyet mahkeme sürecinde defalarca tutuklama yapması gerektiğini söyledi. En sonunda bizim tutuklama talebinde bulunmamızı bile yasakladı. 32 yıldır bu davalara giriyorum, ilk defa böyle bir şeyle karşılaştım. Hukukta böyle bir şey var mı? Biz mahkemeye çıkarız, müdahil taraf olduğumuz zaman tutuklama talep ederiz. Hâkim “Kabul etmiyoruz” derse, diğer celse talebimize devam ederiz. “Şu madde gereğince müdahil tarafın tutuklama talebinde bulunma hakkı yok” dedi. Böyle bir hak sadece savcıya tanınmıştır diyor ama savcı tutuklama talep etmiyor. Oysa savcılık makamı, esas olarak suçlama makamıdır; sanığın cezalandırılması yönünde çalışır, uğraşır. Fakat savcı kurtarma operasyonu yapmaya çalışıyor. Belki kamuoyu baskısı, belki de olayın çok açık bir şekilde olmasından dolayı 6 sene 3 ay ceza verildi. Daha az da olabilirdi, hatta ilerleyen süreçte bu dahi mümkündür. Şu an tutuklu mu? Hayır. Ceza aldı, tutuklanacak mı? Savcı polisi kurtarmak için istinaf dilekçesi vermiş, 6 sene 3 aya “Ceza fazladır” diyerek itiraz etmiş. “Ortak kusurla” olduğuna dair iddiasını geliştirerek devam ettiriyor, özel çaba sarf ediyor. Herhalde iki, üç ay içerisinde istinaftan bir karar çıkar. Bizim ceza artırımı talebimiz yerinde görülmezse, biz de Yargıtay’a gideceğiz. Dava kesinleşinceye kadar hapse gireceğini sanmıyorum. Aynı mahallede Yılmaz Öztürk adlı bir genç daha vuruldu. Siz Dilek Doğan’ın olduğu gibi Yılmaz Öztürk’ün de avukatısınız. Orada süreç nasıl gelişti? Yılmaz’ın vurulması, Dilek’in vurulmasından 6 ay kadar sonra oldu. Şubat 2016’da, saat 23.00 sıralarında Armutlu Karakolu’na bir havai fişek atılıyor ama bu havai fişek herhangi bir şekilde, herhangi bir yere isabet etmiyor. Polisler havai fişek atanların peşine düşüyor, birinin anlatımına göre “Bu sefer sizi öldüreceğiz” diyerek kovalıyorlar. Polisler ve kaçan kişiler arasında uzun bir kovalamaca yaşanıyor.
92
hukukun kabir azabı Karakolun 600 metre uzağında Yılmaz da işten evine gidiyor, biz bunu şahitleri ile delillendirdik. Polis Yılmaz’ı 15 metre mesafeden ve arkasından vuruyor. Yılmaz vurulduktan hemen sonra bizim mahkemede şahit olarak gösterdiğimiz kişiler var, onlar olayı tam olarak görüyor. Kameralardan da, polis kamerasında da bu şahitler gözüküyor. Onların anlattıklarına göre polis “Dur” ihtarında bile bulunmuyor, normal yolunda yürümekte olan Yılmaz’ı arkadan vuruyor. Polisin savunması şöyle; “Karakola el yapımı patlayıcı attılar. Biz de onun üzerine müdahale ettik, kovaladık. Yılmaz bu olayı yapan ve kaçan şahıslar arasındaydı. Defalarca “Dur” ihtarında bulunduk, defalarca “Kaçma” dedik. Ben irade olarak ateş etmedim, benim üzerime doğru bomba attılar. O bomba patlayınca elim titredi ve silah öyle ateş aldı. Ben silahın ateş edildiğinin farkında bile değilim.” “Bomba atılmış ve silah ateş almış”; sanığın anlatımı da, olay tutanağı da bu şekilde. Şahitler savcılık ifadelerinde; “Herhangi bir “Dur” ihtarı olmadı, polis yolda yürümekte olan çocuğa ateş etti, arkadan vurdu. Çocuğun hiçbir kabahati yoktu.” dedi. Başına gidildiğinde Yılmaz, kendisini vuran polise; “Evime gidiyordum ağabey, beni niye vurdunuz?” demiş. Son sözlerinin bu olduğunu, polisler mahkemede de anlattılar. Soruşturma sırasında Yılmaz’ın karakol olayıyla hiçbir ilgisi olmadığı, polisin kaçanlarla göz temasını kaybettiği halde ateş etmekten kaçınmayarak, yoldan geçmekte olan Yılmaz’ı vurduğu ortaya çıktı. Olayın oluşu bu haliyle olsa da, devamı yine alışılagelmiş oldu; savcı yine tutuklama talep etmedi, Polis görevine devam etti. Haziran ayında dava bitecek. Duruşma sürecindeki tüm tutuklama taleplerimiz, Dilek’inkiyle aynı olarak reddedildi. Savcı mütalaayı verdi mi? Evet, savcı mütalaayı verdi. Savcı iddianamesinde; “Öldürmeyi kastetmiyordu; öldürme amacıyla değil, yakalamak amacıyla ateş etmiştir.” Fakat ölüm gerçekleşmiş olduğundan kastını aşan bir ölüm olayıdır. Savcı 12 yıl ceza istiyor, iddianame bu şekildeydi, aynı mütalaayı tekrar etti. Biz “Bir kişiyi arkasından, 15 metre mesafeden, sırtından vurmuşsa, burada kasıtlı bir öl-
