Siyaset sayı 32

Page 1

Yeniden

İki Aylık Dergi Aralık-Ocak Sayı: 32 10 TL

az kaldı... AHMET ŞIK, AHMET MURAT ÖĞÜT, ASLIHAN GENÇAY, BEGÜM ÖZDEN FIRAT, BEYZA ÜSTÜN, CAN ATALAY, CEMAL DINDAR, ESER SANDIKÇI, FİLİZ KERESTECİOĞLU, FÜSUN DEMIREL, HAKAN GÜNEŞ, HAKAN GÜRGEN, HAKAN ÖZTÜRK, KADİR AKIN, KADIR SELAMET, KENAN KALYON, LEVENT TÜZEL, MAHIR SAYIN, MAHMUT TEMIZYÜREK, M. RAMAZAN, MELDA ONUR, MELEK BENGÜ ŞAHIN, MUSTAFA ÇEÇEN, MUSTAFA DURMUŞ, NECLA AKGÖKÇE, NEJLA KURUL, OYA ERSOY, SEZAI TEMELLI, ŞEBNEM SÜNNETÇIOĞLU, TOLGA TÖREN, TUNCAY YILMAZ, UTKU ÖZMAKAS, YILMAZ YÜCEL, ZEKI YAŞ


İÇİNDEKİLER az kaldı

3

kenan kalyon zaman daralıyor...

4

tuncay yılmaz chp’yi ne yapmalı?

14

mustafa çeçen yeni türkiye’nin “ilk krizi” üzerine bazı gözlemler

17

ahmet şık medya; görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmalı

20

yılmaz yücel sağım yalan! ya solum’

24

nejla kurul akp kıskacında eğitim: dersini ver, okuldan çık git!

28

filiz kerestecioğlu türkiye’de sokağa çıkmanın en güç olduğu dönemlerde kadınlar hep en güçlü biçimde direnmiştir

33

kadir akın zifiri karanlığa mahkûm olmayalım

36

levent tüzel demokrasi için birlik üzerine

37

oya ersoy gün halkın umudu olma günüdür

38

sezai temelli demokrasi krizine karşı yan yana gelebilmek...

39

melda onur muhtaç olduğumuz kudret...

40 41

hakan öztürk sovyet de bir cephedir c. dindar, e. sandıkçı, ş. sünnetçioğlu, m. bengü şahin türkiye’nin ruhu: fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız

42

necla akgökçe işçi cephesinde neler oluyor? grev, boykot, ıvır zıvır

50

tolga tören “yeni” türkiye’nin yerli ve milli “kapitali”

52

mustafa durmuş kriz mi, yoksa kriz mi var? ne var?

55

hakan güneş anlık gelişmelere asırlık yanıtlar: dış siyaseti okuma güçlükleri!

59

m. ramazan musul-rakka operasyonları ve olası bölgesel gelişmeler

63

mahir sayın trump ve reality show

65

zeki yaş trump sonrası stres bozukluğu

69

hakan gürgen hani brexit’ten sonrası “tufan”dı?

71

beyza üstün yaşam alanları üzerinden sermayenin ve iktidarın var olma umudu

75

utku özmakas siyasalın biyopolitik sınırı: ihlal ve tahakkum

77

can atalay cinayet mahalî ayrı, katil aynı

79

kadir selamet hapishaneler: insalık dışı, akıl ve mantık ötesi

84

aslıhan gençay hapishaneden mektuplar

84

füsun demirel “kral çıplak” diyen tiyatro soytarısıdır

86

mahmut temizyürek yaşar kemal mucizesi

89

b. özden fırat, a. murat öğüt memleketime lenin gelmiş

92

Katkıda Bulunanlar: Ahmet Saymadi, Ali Özgür Özkarcı, Cansel Aslan, Deniz Tunçel, Gökay Işık, Gülnihal Koç, Hikmet Sarıoğlu, Nuran Gelişli, Reha Keskin, Sevim Erdoğan, Yılmaz Yücel, Yiğit Yirmibeş Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye­rel Sü­re­li Ya­yın Siyaset Gazetesi 2016 Aralık-Ocak Sayısı Sa­hi­bi: Tahsin Kandamar

Ya­zı İş­le­ri Mü­dü­rü: İsa Can Artar Görsel Tasarım: Selin Kalkan Adres: Şehit Muhtar Mahallesi, Süslü Saksı Sokak, No:18/3/İstanbul E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Bas­kı: Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat 4NB - 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 0212 613 03 21


az kaldı... “H

erkes biliyor, geminin su aldığını/herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini/herkeste bu buruk duygular/sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi...” 1 Hrant ve Tahir Her şey çok hızlı akıyor... Ölüm yaşamdan daha hızlı... Ne demişti Hrant? “Dört Ayaklı Minare’yi ve tarihimizi vurmayın, insanlığın bu ortak mekanında, silah, çatışma, operayon istemiyoruz.” Ya Tahir ne demişti? “Evet kendimi bir güvercin ruh tedirginliği içinde görebilirim ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama o kadar da özgürce...” Hangi sözü Tahir, hangi sözü Hrant söylemişti? Bu iki insan nezdinde hiçbir önemi yok. Hrant’ın ve Tahir’in sözleri birdir. Hrant ve Tahir yoldaştır. Fidel’in mirası, heykeli dikilmeyecek insan Santiago’da Che’nin yoldaşı Fidel’in küllerini göğe savurduk... Fidel, o göğün altında bir miras bıraktı: Vdevrimin lideri, kişi kültü göstergesini” reddetti. Adının, portrelerinin; enstitüler, sokaklar, parklar gibi kamu alanlarında kullanılmamasını ve heykelinin hiçbir zaman dikilmemesini istedi. Bu isteği Küba Ulusal Meclisi’nde oylanacak. “Yönetimin bir suçlu veya hırsız tarafından garanti altına alındığı bir cumhuriyette onurlu insanların öldürülmesi veya hapsedilmesi olağandır... Beni lanetleyin. Bunun hiçbir önemi olmayacak çünkü tarih benim yanımda yer alacak...” sözlerinin sahibi Fidel’e bu miras çok yakıştı. Mirası, mi-

rasımızdır. “Hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmam / diyor birisi yineliyorum / hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmam/ hiç unutmayın, insan nasıl direnir başka / hiç unutma...”2 28 Kasım’ı, 19 Aralık’ı, 19 Ocak’ı; 365 günü 6 saati... Unutma pazartesiyi, salıyı, çarşambayı... Gerçekten artık, “gün geçmiyor ki...” Devlet dersi 7 Haziran’dan bu yana... 8’ini hatırladınız mı? Biz sanmıştık ki BARIŞ, sanmıştık ki ÖZGÜRLÜK, sanmıştık ki YENİ BİR HAYAT... Oysa “DEVLET DERSİ” nden sınıfta kaldık. Art arda hayatlarımıza düşen 19 bomba; 20’ncisi 10 Aralık 2016’da Beşiktaş’ta... Kim ya da kimler 8 Haziran’ı, 9 Haziran’ı, 10, 11, 30 Haziran’ı... Temmuz’u, Ağustos’u... Aralık’ı, gökkuşağının renklerini karanlığa buladı? Her yer suç mahali... Bir seri katil dolaşıyor aramızda! Seri katilin robot resmini çizin desek... Haydi şimdi, çizin! Biz de bir çizilmişi var: Sosyal cinayetler ve faşizm Türkiye bir sosyal cinayetler ülkesine döndü. Kadın cinayetleri, trans cinayetleri, işçi cinayetleri, çocuk cinayetleri... Şirvan’da madenci cinayeti, Aladağ’da çocuk cinayeti... Bu cinayetler, en yakın zamanlarımızın sosyal cinayetleri... Şiddet sarmalı hız kaybetmeden boyutlanıyor. Memleket, 15 Temmuz darbe girişimi önlendikten sonra yeni bir “darbe” rejimiyle yönetiliyor. Yenikapı Mitingi, “Darbeye ve Teröre Karşı” milli mutabakat, AKP’nin merkezinde olduğu rejim değişikliği için önemli bir zemin yarattı. 7 Haziran öncesinde başlayan anaya-

sa ve başkanlık tartışmaları, CHP’nin Yenikapı Mutabakatı’ndan dışarı kaçmasıyla yeni bir hal aldı. MHP, 15 Temmuz’la birlikte AKP-Cemaat ittifakının çok boyutlu, kesin ve keskin kopuşundan doğan boşluğu doldurmakta bir an tereddüt etmedi. Kırılan fay hattı hem MHP’nin “fikirlerini yeniden iktidara taşıdı” hem de MHP’yi AKP’nin içine çekti. Demokratik siyaset alanıysasol, sosyalist, demokratik güçlere ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne kapatılırken, muhalif tüm kurum ve kuruluşlar bu uygulamalardan nasibini aldı. Rehin almalar, gözaltılar, kayyumlar vb. yoluyla, hem bir halkınhem de muhalif kesimlerin iradesine el koydu. Onbinlerce insan açlık ve işsizlikle “terbiye edilmeye’’ çalışıldı. Tüm bu faşizan uygulamalar yaşanırken demokratik, sol-sosyalist güçler, Kürt Özgürlük Hareketi; güçbirlikleri, eylem birlikleri, demokrasi cepheleri, yerel platformlar kurmaya çalışarak bu faşist saldırıları durdurmak için “eylemli” bir arayış içinde oldu. Bu çabalar, farklı boyutlarıyla sürüyor, birtakım başarılı örnekler, deneyim alanları ortaya çıkarıyor. Bu yan yana gelişlerin yakın gelecekteki en önemli görevi “başkanlık sistemine” geçişi önlemek olacak. Bir ihtimal AKP için 7 Haziran sonrası herhangi bir şey sonu “başkanlık sistemine” bağlanmaksızın hesap edilmedi. Sonucu her ne olursa olsun, her tür politika başkanlık sisteminin kabul edilmesine odaklandı. AKP’nin güvendiği dağlara kar yağdı; dış politikada arkasına aldığı tüm güçlerle girdiği ilişkiden beklediğini alamadan (halbuki daha 1916’da Lenin Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm’i yazmıştı) döndü. AKP’nin bu “değerli yalnızlığı”, “devletin bekası” için göze aldıklarını söyledikleri bir propagandaya dönüştü. Bugün, “devletin bekası” AKP’nin yanı sıra MHP’nin bekasıdır ama gerçekte sonu faşizme çıkan yolun taşlarının döşenmesi için “ayrık otlarının” temizlenmesidir. Oysa ayrık otları tam da temizlenmeye çalışıldıkları her bir yerde yeniden boy gösterebilir. “Bütün merkez komiteler sarhoş/ yarın ihtilal olmayacak ama/ bir ihtimalin yönü değişebilir.”3 Az kaldı! Siyaset, bu ihtimal için sizlere yeniden “merhaba” diyor. 1Leonard Cohen’in “Everybody Knows” adlı şarkısından bir bölüm 2Turgut Uyar’ın “Her Şeyden Biraz Kalır” isimli şiirindeki dizelerden

Guernica, Pablo Picasso tarafından 1937’de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na ait 28 bombardıman uçağının 26 Nisan 1937’de İspanya’daki Guernica şehrini bombalamasını anlatan tablodur.

3

3Onur Akyıl’ın “Basmane Enteenasyonal” şiirinden


zaman daralıyor... Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Kenan Kalyon’la Cumhuriyetin inşaası bağlamında güncel siyasal ve toplumsal gelişmeler üzerine konuştuk. Söyleşi: Hikmet Sarıoğlu

T

C’nin kuruluşunda tek ulustek devlet, yeni kurulan devletin kendi iktidarını halklarla paylaşmama isteği, laiklik önemli esaslar. Yüzünü Ortadoğu’ya değil Batı’ya dönmek istediğini gösteren; kapitalizmin devlet eliyle inşası veya harf, kılık kıyafet ve şapka devrimi vs. gibi üstten kurulan despotik uygulamalar. Cumhuriyet’in kuruluşu ve inşası dönemini değerlendirir misiniz? Kenan Kalyon: Zor, çetrefil, etrafında muazzam bir külliyat oluşmuş, bir tarihsel değerlendirmeden öte, Türkiye’nin bugününe ve geleceğine ilişkin ima ve uzantıları bulanan, artgörümlü bir tarih okumasından çok, bugünü tarihsel bir ışık altında görmeye davet eden bir soru. Gerekçelerini çok açmadan “kestirme” sayılabilecek yanıtlarımı, anlaşılır olması bakımından maddeleştirerek vereyim: 1) Cumhuriyet; Türkiye’de burjuva toplumunun ve kapitalizmin soysal, siyasal, kültürel ve iktisadi bakımdan önünü açan, bunun karşısındaki engelleri nispeten “radikal” ve Osmanlı’nın son iki yüz yılının kaplumbağa hızına göre çabuk sayılabilecek bir yolla gideren bir “devrim”dir. Demokratik olmayan bir devrim ve dolayısıyla demokratik olmayan bir Cumhuriyet. Esası itibarıyla “yukarıdan” ve halksız bir devrim. Modern Türkiye tarihini ceberrut asker-sivil elit ve onun boğduğu rüşeym halindeki “sivil toplum”, veya tarihsel ilerlemenin taşıyıcısı aydınlanmış asker-sivil zümre ve geleneğin tutsağı “cahil” halk çatışkısına göre yorumlamaya çalışanların hilafına, halk bir demokratik devrime hazır olmadığı için değil, onun katılımından ve tarihsel girişkenliğinden duyulan ürküntü, sakınganlık ve tedbiri elden bırakmayan baskıcılık geç burjuva devrimlerinde çok temel bir belirleyen olduğu için büyük ölçüde “halksız” bir yukarıdan devrim. 2) Cumhuriyet, eski düzenden bir “kopuş”tu. Ama bu kopuş gökten zembille inmediği gibi, M. Kemal’in dehasının ürünü de değil. O, ancak Batı karşısında gerileyen Osmanlı’nın geçirdiği en az iki yüz yıllık tedrici, ürkek ve kısmi burjuva dönüşümlerin ve özellikle de bu güzergâhta başlı başına bir sıçrama uğrağı olan 1908 Jön Türk Devrimi’nin sağladığı birikim ve süreklilik içinde yerli

yerine oturtulabilir. 3) Cumhuriyet; bir açıdan 1908’in yarım bıraktıklarının tamamlanmasıdır. Dolayısıyla ondan ileridir. Ama başka bir açıdan, artık başkalaşmış ve daralmış bir mekan ve toplumsal zeminde gerçekleştiği için, 1908’in bir gelecek ufku ve menzili bakımından içinde barındırdığı daha demokratik, daha halkçı ve çok milliyetli olumsallık ve olasılıkların da elenmesidir. Bu açıdan 1908’e göre, özellikle aşağıdan dinamikler, “halk” katılımı ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkış denemeleri yönünden daha “yoksul” ve geridir. Simgesel ve mecazi bir dille konuşursak, her şeyden önce Ermenisiz ve Rumsuzdur. 1908’de burjuva devrimci hareketin mayalanma ve kaynaşma üssü olan Selanik gibi bir merkezden ve onun hinterlandı Balkanlar’dan yoksundur. Kıyaslarsak, Rusya, 1905’ten 1917’ye yoksullaşmadı; ama biz Lenin’in de ilgi alanında olan 1908’i takiben ve Cumhuriyet’e giderken düpedüz yoksullaştık. 4) Cumhuriyet; “halksız” olduğu, köylü nüfusun desteğini arkalamadığı, köylülüğe jandarma ve tahsildar zulmünü dayattığı, eski düzenin “altyapısal” tasfiyesini, onu geleneksel temsilcileri ile uzlaşarak, onları “junker” tarzda dönüştürerek zamana yayma yolunu seçtiği, işçi hareketi ve komünizm düşmanlığını adeta genetik bir refleks haline getirdiği için, yeni düzeni geri dönüşsüz bir biçimde yerleştirecek kopuşçu radikalliğini esas olarak “üstyapısal” reformlar -harf devrimi, kılık kıyafet devrimi veya gündelik yaşamın pek çok alanına öykünmeci bir biçimde zerk edilmeye çalışılan simgesel Batılılaşma pratikleri- alanında sergiledi. Türk devrimi, modernleşme süreçleri ile Batılılaşma arasında kurulan son derece yüksek ve neredeyse kıblevari eşleştirme ve özdeşlik bakımından, gerçekten de en-

4

der, “özgün” ve neredeyse biriciktir. 5) Bunun hem bir bütün olarak Türkiye toplumu, hem de Türkiye solu ve sağı bakımından etki ve sonuçları oldukça semptomatiktir. Düşünsenize, toplum bir anda eski alfabenin ve yeni alfabenin okur-yazarları diye ikiye bölünüyor. Yeni alfabenin okur-yazarları toplumlarının tarihsel ve toplumsal belleği ve mirasıyla ilişkilenemeyen bir başlangıca mecbur ediliyor. 6) Cumhuriyet; özellikle de oturma sürecindeki Cumhuriyet, kapitalizmin birleşik ve eşitsiz gelişme yasasının hükmü altında biçimlenmiştir. Bu nedenle ekonomide, siyasette, ulus inşa etme pratiklerinde ve üstyapısal dönüşümlerde farklı “güncel” uyarlama ve eklemlemeler yapabildi. Örneğin, laiklik bahsinde Fransız örneğine yakın dururken, ulus inşasında Alman modelinin izinden yürüdü. Yine örneğin, bir yandan Batı’da yükselen faşizmin bazı özelliklerini içselleştirirken ve giderek proto-faşist bir yapıya bürünürken; öte yandan zayıf özel sermaye birikimi ve dünya buhranı koşullarında Sovyet planlamacılığına öykünebildi. Cılız bir ticari ve özellikle sınai sermaye temerküzüne karşın gelişkin bir bankacılık sistemini; “ta başından finanskapital vardı” tezine cevaz verecek biçimde var edebildi. 7) Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet; yarı-sömürge konumunda ve sömürgeleştirilme tehdidi altındaki bir ülkeyi siyasal bağımsızlığa kavuşturdu. Sadece bu anlamda ve bu sınırlılık içinde “antiemperyalist”ti. 8) Cumhuriyet; “gerici” diyebileceğimiz bir ulusçuluğun damgasını derinlemesine yedi. Bu bir etnisiteye, bir dine, bir dile ve tarih içinde saklı olduğu iddia edilen muhayyel bir öze ve kökene gönderme yapan, arındırmacı ve asimilas-


zaman daralıyor... yoncu bir ulusçuluktur. Öyle ki, ülkedeki Hıristiyan Türkler dahi bu ulustan dışlanmış ve mübadeleyle sürülmüşlerdir. Açılışını İttihatçılar’ın yaptığı bu son derece kanlı ve kıyıcı ulusçuluğun çok ağır bir faturası oldu ve bu fatura durmaksızın kabarmaya devam ediyor. Sonuçta, bütün bunların bir bileşkesi olarak ortaya aşırı merkeziyetçi, bürokratik, militarist, tekçi, buyurgan, despotik ve sürekli “iç düşman” üreten bir devlet erki çıktı. Cumhuriyet sorunu bağlamında güncel duruma ve tartışmalara gelirsek… Evet, halen sürüp gitmekte olan en hararetli tartışma, Cumhuriyet’in “ilerici” niteliği ve “kazanımları”, “Türk aydınlanması” vb. etrafında dönen tartışmadır. Yukarıda söylenenler Cumhuriyet’e toptan, ebedi ve tarih dışı bir ilericilik atfedilemeyeceği; ilericilik-gericilik bakımından onun daha baştan çelişik bir tabiatının bulunduğu ve oturma sürecinde kantarın topuzunun büsbütün kaydığı anlamına gelir. Sol, Kemalist ve ulusalcı saflarda henüz restorasyona uğramamış Cumhuriyet hakkındaki değerlendirmelerin önemlice bir bölümü gizemleştiricidir. Adeta bir “altın çağ”dan söz edilircesine, bu dönem yüceltilir. Bürokrasinin belirli sınıfsal dengeler üzerinde sahip olduğu göreli özerkliğe, ki bir zamanların Prusya sultası altındaki Almanya’sında da vardı, Türk devriminin burjuva mahiyetini karartan olmadık anlamlar yüklenir. Bu yaklaşımlara itibar etmek için hiçbir sebep yok. Ama şöyle bir sorudan kaçılamaz: Cumhuriyet’in geliştirilmesi, kasten korunması demiyorum, gereken kazanımları yok mu? Yukarıdan bir devrim olsa bile, Cumhuriyet’in kazanımlarının olmaması düşünülemez. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturu, dünyevi ama boğucu bir “Leviathan” ile sonuçlansa bile egemenliğin her türlü kutsi ve göksel gönderme ve haklılaştırmadan yoksun bırakılması, hilafetin ilgası, ulemanın Osmanlı iktidar yapısı içindeki ağırlığına son verilmesi, laiklik, Tevhid-i Tedrisat, kadın hakları, pozitivist bir tıkızlıkla da olsa bilimin “mürşit” konumuna yükseltilmesi vb. bunlar ilk akla gelenler. Daha sayılabilir… Ama bütün bunlar, asıl meseleyi, yani Cumhuriyet’in ana karakteri itibarıyla başından beri despotik bir Cumhuriyet olduğu gerçeğini gözardı etmeyi, değişen bağlamlarda akutlaşan yeni tehditler karşısında nafile sığınaklar aramayı gerektirmez. Hakeza, burjuva aydınlanmasına sığınmak da öyle. Türk aydınlanmasının, Fransız aydınlanmasının karikatürü dahi olamaması bir yana, sosyalizmin aydınlanması burjuva aydınlanmasının doğrusal bir uzantısı ve açım-

lanması olarak görülemez. Öte yandan, ileri iteklenmeyen ve derinleşmeyen her devrim, önünde sonunda restorasyon süreçlerine maruz kalır. Restorasyonlar, asla eski sosyo-ekonomik düzene veya rejime basit bir geri dönüş anlamına gelmeseler de, yeni düzen ve rejim kendisinden emin hale geldikçe devrimin “sivrilik” ve “aşırılık”larının törpülenmesi işlevi görürler. Bu, neredeyse yaşanmış devrimlerin kanunu. Thermidorsuz devrim yok gibi. Mao’nun çare diye devreye soktuğu “Kültür Devrimi”nin dahi sahici bir çare olmadığı açığa çıktı.

Demokratik Cumhuriyet ulusun bir din, dil veya etnisite ile tanımlanmadığı, devletin bütün din ve inançlar karşısında nötr olduğu, daha açık ifadeyle devletin dininin ve milliyetinin olmadığı, en geniş yerel özerkliğe dayalı, bütün özerk yerel birimlerin ayrılma hakkının mahfuz olduğu, bu özelliklerinin yanı sıra bürokratik, militarist, hantal ve dolayısıyla “pahalı” olmayan bir Cumhuriyettir. Kendisine göre kopuşçu bir radikalliği olan Cumhuriyet de doğası gereği restorasyon süreçlerinden muaf olamazdı. Bugün restorasyon ötesi bir durumla, “yüzyıllık parantezi kapamak” diye ifade edilen; bir bakıma rövanşçı ve köklü bir rejim değişikliği hamlesiyle yüz yüze olduğumuz söylenebilir. Doğrudur da. Ama tekçi, bürokratik, militarist, antikomünist, belirli boyutlarıyla proto-faşist ve gerici ulusçuluğu esas alan yapısı dolayısıyla bu eğilim başından itibaren Cumhuriyet’e içkindi. Cumhuriyet, onu demokratik bir Cumhuriyet doğrultusunda evriltmek isteyen güçlerin basıncı ve direnişiyle karşılaştıkça, bu eğilimin

5

sübaplarını açmış ve restorasyonlara adeta davetiye çıkarmıştır. Günümüzde sözüm ona kimi Cumhuriyet savunucularının düpedüz faşizmin değirmenine su taşıyor olması, bu bakımdan son derece öğreticidir. Cumhuriyet’e başından itibaren içkin olan bu çatışma şimdi alabildiğine keskinleşmiş durumda. Türkiye’de şu anda mücadele faşizm yahut demokratik Cumhuriyet almaşıkları etrafında dönüyor. Saflar giderek daha belirgin biçimde buna göre diziliyor. Demokratik Cumhuriyet, solda ve hatta sosyalist solda hâlâ yeterince anlaşılmayan ve takdir edilemeyen bir sorunsaldır. Mesele bazılarının, “Cumhuriyetle demokrasiyi” kavlince buluşturma basitliğinde değil. Özetin özeti: Demokratik Cumhuriyet ulusun bir din, dil veya etnisite ile tanımlanmadığı, devletin bütün din ve inançlar karşısında nötr olduğu, daha açık ifadeyle devletin dininin ve milliyetinin olmadığı, en geniş yerel özerkliğe dayalı, bütün özerk yerel birimlerin ayrılma hakkının mahfuz olduğu, bu özelliklerinin yanı sıra bürokratik, militarist, hantal ve dolayısıyla “pahalı” olmayan bir Cumhuriyettir. Böyle bir Cumhuriyet, bir burjuva Cumhuriyet de bir halk ve işçi Cumhuriyet’i de olabilir. Daha ötesi, siyasal biçim olarak böyle bir Cumhuriyet’i esas almıyorsa, her işçi iktidarı, tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi bozuma uğramaya ve “proletarya diktatörlüğü”nün çarpıtılmış ifadesi olan politik bir diktatörlüğün çeşitli versiyonlarına dönüşmeye mahkumdur. Siyasi tarihimizde “demokrasiyi” kesintiye uğratan siyasal hareketler var. 60, 70 ve 80 darbeleri. 27 Mayıs 1960 darbesinin görece sonuçlarının daha demokratik olduğunu görüyoruz. Ancak ardından gelen 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbesi, 60’ın getirdiği hemen hemen bütün demokratik denilebilecek kazanımları yok etti. 60 darbesi ile diğerleri arasındaki


zaman daralıyor... bu açıyı nasıl yorumluyorsunuz? Bir kere, Türkiye’deki darbeler dizisine, artık 28 Şubat’ı ve 15 Temmuz’u da eklemek gerekiyor. Fakat senin zikrettiğin ilk üçüne odaklanacak olursak; bunlar modern Türkiye tarihinin çok önemli dönemeçleri olup ancak sınıf mücadeleleri bağlamında anlaşılabilirler. Bunları gerçekleşme koşullarından, arkalarındaki sınıfsal dinamiklerden kopararak, şimdilerde mutat olduğu üzere darbe genellemesi altında aynı kefeye koyamayız. Son dönemlerin uzak durulması gereken harc-ı âlem okuması kabaca şöyledir: Demokrasimiz belirli aralıklarla askeri müdahalelere maruz kalıyor ve kesintiye uğruyor. Sonra, bu “ara dönemler”i bir şekilde savuşturup, ayakları üstüne dikeliyor ve daha şerbetli biçimde kaldığı yerden yoluna devam ediyor… Eninde sonunda “millet” galebe çalıyor. Bunun gerçeklikle zırnık kadar ilgisi yok. Bunların güya daha sofistike bir yorumu da var: Bizim Prusyalılar yahut yerli dille konuşursak bizim kadim seyfiye zümremiz, iktidar bloğu içindeki “daimi” konumunu haddini bilmez yeni yetmelere karşı korumak ve aymazlara hatırlatmak için yumruğunu koşullar gerektirdiğinde masaya vuruyor. Her iki bakış da AKP’nin “vesayet” retoriğine hizmet eden sığ yaklaşımlar. Bu her üç darbe de ciddi siyasi ve hatta sermaye birikim tarzının farklılaşması anlamında iktisadi rejim değişikliklerine yol açtı. Yani “demokrasimiz” kaldığı yerden devam etmedi. Yine de senin yönelttiğin sorunun esas olarak 60 darbesinin farkıyla ilgili olduğu muhakkak. Doğru, 60 darbesi -bir darbe olduğu hakikati bir yana- çok farklı bir konjonktürün ürünü. Hiyerarşik olmayışı bakımından da diğerlerinden farklı; esasen bir albaylar darbesi ama asıl farkı bu değil. Asıl fark nedir? Fark, kimi aklı evvel Cumhuriyetçilerin veya sol-kemalistlerin iddia ettiği gibi, karşıdevrimci (veya restorasyoncu) bir gidişat karşısında “devrimci” ve Cumhuriyetçi kuvvetlerin bir derlenişi ve karşı taarruza geçişi değil zinhar. Peki nedir? Ülke ve dünya koşulları bakımından çok spesifik bir ortamda biçimlenmiş kent ve kır bloklarının karşı karşıya gelişleri; giderek palazlanan sanayi sermayesinin, Demokrat Parti’nin hamiliğini yaptığı tarım ve ticaret sermayesi karşısında üstünlüğü ele geçirmek ve kendi hegemonik yolunu açmak için kentsel bloğun liderliğine soyunduğu “riskli” bir eylem. Her ne kadar sonrasında kendi gemisini yürütme ve sermaye içinde belirleyici bir konuma yükselme fırsatı yakalasa da Türk sanayi burjuvazisinin, 60’lı-70’li yıllar arasındaki çok eksenli ve sarsıcı toplumsal uyanış dalgası nedeniyle, “bir daha asla” tövbekârlığıyla pişmanlık duyduğu bir

girişim. Türk burjuvazisinin yükselen hizbinin, son tahlilde orduyu harekete geçirmekle sonuçlansa bile, kentsel toplumsal muhalefetle rezonansa girmeyi göze aldığı istisnai bir durum. Bu nedenledir ki, 1960-70 arası, Türk sermayesinin asla hatırlamak istemediği, “sosyal uyanışın, iktisadi gelişmeyi geçtiği” kabus yılları oldu. Yükseliş halindeki işçi, gençlik, köylü, öğretmen ve aydın hareketlerinin alışılmadık sarsıcı pratiklerinin yanı sıra, bütün bu hareketlerin basıncı altında ordunun derin iç çalkantılar geçirmesi, burjuva sınıfa tarihinin en derin güvensizliklerinden birini tattırdı. Dolayısıyla, 1960, burjuvaziye toplumsal muhalefetle flört etmenin sınırlarını gösteren bir “özeleştiri” deneyimidir aynı zamanda. Bu sebeple diğer darbelerle asla aynı kefeye konamaz. 1960, sermaye birikim rejimini de sanayi burjuvazisinin çıkarları uyarınca değiştirmiş ve “ithal ikameci”, iç pazarın korunduğu, “planlı kalkınma” dönemini başlatmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) dönemin en gözde kurumlarından biri.

12 Mart işçi ve kitle hareketini bastırma, artık “bol” diye yakınılan anayasayı daraltma ve tekelci konuma sıçramış sermaye fraksiyonunun iktidar bloğu içinde hakimiyetini pekiştirme ihtiyaçlarının ürünüydü. Doğrudur; 1961 Anayasası Türkiye’nin şu ana kadar gördüğü en demokratik anayasadır. Bu anayasanın tanıdığı olanaklarla sınıf mücadelesi çok kanallı bir yükseliş göstermiş ve egemen blok içindeki çelişki ve çatışkıları ikinci plana düşürmüştür. Başlangıçta kentsel muhalefeti yedeklemek için bu anayasaya destek veren sanayi burjuvazisi bir süre sonra ondan yakınmaya başladı. 12 Mart; işçi ve kitle hareketini bastırma, artık “bol” diye yakınılan anayasayı daraltma ve tekelci konuma sıçramış sermaye fraksiyonunun iktidar bloğu içinde hakimiyetini pekiştirme ihtiyaçlarının ürünüydü. Ama yarım yamalak önlemlerle yetinip geri çekilmek zorunda kaldı. Toplumsal muhalefet özellikle 1973’ten sonra yeniden ve daha gür bir biçimde yükselişe geçti. Bu yükselişin zirvesi neresidir; 1 Mayıs 1977 midir; tartışılır. Ama işçi hareketi ve toplumsal muhalefet asıl olarak 12 Eylül ile ezildi. 12 Eylül, 12 Mart’ın yarım bıraktığını tamamlayarak yeni bir siyasal rejim kurdu; tıkanan sermaye birikiminin önünü, 24 Ocak kararlarıyla açılışı yapılan yeni bir birikim tarzıyla açtı. İşçi hareketi ve sol/sosyalist muhalefet ezilmeden bu

6

birikim tarzının önü açılamazdı. 1960-80 arası dönem, aynı zamanda yükselen işçi ve kitle hareketine karşı iki siyasal akımın sahne aldığı bir dönemdir de: Bunlar; faşist hareket ve siyasal İslam. Sakıp Sabancı, 90’lı yıllarda verdiği bir demeçte “Biz sermayedarlar parlamentoda iki parti isteriz aslında. Biri daha muhafazakâr diğeri daha demokrat olabilir. İktidara sırayla gelip gitsinler. Mecliste yönetme krizi, koalisyonlar olmasın. Bizim çalışma sistemimiz değişikliğe uğramasın, kârlarımız sürekli artsın isteriz” demişti. 90’larda finans kapitalin dile getirdiği siyasal sistem bugün başkanlık sistemiyle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ancak AKP’nin istediği başkanlık sistemini hâlâ kimse çözebilmiş değil. Ne ABD’deki başkanlık ne de Fransa’daki yarı başkanlık sistemine benziyor. Sabancı sermaye için “ideal” olanı dillendirmiş. Yani istikrar, öngörülebilirlik, siyasi krizlerin yaşanmaması, ekonominin siyasal süreçlerdeki dalgalanmalardan etkilenmemesi ve iki partiye dayalı bir “demokrasi”. Sabancı demokrasinin bu kadarına, iktisadi egemenliğimizi siyasal egemenliğe daha kestirme biçimde tahvil ettiği; ama aynı zamanda bir rıza ve onay ürettiği için razıyız; gerisi bizim nazarımızda istikrarsızlık demeye getiriyor. Sabancı, Lenin’in ünlü belirlemesini de doğrulamış oluyor aslında: “Tekelci sermayenin asli eğilimi siyasi gericiliktir. O demokrasi ile çatışır.” İki partili tahterevallinin ABD’de siyasal yaşamı nasıl boğduğu, yeni seçeneklerin ortaya çıkışını nasıl zorlaştırdığı aşikar. Tayyip Erdoğan, Sabancı’nın da ötesine geçiyor ve iktisadi egemenlikle siyasal egemenlik arasındaki bütün dolayımlar kalksın, “devlet şirket gibi yönetilsin” diyor. Böylece sermayeye benim başkanlığımda işleriniz tıkır tıkır ve seri biçimde yürüyecek mesajı veriyor. Sermayenin siyasi gericilik eğilimlerinin ve neo-liberal taaruzu kesintisiz biçimde sürdürme ihtiyacının içinden konuşarak başkanlığına onay ve destek üretmeye çalışıyor. Ancak sermaye saflarında tereddütler ortadan kalkmış değil. Zira bu tür bir “istikrar” vaadinin bizzat kendisinin mülkiyet hakkının dahi güvencede olmadığı bir keyfilik ve istikrarsızlığa dönüşmesi çok muhtemel. Bunun hiçbir yerdeki başkanlık sistemine benzemediği; önümüze sürülen menünün aslında totaliter bir rejimin, yani faşizmin inşasının tamamına erdirilmesi anlamına geldiği, mızrak çuvala sığmadığı için adına “Türk tipi başkanlık” dendiği apaçık. Erdoğan kendi şahsi ve zümresel geleceği ile “devletin bekası”nı olabildiğince örtüştürerek başkanlığı da-


zaman daralıyor... yatmaya çalışıyor. Çünkü onun nazarında iktidarını yitirmemenin yolu başkanlıktan geçiyor. “İleri demokrasi” vaadinden bu noktaya gelinmesi çarpıcı değil mi? “İleri demokrasi” zaten bir demagoji idi. Erdoğan ve AKP’nin iktidara henüz tam yerleşemediği, işleri çeşitli uzlaşılar ve ödünlerle, yanılsamalar yaratarak götürmek zorunda olduğu şartların geçer akçesiydi. Bu demagojiye kananlar, ardından da özeleştiri kervanına katılanlar olmadı değil. Unutmayalım, bazılarının AKP’nin başarısını “devrim” diye nitelediği günlerden geçtik. “Yetmez ama evet”çileri mi kastediyorsunuz? “Yetmez ama evet”çilik, bu eğilimin referandum anındaki tezahürüydü. Ben bunun da ötesinde daha uzun bir zaman dilimine yayılmış karşılıksız beklentiler, AKP’ye verilmiş kerhen destekler veya açık çekler çeşitliliğini kastediyorum. AKP’ye belirli bir “ilericilik” payesi biçenler, bunu gerekçelendirmek için kendisine de haksızlık yaparak İdris Küçükömer’in tezlerine müracaat edenler oldu. Sağdan ve soldan devşirmeler yapan bir koalisyon görünümü vermesi bir yana, AKP de bu yanılsamayı besleyecek çeşitli fiili ittifaklar kurdu. İmaj açısından liberallerin ve solun bazı kesimlerinin açık veya örtük desteğini iyi değerlendirdi. Ama özellikle de, AB ile üyelik müzakereleri sürecini iyi bir paravan olarak kullandı. Öyle ya, ülke artık neredeyse geri dönüşsüz bir biçimde Avrupa çıpasına bağlanıyor ve Avrupai bir yola giriyordu. Bunun önündeki biricik engel “vesayet”ti. O da giderek tasfiye ediliyordu… AKP iktidarı arada bir şu veya bu uygulamasıyla siyasal İslamcı çehresini gösterse de bu, acaba başka bir gizli gündem mi var duraksamaları yaratsa da “kedidir kedi!” sayıklamaları devam etti. AKP iktidara yerleştikçe, konumunu pekiştirdikçe el yükseltmeye başladı. Bunu en çarpıcı biçimde AKP’nin eski bir İstanbul İl Başkanı’nın şu mealdeki sözleri ifade etti: “Artık bazı müttefiklere ihtiyacımız yok, onları katardan indiriyoruz; işleri güçleri rastgele”…

AKP iktidarı arada bir şu veya bu uygulamasıyla siyasal İslamcı çehresini gösterse de, bu, acaba başka bir gizli gündem mi var duraksamaları yaratsa da “kedidir kedi!” sayıklamaları devam etti.

Fetullah Gülen Cemaati ile yeni iktidar bloğu dahilinde kurulan ittifakı ve bunun serencamını ise başka bir kategori olarak görmek gerekir. Zira burada siyasi İslamın iki farklı çizgisi ve yorumu ile karşı karşıyayız. “Camia içi” sorun ve hizalamalar çerçevesine girer bu konu. Burada hem bir çıkar ve siyasi iktidarda tam hakimiyet kavgası hem de Türkiye’ye ilişkin vizyon çekişmesi var. İlkini şöyle simgeleştirebiliriz: Erdoğan’ın başkanlık ve sultanlık koltuğuna oturması mı yoksa Gülen’in Türkiye’ye Humeynivari dönüşü mü?... Humeynivari dönüş, şimdilik çıkmaz ayın son çarşambasına kalmış gözüküyor. 15 Temmuz’un kendisine sunduğu lütufla, aynı zamanda camia içi rakibini saf dışı ettiğini düşünen Erdoğan kendi siyasi İslam çizgisini ve İslam-Türk sentezini gerçek kılmak için kolları, zaman daralıyor telaşıyla sıvamış bulunuyor. Erdoğan’ın iktidarı boyunca destek gördüğü ve olanaklarından fazlasıyla yararlandığı Gülen Cemaati’ni tehlike olarak görmesinin nedenleri nelerdir? Bunun ana nedenlerinden birine değindik zaten. Tarafların tam ve mutlak bir iktidarın peşinde koşmaları, iktidar paylaşımını ilk fırsatta birbirlerinin kuyularını kazacakları geçici bir mahkûmiyet olarak görmeleri. Bu iktidar kavgası Gülen Cemaati’nin başta MİT olmak üzere henüz denetim altına alamadığı kurumları düşürmeye kalkışması ve doğrudan Erdoğan ve çevresini hedef alan hamleleriyle iyice kızıştı. Sızmacı ve entrik bir kadro hareketi olarak Cemaat, artan bir özgüvenle başına buyruk davranmaya ve meyvenin artık olgunlaştığı kanaatiyle son kritik vuruşları yapmaya yöneldi. Erdoğan’ın Cemaati, aşırı siyasal hedef ve iddialardan kısmen vazgeçirme ve nispeten diğer cemaatlere benzer biçimde sivil topluma hapsetme çabaları sonuçsuz kaldı. Erdoğan, Cemaatin devlet içindeki varlığı, stratejik kurum ve sektörlerdeki mevzilenişi, küresel ağları, iktisadi ve toplumsal örgütlülüğüyle kendisini kuşatmakta olduğu gerçeğiyle daha somut ve yakıcı biçimde yüz yüze geldi. Böylece iki totaliter yönelim toslaşmaya başladı. Şüphesiz, rekabetin aynı zamanda iktisadi pasta paylaşımı veçhesi var. Rekabetin bu cephesinde de Cemaat, AKP’ye tabii olmak veya onunla ortaklaşmak yerine ayrı bir sermaye hizbi olarak temayüz etme; kendi örgütlerini kurma yolunu seçti. Kavganın bu kulvardaki sertleşmesi, “tencere dibin kara” çekinikliği dolayısıyla yeterince faş edilmedi. Oysa, “himmetler”in nereye ve kime akacağı sorunu dahil, kıran kırana bir rekabet yaşanmaktaydı. Kendisini en çok medya, eğitim ve dershaneler alanında dışa

7

Erdoğan’ın Cemaati, aşırı siyasal hedef ve iddialardan kısmen vazgeçirme ve nispeten diğer cemaatlere benzer biçimde sivil topluma hapsetme çabaları sonuçsuz kaldı. vuran kültürel hegemonya tepişmesi “aile içi” çekişmenin bir başka boyutuydu. Nihayet, hafife alınmaması gereken bir ideolojik çizgi farklılığından söz edebiliriz. Milli Görüş’e ve siyasi İslam’ın diğer hiziplerine göre Cemaat İslamı Protestanlaştırmak isteyen bir akım, bir tür “beşinci kol”du. Cemaat Batı, Vatikan, emperyalizm, Hıristiyanlık, Musevilik ve İsrail ile iyi ilişkiler içerisinde ilerleyişini sürdürmek istediği, dini faaliyetleriyle iktisadi girişkenliği ileri derece iç içe yürüttüğü için bunda belirli bir gerçek payı var. Bütün bunların sonucu olarak AKP-Cemaat; ortaklığı çatladı ve iş karakolda bitti. Sizin de belirttiğiniz gibi Erdoğan iktidara geldiği zaman fazla Avrupa Birlikçi bir havası vardı. Fakat özellikle Arap Baharı dönemi başladığında Erdoğan’ın bu söylemden vazgeçtiğini görüyoruz. AB serüveninde sorun çift yönlüdür. Erdoğan ve AKP yönünden baktığımızda; onlar, soruna araçsal yaklaştılar. Süreci; içerdeki iktidar mücadelesinde ellerini dış dinamiklerin desteği ile güçlendirecekleri; dengeleri lehlerine değiştirecekleri; ordu, bürokrasi ve yargı içindeki dirençleri dış girdi ve payandalarla kıracakları bir enstrüman gibi ele aldılar. AB hedefi, şüphesiz; içerde de müttefikleri çoğaltıyor, iktidarın niyet ve yönelişleri konusunda yanılsamalar yaratıyordu. Erdoğan ve AKP belli başlı rakiplerini gerilettikçe ve iktidara yerleştikçe AB sürecine duyulan bu araçsal ihtiyaç da giderek azaldı. Erdoğan, hedeflediği rejimle AB’ye üyelik sürecinin birlikte yürümeyeceğinin gayet iyi farkında. Unutmayalım; Erdoğan’ın son Şanghay çıkışından epey önce de AKP iktidarı döneminde birkaç kez “eksen kayması” tartışması yaşandı. Bunlar tamamen nedensiz ve afakî tartışmalar değildi. “Arap Baharı” ve sonrasında yaşanan gelişmeler de bir etmen elbette. Şanghay bir yana, Erdoğan’ın Türkiye’nin liderliğini yaptığı bir Müslüman Kardeşler iktidarları zinciri hayal ettiğinden ve buna basbayağı yatırım yaptığından emin olabiliriz. Suriye’deki aşırı angaje dış siyaset, bu beklenti ve yaklaşımın bir ürünüdür aynı zamanda. Ama meselenin bir de AB cephesi var. Sosyalist solda Avrupa Birliği hakkındaki farklı görüşlere girmeksizin şunu söyleyebilirim: Türkiye’yi tam üyelik yolunda


zaman daralıyor... özendirmek için elinden geleni yapmış bir AB yok karşımızda. AB, özellikle de onun baş çekicileri Almanya ve Fransa; Türkiye ile müzakereleri hiçbir zaman tam üyelik hedefine göre yürütmediler. AB sermayesi Gümrük Birliği ile koparacağı iktisadi ödünleri zaten elde ettiği için üyelik müzakereleri aslında sahte bir zemin üzerinde yürüyordu. Gümrük B’den sonra Almanya ve Fransa gerçek niyetlerini hiçbir zaman gizlemediler: Tam üye yapmaksızın, özel bir statü ile Türkiye’yi Avrupa çıpasına bağlamak… Yani AB süreci nerede biteceği belirsiz uzatmalı ve sürüncemeli bir hal almışsa, aslında taraflar böyle istediği içindir. Türkiye’nin tamamen Batı’dan tamamen kopup Suudi ve Katar sermayesini arkasına alarak yüzünü tamamen Ortadoğu’ya dönmesi mümkün mü? Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar arasındaki gerici ve aynı zamanda mezhepçi ittifak, şu anda Ortadoğu’da karşı devrimin mızrak başı rolünü oynuyor olabilir. Ama Suudi ve Katar sermayesi katiyetle yetmez. Ayrıca Ortadoğu, şu sıralar tıpkı Türkiye gibi gerilim biriktiren Suudi Arabistan ve Katar’dan ibaret değil ki Türkiye bu ittifak yoluyla Ortadoğu’ya kapaklansın. Zaten bunu gayet iyi bildiği içindir ki, Erdoğan sıkıştıkça bir Ortadoğu açılımından değil, Şanghay’dan söz ediyor. Dolayısıyla üzerinde konuşmaya değer seçenek Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin düzenleyici ve baskın bir rol oynadığı Ortadoğu değil Şanghay. Çeşitli sebeplerle Batı’yla ilişkileri kötüleştiğinde, Türkiye’nin siyasi elitleri iki kutuplu dünyada da zaman zaman “Bakın ha, saf değiştiririz” tehdidinde bulundular. İsmet İnönü’nün meşhur lafıdır: “Yeni bir dünya kurulur, biz de orada yerimizi alırız”… Olmadı, bu söz boş kubbede hoş bir seda olarak kaldı. Bir kere Şanghay, ne askeri ne siyasi ne de iktisadi anlamda, sözcüğün gerçek anlamında bir kamp değil. Adı üzerinde, bir işbirliği teşkilatı. Entegrasyon düzeyi son derece düşük. Teşkilatın iki kilit ülkesi Rusya ve Çin’in gelecekte kendi başlarına bambaşka ittifak kombinasyonları geliştirmeleri mümkün. Kaldı ki Erdoğan’ın çıkışından sonra “egemen devletler”den oluşan Şanghay’a katılmak için gerekli şart ortaya kondu: NATO’dan ayrılmak… Yeterli şart mı, o dahi tartışma götürür. Eksen değiştirmek, Çin veya Rusya menşeili hava savunma sistemleri almak, bu NATO’nun Lizbon Zirvesi öncesinde de alevlenen bir konuydu. Sonuç Türkiye’nin yelkenleri indirmesi oldu. Verili koşullar altında Türkiye’nin Batı’dan kopması imkânsız denecek ölçüde güç. Oluşmuş bütünleşme devreleri; iktisadi, siyasi, askeri, kültürel, tarihsel,

Çeşitli sebeplerle Batı’yla ilişkileri kötüleştiğinde, Türkiye’nin siyasi elitleri iki kutuplu dünyada da zaman zaman “Bakın ha, saf değiştiririz” tehdidinde bulundular. kurumsal, demografik ve normatif karmaşık bağ ve ilişkiler buna yakın gelecek için izin vermiyor. Ama öte yandan, küresel güç dengelerinde önemli sayılabilecek kaymalar yaşanıyor. Amerikan hegemonyasının gerilemesi, Çin’in emin adımlarla yükselişi, Rusya’nın toparlanması ve küresel güç konumunu yeniden yakalaması vb. Küresel diziliş ve dengeler bakımından durağan değil dinamik bir dönemden geçiyoruz. Erdoğan bir tür yeni Abdülhamitçilikle bu durumdan yararlanmak ve kendi manevra alanını genişletmek istiyor. Ancak halihazır şartlarda bunun marjları var. Marjlar haddinden fazla zorlanacak olursa sonuç; Türkiye’nin emperyalist odaklar ve küresel güçler arasındaki çelişkileri daha fazla içselleştirmesinden,

8

yeni gerilimler yüklenmesinden ve dünya kapitalizminin çelişkilerinin yoğunlaşma ve yumaklaşma mekanı haline gelmesinden başka bir şey olmaz. Dış politikadan içe dönersek, sizin de bildiğiniz gibi Erdoğan iktidar yürüyüşünde tüm Müslümanlar adına bir mağduriyet edebiyatı yürüttü. Özellikle Kemalist rejim karşısında siyasal İslam temsilcilerinin bu mağdur tanımı doğru mu? Bu mağduriyet meselesine son derece mesafeli ve sakınımlı yaklaşmamız ve meseleyi başka bir ışık altında görmemiz gerektiği kanısındayım. Birilerini “mağdur” etmeyen bir devrim düşünülemez. Her devrim belirli güçleri karşısına alır ve zafer kazandığında da onları bastırır ve baskı altına alır. Önce bu genel kuralı bir yere yazalım ki her şey yerli yerine otursun. Öte yandan, söz konusu olan yukarıdan ve bu anlamda “halksız” bir devrimse, evet, kitlelerin tarihsel inisiyatif ve girişkenliğine dayalı demokratik bir devrimde kazanılacak veya işin öznesi olacak toplumsal güçlerin bir bölümü “gerici”


zaman daralıyor... diye damgalanır ve “mağdur” edilir. Meseleye sınıfsal bir gözlükle bakıldığında, Türk devriminin mağdurları, mütegalibenin, eski düzenin hakim sınıflarının yedeğine ve insafına terk edilmiş köylü kitleleridir. Evet, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında İslamın eski düzenin toplumsal güçlerinin muhalefet bayrağı haline geldiği doğrudur. Böyle de olsa, meseleyi ideolojik terimlerle İslamcıların mağduriyeti diye koymak, durumu aydınlatmaktan çok karartır. Konu İslamcıların mağduriyetinin çok ötesinde ve derindir. Cumhuriyet tarihini boydan boya kat eden Doğu/Batı

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR

Özellikle restorasyon süreçlerinden sonra siyasal İslamcıların, hele de sol karşısında mağduriyetten söz etmesi için pek az neden var. Evet, burada artık gerçek bir mağduriyetten çok, “edebiyat”, tezvirat ve rövanşçı bir mevzi kazanma stratejisi var.

kültürel çatışması, gerçek bir demokratik devrim koşullarında yerini bambaşka özgünlük, yenilik ve sentezlere bırakabilirdi. Ya da daha yakın zamanlara gelirsek, başörtüsü yasağının hem fırsat eşitliği, hem de kadınların eğitim hakkı ve toplumsal yaşama katılımı bakımından mağduriyetler yarattığı tartışma götürmez. Ancak, tablonun bütününe bakmalıyız. Özellikle restorasyon süreçlerinden sonra siyasal İslamcıların, hele de sol karşısında mağduriyetten söz etmesi için pek az neden var. Evet, burada artık gerçek bir mağduriyetten çok, “edebiyat”, tezvirat ve rövanşçı bir mevzi kazanma stratejisi var. Tam ters yönde hak ihlalleri gırla. Sola karşı saldırganlık var, “yüzde 99’u Müslüman olan ülke” klişeleriyle Türkiye toplumunun çok inançlı yapısını inkar ve tahakküm kurma çabası var. “Mahalle baskısı” var. Ramazan ayında oruç tutmayanların maruz kaldığı sayısız saldırı var. Komünizme Karşı Mücadele Derneklerinin dahil olduğu “Kanlı Pazarlar” vb. var. Dolayısıyla mağduriyet edebiyatına prim vermemeliyiz. HDP’nin 2015 Haziran seçimlerinde yüzde 13’lük seçim başarısının ardından “mağdur” olan açıktan bir zalime dönüştü. 1 Haziran sonrasında Kürt halkına yönelik saldırılar ve ülkede kitlesel katliamlar dönemi başladı. 1 Kasım erken seçimlerinde HDP yüzde 10 barajını ancak geçti. AKP ise oy artırdı. Ardından bu yıl 15 Temmuz’da yaşanan başarısız Cemaat Darbesi’nin ardından AKP, OHAL ve KHK’lar dönemini başlattı. Toplumun her kesimine saldırı HDP’li vekillerin tutuklanması ile devam ediyor. Bugün artık faşizm denmeli mi denmemeli mi tartışması yapılıyor. Mağdurla başlayan ve zalimle biten bu siyasal süreci ve sonrasını değerlendirir misiniz? Kanaatimce 14 yıllık AKP iktidarı sürecine mağdurluk/zalimlik ikileminden bakmamız gerekmez. Yahut maskeleri çıkardılar, gerçek yüzlerini gösterdiler veya zaten hep el altında olan gizli gündemlerini nihayet açıkça yürürlüğe koydular yüzeyselliğide yeterince açıklayıcı olmaz. Bu, Türkiye tarihinin henüz analitik olarak incelenmeyi ve yazılmayı bekleyen son derece çalkantılı bir dönemidir. Dö-

7 Haziran şu olasılığın mevcut olduğunu gösterdi: Demokratik bir cumhuriyetin dinamikleri buluşturulup seferber edilebilir; ülke restorasyonlar ve bunun karşısında eskiye sarılmanın kısır döngüsünden çıkarılabilir.

9

nemi kabaca ikiye ayırmak mümkün: AKP’nin henüz iktidara yerleşemediği, titrek ve eğreti durduğu, onu meşru olmayan yollarla (darbe teşebbüsleri, muhtıra denemeleri vb) iktidardan uzaklaştırma çabalarının birbirini izlediği yıllar. Mağdur imajı bu yıllara aittir. AKP bu yılları çok büyük ölçüde uluslararası dinamiklerin desteği ve Cemaatin operasyonel gücü ile aştı. Bunu yeni bir tarihsel blokla iktidara yerleşme ve hatta devletleşme yılları takip etti. 2023 ve 2071 hedefleri ise, daha ötesi, artık ne pahasına olursa olsun iktidarı bırakmama iddiasının bir ifadesi. Bundan dolayı, solun bu ikinci dönemde AKP “olağan” ve parlamenter yollardan iktidardan uzaklaştırılabilir mi diye tartışması nedensiz değil; Gezi ve 6-7 Ekim kitle hareketleri ile sarsılabileceğini; 7 Haziran ve 1 Kasım arasında yaşananlar ise olağan yolların sınırlarını gösterdi. Bir seçimin sonucu tanınmamış, yok hükmünde sayılmış ve ülke yeni bir “sopalı seçim”e sürüklenmiştir. İkincisi, AKP’nin meşruiyet kaygısını bir kenara bırakmasının da kanıtı oldu. Bu döneme bir de şu açıdan bakabiliriz: Cumhuriyet’in maruz kaldığı en derin, en kapsamlı ve çok boyutlu restorasyon. Gözümüzün önünde cereyan ettiği gibi, ucu faşizme açılan bir restorasyon. AKP önceki restorasyon denemelerinin yarım bıraktıklarını tamamına erdirme ve mantıki sonuçlarına vardırma misyonunun taşıyıcısıdır. “Yüzyıllık parantezi kapamak” vurgusu bunu anlatır. 7 Haziran şu olasılığın mevcut olduğunu gösterdi: Demokratik bir cumhuriyetin dinamikleri buluşturulup seferber edilebilir; ülke restorasyonlar ve bunun karşısında eskiye sarılmanın kısır döngüsünden çıkarılabilir. Sadece AKP değil, bir bütün olarak müesses nizam da bunu ve olağan koşullarda sürüp gideceği belli HDP yükselişini bir tehdit olarak algıladı. Müesses nizam bunu sindirmek ve sineye çekmek, uzlaşacak veya içerecek bir esneme sergilemek yerine vantuzlarını çıkarma ve bastırma yolunu seçti. İçerde ve dışarıda savaş yönelimine bu yüzden istim verildi. Çünkü bu, Türkiye’de rejimin üstüne kurulu olduğu sütunları, ayrışma eksenlerini sarsmaya aday bir yükselişti. Olayların hızlı akışı içerisinde 7 Haziran’ın önemi bazen yeterince takdir edilemediği için vurguluyorum bunu. Bunun karşısında kurulan denklemin ise şu yalınlıkta olduğunu söylenebilir: İçeride ve dışarıda savaş eşliğinde başkanlık ve faşizmin inşası… Konu başkanlık olunca, başlı başına bir Erdoğan faktörü bulunsa bile, faşizme yöneliş, şahsileştirilemez ve ardındaki yapısal nedenler gözardı edilerek Erdoğan’ın hırs ve dayatmalarına indirgenemez.


zaman daralıyor... Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) yaklaşık 15 yıl önce Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefini terk ederek yeni bir paradigmaya yöneldi. Bu paradigma değişikliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğrudur; KÖH’e, 2000’lerin başına kadar “Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefi” yön verdi. 2000’lerden itibaren geliştirilen yeni bir teorik çerçeve ve paradigma eşliğinde bu hedeften vazgeçildi. Yapılan taktik bir değişiklik değil, koşulların baskısı altında başvurulan bir takiye hiç değil. Yeni ve pratiğe dökülen bir stratejik yönelim. Türkiye’de bazı önyargılılar olup bitene şöyle bir şüphecilikle yaklaşmaya devam ediyor: “Bakmayın şimdi çıta düşürdüklerine ve maksimalist taleplerden vazgeçtiklerine. Bağımsız Birleşik Kürdistan saklı hedef olarak kalmaya devam ediyor. Bu, koşullar ve zamanlama meselesi.” Kuşkusuz yeni paradigma eleştirilebilir. Nitekim hem Kürt hareketinin içinden hem de soldan eleştirenler var. Yeni yaklaşımı gerçeklikten kopuk ve “ütopik” bulanlar var. Ama takiye veya taktik yapılıyor yollu eleştiriler yersiz, isabetsiz ve “bölücülük” suçlamasını öyle veya böyle sürdürme kastıyla yapılan eleştiriler. Burası bu yeni paradigmanın kavramlar dizisini teker teker irdelemenin yeri değil. Ulusal sorun ötesi bir kapsamı bulunduğu, bir uygarlık eleştirisinden beslendiği ve farklı bir uygarlık vizyonuna sahip olduğu için, yeni paradigma ulusal bağlamda da bir özgünlüğü ve ciddi bir yenilenmeyi temsil ediyor. Kendi kaderini tayin hakkını farklı bir yoruma ve içeriğe kavuşturuyor. İlk bakışta ve yerleşik kabullere göre ortada bir paradoks var gibi gözüküyor: Ulus devlet istemeyen, ciddi bir ulus devlet eleştirisi geliştiren bir ulusal hareket… Kanımca, ortada bir paradoks yok. KÖH ezilen milletlerin kurtuluş ve özgürleşme mücadelesini, bir tür nihai ve ideal hedef gibi bir ulus devlete kavuşma fetişizminden kurtarıyor ve devletle özgürleşme arasındaki gerilim ve tezatlığı gören bir yol teklif ediyor. Madem takiye yok, yeni bir ulus dev-

Rojava, Ortadoğu’yu pençesine alan, dinmek bilmez etnik, dini ve mezhepsel çatışmalarla sürekli kaybetmesine yol açan gerici ulusçuluk çizgisi karşısında demokratik ve ilerici bir seçeneği temsil ediyor. Rojava anayasası ve pratik uygulamalar bunu tescil ediyor. İçinde yaşayan bütün halklar ve herkes Rojava sözleşmesinin tarafı sayılıyor.

let istenmediği için madem “bölünme” riski de yok; o halde meselenin kolaylıkla çözülmesi lazım, denilebilir. Bu, düz bir mantık ve akıl yürütme ve yeni paradigmanın içerimlerini hafife alma olur. Zira yeni paradigma ile KÖH kendisini daha zorlu, daha uzun menzilli bir stratejiye tabi kılıyor ve adeta bir “sürekli devrim” rotasına sokuyor. İkincisi; ulus devletler ailesine yeni bir devlet katmayı reddetmekle KÖH çıta düşürmüyor; tam tersine yükseltiyor. Bir “bağımsız, birleşik Kürdistan” hedefine odaklanmakla, bir “Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu” perspektifine sahip olmak arasında çok ciddi ölçek, yüzölçüm, hedef ve çıta farklılıkları var. Düşünsenize, Kürt sorununa doğrudan taraf dört siyasi birimi veya ülkeyi (neredeyse Ortadoğu’nun sürükleyici aksı anlamına gelen İran, Irak, Türkiye ve Suriye) bütünsel olarak dönüştürmeye talipsiniz. Üçüncüsü, KÖH yeni paradigma ile “kendi kaderini tayin hakkı”nı çöpe atmıyor; aksine onu salt uluslara ait olmaktan çıkarıyor; hem genelleştirerek hem de özelleştirerek “özyönetim” çerçevesine yerleştiriyor. Barzani’nin henüz YNK ve Goran’ı dahi ikna etmeksizin zaman zaman “bağımsızlık”tan söz ettiği hepimizin malumu. Kıyaslanabilir; çıta hangi yaklaşımda daha yüksekte duruyor? Bu çerçevede, KÖH Suriye’de “Biz birleşik ve demokratik bir Suriye’den yanayız” derken Suriye’nin tamamına ilişkin bir önermede bulunuyor. Ama Barzani’nin Irak’ın tamamına yönelik bir teklifi henüz duyulmadı. KÖH’ün bu yeni paradigması içerisinde ve Suriye’nin demokratikleşmesi açısından Rojava Devrimi modeli nerede durmaktadır? Rojava, KÖH’ün yeni paradigmasının şu anda en ileri provası ve pratikleştirilmesidir. Suriye, miadını artık doldurmuş Baasçılık cenderesinden çıkacaksa değerlendirilmesi gereken bir şanstır. Suriye, bu iç savaştan ciddi bir demokratik dönüşümle çıkacaksa, bizdeki Kemalizmin Suriye’ye has çeşitlemesi olan Baasçılığı aşacaksa, Selefi gericiliğine karşı hakiki bir seçenek sunacaksa şayet; Rojava’ya yüksek bir kıymet biçmek ve yeni rejimi buna göre biçimlendirmek durumundadır. Bunu yaptığı andan itibaren, Suriye bir anda Ortadoğu’nun en demokratik ülkesi haline gelir ve hakikaten kerteriz alınan bir “model ülke” olur. Olmadık fetihçi Suriye rüyaları görmüş Erdoğan’ın asıl kâbusu bu olur. Rojava, Suriye’ye kendisini demokratik esaslar üzerinden yeniden kurmasının somut teklifidir. Aksi halde, Rejim ve Baas Partisi bu teklifi reddederse ve bir özdönüşümü göze almazsa, Suriye öyle veya böyle kan kaybetmeye ve yeni trajediler yaşamaya devam edecektir.

10

Rojava, IŞİD’e karşı yürüttüğü savaş, seküler yapısı ve hepsinden önemlisi kadınların yönetmekten savaşmaya kadar Rojava’nın kuruluşuna katılımları nedeniyle Batı’nın ilgisini üzerine çekti. Kürt devrimci yükselişi epeydir uluslararası sahneyi zorluyor ve kendisini enternasyonal platforma yerleştirmeye çalışıyor. Bir dizi darlığa, ihmale ve yanlışa rağmen bu doğrultuda epey yol almıştı zaten. Bir bütün olarak Rojava, özel olarak Kobane direnişi ve elbette Irak’ta Şengal, Kürt mücadelesinin uluslararası görünürlüğünde bir çarpan etkisi yarattı. KÖH’te kadın varlığı moda dergilerinin dahi ilgisini çekti. PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ve YPJ Komutanı Nesrin Abdullah Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande tarafından Elysee Sarayı’nda ağırlandı. Büyük bedeller ve çabalar pahasına uluslararası çapta bir sempati halesi oluşmaya başladı. Bu hale giderek genişliyor ve Kürt direnişi dünyanın dört bir yanında giderek daha fazla yankı buluyor. Rojava’nın en kötü şartlarda dahi var kalması bakımından, bu uluslararası yankılanma çok olumlu bir işlev görüyor ve görecektir. Ama mesele sadece Baas rejiminin Rojava’yı kabulü, sindirmesi ve buna uygun bütünsel bir dönüşümü göze alması değil. Batı için de Rusya için de Rojava’nın törpülenmesi gereken fazlalıkları var. Batı değerleriyle akrabalık iyi, cihatçılarla mücadele iyi, laik bir yaşam tarzı iyi, ama oradaki patlayıcı devrimci enerji ürkütücü. Nihayet diyelim ki sonuçta bir ara yol bulundu ve Suriye’de İsviçre kanton modeli genel bir standart olarak uygulanmaya başlandı ve bu Irak’a da bulaştı. Bu Batı’nın “demokratik” üstünlük iddiasında çok ciddi bir gedik açmakla kalmayacak; Ortadoğu’nun diğer bütün rejimlerini sadece varlığıyla tehdit edecektir. Hele bir de kapitalizmin Ortadoğu’da her şeye rağmen stabilize olamadığı gerçeği göz önüne alınacak olursa… Rojava’nın ima ettiği budur. Rojava, Ortadoğu’yu pençesine alan, dinmek bilmez etnik, dini ve mezhepsel çatışmalarla sürekli kan kaybetmesine yol açan gerici ulusçuluk çizgisi karşısında demokratik ve ilerici bir seçeneği temsil ediyor. Rojava anayasası ve pratik uygulamalar bunu tescil ediyor. İçinde yaşayan bütün halklar ve herkes Rojava sözleşmesinin tarafı sayılıyor. AKP’nin KÖH’e her düzeyde saldırılarını yükselterek devam ettirmesine karşın KÖH son derece denetimli bir karşılık vermektedir. Bundan sonraki süreçte ne öngörüyorsunuz? Askeri cepheden bakacak olursak, aslında, taraflar arasında eskiden varsaydığımız birtakım sürdürülemezlik eşikleri aşılmıştır. Örneği, bir zamanlar ordu ve devlet


zaman daralıyor... de bu oranda kayıpları kaldıramazdı. Belki bir zamanlar sahip olduğu insan kaynaklarıyla vs. KÖH de bu kayıpları kaldıramayabilirdi. Fakat geldiğimiz noktada bu ölçüler değişti. Eski sürdürülemezlik eşikleri değişti. Bunu görmemiz lazım. Dolayısıyla bir yenişmenin olmadığı askeri bir hesaplaşma sürüp gidiyor. Savaş karşıtı tepkilere bakalım -ki başlangıçta daha kuvveliydi“Saray’ın savaşı” diye her cenaze töreni bir olaya dönüşüyordu. AKP bunları bastırdı, kendine göre tedbirlerini aldı. O zaman insanlar, Türkiye’nin geleceği ile Erdoğan meselesini birbirinden ayırt ediyorlardı. Şimdi Erdoğan “Türkiye’nin bekası” ile kendi iktidarının selameti arasında geçmişe göre daha yüksek bir örtüşme sağladı. Ne devreye girecek de bu gidişat değişecek derseniz; sivil siyaset, halk hareketi, kitle mücadelesi, barış hareketi, anti-faşist mücadele yeni bir değişken olarak devreye girmeden, tabloda esaslı bir değişiklik olamayacağını söyleyebiliriz. Yani buraya odaklanmak, buraya yoğunlaşmak gerekir. Bu durumda çatışma sürecinden çözüm sürecine dönüş nasıl olacak? AKP çöktürme planından kendiliğinden vazgeçecek mi? Çatışma süreçlerinden çözüm süreçlerine dönmek dünya örneklerinden de görüldüğü gibi inişli çıkışlıdır, karmaşıktır. Şimdi birçoğumuzun zihnini kurcalayan soru şu: Öncekilerden daha sert şimdiki çatışma süreci masaya daha avantajlı dönmek için son kozların oynanması mı? Sürecin bu basitlikte olmadığını görmemiz lazım. Toplumsal formasyonların da kendilerine göre bellekleri var. Bu bellek ve 1915’lerin İttihatçı refleksi çalışmaya başladı. Her ne kadar bu refleks anakronikse de, tarihin başka koşullarında denenmiş bir bastırma harekatını, bambaşka değişkenlerin devrede olduğu, koşulların bir hayli farklılaştığı bir dünyada yeniden denemeye çalışarak imkânsıza oynuyorsa da; şimdiden ortaya çıktığı gibi bunun bedelleri çok ağır olabiliyor. Dolayısıyla çöktürme planı denilen planı, İttihatçı kafanın yeniden dirilişi olarak görebiliriz. Ama ister Ortadoğu’dan ister dünya koşullarından isterse Kürt yükselişi cephesinden bakalım, günümüzde “Sri Lanka modeli” adı altında 1915’leri tekrara kalkışmak, maliyeti ve bedelleri çok ağır olsa da, imkânsıza

Şu anda, gerek iç gerek bölgesel ve gerekse küresel pencereden bakıldığında, zamanın AKP ve Erdoğan lehine işlemediğini, faturalarının kabardığını, kıskaca girmelerinin mümkün olduğunu görmeli ve fırsatlara odaklanmalıyız.

Faşizm geldi ve kökleşiyor tespiti sadece nesnel duruma uymamakla kalmıyor; aynı zamanda henüz durdurma fırsatı varken bir kabulleniş hali yaratıyor. oynamaktır. Aslına bakarsanız; bir yenişemezlik halinin döne döne ispatlanmasına gerek yoktur. Kürt tarafı bunu çoktandır söylemektedir: “Tamam, biz yenemeyiz belki ama siz de bizi yenemezsiniz”. Kardeşi ile son görüşmesinde Abdullah Öcalan bu mealdeki sözleri tekrarladı. Devletin ve gelip geçen hükümetlerin soruna bu soğukkanlılık ve rasyonellikle bakamadıklarını veya iç siyaseti şu veya bu yönde tanzim etmek için savaşı ve çatışmayı araçsallaştırdıklarını; en azından pazar ve istikrar kaygısı ile daha rasyonel olması gereken sermayenin ise itiraz yükseltmek yerine pıstığını görüyoruz. 15 Temmuz darbesi faşizme gidişatı hızlandıran çok önemli bir gelişme. Siyasal sonuçlarına bakacak olursak, neredeyse AKP bu darbeyi kendi planlamış gibi görünüyor. 15 Temmuz darbesinin nedenleri ve sonuçları nelerdir? 15 Temmuz darbesinin muammalı, hâlâ aydınlatılmamış, karanlıkta kalmış, spekülasyonlara açık pek çok yönü vardır. Amma velâkin, açığa çıkmış gerçekler de vardır. Bunlardan en önemlisi şudur: AKP bu darbeyi öngörmüş, buna uygun tedbirler almış ve bir darbe teşebbüsü olacağını bilerek bir darbe sonrası simülasyonu yapmıştır. Şimdi ürktükleri meselelerden bir tanesi de bu gerçeğin açığa çıkmasıdır. Siz darbe hazırlığının istihbaratını almışsanız, onu önleme araçlarına da sahipsiniz demektir. Önlemek yerine pusuya yatıp bekliyorsanız, demek ki aslında gerçekleşmesini sağlamayı tercih etmişsiniz, bunu kendi çıkarınıza bulmuş ve onca can kaybına yol açmışsınız. Bu giderek açığa çıkan bir gerçektir. Öbür yönleri üzerinde tartışılabilir. Hulusi Akar’ın durumu neydi, kendisini rehin mi aldırttı? Hakan Fidan’ın rolü neydi? O generaller o düğünde ne arıyordu? Deniz Kuvvetleri Komutanı İstanbul sokaklarında ne geziyordu, en sonunda gidip bir karakola sığındı vs. Bu acayiplikler tartışılabilir. Ama şu nokta nettir, bu öngörülmüş bir darbedir. Bu darbe, faşizme doğru gidişatı hızlandırmak için, buna yeni bir ivme, yeni bir tempo katmak için kullanılmıştır. İşte, lütuf meselesi budur özünde. Son zamanlarda her platformda faşizm tartışmaları hızlandı. Faşizm kurumsallaştı diyebilir miyiz? Haziran’da gerçekleşen SYKP Kongremizde yaptığımız tespitin son derece

11

doğru ve yerinde bir tespit olduğunu düşünüyorum. Tespitle de yetinmedik dönemin ana görevi nedir, onu da kayıt altına alan bir kararımız vardı. Biz süreci, “Faşizme doğru hızlanan gidişat” olarak tarif ettik. Ben hâlen böyle olduğunu ancak 15 Temmuz’dan sonra sürecin yeni bir ivme kazandığını görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hâlen bir geçiş süreci içerisindeyiz. Çünkü kurumsallaştı demek veya buna artık faşizm diyebileceğimizi iddia etmek sürecin kırılganlıklarını, barındırdığı çelişki ve çatışkıları, dolayısıyla imkânları ister istemez hafife almaya, mücadelenin öncelik ve hedeflerinde kaymalara neden olur. Halen gayri yasal, anayasasız bir durum devam ediyor. Bu fiili durumun meşrulaştırılması lazım bir şekilde. MHP ile sağlanan anlaşma bunu sağlamayı amaçlıyor. Yani henüz kat etmeleri gereken bir yol var. Elbette, faşizm belirli bir momentte bütün özellikleri ile birden bire tecessüm etmez. Bir inşa sürecinden bahsedebiliriz; dolayısıyla bazı özellikleri şimdiden mevcut. Örneğin, hiçbir norma, hiçbir standarda, hiçbir hukuki kısıtlayıcılığa tabi olmayan keyfilik ve başına buyrukluk, yani “kararcılık”. Örneğin, silahlanma çağrıları, kitle desteğini ve sivil tabanı konsolide etme, şu veya bu seferberliğe hazır bulundurma girişimleri. Örneğin, üniversite ve akademiyi “çatlak ses” çıkmayacak şekilde denetim altına almaya matuf saldırı ve çabalar. Örneğin, devleti ve bürokrasiyi tek sesliliğe göre yeniden yapılandırmanın önünde ciddi bir engel olarak duran KESK’e ve odalara yönelik saldırılar. Zaten bu ve benzer göstergelere bakarak da gelmekte olanın faşizm olduğunu söylüyoruz. Ancak, Türkiye toplumu ve dinamiklerinin günümüz dünyası koşullarında faşizm cenderesine kolaylıkla sokulamayacağını, faşizmi püskürtmenin hâlâ mümkün olduğunu görmemiz gerekir. Faşizm geldi ve kökleşiyor tespiti sadece nesnel duruma uymamakla kalmıyor; aynı zamanda henüz durdurma fırsatı varken bir kabulleniş hali yaratıyor. Şüphesiz sadece bu erken tespitler değil, aynı zamanda çeşitli beklenti ve rehavetler de bugün bize çok gerekli olan daha teyakkuzda bir halet-i ruhiyeye hizmet etmiyor. Örneğin, rejimin uluslararası tecridi mücadelenin önemli bir boyutu olmakla birlikte, onun dışarıdaki sıkışmışlığına ve dış politikadaki saplanılan çıkmazlara haddinden fazla bel bağlamak gibi. Kısacası felaketçilikten de rehavetten da uzak durmak iyidir. İşçi hareketi açısından değerlendirmeniz gerekirse… Klasik örneklerinde faşizm, güncel bir devrim tehdidine karşı bir karşı-dev-


zaman daralıyor... rim hareketi olarak gelişti. Karşısındaki ana hedef ise, komünist ve sosyal-demokrat akımlar halinde bölünmüşlüğüne rağmen, siyasi ve sendika işçi hareketinin zerrelerine kadar ezilmesi ve mücadele kapasitesinden yoksun bırakılmasıydı. Bugün Türkiye’deki tablonun böyle olmadığı, işçi hareketinin bir bölümünün daha şimdiden korparatist bir cendereye sokulduğu bence açık. Ama bu, Türkiye’de işçi sınıfının nabzının atmadığı, var olan siyasallaşma ve örgütlülük düzeyi ile faşizmin karşısında fiili ve potansiyel bir engel teşkil etmediği anlamına gelmez. Dünyadaki örnekleri açısından bakmaya devam edersek, faşizm geldi, diyebilmemiz için geriye neler kalıyor? Karşısındaki bütün direniş odaklarını ezmeden, faşizm kurumsallaşamaz, oturamaz ve zaferini ilan edemez. Bunun da çeşitli momentleri olabiliyor. İşte Almanya’da Reichstag yangını provakasyonu, Kristal Gecesi, Nazi partisi içi muhalefeti tasfiyeye yönelik Uzun Bıçaklar Gecesi bunun örnekleri. Faşizmin zaferini bunların sağladığı bir mutlak yenilgi üzerinden ilan ediyorsunuz. Bu yönlü bütün girişimlere rağmen Türkiye’de henüz bir

yenilgi iklimi yaratılamadı. Kitle hareketinde göreli bir gerilemeye rağmen, çok yönlü bir direniş sürüyor, toplumsal muhalefet beklenmedik çatlaklardan sızarak, beklenmedik vesileleri değerlendirerek sahne almaya devam ediyor. Türkiye somutunda sorunun bir de başkanlık diye kodlanan boyutu. Bu aslında inşanın tamamına erdirilmesi ve taçlandırılmasını simgeliyor. Henüz ister istemez çeşitli çelişki ve çatışmalar doğuran (örneğin, Davutoğlu vakası) de facto bir durumla yüz yüzeyiz. Bu de facto durumun de jure, yani yasal hale getirilmesi ve günceye alınması gerekiyor. Keyfiliğin anayasal kılıfa büründürülmesi de diyebiliriz. Unutmayalım, önümüzde en azından hâlâ başkanlığın hiç de çantada keklik gibi gözükmediği bir referandum var. Zaman sadece bizim için değil, Erdoğan için de daralıyor. Bu yüzden acelesi ve telaşı var. Ne kadar işlevsizleştirilmiş olursa olsun halen bir parlamenter sistem var. Başkanlık resmen kotarılmadıkça işler ağır aksak bu sisteme göre yürütülmek zorunda. Maruz kaldığı bütün ağır saldırılara rağmen Kürt halkının direnişi çeşitli biçimler altında sürüyor ve devlet Kürdistan’da giderek dışsal ve hatta “ya-

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR

12

bancı” bir erk haline geliyor. Yani son kritik dönemeç henüz geçilmedi. Bunu bildiği içindir ki, Erdoğan kendisini saldırı ve hamle üstünlüğünü elde tutmaya ve pedal çevirmeye mecbur hissediyor. AKP, anayasayı değiştirip 2017’nin ilkbaharında başkanlık referandumuna gitmek istiyor. Bunu gerçekleştirmek için saldırılarına devam etmek zorunda. Ancak bu saldırı taktiği yenilmezmiş gibi görünen AKP’yi aynı zamanda daha da kırılganlaştırıyor. Sürekli saldırı ile iktidarda kalışını daha ne kadar uzatabilir? Anayasa değişikliği paketinde işi kitabına nasıl uyduracaklarını tam olarak bilmiyoruz. Ama referandumun aynı zamanda bir başkanlık oylaması olması veya Erdoğan’a başkanlık yetkilerini referandumdan hemen sonra tanıyan hükümler taşıyan bir paketin Meclise sunulması çok muhtemel. Sadece AKP değil, bir bütün olarak süreç ciddi kırılganlıklar barındırsa bile, iktidar muhalefeti zerrelerine kadar ezme hedefiyle saldırılarını sürdürecek. Ancak ters teptiği nispette saldırılar duracak. Tarihte belirleyici karar uğrakları diye


zaman daralıyor... bir şey var. İşte öyle bir uğraktan geçiyoruz. Her şey muhalefetin mücadele ve direniş kapasitesine, baskı ve saldırı dalgalarını savuşturarak kendisini yeniden var etmesine, fırsat ve imkânları iyi değerlendirmesine, sıraya konulmaya izin vermeden güçlerini birleştirmesine bağlı. Bu başarılırsa iktidar bloğu ve AKP içinde çatlakların oluşması, oluşan çatlakları sıvamaya güçlerinin yetmemesi mümkün ve ihtimal dahilinde. Şu anda, gerek iç gerek bölgesel ve gerekse küresel pencereden bakıldığında, zamanın AKP ve Erdoğan lehine işlemediğini, faturalarının kabardığını, kıskaca girmelerinin mümkün olduğunu görmeli ve fırsatlara odaklanmalıyız. Unutmayalım, 11 Eylül’den sonra, gözü kara biçimde bir imparatorluk inşa etmeye koyulan Neoconlar dahi, direnişe ve güçlerinin sınırlarına çarpıp yüz geri etmek zorunda kaldılar. “İstediğimiz gerçekliği biz yaratırız” diyerek dikine dikine gitmenin olanaksız olduğunu gördüler. CHP önümüzdeki süreçte merkez ve taban bütünlüğünü sağlayarak faşizme karşı direniş cephesi içinde yer alabilecek mi? Güç dengeleri ve faşizmin durdurulması bakımından CHP’nin nerede duracağı, ne tavır takınacağı, şüphesiz önemli. Bu yüzden CHP’yi konuşmaya ve tartışmaya devam ediyoruz. Mevcut koşullarda bizim bakımımızdan istenir ve arzu edilir olan CHP’nin faşizme karşı direniş hattına geçmesi ve bunun vaaz ettiği yan yana gelişlerden kaçınmamasıdır. Elbette kendi meşrebince direnecek, ille HDP gibi, ille sosyalistler gibi direnmesi gerekmez. Böyle bir beklenti gerçekçi de olmaz. Ancak, mevcut koşulların bir “direnme hakkı” doğurduğu tespitini CHP de yapıyorsa, bunun gereğini yerine getirmesini beklemek herkesin hakkı. Nitekim, meşruiyetini yitirmiş, norm ve kural tanımaz bir iktidara karşı direnme hakkı bazı ülkelerin anayasalarında açıkça yer almaktadır. Türkiye’deki durum tam da budur. Ancak, bu haktan söz etmekle birlikte CHP bocalamaya ve birleşik mücadeleden uzak durmaya, özellikle de HDP ile yana yana gözükmeme devam ediyor. Bir “Yenikapı ruhu”na yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Bir Beştepe’ye gidiyor, bir gitmem diyor. Direnmekten söz ediyor ama mitinglerinin başlığını tam da AKP ve Saray’ın değirmenine su taşıyacak şekilde “böldürtmeyeceğiz” koyuyor vb. Dokunulmazlıkların kaldırılması sırasındaki ibretlik “Anayasa’ya aykırı ama…” tavrı ise herkesin malumu. Bütün bunlara rağmen, koşullar bize CHP zeminleriyle çok yönlü ilişkiyi, hem de CHP’yi kurumsal olarak da baskı altına almaya devam etmeyi emrediyor. Birleşik

mücadele zemin ve platformları yaratma işi, şüphesiz, ille de CHP’nin katılımı koşuluyla belirsizliğe bırakılamaz. CHP, kurumsal ortak bir direniş cephesinden uzak durmaya devam edebilir. Bu, CHP’nin hitap alanıyla çeşitli düzey ve alanlarda buluşma ve kesişmeler yakalama, eylem birliği fırsatlarını değerlendirme çabalarından vazgeçmeyi gerektirmez. Son olarak faşizme karşı oluşmakta olan Demokrasi Cephesi üzerine konuşalım isterseniz. Demokrasi Cephesi dendiğinde akla iki platform gelmekte. Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği ve Demokrasi İçin Birlik (DİB). Hâlbuki HDP ve HDK’yi, hatta Birleşik Haziran Hareketi’ni de Demokrasi Cephesi bileşenleri arasında görmek gerekmiyor mu? Mevcut girişimler Demokrasi Cephesinin ta kendisi değil, onun ön girişimleri. DİB de öyle Güç Birliği de öyle. Bu girişimlerin ilerletilmesi, ete kemiğe büründürülmesi, her zemin ve düzeyde kendini somutlaştırması, toparlayıcı odaklar haline gelmesi, gerektiğinde buluşup kesişmesi ve giderek bir anti-faşist bir cepheye dönüştürülmesi… Kolay olmasa da sistematik olarak takipçisi olmamız gereken iş ve görev budur. Elbette HDP ve Birleşik Haziran’da anti-faşist bir cephenin kurucu güçleri olmalıdırlar. HDP zaten damga vurmaya kalkışmaksızın her iki girişime de omuz vermeye devam ediyor. Birleşik Haziran, bazı anlaşmazlıklar dolayısıyla çekilmiş olsa bile başlangıçta Güç Birliği’nin içindeydi. Bu durumu kabullenmemiz gerekmiyor. Anlaşmazlıklar telafi edilebilir. Nitekim, 20 Kasım’da Kartal’da gerçekleştirilen ‘Teslim Olmayacağız’ mitingi gerekli emek harcanır, özenli ve kapsayıcı davranılırsa daha geniş güçleri ve bileşimleri yan yana getirmenin mümkün olduğunu gösterdi. Öte yandan, anti-faşist cephe çok yönlü ve çok düzeyli çabalarla inşa edilecek bir diziliş ve oluşumdur. Niyet beyanları ve ilk yan yana gelişler bunun ancak başlangıcı ve ateşleyicisi olabilir. Böyle bir cephe ilkin kaçınılmaz olarak savunma ve faşizm tehdidini püskürtme amacı taşıyacaktır. Ama bu giderek kurucu bir programı gündemine almaması gerektiği anlamına gelmez. Bugün zaten fiilen direnmekte olan odak ve dinamikleri, herhangi bir güç eksilmesine yol açmayacak, tersine aritmetik toplamın ötesinde yeni bir sinerji doğuracak şekilde yan yana getirmek yakıcı görevdir. Yeni potansiyel güçlerin uyarılması ve harekete geçirilmesini sağlayacak olan budur. Direnen odakları yan yana getirme konusunda ilk adımları önce HDK ve sonrasında da HDP attı.

13

HDK ve HDP’yi içermeyen bir cephe düşünülemez elbette. Ama HDP ve HDK zeminlerini dayatarak birleşik mücadelenin mekanizma ve araçları sorununun çözülemeyeceği da açıktır. Bugün zaten böyle bir dayatmadan ziyade HDP ve Kürt hareketiyle yan yana durmama tavrının oluşturduğu engelden söz etmemiz gerekiyor. Her cephenin ama meselelerinden birinin ortak paydayı ve asgari müşterekleri bulmak olduğu muhakkak. Ama ortak payda ve asgari müşterek bulacağız diye Kürt özgürlük mücadelesine bütün taleplerini geri çekme ve kendisini adeta görünmez kılma telkininde de bulunulamaz. Kürtler kendilerini ve taleplerini görmeyen bir ortak mücadelede neden yer alsınlar. Daha doğrusu böyle bir “ortak” mücadele olabilir mi? Örneğin barış talebi, faşizmin içeride ve dışarıda savaş yönelimi eşliğinde inşa edilmek istendiği bir konjonktürde nasıl görmezden gelinebilir veya hafife alınabilir. Bir dizi mücadele ekseni gibi, barış mücadelesinin de aynı zamanda antifaşist bir anlam kazandığı gerçeği nasıl gözardı edilebilir. Burada tartışmamız asgari müşterekler kısmıdır bence. Mesela CHP’den konuşacak olursak ya da Türkiye’de bazı güçlerden Birleşik Haziran Hareketi gibi, bu asgari müştereklerden kaçmaktadırlar. Kürtler görünmez hale gelsin. Hayır, Kürtlere şu söylenebilir: Asgari müşterekler budur, bu talepler etrafında birleşik mücadeleyi örelim. Ama Kürtler kendilerini görünmez kılan bir mücadelede niye yer alsınlar? Ya da onların taleplerine hiç değmeyen bir birleşik mücadelede neden yer alsınlar? Mesela diyelim ki barıştan söz etmeyelim. Olabilir mi? Eğer mevcut rejim tarafından savaş içeride ve dışarıda faşizmi inşa etmenin bir vasatı olarak değerlendiriliyorsa, demek ki aslında barış talebi de aynı zamanda antifaşist bir anlam kazanmıştır. Aynı şeyi diğer mücadele dinamikleri (Aleviler, ulusalcı güçlerin bir bölümü, ifadesine Cumhuriyet Gazetesi’nin temsil etmeye başladığı eğilimde bulan “Cumhuriyetçi” güçler, laik kesimler, azınlıklar, kadınlar, lgbti+’lar, kendi yaşam tarzlarını tehdit altında görenler, hatta bugünkü ahbab-çavuş düzeni ve kayırmacılıktan mustarip, sürekli mülksüzleştirilme tehdidi altında olan mülk sahipleri için de geçerlidir. Onlar da ancak kendi talep ve kaygılarına kapsayıcı bir ortaklık içinde yer veren bir cepheye ilgi duyabilirler. Meseleye bu genişlik içerisinde bakmamız gerekir. Bu söyleşiye katıldığınız için Siyaset dergisi adına teşekkür ederiz.


Fotoğraf: Adnan Onur ACAR

chp’yi ne yapmalı? CHP’nin tarihsel kodlarını aklımızda tutarak, onun bir “sistem partisi” olduğunun bilincinde olarak dünün değil, “bugünün CHP’sini” değerlendirebilir; onunla ne tür bir stratejik/taktiksel ilişki geliştirebileceğimizi ele alabiliriz. Tuncay YILMAZ

“A

tsan atılmıyor, satsan satılmıyor” der halkımız karmaşık bağlantılardan dolayı bir türlü içinden çıkamadığı dertleri için… CHP de -gerçekliğinden azade olarak- faşizmin inşa edilmekte olduğu mevcut koşullar içerisinde, durduğu konum itibariyle, demokrasi güçleri için böyle bir “içinden çıkılmazlık” duygusu yaratıyor. Bir yanda verili CHP gerçekliği, diğer yandan adım adım kurumsallaşan faşizm. Çık çıkabilirsen işin içinden! Tarihsel bağlamlarda boğulmadan, kendimizi iyi hissettirecek ajitatif söylemlere saplanıp kalmadan, teori-pratik, strateji-taktik eksenlerinde “CHP’yi ne yapmalı” sorusuna cevap arayalım, işin içinden çıkmaya çalışalım. Yazacaklarıma yönelik zaman kaybettirici polemiklere baştan mesafe koymak, tartışmayı doğru zeminde yükseltmek için üzerinde hareket ettiğimiz kimi ön belirlemeleri vurgulamak sadeleştirici olacaktır. - CHP, AKP iktidarıyla bir paradigma değişikliğine zorlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu aklının siyasal partisidir.

- CHP tarihinin hiçbir döneminde kurucusu unsuru olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin temel politikalarının (Burjuva, Türk, Erkek, Sünni-devletçi laik vs.) dışında olmamıştır. - CHP, Avrupa sosyal demokrasisi gibi Marksizmden reformist bir kopuş perspektifine sahip klasik bir sosyal demokrat parti değildir. - CHP’nin sol perspektife en yakınlaştığı süreç, sosyalist hareketin en güçlü olduğu ve sistemi belirli alanlarda zorlamaya başladığı 80 öncesi “Ecevit”li dönemidir. - CHP’yi irdelerken bir komünist/ sosyalist özneden beklenecekler çerçevesinde değil, seküler bir burjuva sosyal demokrat partiden beklenebilecekler çerçevesinde hareket etmekteyiz. Ve çok iyi biliyoruz ki beklentilere uygun bir ilerleme ancak ve ancak güçlü bir sol/ sosyalist hareketin zorlamasıyla, bizzat bu yükselişi sistem içine hapsetme hedefiyle ortaya çıkacaktır. Bu ön kabullerin ardından, CHP’nin tarihsel kodlarını aklımızda tutarak, onun bir “sistem partisi” olduğunun bilincinde olarak, dünün değil, “bugünün CHP’sini” değerlendirebilir; onunla ne tür bir stratejik/taktiksel ilişki geliştire-

14

bileceğimizi ele alabiliriz. CHP ve ekonomi politika Şayet AKP’nin ekonomi politikasını “İslami neoliberalizm” diye tarifleyecek olursak, CHP’ninkini de “seküler neoliberalizm” diye tanımlayabiliriz. Yani işin altyapısal perspektifi aynı kalmakla birlikte, AKP ve CHP’nin ekonomi politikaları buna giydirilecek ideolojik paradigmada ayrışmakta. Regan-Thatcher Neoliberalizmin temel perspektifi olan piyasaların serbestleştirilmesi, sosyal devlet anlayışının tasfiyesi, özelleştirme, esnekleştirme, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma başlıklarında CHP politikalarının AKP politikalarından kimi farklılıkları olsa da özü itibariyle sermayenin daha da serbestleştirilmesini hedefleyen neoliberal yönelimine ilişkin CHP’nin farklı bir politik perspektifi, bir önerisi yok. Bu konuda üretilen söylem, politika ve pratikler bu uygulamaların “daha insani”, “daha aleni”, “daha usulüne uygun” şekilde hayata geçirilmesinden ibarettir. CHP aksine, bunu kendisinin daha iyi, daha fazla toplumsal rıza üreterek hayata geçirebileceğini iddia etmekte.


chp’yi ne yapmalı? CHP ve Aleviler Kuruluş öncesi (ve sırasında) gayrimüslim nüfustan “arındırılan” Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşun hemen ardından, 30 Kasım 1925’te1, Sünni İslamı müesses nizamın hakim ve biricik inancı olarak ilan etmişti. AKP iktidarına kadar Cumhuriyet’in inanç alanı formasyonu kuruluş saiklerine bağlı bir pratik sergiledi. Kuruluş paradigmasına ve ardından gelen 27 yıllık tek adam/parti diktatörlüğüne itirazlarını Menderes’in Demokrat Parti’sine sarılarak ifade eden Aleviler, 10 yıllık muhafazakâr sağ iktidarında da kendilerine nefes alacak bir imkân olmadığını gördüler. Demokrat Parti’nin AKP benzeri muhafazakâr politikalarını “şeriat geliyor” umacısıyla Alevileri kötünün iyisine razı eden CHP, inanç politikalarında kimi adımlar atsa da meseleye köklü bir çözüm getirecek politikalara geçiş yapmayı başaramadı. İnönü’nün Diyanet İşleri Başkanlığı altında “Alevilik Kürsüsü” açma perspektifi asıl olarak bugünkü CHP için de geçerli. Mayıs 2015’te TV’de yayınlanan bir programa katılan Kemal Kılıçdaroğlu şöyle diyordu: “Dini siyasette araç olarak kullanan insanların inancından şüphe ederim, nokta. Benimle Allah arasına girmeye ne hakkı var. İmam hatipler kapatılmayacak. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması doğru değil ama bütün inançları karşılayacak bir yapıya da ihtiyaç var.”2 “Seküler” CHP, başlangıçtan bugüne Sünni İslamın Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle hakim ve resmi inanç olarak inşasına itiraz şöyle dursun, bu yapının kurucusu olagelmiştir. Güncel rahatsızlık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı değil, bunun AKP kadrolarının eline geçmiş olmasıdır. En iyimser yorumla “şeriatçıları kontrol altında tutmak” için kurulmuş olduğu iddia edilen bu kurum, Türkiye’de gerçek anlamda laikliğin gelişememesinin en önemli nedenidir.