dürme vardır” dedik. Polis öldürmeyi kastetmiştir, diye savunuyoruz ve polisin müebbet hapse mahkûm olmasını talep ediyoruz. Acı ve üzücü olan şu; Dilek Doğan davasında da, burada da dile getirdik, “En basit suçlardan, hakaret suçlarından bile insanların aylarca tutuklandığı bir yerde; cinayet işlemiş bu polisler neden tutuklanmadı? Tutuklamama sebebiniz nedir? Böyle bir kanun mu var?” Polisler tutuklanmaz diye bir kanun yok. Bunlar aslında cinayet davası. Gerekçe ne oldu? Gerekçe; delillerin toplanmış olması, sanığın kaçma ihtimalinin bulunmaması. Tedbiren yurt dışına çıkma yasağı ve haftada bir imza vermesi koşuluyla polis tutuklanmadı. Görevi devam ediyor mu? Evet devam ediyor, “Yılmaz olayı”nda; “Ben terörist vurdum” diye savunuyor ya, aslında “Vurdum.” da demiyor; “Bomba attılar, elim titredi, silah ateş aldı” diyor. Ancak olay yerinde herhangi bir bomba izine rastlanmamış. “Karakola bomba attılar” Denildi; orada da bir olay ve ize rastlanmadı. Şahitlerin beyanlarına göre; “Bu sefer öldüreceğiz.” diye hareket etmesi, bir öldürme kastı olduğu gözüküyor. Yılmaz kesinlikle “Karakola havai fişek attı” denilenler arasında değil, Yılmaz’ın siyasi bir örgütle ilişkisi de yok. Diyelim ki Yılmaz karakola havai fişek atanlar arasında olsaydı ve kaçsaydı. Polis Vazife ve Selahiyetler Kanunu diyor ki; böyle bir durumla karşılaşılırsa “Dur” ihtarında bulunacaksınız. “Dur” ihtarınıza rağmen kaçmaya devam ederse, havaya uyarı ateşi açacaksınız. Yine kaçmaya devam ederse “yakalanmasını sağlayacak ölçüde” ateş edeceksiniz diyor. Yılmaz eylemci birisi olsaydı bile sırtından, yakın mesafeden, uyarı yapılmadan vurulması kabul edilemez. Peki Yılmaz’ın bu olayla bir alakası olmadığı halde Yılmaz niye vuruldu ? Çünkü yılmaz Küçük Armutlu Mahallesi’nde oturuyordu. Ve yine aynı Dilek Doğan davasındaki sanık polis gibi, bu sanık polis de duruşmada sürekli şunu vurguladı; “Orası, terör bölgesidir” Burada yaşayanlar zaten potansiyel suçlu diye düşünülüyor. Polis’in itirafında “Bir sokağa girdiklerinde göz takibimi 5-10 saniye kaybettim” diyor, bu çok önemli.
93
Kovaladığı kişilerle bağlantısı kesilmiş. Dolayısıyla sonra kovalarken karşısına çıkan kişinin kim olduğunu bilmiyor. Tabii bilmiyor. Yılmaz’da kaçmıyor değil mi? Şahitlerin ifadesine göre yolda normal yürüyor. Göz takip mesafesini kaybettiği anda artık hiçbir surette ateş etmemesi gerekiyor. Çünkü bir sürü insan o sokaktan geçiyor, ana sokaklardan bir tanesi orası. Sen göz temasını kaybettiğin anda hiçbir surette ateş edemezsin. Çünkü o anda orada kimlerin olup olmadığını bilemezsin. Sanık savunması tamamen çökmüş durumda ama biz yine de verilecek karardan endişeliyiz. Burada yine bir “Kaza olmuştur, taksir olmuştur” deyip birkaç yılda kurtulma ihtimali vardır.
Şahitler savcılık ifadelerinde; “Herhangi bir “Dur.” ihtarı olmadı, polis yolda yürümekte olan çocuğa ateş etti, arkadan vurdu. Çocuğun hiçbir kabahati yoktu” dedi. Son zamanlarda Türkiye’nin başka yerlerinde de vuku bulan, iki gencin ölümüne benzer durumlar yaşanmakta. Benzer davalara daha önceleri de girdiniz. Bu davaların geldiği aşamalardan yola çıkarak; Türkiye’de benzer davaların süreçleriyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Nasıl bir geçmiş var? Türkiye adli makamlarının bu tür davalarda çok kötü bir sicili var. Yine bu süreçte Diyarbakır’da Kemal Kurkut olayı vardı. Orada da kameralar önünde, aynı Yılmaz gibi sırtından vuruldu ve öldü. Orada da polis açık cinayete rağmen tutuklanmadı. Türkiye’nin neresinde olursa olsun hiç fark etmiyor; bir polisin veya bir askerin işlemiş olduğu şahsi cinayetleri kastetmiyorum ama devlet adına ya da devlet görevi yaparken işlemiş olduğu bir cinayet varsa, bir şekilde bu ya hiç dava açılmadan kapatılır ya da delilsiz, “Dostlar alış verişte görsün” tarzında dava açılır. O açılan davalarda ya beraat çıkar ya da çok az ceza verilir. Kanunlar böyle bir koruma ve kollamayı öngörmüyor; polis ve asker ci-
hukukun kabir azabı
Şu anda ise mevcut hukuk kaidelerinin ve anayasanın tamamen toprağa gömüldüğünü görüyoruz. Türkiye şu anda anayasa ile yönetilmiyor, anayasayı da gömdüler. nayetlerine imkan tanıyan bir madde yoktur. Buna rağmen yargı; hukukun bir takım karmaşıklıklarından yararlanılarak, bunları korumayı, kollamayı iş edinmiştir. Adil bir kararın verildiği dava neredeyse yok gibidir. Şu an hatırladığım, aklıma gelen, Metin Göktepe davasında adil diyebileceğim bir karar oluşmuştur, o da kamuoyunun büyük baskısıyla verilmiş karardır. Bir de cezaevinde öldürülen Engin Çeber davasını hatırlıyorum. Olayın başlangıcı şöyle olur; polis kendince suçlu bulduğu, örgütle ilişkili bulduğu birilerini tespit eder, ona operasyon düzenler. O kişi ya polise ateş etmiştir ya da mukavemet etmiştir. Bunun sonucunda da öldürülmüştür. Tutanaklar genellikle böyledir. Bu bir gelenek halini aldı diyebilir miyiz? Bunlar faşizm koşullarından oluşmuş, kolluk ve yargı geleneğidir. Öldürme ve cezasızlık; iki aşamalı bir süreç. Sağ yakalama imkânı varken, adliyeye teslim edilmesi, cezası varsa adliye tarafından çektirilmesi gerekirken; öldürme, katletme ve ardından gelen cezasızlık politikası. Birini kolluk kuvvetleri, diğerini adliye yapıyor. Bu iki süreç de klasik faşizm argümanları ve gelenekleridir. Faşizm de böyledir zaten; kanunlara aykırı işler yapmak, can güvenliğini ve kişi güvenliğini yok etmek, keyfi davranmak, ardından ceza almamak. Böyle bir rejimin hüküm sürdüğü yerde siz hâlâ avukatlık yapıyorsunuz. Avukatlar bu davalara giriyorlar. Hem meslektaşlarınız açısından hem de davanın mağdurları açısından bir burjuva hukukunun bile olmadığı yerde siz hangi saikle davalara giriyorsunuz? Hukuk bu anlamıyla sürmekte midir? Bu tür davalara giren her avukat, bu davaları kaybetmeye mahkumdur. Biz hep şunu düşünürüz; “Durum böyleyse bu davaları takip etmenin, bu yargılamalara taraf olarak katılıp meşruiyet kazandırmanın hiçbir anlamı yok.” Dava başladığında da, bittiğinde de şeklen bir yargılama olduğunu düşünürüz.
Biz bu davaları şunun için takip ederiz; Birincisi, aileleri yalnız bırakmamak gerekir, ailelerin başvuracağı başka bir yer yok. Çocuğu öldürülmüş, nereye gidecek? Yine adliyeye gidecek. Adliyeye gittiğinde demokrasi ve özgürlük mücadelesine inanan avukatların onlara yardımcı olması gerekir. İkincisi, o mahkeme kürsüleri sonuçta gerçek adaleti, hakkı, hukuku anlattığımız birer kürsüdür. O kürsüleri de boş bırakmamak gerekir. Orada anlattığımız şeyler, aslında geleceğin adil bir hukukunun da temellerini atmaktadır diye düşünüyoruz. Hayata bir katkımız olduğunu düşünüyoruz. Benzer bir şekilde sanık avukatlarının konumu için neler söyleyebilirsiniz? Sanık avukatları bunu bir tür “misyonerlik” şeklinde mi yapıyor? Bunun çok açık, somut bir durumunu anlatmak isterim; Gazi Mahallesi Katliamı davası vardı, orada da polisler tarafından 12 kişi öldürülmüştü. Polislerin yargılandığı dava Trabzon’a sürülmüştü ve tüm polislerin bir tek avukatı vardı. Bir gün tesadüfen Trabzon’da bir restoranda karşılaştık. O avukat sadece Gazi davasında değil, birçok işkence ve infaz davasında yine bizim karşımızdaydı. Müdahil taraf olan iki avukat olarak ona selam vermedik. Benim kolumdan tuttu, “Cemal Bey, beraber oturabilir miyiz? Sizinle konuşmam gereken bazı şeyler var” dedi. “Niye bana çok olumsuz, sanki ben düşmanmışım gibi bakıyorsunuz?” dedi. Ben de “Ne kadar infazcı, işkenceci, insanlık düşmanı insan varsa hepsinin avukatlığını sen yapıyorsun. Benim seninle nasıl bir yakınlığım olabilir, sana nasıl selam verebilirim?” dedim. “Bak Cemal Bey sen sosyalist, devrimci bir avukatsın, sen bir davaya inanıyor ve onun mücadelesini veriyorsun. Ben de senin aksine, bu devletin bekasını istiyorum; bu devlet hep yaşasın istiyorum. Devletin koruyucusu olan polisler, her ne suç işlemiş olurlarsa olsunlar, ceza aldığında devletin zarar göreceğini düşünüyorum” dedi. Aramızda bu konuşma geçti. Zaten bu tip davalarda karşımıza çıkan avukatlar genelde aynı kişilerdir. Bir nevi görevli gibi geliyorlar.