Şayet AKP’nin ekonomi politikasını “İslami neoliberalizm” diye tarifleyecek olursak, CHP’ninkini de “seküler neoliberalizm” diye tanımlayabiliriz. CHP’nin Alevilere ve diğer inançlara/inançsızlara yönelik özgürleştirici politikalar geliştirememesinin en temel nedeni de bu Atatürk/Cumhuriyet bakiyesi kurumsallaşmayı karşısına alıp kapatılmasını savunamamasıdır. İlk düğmesi yanlış iliklenen gömlek misali bu ilk adım atılamayınca peşi sıra

geliştirilen fikirler ya eklektik ya da havanda su döver “cinstendir”. CHP’nin en son yayımladığı Alevilik Paketi de Alevi toplumunun kimi taleplerini sahiplenen ancak temel talebini görmeyen bir perspektifle hazırlanmış. Bütün bu gerçeklere rağmen Alevi toplumunun önemli bir kısmı hâlâ ehveni şer olarak CHP’yi tercih etmesinin sebebi ne peki? Bu soruya basitçe “katiline aşıklık”, Kemalizmden kopamama” gibi cevaplar vermek, Alevilerin tarihsel deneyimlerinin yeterince farkında olmamak, onlarla empati kuramamak anlamına geliyor. Bu toprakların egemenleri, gayrimüslimlere yönelik soykırım girişimlerinden çok daha önce, 1500’lerden itibaren, Alevilere yönelik korkunç ve sistematik katliam, baskı, zor, asimilasyon politikaları uyguladı. Bu politikalar karşısında AleviKızılbaş toplumu tarihe mal olan ancak yeterince üstünde durulmayan büyük direnişler sergiledi. Bu direnişlerin başarıya ulaşamaması karşı karşıya kaldıkları sonu daha da korkunç hale getirdi. Belki de bin yıllardır yaşadıkları yaşam alanlarını terk edip dağlara çekilmek zorunda kaldılar. Ve gidecek başka yeri olmayan Alevi toplumu yaşar kalabilmek için daha güvenli, sürdürülebilirliğine inandığı ve umut verici bir alternatif ortaya çıkıncaya kadar ehven-i şere razı durumdadır. CHP ve kadınlar CHP’nin kadın özgürlüğü ufku modern bir çekirdek aile içerisinde seküler bir yaşamla sınırlı durumda. Cumhuriyet’in ilk yılları açısından dahi mazur görülemeyecek bu darlık bugüne gelindiğinde boğucu bir hal alıyor. Nezihe Muhiddin öncülüğünde CHP’den de önce kurulan Cumhuriyet Dönemi’nin ilk partisi, Kadınlar Halk Fırkası’nı (KHF) kapatan tahakkümcü zihniyet bugün CHP paradigmasında hâlâ yaşamaktadır. Kadınlara hak verilecekse, onu da devlet-i âlî verecektir! Ayrıca, aileden, çocuktan, kocadan bağımsız bir kadın perspektifine ne gerek var! CHP’nin kadına yönelik bütün modernist/seküler söyleminin ardında üretim ilişkilerinin yeni formlarına uyarlanmış inceltilmiş bir patriarkadan başka bir şey bulmak neredeyse imkânsız! Kapitalist sömürü piyasasına dahil olabilen az sayıda kadına biçilen rol ağırlıklı olarak enformel sektöre sıkıştırılırken, kadın emeğinin karşılıksız sömürü mekânı olan ev içine ilişkin tek bir öneri getirmiyor CHP. Ev içine yönelik getirilen önerilerde ise kadının değil ailenin güçlendirilmesini esas alıyor. CHP’nin kadına bakan penceresinden erkek cinayetleri hâlâ “töre ve namus cinayetleri” olarak görülüyor ve

15

CHP’nin kadına yönelik bütün modernist/seküler söyleminin ardında üretim ilişkilerinin yeni formlarına uyarlanmış inceltilmiş bir patriarkadan başka bir şey bulmak neredeyse imkânsız! çözüm olarak ise “eğitim şart”tan öte bir ileri adım önerilmiyor. Elbette İslami/muhafazakâr gericiliğin kurallarına göre dizayn edilmiş bir toplumsal yaşam karşısında seküler bir toplumsal form kadınlar için tercih edilir seçenektir. Ancak kadın özgürlük mücadelesinin, feminizmin bizlere öğrettiklerinden çok iyi biliyoruz ki asıl olarak patriarka hedef alınmadan, geriletilmeden ve yenilmeden kadınların gerçek anlamda özgürleşmesi mümkün olmayacaktır. CHP ve Halklar Belki biraz incitici gelebilir kimilerine ancak Tayyip Erdoğan’ı eleştirirken sık sık konu edindiğimiz ve ülkeyi iç savaşın eşiğine taşıyan “Tek dil, tek bayrak, tek millet, tek inanç, tek vatan” perspektifi AKP kadar CHP’ye de ait. CHP, Türklerden önce bu coğrafyada yaşayanlar dahil Anadolu, Pontus, Mezopotamya ve Trakya’da var olan bütün halkları “Türkleştiren” aklın ve iradenin partisidir. Ve bu akıl, bunca dökülen kana, yaşanan isyana, ödenen bedele, yükselen itiraza rağmen CHP’de tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. CHP’nin AKP karşısında elini kolunu bağlayan, onu boşa düşüren, anlamsız ve gereksiz kılan en derin yarası tam da burası aslında. Ülkede faşizm adım adım kurumsallaşıyorken demokrasi talebini yükseltmek yerine CHP’yi “vatanı böldürtmeyeceğiz” mitinglerine sürükleyen bu tekçi zihniyetidir. CHP bu tekçiliğe öylesine saplanmış kalmış ki, çok etnisiteli bir burjuva devlet modeli aklının ucundan dahi geçmiyor. 130 Kasım 1925’te kabul edilen “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu”yla “Bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.” Bu kanuna ön gelen yakın dönemde, 3 Mart 1924’te, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak, toplumun inanç faaliyetlerini düzenlemek, İslam dininin inanç ve ibadet esaslarını yürütmekle görevlendirilmiştir. 211 Mayıs 2015’te Fox TV’de yayınlanan “Liderler Fox’ta” programı.


Erdoğan son vuruşunu yapmak üzere başkanlık referandumuna hazırlanırken CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun şehvetle sarıldığı en önemli itiraz argümanı başkanlık sistemini Öcalan’la Erdoğan’ın kafa kafaya vererek istediği iddiasıdır! El insaf! Şovenizm insanı ancak bu kadar kör edebilir. Öyle bir körlük ki bu, konu her tartışmaya açıldığında “Bu konuda en kapsamlı raporu biz hazırladık”, “Biz konunun terör örgütüyle değil, Mecliste tartışılmasından yanayız” müsamereleri yerine “Kürtler vardır ve bütün hakları verilmelidir” deyip dik durduğunda kazanabileceklerini düşündürtmeye dahi imkân tanımıyor. Üstelik böyle bir adımın rakibinin kendisine karşı kullandığı en önemli kozu olan “CHP, PKK’yle yan yanadır” demagojisini boşa düşüreceği gerçekliği de cabası! Cumhuriyet “Halk” Partisi’nin “halk körlüğü” Kürtlerle de sınırlı değil üstelik. CHP nezdinde soykırıma uğrayan Ermenilerin, Rumların, Asuri-SüryaniKeldanilerin, Ezidilerin ve yok sayılan Arapların, Pomakların, Lazların, Çerkezlerin de bir kıymeti harbiyesi yoktur. Kılıçdaroğlu için çözüm basit, “Biz kimlik siyaseti yapmıyoruz” deyip Türk kimliği siyaseti yapıp geçiveriyor. Ancak böyle yaparak kendini üstüne bina ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin çanına ot tıkamanın dışında bir şey yapmış olmuyor.

Biz CHP tabanını demokrasi mücadelesi alanlarına çekmeyi başardıkça, CHP de onları yeniden kazanmak, yükselen demokrasi mücadelesini frenleyip manipüle etmek için dümeni sola kıracaktır. CHP hakkında genel bir çerçeve oluşturan bu tabloya nükleeri destekleyen ekoloji politikalarını, gıda tekellerine hiçbir sözü olmayan tarım politikalarını, her seferinde evet oyu verdiği savaş tezkeresi ışığında Ortadoğu politikasını, “PYD terör örgütüdür” söylemiyle Rojava politikasını, emperyalist devlet ve kuruluşlarla ilişkilerini eklediğinizde nasıl bir CHP bütünlüğüyle karşı karşıya olduğumuzu siz tamamlayın. Hata değil konumlanış Verili gerçeklik CHP’nin politik/ taktik fiyaskolarının bir “yönetim hatası” değil “yapısal konumlanıştan” kaynaklandığını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Başkanının kimliğinden, karakterinden, içindeki kimi demokrat vekil ve yöneticilerden, tabanındaki demokrat kesimlerden azade olarak CHP’nin siyaset

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR

chp’yi ne yapmalı?

yelpazesindeki rolü bugünkü konumlanışını geliştirmektedir. Parti stratejisi, taktikleri belirlenirken dikkate alınan en önemli iki kerteriz, sermaye ve eski statüko güçleri, farklı düşünenler olsa dahi partiyi olması gereken eksene oturtuyor. Deniz Baykal, Erdoğan’ı siyaset sahnesine sokan hamleyi yaparken; Kılıçdaroğlu her seferinde savaş tezkerelerini desteklerken; bugün HDP’li vekillerin cezaevinde olmalarının önünü açan dokunulmazlıkların kaldırılması oylamasına “Anayasaya aykırı ama destekleyeceğiz” diyerek katılırken; asıl derdi Erdoğan’ı kurtarmak ve milli kahraman haline getirmek olduğu besbelli olan “Yenikapı Mitingi’ne” katılıp, Kartal Mitingi’nden çekilirken yapılan şey “hata” değil, “görev”dir. FETÖ’nün tasfiyesi ve Kürt Hareketine yönelik çöktürme stratejisinde anlaşan eski ve yeni statüko güçleri CHP’ye yeni bir hareket ekseni çizmiş, CHP de bunun gereğini yerine getirmekte. CHP yönetimi kritik kararlarda bu eksene göre konum tutuyor, onun dışında ise başı kesilmiş tavuk gibi oradan oraya savrulup duruyor. CHP’yi bu eksene bağlı kılan başka bir önemli nokta ise sürecin sonunda büyük kısmı AKP’ye içerilmiş ve bir kısmı -o da becerilebilirse- CHP’ye yamanmış MHP’nin, paralize edilmiş bir HDP’nin ardından iki partili bir Meclis tablosu çıkarma umududur. Yüzde 60-65 AKP, yüzde 35-40 CHP’li Meclis hepsinin rüyalarını süslemekte. Her şeye rağmen… Katranı kaynatarak şeker elde edemeyeceğimizin bilincinde olsak da CHP’nin içine hapsettiği demokratik muhalefet enerjisini, dinamiklerini bir biçimde özgürleştirmenin ve gerçek demokrasi mücadelesinin unsurları haline getirmenin yollarını bulmak zorundayız. Bu dinamiklerle ilişkilenmeye burun kıvırmak, onları küçümsemek, aşağılamak faşizm

16

güçleriyle kıyasıya devam eden mücadelemizin zayıflatılması yönünde tehlikeli bir adım atılması anlamına gelecektir. Hele ki faşizmin doludizgin kurumsallaştırıldığı şu günlerde, düşmanı yalnızlaştıracak, müttefik güçleri arttıracak ve ara güçleri kararsızlaştıracak taktik esnekliklerden geri durmak kaybetmeyi kabul etmekle eşdeğer anlamdadır. Sadece bu dinamiklerle ilişkilenmek, onları mücadelemizin parçası haline getirmek yetmez, aynı zamanda CHP’yi -düzen içi de olsa- daha sol politikalara yönelmeye zorlamalıyız. Bu iki hamle birbirinin içinden kendiliğinden çıkacaktır zaten. Biz CHP tabanını demokrasi mücadelesi alanlarına çekmeyi başardıkça, CHP de onları yeniden kazanmak, yükselen demokrasi mücadelesini frenleyip manipüle etmek için dümeni sola kıracaktır. Böylesi bir gelişme ancak CHP’yi bir yandan merkezi ve yerel düzeylerde demokrasi güçleriyle ortak davranmaya zorlarken, diğer yandan faşizmin kurumsallaşmasına katkı sağlayan her türlü politikası netçe eleştirilerek gerçekleşebilir. Ve elbette biz böylesi bir taktik uygularken CHP’nin boş durmayacağını, demokratik muhalefetin önderliğini ele geçirmek için her türlü manevrayı yapacağını hesap etmek durumundayız. Bu, kimi zaman muhalefeti yavaşlatma, kimi zaman yan yana gelişleri engelleme biçiminde olabileceği gibi kimi zaman da sahip olduğu imkânları sonuna kadar kullanıp tempoyu arttırarak demokrasi güçlerini peşi sıra sürükleme biçiminde olabilir. Bizim yapmamız gereken, faşizm güçlerinin kırılma, demokrasi güçlerinin sıçrama anına kadar biriktirmeye, direnişi ilmek ilmek örmeye, demokratik muhalefete önderlik edecek güçbirliği merkezini yaratmaya devam etmek, sekterliğe ya da stratejik pusula kaybına savrulmadan demokrasi güçlerinin en geniş bileşenini, faşizm güçlerinin en zayıflatılmış halinin karşısına dikmektir.


yeni türkiye’nin ‘ilk krizi’ üzerine bazı gözlemler Devlet krizinin yarattığı zayıflığı kazanıma çevirecek şekilde demokrasi güçleri özgül bir siyasal basınç oluşturabilseydi, daha açık deyişle CHP, meşru bir siyasal parti olarak HDP’yi gözeten devrimci ve yeniden kurucu bir siyasal pozisyona çekilebilseydi, bugün bambaşka bir şey konuşuyor olurduk. Mustafa ÇEÇEN

T

ürkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, “‘Tayyip Erdoğan gitsin demek’, ‘Bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın’ demektir” (16.03.2016, Hürriyet) dediğinde, aslında sermaye rejiminin kendi şahsında temsil edilen hegemonya dışında bir seçeneği olmadığını ve olamayacağını duyuruyordu. Baştan belirtelim: Başarısız askeri darbe girişiminin kanıtlamakla yetinmeyip objektif olarak hizmet ettiği siyasi gerçek bu oldu. Toz duman demokrasisi Türkiye’yi açık bir askeri faşizme sürükleyecek, dinci bir grubun (“FETÖ”) tezgâhladığı askeri darbe girişiminin yarattığı toz duman içinde, bu bilgiyi aşan sağlıklı bir analiz yapabilmek çok zordu. Toz bulutu çok sürmedi, dağıldı. Görülen, daha açık deyişle, ana akım medyadan anlaşılabilen, bu askeri darbe

girişiminin Cumhurbaşkanı’nın, daha doğrusu, şahsında temsil edilen hakim bloğun hem krizini derinleştirdiği hem de zıt bir şekilde siyasal hakimiyetini güçlendirdiğidir. Darbe girişiminin yarattığı “toz duman demokrasisi” içinde bir an için bile olsa iki seçenek varmış gibiydi. Bazıları, devlet FETÖ’den arındırılarak yeniden kurulurken, Cumhurbaşkanı’nın destekçisi olan çoğunluk partisi AKP’yi sınırlayarak bürokratik iktidar alanını CHP gibi rejim içi muhaliflere açması sonucunda rejimi “görece” demokratikleştireceğini dahi umabildi. İkinci ve doğru olduğu bugün görülen analiz sonucu, zekanın kötümserliğinin yarattığı ışıktan korkmayanların duraksamadan işaret ettiği şekilde, Cumhurbaşkanı’nın kapitalist devleti olağanüstü -Bonapartist (Erdoğanist?)- bir biçimine dönüştürerek ilerleyeceğiydi. Acı olan, herkesin bildiği bu seçenekleri örneğin sendika yöneticisi, parti yöneticisi vb. konumundaki sosyalist solcuların görmezden gelmesi; 12 Eylül 1980 askeri darbesi boş laf olduğunu yıl-

17

lar önce göstermiş olmasına rağmen, eski bir “faşizm” sakızını, çiğnemeye devam etmekle yetinmesidir. İlk seçenek mümkün değil miydi? Erdoğan gibi pragmatist bir liderin hakim olduğu siyasal sahnede hemen her şey mümkündü. Devlet krizinin yarattığı zayıflığı kazanıma çevirecek şekilde demokrasi güçleri özgül bir siyasal basınç oluşturabilseydi, daha açık deyişle CHP, meşru bir siyasal parti olarak HDP’yi gözeten devrimci ve yeniden kurucu bir siyasal pozisyona çekilebilseydi; bugün bambaşka bir şey konuşuyor olurduk. Bunu yapacak olan değil ama CHP’yi bunu yapmaya mecbur kılacak olan da CHP değil HDP idi. Olamadı! Çünkü, Kürt siyasal hareketi, nicedir CHP dinamiğine yabancılaşmış hatta bazı kesimleri düşmanlaşmış haldeydi -içinden sürekli AKP’ye kan kaybetmesi bunun sonucu değil midir?- ve bırakalım “artık” Türkiye’nin temel kurucu güçlerinden biri haline dönüştüğü 7 Haziran 2015’i, Haziran günleri içinde de aynı kayıtsızlığı göstermişti. Elbet, o anlarda gerçek bir CHP-HDP demokrasi bloğu kurmak


‘yeni türkiye’nin ‘ilk krizi’ üzerine bazı gözlemler mümkün olabilirdi ama siyaset sahnesinde bu “kritik” anlar çok kısadır, bazen bir saat, bazen birkaç gün! O saatleri ve günleri kaçırmamak için duru bir devrimci bilince ihtiyaç vardır. Bu bilinç yok muydu? Eğer, 7 Haziran 2015’i görmesek ve 8 Haziran’a uyanmasak “yoktu” diyebilirdik. Biliniyor, Ertuğrul Kürkçü boşuna HDP’nin onursal genel başkanı değildir, yıllarca “üçüncü kutup” siyasetini anlattı. 7 Haziran 2015, bu üçüncü kutup siyasetinin yarattığı bir “yarı-devrim”di. 24 saat geçmeden, 8 Haziran günü, bu “yarı-devrim”in bastırılacağı, bastırılması için her şeyin ve her kesimin seferber edileceği görüldü. O anda, CHP’yi de zorlayacak olan “kurucu siyaset” önerilemez miydi? Bunun“hendek” olmadığını söylemek herhalde gereksizdir! Yine de, şimdi karşı karşıya kaldığımız olağanüstü hal rejimine geçişte, halkın 12 Eylül’ü andırır tarzda, sanki onaylarmış gibi bunca sessizliğe gömülmesinde sorumluluğu az değilse de suçun büyüğü HDP’ye değil CHP’ye aittir. Kaydedelim, hiçbir halk hiçbir baskı rejimini onaylamaz. Basiretsiz siyasal temsilcileri yüzünden onaylamış gibi görünür!

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR

Yenikapı Mitingi Ne olduysa, 7 Haziran 2015’te değil, 15 Temmuz 2016’da da değil, 7 Ağustos 2016’da Yenikapı’da oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, askeri darbe girişimi gerçekleştiğinde ve bugün, Anayasa’nın öngördüğü parlamenter hükümet sistemi altında değil, de facto başkanlık siyasal dizgesine benzer şekilde yönetildiği, sadece anayasa hukukçularının değil birçok siyasetçinin de ittifakla tespit ettiği bir hakikattir. Bu hakikati, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 52 oy almış bir siyasi lider etrafında örgütlenmiş ve son seçimlerde yüzde 49 oy almış bir siyasi parti tarafından kurulan hükümetin varlığı meşru kılıyordu. Ancak bu meşruluğun yetmediği, muhalefetin de onayının hegemonyanın yeniden üretimi için şart olduğu, Yenikapı Mitingi’ne giden darbe sonrası süreçte açıkça görüldü. CHP, aslında CHP dememek gerekir Kemal Kılıçdaroğlu bu mitinge giderek, bugünkü olağanüstü hal rejiminin tüm anahtarlarını “Yeni Türkiye’nin kurucu liderine”, Cumhurbaşkanı’na teslim etti. Hâlbuki başarısız ve başarısız olduğu kadar da halka düşman olduğu tartışmasız olan darbe girişimi, Oğuzhan Müftüoğlu’nun adlandırması ile “Yeni Türkiye’nin ilk krizi”ydi (Birgün, 03.08.2016). O günlerde de bugün de sol açısından, yukarıda anılan iki seçenek gözetilerek cevaplanması gereken sorulardan biri, Yenikapı Mitingi ile üretilen rızanın devlet krizine bir çözüm olup olamayacağıdır. Rejimin bekası söz konusu olduğunda duraksamaksızın ku-

18

rulan AKP-CHP-MHP ittifakı devam edebilir, CHP demokratik muhalefeti rejimin meşruluk sınırları içinde massetmeyi başarabilirse, Cumhurbaşkanı’nın bu miting ile “Yeni Türkiye’nin kurucu lideri” olarak ipleri elinden bırakmaksızın bir bütün olarak sermaye rejimini 2023, 2071 diye sembolik tarihlerle ifade edilen nihai hedefler doğrultusunda seferber edebilme kapasitesini arttırdığını kabul etmek gerekiyor. Bu, beğenelim beğenmeyelim, bir hakikattir! İçsel olgu: Emperyalizm Devrimcilerin muhatap olduğu darbelerin ilki olan 12 Mart’a karşı direnen Mahir Çayan, Kesintisiz’lerde, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu açıklarken, özellikle TSK’nın NATO sistemi içinde yapılanmasına vurgu yapıyordu. 12 Eylül askeri darbesine karşı direnen devrimcilerin hazırladığı savunmalarda da bu olgu ayrıntıları ile gözler önüne serilmektedir. Son darbe girişimi sadece TSK ile ilgili bu tezi doğrulamadı, 12 Eylül rejiminin sol düşmanlığı yaparken emperyalizme göbekten bağlı ve sonuç olarak “Atatürkçü” görünümlü “Nurcu/ılımlı İslamcı bir devlet” kurduğunu da açıkça gösterdi! Bu olgu dikkate alınmaksızın, 24.08.2016 günü ABD Başkan Yardımcısı Türkiye ziyaretinde iken gerçekleştirilen Cerablus hamlesi anlamlandırılamaz.


‘yeni türkiye’nin ‘ilk krizi’ üzerine bazı gözlemler Biden’ın özrü eşliğinde gerçekleşen Cerablus hamlesinin bu kadarı bile içeride, Cumhurbaşkanı’nın temsil ettiği hegemonya blokunun gücünü arttırmaya yeter. Emperyalizm tarafından bu hamleye izin verilmesi, Türkiye’nin gerçek bir devrim olmaksızın dışına çıkması mümkün olmayan NATO sistemi içinde ama bu kez “seküler” görünümlü “Nakşi/ılımlı İslamcı bir devlet” olarak kalmasının istendiğinin açık bir göstergesidir. Bu tarihten sonra siyasal rejim, terzinin kendisine biçtiği elbise gibi terziye tabi olacak, öyle kurumsallaşacaktır. Buna eklenen acı gerçek, CHP’nin -büyük olasılıkla bir yandan devletin yeniden kuruluşuna katılma ümidi diğer yandan sivil savaş endişesi ile- “seküler” görünümü yeterli bulması ve bu aynı CHP sayesinde geniş Alevi toplumunun da zımni onayını alan Cumhurbaşkanı’nın 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında demokratik meşruluğunu eskisine göre artırmasıdır. Türkiyeli bir kısım muhaliflerin, özellikle de Kürt siyasal çevrelerinin, PYD’nin ABD’den aldığı siyasal/ askeri desteğe bakarak, “Batı’nın Tayyip Erdoğan’dan vazgeçtiğine” dair hayalden ibaret varsayımları, bugün yaşadığımız siyasal sonuçların doğmasına dolaysız katkı sunan büyük bir siyaset hatasıdır. Bu hata sadece Erdoğan’ın amok koşusunu engelsiz kılmamıştır. Bu yanlış varsayımdan türeyen yanlış siyasal çizgi, rejime ancak zımni onay veren kitleler katında bile Cumhurbaşkanı’nı “üst aklı bertaraf eden” anti-emperyalist bir ikona dönüştürürken, demokratik muhalefet gözünde bile Kürt hareketini emperyalizmin kör edici gölgesinde “ölüm parendesi” atan bir “kör terör” oyuncusuna dönüştürmektedir. Oysa ne Cumhurbaşkanı antiemperyalist bir ikon ne de Kürt Özgürlük Hareketi ölüm parendesi atan kör terör oyuncusu... Bu sosyalizmin devrimci geleneğine yabancı, akıl ve hümanizma dışı siyasetlerin “burjuvaziye dahi devrimci rol biçmekte beis görmeyen” eski Beyaz Aydınlıkçı, körleştirici anti-Marksizmden beslendiği, 7 Haziran 2015’i dahi, demokrasi ve özgürlüklere bağlı, laiklikten yana ve despotizme karşı geniş Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden emekçilerin eseri değil de, tıpkı karşılarındaki -CNN Türk’ü basmaya giden AKP Gençlik Kolları Başkanı’nın temsil ettiği- muktedirler gibi Aydın Doğan televizyonlarının lütfu olarak görmelerinden belliydi. “Yarı-devrim”e en ufak bir şans vermeden onu hendeğe gömmelerinin, bunun dışında, eğer strateji “ulus devlet inşası” değil de “demokratik ulus” temelinde gerçekleşecek “demokratik Cumhuriyet” ise başkaca hiçbir tarihsel ve mantıksal açıklaması yoktur.

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR Sermaye desteği Bu arada, sermayenin de Erdoğan’a tam ama neredeyse istisnasız olarak tam bir destek verdiği, sır değildir: Başarısız darbe girişiminin ardından, daha önce Cumhurbaşkanı’nın katıldığı Ford açılışı vb. ile beliren uzlaşma ve ittifaklar da iyice görünür oldu. Darbe girişiminin hemen ardından “Külliye”de basına kapalı yapılan önemli görüşmelerden biri de Koç Ailesi ile Cumhurbaşkanı arasında gerçekleşti. Bağımlı ülkelerin sermaye sahipleri, burjuvalar, sermaye ilişkisinin kendi suretinde bir dünya yaratma gücü hakkında en az fikre sahip olan bireylerdir. Metropol sermayenin birer uzantısı oldukları ve en baştan devlete bağımlı geliştikleri için, toplumsal her ilişkinin sermaye ilişkisinin bir türevi olması onlarda münhasıran siyasal bir sınıf bilinci yaratmaz. O işi, kapitalist devlet görür. Burjuva bireyler, devletin sermaye transferlerine gözünü dikmiş ölümcül bir iç rekabetin ufkunu belirlediği sınırlı iktisadi bilinç ile yaşarlar. İçeriğini muhtemelen bu iktisadi bilincin şekillendirdiği görüşme fotoğrafı, mülksüzleştirilmeyip ayakta kalabilen tüm sermaye kesimlerinin“Yeni Türkiye’nin ilk krizi”nden Cumhurbaşkanı liderliğinde çıkmaya açık bir rıza gösterdiğinin sembolüdür. Bu aynı zamanda, demokratik muhalefetin kırıntısını dahi yaşayamaz hale getirecek bir siyasal ortamın inşası için olağanüstü hal rejiminin derinleştirileceğinin ilanıdır. Sermayenin seçimi, HDP’yi bastırmak ve CHP’yi de bu sürece katmaktır. Maalesef, HDP’de de baskıcı rejimi teşhire dönük sermaye karşıtı bir

19

konumlanmadan çok, kimlik ve kültür haklarına ilişkin belli belirsiz, sermaye de acaba tarafsız davranır mı umuduna dayalı, Erdoğan’ı sermaye bağlamı dışında konumlayan tarih dışı söylemler hakimdir. Çıkış: Baskıcı rejime karşı ‘Yeni Türkiye’ adı verilen ‘yeni’ rejimin Yenikapı Mitingi ile bir kısım demokratik muhalefeti rejim dışına atarak ve rejim içi muhaliflerin onayını alarak Cumhurbaşkanı liderliğinde ilk krizini aşmaya yöneldiği, olağanüstü hal rejiminin uygulamaları ile önümüze koyduğu bir hakikattir. Bu hakikat, 7 Haziran 2015 “yarı-devrim”inin de büyük oranda bastırıldığı anlamına gelmektedir. Koşu hızlıdır, güzergah daha önce görmediğimiz türden bir baskıcı rejime çıkmaktadır. Olağanüstü hal rejimi ile bu büyük oranda tesis edilmiştir ve geri dönüşü olup olmayacağı belirsizdir. Çıkış? Çok zor ama elbette vardır. Bilinen ve görülen, çıkışın CHP’siz olamayacağıdır. CHP ile nasıl olacağı ise, asla CHP’nin değil -çünkü CHP bir sermaye partisidir!-, 7 Haziran 2015 yarı-devrimini gerçekleştiren güçlerin sorunudur. Bu devrimci güçler, CHP’yi Cumhuriyet’i kendi temelleri üzerinde, başta milli mesele olmak üzere, tüm demokratik sorunlarını çözerek kurabileceğine inandırmak, ikna etmek zorundadır. İçine girilen karanlığı geriletmeye ancak böyle bir strateji hizmet edebilir. Gerisi, AKP’nin baskıcı rejimi inşa ederken işini kolaylaştıran devrimci görünümlü siyasetsizlik ve küçük burjuva şımarıklığından ibarettir.


medya; görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmalı

Fotoğraflar: Vedat ARIK

Ahmet Şık gazeteciliğe 1991 yılında Cumhuriyet gazetesinde başladı. Cumhuriyet, Evrensel, Yeni Yüzyıl gazetelerinde, Nokta ve Aktüel dergilerinde çalıştı. Gülen Cemaati’ni anlattığı, “İmamın Ordusu” adlı kitabını hazırlarken tutuklandı, 2011’de davadan beraat etti. Gazetecilik alanında çok sayıda ödülü bulunan Ahmet Şık halen Cumhuriyet gazetesinde çalışmaktadır.

Söyleşi: Ahmet SAYMADİ

M

edyada sansürün tarihi çok eski tabii. Her zaman iktidarlara uzak ya da muhalif olan basın organları hedefti. Ancak AKP döneminde bu durum bambaşka bir boyuta ulaştı. Biraz AKP öncesi dönemdeki sansürden bahsedelim mi? Ahmet Şık: Bu coğrafyada basının başlangıcı 1839’da çıkan Takvim-i Vekayi ile başlatılır. Yarı resmi bir gazete olan Takvim-i Vekayi kabaca “Devletin âli çıkarlarına aykırı hareket etmemek” diye tarif edebileceğimiz şartıyla çıkabilmiştir. Aradan 200 yıl geçmiş, bu arada rejim değişmiş. Yeni kurulan rejimde defalarca hükümetler, anayasalar ve yasalar, alfabesinden parasına kadar her şey değişmiş.

Teknoloji gelişmiş, matbuat medya diye anılmaya başlanmış, patronlar değişmiş. Ama bir tek şey değişmemiş: Devletin ve güç odaklarının âli çıkarlarına aykırı hareket etmemek. Medya sahipliğinden başlayarak en alttaki çalışanına dek bu kural işletilmiş. Aksi davranana da “haddi bildirilmiş”. Yaygın medyada çalışanlar açlıkla terbiye edilmeye çalışılmış, devletin doğal düşmanı addedilenler ise şanslıysalar sürgün ya da hapislik, değilseler öldürülerek susturulmaya çalışılmış. Haliyle bugün sıkça tartıştığımız, güç odaklarını rahatsız etmeyen habercilik ortaya çıkmış. Sorunun geçmişi iki asra yayılmışken konuyu sadece AKP iktidarını merkeze alarak tartışmak bence sorunu eksik bırakıyor. Ancak şunu da söylemek mümkün; 45 yaşımdayım ve 26 yıldır mesleğin içindeyim. Benden kıdemli ağabeylerime ablalarıma

20

bugünkünden daha kötü bir dönem olup olmadığını soruyorum. Genelde Adnan Menderes dönemine atıf yapılıyor. Bir de en yakın tarihli olarak 12 Eylül faşist cunta dönemi var. Menderes dönemi, 12 Eylül cuntası, AKP iktidarı... Kıyaslama yaptıklarında hangisini daha ağır buluyorlar? Çok benzerlikler kurmakla birlikte, şu andaki hali daha zor bir dönem olarak değerlendiriyorlar. Bunu bazı yerlerde söyledim, çeşitli itirazlar oldu ama ben de 12 Eylül cuntasından daha ağır koşullarda olduğumuzu düşünüyorum. 12 Eylül’ün yarattığı tahribatı küçümsemek için demiyorum tabii, adı üstünde o dönem zaten askeri cunta. Şu anki yaşananın adı da sivil cunta. Ve ortaya çıkan tahribat, demokratik araçlar kullanılarak


medya; görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmalı seçilmiş bir hükümet tarafından yapıldığı için kanımca koşullar daha ağır. Tabii ortada bir cunta değil sivil idare olunca toplum doğrudan hissedemiyor. Bu ara sıklıkla söyleniyor, “Darbeciler gelse şunları, şunları yapacaktı” diye. Ama AKP, darbecilerin yapacaklarının daha beterini yapıyor. 15 Temmuz kalkışması üzerinden şu metafor yanlış olmaz sanırım: Darbe engellendi ama cunta iktidarda. O kalkışma başarılı olsaydı şu an memlekette yaşananlardan farklı olarak sadece kurşuna dizilme olacaktı. O kısmını da idam çığırtkanlığıyla gidermeye çalışıyorlar. Binlerce insan darbeci denilerek tutuklandı. Darbeci demedikleri ise, yakın geçmişte iktidarlarına ve suçlarına da ortak edip adıyla anmaktan bile çekindikleri Gülen Cemaati kastedilerek FETÖ’cü denilerek tutuklanıyor. Kamudan tasfiye edilenlerin sayısı 100 bine yaklaştı. Yargı resmi olarak da iktidarın sopası haline getirildi. Kendilerince aykırı buldukları ses çıkaran her kim olursa susturmaya yeminliler. Temel hak ve özgürlüklerde en geri noktaya düşülmüş durumda. Kürtlerle yaşanan savaşın şiddeti ve yaşanan insan hakları ihlalleri, savaş suçları ortada. Yolsuzluk, hırsızlık, adam kayırma; devlet kaynakları talan ediliyor ve bir avuç insan dışında itiraz eden yok. Hal bu iken iktidarın demokratik olduğunu iddia etmek aptallık bile değil. Safi bir kötülük. AKP kadar kitlesini konsolide edebilen, kitlesini çok çabuk dönüştürebilen bir yapı yok. Tayyip Erdoğan’ı güçlü kılan şey de bu. Bugün beyaz dediği yarın siyah olabiliyor; kitlesi de sorgulamadan bu değişime hemen uyum sağlıyor. Ne verirsen “Eyvallah” diyen ve kanımca omurga sorunu olan bir kitle yarattılar. Eldeki malzeme bu olunca da faşizmin demokrasi diye anılması da olağan. Faşizmin faşizm olduğunu dile getirecek yaygın kitle iletişim araçları yani medya da iktidarın dümen suyunda olunca durumumuz daha bir karanlık hal alıyor. AKP döneminde sansür açısından en net görülen kırılma anı ne zaman peki? En net kırılma anı, Ergenekon süreci. Yani şu an aralarındaki taht savaşı nedeniyle mağdur haline gelen Gülen Cemaati ile AKP’nin suç ve iktidar ortaklığı yaptığı dönem. Sivil siyasetin karşısında demokratik teamüllere aykırı biçimde duran silahlı bürokrasinin geriletilmesiyle birlikte başladı o kırılma. Bu dediğimden ordu, demokrasi ve basın özgürlüğünün savunucusuydu manası çıkarılmasın. Söylemeye çalıştığım, gücün tek elde toplanmasının karşısında bir balans işlevi görüyordu. Ama bunu da elinde silah tuttuğu için yapabiliyordu. O tehlike ortadan kaldırılınca kafalarındaki devlet ve

toplum modelinin inşası için herhangi bir engel kalmadı. Güç merkezileşince medyaya ayar vermek de daha kolay oldu. AKP iktidarının ilk yıllarıydı o zaman ve kimi çevrelerin demokratik bulduğu AKP’nin ülkeyi de demokratikleştirip sivilleştireceğini söylüyorlardı. Bu illüzyonu yaratanlar, buna kendini inandıranlar ve inandırmak isteyenlerin iktidarı paylaştığı dönemdi çünkü. Gösterilmeye çalışılanın yalandan ibaret olduğunu ifade edenlerin en hafifinden Kemalist denilerek küçümsendiği, sıklıkla darbeci yaftası yapıştırıldığı dönemdi. AKP iktidarını çeşitli dönemlere ayırıyorum. İktidara geldikleri 2002 Kasım’ından 2007 arasına kadar geçen ilk dönemleri. AKP’nin ilk yıllarında ne kadar demokrat olduğuna atıf yapılan yıllar. Evet, birtakım yapısal reformlara imza attılar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun, Kopenhag Kriterleri diye adlandırılan kimi değişiklikleri yaptılar. Çünkü o dönemde buna ihtiyaçları vardı. Tayyip Erdoğan bu ihtiyacın neden ortaya çıktığını da daha İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, “Demokrasi, inmeniz gereken durakta inmek üzere bindiğiniz bir tramvaydır” diyerek özetlemişti. Dediğim gibi, ihtiyaç buydu. Neoliberal politikaların savunucusu, kapitalizmle İslamcılar arasındaki makası daraltma işlevi gören, sağcı, sığ bir muhafazakârlığa sahip olsalar da sistemle uyumlu olabileceklerini göstermeye ihtiyaçları vardı. Ama AKP’nin o dönemde dahi, umulan kadar ya da bizim özlemini çektiğimiz gibi bir demokrasiyi getirecek kadar sistemle sorunu olduğunu düşünmek su katılmamış bir ahmaklıktı. Zaten 2005’in ortasından itibaren, birtakım yasa ve mevzuat değişiklikleriyle o reform diye sundukları illüzyonun ne olduğunu bize gösterdiler. İyileşmelerin hepsi geri alındı. 2005’in ortasından itibaren AKP esas niyetini ortaya koymuştu. Dolayısıyla AKP’nin eski Kemalist anlayışla sorunu olduğunu düşünen ve sistemle mücadele edeceğini düşünen bir zihniyet AKP’yi yanlış değerlendirdi. İkinci dönem 2007 ile 2010 Anayasa referandumu arasındaki dönem mi? Dediğin gibi de anılabilir, ama ben biraz daha ileri götürmek gerektiğini düşünüyorum. 2007 ile 2012 demek daha yerinde olur sanki. AKP ile iktidarının gayriresmi ortağı Gülen Cemaati arasındaki sorunun MİT soruşturmasıyla birlikte kamusal alana yansıdığı döneme kadar demek daha doğru. Zaten bu ikinci dönem, Ergenekon ve Balyoz, Devrimci Karargâh, Askeri Casusluk, Kürtler için var kılınan KCK gibi bir şekilde birbiriyle ilintili kumpas ve tuzaklarla dolu soruş-

21

Bu mafya düzeninin kamusal alandaki meşruiyetini de şu an bir kısmı hapiste olanlar ile taht savaşında kazanana oynayarak haysiyetsizliklerine devam etme olanağı bulan ve “Kahrolsun FETÖ’cüler” yazıları yazanlardı. Halbuki haysiyetsizliğin geçer akçe olduğu o dönem için hepsine birden söylenecek olan şu: “Hepiniz oradaydınız.” turma süreçleriyle bugün sadece birkaç eksiği kaldığını düşündüğüm, rejim değişikliği yoluna girilen süreç. Cemaat ve AKP koalisyonunun aynı zamanda sıkı bir suç ortaklığı yaptığı dönem de diyebiliriz. Gülen Cemaati’nin polis ve yargı teşkilatındaki kadrolarının kontrgerillanın tetikçileri olarak sahada olduğu, AKP’nin de siyasal destekçi ve güvence olarak kontrgerillanın önünü açtığı dönem. 2012’ye kadar her türlü hukuk katliamının yaşandığı o süreçte, Tayyip Erdoğan nezdinde simgeleşmiş merkezileşmiş güce karşı balans işlevi gören hiçbir yapı kalmadı ortada. Cemaat ile birlikte ortak düşman görülen her odak, kademe kademe ortadan kaldırıldı, hapsedildi, haysiyet cellatlığıyla susturuldu. Ve bütün alan temizlendi. Bu mafya düzeninin kamusal alandaki meşruiyetini de şu an bir kısmı hapiste olanlar ile taht savaşında kazanana oynayarak haysiyetsizliklerine devam etme olanağı bulan ve “Kahrolsun FETÖ’cüler” yazıları yazanlardı. Halbuki haysiyetsizliğin geçer akçe olduğu o dönem için hepsine birden söylenecek olan şu: “Hepiniz oradaydınız.” Üçüncü dönem ne zaman başladı? Üçüncü dönem, 7 Şubat 2012’de yaşanan “MİT soruşturması” diye andığımız, hedefine Tayyip Erdoğan’ı koyan Cemaat ile AKP arasındaki güç savaşının ayyuka çıkmasıyla başladı. Dershanelerin kapatılmak istenmesiyle başlayan savaş, ardından gelen yolsuzluk ve MİT TIR’ları soruşturmalarıyla bir meydan muharebesine döndü. O günden bu yana, AKP’nin çeşitli kırılmalar da yaşayarak süren iktidarını görüyoruz. O dönemde ne oldu? Bence 15 Temmuz kalkışmasının faillerinden birisi olan Cemaat, 15 Temmuz’da neyi hedeflediyse, 2012 MİT ve ardından gelen süreçte ortaya koyduklarıyla niyetini açığa düşürmüştü. Her şey ta 2012’den beri ortada; herhalde basiretleri bağlandı ki anlamadılar ya da görmek istemediler, kuvvetle muhtemel ki işlerine geldi. Yani daha nasıl kandırılacaksın? Ergenekon soruştur-


medya; görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmalı masıyla başlayan ve bugün ağır faşizm koşulları altında yaşadığımız süreç böyle ilerledi. Tek başına parlamentoyu elinde bulunduran bir iktidar, her türlü yasayı çıkarma gücüne sahip. Denetlenemiyor ve kendi yarattığı ya da kontrol altında tuttuğu medyayla karşısına çıkanların başına her türlü musibeti getirebilecek bir iktidar... Durum böyle olunca medya susturuldu, sansür ve otosansür koşulları ağırlaştı. Hem ulusal hem uluslararası arenada çokça tartışılan basın özgülüğü meselesi, AKP’yi kontrol edecek, güçler ayrılığı üzerinden kendini var eden bir balans mekanizması kalmamasıyla, siyaseten güçlü bir muhalefet inşa edilememesiyle ve medyanın asli işlevini yerine getir(e)memesiyle çok ilintili. AKP öncesi dönemde sansürün şimdiye nazaran daha az olmasının sebebi neydi? Türkiye’de medyayı AKP’ye varıncaya kadar olan dönemde görece daha özgür kılan şey, parçalı iktidarlar yani koalisyonlardı. Gücü elinde tutanların birbirleriyle mücadeleleri ve zaaflarından faydalanılarak görece daha özgür yayıncılık yapılabiliyordu. AKP iktidarı bize şunu kanıtladı: Türkiye gibi azgelişmiş demokrasiler için en iyi yönetim biçimi koalisyon hükümetleridir. Yani gücün dağıtıldığı parçalı hükümetler. Böylece iktidarı paylaşan güç odakları arasında rekabet yaratma olanağı, biraz daha nefes alma şansı olabiliyor.

Ben televizyonla bağımı koparalı çok oldu. İzlemiyorum. Siz de izlemeyin. Bazı arkadaşlar, izlemekle kalmayıp, izlediklerini de sosyal medyaya da yazıyorlar. Yahu ben o kirden kendimi uzak tutmaya çalışıyorum, sen böyle yapmadığın gibi bir de yazıp anlatıyorsun. Sinirlerimizi bozmamak ve şizofrenik bir hale dönüşmemenin yolu, bu yayınları izlememekten geçiyor.

tidarın dilediği zaman açıp kapatabildiği araçlar haline geldi. Medyanın tamamen susturulmasıyla birlikte muhalif gördükleri, mevcut hukuksuzluklarla mücadele eden avukatların ruhsatlarını yine KHK ile iptal edecekler. Toplum nezdinde de kriminalize ettikleri siyasi partiler kapatılıp, kalan milletvekillerini ve siyasi kadroları da derdest ettikten sonra sıra “Yenikapı Ruhu” adı verilen faşist sistemin dümenine su taşıyanlara kadar gelecek. Kimsenin kuşkusu olmasın; eğer cesaretli bir duruş ve söz söylemekten uzak kalırsa, memleketin kadim sorunlarına demokrasi merkezli çözümler önermeyip böyle küçülmeye ya da stabil kalmaya devam ederse CHP de bu faşizmden payını alacak.

Öyle olmazsa da Türkiye’deki en büyük medya gruplarından birisine malvarlığı kadar vergi cezası kesebilen bir iktidar ortaya çıkıyor.

Tabii sansür dışında bir seviyesizlik de var medyada. Spor programlarında masaya şatafatlı yemekler geliyor, “Fukaralar bu yemeği bulamıyorsa tavuk döner yesin” deniliyor... Çapı bu seviye de bu... Peki, bunların yaşanmadığı tartışma programlarına bakalım. Oralar da çok sorunlu. Kürtler olmadan Kürt sorunu, kadınlar olmadan kadın sorunu, ekonomistler olmadan dövizin inişi çıkışı tartışılıyor. Cumhuriyet gazetesine baskını, gazetenin çalışanları, yazarları, avukatları olmadan tartıştırırlar. Özgür Gündem’e yapılan baskını gazetenin yazarları, çalışanları olmadan tartıştırırlar. Ki zaten bunu yapmazlar bile, Özgür Gündem’in esamesini okumazlar. Bırakın izlemeyi, arkadaşlarımızın oralarda katılımcı olmasını bile eleştiriyorum.

Doğan Grubu’na kesilen cezadan bahsediyorsun... Evet. Sermayeyi, malını mülkünü elinden almakla tehdit ediyorsanız, istediğiniz yere çekebilirsiniz; olan budur. Dolayısıyla herhangi bir muhabir herhangi bir haberi yazamaz, çekilen bir fotoğraf gazete sayfalarında yer bulamaz, haberler TV’de yayınlanamaz hale geliyor. İktidarın sevmediği yazılar yazarsanız, o yolsuzluk soruşturmaları döneminde gördüğümüz gibi, patronu ağlatırsınız karşınızda. Bir de AKP’nin kendi medyası var, bir de korkutarak kontrol altına aldığı medya var. Evet, zaten Türkiye’nin en büyük medya patronu Recep Tayyip Erdoğan. İktidara olan yakınlık itibariyle mevcut medya organlarının yarısının sahibi. Kalanın içinde, ana akım diye tabir edilen; Doğan, Ciner ve Doğuş Grubu var. Bu ana akım medyayı da sermaye ilişkileri, patronaj yapısı, devlet ihaleleri üzerinden hükümetle kurduğu bağlar, holdinglerinin akçeli işlerinde dönen dolaplar sebebiyle teslim almak çok kolay. Bunları da teslim aldıktan sonra geriye küçük bir alana sıkışan alternatif medya kalıyor. Alternatif medya ne durumda? Onların da Kanun Hükmünde Kararnamelerle canlarına okudular zaten. Ulusal yayın yapan dört tane günlük gazete kaldı; Cumhuriyet, Evrensel, Birgün, Özgürlükçü Demokrasi. İrili ufaklı dergiler ve haber siteleri var bir de. Ruşen Çakır’ın Medyascope adıyla öncülüğünü yaptığı internet üzerinden televizyon yayıncılığını saymazsak var olan kanalların neredeyse hepsi susturuldu. Bundan sonraki adım, kalan dört gazeteyi ve internet haber sitelerini de kapatmak olacak. Sosyal medya ise ik-

22

Tartışma programları dedikodu programına dönmüş durumda. Ben televizyonla bağımı koparalı çok oldu. İzlemiyorum. Siz de izlemeyin. Bazı arkadaşlar, izlemekle kalmayıp, izlediklerini de sosyal medyaya da yazıyorlar. Yahu ben o kirden kendimi uzak tutmaya çalışıyorum, sen böyle yapmadığın gibi bir de yazıp anlatıyorsun. Sinirlerimizi bozmamak ve şizofrenik bir hale dönüşmemenin yolu, bu yayınları izlememekten geçiyor. Bu tür programlara çıkan arkadaşlarımız bundan vazgeçmeli. Tartışılan konunun öznesinin olmadığı yerde senin ne işin var? Bir kere bu soruyu sorman lazım kendine. Vicdanı ve etik değerleri banka hesabına yatacak paralarla satın alınabilen kişilere, “Bakın, karşı görüşten birini de çıkardım” deme ahlaksızlığının aracına dönüşüyor oraya çıkanlar. Karşısına oturtulanlara geçmişte ya da şimdiki yazdıkları söyledikleri üzerinden iki söz söyleyince ekran karşısındakiler, “Bizim çocuk nasıl çaktı ama...” duygusuyla izliyor. Muhalif yayınlar ne durumda? Çok sınırlı sayıda yayın organı var. Alternatif olduğu iddiasındaki internet


medya; görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmalı

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR siteleri ise maddi engeller yüzünden özgün habercilik yapamıyor. Alternatifi olduğu iddiasındaki medyanın haberlerini kopyalayıp tavırlı başlıklarla okurlarına, izleyicilerine aktarıyorlar. Genel anlamda Türkiye’de muhaliflerin sesi olduğu iddiasındaki yayınların yayıncılık anlayışı oldukça kötü. Tam da itiraz ettiğimiz sistemi besleyen bir bakış açısına sahipler. Meseleleri sadece kendi sosyal, sınıfsal ve siyasal çevrelerinden ibaret sanan bir yayıncılık yapılıyor. Muhaliflik ise sığ bir AKP karşıtlığı ve daha da sığ bir Erdoğan düşmanlığı üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Bugün AKP ve Erdoğan ortadan kalktığında, AKP ve Erdoğan nezdinde simgeleşen sorunların hepsi var kalmaya devam edecek. Çünkü tümü birden sistem sorunu. Sen kişilerle ya da araçlarla değil, sistemin kendisiyle mücadele eden bir dil tutturmak ve bu hattan ilerlemek zorundasın. Şu anda halkın haber alma araçları neler? Öyle bir araç yok. Ama eğer bilgi aldığınız kaynakları iyi süzebiliyorsanız Twitter ve Facebook gibi sosyal medya araçları var, o kadar. Bilgi alışverişi için önemli ama oralarda da iş bilgi vermek yerine hamasete dönüştü. Orada da erişeceğiniz bilginin gerçekliği, niteliği, derinliği tartışmalı olabiliyor. Öte yandan sosyal medya üzerinden muhalefet yapmak, kalıcı sonuç almaya yarar yerler değil. Bir vicdan aklama

aracı orası. Birkaç cümle mesajla derdini anlatmanın muhaliflik, devrimcilik sayıldığı bir dönem yaşıyoruz. Sosyal medya kullanımını önemsiz bulduğumu söylemiyorum ama muhalefetin yeri sokaktır. Sokağı boş bıraktığımız anda içine girdiğimiz cendere bizi daha da sıkıştırmış olur. Twitter’da #hashtag açma yarışıyla muhalefet etme modası var. “Bilmem neye direniyoruz, şu kampanyayı yapıyoruz” diyerek yapılanlar muhaliflik zannediyor. Burası demokrasinin yerleşik ve yaygın olarak kurumsallaştığı bir ülke olsa bunu anlarım. Ama #hashtag kampanyasıyla sosyal medyanın çok konuşulanları listesine girmeyi bir eylemin başarıya ulaşması olarak değerlendirmek yanlış. Bakın, çok ağır bir faşizm yaşıyoruz. Sınırlı bölgede yaşanan çok ağır bir savaş var, memleketin her tarafına yayılması çok olası. Bir partinin seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları, binlerce seçmeni tutuklanıyor, gazeteciler hapiste, Türkiye siyasi tarihinin en karanlık, en ağır günlerini yaşıyoruz. Ama sosyal medyada, “Onu yazdın mı? Bunu gündeme getirdin mi?” şeklinde yapılan bir muhalefet bize sadece mevzi kaybettirir. Sosyal medya araçları sokağı diri tutacağımız eylemlerin duyurulması, örgütlenmesi açısından iyi bir araç, fazlası değil. En yakın örnekten yola çıkalım, çocuk tecavüzcülerine, pedofillere yasal zırh getiren kanun neden geri çekildi? Birincisi, kadınların büyük bir direnişi oldu.

23

Bu direniş sosyal medyada örgütlendi ve sokak diri tutuldu. Bu direnişin büyüklüğü karşısında, bu kadar sert bir iktidar bile geri adım attı. Kendisini bu kadar güçlü göstermeye çalışan iktidarı ürküttüler. Şu an için ertelemiş durumdalar ama yapacaklar. Eğer sokağı boş bırakırsak bunu yapacaklar. Gazetecilerin halkın haber alma hakkını yerine getirmek için sansür ve otosansür baskısını yaşamadan mesleklerini yapmalarının yolu ne? Kendi haber kaynağımızı kendimizin oluşturduğu bir model gerek. Kastım yurttaş gazeteciliği değil. Küçümsemiyorum ama editoryal denetimden, hakikat denetiminden geçmediği için sıkıntılı olabilir. Bunu Gezi’de, Kürt illerindeki savaştan gelen haberlerde gördük. Çok fazla kirli bilginin dolaşıma sokulduğu ve bir elekten geçemediği için tehlikeli. Eksikleri, problemleri var. “Nasıl kendi medyamızı kurarız?” sorusuna yıllardır hayalini kurduğum bir modelle yanıt verebiliyorum: Nesnelliği gözardı etmeden, haklıdan ve ezilenden yana taraf, hakikati eğip bükmeden aktaran, sahibinin çalışanlar ile okuyucular ve izleyicileri olduğu bir medya yaratmak. Hakikate ulaşmanın başka yolu yok. Çok basitçe tarif edilebilecek şekliyle görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmayı kendine amaç edinmiş bir medya.


sağım yalan! ya solum?

Olası bir referandum için, oluşturulacak “HAYIR!” bloku, tüm güçleri şemsiyesi altına alabilecek bu blok, İstanbul’dan, Diyarbakır’a, İzmir’den, Van’a, Konya’dan, Trabzon’a kadar her yerde “HAYIR!” kampanyası yürütebilir. Faşist bloka karşı “HAYIR!”, neden yüzde 60 oy almasın? yüzde 60 “HAYIR!” oyu çıkarmış bir blok, geleceği birlikte düşünmeye neden başlamasın? Adım adım, sağ blokun kalelerini her bir bölgede, şehirde yıkıp, bu hegemonyaya son vermesin? Biz bu faşist bloka mecbur muyuz? Yılmaz YÜCEL

T

ürkiye bitmez tükenmez bir tartışma sürecinin içinde… Ya da öyle gösteriliyor… Anayasa tartışmaları… Başkanlık mı olur, yarı başkanlık mı, partili cumhurbaşkanlığı mı polemikleri… Seçim sisteminde ‘’dar bölge’’ tartışmaları vs… Bu tartışmalara daha fazla ilginizi çekenleri de siz ekleyebilirsiniz… El Bab’ da kalınsın mı, AB’ye rest çekmek doğru mu, Merkez Bankası, elindeki dolar rezervlerini piyasaya sürsün mü? Tartışma başlıklarının çokluğuna aldanıp Türkiye’de bir tartışma kültürünün var olduğunu sanabilir, hatta bu başlıklarla ilgili tartışmaların demokratik bir zeminde yapıldığına kanabilirsiniz… Ne sanılacak, ne de kanılacak bir hal yoktur… Rejim kendi önüne koyduğu hedeflere ulaşmak için tam gaz (tartışmalara bakmaksızın) ilerlemekte, önüne çıkan bariyerlere tosladıkça, bariyerleri dış güçlerin koyduğuna, sonra da bariyerlerin dış güçler olduğuna dair ortalığı velveleye

vermekte, varsaydığımız tartışmalar böylesi dönemlerde devreye girmektedir. Bir kısım rejimin akıl hocası, akıl hocası statüsünü yitirmemek adına “Suriye’ye girin dedik ama bu kadar da girin demedik”, “AB’ye rest çekin ama eliniz de güçlü mü bir baksaydınız”, “Şanghay’a doğru tabii ki rejim istediği kadar açılabilir ama AB kıyılarından da uzaklaşmadan” gibi ve benzeri ifadelerde bulunmaktadır... Cinsel istismar yasası tartışmaları (rezaleti) bir yanıyla Türkiye’de herkesin katıldığı bir kakafoniye dönüştü… Kakofoniye son veren kadınların müdahalesi oldu. Kadınların mücadelesinin yarattığı haklı etki tüm toplumun gündemine oturdu. Son sözü, bakanlarının, yasa tasarısının altına imza atmış olan vekillerinin eline bombayı bırakarak Recep Tayyip Erdoğan söyledi. Yeni yasa tasarısı, ‘’geri çektirdik’’ nidalarıyla raflardaki yerini alırken, rıza yaşını 12’de bırakan tasarı da el altından Meclisten geçirilmiş oldu. Son sözü söyleyen, son sözleri kendisinin söyleyeceğine dair hegemonyayı el çabukluğuyla katmerlendirdi. Eline bomba bırakılan

24

vekiller, bakanlar oralarına, buralarına batan parçaların açtığı yaraların iyileşmesini bekleyecekler ki buna çok alışkınlar. AKP kendine güvenini yitirdi Tüm bu tartışmaların odağında olan başkanlık sisteminin, uygun olan her hangi bir biçiminin geçirilmesine dair kararlılık, belirgin bir şekilde AKP’nin siyaseten kararlı ama kendine güvensiz halini de ortaya koyuyor. Yenikapı’dan AKP- MHP blokuna daralan ve bu blokla yapılabilecek en optimum siyasi çıkar gözetilerek örülen süreç, hegemonyanın herhangi bir yerden kırıldığına dair bir görüntü yaratmama isteğiyle süreç götürülmeye çalışılıyor. Kurulan hegemonya çatlak istemiyor. Bu hegemonya bir yerden kırılmaya başlarsa, freni patlayan araba gibi nerede duracağı, nerelere çarpacağı kestirilemiyor. Bu güvensizlik ortamında, devletin “bekası” gibi çok bildik bir gerekçeye sığınan AKP, klasik bir iç tehdit-dış tehdit ikiliğine sarılıyor ve esasında kendi bekasının güvenliğini sağlamak adına en bilinen yollara başvuruyor. Baskı aygıtlarının tamamını


sağım yalan! ya solum? devreye sokarak şiddetin dozunu en yukarıya taşıyor, demokratik mekanizmaların topyekün fiziki imhasına dayalı bir politika oluşturmakta beis görmüyor. AKP, kendi beka sorununu devletin bekası sorunuyla eşitlemek zorunda kaldığının farkına vardı ve başka kurtuluşu yok. AKP’nin kendi bekasını devletin bekası olarak göstermesi, daimi yedek güç olarak MHP’nin devreye sokulması sonucunu getirdi. MHP’yi ikna etti. AKP ve veya Cumhurbaşkanının altından kayacak halı, bir bütün olarak MHP’yi zora sokacaktı. MHP, 15 Temmuz sonrası, kısmi anayasa düzenlemesi için oluşmuş faşist blokun koltuk değneği olacağına dair güvenceleri sunmakta çekince görmedi. MHP’yi paramparça olmaktan kurtaran 15 Temmuz sonrası süreç, AKP’ye diyetini ödemek için bir fırsattı. Bu fırsat, artık devlete her düzeyde yeniden ortak olabilmenin pazarlığını yapma şansını da beraberinde getirmekteydi. MHP, sür- git fikirleri iktidarda, kendileri ise iktidarın dışında konumlanan statülerine bir son verme, ortaya çıkan siyasi olanaklardan tam boy faydalanma kararını aldı ve sürdürdükleri pazarlıkta, gelecekte kendisine biçilen rolün önemini ve vazgeçilmezliğini garanti altına alma çabası içine girdi. Anayasa paketinin, AKP ve MHP arasındaki tartışma konuları, MHP’nin yerinin, devlete ortaklığının güvencelerinde saklı. Koz almadan, kendini güvencede hissetmeden teslim olmak istemiyor. Bu faşist blokta güvensizliğin boyutunu gösterirken, devlet kliklerinin gelecekteki kapışma olasılıklarının da işaretlerini veriyor. Söz konusu olan devletin bekası bile olsa, devlet kliklerinin güvenle birbirlerine teslim edecekleri bir devletleri de yok. Kendi geleceklerini, devletin bekası masalının arkasına dizmekten başka yol bulamayan bu iki parti ve oluşturdukları

blokun kaybetmeye ne tahamülleri var, ne de kaybetme şansları! Kaybetme olasılığının ortaya çıkması, şiddet sarmalını geliştirmek için daha da kararlı olacaklarına dair öngörüde bulunmayı kuvvetlendirmeye yarayacaktır. Bir referandum hazırlığına karşın, süreç içinde gördükleri her kayıp ihtimali, daha deneyecekleri birçok yol olacağını da bizlere gösterecektir. Referandumdan vazgeçme bir ihtimaldir. Ama kazanmak adına gözlerini karartmaya hazır bu blok, ne pahasına olursa olsun her tür mekanizmayı devreye sokmaktan çekinmeyecektir. Bu ihtimalin içinde, referanduma “gölge” düşürecek her türlü hazırlığı yapmak da vardır! Sürrealist Fettullah Gülen Cemaati 15 Temmuz ve sonrası ortaya çıkan, devletin isimlendirmesi ile Fettullah Gülen Terör Örgütü (FETÖ), yapılanmasının boyutu ve kurduğu darbe ittifakı ile cümle alemi şaşırtmıştır. Elbette bu yapılanma hakkında geçmişte yapılan tüm ikazlara, değerlendirmelere ve tespitlere karşın, dağın görünen yüzü bile oldukça etkili bir yapılanmayı gözler önüne sermiştir. Bu görünen yüzde Cemaatin uluslararası ilişkileri var mıdır? Vardır. AKP ve MHP ile ilişkileri var mıdır? Vardır. Orduda, yargı kurumlarında ve kamu kurumlarında organizasyonları var mıdır? Onlar da vardır. Ama her şeyden önemlisi Cemaatin toplumun yoksulları ile kurduğu bağdır. Her seçim döneminde bilinmez bir soru olan “Cemaatin ne kadar oyu var” sorusudur. Bu soru, Cemaatin oy potansiyelinin siyasete etkisini sorgularken, onun ötesinde Cemaatin nasıl bir organizasyon olduğu sorusunu da içermektedir. Ki bu da Fettullah Gülen Cemaati’nin ulusal ve uluslararası bağlantıları ile bir cemaatin ötesinde bir organizasyon olduğu gerçeğidir. “Cemaat” bir devlet kliği olarak ikti-

25

darın tepesine oynamıştır. Bir zamanların, çok da ciddiye alınmayan “İslamcıları”, hatta en ciddiye alınmayan Cemaati konumundaki Fettullahçılar, ciddiye alınmaları gerektiğini ortaya çıkan “teşkilatlanma” düzeyiyle göstermiş oldular. Üniversite kantinlerinde, şehir merkezlerinde Zaman gazetesi standı açan ve o zamanlar pek de ciddiye alınmayan Gülenciler, bir Cemaat “canavarı” yaratarak el atmadıkları kamu kurum ve kuruluşu, ticari sektör ve alan bırakmamışlardı. Kendi gizlilik ve organizasyon yapısı ile de nasıl illegal olunurun sağ bir örneğini de ortaya koydular. Devletin kanatları altında illegalitenin adı, bugünlerde “paralel devlet yapılanması” oldu. Bir zamanların masum badem bıyıklıları, öğrenci evlerinde maklube partileri yapan abi-abla imgesi, savaş uçaklarıyla Meclis tarayanların komutanı imamlar gerçeğiyle yer değiştirdi. Tehlikenin bir on yıldır “farkında olup” devleti uyaranlara karşı devlet şurekası “Ne istedilerse verdik, ama kandırıldık” limanına sığındı. Sonuç olarak “devlet ittifakı” kanlı bir darbe girişimiyle sonlandı. Aynı zamanda, solcu, örgütlü gençlerin ebeveynlerinin genel olarak bir tavsiyesi olan ve çocuklarını örgütlü mücadeleden uzak tutmak için önerdikleri “okuyup, iyi yerlere gelmek suretiyle devleti ele geçirme” yolu Fettullah Gülen Cemaati’nin stratejisi çerçevesinde bir sürrealizm örneği olarak tescillenmiş oldu. CHP’nin sağı-solu, tabanı-tepesi 15 Temmuz sonrası, darbe karşıtlığını demokrasi meselesinin kendisine indirgeyen CHP, darbenin ötesinde ve sonrasında gelişen süreçte tutum almakta ikircikli davranmaya devam ediyor. Yenikapı’da oluşan ruha partisinin tepesini katmak için kendini ortaya koyan Kemal Kılıçdaroğlu, parti tabanını bu ruhla buluşturamadı. Bugün CHP tabanı, partisiyle barışmak için beklediği rolü oynayamasa da faşist blok karşısında kendini güvensiz ve beklenti içinde hissetmektedir. Ancak ne buna uygun bir parti içi muhalefet bulabilmekte, ne de parti merkezinin bu beklentiye cevap verecek siyasi bir cesareti sezilmekte. CHP, tarihsel olarak devletin kurduğu partidir. Bu doğrudur. CHP devleti kuran partidir… Buna da kısmen doğru denilebilir. Her siyasi özne gibi CHP de çeşitli evrimler geçirmiştir. CHP 60’larla beraber ortanın solu, 80’den sonra sosyal demokrasi kavramlarını parti literatürüne sokmuş, sosyalistlerin çoğu zaman “siyasi ilticaları”na bu kavramlar gerekçe oluşturabilmiştir. Bu siyasi ilticaların siyasi kısmının dışında CHP’nin vaat ettiği “istikbal”in de payının azımsanır olmadığı hem iltica edenlerin kendisi, hem de dünya alem için sır değildir. Tüm bunların CHP için karmaşık bir parti toplumsallığı yarattığı söylenebilir. Ancak bu toplumsallık içinde


sağım yalan! ya solum? sosyalist-demokratik- devrimci bir toplumsallaşmaya yatkın, hatta kendini bu tanımlarla niteleyen bir tabanın olduğu muhakkaktır. Meclis kürsüsünde yemin töreni sonrası sol yumrukların havaya kalkmasının CHP tabanının yüreğine soğuk sular serpmesi boşuna değildir. Solun CHP’ye bir iltica nedeni de budur. Entrizm hevesi ile gidilen CHP, iltica edenleri yutmuştur… Ve ele geçirilen CHP’den ziyade ele geçirilen “sosyalistlerle” dolu bir parti bulunmaktadır. Eski şucu, bucu il, ilçe başkanları ile, CHP’nin kapısı, “ele geçirilmediği” müddetçe kapısını makul yerlerde sola açık tutmuştur, tutacaktır. Kılıçdaroğlu’nun yaveri bile “bizden” çıkmamıştır. Böyle bir CHP sosyolojisi, analizin ötesinde bir siyasi görev olacaksa mesele bu görevi ortaya çıkarmaktır. Yoksa devleti kuran partiden ne devlet vazgeçer, ne de bu kadar iltica sonrası CHP sol açısından önemsiz bir hale gelebilir. Sonuç olarak bize düşen “somut koşulların somut CHP’sini” değerlendirmektir. Yenikapı’ya karşı Kartal ruhu Birleşik Haziran Hareketi’nin (BHH) hazırlıkları ile başlayan ve esas olarak CHP ve HDP kitlesinin yan yana gelmesi muradı taşıyan Kartal Mitingi (Teslim Olmayacağız- Biz Kazanacağız) solun ortak mitingine dönüştü. CHP’nin önce katılım kararı aldığı, son anda katılmaktan vazgeçtiği mitinge yirmi bin civarında insan katılırken, CHP’nin “katılmayın” mesajına uymayan milletvekilleri, pm üyeleri ve CHP tabanı da alanda kaldı. CHP kitlesi alanda HDP kitlesi ile fotoğraf vermiş oldu. Sol tüm bileşenleri ile neredeyse alanda yerini aldı. Sahneye söz alarak çıkmak noktasında CHP merkezi etkili oldu. Mitingde hiçbir CHP’li konuşmadı. BHH adına yürütme kurulu üyesi Erkan Baş, HDP adına il eşbaşkanı Doğan Erbaş, İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu adına Güven Gerçek konuştu. BHH’nin HDP ile olan mesafesinin miting dolayısıyla kısalması sonrasında, bu zeminin geleceğe taşınması için yapılan vurguların nasıl bir gerçeklik kazanacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak bu birlik zemininin ileriye taşınmasına dair bir beklentinin açığa çıktığı açık. CHP’nin toplumsal kesimleri ve muhalefetin ortak mücadelesine dair adım atmaması CHP’yi Yenikapı ruhu ile K artal ruhu arasında bıraktı. Esas soru ise, BHH’nin Kartal ruhuna sahip çıkıp çıkmayacağıdır. Kartal mitinginin görüntüsüne bakarak bazı BHH’liler “yıllardır görmedikleri çocukları karşısında, bu çocuk benim mi” diye soran anne-baba hissiyatına kapılmış olabilirler. Miting öncesi ile miting sonrası arasında oluşan farklılığı yaratan benzer bir duygu dahi olsa, içleri rahat olabilir; hepimiz biliyoruz

OHAL rejimini Anayasal güvence altına alarak bir başkanlık rejimi ile taçlandırmaya çalışmasına, tüm demokratik siyaset alanlarına ve mücadele örgütlerine karşı topyekün yok etme politikasına karşı, mücadele yollarının tamamını birlikte bulmak, üretmek ve eylemek için gücü şimdi birleştirmek vakti. Öncelikle bu koalisyonun, blokun, cephenin bu rejime karşı duran herkesi kapsayacak bir şemsiyeye ihtiyacı var. Bu şemsiye partiler ötesinde, hareketler ötesindedir. Bu şemsiyenin altına birlikte girme ihtiyacı çok keskin bir şekilde kendini hissetirmektedir. Su gibi ihtiyaçtır. Tersi ölümcüldür. ki bu çocuk sizin de çocuğunuz! Emek ve Demokrasi Güçbirliği’nden çekilen BHH’nin, sonrasındaki bu ilk yan yana gelişin ruhunu ileriye taşımakta üzerine düşeni yapması siyasi sürecin bir gereği olarak ortada durmaktadır. Sağ bir provakasyonla, Aydınlık ve

26

tüm devlet zevatının basın, yayın, sosyal medya yaygaralarına kulak vererek Kartal Mitingi’nden çekilen CHP, hemen ardından düzenlediği Adana mitinginde, sola kapıyı göstermiş, bir ülkücünün açtığı dövize ise selam çakmıştır. Soru dönüp dönüp önümüze gelmektedir; Ne olacak bu CHP’nin hali? Şimdi sol koalisyonun tam zamanı! Teslim olmayan herkes birleşsin! Faşist blok OHAL rejimi ile Türkiye’yi yönetmekte kararlıdır. OHAL rejimini Anayasal güvence altına alarak bir başkanlık rejimi ile taçlandırmaya çalışmasına, tüm demokratik siyaset alanlarına ve mücadele örgütlerine karşı topyekün yok etme politikasına karşı, mücadele yollarının tamamını birlikte bulmak, üretmek ve eylemek için gücü şimdi birleştirmek vakti. Öncelikle bu koalisyonun, blokun, cephenin bu rejime karşı duran herkesi kapsayacak bir şemsiyeye ihtiyacı var. Bu şemsiye partiler ötesinde, hareketler ötesindedir. Bu şemsiyenin altına birlikte girme ihtiyacı çok keskin bir şekilde kendini hissetirmektedir. Su gibi ihtiyaçtır. Tersi ölümcüldür. CHP ve HDP’nin bu şemsiyenin altında tüm diğer muhalefet güçleriyle beraber durması elzemdir. CHP’nin sağ bir iktidar varken, solu topyekün imhaya girişmişken, sağa değil sola bakması gerekmektedir. Olası bir referandum için, oluşturula-


sağım yalan! ya solum? cak “HAYIR!” bloku, tüm güçleri şemsiyesi altına alabilecek bu blok, İstanbul’dan, Diyarbakır’a, İzmir’den, Van’a, Konya’dan, Trabzon’a kadar her yerde “HAYIR!” kampanyası yürütebilir. Faşist bloka karşı “HAYIR!”, neden yüzde 60 oy almasın? yüzde 60 “HAYIR!” oyu çıkarmış bir blok, geleceği birlikte düşünmeye neden başlamasın? Adım adım, sağ blokun kalelerini her bir bölgede, şehirde yıkıp, bu hegemonyaya son vermesin? Biz bu faşist bloka mecbur muyuz? Türkiye’de yeni bir hegemonyayı inşa edecek tarihsel birikim vardır. Bu tarihsel birikimin akıl, eylem ve kurucu bir iradeyle buluştuğu anda başka bir iklim açığa çıkabilir. Demokratik siyasetin temel görevi bu iklimi yaratacak koşulların açığa çıkmasını sağlamaktır. Yeni bir “ittifaklar siyaseti” oluşturmak bu iklimi yaratacak yegane yol olacaktır. 1 Kasım 2016’da Meclis Grup toplantısında HDP Eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş bir blok kurulması için çağrı yaparken, “bu kardeşlik ve demokrasi blokunun yaratılması için elimizden gelen ne varsa yapmaya hazırız” dedi. Bu konuşmanın üzerinden 4 gün geçti ve HDP Eşgenel başkanları Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve 9 milletvekili tutuklandı. Bu çağrı yeni bir “ittifak siyaseti”ni oluşturma yolunda bir başlangıç olabilir. Şimdi Selahattin Demirtaş’ın blok çağrısına kulak vermenin tam zamanı!

yapabiliriz... Bu zattan bir beklentimiz yok. Mesele bizim ne yapacağımızdır. Dayanışma tabii ki önemli. Yan yana durmak tabii ki çok önemli. Teslim olmamak tabii ki çok önemli... Hep savunmada kalmanın da bir anlamı yoktur. Bizim bunları yenmemiz, alt etmemiz, tepetaklak etmemiz lazım... Türkiye toplumu Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle, Sünnisiyle ben bu gidişattan memnun değilim, çocuğumun, ailemin, kendimin geleceği için artık büyük bir korku yaşıyorum” diyen herkesin karşı hamle yapması gereken bir dönemden geçiyoruz. Sadece ayakta kalmak da yetemez. Devirmemiz lazım... Açık söylüyorum! İlk sandık önümüze konulduğunda güçlü bir muhalefet bloğuyla, alternatif bir demokratik iktidar seçeneği sunmamız lazım! Biz bu faşist bloğa mecbur muyuz ya? Şu faşist blok kendinde bu cesareti görüyor da, biz yüzde 50 oy alırız diyor da, eşitlikten, özgürlükten, adaletten, birlikte yaşamdan, kardeşlikten yana olanlar, bizler neden yüzde 60 oy alamayacak mışız? Neden bir araya gelip alternatif bir demokratik seçenek sunamayacak mışız! Bunun zamanı geldi, geçiyor bile. Biz HDP olarak bu tür demokratik muhalefet bloklarına, ilkesel düzeyde hiçbir zaman kapalı değiliz. Ve görüyorsunuz ki sokaktaki taban da buna kapalı değil. Ama maalesef bazı partilerin yönetimleri, yöneticileri kendi dar çıkarları, koltuk çıkarları çerçevesinde bütün bu imkânları hep heba ettiler. Geçen dört seçime bir bakın. Bizim tutumumuz açıkça ortadaydı. Türkiye’de demokratik bir alternatif sunalım. Yerel yönetimlerde, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, genel seçimlerde karşılaştığımız tutum neydi? O günlerde adı öyle konulmamıştı ama Yenikapı ruhu adı altında milliyetçi, faşist blok tercihinde bulundular. Her seferinde bunu yaptılar.... ve AKP’ye şans veren, prim veren, fırsat veren, ana muhalefetin hataları, yanlışları oldu. Bundan bir ders çıkarmışlar mı diye bakıyoruz. Buna dair en küçük emare de yok. Tabanın tamamı beklentisini bu yönde ifade ediyor. Demokratik muhalefet bir blok çerçevesinde, ittifak, işbirliği... Birleşmeden söz etmiyorum. Ülkenin geleceği bu kadar büyük bir tehlike altındayken, temel ilkelerde birlikte mücadele etmekten söz ediyoruz.. Buna bile gelmeyenler, ülkenin geleceği ile ilgili nasıl laf söyleyecekler. Allah aşkına ben merak ediyorum, Yenikapı’da sahneye çıkan ana muhalefet partisinin sayın lideri sen orda konuştuğunda senin partinden tek bir kişi acaba kalabalığın içinde var mıydı? Merak ediyorum! CHP genel başkanı orada konuşurken tek bir CHP’li meydanda var mıydı? Yoktu. Senin tabanın başka bir ruhun peşinde. Sen başka bir ruhun! Diğer partiler için de bunu söylüyorum. Parlamento dışındaki bunu söylüyorum: Parlamento dışındaki demokrasiden yana özgürlükten yana partiler için de söylüyorum. Artık bazı eksik yetmezliklerimizi, önyargılarımızı bir tarafa bırakmamız lazım... Bugün eğer bu mücadeleye, ayağa kalkmış bir halkın faşizme, zulme karşı, tecavüz ordularına karşı, Türkiye’deki bu dayatmacı, ırkçı anlayışa karşı rengarenk çiçek bahçesi gibi birarada duran ve direnen HDP’nin yanında olmayacaksınız da, kimin yanında olacaksınız; Saraydan artık size bir şey çıkmaz görmüyor musunuz? Saray birlikte yola çıktığı can yoldaşlarını sata sata oralara geldi. Siz kim oluyorsunuz ki? Sizi idam sehpasına gönderirken gözünüzün yaşına bakmaz. Bunu anlamıyor musunuz? Hükümet by-pas durumdadır. Zaten fiili başkanlık Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası devreye girmiş durumdadır. Adına fiili başkanlık diyorlar da hani başkanlık rejimini bilmesek, yutturacaklar. Dünyada bir çok başkanlık sistemi örneği var. Bunun yaptığı hangisine uyuyor. Hiçbir tanesine... Uydukları yok mu? Eee var. Onların da adı diktatörlük. Sen niye

27

başkanlık diyorsun? sen biraz mert ol; de ki ben diktatör olmak istiyorum. Çocukken hep hayalim buydu. Diktatör olacağım. Bunu açık söyle yav... Bakın başkanlık tartışması yapılıyormuş gibi toplumun kandırılmasına müsade etmeyelim. Ortada bir başkanlık sistemi tartışması yok. Fiilen ele geçirdiği devleti, diktatörlük yetkilerini anayasal garantiye almak için uğraşıyorlar. Yoksa toplumda gerçekten ciddi, samimi, düzeyli kaliteli bir başkanlık tartışması olsa, modelimiz başkanlık mı olsun, özerklik mi olsun, başka modeller mi olsun diye özgürce tartışabilsek bu kadar kamplaşma, kutuplaşma toplumun kendi içerisinde bu kadar düşmanlaştırma olmasa, her model demokrasiye çıkacaksa tabii ki tartışılabilir.... Bugünler hep böyle devam etmeyecek. Bunların hepsi bir gün gelip geçecek. Her diktatörün siyasi bir ömrü vardır. Bunlar bitecek.Ne kadar hızlı mücadele eder, karşı hamleler yaparsak o kadar da çabuk bu zulümleri bitiririz. İşte KHK’lerle rektörlük seçimleri kaldırıldı biliyorsunuz. Ya seçim deyince, adamın aklına sadece kendinin seçilebileceği bir mekanizma geliyor. Kendisi dışında birinin işbaşına gelebileceği şeye seçim demiyor. Ona halk iradesi demiyor. Tahammülü yok. Rektörlük seçimi, genel seçim, yerel seçim bunların hepsini düzenleyecektir, göreceksiniz. Sadece kendisinin kazanabileceği bir seçim yöntemine, özellikle seçim konusunda bir değişiklikle buraya gidecektir. Eğitim sisteminde yaptıklarına bakın; açığa alınan öğretmenler... Bunların birçoğu demokrasiye inanan, laikliğe inanan, özgürlükçü, temiz öğretmenler. Okullara, müdahale adı altında yapılanlara bakın. İşte proje okulları adı altında müdahaleyi gerçekleştirdiklerinde aynı zamanda mağdur olan direnen aileler, öğrenciler burada... Devlet okullarında nitelikli eğitim yapılabileceğini kanıtlamış öğrenciler, öğretmenler bunlar. Yani bol para dökmeden de biz çocuklarımıza iyi eğitim, laik, demokratik eğitim verebiliriz. Ne yapıyor? Tahammül edemiyor. Benim dışımda bir eğitim anlayışı gelişiyor diye müdahale ediyor. Oralara şimdi kendi kafasına göre müdürler atıyorlar. Geri kalan öğretmenleri Türkiye’nin her tarafına dağıttılar. Her yerde illa imam hatip açacağız diyorlar. Ve proje okullarına müdahaleyi de bu şekilde yapıyorlar..... Kenan Evren darbeyi gerçekleştirdikten sonra o yıllarda doğan erkek çocukların üçte birine Kenan ya da Evren adı konulmuş. Çünkü insanlar kendilerini güvence altına alma hissiyatıyla, korkuyla, panikle hareket etmişler. Ya bu bana dokunmasın, ne yapalım bir çocuğumun adı da Kenan olsun, Evren olsun diye... Kusura bakmayın Kenan’lar ve Evren’ler ama babalarınız, anneleriniz bu korkuyla bu isimleri koymuşlar. Fakat bu Kenan Evren denilen adam öldüğünde acaba cenazesinde kaç tane Kenan ve kaç tane Evren vardı. Ölmezsek seni de göreceğiz...

*Selahattin Dermirtaş’ın 1 Kasım 2016 tarihli Meclis grup toplantısı konuşmasından bir bölüm...


akp kıskacında eğitim: dersini ver, okuldan çık git! AKP’nin eğitim politikası, eril bir ittifakla hazırlanmış; piyasalarla uyumlu İslamcılığın eğitim alanında hegemonya kazanması ve pratiğin bu eksende yönlendirilmesi üzerine temellendirilmiştir. Nejla KURUL

T

ürkiye kapitalizminin siyasal düzlemde bir kabuk değişimi yaşadığı açıktır. Bugünün siyasal ihtiyaçları bağlamında, Cumhuriyet’le birlikte kurulan siyasal sistemin bugüne dek varlığını korumuş bütün dayanakları, hem bizzat sistemin egemen sınıf temsilcileri tarafından hem de emekçilerin ve ezilenlerin politik özneleri nezdinde sorgulanıyor, somut koşullar içinde yeniden yorumlanıyor veya yerlerine yenileri öneriliyor. OHAL döneminin keskinliği içinde, yaratılan kırılmalar ve kırılganlıklar nedeniyle, bu sorgulamalar kutuplaşma ve saflaşmayı çok belirgin hale getirdi; bu nedenle hiç kimse rahat değil. Sorgulamanın bir yanında Cumhuriyet’in öncül ve dayanaklarını, büyük ölçüde geri getirmenin özlemi içinde olan kesimler bulunuyor; CHP, bu pozisyon alışın merkezinde yer alıyor ve “modern devlet”in önerdiği laik tabanlı vatandaşlık vurgusunu öneriyor. Diğer yanda, iktidarda olmalarına rağmen, yani “hükmederken”, kapitalizmin modern bireyci dünyası içinde yaşamak zorunda olmanın doğurduğu “eksiklik” duygusu nedeniyle bir türlü huzura kavuşamamış AKP elitleri ve tabanı ile OHAL döneminde AKP’ye bir hayli yaklaşan MHP yer alıyor. Burada dinin önerdiği kutsal tabanlı kimlik ve ona eklemlenmiş Türklük, zihinsel tasarımlarda etkinlik kazanmış gözüküyor. Üçüncü bir yolun açılması için çok çeşitli olanakları düşünsel olarak içinde taşıyan HDP ise, bir yandan Kürt siyasetini ve diğer kimlikleri vurgularken diğer yandan inanç özgürlüğü söylemi ve “laikliğe mesafeli” politikaları ile AKP’nin “oyununu bozan” bir parti olarak “oyun dışı” bırakılmış durumda. Seçmenler açısından sayısal gücün AKP-MHP’de olduğu açıkça görünse de, başkanlığı alırsa şayet, Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski zenginler (TÜSİAD) ile yeni zenginler (MÜSİAD) dışında, bu karanlık ve kötücül sürecin, emekçi sınıflar ve ezilenler açısından kazananı yok denilebilir. Bu sürecin en çok kaybedeni ise, yoksulluk, işsizlik ve umutsuzluğun kıskacında olan çocuklar ve gençlerdir.

Siyasetin krizinden eğitimin kriz nöbetlerine Korku, gerilim dolu ve umutsuz gözüken bu durum, bugünkü neslin duygu dünyasını altüst etmekle birlikte, asıl etkiyi gelecek nesiller üzerinde doğuracak gibi gözüküyor. Her politik öznenin gelecek nesle dair tahayyülü var ve bu gerontokratik baskının çocuklar ile gençleri vuracağını öngörmek güç değil. Siyasetin krizinin, çocuk ve gençler üzerinde ciddi kriz nöbetlerine yol açtığını belirtmek gerekiyor. “Çağdaş ve modern nesil”, “dindar ve milliyetçi nesil” ve “özgür nesil” olarak ayrışan bu çocuklar ve gençler, eğitimin “makbul yurttaş” yetiştiren mekânları olan okullarda yaşamlarını bir arada nasıl sürdürecekler? AKP’nin, iktidarda olduğu 14 yıl boyunca ne yaptığına dair sorunun yanıtı, siyaset felsefesinin ve pratiğinin eğitim alanında, okullarda, sınıflarda ve okul koridorlarında neleri dönüştürdüğü meselesiyle yakından ilişkilidir. AKP, ilk olarak insanın ve doğanın sömürüsünü artıracak biçimde neo-liberalizmin derinleştirilmesine; ikincisi, adaletten kopuk, Sünni saltanat ideolojisi eksenli siyasal İslamcılığın yaygınlaştırılmasına, üçüncüsü ise her iki etki kanalıyla erkek egemenliğinin güçlenmesine hizmet etmiştir. AKP, okullarda neo-liberalizmi derinleştirdi Okullar kamusal alanlardır. Ne var ki işletme ve gelir amaçlı STK’lara dönüşmüştür. Okullardaki üretim tarzı, her ne kadar özgün kolektif bir toplumsal alan

28

olsa da, genel üretim tarzı tarafından koşullanmaktadır. Bir hak olarak üretilmesi gereken eğitim hizmeti, adeta piyasa koşullarında üretilmek ve pazarlanmak üzere hazırlanmaktadır. Ortak yaşam ve kültür alanı olması beklenen okullar, piyasanın arz ve talebine, üretim ve tüketime göre nitelik üreten mekânlar olarak yeniden tasarlanmaktadır. Öğretmenler, esnek üretim ve güvencesiz çalıştırılmak üzere ve mesleki özerkliğini yitirmiş, merkezden denetlenen çalışanlara dönüştürülmek istenmektedir. Okulun içindeki işletmeci bakış, bu mekânlardaki üretici güçleri boğmakta ve tüm yaratıcılığı ortadan kaldırmaktadır. Bugün öğretmenler teknisyene dönüşmüştür; bir konunun uzmanıdır, ne var ki başka her şeye karşı ilgisizdir. Öğrenciler de sistemin suskun ve edilgen “girdileri”dir. Kısaca, okullardaki üretimin krizi, öğretmenlerin ve öğrencilerin insani gizilgüçlerinin açığa çıkarılamaması kriziyle bağıntılıdır. Okullarda ortak yaşama ilginin yeniden canlandırılması gerekmektedir. Eşitlenme alanı olması gereken, okullar sınıfsal eşitsizlikleri yeniden üretmektedir. Okullardaki toplumsal ilişkiler, sınav odaklı bir yapıdan dolayı, büyük ölçüde rekabet ve yarışma temelinde kurulmuştur. Fırsatçı, seçkinci ve yarışmacı bir okul yapısı vardır. Herkese sözde eğitim görme fırsatı verilir, ancak eğitim bir hak olarak görülmediği için, fırsatlar çocukların ve gençlerin sosyal sınıfları ve mülkiyet düzeni içindeki konumlarına göre belirlenir. Kapitalist eğitim seçkinci ve seçicidir, öğrenci ilgileri ve yeteneklerinin


akp kıskacında eğitim: dersini ver, okuldan çık git! birbirinden farklı olduğu varsayımına dayanır. Dolayısıyla eğitim, eşitlikçi değil, en zeki, en yetenekli ve en ilgilileri seçmek ve elemek üzerine kurgulanmıştır. Yani Rancière’in belirttiği,1 eğitim alanı ve okullar, “tüm zekâların eşitliği varsayımını sınamak üzere” örgütlenmemiştir. İngiltere’de makine kırıcı hareket olarak başlayan Chartist Hareket’in liderlerinden birinin sözleri bu bakımdan oldukça manidardır: “Mülkümüz olmadığı için temsil edilmediğimizi söylüyorlar, bense temsil edilmediğimiz için mülkümüzün olmadığını söylüyorum.”2 Eleyici eğitim için bu söz şöyle dönüştürülebilir: “Yeteneğimiz ve ilgimiz olmadığı için eğitime devam edemediğimizi söylüyorsunuz; oysa bizler mülkümüz olmadığı için ilgi ve yeteneklerimizi geliştiremiyoruz.”. Okullardaki gündelik yaşam, kapitalist çelişkilerin ve işbölümünün temel niteliklerine uygundur. Kapitalizmin temel çelişkisine neden olan emek ve sermaye arasındaki büyük bölünme, tüm kolektif hizmet alanlarının olduğu gibi, okulların da birbirinden farklılaşmasına yol açmaktadır. Bir yanda emekçi sınıfların alt katmanlarının çocuklarının devam ettiği meslek ve teknik liseleri ve imam hatip liseleri, diğer yanda emekçi sınıfların orta ve üst katmanlarının çocuklarının devam ettiği Anadolu liseleri ve sermaye sahibi sınıfın çocuklarının devam ettiği yerli ya da yabancı özel okullar. Çocuklar, genel olarak toplumsal sınıflarına göre, bu okulların kazandırdığı niteliklerle emek pazarına dahil olmaktadır ya da yakıcı bir sorun haline gelen işsizliği deneyimlemektedir. AKP, “Sünni saltanat ideolojisi” ile okullarda Siyasal İslamcılığı yaygınlaştırıyor Politik bir hareket olarak kapitalizmle uyumlu siyasal İslamcılık, Anadolu’dan “yükselen” sermaye hizbi kanalıyla, tarihin derinliklerinden gelen deneyimi, kitlelerle kurduğu kültürel bağları ve güncel çıkarlarına bağlı olarak araçsallaştırdığı İslam yorumuyla bu geniş emekçi kitleler üzerinde ideolojik hegemonya kurarak desteğini alabilmektedir. Merkezi yönetim bütçesinden (2015) MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na toplamda 8 milyar TL civarında bir kamu kaynağı aktarılması, aslında neo-liberal piyasa ekonomisi ile siyasal İslamın piyasalarla uyumlu ittifakını açıkça ortaya koymaktadır. Eşitlik ve adalet alanı olması gereken okullar, fark/kimlik eşitsizliklerini yeniden üretmektedir. Okul sistemimiz, büyük ölçüde dinsel (İslamcı-Sünni retorik), ırkçı (Türklüğe vurgu), cinsiyetçi (erkeğe vurgu) içerik ve zihinsel tasarımlar üretmektedir. Bu haliyle, okullarda dünyadaki yedi buçuk milyar insanın çeşitliliğini, Türkiye’de yaşayan insan toplumlarının çoğulluğunu, diğer bir deyişle ırkını, rengini, cinsiyetini, cinsel

kimliğini, dinsel inançlarını, farklı özneleşme deneyimlerini, görmezden gelen, “resmi” bir eğitim sürdürülmektedir. Okul, ortak yaşam alanı olarak değil, egemen söylem ve zihinsel tasarımların ve eylemsizliğin yaşam alanı haline getirilmeye çalışılmaktadır. Müslümanların Cumhuriyet sonrası modern süreçlere katılımları, Demokrat Parti ile birlikte üç alanda kurumsal yapılar aracılığıyla sürmüştür.3 Politik alan, (bugün AKP), ekonominin alanı (İslami finans kuruluşları) ve eğitim alanı (imam hatip okulları). İmam hatip okullarında öğrenim gören öğrenci sayısının toplam lise öğrencilerine oranı 2015-2016 Milli Eğitim istatistiklerine göre yüzde 15’ler düzeyindedir. Bu oran ortaokullarda yüzde 12 civarındadır. Bu okullar, yurt, öğle yemeği, ek kurslar ve yardımlar gibi özendiriciler nedeniyle yoksul insanlar tarafından da seçilmektedir. Yani okullarda dini bir eğitim isteyenlerle birlikte, bu okullardan “yararlananlar” yan yana bir eğitim sürdürmektedirler. Sınav odaklı sistem, bu okulları da etkisi altına almıştır. Muhalifiyle başından beri “yarışma” içinde olan İslami kesim, imam hatip okullarının yanı sıra “kolejleşme” eğilimi içine de girmiştir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu kolejlerin bir kısmı kapatılmış ya da el değiştirmiştir. Ortaokul ve liselerde, zorunlu ders olan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” (2 saat) yanı sıra “Kuran’ı Kerim”, “Hz. Peygamberin Hayatı” ve “Temel Dini Bilgiler” dersleri (her biri 2 saat), seçmeli dersler olarak okutulmaktadır. AKP’nin eğitimi İslamileştirme çabaları, “çoğulculaşma” olarak sunulmaktadır. Kapitalist modern dünyanın hegemonyası altında, özel alana hapsolmuş Müslüman ve Kürt kimliklerinin kuramsal ve siyasal süzgeçten geçirilmeden, kamuoyunda yeterince tartışılmadan,“resmi eğitim”e girişi, eğitimin krizinin önemli bir boyutunu oluşturmuştur. Eğitim kamuoyu, bu okullarda aktarılan İs-

29

lami yorum ve öğretim yöntemi konusunda yeterli bilgiye sahip değildir. AKP’nin, “muhafazakâr demokrat” imgesinin oluşmasına katkı getiren, Kürt yurttaşlar nezdinde “yeterli bulunmasa” da, önemli görülen düzenlemelerden biri “yerel lehçeler” adlı ders grubunun içinde Kürtçe eğitiminin verilebilmesi, diğeri ise, açılan özel okullarda Özel Öğretim Kurumlarına Kanunu’na uygun olarak Kürtçe eğitim yapılabilmesinin önünün açılmış olmasıdır. Birinci düzenleme için, ne Kürtçe Öğretmenliği programları çoğalmış, ne de Kürtçe öğretmeni olarak yetiştirilmiş öğretmenler kadrolara yeterli düzeyde atanmıştır. İkinci düzenleme ise Kürt orta sınıflarının ihtiyacına dönükken, Kürt yoksullarının yararlanamayacağı bir politika olarak kalmıştır. Kuşkusuz insanlar, öğretmen olmadan da anadillerini öğrenmektedirler. Rancière’in belirttiği gibi, “İnsan evlatlarının en iyi öğrendiği şey, hiçbir hocanın onlara öğretemeyeceği anadilleridir. Çocuklarla konuşuruz, onlar etraftayken konuşuruz. Onlar da duyup kaparlar, taklit edip tekrarlarlar, yanılıp kendi kendilerini düzeltirler, şans eseri başarıp yöntemli olarak baştan alırlar: Açıklayanların onlara bir şey öğretemeyeceği kadar küçük yaşta hepsi –cinsiyetleri, toplumsal durumları ve derilerinin rengi ne olursa olsun– anne ve babalarının dilini anlayıp konuşmaya kadirdir.”4 1Jacques Rancière (2015) Cahil Hoca. Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders. İstanbul: Metis Yayınları. 2Samuel Bowles ve Herbert Gintis,1996, Demokrasi ve Kapitalizm Mülkiyet, Cemaat ve Modern Toplumsal Düşüncenin Çelişkileri, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.39. 3Abdurrahman Arslan (2015) Modern Dünyada Müslümanlar. İstanbul: İletişim Yayınları, s.161 4-

Rancière, 2015, s. 13.


akp kıskacında eğitim: dersini ver, okuldan çık git! AKP, resmi eğitimin otokratik/ hiyerarşik niteliğini derinleştiriyor ve eğitim bileşenlerini suskunluğa itiyor Çocuklar ve gençleri dönüştürme amacı ile AKP’nin eğitim politikası, eril bir ittifakla hazırlanmış; piyasalarla uyumlu İslamcılığın eğitim alanında hegemonya kazanması ve pratiğin bu eksende yönlendirilmesi üzerine temellendirilmiştir. Kadınları erkeğe bağımlı kılarak yöneten, “görünmeyen bir el” tarafından düzenlenen piyasalarla uyumlu, itaatkâr ve dindar erkek nesiller yetiştirme görevi, AKP’nin öğrenci düzlemindeki politikasıdır. Bu politikanın öğretmenlere özerk bir alan tanıdığı da söylenemez. Öğretmenler gerektiğinde sessiz kalarak, karışmayarak, okulu politik bir alan olarak görmediği için terkederek ya da ciddi bir politik özne olarak öğrencinin bu perspektifle yetiştirilmesine aracılık eden okul bileşenidir. Okul müdürleri ise, büyük ölçüde AKP’nin okuldaki uzantıları olarak etkin işlev görürler ve okullarda, piyasalarla uyumlu hegemonik Müslüman erkeğin temsilcisi olarak görülebilirler. Son olarak veliler, ödemiş oldukları dolaylı ve doğrudan verginin kendilerine eğitim hakkı ve sağlık hakkı olarak dönmesini talep eden vergi yükümlüsü yurttaşlar değillerdir. Ebeveynler AKP’nin sıkıştığında adına konuşacağı, her istendiğinde okula bağış vermesi gereken “sivil toplum”un örgütsüz, böyle olduğu için de sessiz sedasız

üyeleridir. AKP, eğitimden ne istiyorsa, kendi kurduğu ve kamu kaynaklarıyla desteklediği sivil toplum örgütleri kanalıyla temsil edildiği varsayılan ebeveyn kanadının da, onu düşündüğü ve eylediği kabulüne dayanarak yürümektedir.

Okullar söylem alanıdır; ne var ki “konuşmak yasaktır!” Toplumda eleştiri istemiyorsanız, denetimi artırırsınız; okulları da bu yönelime uyduracak biçimde yönetirsiniz. Toplumda hiyerarşiyi derinleştirmek istiyorsanız, insanı da

proje okulları politik bir meseledir P roje okullarının yasal dayanağı nedir? Bu okullar nasıl gerekçelendiriliyor? Kamuoyunda tartışıldığı biçimiyle “Proje Okulları”nın yasal dayanağı 1 Mart 2014 tarihinde oluşturulmuş, 1 Eylül 2016 tarihli bir yönetmelikle uygulamaya geçirilmiştir. Proje okullarıyla ilgili düzenlemeler, yakın tarihin eğitim düzenlemelerinde olduğu gibi, KHK’ler veya “torba yasalar” içinde yer almış; yasa maddelerinin bütünlüğü, önceki ve sonraki maddeler arasındaki geçişler, maddeler arası ilişkiler vb. açısından anlamlı tartışmalar yürütülmeden yasalaşmıştır. MEB Müsteşarı Yusuf Tekin’e göre, toplam 155 proje okulu var ve bu okullarda 4598 öğretmen çalışıyor. Bu öğretmenlerin 1187’si bulundukları okulda sekiz yıldan daha uzun bir süredir çalışıyor. Müsteşar açıklamasında, ne proje okullarının niteliği, yani projenin ne olduğu; ne de okulların proje okulu olarak seçilmesinde kullanılan ölçütler hakkında bir değerlendirme yapıyor.