94
Demokratik bir devlet olsa, ben de korurdum. Ama faşist bir devleti, işkence yapan, infaz yapan kişileri koruduğun anda; aslında devletin bekasını, yaşam hakkından daha üstün tutmuş oluyorsun. Belki de onunla aramızdaki fark da bu. Ben yurttaşların yaşam hakkını savunuyorum, yurttaşların güvenliğini, özgürlüğünü ön planda tutuyorum. O ise “Devlet yaşasın da, nasıl yaşarsa yaşasın.” diyor. Öldürerek, işkence yaparak mı yaşayabiliyor devlet? Öyle mi icab ediyor? Zaten faşizm de böyle bir şeydir. Bir adliye geleneğinden bahsettiniz. Bu adliye geleneğinde mesela “münhasır bir terör bölgesi” yaftası yapıştırarak, insanların yaşam hakkına doğrudan müdahale etmek gibi bir durum yaratılıyor. Ve devlet bu durumu, ‘refleks’ diyerek fırsata çevirmek istiyor. Kendi lehine çevirmek suretiyle, bir cezasızlık süreci yaratıyor. Suçun tam karşılığı olmayan cezalar da veriliyor. Burada; “Cezalandırılmayan sanıkla birlikte aslında toplum cezalandırılıyor” diyebilir miyiz? Toplum; adalet ihtiyacını, adalet talebinin karşılığını mahkemelerde, adliyelerde edinemiyor. Toplum caydırılarak, hukuksal normların dışına çıkılmak suretiyle cezalandırılma sürecine dahil ediliyor diyebilir miyiz? Bu dava sonuçlarına bakarak burada toplumun topyekün cezalandırıldığını söyleyebilir miyiz? Bu süreç AKP dönemine özgü bir süreç değildir. AKP öncesinde de var olduğu için, eski dönemlerle, şimdiki dönem arasında bu açıdan bir fark görmüyorum. Bugün değişen ise; AKP öncesinde en azından şekli anlamda bir yargı mekanizması vardı. Şekli yargılamalarda; adliyenin kendine has bir takım kuralları ya da hukukun çok aleni bir şekilde ihlal edilmesinden kaçınılması gibi durumlar vardı. Şu anda ise mevcut hukuk kaidelerinin ve anayasanın tamamen toprağa gömüldüğünü görüyoruz. Türkiye şu anda anayasa ile yönetilmiyor, anayasayı da gömdüler. Onların deyimiyle, dinsel terim kullanarak söyleyeyim, bence hukuk bu anlamda bir “kabir azabı” çekiyor. Ölmüş, gömülmüş olan kendi hukuklarına bir de kabir azabı çektiriyorlar. Her yeni gün, yaşadığımız her yeni şey; artık o kabir azabının birer parçası haline gelmiş durumda.
hukukun kabir azabı “Baştaki” de söyledi; “Bu ülkeye huzur ve güven gelinceye kadar OHAL devam edecek.” Bu ülkeye huzur ve güven bu şekilde gelmeyeceğine göre, demek ki OHAL hep devam edecek. OHAL zaten büyük ölçüde anayasanın askıya alınması demektir. 12 Eylül Anayasası bile bunların hızını kesiyor diye, büyük ölçüde lağvettiler. Bugün artık bir hukuk düzeninden değil, bir ferman düzeninden bahsetmek gerekir. KHK’lerin her biri; birer “Saray” fermanıdır. Çok istedikleri “Sultanlık” rejimi somut olarak karşımızda duruyor. Faşizm; demokratik yollarla idare edilemeyen ülkelerde en önemli aygıtını piyasaya sürer. O aygıt sopa ve silahtır, baskıdır, işkencedir, öldürmedir. İşte bütün bu anlattığımız süreçler, ölümler ve cezasızlıklar tam da bunun vücut bulmuş halidir. Kitleler, bunlarla karşılaştıkça yönetime meşru direnme haklarını kullanmaktan da korkarak vazgeçme yoluna gidebilirler ya da beklenen budur. “Niyet budur” mu demek istiyorsunuz? Elbette, bakın çok enteresan bir korkutma ve sindirme politikası izliyorlar. Mesela Cumhuriyet Gazetesi
Hukukun gömüldüğü bir yerde, hukuktan medet ummak gerçekçi görünmüyor. Egemen siyasete karşı hukukun değil, siyasetin argümanlarının öne çıkartılması gerekir.
yönetici ve yazarlarını FETÖ örgütüne yardımcı olmaktan tutukladılar. Oysa dünya alem hatta kendileri de biliyor ki, bu insanlar hayatları boyunca bu cemaate karşı mücadele etmiş insanlar. Ama yine de o iftirayı atıyorlar. Amaçları; tutuklama ve cezalandırma kıstasını belirsiz hale getirmek. Herkese şu mesajı veriyorlar; “Bak arkadaş, sen hiçbir suç işlememiş olabilirsin ama buna güvenme. Benim hoşuma gitmiyorsan, seni cezalandırmak için bir hukuk maddesine, bir delile ihtiyacım yok. Sana bir kulp takarım. Sen artık kanunlara bakma, bana bak ve suç işleyip işlemediğini benim aynamda gör.” Ancak bu korkutma ve sindirme politikalarıyla nereye kadar gidebilirler, henüz net bir şey söylenemez. Başarılı olup çok uzun süre devam etmeleri de, kısa bir süre içinde iflas etmeleri de ihtimal dahilindedir. Bunun değerlendirmesini siyaset bilimciler daha iyi yapar. Toplumlar nereye kadar susar, ne zaman ve nasıl sessiz kalmaktan vazgeçer? Bunları uzunca tartışmak gerekir. Mesela açlık grevi yaparak işlerini geri isteyen Nuriye ve Semih tutuklanmak için gözaltına alındığında neden Adliye önüne kimse gitmemiştir? Yüz binden fazla insan KHK’lerle işten atıldığı halde, neden bunlar Yüksel Caddesi’nde onları ziyarete bile gitmemiştir? Bu sinme hali ne zaman bitecektir? Şimdi bunları konuşma zamanıdır. İnsan hakları, adalet savunucuları için mahkemeden adalet talebinde bulunmanın bir gerçekliği kalmadı mı? Mahkemeler artık adalet talebini karşılayacak yerler olmaktan çıktı mı? Artık demeyelim. Bu hep böyleydi.
Aynı mahalleden (Küçük Armutlu), Gülsuyu’nda çeteler tarafından vurulan Hasan Ferit Gedik
Böylesi bir durumda insanların adalet talebi nasıl karşılık bulacak? Hukukçuların da yeni bir hukuk kavrayışına ya da hukuk teorisine ihtiyacı var mıdır? Cezasızlığın mağdurlarda yarattığı en önemli tepki; “Devlet cezasını vermedi, ben vereceğim” tepkisidir. Bir mağduriyet ortaya koyuyorsun ve bu mağduriyet giderilmiyor. O zaman insanlar, kendi hakkını kendileri arama yollarına giderler. Şu anda hiç birimizin hiçbir hukuki güvencesi yok. Keyfi tutuklamalar, keyfi gözaltılar, öldürmeler çok yaygınlaştı. Bütün bunları yaşayan insanlar, herhalde buna direnmenin bir yöntemini bulacaklardır. Bu yöntem nedir, nasıl bir muhalif hareket gelişir? Ben de bilmiyorum ama muhalif güçlerin yeni koşullara uygun bir ittifak anlayışı geliştirmesi gerektiği açıktır. Hukukun gömüldüğü bir yerde, hukuktan medet ummak gerçekçi görünmüyor. Egemen siyasete karşı hukukun değil, siyasetin argümanlarının öne çıkartılması gerekir. Türkiye’de “yargısız infaz” kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz. Oluşan bu hukuksuzluğu açıklamaya yeten bir kavram mıdır? “Yargılı infaza evet mi diyeceğiz?” eleştirileri var. Bu deyim özellikle 1980’lerden sonra yaygınlaşan öldürme olayları için kullanılmıştır. Polisin yaptığı öldürmeler üzerine bu kavram yaygınlaştı; “Yargısız infaza hayır” şeklinde ortaya çıktı. Bu kavramın sadece öldürme olayları için değil, devletin verebileceği her türlü ceza açısından düşünülmesi gerekir bence. Bu anlamda yargılı infazı; bir kişinin suçu varsa, demokratik ve adil bir şekilde yargılayın, bir cezası varsa, “o cezayı infaz edin” anlamında düşünmek gerekir. “Yargısız infaza hayır” deyince, “Yargılı infaza, öldürmeye evet” anlamı çıkartılmaması gerekir. Aslında burada; insanların bir cezası varsa yargı sürecinden geçirilmesi gerektiğine dair vurgu yapılmaktadır. Yoksa idam cezasına karşıyız, “İdam cezası gelsin, uygulansın, ama yargılayarak uygulansın.” diyemeyiz. Çünkü idam cezası artık çağdaş hukukta kabul edilen bir ceza türü değildir. Söyleşi için çok teşekkür ederiz Ben de teşekkür ederim.
95
perilere inanır mısınız? Benim bildiğim başka bir yol yok. Barış İçin Akademisyenler’den destek açlık grevcisi olarak Yüksel’de beklediğimiz gece bir öğrencim “ne yaparız da Nuriye ve Semih’i ölümün elinden alırız” diye sorduğundan beri çocukluğumda okuduğum o masaldan başka bir şey de gelmiyor aklıma. “Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek!”
Yasin DURAK “Ah Tinkerbell, beni kurtarmak için mi içtin o ilacı?” J. Matthew Barrie – Peter Pan
R
üzgârda sürüklenmeye direnen bir yaprağın sesini duydum. Haziran 13’ten bu yana yasak edilmiş bir sokağa tohumlar ekiyordu. Bir heykelin önünde duran direnişçiler gördüm. İşinden edilmiş kamu emekçileri olduklarını söylediler. Taşıdıkları pankart hakikatle efsunlanmıştı: “İşimizi geri istiyoruz” diyorlardı. “İşimizi geri istiyoruz”. Bu kadar net! Ağaçlar şarkı söylemeye başladığında tam, ortalığa devletin kokusu sindi. Sisin içinden sekiz tane ren geyiğinin çektiği bir TOMA çıktı. Yanında resmi üniforma giyinmiş bir zürafa anons yapıyordu. Birdenbire iskambil kâğıdından askerler belirdi, beyaz bir dumanın içinden yükselen çığlıklar eşliğinde direnişçileri alıp gittiler. Ne ilk defa, ne de son… “Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan, “bekle, OHAL Komisyonu kurulsun belki işinize dönersiniz” dediler.
Oysa geçenlerde ruhunu şeytana satmış birinin yüzüne baktım. Bana devletten bahsetti. “Cehennemde düzen tesis edilince” dedi, “azap sona erecek”. Sonra sesini yükseltti, “ama siz” dedi, “ebediyen günahlarınızın bedelini ödemeyi sürdüreceksiniz”. Amel defterimden bir sayfa koparıp ona uzattım, “azabınızdan korkmuyoruz” dedim, “ama siz bizi yanlış kazanda haşlamaya çalışıyorsunuz”. İlahi Komedya’da ateşin içinde yaralarını tedavi etmeye çalışanları filan hatırladım o sıra, Yiğit Özgür karikatürlerini hatırladım, sonra Murathan Mungan’dan bir mısra; “kamunun ve tamunun kuralları” diyordu. Not aldım. “Ya da” diye başlayan birileri oldu, uzaklardaki yeşil ülkeye giden o gemiden bahsettiler. Kamaraları birer kişilikti, paçadan yırtılmış biletleri gizli saklı satılırdı, o gemiye herkes binemezdi. Hangi kapının dış mandalı olacağına karar verdiğinde yola çıkıyordun. “Olur mu ama birader” dedim; “daha işimiz bitmedi”. “Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan. Bu gaz bulutunun üstünde altın çanakları olan bir dev yaşar mı? Saat gece yarısını vurduğunda şu TOMA balkabağına dönüşür mü? Çünkü bir zaman meselemiz var.