Yönetmelikte, projenin niteliği, “yurtiçinde ve yurtdışında yerli veya yabancı kurum ve kuruluşlarla ve başka ülkelerde işbirliği anlaşması çerçevesinde” işlev üstlenecek okullar belirlemesi var. Bugün eğitim sisteminde, okulda istekli bir öğretmen varsa, bu nitelikte bir projenin hemen her okulda yürütülmesi mümkün. Ne var ki proje okulu olarak seçilen okullar doğrudan Bakanlık Merkez Teşkilatı’na bağlanıyor; öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri Milli Eğitim bakanına bırakılıyor. Böylece okullar sistemi içinde yeni bir okul sistemi oluşturulmuş oluyor. Öğretmen ataması, yönetici görevlendirmesi, hatta öğrenci seçiminde bile, herkesi bağlayan yasal düzenlemeler yok sayılıyor. Ne tür bir proje olduğu açık olmayan bu okullar, fiili olarak neye göre proje okulu olarak seçilmiş gözüküyor? Proje okul olabilmek için gerekli şartlar arasında okulun tarihi bir

30

nitelik taşıması, eğitsel ve sosyal faaliyetler bakımından diğer okullar arasında ön plana çıkması, fiziki altyapı-donanım ve insan gücüne sahip olması gibi koşullar var. Dezavantajlı okullar, mesleki ve teknik liseler de proje okulu olarak seçilebiliyor. Bakanlığın belirtmediği ancak seçilen okullara bakıldığında gözlenen örtük ölçütler de var. Bu okullar “başarılı” okullar; Cumhuriyet tarihinde her dönem öne çıkan okullar. Proje okullarındaki hem öğretmenler hem de öğrenciler, sınav odaklı sistemin yaptığı merkezi ölçmelerden yüksek puan alanlardan oluşuyor. Bu okullarda başarının yüksekliği, ebeveynlerin meslekleri, eğitimleri ve gelirleriyle de ilişkili gözüküyor. Yani başarı kapitalist piramidin, sınıfsal ayrışmanın ortalarında ve üstlerinde yer almakla oldukça ilişkili. Bu okulların bir diğer özelliği de geçtiğimiz eğitim öğretim döneminde laiklik bildirileriyle gündeme gelen okullar olması. Anımsanacağı üzere Haziran 2016’da, eğitim


akp kıskacında eğitim: dersini ver, okuldan çık git! nokratların, merkezdeki uzmanların ve hâkim siyasi anlayışın, kısaca “hükümet süreci”nin ne dediğidir. Bu modelde, eğitim tabanının bir şeylerin değişeceğine ilişkin umudu yoktur ya da çok azdır. Okullar ve hatta okulların içinde yaşadığı kentler umudun mekânı değildir. Okullarda, tanınmayanlar, dilsizleştirilenler, reddedilenler ve nesneleştirilenler, kısaca “öteki” olarak yaşamak zorunda kalanlar vardır. Bugün yaşanan tam da bu süreçtir. Oysa “Kendimizi insani dünyaya söz ve edimle sokarız.”5 Okullar da insani dünyaya girişin, aileden sonra, en erken ve en uzun süren mekânıdır. Demokratik ve sosyal bir toplum, kendi geleceğinin, eleştiren ve konuşan bir toplumda olduğunu bilir. Çünkü insani potansiyel böylesi toplumlarda açığa çıkar. Bu toplum büyük ölçüde aşağıdan yatay örgütlenmeleri gerektirir.

buna koşulsuz rıza gösteren bireyler olarak yetiştirmek istiyorsunuz demektir; eğitimi de buna göre merkezi, hiyerarşik ve otoriter bir örgütlenmeyle inşa edersiniz. Okulun bileşenleri bu yönetim anlayışında, çok az tartışır; asıl olan tek-

kamuoyu 371 lisenin ortaklaştığı bir dirence sahne oldu. Kıvılcımı, İstanbul (Erkek) Lisesi mezunlarının, mezuniyet töreninde okul müdürünün konuşması sırasında kürsüye sırtlarını dönmeleri ve “ses ol, ışık ol, yumruk ol” çağrıları çakmış gözüküyor. Bunu Cağaloğlu Anadolu Lisesi, özel statülü Galatasaray Lisesi, başka birçok Anadolu lisesi izledi. Hatta özel liseler, meslek liseleri ve imam hatip liselerinin de katıldığı ortak bildiriler yayınlandı. Basından izlendiği kadarıyla bu sürecin ardından, fişlemeler, tutanaklar ve cezalandırmalar devam etti. Bugün proje okullarında ne yapılıyor? Proje okullarında geçen görev süresi sekiz yılı dolan öğretmenler başka okullarda görevlendirildi. Öğrenciler öğretmenleri için ses getiren uğurlama törenleri düzenlediler; videolar çekip sosyal medyada paylaştılar. Öğrenciler oturma eylemleriyle kamuoyunun dikkatini çekmeyi sürdürdüler. Bu eylemlere velilerin de anlamlı bir desteği oldu. Hâlihazırda imza kampanyalarıyla düzenlemenin geri çekilmesi talep

AKP, okul mekânlarında cinsiyetçiliği derinleştiriyor Eril iktidarın stratejik özneleri olan sermaye, devlet ve aile gibi kurumların tamamı, “korunmaya muhtaç” olarak imlenen kızları/kadınları korumak ve denetlemek üzere okullar üzerine özellikle odaklanmaktadır. Diğer eşitsizlik ve ayrımcı uygulamaların yanı sıra, okullarda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ortaya koyan çok çeşitli gözlemler vardır. Okullarda kadın öğretmenler sayıca ediliyor. Muhalif basın organlarında proje okulları, çeşitli yazarlar tarafından etraflıca ele alındı. Eğitim-Sen’in açtığı dava üzerine, İstanbul 12. İdare Mahkemesi, öğretmenlerin görev yerlerinin değiştirilmesiyle ilgili yürütmenin durdurulmasına karar verdi. Öte yandan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, düzenlemenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararında, 652 sayılı KHK’da yapılan değişiklikle, “Bakana, doğrudan Bakanlık Merkez Teşkilatı’na bağlanan kurumları belirleme ve bu kurumlara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri konusunda sınırları belli olmayan, herhangi bir ölçüte dayanmayan çok geniş bir yetki verildiği” ifade ediliyor. Proje okulları, kamusal eğitim anlayışına uygun yönleriyle dikkat çekiyor. Okul bir söylem alanı ve genel olarak bu okullardaki öğrenciler ve öğretmenler eğitim sorunlarını konuşuyorlar; uygulamalara itiraz edebiliyorlar. AKP’nin yönetim anlayışına uyan bir durum değil bu. Okullardaki görece demokratik iklim, okul yöneticilerinin

31

çok fazla olmasına karşın, birkaç istisna dışında okul müdürlerinin ezici çoğunluğu erkektir. Diğer bir deyişle okullar erkeklerce yönetilmektedir. Kadınlar ancak erkek müdürlerin yardımcısı olmakta ve bu kadınlardan genelde hegemonik erkekliğin işbirlikçisi olması beklenmektedir. Kız ve erkek öğrencilerin, mekânsal olarak ayrı okullarda eğitim yapması gerektiğine ilişkin söylem sıklıkla dile getirilmeye başlanmıştır. Tek cinsiyetli eğitimi, başarıyı yükseltme perspektifinden ele alarak, kız ve erkek öğrencilerin öğrenme süreçlerindeki farklılıkları nedeniyle, bu “iki grubu yan yana getirmenin çok akıllıca olmadığı”, “erkek ve kız her bireyin kendi fıtratına ve öğrenme yeteneğine uygun eğitimi alabileceği karma olmayan eğitim hakkına sahip”6 olduğu ileri sürülmektedir. Kadını paternalist ve patriyarkal bir yaklaşımla korumaya ve başarıyı yükseltmeye yönelikmiş gibi savunulan bu yaklaşım, gerçekte, kadınlara yönelik bir kolektif aşağılama ve cinsel nesneleştirmeye hizmet etmek5Hannah Arendt (2012) İnsanlık Durumu Seçme Eserler 1, İstanbul: İletişim Yayınları. 6Ahmet Özer (2012) “Türkiye’de ve Dünyada Karma Eğitim”. Eğitimde Bakış. Eğitim-Öğretim ve Bilim Araştırması Dergisi. Yıl: 8, Sayı; 22, Ocak, Şubat, Mart.

hedeflerini yerine getirememesine yol açıyor. Bu nedenle okul bileşenleri arasındaki dayanışma, öğretmenlerin bir kısmı uzaklaştırılarak geriletilmek isteniyor. Öğrencilerin şiddetsiz direnişleri de bu vesileyle ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu okullarda neyin yapılmak istendiği açıkça ortaya konulmadığı için niyet okumaktan başka çare kalmıyor. Bu okullardaki laik iklimin geriletilmesi ile öğrencilerin özel okullara itilmesi, güçlü bir olasılık olarak gözüküyor. Bakanlıkça ulusal veya uluslararası düzeyde yeni ya da farklı bir program veya projeyi uygulayan veya uygulanması planlanan okullar kümesi olarak, bu okullar, belki “sözleşmeli okullar”la (charter okul), yurtdışındaki Milli Eğitim Vakfı okullarıyla ilişkilendirilerek belki de başka biçimde bir ticarileşmenin ve özelleştirmenin içine çekiliyor. Proje okullarına ilişkin kamuoyuna sunulan söylemin ardında bunların birkaçı olabilir. Proje okulları, başka üniversiteler ve eğitim fakülteleri olmak üzere eğitim kamuoyunun ve genel olarak toplumun desteğini bekliyor.


akp kıskacında eğitim: dersini ver, okuldan çık git! tedir. Başta imam hatip ortaokulları ve imam hatip liseleri olmak üzere karma eğitim ilkesi okullarda büyük ölçüde ihlal edilmektedir. Öte yandan kız ve erkek öğrenciler aynı sınıf içinde olsalar dahi, kız çocuklarını güçlendirmeyerek ve öğrenciler arasına cinsiyetçi bir duvar örülerek sağlıklı bir toplumsallaşmanın önü kesilmektedir.7 Ne yapmalı? Eğitim sistemi ve okullar siyasetin krizinin açığa çıkardığı cenderenin içindedir. Eğitimin krizini aşmak, bizleri “okullar, siyaset dışında tutulsa da, çocuklarımız ve gençlerimiz biz yetişkinlerin yapıp ettiklerinden korunsa” deme kolaycılığına ve suçluluğuna iter. Eğitimi, siyaset dışı bir alan olarak inşa etmek, bu alanda toplumsal sınıfsal ve kimlik/fark eşitliğini sağlamakla mümkündür. Ama toplum ve eğitim alanı arasındaki diyalektik ilişki bunu olanaksız kılar. Yani her alanda eşitlik süreci ve özgürleşme çabaları şarttır. Yani giderek kararan yaşam bizi siyasalın kıyısında konumlanmaya doğru çağırmaktadır Milyonlarca öğrencinin ve ebeveynlerinin toplumsal karşılaşma alanı olan okullar, öğretmenler için sadece geçimlerinin sağlandığı mekânlar olamazlar. Böyle olduğunda bu alanlar, “Dersini ver ve okuldan çık git” rutinine dönüşürler ve bu durum öğretmenleri, hem özlerine ve hem de yaptıkları işe yabancılaştırır. Bu nedenle okullar bizim vergilerimizle

yaşatılan, insanlar arası ilişkinin, eşitlikçi, geliştirici ve özgürleştirici biçimde yaşandığı ortak mekânlarımızdır. Okulları böylesine kolektif bir sahiplenmeyle tutabilmek için kanıksayıcı ve teslimiyetçi değil, tersine onurlu, yenilikçi ve dirençli bir biçimde okul yaşamına etki etmeye çalışan demokrat öğretmenlerle ve demokrat yöneticilerle, destekleri alınan öğrenci ve velilerle pek çok şey başarılabilir. Öğretmen iradesinin okulda hegemonik bir güç kazanması, onların örgütlü olmasıyla yakından ilişkilidir. İşçi sınıfının yeni bileşimi düşünüldüğünde, öğretmenlerin işsizlerle ve işçi sınıfının diğer katmanlarıyla ortak mücadele yürütülmesinin olanağı okul mekânlarında bulunmaktadır. Çok eksenli, çok cepheli olduğu, sadece okulda değil, yaşamın her alanını eşitlik ve özgürlük mücadelesinin arenasına dönüştüren kuşatıcı bir mücadelenin olanakları okullarda ve onu aşan bağlamda bulunmaktadır. Buna uygun demokratik kurumlar yaratmak; okulda zengin koalisyonlar oluşturmak ve geliştirmek zorunda olduğumuz açıktır. Artık mücadelelerin demokratik zeminlerinde, öğrencilerle ve velilerle gerçekleştirilebilecek yeni karşılaşmalar, yan yana gelmeler ve ortak söz kurmanın yol ve yöntemlerinin aranması gerektiği ortadadır. Okullar, demokrasiyi en ilerden öğrenme ve uygulamanın, kapitalist akılcılığın ötesine

32

geçen süreçler ve yapılar yaratmanın, demokratik örgütsel biçimler ve işbirliği kipleri konusunda ufkumuzu sürekli genişletmenin mekânlarıdır. Yine okullar, farklılıkları, iletişimsel, ilişkisel, etkileşimsel, müzakereci, dayanışmacı usullerle zaman içinde genişleyen bir ortak paydayla kuşatmanın, çoklu karar alma ve uygulaman yordamlarını yetkinleştirmenin de vazgeçilmez bir politik mekânıdır.8 Cinsiyetçi ve homofobik pratiğe karşın, okullarda kadın öğretmenlerin birbirlerini güçlendirebilecekleri, cinsiyet eşitlikçi bir zeminden kızlar ve LGBTİ’lerin gelişimini sağlayabilecekleri, hegemonik erkeklikle işbirliği içine girmemiş muhalif erkek öğretmenlerin desteklerini alabilecekleri demokratik zeminler yaratılması mümkündür. Bunu MEB Merkez örgütünün yapmayacağına ilişkin belirtiler çok açıktır; ancak güçlü bir kamuoyu baskısıyla MEB Merkez örgütü harekete geçirilebilir; bu görev okullardaki toplumsal muhalefetin ve demokratik sendikaların görevidir. 7Nejla Kurul (2015) “Neo-Liberal Düzen ve Eril İttifak Rejiminin Okullara Etkileri”Ankara: Kadın Eğitim Sen Kadın Bülteni, Dönem:9, Sayı:3. 8Nejla Kurul (2015) “AKP’nin Eğitim Politikalarına Karşı Demokratik Okullar” Sendika ve Yaşam. Yıl:1, Sayı:1, Kasım


türkiye’de sokağa çıkmanın en güç olduğu dönemlerde, kadınlar hep en güçlü biçimde direnmiştir

Avukatlık mesleğinde 30 yılını doldurmuş olan Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, adalet mücadelesinde de, kadın mücadelesinde de en önde gelen isimlerden. “Kadınlar Vardır” şarkısının yaratıcısı olarak tanıdığımız “feminist avukat” Kerestecioğlu şimdilerde mücadelesinin yanına bir de Meclis’i, grup toplantılarını ve soru önergelerini ekledi. Kerestecioğlu ile ülke gündeminin kadınları nasıl etkilediğini, yükselen kadın mücadelesini, Meclis’teki kadın dayanışmasını ve daha fazlasını konuştuk. Cansel ASLAN

U

zun yıllardır kadın mücadelesinde yer alan bir özne olarak şimdiyi ve geçmişi kıyasladığınızda, bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkede günbegün yükselen baskı ortamını kadınlar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Filiz Kerestecioğlu: Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki, Türkiye bugün dünyada bir virüs gibi yayılan otoriterleşme ve insan hakları erozyonunda negatif model olarak gösterilen bir ülke haline geldi. Tüm hürriyet ve haklar askıya alınmış durumda. Daha henüz geçtiğimiz günlerde Türkiye’de ani bir ayak oyunuyla yapılmak istenen ve 16 yaşından küçük çocuklarla cinsel ilişkiye giren kimselerin yaşlarına bakılmaksızın, çocuk 16 yaşı-

na geldiğinde evlenmesi halinde cezası ertelenmesini sağlayacak değişiklik, bu otoriterleşmenin yarattığı tehlikeleri ortaya koyuyor. Sırf AKP Mecliste çoğunlukta olduğundan kadınları ve çocukları ilgilendiren yasa değişiklikleri ilgili komisyonlarda tartışılmadan, kamuoyunun ve muhalefetin görüşlerine açılmadan oylanıp kabul ediliyor. Ancak Karaman’da yaşadığımız gibi ya da bu istismarcılara af getiren yasadaki gibi toplumun önemli bir baskı oluşturduğu konularda hükümetin yaratacağı tahribatın önüne geçilebiliyor. Daha geçtiğimiz haftalarda KJA, Van Kadın Derneği, Gökkuşağı Kadın Derneği, Selis Kadın Derneği, Muş Kadın Çatısı Derneği, Bursa Panayır Kadın Dayanışma Derneği, Adıyaman Kadın Yaşam Derneği, Ceren Kadın Derneği gibi kadın derneklerinin de olduğu 370 derneğin geçici olarak faaliyetleri durduruldu, kalan

33

derneklerin de faaliyetleri durdurulmaya devam ediyor. Bu dernekler, kadına yönelik şiddeti durdurmak için, cinsiyet eşitliği için, çocuk hakları için çalışan dernekler… Türkiye’de sokağa çıkmanın en güç olduğu dönemlerde kadınlar hep en güçlü biçimde direnmiştir. Sanıyoruz ki bu gerçek bilindiği için, Eş Başkanlarımız dâhil olmak üzere milletvekillerimizin ve Belediye Eş Başkanlarımızın gözaltına alınması üzerine kadınların yaptıkları eylemlerde eski milletvekilimiz Sebahat Tuncel polisin şiddetine uğrayarak gözaltına alındı, şu an tutuklu bulunuyor. Bir diğer vekilimiz Hüda Kaya yine polisin şiddetine uğradı. Biliyorsunuz, haklarında fezleke olan milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmıştı. Benim hakkımdaki fezleke bir kadın eyleminden… Bu yıl Şubat ayında,


türkiye’de sokağa çıkmanın en güç olduğu dönemlerde, kadınlar hep en güçlü biçimde direnmiştir Kürt illerinde devletin sivil halka saldırıları yoğunlaşmıştı. Birçok kadın hayatını kaybediyor; emniyet güçleri kadınlara sözlü taciz ve tehditte bulunuyor, sokağa çıkma yasakları sırasında birçok kişi evini bırakıp daha güvenli bölgelere geçiyorlardı. Evlerine dönenler emniyet güçlerinin girdikleri evlerin duvarlarına cinsiyetçi sözler yazdıklarını, kadınların iç çamaşırlarını dağıttıklarını, kullanılmış prezervatifler bıraktıklarını görüyorlardı. Kadınlara yönelik ciddi savaş suçları işleniyordu. Kadınlar bu savaşın son bulması için bir basın açıklaması yapmak istediler; ben de bu açıklamaya katıldım ve üstelik bu barışçıl eyleme polislerin saldırmasını engellemeye çalıştım. Hakkımda aylar sonra bir fezleke hazırlandığını öğrendim: Toplantı ve gösteri kanununa muhalefet! 30 yıl avukatlık yapmış bir insan olarak toplantı ve gösteri kanununa muhalefetten hakkımda soruşturma başlatıldığını görmek, Türkiye demokrasisi adına umutsuzluk yaratıyor. Üstelik gayet manidar ki duruşma günüm, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün bir gün öncesi 7 Mart ve hakkımda 3 yıla kadar hapis isteniyor. Fakat bu baskının sadece partimiz üzerinde değil; tüm muhalifler ve tüm toplum üzerinde ağırlaştığını da ifade etmek isterim. Savaşın, Türkiye’de yaşayan tüm kadınların hayatında büyük etkisi var. Savaş sırasında erkeklik ve güç fetişleştirilir. Erkek egemenliği, savaş çıkarmak isteyenler için oldukça değerli bir kaynaktır. Türkiye’de de “Vatanın namusu” söylemiyle çıkılan bu savaş, kadınlar üzerindeki erkek egemen denetimi artırdı. Türkiye’de milliyetçilik ve militarizm kadınları hem siyasi sahneden dışladı hem de yarattığı şiddet ortamıyla kadınları daha fazla şiddete açık hale getirdi. Muhafazakârlaşmayla birlikte erkekler çok daha cüretkâr davranmaya başladı. Genç bir kadının şort giydiği için otobüste bir adamın tekmesine maruz kalmasının ardından, Başbakan, “Hoşunuza gitmeyebilir, mırıldanabilirsiniz; tekme atmak olmaz.” minvalinde bir açıklama yaptı. Oysa İstanbul Sözleşmesi, şiddetin erkeklerle kadınlar arasındaki eşitsizlikten kaynaklandığını ifade eder ve ülkeleri bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri almakla yükümlü kılar. Ne var ki, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, hükümetin tüm kademeleri kadınlarla erkeklerin eşit olmadığını açıkça ifade edebiliyor. Diğer yandan 80’ler ve 90’lar kadınların özgül sorunları için mücadele içinde geçen yıllardı. Cemil Çiçek gibi “Flört fuhuştur.” ve “Feminizm sapıklıktır.” diyen Aileden Sorumlu Devlet

Türkiye’de milliyetçilik ve militarizm kadınları hem siyasi sahneden dışladı hem de yarattığı şiddet ortamıyla kadınları daha fazla şiddete açık hale getirdi. Bakanları gördük. Kadının çalışmasının kocanın iznine bağlı olması, tecavüze uğrayan kadın seks işçisiyse erkeğin cezasında indirim yapılması gibi yasalar çok da eski değil. Kadınlar tüm bu yasaları mücadele ederek değiştirdiler. Evin reisinin erkek olması, ortak evin seçiminin kocaya ait olması, kadının kocasının soyadını taşımak zorunda olması gibi yasalar da bu mücadelenin sonunda değişti. O dönemde de sokağa çıktığımızda polis şiddetine uğruyorduk. 1992 yılının 8 Mart’ında, Taksim’de yaralananlar oldu, kadınlar gözaltına alındı. 8 Mart 1998’de örneğin Kürt kadınlar Taksim’de polisin şiddetine maruz kaldı. Fakat kadınlar bugün tüm bu mücadeleler neticesinde elde ettiklerinin ellerinden geri alınmaya çalışıldığını görüyorlar. Üstelik bunu her türlü devlet zorunu kullanarak yapıyor AKP. Kadınların toplumsal yaşamdaki rolünü muhafazakâr toplum mühendisliğiyle yeniden düzenlemekten, devletin zor aygıtlarını kullanmaya kadar elinde ne varsa kullanıyor. Fakat 80’ler ve 90’lardakinden daha kalabalık bugün kadın hareketi. Üstelik feminizm ve kadın hareketinin etkisi de çok daha geniş kesimler üzerinde etkili oldu. Bu nedenle kadınlar kolay kolay bu haklarından vazgeçmezler. Buna güvenim tam. Kimsenin sokağa çıkamadığı son dönemlerde 8 Mart ve 25 Kasımlarda binlerce kadının sokağa çıktığına tanık olduk. Meclisteki farklı partilerden milletvekili kadınlar arasında kadın mücadelesine dair ortaklaştığınız ve ayrıştığınız konular nelerdir? Mecliste

34

kadın dayanışması mümkün mü? Tam da Mecliste diğer siyasi çekişmelerden bağımsız, kadınlar arası bir dayanışma platformu kurmak için Halkların Demokratik Partisi Meclis Kadın Grubu’nu kurduk. Tıpkı siyasi partiler gibi, kadınlar da gündemlerini Meclis içi bir platformda, bağımsız biçimde ifade edebilsin istedik. Diğer ülke parlamentolarında ve örneğin Avrupa Konseyi’nde bunun örnekleri var. Diğer partilerin kadın milletvekilleriyle görüşmeler yapmaya da başlamıştık. Diğer partilerden kadınlarla sürekli iletişim ve dayanışma içinde bir yapı kurmayı hedefledik. Bugün düzenli toplanıyoruz ve yaklaşık iki haftada bir Kadın Grubu olarak Grup toplantılarını yürütüyoruz. Fakat tüm demokratik hakların ayaklar altına alındığı, resmen ülke içinde bir savaşın egemen olduğu bu ortamda, özellikle diğer partilerle istediğimiz düzeyde diyalog geliştiremedik. Bizler kadınların gündemini, hangi şartlar altında olursak olalım geri plana atmasak da, diğer partilerde benzer bir duyarlılık çoğu zaman bulamıyoruz. Diğer partilerden farkımız; kadınlar ve erkekler arası eşitsizliğin bir sistem sorunu olan erkek egemenliğinden kaynaklandığını açıkça ifade etmemiz ve buna karşı önerilerle Mecliste


türkiye’de sokağa çıkmanın en güç olduğu dönemlerde, kadınlar hep en güçlü biçimde direnmiştir muhalefet etmemiz. Özellikle CHP milletvekilleriyle ortaklaştığımız gündemler oluyor. MHP’li ve AKP’li kadın milletvekilleriyle de mutlaka görüşmeye çalışıyoruz. Fakat karşımızda çocuk istismarcılarının affına onay vermiş bir parlamento var. Maalesef artık Parlamentoyu neredeyse tekmil usulüyle işleyen bir yer haline getirdiler. Kanunun içeriğine dahi vakıf olmadan, el kaldırıp el indirdikleri bir duruma geldiler. Meclisin son halini bir kenara bırakırsak, Meclisin normal bir şekilde çalıştığı dönemlerde kadınlarla ilgili soru önergeleri hangi partiler tarafından veriliyordu? Verilen önergelerin konu başlıklarından bazılarına değinebilir misiniz? Soru önergesi, Bakanlıkların faaliyetleriyle ilgili bilgi almak, Bakanlıkları denetlemek için Yasama organına verilmiş bir yetkidir. Bu denetim biçimi bugün dünyada neredeyse tüm parlamentolarda uygulanıyor. Fakat müzakerenin ve denetimin tek yolu soru ve araştırma önergeleri olamaz. Esas olan, Meclis Komisyonlarının Yürütme organlarıyla temas halinde işlemesi, Mecliste yine yürütmenin katılımıyla gerçek müzakerelerin yapılması, Bakanlarla ilgili kuşku doğduğu zaman

gensoruların gerçekten görüşülmesidir. Fakat tüm muhalefet kanallarını kapamaya çalışan bir çoğunluk hükümetiyle karşı karşıya olduğumuzdan soru ve araştırma önergeleri de temel muhalefet araçları haline geldi. Özellikle partimiz kadın milletvekilleri olarak biz, sürekli kadınları ilgilendiren konularda önergeler verdik. Mülteci kadınların yaşadıkları sorunlar, çocuk istismarı, kadın emeği, kadınlara yönelik erkek şiddeti, sığınaklar gibi aklınıza gelebilecek her konuda önergemiz var. Fakat maalesef bakanlardan ya yanıt alamıyoruz ya da idareten yanıt veriliyor. Örneğin bir trans cinayetiyle ilgili yargılamanın düzgün

Mülteci kadınların yaşadıkları sorunlar, çocuk istismarı, kadın emeği, kadınlara yönelik erkek şiddeti, sığınaklar gibi aklınıza gelebilecek her konuda önergemiz var. işlemediğini, bu nedenle cezasızlığın meydana geldiğini ifade ediyoruz soru önergemizde; Bakanlığın bu konuda ne gibi önlemler alacağınız soruyoruz. Cevap olarak yargının bağımsız olduğu yanıtını alıyoruz. Oysa Ada-

35

let Bakanlığı’nın görevi yargının hem gerçekten bağımsız olmasını sağlamak hem de Anayasa ve Uluslararası Anlaşmalarla güvence altına alınmış insan hakları esaslarının yargılama ve karar süreçlerinde korunmasını sağlamaktır. Örneğin İstanbul Sözleşmesi taraf devletlere kadına yönelik şiddette; hem yasaları revize etme hem de şiddeti önlemek için etkin yargılamanın yapılması yükümlülüğünü vermiştir. Diğer muhalefet partileri de önergeler veriyor. Özellikle kadın mücadelesinin içinde yer almış isimler, bu konuda önemli önergeler iletiyorlar. AKP milletvekillerinin ise neredeyse hiç önerge vermediğini görüyoruz. Oysa halkın bir sorunuyla ilgili bakanlara soru sormalarından daha doğal bir yasama faaliyeti olamaz. Ne var ki bildiğiniz gibi hemen hepsi halka değil; yalnızca partiye bağlı bir milletvekilliği faaliyeti yürütüyorlar. Torba yasaların kadın emeği ve istihdamına etkileri nelerdir? Torba yasalar yalnızca kadın emeğinde değil, tüm yasa değişikliklerinde parlamenter siyaseti etkisiz bırakıyor. Aslında usulen nadir durumlarda uygulanması gereken bu yöntem yani birbirinden bağımsız yasa değişikliklerinin aynı kanun teklifi altına Meclise sunulması, artık temel işleyiş haline geldi. Üstelik bu torba yasa halinde gelen değişiklikler, ilgili komisyonlarda da görüşülemiyor. Örneğin 2016’da bir torba yasayla; süt izni ile yarım gün çalışma düzenlemeleri aynı zamanda kabul edildi. Kamuoyu da hangi değişikliğin yapıldığını takip edemiyor. Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin şeffaflık gibi temel değerlerine de aykırı bu biçimde yürütülen yasama faaliyeti. Bu yöntem elbette, kamuoyundan düzenlemeleri saklama amacını da taşıyor. 2003 İş Yasasıyla, torba yasalar bir arada emek alanını düzenlediler biliyorsunuz. O dönemden bugüne “Emeği esnekleştirmek” adıyla pek çok düzenleme yaptılar. Esasen emeğin esnekleşmesi; işçinin daha güvencesiz hale gelmesi, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda işçilerin işten kolayca çıkarılıp geri alınabilmesi anlamına geliyordu. Kadınlar burada en ucuz emek olarak görülüyorlar. Doğum sonrası yarı zamanlı çalışma, Özel İstihdam Bürolarının yasalaşması gibi değişiklikler, kadın emeğinin maliyetini düşürmeyi hedefliyordu. Bugün kadınlar için tam zamanlı, yetenekleriyle uyumlu ve güvenceli bir işte, kadrolu olarak çalışmak eskisinden çok daha zor.


zifiri karanlığa mahkûm olmayalım!

Otoriter bir sisteme doğru hızla ilerlendiği hele de faşist bir diktatörlüğe çok yaklaşıldığı konusundaki analizlerde ortaklaşıldığı bir momentte, yaklaşım farklılıklarını bir kenara koyarak derli toplu bir mücadele hattının yaratılması artık bütün demokrasi güçleri için yaşamsal bir önem arz ediyor. Güçlü gibi görünen AKP-Saray iktidarının aslında en zayıf döneminde olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Onu güçlü gibi gösteren karşısında örgütlenmiş bir toplumsal muhalefetin olmayışıdır. Gelecek yılları kazanmak, zifiri bir karanlığa teslim olmamak ancak yan yana gelmekle mümkün. Kadir AKIN

15

Temmuz askeri darbe girişimini bastıran güç olarak AKP-Saray iktidarı, darbecilere karşı ilan ettiğini söylediği OHAL vasıtasıyla adım adım rejim değişikliğine yönelmiş bulunuyor. Bunu da torba biçimde açıklanan KHK’ler eliyle üstelik parlamenter sistemi kurtaran “demokrasi kahramanı” rolüyle yapıyor. Klasik faşizme giden sürecin bütün metodolojisi ve faşist devlet biçiminin bütün özellikleri her geçen gün kendisini belirginleştiriyor. Geleneksel devlet aklının ve kendisini inşa ettiği kuruluş sürecinin kültüründen beslenen alışkanlıkların girilen bu yolda kilometre taşları görevi gördüğüne, darbe girişimcilerinin başaramadıklarını, şimdi darbeyi bastıran güç tarafından teker teker yaşama geçirildiğine tanık oluyoruz.

Koyu bir siyasi gericilik olan faşizmi tercih etmeyecek finans kapitalin kimi kesimleri de “vatanın tehdit altında olduğu, bölünme tehlikesi ile karşı karşıya kalındığı” propagandası ve derinleşen ekonomik krizin etkisiyle nötr hale gelmekte ve giderek rejim değişikliğine ikna edilmeye çalışılmaktadır. Kutuplaştırma siyasetini iktidara geldiği yıllardan beri başarıyla sürdüren AKP, şimdi temel politikasını, “darbeyi de, terörü de ezeceğiz” şiarı üzerine kuruyor. 17-25 Aralık’a kadar koalisyon ortağı olan Cemaate karşı tasfiye politikası uygularken, bunu Ergenekon ile kurduğu zımni bir anlaşma üzerinden gerçekleştiriyor. 15 Temmuz’dan evvel başlayan “çöktürme” operasyonuyla Kürt illerinde girişilen kapsamlı askeri hareketlilik, Cumhuriyet tarihinin en kanlı operasyonlarına dönüştü. Nüfusu 200 binlere ulaşan yerleşim yerleri önemli ölçüde yerle bir edildi. 100 binlerce insan yer

36

değiştirmek zorunda kaldı. 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan bu sürecin işini, kimi provokasyonlar ve “kör terör” de kolaylaştırdı. Darbeyi gerçekleştiren “Yurtta Sulh Konseyi” adına henüz hiç kimsenin gözaltına alındığını duymadık! Daha düne kadar koalisyon içinde ülkeyi birlikte yönettikleri Cemaati, bugün darbeci olarak niteleyen AKP yönetiminin bu konsey hakkında bilgisi olmadığına, AKP içinde uzantıları bulunmadığına ve “kandırıldığına” kim inanır? Darbecilere karşı sürdürülen operasyonlar kısa bir süre içinde HDP’ye ve demokrasi güçlerine yöneldi. Milliyetçi ajitasyonun dozu arttırılarak seçilmiş belediye başkanları tutuklanmaya, yerlerine kayyum atanmaya başlandı. Bu uygulamanın milletvekillerine yönelmesi bekleniyordu. Kısa süre sonra 6 milyon oy almış bir partinin eş başkanları ve milletvekilleri tutuklanarak cezaevine konuldu.


zifiri karanlığa mahkûm olmayalım! Önümüzdeki günlerde bu tutuklamaların HDP’nin parlamentoda ki diğer milletvekillerine de yönelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. HDP’lilerin tutuklanmasının MHP ile girişilen anayasa ve başkanlık sistemi pazarlığına denk gelmesi elbette tesadüf olarak değerlendirilmemelidir. AKP-Saray’ın epey bir süre önce kendisine eksen aldığı Türk-İslam sentezi ve 1932 Almanya’sındaki gibi Hitler’in iktidar yürüyüşünün örneklerine sıkça rastlanıyor olunması MHP’yi epeydir bir ayrıntı durumuna düşürmüştü. Neredeyse MHP’nin ve ülkücü hareketin savuna geldiği bütün tezler AKP tarafından hayata geçirilmeye, MHP kendi kitlesi nezdinde de itibar kaybetmeye, Tuğrul Türkeş’in hükümette yer almasıyla derin bir saflaşma yaşanmaya başlanmıştı. Darbe girişiminin bir “lütfu” da MHP içindeki bu saflaşmada Bahçeli muhaliflerinin çaptan düşmesi oldu. OHAL’in 3. kez uzatılma tarihi, şimdi MHP ile varılan mutabakat ile Mec-

listen geçirileceğe benzeyen başkanlık yasa tasarısı tarihiyle çakışıyor. Artık iktidar eliyle yaratılan çatışmalı ve gerilimli günlerin devam edeceği düşünülürse gerçekten de OHAL için “12 ay bile” yetmeyecek ve OHAL kalıcı hale getirilecektir. Mecliste imzaya açılan “Cumhurbaşkanlığı” sosu ile kaplanmış Türk tipi başkanlık yasa tasarısı, güya gizli olan ama pratikte oy kullanan bütün AKP’li vekillerin kullandığı oyun denetlenmesiyle gerekli olan 330 sayısına ulaşılacağını ve bu yasanın kabul edileceğini bize gösteriyor. Bu durum, üzerine bastığı zeminin AKP lehine kayması ile zor durumda olan MHP’nin aynı zamanda faşizme gidişin kokusunu almış olması ve gelecekteki rejim içinde kendisini konumlandırma çabasıyla örtüşüyor. Ekonomik krizin derinleşmesi, finans kapitalin bütünü açısından da rejim değişikliğine onay vermesini ciddi bir ihtimal hale getireceğini söylemiştik. “milli para” biriminin rezerv para

Levent Tüzel DİB Koordinasyon Kurulu Üyesi/EMEP MYK Üyesi

demokrasi için birlik üzerine Halka karşı sorumluluk taşıyan ve sermaye gericiliğinin saldırılarına itirazı olan herkese düşen görev; savaşa, baskılara, faşist rejim inşasına karşı olan bütün yapıların Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin çağrı ve çalışmalarını ortak bir şekilde bu rejimin ezdiği, tehdit ettiği her yere her kesime ulaştırmak, onların direniş hattını oluşturmak üzere harekete geçmek olacaktır.

AKP iktidarının uzun yıllardır halk kesimleri üzerindeki çok yönlü şiddetinin 15 Temmuz sonrası yeni bir boyut kazandığı herkesin malumu. İdeolojik, ekonomik ve siyasi içerikli bu saldırıların hedefinde, bir sermaye egemenliği olarak ülkede iktidarını mutlaklaştırmış ve bölgede söz sahibi olmuş bir neo liberal İslam rejimini gerçekleştirmek olduğu görülmektedir. Yakın plan da böyle bir şedit rejimi yürütmenin modeli olarak tek parti iktidarı/başkanlık sistemi hedeflenmektedir. Şimdilerde bunun yolu olarak Mecliste bir anayasa değişikliği ile halkın desteğini almak üzere bir referandum hazırlığı yürütülmektedir. Bu sürecin sorunsuz ve muhalefetsiz gerçekleştirilmesi için bütün toplum ve halk güçleri adeta terörize edilerek susturulmakta; bu rejimin kurulmasının önünde ciddi engel olarak görülen başta HDP ve demokrasi güçlerini etkisizleştirmek olmak üzere şok operasyonlar yapılmaktadır. OHAL/KHK rejimi direnç gösterecek bütün unsurları “temizlemek” üzere işletilmektedir.

Bütün acımasızlığı ve açmazlarıyla siyasi tablo böyleyken örgütlü örgütsüz parlamento içi ve dışı bütün demokrasi dinamikleri durumundaki yapıların; girişim ve unsurların güçlerini birleştirmek, ortak bir hatta kanalize etmek üzere çabaları da bir düzeye kavuşmuştur. Çalışmaları bir süredir devam eden Demokrasi İçin Birlik Hareketi 23 Ekim’de İstanbul’da gerçekleşen buluşma ile hedeflerini kamuoyuna duyurmuştur.

37

birimi olarak kabul görmesinin normal koşullarda imkânsızlığı ve hamasetini bir yana koyarsak, “İslamcı Türkçü” ideolojinin geniş kitlelerin açlığa ve işsizliğe rıza göstermesinde gerekli bir ajitasyon olduğunu da klasik faşizm uygulamalarından biliyoruz. Başkanlık sisteminin faşizmin en çok sevdiği uygulama olan referandum vasıtasıyla muhalefetin sesinin çıkamadığı bir ortamda kabulü ise artık kolay kolay geri dönülmez bir devlet biçimi değişikliğinin gerçekleşmiş olduğuna işaret olarak kabul edilmelidir Demokrasi Cephesi hayati önemde Dolayısıyla yukarıda sözünü ettiğimiz koşullara gelmeden toplumsal muhalefetin, bu karanlık tabloyu değiştirmek, siyaseti savaş ekseninden çıkartıp barış eksenine oturtabilmek için yoğun bir çaba içinde olması gerekiyor. Yaşam hakkını savunan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çağdaş, çoğulcu ve katılımcı bir demokratik siyaset zemininÜlkemizin demokrasi mücadelesi denilince akla gelen hemen hemen bütün çevre ve simalarının katıldığı/temsil edildiği bu toplantıda yerleştirilmek istenen faşist rejimin ve saldırılarının durdurulması; ülkenin demokratik bir geleceğinin kazanılması için mücadele kararlığı paylaşılmıştır. Bu çerçevede ilk çalışma olarak OHAL rejiminin kaldırılması, savaşın durdurulması, Başkanlığın önlenmesine dönük bir kampanya görevi saptanmıştır. DİB hareketinin mevcut ağır koşullar altında, şimdiye kadar gerçekleştirilmiş değişik birlik çalışmalarını aşan, gelişerek gerçek bir birleşik halk hareketi olma potansiyeli taşıyan, bu yönüyle de umut aşılayan bir yönü olduğu kuşkusuzdur. Şimdi hepimize; halka karşı sorumluluk taşıyan ve sermaye gericiliğinin saldırılarına itirazı olan herkese düşen görev bu çalışmayı azimle ileriye taşımak, genişletmek ve halkla güçlü bir şekilde buluşturmak olmalıdır. Bunun yolu bugün savaşa, baskılara, faşist rejim inşasına karşı olan bütün yapıların DİB’in çağrı ve çalışmalarını ortak bir şekilde bu rejimin ezdiği, tehdit ettiği her yere her kesime ulaştırmak, onların direniş hattını oluşturmak üzere harekete geçmek olacaktır. Böylesi tarihi bir önemde olan çalışmadan muhalefet dinamiği taşıyan hiçbir kişi ya da yapının azade kalamayacağı özgüveniyle sesimizi yükseltiyoruz; Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!


zifiri karanlığa mahkûm olmayalım! de, OHAL ve KHK’lere ve başkanlık sistemine net bir itirazı ortaya koyarak, herkes için kabul edilebilecek asgari müşterekler üzerinde anlaşarak mücadeleyi sürdürmesi ve büyütmesi gerekiyor. Otoriter bir sisteme doğru hızla ilerlendiği hele de faşist bir diktatörlüğe çok yaklaşıldığı konusundaki analizlerde ortaklaşıldığı bir momentte, yaklaşım farklılıklarını bir kenara koyarak derli toplu bir mücadele hattının yaratılması artık bütün demokrasi güçleri için yaşamsal bir önem arz ediyor. Bu konuda sosyalist sol içinde aylar önce başlayan tartışmalar ve devlet analizinde bir ortaklık ne yazık ki sağlanamadı. Herkesin saati farklı zamanlara ayarlı olduğu ve Kürt sorununa bakıştaki farklılıklar yan yana gelişin önünü kesen temel faktörlerden birisi olduğu için bu mümkün olamadı. Olağan üstü bir sürece girdiğimizin ayırdına varmak, öncelikle ittifaklar politikasını ve toplumsal

Oya Ersoy DİB Koordinasyon Kurulu Üyesi/Halkevleri Genel Başkanı

gün halkın umudu olma günüdür

Ya inisiyatif alacağız, ya da diktatörlüğü bahşedeceğiz. Bu kadar açık! Emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı; demokrasiden, laiklikten, barıştan yana tüm güçlerin; Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, doğayı ve kentlerini savunanların, gençlerin, akademisyenlerin, öğretmenlerin, işçilerin birlikte mücadelesinin örgütlenebilmesi ancak sosyalistlerin inisiyatif alması ile mümkündür. 7 Haziran seçimlerinde iktidarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya gelen AKP/saray iktidarının savaş, baskı ve şiddet uygulamaları her geçen gün artarak devam ediyor. 7 Haziran’dan beri katliamın, ölümün her türlüsünü yaşadık. Tepemizden F16’ların geçtiği darbe girişimini dahi yaşattılar bu ülkeye. Ardından darbe girişimini fırsata çevirip OHAL kararnameleri ile ülkeyi yönetmeye başladılar. Neden? Çok güçlü oldukları için mi? Tam tersi güçsüz oldukları için en küçük muhalefete, burjuva demokrasisinin en küçük kırıntılarına bile tahammülleri kalmadı. Belediye başkanlarının, parlamentonun üçüncü büyük partisinin eş genel başkanlarının ve milletvekillerinin, Kürt halkının siyasi temsilcilerinin tutuklanması, bu ülkenin laik, demokrat kesimleri için simgesel önemi olan Cumhuriyet gazetesine operasyon çekilmesi ve yazarlarının, yöneticilerinin tutuklanması, televizyonların, radyoların, ajansların, gazetelerin, derneklerin, vakıfların, kadın örgütlerinin kapatılması çok açık ki en küçük muhalefetin sesini kısma, kendi-

leri gibi düşünmeyen herkesi sindirme operasyonu. Bilinmelidir ki artık Türkiye’nin “normal”i bu. Faşist saldırı dalgası geçici ya da dönemsel değil. Hedefleri fiili diktatörlüğü anayasal güvenceye kavuşturmak. Bunun için aceleleri var. Çünkü bir yandan uluslararası izolasyon, diğer yandan Ortadoğu politikalarındaki sürdürülememezlik ve ekonomik krizle kuşatılmış durumdalar. Açık ki AKP iktidarı 14 yıldır sürdürdüğü politikaların tüm bi-

38

riken sonuçları ve suçları ile karşı karşıya. Avrupa Parlamentosu konuşuyor, TÜSİAD konuşuyor, ABD konuşuyor, Rusya konuşuyor. Peki bu ülkenin gerçek sahipleri? Yıllardır bu ülkede faşizme karşı mücadelenin onurlu tarihine sahip olanlar? Sosyalistler? Bu ülkede gerçekten politik bir iddiası olan sosyalistlerin inisiyatif alması gereken bir dönemdeyiz. AKP’nin kadroları dışında herkes aynı şeyi söylüyor: Bu böyle gitmez! Peki nasıl gidecek? Ya bu böyle gitmez diye diye gerici faşist diktatörlüğün tam anlamıyla hayata geçirildiği bir ülkede yaşıyor hale geleceğiz, ya da “böyle gitmez”e müdahale eden gücün istekleri doğrultusunda bir ülkede. Ya inisiyatif alacağız, ya da diktatörlüğü bahşedeceğiz. Bu kadar açık! Emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı; demokrasiden, laiklikten, barıştan yana tüm güçlerin; Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, doğayı ve kentlerini savunanların, gençlerin, akademisyenlerin, öğretmenlerin, işçilerin birlikte mücadelesinin örgütlenebilmesi ancak sosyalistlerin inisiyatif alması ile mümkündür. Hepimizin birlikte ya da ayrı ayrı yaptığı tüm eylem ve etkinlikler ancak faşizme karşı ortak bir direniş programı çerçevesinde; bunu hayata geçirecek cephesel bir mücadele birliği kurularak örgütlendiğinde diktatörlüğü durdurabilir. Gün teşhir, siyasal gerçekleri açıklama kampanyaları örgütleme değil gericiliğe, faşizme, diktatörlüğe karşı eşit, özgür bir şekilde yaşayacağımız, laik ve demokratik bir ülkeyi kurma iddiasını hep birlikte ortaya koyma, halkın umudu olma günüdür.


zifiri karanlığa mahkûm olmayalım! muhalefetin dizilişini doğrudan etkileyen bir durum olarak algılanmalıydı ama böyle olmadı. Bunun böyle olmadığını, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası CHP’ye karşı takınılan toptancı yaklaşımlarda gördük. CHP yönetiminin ise sanki tarihi tekerrür ettirircesine tıpkı 1932 Almanya’sındaki gibi diktatörlüğe giden yolu neredeyse altın tepside takdimine Yenikapı mutabakatında tanık olduk! Hiç girmemesi gereken bu çerçeveden şimdi uzaklaşmaya çalışırken, demokrasi güçleri ile ortak bir zeminde buluşmak yerine muhalefetini milliyetçilik ve savaş kışkırtıcılığı üzerine kurması, CHP’yi bir “suret” haline getirerek “aslına” güç taşımaktan başka bir iş yapamaz haline getirebilir. CHP içindeki devrimci-demokratlar, ölümcül sonuçlar doğuracak bu hataya izin vermemelidir! Sonuçta herkesin kendine ait alanlarda yaşamını sürdürdüğü, faşist diktatörlük lafları karşısında da “yok canım oralara varmaz” diye kendini avutma yolları bulduğu, iktidar bloğunun kendi içindeki kapışmasının beklendiği ya da “bu kadarına da izin vermezler” diye uluslararası güçlerin konumlanışı üzerine analizlerin ortalığı kapladığı bir düşünce sistematiği, en kötüsünü düşünüp buna hazırlanmaktan bizi alıkoydu ve kendi dinamiklerimizi açığa çıkarmakta bize zaman kaybettiren faktör oldu. Bunun yanı sıra; faşizmin durdurulması bakımından hâlâ tayin edici olan açık ve meşru mücadele alanını, esas olarak bu zeminde var edilecek bir “anti-faşist cephe”yi önemsizleştiren yaklaşımlar ve faşizm tehdidini küçümseyen ve kısa sürede başarısızlığa uğrayacağını söyleyen anlayışların varlığı da bir zaaf oluşturmaya da devam etti. Bu durumu “geçiş süreci”ni ve inşa edilmekte olan Türkiye’ye özgü faşizmin kırılganlıklarını, çatlaklarını, gerilimlerini, çelişkilerini, layıkıyla değerlendirmeyi perdeleyen yaklaşımlar olarak görmek gerekiyor. Hâlihazırda ne faşizm artık zaferini ilan etmiş, geçiş sürecini tamamlamış ve kendisinden emindir; ne de bir dizi olumsuzluğa rağmen, toplumsal muhalefetin ve belli başlı direnç odaklarının saflarında bir teslimiyet, kabullenme ve yenilgi iklimi hakim hale gelmiştir. Türkiye henüz faşizmin zafer ilanı ve muhalefeti zerre ve hücrelerine kadar ezmesi anlamına gelen bir “Rayhştag yangını”, bir “kristal gecesi”, tam gaz “Cemaat” operasyonuna rağmen bir “uzun bıçaklılar gecesi” yaşamadı. Uzatma! Başkanlığa karşıyız! Toplumsal muhalefet güçlerinin hemen tümünün önceliği Olağan Üstü Hal yasasına karşı mücadeledir. Birçok siyasi parti ve birliğin OHAL’e karşı bir mücadele kampanyası başlattığını biliyoruz. Dolayısıyla bizler de ken-

Sezai Temelli DİB Koordinasyon Kurulu Üyesi/HDP-MYK Üyesi

demokrasi krizine karşı yan yana gelebilmek…

Faşizme karşı ortak mücadele demokrasi mücadelesinde buluşmaktan geçiyor. Bu mücadele; tüm yapıların birlikte hareketini sağlayacak ve onları bloklaştıracak bir katılıkla değil, tüm öznelerin, tekilliklerden öbeklere, siyasi yapılara kadar yan yana gelebilme ve birbirini eksiltmeden birlikte eyleyebilme siyasetini var etmesinden geçiyor. Güçlerimizin beraberliği ancak çoğulculuğumuzun içselleştirilmesi ile olanaklı olabileceğini geçmişin olumlu olumsuz birçok deneyimi bize göstermiştir. Türkiye’de sıkça demokrasi açığından bahsedilmesi aslında demokrasi krizini betimlemenin farklı bir üslubu olarak düşünülebilir. Türkiye’de zaman zaman derinleşen iktisadi krizler de, Kürt sorunu ekseninde ağırlıklı olarak biçimlenen siyasi kriz de, eşitsizliklerin sürekliliği ve toplumsal yaşamda kendisini sosyal üretimin her alanında hissettiren adaletsizliğin bir yansıması olarak toplumsal kriz de aslında demokrasi krizinin bileşkeleridir. Toplumsal barışın inşası, savaşın sonlanması ve ortak zenginliğin eşitlikçi bölüşümü sağlanamadığı sürece krizin kendisini yeniden üretmesi ve derinleşmesi kaçınılmazdır. Bugün AKP iktidarının on dördüncü yılında, artık AKP’den çok Erdoğan iktidarından söz edilegeliyorsa, tek adamlığın giderek belirgin hale geldiği ve hatta bunun olası bir referandumla Anayasa değişikliğine bağlı rejim değişikliğini getirebileceği artık açıkça görülmektedir. Bu demokrasi açığının nerelere kadar evrilebileceğini göstermesi açısından önemlidir. Demokrasi açığı, demokratik işleyiş mekanizmalarından yoksun yapıların eliyle giderilemediği gibi, mevcudun ortadan kaldırılmasına, rejimin tek adamlığa yönelmesine neden olabileceğini geçtiğimiz on dört yıl boyunca bize gösterdi. AKP siyasetinin bugün karşımıza faşizmin kurumlaşmasını meşrulaştıracak hamlelerle gelmesi Türkiye hâkim siyasetinin naturası ile bağından da kaynaklanmakta. Türk İslam sentezci bir siyasetin özellikle 12 Eylül sonrası hâkim politik hattı belirlediği bir yolculukta Erdoğan’ın hayallerini süsleyen fırsatın dinden emin biçimde ama her gün her saat aynı minvalde çalışarak anti-faşist cepheyi yaratma görevine odaklanmaya devam etmeliyiz. Görece gerilemiş olsa da kitle hareketinin sızacak çatlak,

39

doğması çok da şaşılacak bir şey değil. Bugün Türkiye demokrasi güçleri, sol sosyalist yapıları, devrimci mücadele içinde olanlar ortak bir hatta bu doğaya, insana kör hayali sonlandırmak için buluşmak zorunda. Faşizme karşı ortak mücadele demokrasi mücadelesinde buluşmaktan geçiyor. Bu mücadele; tüm yapıların birlikte hareketini sağlayacak ve onları bloklaştıracak bir katılıkla değil, tüm öznelerin, tekilliklerden öbeklere, siyasi yapılara kadar yan yana gelebilme ve birbirini eksiltmeden birlikte eyleyebilme siyasetini var etmesinden geçiyor. Güçlerimizin beraberliği ancak çoğulculuğumuzun içselleştirilmesi ile olanaklı olabileceğini geçmişin olumlu olumsuz birçok deneyimi bize göstermiştir. Yan yana gelemeyenlerin faşizmin kurumlaşmasına harç taşıyıcısı olmak gibi bir kadere sürüklendiklerini yakın dünya tarihi gösterdi. Bugün demokrasi krizini aşmanın yolu asgari ortaklaşmalar zemininde var edeceğimiz eylemliliklerimizle faşizme karşı ortak mücadeleden geçiyor. mecra, fırsat arama ve yaratma çabalarına yaratıcı biçimde “öncülük” etmeli ve omuz vermeliyiz. Kitle çizgisini korur ve geniş yığınların taleplerine yanıt verirken mücadeleyi “aparatlar” arasına


zifiri karanlığa mahkûm olmayalım! sıkıştırmanın getireceği başarısızlığı tarihsel tecrübemiz ile sık sık hatırlamalıyız. Bir anti-faşist cephenin herhangi bir masa etrafındaki uzlaşıyla ve salt yukarıdan girişimlerle kurulamayacağı bilinciyle aşağıdan, çok yönlü ve çok düzeyli bir mücadeleyi örmeli ve büyütmeliyiz. “Yukarıda” ayrı ve parçalı girişimler olsa bile, yerellerde bunların ayrı ayrı izdüşümlerinden ziyade, tek ve bütünsel oluşumlar yaratmaya soyunmak parçalı duruşu da ortadan kaldıran bir işlev görecektir. Pek ala yerellerde bu amaç için yan yana gelmekle işe başlanabilir. Bu amaçla yapılmış her türlü etkinlikte, toplantıda dayanışma göstermek, birleşik antifaşist bir hareketin yaratılmasının kapısını aralayabilir. Güçlü gibi görünen AKP-Saray iktidarının aslında en zayıf döneminde olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Onu güçlü gibi gösteren karşısında örgütlenmiş bir toplumsal muhalefetin olmayışıdır. Gelecek yılları kazanmak, zifiri bir karanlığa teslim olmamak ancak yan yana gelmekle mümkün.

Melda Onur DİB Koordinasyon Kurulu Üyesi/24. Dönem CHP Milletvekili

muhtaç olduğumuz kudret...

O halde demokrasi için birleşenler de bilecek ki, aramızdaki tüm farklılıkları cebimize koyarak bölünmeyeceğiz; rant siyasetine karşı denetleme hakkımızı; hukuksuzlukları önlemek için dayanışma hakkımızı ve baskılara karşı meşru direnme hakkımızı kullanacağız. Muhtaç olduğumuz kudret demokrasi için Birlik. “Bu dönem galiba muhalefet partisi seçmenlerinin partilerinden umutsuz hale geldiği, hatta en çok eleştirdiği bir dönem haline geldi. Öyle oldu ki, sivil toplum kuruluşları, toplumsal muhalefeti bağımsız aktivistler, dayanışmalar, platformlar bu dönemde doğrudan siyaset sahnesinde kendilerini ülke sorunlarında taraf görür ve çözüm arar hale geldiler” Yorum geçen hafta çıktığım bir TV programının sunucusundan geldi. Öyle oldu. İyi de oldu. Bu karanlık çağın en olumlu yönü aydınlanma arayışının güçlenmesidir. Demokrasi Cephesi, Demokrasi için Birlik gibi çağrıları da bu arayışın seslerinden bazıları oldu. Peki buraya nasıl gelindi? 1980 öncesinin örgütlü toplumundan, bugünün örgütsüz ama bir o kadar da bireyleri aktivistleşmiş toplum yapısına geliş; 1980 öncesi sandıkları bekleyen gönüllü üniversiteliler, TÖB DER’li öğretmenlerden, bugünün hiyerarşik olmayan, örgütlü denemeyecek ama güçlü bir iletişim ağına sahip Oy ve Ötesi gibi bir oluşumla tanışma;

apolitik, bireysel ama küresel, ideolojik değil kariyerist diye tanımlanan 90 neslinin imza attığı yeni tür aktivizme tanıklık etme; kalkınma adı altında mahallelerden köylere değin tüm coğrafyaya yayılan yaşam hakkı saldırılarına karşı duran dayanışmalar, platformlar, forumlarla yepyeni bir direniş hattının doğuşu ve Gezi, ve ötesi; sokak hareketlerinin kendisini alaşağı edebileceği korkusuyla şiddeti artıran iktidar; tüm farklılıklarını kenara bırakarak sandıkta buluşan bir ülke ve 8 Haziran ve sonrası; toplumsal muhalefetin birliğinden

40

korkan iktidarın barış masasını devirerek yeni bir şiddet döneminin düğmesine basması ve masanın karşı tarafında da bu şiddetin kabul görmesi; sokakta ve sandıktaki birliği iktidar tarafından saldırıya uğrayan toplumsal muhalefetin yeni bir demokratik çıkış arayışı ve bu kez salonların hareketlenmesi. Tam da tarihimizin bu anındayız. Biz birleştiğimizde karşı taraf zayıflar, biz bölününce güçlenir. Bunun bilincindeler; siyasetlerinin temeli olan rant ekonomisinin siyasetlerine akıttığı parayla şiddet satın alarak, toplumsal muhalefet mühendisliği yaparak, algı yönetiminin ve siyasal iletişim tüm imkânlarını kullanarak bunun mücadelesini veriyorlar. O halde demokrasi için birleşenler de bilecek ki, aramızdaki tüm farklılıkları cebimize koyarak bölünmeyeceğiz; rant siyasetine karşı denetleme hakkımızı; hukuksuzlukları önlemek için dayanışma hakkımızı ve baskılara karşı meşru direnme hakkımızı kullanacağız. Muhtaç olduğumuz kudret demokrasi için Birlik.


zifiri karanlığa mahkûm olmayalım! Hakan Öztürk DİB Koordinasyon Kurulu Üyesi/Yarın Haber Yazarı

sovyet de bir cepheydi

Eğer başkanlığa ve onun sonucu olarak diktatörlüğe doğru sürükleniyorsak bir demokrasi cephesinin gerektiği apaçıktır. Bundan geri durmak, kaçınmak ya da buna gecikmek felakettir. Demokrasi cephelerinin başucuna geçip oturmak kaygısını da taşımak gerekmez. Tarih, herkesi ortaya koyabildiği siyasi çabaların sonucu olan bir köşeye buyur edecektir. Bolşeviklerin “İşçi Temsilcileri Sovyet’i” denilen olguyla ilk karşılaştıklarında verdikleri tepki bugünden bakınca çok şaşırtıcı gözüküyor. Bolşevikler Sovyet’i hiç beğenmemişlerdi. Şekilsiz buluyorlardı. Zaten parti varken böyle bir işe ne gerek var diye düşündüler. Sovyet’in partinin programını kabul etmesini ve önderliğini tanımasını bile istediler. Ne var ki Sovyet pek oralı olmadı. Bolşevikler gideceklerdi ama gidemediler. Sene 1905. Lenin hem Sovyet hem de parti olması gerektiğini söyledi. Ona göre Sovyet, herhangi bir tek bağla da olamazdı. “Sovyet’e her yerde özgürlük arayan denizcilerden ve askerlerden; devrimci köylülerden ve devrimci burjuva aydınlardan yeni temsilciler katılsın. Bizim böyle geniş karışık bir bileşimden korkumuz yok. Aksine bunu istiyoruz” diyordu.

Sonra ne mi oldu? Sonra bırakınız Sovyet iyi midir kötü müdür, kurulan ülkenin adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği oldu. Marksistlerin ilk kurduğu ülkenin adı “Sovyet” diye başladı. Şimdi sene kaç? 2016. Hâlâ Sovyet fikrini hatırlamamız gerekiyor.

Hadi parti, ara sıra işçi sınıfını hatırlıyor ama Sovyet fikri unutulup gitmiş durumda. Cephe mantığının prototipi Sovyet’tir. Mümkündür ve zaten uygulanmıştır. Rus devrimini başarıya taşıyan partinin yanı sıra odur. O ya da ona benzer bir ilişki biçimi olmadan devrim için gerekli güç biriktirilemez. Onun keşfedilmesi tekerleğin, makasın ya da çatalın keşfedilmesi gibidir. Ne işe yaradıkları apaçık ortadadır ve artık vazgeçilemezdiler. Eğer başkanlığa ve onun sonucu olarak diktatörlüğe doğru sürükleniyorsak bir demokrasi cephesinin gerektiği apaçıktır. Bundan geri durmak, kaçınmak ya da buna gecikmek felakettir. Demokrasi cephelerinin başucuna geçip oturmak kaygısını da taşımak gerekmez. Tarih, herkesi ortaya koyabildiği siyasi çabaların sonucu olan bir köşeye buyur edecektir.

uzatma

Demokrasi İçin Birlik kurucularından ve “Uzatma” kampanyası çağırıcılarından Rıza Türmen

Demokrasi İçin Birlik girişimi 4 Aralık Pazar günü İstanbul’da gerçekleştirdiği 2. Meclis çalışmasında, Aralık ayının başlarından itibaren OHAL’e ve KHK’lere karşı “UZATMA” adıyla bir kampanya başlatma kararı aldı. Kampanya gerekçesinde, OHAL uygulamalarının yol açtığı hak ihlallerinin yaşanılan demokrasi krizini daha da derinleştirdiği vurgusu yapıldı, hukuk dışı adaletsiz ve keyfi yönetimin egemen hale getirildiği anlatıldı. OHAL’in asla normalleştirilemeyeceği savunulurken, OHAL’in hedefinin darbeyi yapanlarla sınırlı kalmadığına, adli yargılanma, savunma, kişi güvenliği ve özgürlüğü, mülkiyet hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlükleri ihlal eden birçok düzenlemenin hayata geçirilmesine dikkat çekildi. Kampanya gerekçeleri sıralanırken. “Parlamento dev-

41

re dışına alındı, halk iradesi ile seçilmiş yöneticiler görevden uzaklaştırıldı. 100 bine yakın kişiye meslekten men ve ihraç cezası verildi. 24 saat gözaltı süresi 30 güne çıkartıldı. Hiçbir somut veri olmadan, savunma alınmadan binlerce insanın işine son verildi. Emeklilik hakları, kıdem tazminatları gasp edildi. Pasaportlar iptal edildi. Yargı kararı olmadan yayın organları, dernekler, vakıflar hatta hastaneler kapatıldı. Mallara el konuldu” denildi. “UZATMA” ismiyle sürdürülecek kampanya değişik illerde paneller, forumlar, kapalı salon toplantıları, basın açıklamaları ile devam edecek. Ocak ayından sonra ise kampanyanın “Türk tipi” başkanlık sistemi adıyla Meclis gündemine getirilen diktatörlük yasasına karşı sürdürüleceği belirtildi. Başkanlık sisteminin yasalaşması halinde faşist diktatörlüğe giden kapıların sonuna kadar açılacağı vurgusu yapıldı.


türkiye’nin ruhu

fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız Fotoğraflar: Adnan Onur ACAR

Şiddetin dozunun giderek arttığı, derin bir toplumsal kamplaşmanın yaşandığı bir zaman diliminden geçerken, sol siyasetin çoğu zaman ıskaladığı hallerimizi biz ıskalamayalım; üzerinde yaşadığımız topraklardaki toplumun ve bireyin halet-i ruhiyesini konuşalım istedik. Bu konuda derin çalışmalara imza atan “Bi’at ve Öfke/Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi”, “‘Yeni Türkiye’ Sendromu - Tanıdan Tedaviye, Öfke Dili/Yeni Sağ Zihniyetin Yapıtaşları” kitaplarının yazarı Psikiyatrist Dr. Cemal Dindar’la psikologlar Eser Sandıkçı, Melek Bengü Şahin ve Şebnem Sünnetçioğlu’nu yan yana getirdik ve Türkiye toplumunun ve insanının ruhuna doğru bir yolculuğa çıktık. Söyleşi: Reha KESKİN Yılmaz YÜCEL

Y

ılmaz Yücel: Siyaset ve psikoloji arasındaki ilişki genellikle mesafeli oldu. Psikoloji, politikayla son derece iç içe olduğu halde politika yapanlar tarafından genellikle gözardı edildi. Biz bu alana özel bir kıymet veriyoruz ve “Türkiye’nin Ruhu” üst başlığıyla çeşitli bağlamları olan düşüncelerin ve pratiklerin açığa çıkmasını istiyoruz. Konuyla ilgili çalışmalar yapan sizlerle söyleşmek istedik. “Türkiye’nin Ruhu”nu siz nasıl yorumluyorsunuz?

Cemal Dindar: Yoksulların, ezilenlerin perspektifinden siyaset yapanların bu alana ilgisi özellikle bizde yeni. Bunda hemfikiriz ama muktedirler tarafından alanın kötüye kullanımı yeni değil. Ruhsallık bilgisi, toplum mühendisliğinde ciddi bir kullanıma sahip. En kaba halini bizde Turan İtiller’in, Ayhan Songarlar’ın darbe dönemlerinde sosyalist ve hatta milliyetçi tutuklulara yaptıklarından biliyoruz. Öte yandan durum sırf Türkiye’yle ilgili değil evrensel olarak şöyle bir şey oldu sanırım: Avrupa solu büyük hikayeyi Bolşeviklere kaptırınca Marksizmin Leninist yorumuna mesafe alma ve bunun için de Marksizmin liberal düşünce ile deyim yerindeyse soslanmasına ihtiyaç

42

duyuldu. Özellikle büyük hikayelerden çok gündelik yaşama, gündelik yaşamın politik yorumlarına dikkat daha çok arttı. Bu manevrada da en fazla kötüye kullanılan bilgi dalı bence başta psikanaliz olmak üzere ruhsallık bilgisi oldu. Frankfurt Okulu çalışmalarından Žižek’lere değin bir hat bu… Kıta Avrupası düşüncesini ruhsallık bilgisi ile, mesela Žižek örneğinde Lacan’ı Hegel ile harmanlama çabası, Sovyetler’in yıkılışı ile birlikte, bir de sahne özellikle popüler kültür ve gündelik hayat olunca, neoliberal ideolojinin inceltilmiş halleri solculuk amentüsüne dönüştü. Žižek, ilk kitaplarından birine bu neoliberal tezler yüzünden artık bakamadığını söylüyordu bir söyleşi-


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız sinde… Öte yandan, Sovyet düşüncesi için en büyük talihsizliklerden birinin psikanalizin yasaklı disiplin haline getirilmesi olduğunu da düşünüyorum. Şebnem Sünnetçioğlu: Travmalar bitmeyince hikayeler de bitmiyor, üst üste gelen travmaların yarattığı yığılma, bireyi ve toplumu nasıl bir noktaya götürüyor sorusuyla söyleşmeye başlayabilir miyiz? C. Dindar: Travma kavramı ruhsallık alanında önemli bir kavram fakat konuşma dilinde kullanıldığı gibi her türlü bireysel ya da toplumsal acıyı kapsayacak önemde ve güçte olduğunu sanmıyorum. Bildiğim kadarıyla ülkemizde ilk travma çalışması ’92 yılında yapıldı fakat travma çalışmaları esasen depremle birlikte deyim yerindeyse yasallaştı. Özellikle seksenlerde travma çalışmak solculukla özdeşti ve riskli bir alandı. Şöyle bir örtük anlamı vardı: “Bu ülkede işkence var.” Deprem sonrası herkes travmacı kesildi. Ben, travma kavramına mesafeliyim ve belki biraz da karikatürize ederek söyleyeceğim: Neoliberal ideolojinin sola en çok bulaştığı kavramlardan biri travma çünkü sonuçla ilgileniyor ve üretim ilişkilerine, koşullarına çok da odaklanmıyor. Çok kabaca söylersek travmayla bu düzeyde ilgilenen arkadaşlar şöyle bir şey demiş oluyor: “Ey kapitalizm, ey toplumsal sistem her neysen işte sen orada işini mevcut koşullarda bildiğin gibi yapabilirsin; arıza çıkarsa da biz buradayız, iyileştiririz.” Ya da, “Kardeşlerimiz travmatize oldu gidip iyileştirelim”, “Bir katliam oldu, travma yaşandı, oraya gidelim”. Halbuki böyle bir yaklaşım bile sorunlu. İrade gaspıdır. Örselenen kişi, elbette yardım ihtiyacı varsa kliniğe veya yardım alacağı bir yere gidebilir. Oraya koşmamıza gerek yok. Bu, deyim yerindeyse mesleki deneyimi politik bir eylem gibi yaşama refleksidir. Meslek ağzına kadar neo-liberalizmle dolmuşken kliniklerde, hastanelerde bu duruma itiraz etmeme ama yeni bir toplumsal

Bir lider olsun, hepimizi kurtarsın. Bu fikir soldan bile destek buldu ama bu, Türkiye’de özellikle muktedir olanların, sermayenin düşüydü. Şimdi fantezi gerçekleşti, görüyoruz ama fantezi gerçekleştiği zaman kabusa da dönüşebiliyor. Onu da görüyoruz. Dolayısıyla şu an içinde bulunduğumuz durumu da 77’deki mesajla ve 12 Eylül’le birlikte okuyabiliriz. Ve AKP bir neden değildir bu sürecin sonucudur.

ölçekli zulüm yaşandığında oraya giderek bunu bir politik eylem yapar gibi yaşama hali var. Bu bir yanılsama, itiraz ettiğim şeylerden biri bu. Diğeri; kategorik olarak bakarsak her türlü toplumsal şiddette zalim ve mazlum vardır. Bir kere katliam ve benzeri kavramlarımız, ayrıca şiddet diye bir kavram var. Yerinde kavramlar bunlar. Bu kavramları özellikle bu alanda da kullanabiliriz, niye hemen travmaya evriliyor dil? Orada, özü itibariyle; mağdura, mazluma odaklanarak zalimi, katili odaktan kaydırma durumu da var. Ş. Sünnetçioğlu: Karşıtlık üzerinden bir simetri yaratma durumu diyebilir miyiz? C. Dindar: Zalim olanın, şiddeti uygulayanın belirleyici rolü böylece perdeleniyor. Kavramın neoliberal işlevinin bir yanı da bu. Burada kardeşlerimiz travmatize oldu; örselendi. Bir deprem oldu, bir iş cinayeti oldu. Örneğin; Soma’ya gidelim, onlara yardım edelim, diyoruz ama bana öyle geliyor ki asıl odaklanmamız gereken mesela Soma’da o kardeşlerimizden birine tekme atan müsteşardı; bizim, onun patolojisiyle uğraşmamız lazım. Bu çok daha patolojik, insan karşıtı bir eylem ama böylece oraya bakan göz kapanmış oluyor. Eser Sandıkçı: Dediğine katılmakla birlikte travma çalışmalarının bilimsel anlamda ne zaman toplumsal hareketlerle paralellik yaşamış olduğuna da dikkat etmemiz gerekiyor. Mesela; ev içi şiddet, cinsel istismar travma çalışmaları feminist hareketin yükselmesiyle; savaş travması çalışmaları, savaş karşıtı hareketle paralel. “Savaşlardan, şiddetten insanlar nasıl etkileniyor?” sorusunu soruyor. Uygulamada bahsettiğin sıkıntılar var ama bu tartışmaların gündeme gelmesinde yükselen hareketlerin, toplumsal mücadelelerin etkisi var. Bu yönüyle aslında travma kavramının hayatımıza girmesi bir kazanım ve toplumsal mücadele ile travma tartışmaları arasında bir koşutluk söz konusu diyebiliriz. C. Dindar: Bunlar, bahsettiğimiz duyarlılıkları ne kadar gerçek zemine oturtuyor ve onların sürekliliğini sağlıyor, ne kadar o duyarlılığı ketliyor ben çok emin değilim. Y. Yücel: Peki, toplumsal travmaların yaşandığını zannettiğimiz Türkiye’de bu travmalar bazen çeşitli kalabalıklar yarattı bazen de o kalabalıkların çekilmesiyle sonuçlandı. Örneğin Hrant Dink, Roboski, Soma katliamlarının ardından, Gezi sırasında Türkiye’nin muhalif güçleri açısından önemli bir gelişme olan HDP’nin seçim barajını aşarak yüzde on üç oyla Meclise girdiği 7 Haziran seçimlerinde sahnede yerini alan kalabalıklar gördük. Tabii bu sürece eşlik eden başka şeyler de oldu: Toplumun hayatının orta yeri-

43

ne bombalar düşmeye başladı. Kalabalıklar çekilmeye başladı. Kalabalıkları yaratan ya da kalabalıkları geri çeken ruh hali neydi? Kalabalıkların sahneye çıkışı bir iyileşme midir? C. Dindar: Önerim, travma ya da benzeri kavramlar yerine bastırma ve bastırılanın geri dönüşü kavramına, yani semptoma odaklanmaktır. Mesela Hrant’ın cenazesinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye yüz binlerin yürümesinden söz ediyoruz değil mi? Bu bir semptom, elimizde var bu. Türkiye’de beklemediğimiz bir şey olarak ortaya çıktı. Gezi de keza öyle. Berkin Elvan’ın cenaze töreninde de aslında Hrant Dink’le ilgili bastırılan ve geri dönen neyse benzer bir semptomu okuyabiliriz. Berkin’in babası Kızıldereli, annesi Dersimli. Kızıldere, Türkiye sosyalist hareketi içinde çok önemli bir köy, ayrıca türkülere, şarkılara girmiş bir köy. Dersim keza bir sembol. Bir olay ile birlikte olay öncesi ve sonrasında farklı anlam ağlarına tabi, kendisini aşan, kendisinin sınırlarını değiştiren anlam ağı kuşanmış yerlerden, adlardan bahsediyoruz. Burada bastırılan ve geri dönen nedir? Buna odaklanmak iyi olabilir. Gezi’ye de, keza 7 Haziran’a da böyle bakılabilir. Burada semptomlar var, bunlar üzerine iyi düşünmek gerekir. Bastırılanın ne olduğunu iyi kötü sezebildiğimi düşünüyorum. Bunlar üzerine birlikte düşünmeyi önerebilirim. Mesela Hrant’ın katledilmesinde sembol olarak bu toprakların kadim halklarından birinden, Anadolu uygarlığı, kültürü diye bir şey varsa bunda çok emeği olan ve katkısı olan bir halktan söz ediyoruz ve II.Abdülhamit döneminden, 19. yüzyıldan başlanarak bu halkın bu coğrafyada artık görünür bir halk olma hakkının elinden alındığını ve bir katliama uğradığını da biliyoruz. ‘Sadık-ı millet’ nitelemesinin, “Affedersiniz Ermeni’ değersizleştirmesine uzandığı bir süreçten söz ediyoruz. Berkin Elvan’ın katledilmesi ve sonrasında cenazesinin Hrant’ın cenazesi kadar bir kalabalıkla kaldırılmış olmasında da benzer bir şey var. Alevi, Dersimli, Kızıldereli bir ailenin çocuğundan söz ediyoruz ve görünür, çıplak bir şekilde devletin baskı aygıtlarından birinin yani polisin attığı bir fişekle öldürüldüğünü biliyoruz ve o hastanedeyken uzayan bir yas yaşadık. Burada, Sivas Madımak da dahil olmak üzere Aleviliğe eklemlenmiş katliamlar tarihini okuyabiliriz. Hrant’ın cenazesinde de Berkin Elvan’ın cenazesinde de bir yas halini hep birlikte yaşadık. Büyük sözlerle ya da marşlarla da değil. Her ikisi de bu coğrafyadaki iki halka uygulanmış büyük katliamlar silsilesinin devamına ve halen kendince bunun içten içe işlediğine ve bu katliamlarla ilgili dertlerin bizim toplum ruhsallığında, Türkiye’nin ruhunda önemli dertler olduğuna dair işaretler barındı-


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız rıyor. Gezi Direnişi başka şeylerle birlikte bu katliamlar ve onlara dair bastırmaların bir semptomuydu. Bunu “#Direnlibido” kitabımda şöyle okudum: Coğrafyada Sünni egemen anlayış ne zaman parçalılıktan çıkıp egemen ideolojik anlayış haline dönüşüp bir birlik yaratmaya yol alıyorsa o zaman bir velvele kopuyor. Yani Yavuz Sultan Selim döneminde Hanefi Osmanlı Beyleri’yle Şafii Kürt Beyleri’nin bir anlaşma yaptığını ve coğrafyada ciddi bir Alevi kıyımı olduğunu biliyoruz. Sonra keza 19. yüzyılda II.Abdülhamit’in özellikle Rus hegemonyasına ve Panslavizme karşı Panislamist projesini biliyoruz ve yine Hamidiye Alayları’nı düşünürsek yine “Hepimiz İslamız hepimiz Müslümanız” söylemi üzerinden Ermeni katliamlarının başladığını görüyoruz. Yani İttihat ve Terakki’nin II. Abdülhamit’le en yakın kan bağı, devam ettirdiği en ciddi şey budur. Panislamist anlayış daha sonra da Pantürkist bir anlayışa dönüşmüştür hikaye iyice sıkıştığı zaman. Bu arada, meğer ki Türkiye’nin ruhundan söz ediyoruz, bu ülkeye kezzap etkisi yapmış ve birçok toplumsal şiddet eyleminde belirleyici dinamik olan anti-komünizmin bu denli güçlü olmasının en büyük dinamiği komünizm ile ilgili değildir. Bunu Türkiye’de sosyalist hareketlerin söylemlerine, tarihine baktığımızda solun da anladığını göremiyoruz. Özünde Rus karşıtlığıdır, Sovyetler öncesi uzun savaşların bakiyesidir ve anti-komünizmin merkezinin mesela Erzurum olması rastlantı değildir. Gezi’’ye ve onun semptomatik değerine dönersek; Gezi’den hemen önceki “Bizi bin yıldır İslam bayrağı birleştiriyor” ifadesi deyim yerindeyse yeni Osmanlı Beyleri’yle Kürt Beyleri’nin anlaşma zemininin İslami bir ton olarak ortaya çıkmasıyla ve bunun ideolojik zemin olarak okunmasıyla ilgili bir durum vardı. Gezi Direnişi sürecinde kurbanların neredeyse tamamının Alevi gençler olmasının bu sezgimi desteklediğini düşünüyorum. Gezi’nin patlaması bu sıraladıklarım arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. “Bastırılan neydi?” ve “Nasıl geri dönüyor?” sorusunu düşünürsek bana öyle geliyor ki özellikle Emevi anlayışında ortaklaşan dinsel birlikteliklerin güçlü olacağı hissedildiğinde bu coğrafyada böyle tedirginlik oluyor. Babai İsyanları oluyor, Gezi İsyanı oluyor. Böyle bir sosyokültürel-tarihsel okumam var ama bunun iktisadi süreçlerle de bir bağının kurulması gerekir… Reha Keskin: Tam burada şunu sormak istiyorum: Türkiye’nin “ortak” “ruh”undan bahsedebilir miyiz? Yoksa her birimizin bambaşka ruh halleri mi var? Bugün AKP ve çevresinde bulunan, ona sıkıca bağlanmış bir kesim de var. Buradaki insanların yaşadığı ruh haliyle bahsettiğiniz Alevilerin, Ermenilerin,

Kürtlerin yaşadığı ruh hali aynı mı? Gezi’yi de gördük 15 Temmuz gecesi Boğaziçi Köprüsü’nde yaşananları da. Türkiye’nin ruhu mu yoksa Türkiye’deki belli toplumsal grupların farklı farklı ruhları mı? Bir de bu ruhların yan yana geldiği gündelik hayatta neler oluyor? C. Dindar: Şu an hepimizin en çok karamsarlık yaşadığı şey de bu ve böyle olduğunda “Türkiye’nin Ruhu” tartışması bitiyor. “Ruh” diye ben şunu anlıyorum: Bir tarihselleştirme yapılırsa 12 Eylül’den beri kapatıldığımız cendereye rağmen toplumsal bağı yeniden düşünmenin ve inşa etmenin kaynakları neler? Yani her birimizin bu coğrafyaya ve burada yaşayan insanlara kendimizi bağlı hissetmemizin ve bir duygu birliği yaşamamızın kaynakları var mı hâlâ? Bu anlamda bakarsak bana var gibi geliyor ama benim anladığım anlamda “var”ı imkânsız hale getirmek isteyen olayların yaşandığı günler yaşayıp duruyoruz. Bu, sırf AKP’yle sınırlı bir şey de değil. Özellikle 70’lerin ikinci yarısından beri

Bizi, yüzde birlik bir kesim yönetiyor. Peki, yüzde doksan dokuzunun ortak ruhu var mı? Ve bu yüzde 99’da ortak ruhu bulmayı mı hedefleyeceğiz yoksa gerçekten dayandığımız toplumsal grupların ruh halini mi yaşayacağız.

44

belirgin bir şekilde uygulanan ve neo-liberalizmin bu coğrafyadaki bekasına ayarlanmış bir toplumsal sistem yerleştirilmeye çalışılıyor. Halen de devam ediyor ama dediğim gibi buna rağmen Anadolu’da birlikte yaşamaya ve bir toplumsal sözleşme yaratmaya yetecek duygu birliğimiz var mı? Ruhsallık derken de birey ruhsallığı olarak değil, kaldı ki bireydeki ruhsallık da tarihsel, kültürel toplumsallıkmış gibi geliyor. “Bu toplumu insan ilişkileri babında nasıl yaşıyorsunuz ve bu coğrafyanın sizin için kader olmuş tarihini ve kültürünü nasıl yaşıyorsunuz?” bunların hepsi aslında sizin ruhsallığınız. Toplum ruhsallığı dediğimde de burada yaşayan bireyleri, grupları ortaklaştıran bir şey var mı? Y. Yücel: Toplumsal olarak geleneksel ya da tarihsel çatışmaların bugüne yansıması şiddet sarmalıyla sürüyor. Bir Ermeni olarak Hrant çalıştığı yerin önünde, Alevi bir çocuk olan Berkin evinin önünde vuruldu. Kürtler kendi sokaklarında, mahallelerinde ölümü yaşıyor. Birçok Kürt gencinin cenazesi ailelerine ulaşmıyor. Öldürüldükleri biliniyor, bedenleri teslim edilmiyor. Bu yaşananlar nasıl adlandırılabilir? R. Keskin: Bunu başta da konuştuğumuz tarihsel bağlamı üzerinden görebiliriz yine. Yüz yılı aşkın bir süre önce katliamlarla birlikte sürgünlerde ölen, cenazesine ulaşılamayan ve me-


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız

zarları dahi olmayan; öldürülüp kuyulara atılan; faili meçhullerle katledilen Ermeniler, Aleviler, Kürtler… Son dönem cenazeleri sınırda bekletilen insanlar… Yaşamını yitiren yakınını gömmek için insanların verdiği mücadele… Yasını bile yaşamasına imkân tanınmayan insanlar… Yılmaz’ın bıraktığı yerden devam edecek olursak bu durum Türkiye’nin toplumsal psikolojisinde nereye denk geliyor? Ya da biz bundan bir zaman sonra nasıl bir psikolojiyle karşılıyor olacağız bu yaşananları? Ş. Sünnetçioğlu: Sadece bedenin kaybı değil genişletilen bir kayıp kavramı var. Yokluğun üzerinden bir yokluk hikayesi de var orada. Bir şey daha ekleyeceğim hepsi bir araya gelir mi bilemiyorum ama daha çok duyguyu tarif eden bir ruh hali mi yoksa yaşayan bir ruh hali içinde miyiz? Örneğin bir duygusu var ama bunu direkt yaşıyor mu yoksa tarif mi ediyor çünkü sosyal medya, sanal ortam böyle bir tarifleme üzerinden, duygudan uzaklaşma gibi durumlar da yaratabiliyor tabii bu da bir savunma mekanizması olabilir ama yaşamayı nasıl yapıyoruz? Yapabiliyor muyuz? C. Dindar: Tam da sizin söylediğiniz şeyler bastırıldığı için coğrafyada başka bir hatırlama biçimi gelişiyor ve bu hepimizin ruhsal dünyasında bir yer ediniyor. Sosyalist solda yası yaşama halinden çok yasa yapışma hali var. Kürt hareketinde de buna yakın belirtiler olduğunu sanıyorum ama

bu kadar kesin söyleyemem ama dediğim gibi sosyalist solda acı çekmiş olmak, yasın içinde olmak; var olmanın, haklı olmanın yeter koşulu gibi. Oysa insanların yası yaşayıp tamamlayıp yüzünü hayata dönmesi gerekir. Yasa yapışma hali Alevi kültüründe de çok belirgin. 12 Eylül ile birlikte 78 kuşağının şiirinde ve diğer üretimlerinde de belirgin. Dolayısıyla yasa yapışmış bir muhalif kültürümüz var. Bir de pasif mazoşist bir yanımız var. Ben bunu en çok solu anlattığını söyleyen sinemaya baktığımda görüyorum. Mesela “Babam ve Oğlum”, “Sonbahar”, “Beynelmilel” gibi filmlerde, o filmlerdeki sosyalist çocuklar sanki hayatta yeterince ölmemiş gibi filmlerde de hiç istinasız yine ölüyor. Yine bunu kültürel olarak besleyen bir başka şey bazı gazete köşe yazarlarının yazıları. Örneğin Radikal gazetesinin temel dili buydu bana kalırsa. “Ey Kürt, ey solcu, ey ezilen kimlikler; acını yaşamak istiyorsan beni okumalısın, beni izlemelisin” diyen ve hayata, yarına dair yeni bir şey, daha iyi bir şey kurmaya işaret etmeyen yazılar. İşte bu pasif mazoşist durumun, yaşanmamış yasların getirdiği hale, o keder ve yasa yapışmayı kimlik edinmek için yeter koşul saymaya Walter Benjamin “sol melankoli” diyor. Bu melankolik halle kurulan söz, özü itibariyle yoksulların ertesi gün hayata daha fazla müdahil olması için bir şey demiyor. Kendini sosyalist solda hisseden beyaz yakalıların, banka çalışanlarının vs. okuduktan sonra rahatlayıp ertesi gün işe gitmesine yarayan bir dil oluyor bu. Zaten onlar okuyor. Öbürü ağıtını yakıyor ya da basıyor küfrünü. Ş. Sünnetçioğlu: Mazlum edebiyatının sağ versiyonu da var. “Bir şiir okudum diye cezaevine düştüm” diyenler. Buradaki mağduriyet söylemi ile sol melankoliyi nasıl birbirinden ayırırız ya da nasıl birbiriyle ilişkilendirebiliriz? C. Dindar: Bu örnektekine, sağdakine ben “histerik sahne” diyorum. Aslında fantezik bir şeydir geçmişteki bir örselenmeyi mağduriyetle ilişkilendirmek, histeride de o var. AKP’yi uzun süre idare eden mağduriyet dili buna çok iyi bir örnekti. Örneğin Cumhuriyet tarihinde sosyalistlerin maruz kaldığı şiddetin onda birine bile maruz kalmayan bir gruptan söz ediyoruz. Üstelik 12 Eylül’ün hem ideolojik hem de fiziki olarak seçilmiş oğullarından söz ediyoruz, ama “ağlayan çocuk” fantezisi sürekli devredeydi. Bu işte histeridir. Fantezik baştan çıkarmaya eşlik eden bir şeydir. Cumhuriyet tarihine bakarsak grup olarak Sünni İslamın tam karşıya alındığına işaret eden dönem yoktur ama buna rağmen o fantezide “Bu cumhuriyet bizi şöyle dövdü böyle engelledi” gibi ifadelerle geçmişteki o fantezik travmatik sahneyi ya da örselenmeyi bugüne getirme durumu vardır. Bunun şöyle bir işlevi oluyor: Şu an var olan mazlumlukları, haksızlıkları, eşitsizlikleri

45

sahneden kovmak ve bu fantezi ile sahneyi işgal etmek. Soldaki ise melankolik, pasif mazoşist bir damardan kaynaklanıyor. Örneğin bir eylem biçimi olarak akla hemen açlık grevlerinin geliyor olması da bununla bağlantılı olabilir. Belki burada sol örgütlerdeki Alevi tabanın yaygınlığına da bakmak gerekiyor. Türkiye’nin ruhu derken konuşmamız gereken şeylerden biri de bu olabilir… Melek Bengü Şahin: Bir yanda sağın histerisi diğer yanda solun melankolisi. Nasıl farklı etki ediyor topluma? Ve sağın histerisi niye daha baskın oluyor? C. Dindar: Birincisi muktedir, Lider, ruhsal alanı da insanların yaşamını da daha çok işgal ediyor. İkincisi solun derdi kendisiyle gibi. O melankoliyi düşünürsek kendi çelişkisi gibi yaşıyor. İki an, 12 Eylül yenilgisi ve Sovyetler’in dağılması, Türkiye’de solun hala çözemediği yüklerle dolu bence… Ş. Sünnetçioğlu: Sonrasında da çok tartışıldı, Kabataş’taki kadının karşılaştığı zulüm diye ortaya konuldu ve içinde neredeyse pornografik, fantezik bir anlatım vardı. C. Dindar: Evet, pornografik bir anlatı: Kırbaçlar falan… Yukarıda sözünü ettiğim histerik sahnenin bir özelliği de bu. Başlarda Tayyip Bey çok argo kullanırdı hitabetinde… Şimdi neredeyse bütün kadroya sirayet etmiş durumda. Ömer Çelik’in köylü kadına romantizm tavsiyesi, Başbakan’ın madik sözü… 2010 referandumunda 12 Eylül ile hesaplaşma iddiası vardı. O dönem aslında ikinci ve belki daha kinci, kindar bir 12 Eylül başladı. Benim bir tezim de Yeni Türkiye’nin değerlerinin cezaevlerinde imal edildiği. Bugün OHAL koşullarındayız ve OHAL bastırma laboratuarı olarak da bir topluma uygulanır. Tam da bu baskının ve bastırmanın artışı ile argo kaçakları arasında bir bağ olsa gerek… Toplum ruhsallığında bu ülkede söz söylenecekse öncelikle şunu demek lazım: 1977 1 Mayıs’ında Taksim’de bu ülkenin “Başka bir Türkiye istiyoruz” diyen güçlerine, hedef gözetilmeksizin yani şunlar bizim kurbanımız demeksizin, yaklaşık beş yüz bin kişiye ateş edildi ve öldürülenler oldu. Yani bir meydanı kurşuna dizdiler. Mesaj şuydu: Başka bir Türkiye mümkündür ve bu sosyalist Türkiye olacaktır dediğinizde hedef gözetmeksizin artık sizi bu coğrafyada katlederiz. 12 Eylül’de yaklaşık 60 milyondu Türkiye’nin nüfusu ve 600 bin ile 1 milyon arasında kişi gözaltına alındı. Bunlar resmi rakamlar. On kişiden birini aldılar, dövdüler. Madem “toplum ruhsallığı” konuşuyoruz bizim amentümüz şu: Fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız. Buradan başlayacağız. Bu konu üzerine ruhsallık alanında da çok düşünülmedi. Burada ben “Totem ve Tabu”daki hikayeyi görüyorum. Dendi


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız ki, siz; uygar, kültürel varlıklar olarak bir toplum oluşturmayı hak etmiyorsunuz, sizi sürüleştireceğiz. Bu sırf baskı aygıtlarıyla da olmadı yani sadece Kenan Evren’e, militarizme odaklanmakta da bir hata var. Orada büyük zokayı ideolojik dönüşümde yuttuk. 70’ler kardeş kavgası olarak biliniyordu, kardeş kanı oluk oluk aktı. Evet, kardeşler hakikaten birbirine düşman kardeşlere bölünmüştü, eyvallah ve 12 Eylül’den sonra tüm seçimlerde hikaye şu oldu: 70’ler kardeş kavgasıdır, koalisyonlar işe yaramaz, tek parti iyidir. Toplum için hiç de iyi olmadığını görüyoruz halbuki ve kardeşlerin kendi arasında tartışmaları bir toplumsal mücadeleyle iyinin araştırılması toplumun gelişimi açısından kıymetli şeyler ortaya çıkarabilir. 70’lerde tek parti hükümetinin yanı sıra güçlü lider arzusu da ortaya çıktı. Bir lider olsun, hepimizi kurtarsın. Bu fikir soldan bile destek buldu ama bu, Türkiye’de özellikle muktedir olanların, sermayenin düşüydü. Şimdi fantezi gerçekleşti, görüyoruz ama fantezi gerçekleştiği zaman kabusa da dönüşebiliyor. Onu da görüyoruz. Dolayısıyla şu an içinde bulunduğumuz durumu da 77’deki mesajla ve 12 Eylül’le birlikte okuyabiliriz. Ve AKP bir neden değildir bu sürecin sonucudur. Sayın Cumhurbaşkanı, toplumun yüzde ellisi benimdir diyerek Habiller ve Kabiller olarak ayırdı. Diyalektik olarak bir şeyi çok zorlarsanız belirleyenlerini katılaştırırsınız; yeniden kardeş kavgasına dönüldü. E. Sandıkçı: Bu noktada tekrar şunu konuşabiliriz: Yöneten azınlığı dışında tutarsak, geriye kalan toplumun ortak ruhu var mı? Sınıf siyaseti yapacak herkes için hayati bir soru ve iktidar cephesinin de halen en ciddi sorusu çünkü iktidar açısından toplumun ortak ruhu yaşamsal bir konu. C. Dindar: Tabii hiçbir kalıba dökemiyorlar. E. Sandıkçı: Bütün psikolojik savaşımı da buradan yürütüyorlar. Bizi, yüzde birlik bir kesim yönetiyor. Peki, yüzde doksan dokuzunun ortak ruhu var mı? Ve bu yüzde 99’da ortak ruhu bulmayı mı hedefleyeceğiz yoksa gerçekten dayandığımız toplumsal grupların ruh halini mi yaşayacağız. İktidar, sıkıştığı noktalarda kardeş kavgası diyor. Mesela Gezi, bir toplumsal hareket olarak belki Türkiye tarihinin en kitlesel cephesini kurdu ama iktidarın ilk hamlesi yüzde elli ayrımını yaratmak oldu. “Yüzde elliyi evde zor tutuyorum” dedi. Kabataş vb. manipülasyonlar da kendine ait yüzde elliyi yaratmak içindi. Aslında Gezi, çıkışında bile toplumun sadece yüzde ellisini hedeflemiyordu. Yüzde doksan dokuzun buluşabileceği bir zemindi ama iktidar, kendi açısından başarılı bir hamleyle Kabataş vb. yalanlarla toplumu ayırmayı başardı. Bunu uluslararası politikada da yapıyor. Şimdi, “ben Sünnilerin temsilcisiyim” diyor. Bir ayrım üzerinden kuruyor iktidarını ve kötü

olan şu: Ortak ruhu biz de unutuyoruz. Ortak ruhta ciddi tahribatlar da var tabii. Bu ülkede iktidarlar tarafından hep katliamlar planlandı ama bunlar sadece devletin resmi görevlilerince gerçekleştirilmedi toplumsal kesimlere de yaptırdılar. Ermeni katliamlarında komşuların payını biliyoruz. Herkes birbirinin evini yağmaladı, komşusunu öldürdü. Alevi katliamlarında da durum benzer. C. Dindar: Ermeni katliamının yoğun olduğu şehirlere baktığımızda bunların 70’lerdeki Alevi katliamı provası yapılan şehirlerle sıklıkla ortaklaştığını görürüz. Komşunu yerinden yurdundan ettiğin ya da öldürdüğün zaman sokağa o bilgiyle olmasa da o duyguyla çıkarsın. Öfkenin ve saldırgan güdülerin temel noktası şudur: Nesne seçmez. Sadece boşalacak herhangi bir nesne arar. Yeni kurbanlar arar.. Belli şehirlere gidin o agresyonu derinizde hissedersiniz. Belli etmenlerin buluştuğu ruhsallıklar bunlar. Eser’in dediğinden de şunu anlıyorum: Kimlikler üzerinden düşünmeye devam edecek miyiz, etmeyecek miyiz? E. Sandıkçı: Kimlikleri yok saymak anlamında değil. Birtakım toplumsal kimliklerimiz var, dini anlamda etnik anlamda vs. bunlar zaten toplumun ruhsallığını yapan şeyler ama bunların ötesinde bunların hepsini kapsayan ortak ruhsallığımız var mı bizim? Şu an kutuplaşmanın tavan yaptığı bir ülkeyiz. Bütün siyasal hamleler kutuplaşma üzerinden ortaya çıkıyor ve bu kutuplaşmayı çok yoğun yaşıyoruz. Gezi, ortak ruhu yakalamaya çalıştı ama iktidar güçleri onu bölmeyi başardı. 7 Haziran da ortak ruhu yakalayabilmek açısından önemli bir hamleydi. Bütün toplum kesimlerine kucak açtı. İktidar, 7 Haziran seçim sürecinden başlayarak saldırılarla, katliamlarla ortak ruhu bölmeye yönelik hamle yaptı ve şu an böyle bir tablonun içindeyiz.