96
Aslında periler de orta yerdeydi. Biri bana dargındı mesela, öbürü yeni kanamıştı. Biri pek konuşmazdı, birinin kanadını koparmışlardı, duydum, parlayan bir ışığın kalbinde pil vardı. Dahası da vardı. Çoğalıyorlardı, gün be gün Yüksel’iyorlardı, ama bir vakit geldi çattı, ortalığa saçılan peri tozlarından devletin öksürüğü tuttu. Alıkonuldular. Hayatımda ilk defa bir heykelin gözaltına alındığını gördüm. Polislere direnen Güleç adında bir köpek gördüm. Yerlerde sürüklenen direnişçileri gördüm. Gaz odasına atılan anneler gördüm. Koca Kötü Kurt bir büyükanneye daha işkence etti gözlerimizin önünde. Engel olmaya çalıştık, bizi de dövdüler. Badem bıyıklı cin cüceler televizyonlara çıkıp konuşmalar yaptı sonra, “terörist onlar” dediler, “terörist”. Şaşırmamıştım. Haksızlıklara karşı çıkanlara “terörist” demek burjuvazinin geleneksel alışkanlığıdır ne de olsa. Ne ilk olmuştu bu iftira, ne de son olacaktı. Ama bu seferkinin ne zaman başladığını hatırlıyordum. Dedim ya, bir zaman meselesi bu… Ne evvel zaman içindeydi ne de kalbur saman, tarihi çok belli, Fethullahçılar berber Menzilciler tellal iken, tarikatlar
perilere inanır mısınız? Cumhurbaşkanının beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kamuoyuna “FETÖ tasfiyesi” diye yutturulan KHK’lardan çok evvel işte, o vakitler 7 Haziran sonuçlarını hazmedemeyen sağcıların salyalarıyla yazılmaya başlamıştı bu seferki terör manifestosu. Seçimlerin tekrarlanmasının gerekçesi olarak terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu illerinde faaliyet göstermesi nedeniyle seçmenlerin rahatça oy kullanamadığı söylendi önce. Sonrası operasyonlar, darmadağın şehirler, sokaklarda çürütülen cenazeler, Türk bayrağına sarılı tabutlarda evlerine dönen yoksul çocukları… Sonrası patlayan bombalar, sonrası korku, sonrası bitmek bilmeyen bir kâbus… Biz daha Suruç’un ve 10 Ekim’in yaralarını sarmaya uğraşırken bir seçim daha yapıldı. Kan aktıkça büyüyen öfke, yatırımını kandan yana yapan politikacıların elini güçlendirdi elbette. AKP tekrar iktidara getirildi. “Kıyamete kadar” dediler, “biz iktidardayız”. Kuyruğunu kıstırdığı kapandan kurtarmaya çalışan bir fare kükrerken o sıra, bir aslan da “miyav” diyordu. Sola saldırdılar. Gazetecileri, öğrencileri, aktivistleri, HDP’lileri, herkesi tutuklamaya başlamışlardı yine. Saray iktidarı o çok istediği “olağanüstü hali” fiili olarak o vakit başlatmıştı. Zulme karşı ses çıkaranlar “terörist” ilan edildikçe sağcı kompleksler de tavan yapmıştı. Egemenliğin en iğrenç lehçeleriyle yapılan karalamalar müstakbel faşistlerin gölünde taht kurdu, en cılız muhalif ses bile vahşi müdahalelerle bastırılıp saray fedaileri sokakların müstevlileri haline getirildi. Artık sokağa çıkıp bir şeyi protesto etmeye filan kalkıştığımızda sadece polisle değil, paramiliterle de cebelleşecektik. Cihatçı örgütlerin üstümüze saldığı canlı bombalar da cabasıydı. Üstelik öldüğümüzde arkamızdan “oh olsun” diyorlardı, “oh olsun”, ha bir de “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber”. Kan aktı, çok kan aktı… Kürt illerinden feryatlar yükseldi. Duymazlık edemezdik. Akademisyenler olarak “Bu Suça Ortak Olmuyoruz” dedik. Sen misin onu diyen? Sonrası malum. Anlatırsam çok uzun sürer. Herkes biliyor zaten. Her neyse… ÖYP’liler olarak sürülmeye başlamıştık o sıra. İktidar 16 Şubat genelgesini yeni yayınlamıştı: “Terör örgütlerine selam verenlere çokoprens yok”. Sırf benim başıma gelenleri biliyordum; “garnizonu izinsiz terk etmek” diye başlayan deli saçması soruşturmalar “lüzum-u muhakeme” kararlarına varmıştı, üni-
versite yönetimi hapsimi istiyordu, gazetede bir yazı yazdım diye... Günaşırı linç tehlikesiyle işe gidip gelmeler, polis takipleri, faşizmin aynı anda hem “sıradan” hem de bir o kadar “örgütlü” olabilmesi, güya bilim insanıyız, ah taşra, ah taşra… Bir köpeğin ağzında tuttuğu beysbol topuyla muhatap olmuştum mesela, sahibinin sadece köpeğini eğlendirmek için kullandığı bir beysbol topuyla. Her nasılsa dekan olmuştu, dilekçeleri işleme koymama hakkının olmadığını bile bilmiyordu, bir gün bezdim, “her ne istiyorsan yazılı ilet, tamam, mukavemet etmeyeceğim” dedim. “Mukavemet ne” diye sordu. Diğer arkadaşları tahmin bile edemiyordum haliyle. Kimse sesimizi duymuyordu. Kendimizi elektrik süpürgesiyle baş başa bırakılmış kediler gibi hissediyorduk. “Ne etsek? YÖK’ün önünde çadır filan mı açsak?” diye düşünmeye başlamışken tam; uzun ve sonuçsuz tartışmaların, hep bir kere daha muhakkak toplanmaya karar vererek ayrıldığımız toplantıların ortasında; aramızdan birisi, bir