46

Ortak ruhun parçalanması için sürekli projeler üretiliyor. Örneğin Akit gazetesi de böyle bir proje, bir psikolojik harp projesi. Akit gazetesi, toplumun ortak ruh halini parçalamaya yönelik çok ciddi psikolojik savaş dairesi gibi çalışıyor. Bütün haberleriyle nefret suçu işliyor. Bu arada toplumda ciddi bir umutsuzluk da var. Biz nerede umutsuzluğa düştük? Mesela 10 Ekim’de bombalandık, insanlarımızı kaybettik ama biz, bana kalırsa ertesi gün, bir stadyum dolusu insan ölülerimize alkış tuttuğunda umutsuzluğa kapıldık. Hani Bakan açıklama yaparken gülümsüyordu hatırlarsanız işte o Bakan’ın gülmesi de benzer bir şey yarattı ve iktidar ile toplumun bir kesiminin duyarsızlık ile sevinme arasındaki bir yelpazede ölümümüze tepki vereceğini kavradık. Umutsuzluk da bu umutsuzlukla bağlantılı olarak ülkeyi terk etme fikri de bundan kaynaklanabilir. Ve umut da ancak ortak ruh hali yakalandığında ya da yakalanma olasılığında yeşeriyor. Y. Yücel: Yakın zamanda ideolojik olarak İslam motifli iki gücün, muktedirlerin iç kavgasına şahit olduk ve bu kavga halen sürüyor. Aynı tarafta olanların çatışması, kendi toplulukları açısından da sarsıcı oluyor. Sonuçları toplumun tamamına yayılan bir bastırma dalgasıyla ve hak mağduriyetiyle karşı karşıya olmakla birlikte tarih boyunca bu mağduriyeti yaşamış Alevi- Kürt şehirlerinin yanına şimdi mütedeyyinlerin şehirleri de eklendi. Sorgularda işkence kullanıldı, polisler polislere, askerler askerlere silah doğrulttular. İşsiz ve aç bırakma aleni bir tehdit ve somut uygulama olarak uygulandı. Bunlar bir dönem öncesinin ast- üst ilişkileri sürdürmüş insanlarıydı. Birbirlerine çok yakın olan çalışma arkadaşlarıydı. E. Sandıkçı: Burada sol siyasetin dev-


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız letle ilişkisinden farklı bir ilişki görüyoruz. Bir iktidar kültürüyle yetişmiş insanlar bunlar. Belki çoğunun hayal dünyalarında dahi böyle bir iktidarla karşı karşıya kalmak yoktu. O yüzden bütün anlam dünyalarını paramparça edecek bir şey yaşadılar. O yüzden bu kesim cezaevlerinde iktidarla sınanırken intihar vakaları ortaya çıktı. Bir de bütün anlam dünyaları dağıldığı için itirafçılığı gazetelere yansıyan çokça kişi görüyoruz. Direnme, politik duruş, siyasi savunma vs. pek göremedim. Neredeyse hiçbiri kendi meşruiyet zeminini kendine göre neyse o koyamadı. Yani devlet karşısında konumlanma kültürleri de yok ve yaralayıcı şeyler yaşadılar, karakter olarak da hırpalayıcı şeyler çıktı. Y. Yücel: Tüm bunlarla birlikte bu dönem “komşum kapıdaki düşman mı?” duygusu insanlarda çok hakim. “Yaver’’ bile Cemaatçi çıktı. Muktedirlerin kavgası toplumsal psikolojiyi nasıl etkiliyor? C. Dindar: 15 Temmuz’da şöyle bir şey olduğunu sanıyorum: Bu tür olaylar, grotesk şiddet içeren yıkıcı, beklenmeyen olaylardır. Bu tür olayların yakın dünya tarihi açısından ilk örneği 11 Eylül saldırısıdır. Her zaman bir boşluk gövdesine yerleşir bu tür eylemlerin: “Kim yaptı acaba?”, “O yaptı diyorlar ama beriki mi yaptı?”, “Kendi mi yaptı?” sorularının ardından merkezden bir açıklama ve toplumu yeniden tasarlama eylemleri gelir. Bu da sıklıkla topluma ortak bir düşman imgesi sunarak olur. İmgenin yapıştığı kişi ve grubun gerçekten kötü, zalim olmasının da hakikati çöker bu arada. İşte, mesela Saddam’ın kitle imha silahları olduğuna dair Blair ve Bush’un ağzından çıkan sözler. Orada, tahmin edeceğinizden daha güçlü, daha tehlikeli, sınırsız yıkıcılığa sahip, güzel deyimle gözü dönmüş biri var. Bu imge bir bireyde bütün evreleri kat eder; çocukluk kabuslarını, ergenlikteki kahramanlık düşlemlerini, yetişkinlikteki yetersizlik ve çaresizlik duygularını… Bu tür imgelerin gücü geçmişi de kuşatan etkisindedir. Anglosaksonlar Irak’a demokrasi, özgürlük götürüyoruz dediler. Biz, ev içinde bir kavga oldu ve fakat gerçekten ne oldu diye tartışıyoruz. Evrensel bir hikayeyle karşı karşıyayız ve bu hikayenin içinde böyle bir boşluk var, o boşluk da çok su götürür. Dolayısıyla bizim için halen gövdesinde derin bir boşluğa sahip bir şeyden söz ettiğimizi unutmamalıyız.. Bana terörist eylem ne deseler, 15 Temmuz’da bu şehirde ne yaşanmışsa bu bir terörist eylemin ulaşabileceği sınırdır derim. Bir de kültür tarihine dair ruhsallık bilgisiyle bir çözümleme var elimizde: Freud’un “Totem ve Tabu »nun başına yerleştirdiği hikaye, Darwinist yorum: İlk insan grupları sürüler halinde yaşıyordu. Şef, her şeyin sahibiydi. Arıza çıkartanlar da ormana kovuluyordu. Sonra

ormana kovulanlar “Ne olacak bu ormanın hali?” dediler, aralarında iş birliği yaptılar, gittiler şefi katlettiler ve sonra da şefin keyfiyetine dayanmayan ilk toplumsal bağı geliştirdiler: totemdaşlık ve ensest yasağı. Bizim alanda buna kültür yaratan kurucu şiddet, diyoruz. Ve şu karara vardılar: İçimizden biri bir daha şef olmasın. Bunu bir daha yaşamayalım. Ne yapmak lazım o zaman? Bir toplumsal sözleşme, temel kültür yaratıcı bir sözleşme. Totemdaşlık ve ensest yasasını oradan kuruyorlar. Çocuğun babasının bundan sonra kim olduğu bilinecek ve onun kuşaklar arası ilişkiyi düzenlemede bir değeri olacak ve cinsiyetler arası bağı düzenleyen de bir ensest yasası ve dış evlilik olacak, temel kurgu bu. Bu sözleşmeyle artık en azından şefin keyfiyeti görecelileştirilmiş olur ve fakat keyfiyete yaklaşıldığı zaman şiddet karnavalesk hale gelir. Çünkü şiddetten keyif alma başlar. Bunun en tipik örneği 12 Eylül cezaevleridir. Türkiye’nin kültürüyle ve yönetim biçimiyle cezaevlerinde kurulduğunu söyledik…Bugün yaşadığımız kültür, Recep İvedik de dahil olmak üzere, bir adamın gaz çıkarmasını mizah olarak alkışlayan bir halk olduk değil mi? Cezaevlerinde çocuklarına dışkıyla işkence yapılmasına karşı çıkamayan bir halkın yetiştirdiği sonraki kuşaklar beden atıklarına gülmeye başlar… Geri dönecek olursak 15 Temmuz karnavaleskti. Bunun ilk örneklerini Osmanlı tarihine baktığımızda da görürüz. Bu karnavalesk şiddete, hatta argo kaçaklarına keyfiyetle yönetilen toplumların ihtiyacı vardır. Muktedir keyfiyetinin içinde yaşadığımız duygusunu pekiştirir. Yani olağan yaşamı askıya alırsın, şimdi dilediğinizi on gün içinde yapın, sonra sezonu kapatacağız dersin. Burada da metrobüsler bedava, meydanlarda sucuklar dağıtılır. Orta çağdaki karnaval da budur. Bunu bir de kutsal zamanlarla birleştirirsin. Ne yaparsın? O günleri bayrama dönüştürürsün. Şimdi bakın, nurtopu gibi demokrasi bayramımız var. Bu yanlarıyla benim ilgimi çekiyor yoksa özellikle Gezi’den sonraki süreçte 17-25 Aralık’ta vs. belli ki ittifak çatırdadı ve aralarında ciddi bir çatışmaları da vardı ama belli ki son meydan muharebesi de 15 Temmuz’da yapıldı fakat bunları aşan bir anlamı varmış gibi geliyor bana. Buraya kapanıp konuştuğunuzda görüneni konuşmuş, bizden nasıl tartışılmamız arzulanıyorsa öyle tartışmış oluyoruz. Bu, kültürümüze, şehri yaşama biçimimize de çok ciddi bir müdahaleydi ve keyfiyeti arttırıcı bir rol üstlendi. R. Keskin: Toplumda gerginlik had safhada. Bunu otobüste, sokakta, her yerde hissedebiliyoruz ve tam dediğiniz gibi keyfiyet artmış durumda, şiddet de giderek artıyor. İstediğime istediğimi yaparım, deniyor. Metrobüs şoförü durmadığı için şemsiyeyle şoföre vuran yolcu

47

ve ardından gerçekleşen kaza, şort giydiği için otobüsteki kadına tekme atmayı kendine hak gören bir adam, küfürler, kavgalar, ihbar furyası… C. Dindar: Toplumda öfke çok birikti. Şimdi adam şemsiyesiyle vurmuş, kendisi de aynı otobüste üstelik. Olay nerede oluyor? Acıbadem’de, köprüden çıkışta. Kendi fantezisinde adam gecikmiş bir kahraman belki de. Bu tür semptomlara odaklanmak lazım. Otobüs, şoför, belediye derken bir çağrışımımı daha paylaşayım: Tayyip Bey’in çalıştığı yer de İETT değil miydi? Çok ilginç bir şey. E. Sandıkçı: Şort mevzusu önemli, o da otobüste patladı. O eylemini gerçekleştiren adamın sürekli tutuklanıp bırakılması toplumsal bir çatışmanın sembolik yansıması oldu. Bu sembolik anlam bilindiği için her iki taraf da yakından takip etti süreci. Özellikle kadınlar için çok sembolik meseleydi, laik yaşam tarzını savunanlar için de ve iktidar yanlıları için de. Toplumların bir ruh hali var, bilinçdışı da var. Herkesin şu an korkuları var. Örneğin ben, bazı şeyleri ilk kez daha iyi anlıyorum; 1915’in Nisan ayındaki bir Ermeni’nin ruh hali. Bu ara hep onu düşünüyorum. Geliyordur dalga dalga, hissediyordur. Bir gecede olmadı bu işler veya 6-7 Eylül, 4 Eylül’de bir Rum’un ruh hali ya da Maraş katliamından bir gece öncesi. Toplumun her şeye gebe olduğu bir dönemdeyiz ve bütün bu ruh halleri üzerine daha çok düşünebiliriz. Bizim de bilinç dışımızda bunların hepsi var. Bu yüzden kadının bedenine yönelik o saldırılar, adamın doğrudan o tekmeye yönelmesi. Yani hepimizin bilinç dışındaki şeyler canlandı, canlanıyor. İktidarınki de canlı şu an. Bununla birlikte iktidarı destekleyen insanların da çok umut içinde olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar bizim taraftan bakıldığında şu an zafer sarhoşluğu yaşıyorlarmış gibi görünse de. Ş. Sünnetçioğlu: İktidar tarafında da çıkar ilişkileri başka türlü kaygılar doğuruyor: Konumlarını ve kazanımlarını kaybetme kaygısı. C. Dindar: Dışarıda ne oluyorsa içeride de oluyordur. Belki de içeride ne oluyorsa dışarıya da yansıyordur. Siyaset bilimi açısından da eğer muktedirler tam güçlülük hissederlerse topluma da ilkel bir versiyonunu yaşatıyorlar. Ve bu türün tarihinin yeniden yaşatılması oluyor. Tarihte ilk emek bölüşümü nasıl kadınla erkek arasında cinsiyet temelli ise ve ilk eşitsizlik örneği buradan ortaya çıkmışsa sonrasında kuşaklar arasında ve kuşak içi emek bölüşümüne dair eşitsizlikler de meydana gelmiştir. Bu eşitsizlik tarihini böyle böyle sınıfsal eşitsizliklere getirebiliriz. Kutsal zamanda bunun izlerini görüyoruz. Nedir o? Kadın yüzünden cennetten kovulduk söylemi. Havva, Adem’i kandırdı, yasak meyve yendi, yılana uyuldu hikayesi. İbra-


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız himi imandaki anlatıyı yani Tevrat’ta, Yeni Ahit’te ve Kur’an’da geçen kutsal zamanı konuşuyoruz. Yaratılış mitosundaki yılana uymak. Yılan da ruhsallıkta boyut itibariyle hep fallus gibi algılanır. Oysa ana tanrıça temsilidir ve ağız itibariyle kadın organı temsilidir, tanrıça temsilidir. Bu anlatının alt metninde kadının arzusu nedeniyle cennetten kovulduk vardır. Sonrasındaki Habil ile Kabil anlatısı. Orada da yine ensest yasağı da vardır. Aynı batından olan kız ikizini isteme vs. mevzuları, velhasıl çoban tarımcıyı öldürüyor ve tarımcının asıl sahip olduğu kadının bitki bilgisi… Yani yine kadını dolaylı olarak devreden çıkaran bir anlatıdır ve aynı zamanda kardeş katlidir. Üçüncü anlatı da İbrahimi imanın tam teslimiyet anı: “İstiyorum, yapacaksın, oğlunu kurban edeceksin. Bunu yaptığın zaman bana inandığını göreceğim” hikayesi. İbranilere göre Hz. İshak Müslümanlara göre Hz. İsmail… Şimdi AKP dönemine bakarsak Avrupa Birliği’ne giriş, şahlanan büyük Türkiye’yle bir cennet duygusu yaşattılar ama sonra tam da kadın bedeni üzerinden üç çocuk söylemi, toplumsal yaşamda kadının nasıl giyineceği, nasıl güleceği tartışmaları bunu izledi ve Gezi’de Habil ile Kabil diye ikiye böldüler. Habil ile Kabil tartışmasında. Habillerin birleşme ve yeni bir toplumsal sözleşme yapma olanağının çıktığı 7 Haziran’da da oğul kurbanları geldi. Şehitlik, vatan, millet uğruna ölmek… Diyebiliriz ki o kutsal zamanı hızlandırılmış bir şekilde neredeyse yaşadık. Bunu biraz tersine çeviren/çevirebilecek şeyler neler olabilir belki bunları da düşünmek lazım. M. B. Şahin: Sol melankoliden konuştuk ve şimdi 7 Haziran’dan. HDP’den konuşursak, sanırım ilk defa sol melankolik değil de daha güler yüzlü daha umut vaat eden bir dil kurdu, kampanya yürüttü. Sanki o yüzden bu kadar etkiliydi, farklıydı. E. Sandıkçı: O da bir cennet modeli değil mi aslında? Protesto etmek yerine bir model sundu. C. Dindar: Burada dinsel ideolojiye sahip bir siyasi hareketten söz ediyoruz. Milli görüşten kaynağını alan ve bir dönüşüm sağlayan bir hareket olarak kendi ideolojik fantezisini topluma yaşattığını görmemiz lazım diye söyledim yoksa biz de kendi fantezimizi kuralım diye değil. Bir de şunu ekleyeyim: Belki karşımıza bir sürü nesne yerleşmişken yine kendimize mi saldırıyoruz gibi algılanabilir kendine dönüp eleştiri yapmak, fakat kendine bakmayan bir gözün siyaset üretme şansı yoktur. Toplumsal dönüşüm açısından hem sol hareket üzerine hem de Kürt hareketi üzerine düşünmemiz, ne yaşadık ve kendimize ne yaşattık sorularını sormamız; “ne yapmalı, nasıl yapmalı” sorularının cevaplarını araştırmamız gerekiyor. Bu sorular çok uzun zamandır en azından bizlerin yaşam alanlarında çok az soruluyor. Özellikle liberal düşünceyle ve eylem

pratiğiyle geçişli yanlarımızı çok iyi konuşmamız lazım, kaba tabirle nasıl paketlendik? Mesela 7 Haziran seçimlerini söylediniz. Demirtaş’ın modelini düşününce Syriza ve Çipras geliyor akla ama bir başka tipoloji de biliyoruz: Kennedy modeli. Genç, yakışıklı, şakacı, kültürle alışverişi sağlam… Fakat jeste indirgenmiş Amerikan tarzı liberal siyasetin modeli değil mi bu? M. B. Şahin: Saz çalıyor. C. Dindar: Başımız üstüne fakat o siyaset yapma tarzı benim kastettiğim siyaset de değil. Bunu söylemek istiyorum. R. Keskin: Söz, sola ve muhalif harekete gelmişken solun eyleme halini ve eylediğini gösterme biçimini biraz konuşabilir miyiz? Sol siyasette de bir sıkışmışlık var. Bir yandan egemenlerin baskısı artmış durumda fakat diğer yandan sol, konuştuğumuz üzere belli mahallelere sıkışmış halde, Alevi ve Kürt tabanın ötesine açılamamakta, eyleme biçimimiz yaratıcılıktan uzaklaşmakta; basına dönük sansürle birlikte muhalefetin sesi kısılmış durumda ama sansür öncesinde de özellikle sosyal medyada muhalefetin diline baktığımda yaşananları şiddet dozu yüksek görüntülerle ve dille anlatma durumu söz konusu. Bu durumu kitlelerin geri çekilişiyle birlikte düşündüğümüzde, “karşımızda çok güçlü bir şey var ve çok şiddet dolu bir şey ve bizim en ufak bir hamlemizde bizi de bastırabilir; ben bu büyük güce karşı ne yapabilirim ki” vs. gibi hislere yol açarak kitlelerde daha büyük bir sıkışmışlık ve kapanma hali yaratma olasılığı nedir? C. Dindar: Gerçeklikten kaçamayız elbette fakat siz bir maruz kalmadan bahsediyorsunuz ve bu işleme biçimine itiraz ediyorsunuz. Bizim alanımızdan bir örnek vereyim: Freud’un “Bir Çocuk Dövülüyor” makalesinde tam da o şiddette meyyal, ne zaman döveceği belli olmayan, despotik babanın gölgesi vardır. Sözle temas edemiyor, o çocuk şu hale gelir ve şöyle der bir süre sonra: Babam beni seviyor çünkü dövüyor. O dayak yeme hali ya da çok dayak yedim’i gündemde tutma hali bir yanıyla muktedirle bir temas hali. R. Keskin: Peki, sizin daha önce yaptığınız röportajlarda da bahsettiğiniz bir şey bu: Sözün bitişi ve bakışın egemenliği. Bakma, izleme ama kendi iradesiyle hareket edememe durumu. C. Dindar: Tabi o dilin alanına kapılıyoruz. Dediğiniz doğru ve maruz kalmış oluyoruz, bir irademiz varmış gibi değil. Gezi’nin bile en yumuşak karnıydı bu. “Gezi’nin lideri yok, lideri yok deniyordu” oysa vardı, Erdoğan’dı ama negatif lider olarak. Sürekli olumsuzlanan ve karşıya yerleştirilen ama hep oraya bakılan biriydi. Tüm olumsuzlamalarla mutlak kötü haline ge-

48

tirildi. Gezi’yi yaratan koşullar da Erdoğan karşıtlığına indirgendi ve onda temsil edildi. Oysa Gezi’nin en önemli eylemleri bence neoliberal dönemde parlamış sermayecilere yönelik olanlardı. Habertürk önündeki eylemdir, NTV’nin önündeki eylemdir… Neo-liberalizmin parlattığı sermayeyi karşısına aldı ya da neredeyse alıyordu diyelim. Y. Yücel: Ben de şunu ekleyeyim “Bakınız” gibi bir cümlesi daha var Erdoğan’ın “Sen kimsin ya?” en çok kullandığı kelimelerden biri de bu. Trump’a da diyor, Berkin Elvan’ın annesine de diyor, Soma’daki işçiye de diyor. C. Dindar: Biz bir kişinin ruhsallığını toplumsal kader gibi yaşıyoruz. “Bi’at ve Öfke”de çalıştığım için anlayabiliyorum niye öyle dediğini. Mahallede bir kadına küfrettiği için ayaklarından tavana asılmış bir çocuk aynı zamanda sözünü ettiğimiz kişi ve bu tür öyküleri olan kişilerin, ruhsal dünyasında kendini en çok yakaladıkları an gerçek anlamda o baba ya da anne, her kimse döven, o dövülürkenki kendi bakışını, ancak başka bir mazlumun, mazlumlaşmış kişinin bakışında yakalayabilir ve aslında o cümlede “Ben artık oldum, sen değilim” diyor. “Sen kimsin” değil, “Ben sen değilim”. Bizlerin kısa vadede sağlam bir siyasal dönüşüm sağlama olasılığımız düşük. Bunu sırf Türkiye’ye bakarak söylemiyorum. Dünya’da bunun rüzgarı yok. Sağcılığın dibine vuran bir dünyada yaşıyoruz ve yıkıcılık boyutu da giderek artıyor. Kültürün küreselleşmesinden, burjuva kültürünün, Batı birikiminin küreselleşmesinden söz ediliyordu. Postmodern metinler vs. ile birlikte kendi kimliğini kişiliğini koruyarak bu kültürün bir parçası olabilirsin deniyordu, vaat edilen buydu. Biz sadece şiddetin küreselleştiğini görüyoruz. Sınır falan da tanımıyor şiddet. Kabil’de de patlıyor, Paris’te de patlıyor. Böyle bir dönem içindeyiz ama şöyle bir şansımız var gibi geliyor: Kültür yaratabiliriz, düşünce üretebiliriz, eylem pratikleri üzerine düşünebiliriz ve yaşamın nasıl olursa insani bir yaşam olacağı üzerine kafa yorabiliriz. Beni kişisel olarak en çok ilgilendiren yanı bu oluyor. Bir de bir gelecek vaat eden metinlerin üretilmesinde yarar olabilir ve bir şey daha; ne olursa olsun birlikte yaşayacağız. Evet, çok kanlı bu coğrafya… Cemal Süreya’nın dediği gibi “acı dirlik coğrafyası” yani dirliğinde bile acı var ama tek şansımız var yine de karşıtımıza insani bir dille seslenmek. Y. Yücel: İşçi sınıfının fikrini sistematize ederek modern dünyada Marks ve Engels yazdılar. Bunun üzerinden epeyce bir zaman geçmiş oldu ve bu dünyada o ilk büyük kalkışma (Sovyet Devrimi) yakın zamanda 99. yıl dönümü oldu, seneye 100. O dünya 1990’larda kayboldu. Komünist Manifesto, “Avrupa’da bir he-


fena halde dayak yemiş bir halkın çocuklarıyız yula dolaşıyor” diye başladı. Biraz önce dediniz, iyi metin çok uzun zamandır çıkmıyor. 90’larda dünyanın bir kutbunun çökmesiyle birlikte çok boyutlu insani dramlar yaşandı. Eskiler yeniden konuşulmaya başlandı. Sovyetleri konuştular. Sessizlikte fısıldaşanlar o dönemin baskı biçimlerini konuştular, kötülüklerini ve iyiliklerini konuştular. Bir zamanlar Avrupa’da, dünyada dolaşan heyula artık görünmez bir hayalet midir ? C. Dindar: Komünizm düşü, Sovyet dönemiyle önemli bir deney yaşadı ama onunla sınırlı bir şey değil, onu aşan bir anlatı bu. Ayrıca belki kendisi de eleştiriye muhtaç. Kendimizi mevcut anlatıda sürekli saldırdılar, yıktılar diye de rahatlamamamız lazım. Lenin, “Felsefe Defterleri”nin önemli bir bölümünü 1905’ten sonra kaleme almıştı. 1905 yenilgisinden sonra Lenin “Bu iş böyle gitmiyor, demek ki bize başka bir akıl lazım” diyor ve Hegel okumaları yapıyor. Kendiliğindenliğin ve tarihe dair determinizmin yerine irade göstermek lazım fikrini geliştiriyor. Yani “tinsel varlık” olmak… iradesi olan varlık. Bu türden başka bir aklın peşine düşmek lazım, güncelin belirleyiciliğinden ya da mevcut garabetin belirleyiciliğinden nasıl yakamızı kurtarabiliriz diye düşünmek lazım… Kör umut söylemlerine kapılmadan veya gerçeklikten kaçış kolaycılığına savrulmadan ve karamsarlığa da tahammül ederek… Çünkü durum çok parlak görünmüyor. Bu karamsarlığa da tahammül ederek kardeşlik pratiğini nasıl geliştirebiliriz, birlikte yaşama kültürünü nasıl yeniden düşünebiliriz. Türkteki Kürt kim? Kürtteki Türk kim? Bu tür diyalektik geçişler beni daha çok meraklandırıyor. Karşıtına seslenme becerisini siyaset pratiğinde nasıl yapabiliriz? Kendi grubunu diri tutmak sağcılığın özü, onu biliyoruz, bizim işimiz değil o. E. Sandıkçı: “Ne yapmalı?” sorusunu ve “Karşıtımıza insani bir dille seslenmeliyiz” fikrini çok önemli buluyorum. İktidar

şiddeti üretirken, insanlara şiddet uygulatırken karşısındakini insani özelliklerinden arındırıyor; “O insan değil ki” diyor. O yüzden insanlar askere gittiğinde Kürtlere rahat şiddet uyguluyor ya da IŞİD bu mekanizmalarla şiddeti gerçekleştiriyor. Onlar insan değil, şeytani yaratıklar ve temizlenmesi gereken kirlilikler diye bakıyor şiddet uyguladığına. Halbuki bizim bu toplumla bir işimiz varsa, insani bir yaşam sürmek istiyorsak karşıtımıza insani bir dille seslenmemiz çok önemli. C. Dindar: 10 Ekim ve sonrasındaki yuhalamayı ve benzer örnekleri düşündüğümde aslında bu dönemin temel duygusu ne suçluluk olacak ne de üzüntü, utanç kalacak. Oradaki temel utanç dinamiği de şudur: Utanç kendi yaptıklarınla ilgili hissettiğin bir duygu olmaktan çok kardeşinin yaptığından beslenir. Bir grup kardeşimiz Konya’da stadyumda başka kardeşlerimizin katledilmesini anma anında yuhaladı. Mesela bunun utancı… E. Sandıkçı: Peki toplumsal dönüşüm nasıl olacak? Toplumsal dönüşümün öznesi olanların, toplumların o ruh halini anlaması gerekiyor, o toplumun ruh hali kafandaki tahayyülden farklı olabilir ve bu anlaşılmadan siyaset yapılamayacağını düşünüyorum. Lenin’in, bir toplumsal dönüşümü sağlamış biri olarak toplumun ruh halini anlamada müthiş bir yeteneği var. Toplumun psikolojisini yakalayabilmek çok önemli. Toplumu harekete geçirmek istiyorsun hep, kızıyorsun ama o, kendi ruh hali uygun olduğunda, kendisi hazır olduğunda geçiyor. Yani bir şeyi iterek, kakarak, tarihsel olarak çıkman gerekir düşüncesine sahip olarak çıkartamıyorsun. O yüzden bir ruh hali var. Bu ruh halleri bazen toplumsal hareketlerle, politik örgütlenmelerle kesişebilir ama bazen de kendi ruh halimiz toplumun ruh haline denk düşmeyebilir. Mesela Diyarbakır niye tepki vermiyor deniliyor. Diyarbakır tepki geleneği olan bir toplum çok rahat

kolektif tepki verebilir, böyle bir geleneği var, böyle bir birikimi var ama şu an tepkisi yok. Bunun bir dili, bir ruhu hali var. Bunu insanları onlarca toplantıya iterek gerçekleştirmeye çalışmanın karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Böyle çıkamayacağımızı düşünüyorum. O çıkacağı zaman da altında kalıyoruz, yıkıyor geçiyor. O ruh halini anlamadan, ne zaman çıkacağını, niye çıkmadığını anlamadan siyaset yapılamayacağını düşünüyorum. Ş. Sünnetçioğlu: Şu anda yapılanların bugüne ait olduğunu düşünmüyorum zaten. Şu anda yaptıklarımız geleceğe ait. Bizi daha çok beklenti hali umutsuzluğa düşürüyor. Bir şeylerin hemen olmasını, gerçekleşmesini istediğimiz zaman umutsuzluk yaşıyoruz. Ama o beklentiyi biraz ötelersek, kardeşlik kavramı üzerinden tartışmaları yeşertebilirsek geleceğe dönük bir şeyler çıkabilir. R. Keskin: Yeni bir dil yaratmaktan ve kardeşleşmekten bahsettiniz. 12 Eylül’den başlattınız ben sadece son bir yılda yaşananları düşüneyim. İnsanlarda çok büyük öfkeler birikiyor. Bunun yanı sıra bir toplumsal mücadele içinde olanların da en azından bir kısmının huzursuz olduğu bir nokta var. O da şu: müdahil olamamak, özne olamamak. Cinsel istismar, çocuk ölümleri, kadın cinayetleri, işçi katliamları, çoğaltabiliriz bunları. Dolayısıyla bir distopyanın içine atılmış olma hissi. Tüm bunlarla birlikte yeni bir dili kuracak üretkenliğin kanalları nasıl açılabilir? C. Dindar: Distopya içinde olduğumuz hissi dışsal bir olgu olduğu kadar kendi iç dünyamızda yaşadığımız bir şeydir, dışarının yoksulluğu içimizi de çok yoksullaştırdı; çölleştirdi. Böyle bir sorun yaşıyoruz hepimiz. Sabah kalkıyoruz ve günlük yaşamımızda da zihinsel yaşamımızda da baskıyla özdeşleşmiş adlarla işgal edilmiş başlıyoruz yaşamımıza. Yeni bir kavram öğrenerek uyuduğumuz çok az ama yeni bir zalimin adı, yeni bir alçağın adı eklemleniyor her uyandığımız güne. Bu bizi, iç dünyamızı, aklımızı çok yoksullaştırıyor. İşgal ediyor. O yüzden düşünme, doğru düşünme yeni bir mantıkla düşünme, yeni bir akılla düşünme ve kavramları yeniden yerli yerine oturtma sevdası bana çok kurtarıcı gibi geliyor. Bunun yaşama sevinciyle de çok ciddi bir bağı olduğunu düşünüyorum. R. Keskin: Uzun saatlerdir Türkiye’nin toplumsal psikolojisi üzerine konuşuyoruz. Bu elbette hemen konuşup bitirebileceğimiz bir konu değil hatta değindiğimiz her bir başlık için ayrı ayrı sohbetlere ihtiyacımız olacak. Bu ihtiyacı göz ardı etmeden hepinize bu söyleşiye katıldığınız için Siyaset dergisi adına teşekkür ederiz.

49


işçi cephesinde neler oluyor? grev, boykot, ıvır zıvır… 15 Temmuz’dan sonra işçi sınıfına yönelik saldırılar epey yoğunlaştı. Bu, RTE’nin dediği gibi grev ve direnişlere yönelik fiili saldırıların yanı sıra, bir süredir, Meclisin çeşitli koridorlarında dolaşan ve sınıfın hayatında ciddi değişimlere neden olacak yasaların çıkarılması şeklinde sürüyor. Necla AKGÖKÇE

O

HAL’in üç ay daha uzatılmasından sonra Recep Tayyip Erdoğan muhtarlara bu uzatmanın ne kadar da iyi ve gerekli olduğunu anlattığı konuşmasında şöyle demişti: “Grevdi, boykottu, ıvır, zıvır bir şey var mı? Yok!” Birkaç gün önce işçi sınıfının artık ortalama ücreti haline gelen asgari ücretin Türk-İş tarafından 1600 TL olarak hesaplanmasına bile dayanamayan hükümet ricali, isteyebilirler ama bütçe belli derken, ez kaza iki üç birim artışlar için de patronlara “Geçtiğimiz yıl asgari ücrette yüzde 30 artış yaptık. Bu işvereni dünya ile rekabette ciddi manada zorladı. Bu zorluğu aşabilmek adına hükümetimiz ve Maliye Bakanlığımız bu asgari ücretin tolere edilmesiyle ilgili işverene ciddi bir destek sağladı. Bu yıl da o destek devam edecek” diyordu, yani merak etmeyin size bir şey olmayacak garantisini veriyordu. Önümüzdeki günlerde de OHAL koşulları altında işçi direnişleri engellenecek, işçilerin büyük bir bölümü üç kuruşa talim ettirilecek, bu arada ücret hakkı başta olmak üzere varolan sosyal hakları tasfiye edilmeye devam edecek. AKP hükümeti iktidara geldiğinden beri neoliberalizm ve muhafazakârlık çerçevesinde bir emek rejimi inşa ediyor, bu rejim kapitalistlerin çıkarlarını işçi sınıfının çıkarlarının üzerinde tutuyor daima. O tarafa bakmadığımız için pek görmüyoruz ama 15 Temmuz’dan sonra işçi sınıfına yönelik saldırılar epey yoğunlaştı. Bu, RTE’nin dediği gibi grev ve direnişlere yönelik fiili saldırıların yanı sıra, bir süredir, Meclisin çeşitli koridorlarında dolaşan ve sınıfın hayatında ciddi değişimlere neden olacak yasaların çıkarılması şeklinde sürüyor. Kocaeli’nin Yüksel Endüstri fabrikasında işçiler çalışma koşullarının düzeltilmesi için sendikalı olmaya karar verip, Birleşik Metal- İş Sendikası’na üye oldular; işyerinde gerekli çoğunluk sağlandı. Patron durumu öğrenince işçileri işten attı. Atılanlar basın açıklamasıyla durumu protesto ederken, araya kaymakamlık, jandarma girdi, OHAL koşulları bahanesiyle işçi-

leri gözaltına aldılar. Avcılar direnişinden BOMİ Roche direnişine kadar engellemelerin boyutunu görmemiz mümkün. Yasalardan da bir örnek verelim. OHAL’in işçilerden neyi alıp götürebileceği, Bireysel Emeklilik Yasası ile görüldü. Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi (BES), 15 Temmuz darbe girişiminden sonra işçi haklarına yönelik ilk darbeydi. 11 Ağustos 2016 tarihinde “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa Tasarısı” Meclisten geçerek yasalaştı. Yasa 1 Ocak 2017’de yürürlüğe girecek. Emeklilik tüm çalışanlar için sosyal hak çerçevesinde tanımlanmış yasalarla güvence altına alınmış genel bir haktır. Hükümet, “Zorunlu BES” ile özel emeklilik sigorta şirketlerine işçilerin üc-

50

retlerinden para kesintisini zorunlu hale getirerek, çalışanın cebinden özel sigorta şirketlerine kaynak aktaracak, aynı şekilde devlet de kendi kaynaklarından özel sigorta şirketlerine çalışanların sistemde kalması için teşvik adı altında para transfer edecek. Yasanın uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, asgari ücretin altında bir ücretle çalışmanın yasak olduğu ülkemizde, yapılacak olan 50 TL’lik bir kesinti ile asgari ücretlinin ücreti, asgari ücretin altına devlet eliyle düşürülmüş olacak. Pratikten öğrenmek Fakat OHAL sadece koşulları daha uygun kılıyor. Esasında 2004-2023 Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde, emek piyasalarının işçiler aleyhine reorganizasyonu için neler yapacaklarını sıralamışlardı.


işçi cephesinde neler oluyor? grev, boykot, ıvır zıvır... Neydi bunlar? Kiralık işçilik, bunu uygulamaya sokacak olan özel istihdam büroları, kadınlar için yarı zamanlı çalışma, kıdem tazminatının fona devredilmesi… AKP Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde, katı olarak değerlendikleri emek piyasalarını esnekleştirmeye yönelik, sıraladığı bu maddelerin ikisini geçtiğimiz günlerde gerekli yasa ve düzenlemeleri yaparak uygulamaya koydu. Sadece kıdem tazminatının fona devredilmesi meselesi kaldı. Bilindiği üzere 20 Mayıs 2016 tarihinde Cumhurbaşkanı’nın onaylamasıyla, kamuoyunda kiralık işçilik yasası olarak bilinen, özel istihdam büroları aracılığı ile geçici iş ilişkisi kurulmasına izin veren 6715 sayılı “İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” yürürlüğe girdi. İşçileri kiralık işçi büroları tarafından işyerlerine belirli sürelerle kiralanmasının yolun açan yasanın yönetmeliği de hemen çıkarıldı. Hangi durumda kiralık işçi kullanılabileceğinin pratikteki işleyişini gösteren yönetmelik; temizlik, bakım ve mevsimlik işler gibi kadın işlerini istisnasız olarak özel istihdam bürolarının eline bırakmış durumda. Belli işkollarında özel istihdam bürosu aracılığıyla işçi kiralamaya sınır getiriliyordu güya ama bunu

denetleyecek bir mekanizma yok. Çoğu zaman bir işyerinde kadrolularla, kısmi çalışanlar birlikte bulunabiliyor. Bu işçi sınıfını bölme iki tür işçiyi birbiri aleyhine kışkırtmanın zeminini hazırlarken, sendikasızlarla sendikalı işçileri de çatışmaya sürüklüyor. Mecaplast, Monaco merkezli, uluslararası otomobil tekellerine plastik aksam üretimi yapan ve Gebze’de bulunan bir işyeri. Bu işyerinde çalışan işçiler Petrolİş Sendikası’nın Gebze Şubesi’nde örgütlüler. Geçtiğimiz günlerde patron yeni çalışma sistemine geçtik diye işçileri alıp bir görevden başka bir göreve veriyor, ama yeni görev yerinde işçiler 600-700 liralık bir iş kaybına uğruyorlar. Bu süreçte kadrolu işçilere de baskı artıyor. Çünkü işyerine bir süredir sözleşmeli işçi alınmaya başlanmış, sendikalı işçiler başta itiraz etmişler, ama sözleşmeli işçi alınması kanunda var, kanuni sınırla başlayan sözleşmeli işçi alımı, sınırları aşmış 20 iken 120 olmuş, bu işçiler asgari ücretle çalışıyor. Amaç, kadrolu işçileri tümüyle çıkarıp, özel istihdam büroları aracılığıyla sözleşmeli çalışanları almak. Demek ki ÖİB’ler aracılığıyla geçici süreli işçi kiralanması, sadece geçici işçiyi değil, aynı zamanda kadrolu, sendikalı nispeten güvenceli işçileri de etkiliyormuş. Peki, bu süreçte sendikalar kendi üyelerine işin bu yönünü anlatabildiler mi? Hayır. Pek çok işçi bunun kendilerini değil, başka işçileri ilgilendirdiğini düşündü. Kadınlara yarı zamanlı çalışmayı düzenleyen “Gelir Vergisi Kanununda Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair Torba Yasa” adı altında 10 Şubat 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. Yasanın 4857 Sayılı İş Kanunu’na bağlı olarak çalışan işçi kadınlara nasıl uygulanacağına dair yönetmelik ise 8 Kasım Salı günü yayımlandı. Bu yasa ve yönetmelik de yeni doğum yapmış kadınlar üzerinden kısmi çalışmanın bir kadın çalışması olmasının meşruiyetini dile getiriyordu. Kıdem tazminatı hakkını koruyalım Kıdem tazminatının fona devredilmesi işçi sınıfına yönelik en büyük saldırı. Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayımlanan ve kimsenin dikkatini çekmeyen 2017 hükümet programında yer alıyor. Başta DİSK ve ona bağlı sendikalar olmak üzere sendikaların bir bölümü kıdem tazminatının fona devredilmesine karşı olduklarını belirtiyorlar. Zira bu sendikalar kıdem tazminatını yıllar boyu mücadelelerle kazanılmış bir hak, işçinin işten çıkarılmamasının teminatı olarak görüyorlar, ki bu doğru bir tespittir. Türk-İş içindeki bazı sendikaların

51

hâlihazırda 30 gün brüt ücret olan bir yıllık kıdem hakkının 15 güne indirilmemesi şartıyla, kıdem tazminatının fona devredilmesi konusuna göz kırparken, Hak-İş başlangıçtan itibaren fona devredilmesine “evet” diyor. Olan oldu. Önümüzdeki günlerde işçi sınıfının temel gündemi kıdem tazminatı hakkını ellerinde kalan son kaleyi teslim etmemek için çalışmak olacak. Sendikalar AKP hükümetinin işçi haklarını gasp etmesine karşı şimdiye kadar iyi bir mücadele veremediler. Bu konuda da bir araya gelmeleri, ortak tutum almaları zor görünüyor. Bir kısmı bütünüyle hükümete teslim olmuş durumda, çünkü varlıkları ona bağlı. Teslim olmayanlar ise uzun zamandır, işçilerin somut taleplerinden hareketle bir politika geliştirme, refleksinden yoksunlar. Taban çalışması yapmıyorlar, AKP hükümetinin programı baştan beri belliydi. Sendikaların fabrika komiteleri kurarak bu programı eğitimlerinde, örgütlenmelerinde üyelerine anlatmaları, uğrayacakları zarar hakkında onları bilinçlendirmeleri gerekiyordu. İğneyle kuyu kazarak kitle çalışması yapmak yerine çoğu zaman az katılımlı basın açıklamalarıyla durumu geçiştirmeyi tercih ettiler. Sınıfın büyük bölümü, kaybedeceği ekonomik hakların ne olduğunu bile bilmiyor, ancak başına geldiğinde anlayabilecek. Sosyalist sola gelince, sosyalist sol bir iki küçük grup dışında, işçi sınıfı içinde ideolojik mücadele vermiyor artık. Evet, devletin ideolojik aygıtları gelişmiş, gazeteler, televizyonlar, sosyal medya hep onlara çalışıyor, ama bizim de elimizde sınıf ideolojimiz ve mücadele tarihimiz var… İşçi sınıfının artıdeğer sömürüsünü bilmemesi, fabrikadaki bu sömürüyü azaltma için greve gittiğinde, polisle, jandarmayla karşı karşıya gelmesinin bu sömürüyle bağlantısının kuramaması, doğrudan sosyalistlerin ideolojik mücadeleyi bırakmasıyla ilgilidir. Yapılacak şey bellidir: En küçük birimden başlayarak, işçi sınıfını somut durum üzerinden örgütlemek ve onlar üzerindeki ideolojik ablukayı kırmak. Bunun ilk duraklarından biri de kıdem tazminatının fona devredilmesinin, işçi sınıfı açısından ne anlam ifade ettiğini, çalışanların şimdilik bir kısmına dokunmasa da bunun genel bir hak kaybı olduğunu, her işçiye gerekirse teker teker anlatıp, “Yok zaten işçilerin yüzde 86’sı bu hakkı kullanamıyor” şeklindeki savunmanın kimler tarafından hangi amaçla uydurulduğunu deşifre etmektir. Bir hakkın pratikte anlamlı hale gelmesi için onu, taşeronundan kısmi süreli çalışanına kadar herkese teşmil etmenin gereği anlatılmalı. Kıdem tazminatı hakkını herkes için istemeliyiz.


“yeni” türkiye’nin yerli ve milli “kapital”i TÜSİAD sermayesi, AKP/saray tarafından “işbirlikçi” olarak yaftalanır, MÜSİAD sermayesi, “milli sermaye” mertebesine yükselirken, Fethullah Gülen Cemaati’ne mensup sermayedarların başına gelen “kayyum” vakası, “sermayenin kardeş katli” gerçeğini, TÜSİAD’ın üzerinde sallanan “Demokles’in kılıcı”na çevirirken, Müslüman’ın Müslüman’a saldığı bir Varlık Vergisi’ni akla getiriyor

Tolga TÖREN

C

umhuriyet farklı perspektiflerden hareketle farklı şekillerde tanımlanageldi. Kimine göre “radikal modernleşme”, kimine göre “tepeden modernleşme”, kimine göre “ceberrut devlet” geleneğinin devamıydı... Bu tanımlamaların gerçekliğin bir kısmını ifade ettiği kabul edilebilirse de hemen hepsinin ortak bir eksiğe sahip olduğunu söylemek mümkün: Cumhuriyet olarak adlandırılan süreci, Karl Marx’ın en önemli çalışmasının başlığı olmasının da gösterdiği üzere, kapitalist üretim ilişkilerinin temel dinamiği olan “sermaye”nin birikimi ile dahası, bir sosyal ilişki/süreç olan “sermaye”nin, adı –en azından şimdilik– Türkiye Cumhuriyet’i olan coğrafyada, hangi koşullarda biriktiği ile ilişkilendirememe. “Muasır medeniyet” Konuya buradan bakıldığında, Cumhuriyet’i kuran kadroların, kurdukları şeyin amacını “muasır medeniyet (çağdaş

uygarlık) seviyesine ulaşma” olarak tanımlamasının, baştaki tanımlardan daha gerçekçi olduğunu belirtmek gerekiyor. Bunun için ise “muasır medeniyet” olarak tanımlanan olguyu açmak gerekiyor. Friedrich Engels, ünlü çalışması Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’nde uygarlığı “...işbölümü, işbölümü sonucu bireyler arasında ortaya çıkan değişim ve bu iki olguyu çıkaran meta üretiminin tam olarak gelişerek, daha önceki toplumu altüst ettikleri toplumsal gelişme aşamasıdır” sözleri ile tanımlar (Sol Yay., 2002, s.174). Bu anlamda “uygarlık”, özel mülkiyet zemini üzerinde, devlet, kültür, aile, ideoloji gibi birçok alanın gelişimidir. Dolayısıyla “çağdaş uygarlık” ifadesi de özel mülkiyet zemininde kurulan bu ilişkilerin günümüzdeki versiyonudur. Bu da kapitalizmden başka bir şey değildir. Bu bağlamda, Cumhuriyet’i kapitalist üretim ilişkilerinin bu coğrafyadaki kuruluşunu ve sürekliliğini sağlamaya dönük bir proje olarak tanımlamak yerindedir.

52

Ulus devlet: “Kapital”in coğrafyası Böylesi bir kuruluş sürecinin olmazsa olmazlarının ilki ise, “sermaye”nin üzerinde birikeceği coğrafyayı, bu anlamda bütünleşik bir pazarı ifade eden bir egemenlik alanı ve o egemenlik alanının koruyucusu olarak ulus devlettir. Ulus devletin kuruluşu kapitalizm öncesi üretim tarzlarının getirdiği parçalı egemenlik alanının tek bir egemenlik alanında birleştirilmesini gerekli kıldığı ölçüde, bir homojenleşme sürecini de beraberinde getirecektir. Bunun anlamı ise, kapitalizmin kuruluş sürecine içkin bir sorun olarak ulusal sorunun açığa çıkışıdır ki bu, ulusal sorunun sınıf sorunu ile ilişkisini de ifade eder. Sürecin bir başka zorunlu/mantıki sonucu da, kapitalist üretim ilişkilerinin en önemli düşünsel zemini olarak rasyonellik olgusudur. Bu ise, dinsel dünyanın örgütlenme biçimini oluşturan Cemaat/ tarikat benzeri yapıların, gündelik yaşamın/siyasal alanın dışına çıkartılmasını gerekli/zorunlu kılar. Bu gerekliliğin/ zorunluluğun günümüze yansıması ise, siyasal İslam sorunu olacaktır.


“yeni” türkiye’nin yerli ve milli “kapital”i Bu bağlamda, bugün “Cumhuriyet” olarak adlandırılan kapitalistleşme projesinin altını oyan iki temel sorunun kaynağını onun kuruluş dinamiklerinde aramakta fayda var. Bu nokta, siyasal İslam ile mücadelenin ve ulusal sorunun çözümünün neden bir başka toplumsal projeye tekabül ettiğinin de açıklamasıdır aynı zamanda. Bir sınıf olarak “kapital” Yukarıda özetlenen süreç, egemenlik alanı olarak tanımlanan coğrafyada birikecek “sermaye”nin sınıfsal bir aktör olarak belirmesi ile baş başa gidecektir. Toplumsal işbölümünün ulusal temelde şekillendiği Osmanlı ülkesine yayılan Avrupa kapitalizminin daha çok liman kentlerinde yerleşik gayri Müslim/ gayri Türk sermayenin birikimine katkı sağlaması, bu sürece aynı düzeyde eklemlenemeyen “Anadolu sermayesi”ni, “milli mücadele” olarak tanımlanan sürecin en önemli destekçisi haline getirecek; bu durum Türk ve Müslüman olmayan sermayenin mülkiyetine zorla el koymanın zeminini yarattığı ölçüde Cumhuriyet projesinin sınıfsal yönelimlerini de belirleyecektir: “Milli” bir kapitalizm! Ya da tersinden, kapital birikimi (artı değer birikimi/sömürü) ama “milli”. Tam da bu nedenle 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’nde “yabancı sermayeye karşı davetkârız, ama kanunlarımıza uymak şartıyla” ifadesi kayda geçecektir. Bir başka ifadeyle, karşımıza çıkan antikapitalizmden yoksun bir antiemperyalist söylem, yani “millicilik”, “milliyetçilik”, bugünkü karşılığıyla “ulusalcılık” olacaktır. Öte yandan, bu “tüccar Anadolu sermayesi”, “muasır medeniyetler...” düsturuna uygun bir şekilde “Batıcı” olacaktır. Devlet ve sınıflar... Sermayenin ilişkisel boyutuna baktığımızda karşımıza bu ilişkinin tarafları/ aktörleri olarak devlet ve sınıflar çıkar. Sınıflardan bahsedildiğinde de, iki boyutun altını çizmek zorunlu hale gelir. Birinci boyut, sermayenin birikmesinin özünü oluşturan “artı değer”in yaratılmasına vesile olan, yani, sınıflar arası ilişkidir. Ya da işçi sınıf ile sermayenin çelişkisidir/çatışmasıdır. İkinci boyut ise, Marx’ın Kapital’de “sermayenin kardeş katli” metaforu ile tanımladığı sınıf içi ilişkidir, yani, sermayenin kendi iç çatışmalarıdır. Devlet ise, sermayenin birikmesinin koşullarını her daim garanti altına alan, bu anlamda sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlayan politikaları hayata geçirecek, (resmi) ideolojiyi oluşturacak kurum olarak karşımıza çıkar. Ama devlet aynı zamanda, bütün bu sürecin çelişkilerinin içerisinde cereyan ettiği bir ilişkidir de.