kadın, çıkıp dedi ki: “Arkadaşlar, buna direnmemiz gerekiyor”. Pek çok kişi “Elbette ki direneceğiz” dedi. Direnemedik. Sonra Recep Tayyip Erdoğan sarayında bulduğu sihirli bir lambanın tozunu almaya çalışırken karşısına çıkıveren bir cin ona 15 Temmuz’u armağan etti. Gökyüzünde metalden kuşların uçtuğu bir gece oldu. Egemenler birbirine girmişken tam, kanatlı bir makinenin meclisi bombaladığını gördüm, asfaltın üzerine yatan insanları, tankları ve tüfekleri gördüm. Ama en kötüsü seslerdi; rüzgârı yaran tayyarelerin sesleri, düşen bombaların sesleri, uzaktan gelen makineli tüfek sesleri, minarelerden duyulan sala sesleri… Onların taht kavgası eninde sonunda bizim bahtımızı karartacaktı el-
Alice Harikalar Diyarında
97
bette. Öyle de oldu. Darbe girişimi fırsat bilip yine/yeniden sola saldırdılar. 2016 yılında yayınlanan 1 Eylül tarihli KHK ile işten atılmıştım. 678 miydi yoksa 62’den tavşan mıydı? Numarası neydi? Hatırlamıyorum. Ama bir arkadaşımız o numarayı koluna dövme yaptırmıştı, onu hatırlıyorum. Cümleten bir toplama kampında olduğumuzu iyiden iyiye idrak etmeye başladığımız günlerdi. İktidar her zaman öldürmez. Bazen ölüme terk eder. Sivil ölü diyorlardı bize, sivil ölü… Yine aynı kadın çıktı geldi; “yetti artık direniyoruz” dedi. “Elbette ki direneceğiz” dedik, “hayır” dedi, “direneceğiz değil, direniyoruz”. Dedim ya zaman meselesi diye, kulak verdim ona, dolaşmaya başladık birlikte. KHK ile ihraç edilen meslektaşlarımızla konuşmaya başladık. “Ne yapalım, ne edelim, nasıl direnelim?” Neredeyse herkese sorduk. Sonuç alamadık. Yalan yok, sonuç alamadık. Sonra o kadın dayanamadı, “yetti artık ben başlıyorum” dedi. “Dur” dedim, “belki Elfler yardıma gelir”. Gelmediler… “Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan. “Çünkü” dedi, “deha direniştir”. Kimimiz atılmıştık, kimimiz atılmayı bekliyorduk. Ortaklaşamadık. Anlaşamadık. Karar veremedik. Önerilerin uzun uzadıya tartışıldığı bir toplantıda daha, aynı kadın çıkıp dedi ki “ben direnişe geçiyorum, gerekirse tek başıma”. Yapmalar etmeler arasında bir daha söz aldı, “yahu” dedi, “devlet aklıyla düşünmeyin”. Uzlaşamadık. Ama eninde sonunda gecenin karanlığını o kadının kararlılığı yardı, dediğini yaptı, iki yüz küsur gün evvel üzerinde “işimi istiyorum” yazan bir kartonu tutarak Yüksel Caddesi’ndeki insan hakları anıtının önüne çıktı, adı Nuriye’ydi… Açıktan söylüyorum bu yüzden, burjuvazinin çaldığı karaya itibar edip “bu direnişin perde arkasında bir örgüt filan mı var” diyenler bilsinler; yok! Şahidim! Bir kadının cesaretiyle başladı hepsi, inadıyla devam etti, ona Acun eklendi, Semih eklendi, Veli, Mehmet, Esra ve dahası… Harikalar Diyarı’nın Koca Kafalı Kraliçesi dinlediği bir şarkıya kızıp zamanı cezalandırdığı için çay saatine tıkılıp kalan Şapkacı, bardakları yıkamaya vakit bulamazken; her gün gözaltına alınan periler biteviye yırtılan pankartlarını tekrar yazıp çıkıyorlardı o sokağa. Zamanı “momentum” olarak değil de “movi-
perilere inanır mısınız? İşlerini tıkırına koymaya çalışan devlet erbabı gerinerek göbeğini kaşırken, bir canavar kendisine Kaf Dağı’ndan yeni bir burun sipariş etmişti. Rejim değişikliğine odaklanmıştı tüm gözler. “Hayırlı olsun” diye uğraştık elbette, olduysa da olduramadık. Bir büyücü seçim sandıklarına hokus pokus dedi, şövalyeler mızraklarını köylülerin bağrına dayadı, saray mutfağından ziftlenen haramilerin kahkahalarını duydum hatta. “Oldu bitti” dediler, “oldu bitti”, atlar ve Üsküdar… Sokağın kıymeti bir kere daha anlaşıldığında Nuriye ve Semih çoktan ikametgâhlarını sokağa aldırmışlardı bile. Postacıların defalarca direnişçilere mektup getirdiğini gördüm. Adres: Yüksel Caddesi, İnsan Hakları Anıtı, Ankara. “Perilere inanır mısınız” diye sordu Peter Pan. “İnanıyorsanız” dedi, “el çırpın, Tinkerbell’in ölmesine izin vermeyin”. Yüksel direnişçileri pek çok şeye cesaret etmemizi sağladılar. Ama yaptıklarımız yeterli olmadı. KHK’lara karşı direniş “genele” yayılmadı bir türlü. Nuriye ve Semih’i açlık grevi yapma kararına vardıran şey de aslında buydu; boyunduruğu altında tutulduğumuz saçmalığa karşı yeterince direnemeyişimiz… Şimdi ikisi de tutuklular. Sağlık durumları ağırlaşıyor. Semih Özakça’nın eşi Esra Özakça ile annesi Sultan Özakça tutuklamanın ardından süresiz açlık grevine başladıklarını duyurdular. Yüksel direnişçilerinden Mehmet Dersulu ev hapsinde tutuluyor. Acun Karadağ ile Veli Saçılık ise hâlâ her gün polis ablukasının ortasında Yüksel Caddesi’ne girerek şiddete uğramak pahasına açıklama yapıyor ve kimi zaman gözaltına alınıyorlar.
İllüstrasyon: Karga Kafası
mentum” olarak kavramamız gerektiğini hatırlatmak ister gibi. Benjamin’in sekizinci tezini papağan gibi tekrarlamak değildi mesele, deha direnişti. Çünkü meselemiz bir zaman meselesi, OHAL bir zaman hapishanesiydi: Saçma sapan bir KHK ile işinden edildikten sonra OHAL bitene kadar hukuki haklarının askıya alındığını öğrendi herkes. Pasaportlar ikinci bir emre kadar iptal edilmişti, ihraç edilenlerin resmi ya da özel üniversiteler ile kamu kurumlarında çalışması yasaklanmıştı. Çaresizce iş aramaya başlayanlar çok geçmeden SGK tarafından fişlenerek özel sektörden de dışlandığını öğrendi. Hak arayışlarını yasaklayan iktidar “OHAL bitene kadar bekle” diyordu sadece, “bekle”. Her lanet gün bir diğerinin aynısı iken, “bekle”. Ama bekleyince OHAL kalkmıyor, nitekim KHK’ların ardı arkası da kesilmedi… Cebeci Kampüsü’nün etrafını kuşatan bir Haçlı ordusu gördüm sonunda. Ortaçağdan yanlışlıkla bizim zamanımıza düşmüş bir tiranın piyadelerini. Cüppelerin üstünde postallar gördüm. Ve şaklaban kıyafeti giyinmiş bir rektör. Kim bilir kaçıncı KHK’ydı. Ankara Üniversitesi’ndeki tüm barış imzacıları atılmıştı. Yine bir sürü toplantı filan yaptık, sonuç alamadık. Sonrası malum. “Hayır, gitmiyoruz” dedik. Gittik… Nuriye ve Semih’in Yüksel Caddesi’ne birer sandalye getirdiğini gördüm o sıra. “Bizi aç bırakanlara karşı” dediler, “açlığımızla direniyoruz bundan böyle”. Karşı çıkanlar oldu, “hayır öyle direnmeyin” diyenler oldu, “peki nasıl direnelim” diye sordular, “öyle direnmeyin işte”.
98
Periler hala inatçı, periler hala kararlılar. Ama bir meselemiz daha var, dedim ya, bir zaman meselesi… Ölüm döşeği geldi çattı. Nuriye ve Semih üç aydır açlar. Kabul edin ya da etmeyin; bizim için açlar! KHK’larla daha fazla insan ekmeğinden edilmesin diye açlar, devletin fütursuz saldırısını durdurabilmek için açlar. Ve inanın arkadaşlarımızı kurtarmanın tek bir yolu var: Bu yükü omuzlarından almalı! Bir an önce geniş bir direniş cephesi örgütlenerek bu saldırı durdurulmalı. Dayanışma akademileriyle, sokak akademileriyle, iş yeri önü eylemleriyle, direniş nöbetleriyle, sendikasıyla sendikasızla, gerekirse Falım sakızla, neyimiz varsa onunla direnmeli, kim nasıl direnebiliyorsa öyle direnmeli ama bu saldırıyı durdurmak için bütün kamu emekçileri birleşmeli! En ciddi açmazımızı, kompartmantalizasyonu aşmalı, Yüksel’in peri tozlarından yutmuş olsun olmasın, herkes birleşmeli, hep beraber el çırparak ses yükseltmeli: “İşimizi geri istiyoruz”. Benim bildiğim başka bir yol yok. Barış İçin Akademisyenler’den destek açlık grevcisi olarak Yüksel’de beklediğimiz gece bir öğrencim “ne yaparız da Nuriye ve Semih’i ölümün elinden alırız” diye sorduğundan beri çocukluğumda okuduğum o masaldan başka bir şey de gelmiyor aklıma. Bunun bireysel paçayı yırtmalara takmış gerçekperestlere uzak düşmesi umurumda bile değil: Düşlerinde Neverland’ı gören çocuklar “perilere inandıklarını” haykırdığında yaşamaya devam etmişti Tinkerbell, değilse ölecekti. Bu yüzden el çırparak bağırıyorum ben de; “Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek! Tinkerbell ölmeyecek!”
“haziran’da ..... zor ”