Bir süreç olarak “kapital” Kuşkusuz, bu ilişkilerin hiçbirisi durağan değildir. Kapitalist sistem, kriz ya da savaşlara bağlı olarak uluslararası ölçekte yeniden yapılandıkça ya da ülke içerisinde sınıfsal kompozisyon farklılaştıkça, “sermaye”nin birikmesi sürecinin aktörleri (sınıf içi ve sınıflar arası ilişkiler), devletin yapısı ve tüm bunlara bağlı olarak kurumlar, politikalar, (resmi) ideoloji(ler) yeniden yapılanacaktır. Tüm bunlar, aynı zamanda, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin neden 1920’lerin “açık ekonomi politikaları”ndan 1930’ların “devletçilik” politikalarına; İkinci Dünya Savaşı yıllarının Almancılığından İkinci Dünya Savaşı sonrasının Amerikancılığına; 1960’ların, kimileri “sola meyilli” kabul etse de Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin en önemli aşamalarından birisini oluşturan, “içedönük birikim süreci”nden 1980’lerin “dışadönük birikim süreci”ne “savrulduğunu” da açıklar. Bütün bu süreçlerde, aktörlerin, politikaların, devletin yapısının, (resmi) ideolojinin, neden birbirine zıt gibi görünen biçimler aldığını da: “Sermaye”nin birikmesinin sürekliliğini sağlamak... Tüm bunlar, 2000’li yıllarda, resmi ideolojinin aldığı biçimi de “sermaye”nin bir kesiminin bir başka kesiminin mülküne nasıl el koyabildiğini de açıklayacak. Ama devam edelim. Bir ilişki olarak “kapital” Türkiye toplumcu gerçekçi edebiyatının önemli isimlerinden birisi olan Erol Toy, Vehbi Koç’un hayatı eşliğinde Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecini anlattığı İmparator romanında, Koç’un, oyuna(“sermaye” biriktirmeye)girişini şöyle resmeder: “Oyuna girdiğinde kurtları ayıklanacak birkaç topak peyniri vardı.” O “birkaç topak peynir” biçimindeki sermaye, yukarıda açıklanan mekanizmalar aracılığıyla 1940’larda, ABD’den ithal edilen Phillips marka ampullere, General Elektrik marka motorlara, Marshall Planı kapsamında ithal edilen traktörlere dönüşür. 1950’lerde, adı Migros olacak marketler zincirine... 1960’larda ABD’li Ford ya da İtalyan FIAT ortaklığı ile kurulan ve iç piyasaya üretim yapan otomobil fabrikalarına... 1980’ler sonrasında ise, artık dış pazarlar için üretim yapan şirketler topluluğuna, holdinglere. Kuşkusuz, o “birkaç topak peynir”in holdinge dönüşmesi, içinde devletin, sınıfların yer aldığı, sınıf iç ve sınıflar arası ilişkilerin/çatışmaların yaşandığı, ideolojik söylemlerin kurulduğu, politikaların şekillendiği, bir sosyal ilişkiler bütünü içinde gerçekleşir. Tam da Marx’ın işaret ettiği üzere: Sermaye bir sosyal ilişkidir!

53

Çatışmalarla biriken “kapital” Bu sosyal ilişkiler, işçi sermaye çatışmasını olduğu gibi sermayenin kendi iç çatışmasını da beraberinde getirir. 1960’ların sonunda hepsi birden Odalar Birliği’nde temsil edilen sermayenin, “finans kapital” haline gelebilenleri, 12 Mart 1971 sonrasında kendilerini ifade etmek üzere TÜSİAD’ı kurar örneğin. Bir başka ifadeyle, artık iç pazarın yeterli olmadığı, daha fazla yatırım için daha fazla döviz kazanmak, dolayısıyla, dışadönük bir ekonomi gerektiği söylemiyle birlikte, kendi sınıf kardeşleriyle yollarını ayırırlar. Sözcülüğünü Necmettin Erbakan’ın üstlendiği Odalar Birliği’nde kalan, küçük kardeşler ise “adil düzen” söyleminin meşrulaştırıcılığı altında, devletten daha farklı politikalar talep edecek, ideolojik zemin olarak, İslamcılığa yaslanacaktır. 12 Eylül 1980 darbesinin demiryumruğu ve AKP ileri gelenlerinin, “demokratlığı” bağlamında yere göğe sığdıramadığı Turgut Özal’ın pamuk elleri (!) aracılığıyla uygulanan 24 Ocak 1980 kararları sonrasında, Türkiye, sermayenin, yolları ayrılan bu iki kesiminin uzlaşmasına şahit olur. 1990’lı yıllara geldiğimizde ise, kardeşlerin görece küçük olanı, bir zamanlar kendileri de “Anadolu tüccarı”olan TÜSİAD’cılar karşısında MÜSİAD’ı kuracak; eskinin Anadolu sermayesini “İstanbul sermayesi”, kendilerini ise “Anadolu sermayesi” olarak etiketleyecektir. Öte yandan artık belirli bir birikim düzeyini aşmış olan bu kesimler için Erbakan’ın “adil düzen” söylemi miadını doldurmuştur. Artık “adil düzen” söyleminden kurtulmanın yollarını arayarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde somutlanan “yenilikçi” kanadı oluşturacaktır. Sermayenin koalisyonu AKP 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana, ideolojik söylemini, küçük kardeşe yakın bir yerden kursa da, piri saydığı Turgut Özal’ın yolundan giderek, sermayenin farklı birikim düzeyine sahip kardeşlerini, daha fazla artı değer/sömürü zemininde bir araya getirdi. Milli Görüş geleneğinin, devleti tepeden ele geçirmeye dayalı İslamizasyon politikalarından farklı olarak, para (sermaye), din (ideoloji) ve kılıç (ordu/ polis) aracılığıyla toplumun hücrelerine “sızıntı”ya dayalı İslamizasyon politikalarına sahip Fethullah Gülen Cemaati de bu koalisyona davet edildi. Bu, Milli Türk Talebe Birliği’nin “Kanlı Pazar”ı ile Fethullah Gülen’in de içinde yer aldığı Komünizmle Mücadele Derneklerinin koalisyonu olduğu kadar, 12 Eylül 1980 destekçisi TÜSİAD da dahil, sermayenin farklı fraksiyonlarının da


“yeni” türkiye’nin yerli ve milli “kapital”i koalisyonuydu. Her koalisyon gibi, mutabakat ve çatışmalarıyla. Bu koalisyonun ortakları, daha esnek ve güvencesiz bir emek rejiminde hep uzlaşageldilerse de, faiz oranlarından döviz politikalarına, Merkez Bankası’nın bağımsızlığından teşvik politikalarına, devletin birikim sürecindeki rolüne, farklı talepleri dile getirmekten de geri durmadılar. AKP ise, zaman zaman çubuğu bu koalisyonunun farklı kesimlerinin taleplerine doğru bükse de, koalisyonu sürdürme konusunda hep çaba sarfetti... En azından birkaç yıl öncesine kadar. “Yeni” Türkiye’nin işbirlikçi ve milli “kapital”i Kapitalist sistemin içine girdiği 2008 krizi sonrasında, özellikle de son birkaç yıldır, AKP’nin sermayenin bütün fraksiyonlarını uzlaştırma konusunda daha az hevesli olduğunu söylemek mümkün. Son yıllarda, 2001 krizi sonrasında uygulamaya konan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) kapsamında hayata geçirilen, MB’nin bağımsızlığı, bağımsız düzenleyici kurullar, faiz/döviz politikaları, Avrupa Birliği ve diğer uluslararası kuruluşlarla ilişkiler gibi bir dizi politikanın, özellikle de koalisyonun MÜSİAD kanadı tarafından sorgulamaya maruz kalması bu bağlamda önemli bir gösterge. Bu sürecin saray ve AKP çevrelerince “yeni Türkiye” olarak tanımlandığını da geçerken hatırlatalım. “Yerli ve milli” olanların ve olmayanların da mimlenmesiyle birlikte. Bu bağlamda cumhurbaşkanının, 15 Temmuz 2016 darbesini “Allah’ın bir lütfu” olarak tanımlamasının, “yeni Türkiye” ülküsünün gerçeklik haline dönüşmesi için atılan bir işaret fişeği olarak okunmasında bir sakınca yok. Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül’ün 15 Temmuz 2016’yı “Türkiye için yeni Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi” olarak tanımlaması (Yeni Şafak, 27.07.2016)

ya da cumhurbaşkanı başdanışmanı Cemil Ertem’in, AKP ile koalisyon ortağı iken de terör örgütü olduğu şüphesiz olan Fethullah Gülen Cemaati’ni “üst aklın” “Türkiye merkezli taşeronu” (Milliyet, 19.07.2016) olarak tanımlaması ise bu işaret fişeğine top atışlarıyla eşlik etmesi olarak değerlendirilebilir. Bu yöndeki vurgular arasında dikkat çeken bir başka olgu ise, “eski” Türkiye’nin sermayesinin seslerinin görece kısılmasıdır. Örneğin, TÜSİAD, yeni Türkiye’nin “olağanüstü hal”, kayyum atamaları gibi olağanlıklarına! Kimi mahcup eleştiriler getirse de “yeni Türkiye” muhiplerinin gazabından kurtulamaz bu süreçte. Nitekim, TÜSİAD Başkanı Cansen Başaran Symes’in yakın zamanda “...güvenlik sorunlarımız son derece büyük, farkındayız...” sözleri ile yumuşatmaya çalıştığı “iktisadi kurumlar, demokratik hak ve özgürlükler, rekabet gücümüz, uluslararası zemindeki yerimiz, işbirliklerimiz” (Hürriyet, 19 Kasım 2016) konusundaki eleştirileri Sabah gazetesi yazarı Fahrettin Altun tarafından şu sözlerle karşılanır: “15 Temmuz darbe ve işgal girişiminin son olmayacağını hepimiz biliyorduk... Türkiye’de bir yönetim değişikliği meydana getirmek için kullanıyorlar. Türkiye’nin bir ‘ekonomik kriz’ yaşadığı imajını oluşturmak... istiyorlar. Hedefleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AK Parti hükümetini ‘ekonomik kriz’ algısı üzerinden indirmek. TÜSİAD’a ‘endişeliyiz’ açıklamaları yaptırıyorlar. Tıpkı Gezi kalkışması günlerinde, 17-25 Aralık ortamında, 6-8 Ekim olayları günlerinde olduğu gibi. PKK ve DEAŞ’ın el ele vererek Türkiye’yi kana buladığı zamanlardaki gibi.” (Sabah, 23.11.2016) Bu ve benzeri yorumları, TÜSİAD’ı PKK, IŞİD, Fethullah Gülen Cemaati ile eşitleyerek, “yeni” Türkiye’nin işbirlikçi/ milli olmayan sermayesi konumuna itme çabası olarak değerlendirmemek için hiçbir neden bulunmuyor. Bu itilmenin

54

etkisiyle olsa gerek, TÜSİAD, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile ilişkileri dondurma kararını ya da Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılmaya dönük açıklamalarına sessiz kalırken, “yeni Türkiye”nin “yerli ve milli” kapitalist örgütü MÜSİAD’ın başkanı Nail Olpak ise şu açıklamayı yapacaktır: “Biz işadamlarına düşen, seçilmiş hükümetimizin kararlarına saygı duymak ve desteğimizi sürdürmek... ülkelerimize daha fazla yatırım, daha fazla katma değer ve daha fazla istihdam sağlamak olmalıdır. Ülkemizin birlik ve beraberliğine sahip çıkmaya devam edeceğiz” (MÜSİAD, 26.11.2016). “Yeni Türkiye” ya da “sosyal Cumhuriyet” Peki, kapitalist sistemin bir kriz sonrasında uluslararası ölçekte yeniden yapılandığı, ırkçılığa batmış ABD’den, giderek daha da istikrarsızlaşan, otoriterleşen ve dağılmaya yüz tutan Avrupa Birliği’ne, “sermaye”nin insanlığa geçmişte sunduğu, ilerleme, kalkınma, özgürlük gibi bütün iddialarından soyunduğu bir zaman diliminde bütün bunlar ne anlama geliyor? Yeni bir Türkiye’nin, adım adım ve tıpkı eskisi gibi kan ile kurulduğu anlamına geliyor. Kuşkusuz, Türkiye’de yaşanan süreç kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yaşadığı krizden bağımsız değil. Kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yeniden yapılanması sürecinde, Türkiye’nin sermaye birikimi süreci de, aktörleri, devletin yapısı, politikaları ve ideolojisi ile yeniden yapılanıyor. “Kurtuluş savaşı”, “yerli ve milli” sermayesi, “işbirlikçi sermaye”si, tevekkülezorlanan emekçileri, “olağanüstülüğün olağanlaştığı” devleti, “eski” Cumhuriyet’in Türk – İslam ideolojisinin yerini alan İslam-Türk ideolojisi ve “eski” Türkiye’nin “muasır medeniyet” ile uzlaşma belgesi olan Lozan’ı sorgulayan maceraperestliği ile yeni bir kuruluş süreci bu! “Anadolu sermayesi” olarak başlayıp “İstanbul sermayesi” olarak yoluna devam eden TÜSİAD sermayesi, AKP/ saray tarafından “işbirlikçi” olarak yaftalanır, MÜSİAD sermayesi, “milli sermaye” mertebesine yükselirken, Fethullah Gülen Cemaati’ne mensup sermayedarların başına gelen “kayyum” vakası, “sermayenin kardeş katli” gerçeğini, TÜSİAD’ın üzerinde sallanan “Demokles’in kılıcı”na çevirirken, Müslüman’ın Müslüman’a saldığı bir Varlık Vergisi’ni akla getiriyor. AKP/saray şahsında Osmanlı’nın “kardeş katli” geleneğinin “sermayenin kardeş katli” yasası ile örtüşmesinin yarattığı sosyal yıkımın panzehiri ise, ezilenlerin “sosyal Cumhuriyet” mücadelesi. Hâlâ...


kriz mi, yoksa kriz mi var? ne var? Ekonominin içinde bulunduğu durum, “kriz öncesi son aşama olarak” adlandırılabileceği gibi, “ülkenin hali hazırda bir ekonomik kriz yaşamakta ya da kriz sürecinden geçmekte olduğu” biçiminde de tanımlanabilir. Mustafa DURMUŞ

T

ürkiye’de ekonomik bir kriz durumu var mı? Dolar lira karşısında 3,58 gibi tarihi bir zirveyi denemiş olmasına rağmen siyasal iktidar ve yanındaki medyada yapılan değerlendirmelere göre, Türkiye ekonomisi krizde olmadığı gibi, son derece sağlam temeller üzerinde duruyor. Onlara göre yaşananlar sadece 15 Temmuz darbe girişiminin ve dünya ekonomisinde yaşanan bazı çalkantıların geçici bir yansımasından ibaret. Muhalefet çevrelerine ve bazı ekonomistlere ve akademisyenlere göre; gerek “döviz kuru”, “borç stokları”; “faiz oranı” ve “bütçe açığı” gibi parasal göstergeler, gerek “ekonomik büyüme hızı”, “sanayi yatırımları”, “işsizlik” ve “cari açık” gibi reel göstergeler Türkiye ekonomisinin ciddi bir krizin içine sürüklendiğini, ciddi bir ekonomik durgunluğun hâlihazırda yaşandığını, ayrıca inşaat-emlak-bankacılık gibi son yıllarda büyümenin motoru olmuş bir sektör üzerinden bir finansal krizin çıkması olasılığının giderek arttığını gösteriyor. Bazılarına göre ise ekonomik kriz hâlihazırda mevcut. Küresel ekonomik durgunluk Türkiye’deki kriz sürecini hızlandırıyor Türkiye’de bunlar olurken dış konjonktür de lehte bir durum sergilemiyor. Zira ABD, AB ve Japonya gibi merkezler-

den gelen ekonomik verilere göre, küresel ekonomik durgunluk sürerken, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerde resesyon* devam ediyor, Çin’in dünya ekonomisini sürükleme gücü giderek azalıyor. Bu durumda hem üretim hem de dış ticaret anlamında reel piyasalarının, hem de borsa, döviz ve kredi ve bankacılık anlamında finansal piyasalarının ve bunlarla büyüyen sermaye kesimlerinin küresel kapitalizmle tam entegre olduğu, emperyalist-kapitalist sisteme bağımlı bir ekonomi olan Türkiye ekonomisinin bu gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değil. Ekonomi bu etkiyi, en son 2009 Haziran’ında kambiyo rejiminde yapılan değişiklikle giriş ve çıkışları sınırsız olarak serbest bırakılan yabancı sermaye akımlarının sert iniş çıkışlarının neden olduğu kur ve faiz artışı ve dış borçların geri ödenme zorluklarının neden olduğu iflaslarla ve işyeri kapanmalarıyla yaşıyor, yaşamaya da devam edecek. Örnek olarak, TOBB verilerine göre (21 Ekim 2016), Türkiye’de Eylül ayında kurulan şirket sayısı yüzde 17 düşerken, kapanan şirket sayısında ise yüzde 40 gibi yüksek oranda artış yaşandı. Türkiye, 2013 yılında FED’in parasal sıkılaştırma (tapering) kararının ardından dünyanın en kırılgan ilk beş ekonomisi arasında yerini almıştı. Bu rekor bir kez daha yenilenebilir. Kuşkusuz OHAL uygulamaları ve bunun giderek tüm muhalefeti ortadan kaldırmaya dönük ola-

55

rak genişletilmesi, dışarıda devam eden jeopolitik risklerin yanı sıra içerde politik risklerin artmasına ve politik krizin derinleşmesine neden oldu. Bu da yabancı sermaye yatırımları üzerinde çok etkili olan S&P, Moody’s gibi kuruluşların Türkiye’nin notunu, deyim yerindeyse “çer-çöp” düzeyine, yani “yatırım yapılabilir düzeyin altına” düşürmesine ve Türkiye ekonomisinin bu kez reel siyasetten kaynaklı bir krizin içine sürüklenmesine yol açtı. Krizin parasal göstergeleri İlk olarak lira tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor. Aynı zamanda resmi işsizliğin son beş yılın en yüksek noktasına gelmiş olması ve sürekli yükselme eğiliminde olması, hükümetin lira ile ilgili olarak atacağı adımlar anlamında manevra alanını iyice daraltıyor. Ekonomik büyüme ve istihdamı artırmak için faiz oranlarının düşürülmesi lirayı daha da zayıflatırken, enflasyonu yükseltecek, buna karşılık faiz oranlarının yükseltilmesi lirayı güçlendirirken ekonomiyi daha da yavaşlatıp işsizliği artıracaktır. Yani durum tam olarak bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumudur. Enflasyon, ekonomik faaliyetlerde yavaşlama olmasına rağmen momentum kazanıyor. Ekonomik faaliyetlerdeki son dönemdeki zayıflama fiyat artışlarını baskılayıp yıllık enflasyonun yüzde 9’lardan yüzde 8’lere düşmesini sağlasa da, Nisan’da yüzde 6,6 olan enflasyon Ekim


kriz mi, yoksa kriz mi var? ne var? ayında tekrar yüzde 8’e yükseldi. Diğer taraftan faiz oranının düşürülmesi biçimindeki mevcut genişletilmiş parasal politikalara rağmen kredi büyümesi yavaşladı. 2015’in ortasında yüzde 19 artış gösteren kredi büyümesi bu Eylül’de yıllık sadece yüzde 8 artış gösterdi. Bunun nedeni, artan politik belirsizlikler, zayıflayan yatırımcı güveni ve hassas döviz kurları. Bu da faizleri düşürerek (enflasyonu körükleyerek) ekonomiyi büyütmenin sınırlarına gelindiğinin bir göstergesi. Yani enflasyon artışı ile reel ekonomik büyüme arasındaki fark giderek büyüyor; reel büyüme daha da yavaşlarken enflasyon artıyor. Nitekim Uluslararası Para Fonu (IMF) Türkiye’de bu yıl büyümenin yüzde 3’ün altında, enflasyonun da 2016 ve 2017’de yüzde 8 dolayında kalacağı öngörüsünde bulundu. Dış finansman ihtiyacı artıyor Moody’s’in not düşürme gerekçelerinden birini oluşturan Türkiye’nin “dış finansman ihtiyacındaki artış” önemli boyutlara ulaştı. Bu da toplam dış borçlarının bu yılsonu itibariyle 328 milyar doları bulması beklenen ve hâlihazırda 200 milyar doları aşkın bir döviz pozisyonu açığı bulunan, önemli bir kısmı KOBİ durumundaki özel sektör firmalarının dış borçlarını çevirme imkânını azaltıyor. Bu durum önemli bir kısmı imalat sanayinde yer alan bu firmaların kitlesel iflaslarının ve kitlesel işsizliğin önünü açıyor. Bunun bu borçlara aracılık yapan bankalar üzerindeki etkilerinin de ağır olacağı kesin. Nitekim Türkiye’de 2016 yılı için ödemeler bilançosunu dengeleme ihtiyacı (milli gelir içindeki payı itibariyle), kısa vadeliler dahil olmak üzere, yüzde 30 oldu. Böylece Türkiye en fazla dış finansmana ihtiyaç duyan üçüncü ülke konumuna yükseldi (ilk sırada yüzde 48 ile Ukrayna, ikinci sırada yüzde 32 ile Çek Cumhuriyet’i var). Büyük çaptaki özel sektör şirketlerinin borçluluğu açısından Brezilya’nın şirketleri her 1 dolarlık öz sermaye karşılığında 1,16 dolarlık borca sahipler. Bunu 1,14 dolar ile Çin takip ederken, Türkiye 0,80 dolar ile altıncı sırada ve Rusya 0,54 dolar ile daha aşağılardan izliyor. Bu verilerin tarihinin Ocak 2016 olması Türkiye ekonomisinin kırılganlığının hem darbe girişimi öncesinde, hem de S&P ve Moody’s’in not düşürümü öncesinde mevcut olduğunu gösteriyor. Yani Türkiye ekonomisinin krize doğru gidişi darbe girişiminden önce başladı, ama sonrasında derinleşen politik krizle bu gidişat hızlandı. Sermaye çıkışları hızlandı Diğer yandan Moody’s’in not düşürümü yatırımcıların kaygılarını daha da

artırırken, Türkiye’nin uluslararası finans piyasalarında yeniden fiyatlanmasına da neden oldu. Önce S&P notu yatırım yapılabilir düzeyin iki adım altına düşürdü, Fitch ise kredi görünümünü negatife düşürürken, yatırımcı düzeyini sabit tuttu. Moody’s Temmuz’da ekonomiyi “gözlem altına” alırken, Eylül sonunda notu “yatırım yapılabilir düzeyin altına” çekti. Bu çekişle ratinge duyarlı yatırımcılar Türk kâğıtlarından çıkmaya başladılar (zira yatırım yapılması için en az iki kuruluşlun yatırım yapılabilir düzey notuna ihtiyaç var). Şu anda sadece Fitch’in notu bu düzeyde. Bu Aralık ayında Fitch’in de not düşürümü gerçekleşirse kriz daha da belirgin hale gelecektir. Nitekim TCMB verilerine göre, yurtdışında yerleşik kişiler, 4 Kasım haftasında net 12,3 milyon dolarlık hisse senedi ve 107 milyon dolarlık devlet tahvili vs. (DİBS) sattılar. Böylece yurtdışında yerleşik kişilerin bir önceki hafta 41 milyar 94,3 milyon dolar olan hisse senedi stoku, 4 Kasım haftasında gerçekleştirilen satış ve hisse senedi değerlerindeki azalışla 39 milyar 168,1 milyon dolara geriledi. Bu satışlar karşısında BIST 100 endeksi bir haftada dolar bazında yüzde 6,7 değer kaybetti. Yurtdışında yerleşik kişilerin DİBS stoku, aynı dönemde yapılan 107 milyon dolarlık net satışla 33 milyar 811,6 milyon dolardan 33 milyar 377,8 milyon dolara indi (Bloomberg). Risk algılaması arttı CDS’ler borç temerrüdü riskine karşı satın alınan sigorta poliçeleridir ve CDS düzeyleri belli bir anda ülkeyle ilgili piyasa hassasiyetini yansıtır. Örneğin,

56

ABD’nin 2013’teki parasal sıkılaştırması sonrasında lira cinsinden tahvillerin CDS’leri çok yükselmiş, buna karşılık petrol fiyatları düştüğünde de düşmüştü. OHAL uygulamaları CDS’leri tekrar yükseltti. Borsa, döviz ve CDS’ler gibi finansal piyasa göstergeleri finansal piyasaları etkileyen önemli bir etkenin “risk algılaması” olduğunu ortaya koyuyor. Ekonomiye ilişkin risk algılaması arttıkça faizler ve kurlar artıyor, borsa hisseleri düşüyor. Bu gelişim sırasında enflasyonun düşüşü bu gidişi olumlu biçimde fazla etkileyemiyor. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın enflasyona odaklanarak yaptığı faiz indirimleri çok da anlamlı sonuçlar vermiyor. Üçüz açıklar devrede Geçen yılın Eylül ayında 167 milyon dolar fazla veren cari işlemler hesabı, bu yılın Eylül ayında 1 milyar 684 milyon dolar açık verdi. Böylece 12 aylık cari işlemler açığı (cari açık) 32 milyar 412 milyon dolar oldu. Bu da yukarıda sayılan göstergelere ek olarak bir süredir düşük petrol fiyatları ve ithalat nedeniyle azalan cari açığın tekrar yükselme eğilimine girerek ekonominin krize doğru kırılmasında etkili olacağını gösteriyor. Gerek jeopolitik gerekse de politik risklerdeki artışlar, maliye politikalarının gevşetilmesi, bunun da AKP iktidarları döneminde daha önce görülmemiş bir biçimde bütçe açıklarının artmasına neden oldu. Politik kriz derinleştikçe (yeni anayasa, Başkanlık referandumu, uzatılan OHAL uygulamaları vs.) bu açık artmaya devam edecektir.


kriz mi, yoksa kriz mi var? ne var? Öyle ki merkezi yönetim bütçesi Eylül’de 17 milyar lira, Ocak-Eylül döneminde de 12 milyar lira açık verdi. Savaş ve OHAL harcamaları başta olmak üzere faiz dışı harcamalardaki hızlı artış, geçen yılın ilk 8 ayında milli gelirin yüzde 1,8’ini oluşturan bütçe açığını bu yıl aynı dönemde yüzde 2,4’e yükseltti (üstelik faiz ödemelerinin payı azalırken). Bu harcama artışının yarısı geçen yılın seçim öncesi verilen sözlerinden kaynaklanırken (SGK ödemeleri, yüzde 30 asgari ücret zammı ve vergi ve prim yapılandırma biçimindeki aflar) kalan kısmı savaş ve OHAL harcamalarından kaynaklanıyor. Hem politik hem de ekonomik gelişmeler yılın geri kalan kısmında mali gevşemenin devam edeceğini ve istikrarsız vergi gelirleri ve artan faiz dışı kamu harcaması nedeniyle açığın daha da artacağını gösteriyor. Nitekim hükümet, 2017 Bütçe Kanunu tasarısı ile büyük bir kısmı özel sektörden olmak üzere alması gereken 102 milyar liralık bir vergiyi (sermaye teşvikleri ve vergi ve prim borcu yapılandırması nedeniyle) almayacak. Geçen yıla göre, alınmayacak olan verginin miktarındaki artış oranının üç-dört katına çıkmış olması, hem ekonomik durumun ciddiyetinin, hem de olası anayasa oylaması ve başkanlık referandumunda geniş kitlelerin desteğine olan ihtiyacın bir göstergesi. Bu bağlamda bütçe verileri hem savaşçıotoriter, hem de popülist politikaların bir yansıması. Bütçe açığının da belirgin bir şekilde artmasıyla Türkiye şu anda, uzun süredir yaşamadığı ve ekonomi literatüründe “üçlü açık” olarak adlandırılan bir kriz tetikleyicisi mekanizma ile karşı karşıya. Sırasıyla Türkiye’nin bir tasarruf-yatırım açığı (-13 milyar), cari açık (-12 milyar) ve bütçe açığı (-25 milyar) aynı anda mevcut. Bu ekonomide yeni bir durum olarak krize gidişatı hızlandırıyor. Bunun sonucu hızlı sermaye kaçışları (çıkışları), döviz kurunun daha da yükselmesi ve faiz artışı ve nihayetinde borç krizidir. Türkiye benzer bir süreci 2001 krizinde yaşamış ve ardından mevcut AKP iktidarları işbaşına gelmişti. Yeni krizin yeni bir siyasal rejimi gündeme getirmesi bu nedenle yüksek olasılıktır. Ya da mevcut rejim hâlihazırda, OHAL aracılığıyla değiştirilerek böyle bir ekonomik kriz ertelenmeye çalışılmaktadır. Krizin reel göstergeleri Parasal göstergeler daha çarpıcı görünmeseler de, orta ve uzun vadede ekonominin durumunu belirleyen asıl göstergeler reel göstergelerdir. Zira bunlar kapitalist bir ekonominin sürdürülebilir büyümesinin temel kaynağını oluşturan sanayi yatırımlarının ve kârlılığın ne du-

rumda olduğunu gösterirler. Bu çerçeve içinde hem sanayi üretimi hem de döviz kazandırıcı işlemler olarak (ihracatın azalmakta olduğu bir dönemde ) turizm gelirlerinin önemi çok büyük. TÜİK verilerine göre, sanayi üretimi bu Eylül’de eksiye dönerek, yıllık bazda yüzde 3,1 düştü (bu da kuşkusuz 2016 yılı büyüme tahminlerinin yüzde 3’ün altına çekilmesi biçiminde bir revizyonla sonuçlandı). Detaylandırırsak, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde -3,7 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde -1,2 puan geriledi. Böylece 2016 yılının ilk çeyreğinde yatırım harcamalarının büyümeye katkısı yüzde 10,1 iken ikinci çeyrekte bu yüzde -0,6’ya kadar düştü. Bu gelişme yatırım yapma eğiliminin daha da zayıflamasına neden oldu. Özellikle de sektörel bazda da tekstil, inşaat ve mobilya gibi sektörlerde sert üretim düşüşleri yaşanmaya başladı. Bunun sonuçlarını bu sektörlerde kapanan şirketler ve işyerleri, ödenmeyen çek ve senetlerdeki artışlar ve işsiz kalan insan sayısında görebiliyoruz. Nitekim Ağustos ayında resmi işsiz sayısı 435 bin kişi artarak 3,5 milyonu buldu. İşsizlik oranı ise yüzde 1,2 oranında artarak yüzde 11,3 oldu. Bu oran tarım dışında yüzde 14’e yaklaştı. Gerçek ise işsiz sayısının 6,5 milyonu ve işsizlik oranının yüzde 17’yi bulduğu biliniyor. Talebin unsurları açısından bakıldığında sırasıyla hem dış talepte hem de iç talepte bir daralma yaşanıyor. Örneğin, dış talebi anlatan ihracat birim değer endeksi 2016 yılının üçüncü çeyreğinde bir önceki yılın üçüncü çeyreğine göre yüzde 3 azaldı. Bir diğer dış talep unsuru sayılabilecek ve döviz kandırıcı sektör olan turizm sektöründeki daralma ise çok daha vahim. Turizm gelirlerinde 2016 yılı ikinci çeyreğindeki yıllık düşüş yüzde 36 oldu. Yurtdışı müteahhitlik hizmetlerinin sağladığı dış talep yönlü genişleme de Rusya ile yaşanan gerilimin ardından büyük ölçüde devreden çıktı. İlişkilerin normale dönmesinin zaman alacağı biliniyor. Dünyadaki 250 en büyük inşaat şirketinin 42’sine ev sahipliği yapacak kadar inşaat sermayesine ağırlık veren Türkiye kapitalizmi şimdilerde Suriye ve Irak’ın savaş sonrasında yeniden inşasında pay alamama riski nedeniyle bir kriz yaşıyor ve siyasal iktidar bu krizi büyük çaplı altyapı projeleri (köprüler, havalimanları, otoyollar, HES’ler) ve kamu özel ortaklığı biçimindeki hastaneler ve okullarla aşmaya çalışıyor. İç talep açısından da durum iç açıcı değil. Bu durum 2016 yılının ilk ve ikinci üç aylarındaki büyümenin dinamiklerindeki gelişmeye bakılarak anlaşılabilir. İlk çeyrekte büyümeye özel tüketim har-

57

camalarının katkısı yüzde 5,5puan iken ikinci çeyrekte bu yüzde 5,2’ye geriledi. Bu durum artan kamu harcamalarıyla telafi edilmeye çalışıldı ve kamu harcamalarının büyümeye katkısı ilk çeyrekte yüzde 7,3 puan iken, ikinci çeyrekte yüzde 15,9’ a fırladı. İç talepteki bu düşüş, ekonomik gidişatın kötüleşmesinin tüketici üzerinde yarattığı olumsuz etkiler (tüketici güveni) olarak ele alınabileceği gibi, asgari ücret düzeyinin düşüklüğü, 6,5 milyon insanın işsiz olması ve OHAL sonrası kamudan atılmalar nedeniyle, aileleriyle birlikte yüz binlerce insanın gelirsiz kalma gerçeğiyle de açıklanabilir. Ekonomik büyüme hızı düşmeye devam ediyor Ekonomik büyüme verileri Türkiye ekonomisinin aşağıya doğru gidişini net olarak gösteriyor. Bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 4,7 büyüyen ekonomi, ikinci çeyrekte sadece yüzde 3,1 büyüyebildi. IMF başta olmak üzere hemen tüm kuruluşlar bu yılki büyüme oranının yüzde 3’ün çok altında olacağı konusunda hemfikirler (IMF yüzde 2,9 öngörüyor). 2016 yılında ekonomi, düşen yatırımlar ve azalan ihracat nedeniyle en iyi ihtimalle yüzde 2,8- 2,9 oranında büyüyebilir. 2017’de ise, Rusya’nın yasaklarının kalkmasının ve genişletici maliye politikalarının etkileriyle büyüme hafifçe canlanmaya başlasa da FED’in faiz oranlarını artırmasıyla ve gelecek yeni not indirimi ile borçlanma maliyetinin daha da artmasının neden olacağı iç tüketimin kısılmasıyla yüzde 2,5 seviyesine kadar düşebilir. Lehte uluslararası konjonktür sona eriyor Türkiye ekonomisi 2013 yılında, dünyanın en kırılgan beş ekonomisinden biri olarak işaret ediliyor ve yabancı sermaye akımlarının donması halinde, cari açığın finansmanının imkânsız hale gelmesi nedeniyle, bir krize girmesi bekleniyordu. Buna rağmen ekonomi, yavaşlamayı sürdürse de ciddi bir krize girmedi. Bunun ilk nedeni, kuşkusuz küresel çapta dolaşan yabancı sermaye akımlarının Türkiye’deki yüksek faizlerden faydalanmak için ülkeye girişlerini sürdürmeleriydi. Dışarıda özellikle merkez ekonomiler ve Rusya ve Brezilya gibi ekonomiler daha iyi durumda olmadığı ve getiri oranları buralarda daha düşük olduğu için Türkiye’ye ilgilerini sürdürdüler. İkinci etken ise özellikle 2014-15’teki petrol fiyatlarındaki düşüşler (100 dolardan35 dolara kadar gerilemişti) oldu. Şimdilerde petrol fiyatları yükselerek istikrara kavuştuğu gibi (tekrar 50 dolara kadar çıktı), diğer pozitif göstergeler de birer birer ortadan kalkıyor.


kriz mi, yoksa kriz mi var? ne var? Önümüzdeki aylarda Türkiye ekonomisini çok daha büyük sıkıntılar bekliyor. Bir başka anlatımla AKP iktidarları döneminde Türkiye ekonomisinin büyümesi yüksek cari açık verme pahasına gerçekleşti. Yani ülkeye giren spekülatif sermaye akımları ülkenin dışa sattığından daha fazlasını ithalat yoluyla satın alarak tüketmesini mümkün kıldı. Böyle bir büyüme ise finansın kaynağını oluşturan yabancı yatırımcıların paralarını Türkiye’ye getirmeleriyle elde edecekleri getirinin başka ülkelerde sağlayacakları getiriden daha yüksek olacağına inanmalarıyla ancak sürdürülebilir. Yatırımcılar bu inancı yitirdiklerinde para çıkışları olacak ve bu da ciddi sorunlara yol açacaktır. Yatırımcıların bu kararları üzerinde etkili diğer bir faktör, Moody’s gibi kuruluşların ülke notunu düşürürken kullandıkları politik riskler gibi ölçüler. Bu bağlamda başkanlık, anayasa tartışmaları ve OHAL uygulamaları son olarak AB ile iplerin gerilmesi ve ardından gelebilecek ekonomik

yaptırımlar yatırım kararlarını olumsuz etkiliyor. 2015-16 yıllarında Brezilya ve Rusya’nın resesyonda olması, Türkiye’nin yabancı yatırımcılar gözündeki cazibesini artırmıştı. Keza ABD’de faiz oranlarının beklenenden yavaş ve düşük artırılması da şu ana kadar olumlu bir etki yaratmıştı. Bugünlerde Türkiye krize doğru giderken, Rusya ve Brezilya’nın 2017’de resesyondan çıkması bekleniyor. FED’in bu Aralık’ta faiz oranlarını artırma ihtimali özellikle de Trump’ın başkan seçilmesinin yarattığı etkiyle hızla yükseliyor. Diğer temel meta ihracatçısı olan bazı yükselen ülkeler ekonomik olarak toparlanmaya başladılar. Bu da yabancı sermaye akımlarının merkez ekonomilerin yanı sıra toparlanan bu ekonomilere kayabileceğini gösteriyor. Sonuç olarak, ekonomideki durumu tanımlamada kullandığımız hem parasal hem de reel göstergeler ciddi bir ekonomik durgunluğun, düşük büyüme hali-

58

nin, yüksek özel sektör borç stoklarının, yüksek işsizliğin, artan gelir dağılımı adaletsizliğinin ve inşaat sektörü ve bununla bağlantılı finans sektörünün krize düşme potansiyelinin varlığına işaret ediyor. Yani krizin öncesinde gerekli tüm dinamikler harekete geçmiş durumdadır. Bu dinamikleri hızlandıran politik bir kriz de en yakıcı haliyle sürmekte, siyasal iktidar bu durum karşısında ya çaresiz kalmakta ya da umursamaz görünmektedir. Ekonominin içinde bulunduğu durum, “kriz öncesi son aşama olarak” adlandırılabileceği gibi, “ülkenin hâlihazırda bir ekonomik kriz yaşamakta ya da kriz sürecinden geçmekte olduğu” biçiminde de tanımlanabilir. Ekonomik krizler denizde çok uzaklardan geçen büyük gemilerin neden olduğu dalgaların kıyıya günler sonra ulaşması gibi hissedilir. * Bir ekonomi iki çeyrek üst üste küçüldüğünde ekonomi resmi olarak resesyona girmiş demektir.


anlık gelişmelere asırlık yanıtlar: dış siyaseti okuma güçlükleri!

Uluslararası sistemin hangi özellik ya da özellikleri bu kadar karmaşık bir dış siyaset zemini ortaya çıkarıyor? Gevşek iki kutuplu sistemi 25 yıl önce geride bırakan dünyamızda yeni sistemi nasıl adlandıracağız? Hakan GÜNEŞ

D

ış siyaset hiç olmadığı kadar karmaşık bir denklem içerisinde yürüyor. Ülke içindeki siyaset denkleminin karmaşıklığı uluslararası siyasal sistemin karmaşıklaşan doğasıyla birleştiğinde çeşitli olayları açıklamak hayli güçleşiyor. Sosyal medya çağında dış siyasetteki her gelişme, 140 karakterde ve iki saat sonra unutulacak şekilde analiz ediliyor. Hem olguları açıklamak hem de büyük tabloyu kaçırmamak için bu yazıda genelden özele daralan bir dış siyaset okuma yaklaşımı ortaya konulacaktır. Önce karmaşıklaşan yapıyı bazı örneklerle resmedelim: Bir bölgede askeri vekâlet savaşı içinde olanlar başka bir bölgede kapsamlı ekonomik projelerde ortaklaşabiliyorlar. Yarım asırlık ABD müttefikleri olan Pakistan gözlemci, Türkiye ise diyalog ortağı düzeyinde de olsa Şanghay İşbirliği Örgütü dış çeperinde yer alabiliyor. Hindistan silahlarını Rusya’dan alıp ABD ile ortak tatbikatlar gerçekleştiriyor. Bulgaristan NATO üyesi olmanın, Sırbistan ise AB ile bütünleşme çalışmalarının Rusya ile karşı karşıya gelmek olmadığını ileri sürüyor ve yıllar

sonra Belgrad, Moskova ile Balkanlar’a ortak tatbikat yapıyor. Tüm dünyada selefizmi finanse eden Suud Krallığı Mısır’da ılımlı İslam (İhvan) karşısında Sisi ile işbirliği yapabiliyor. Yemen’de kimin hangi tarafta savaştığını anlamak ise tam bir bulmaca. Son olarak Donald Trump alışıldık Amerikan siyasetini hayli zorlayan dış politika açıklamalarıyla tüm bu karmaşıklığın üstüne tüy dikiyor. Çapraz, karmaşık ve hatta çelişik ittifak zincirleri ve dış siyasetlere verilecek örnek sayısı yukarıdakilerle de sınırlı değil. Soğuk Savaş sonrası dönemin artık yapısallaşan yeni özellikleri 2010’larda somutluk/görünürlük kazandı. Ankara’nın 2010’larda attığı pek çok dış siyaset adımı ya da Ankara’yı da ilgilendiren bölgesel ve uluslararası gelişmeyi okumak ve anlamakta zorlanmamızın başlıca nedeni tam da bu yeni yapısallıktan kaynaklanıyor. Türkiye’yi okumanın ilave zorluğu ise rejimin bir dönüşüm aşamasında olması ve Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi uluslararası siyasetin en dinamik coğrafyasının ortasında bulunması yatıyor. Uluslararası ve bölgesel siyasetin yapısallaşan unsurlarını çözümleyerek 2017 yılına devredecek Türk dış siyaseti bakiyesinin koordinatlarını çözmeye çalışalım.

59

Hem küresel hem bölgesel hem de Türk dış siyaseti düzleminde değişimin ve yeni yapısallığın özelliklerini analiz edebileceğimiz en iyi örnek şüphesiz Suriye sorunudur: Bu sorunun içinde TürkABD, Türk-Rus, ABD-Rus, Türk-Suudi, Türk-Mısır, ABD-İran vb. ikili ilişkilerin bölgesel görünümlerini, Kürt hareketi ve siyasal İslamcılık, selefi-cihatçılık gibi özel başlıkları da içerecek şekilde kristalize olmuş biçimde görmek mümkündür. Öte yandan Suriye’deki savaş 6. yılında ve geride bırakılan süreç en az birkaç kez yön değiştirdi, aktörlerin sayısı ve etki güçleri ve ittifak kümeleri de bu eşiklerde farklılaşmalardan geçiyor. Öncelikli soru altı yıldır aktörleri, güçleri, ittifak siyaseti ve öncelikleri değişse bile Suriye’nin nereye gittiği sorusudur. Buna Suriye için öngörülebilir orta vadeli büyük tablo diyebiliriz. İkinci soru, genel olarak Ortadoğu ve özelde Suriye siyasetindeki bir yılı aşmayan (her seferinde “yeni durum” dediğimiz) değişikliklerin uluslararası emperyalist siyasal sistem ve bölgesel denklemle ilişkisinin nasıl açıklanacağıdır. Bu temel yapı içerisinde bölge ülkelerinin ve özellikle Türkiye’nin dış siyasetindeki değişimi ve muhtemel yönünü ise üçüncü soru olarak açıklamaya çalışacağız. Daha genel


anlık gelişmelere asırlık yanıtlar: dış siyaseti okuma güçlükleri! bir bağlamı ilgilendirdiği için ikinci soruyu öne alarak başlayalım. Uluslararası sistemin hangi özellik ya da özellikleri bu kadar karmaşık bir dış siyaset zemini ortaya çıkarıyor? Gevşek iki kutuplu sistemi 25 yıl önce geride bırakan dünyamızda yeni sistemi nasıl adlandıracağız? Hiyerarşik çok merkezlilik: Oyun kuramayan ama bozabilenlerin etkisi! 21. yüzyılda uluslararası siyasetin ne iki ne de tek kutuplu olmadığını anımsayalım. Hiyerarşik bir çokmerkezlilik yani ABD’nin hâlâ başat güç olduğu ancak çeşitli küresel ve bölgesel güç merkezlerinin de oyunda etkili olduğu bir uluslararası siyaset ortamında Ortadoğu gelişmeleri bu güç merkezleri ile yerel güçlerin etkileşimin bir bileşkesi olarak şekilleniyor. Küresel ölçekte BRICS’in ekonomik-finansal anlamda ABD’yi dengeleme çabaları yeni dönemin özelliklerini yansıtıyor. Birçok ülkenin ikili ticaretlerinde dolar yerine Euro ve/veya yerel para birimlerini kullanmaya başlamaları, ABD’nin örneğin 1990’lar boyunca sahip olduğu açık ara küresel üstünlüğün çatırdama sinyalleri. Ancak bu yapı ABD ve karşıtları gibi yeni bir iki kutupluluk da değildir. Hindistan ezeli rakibi Çin ile BRICS içinde yer alırken esas olarak Rusya’dan aldığı silahlar ile Güney Asya’da ABD ile tatbikatlara katılıyor. AB ve ABD Transatlantik Ticaret Antlaşması’na rağmen siyasal farklılaşmalarını çözmüş değiller. Hatta AB ülkelerinin kendi içlerinde bile örneğin küresel cihatçılar karşısında istihbarat paylaşımı yapmadıkları Brüksel saldırıları sonrasında açıkça görüldü. Emperyalist merkezler ve uluslararası siyasetin büyük güçlerinin bölgesel ittifakları da tarihte pek az görünür düzeyde aşırı değişiklik sinyalleri veriyor. ABD’nin AKP iktidarına verdiği yoğun desteğin yerini Erdoğan’ı devirecek darbeye yol verme noktasına varıp, ardından yeniden başka bir denge arayışına girişini ya da Almanya’nın AKP’nin parlamentoda çoğunluğu kaybettiği 7 Haziran seçimleri sonrası AKP rejimine destek verip ardından Ermeni Soykırım kararı ile son dönemlerin en soğuk seviyesine geri çekilişini anımsayalım. Rusya ile stratejik işbirliği sürecinin uçak düşürmeyle dip yapması ve ardından Binali Yıldırım Hükümeti ile yeniden beklenenden çok hızlı onarılmasını da bu tabloya ekleyelim. Uluslararası sistemin hâlâ başat gücü olan ABD’nin Ortadoğu’da geleneksel müttefiklere eskisi gibi koşulsuz saha açma siyaseti yerine daha kompleks bir yönetim siyaseti benimsendiği söylenebilir. Sadece Türkiye’nin Suriye arzularını

frenlerken değil, İsrail’in azgın İran düşmanlığını frenlerken de ABD kendi konumunu güçlendiren adımlar atmış oluyor. Stratejik müttefiklerle siyasal pazarlık gücünü korumanın yollarından birisi de bu. Yoksa İran nükleer anlaşması ile İsrail’e ihanet etmiş yahut PYD’ye destek verirken 10 yıl sonra kurulacak bir “Kürdistan Planı”nın start düğmesine basmış olmuyor. Özetle, içinde bulunduğumuz dönem emperyalizmin finansal ve siyasal çok merkezileşme eğilimini barındırıyor. Bu dönemde hâlâ diğer tüm merkezlerden epeyce üstün bir askeri ve siyasal güç (ABD) olduğundan sistemi tek başına çok merkezli olarak tanımlamak yerine “hiyerarşik çok merkezlilik” olarak tanımlamak daha isabetli olacaktır. Ortadoğu’nun oyun bozucuları! Hiyerarşik çok merkezli yapıda başat olmayan güçler ve yeni güç merkezleri tam bir oyun kurma kapasitesine sahip değildir. Elbette Rusya Orta Asya’da, Çin Güneydoğu Asya’da, Fransa Batı Afrika’da bölgesel ağırlığa sahip durumdadır, ancak birkaç ülke dışında bu güçler tam bir oyun kurma, siyaseten hegemon olma kapasitesine sahip değildir. Öte yandan oyuna müdahil olma, hele hele oyunu bozma kapasitesi söz konusu güç merkezlerinin ukdesi içinde yer alır. Oyun kuramasa (örneğin Suriye’nin yeni haritası ve rejimini belirleme) bile müdahil olma gücü kendi bölgeleriyle sınırlı olmak kaydı ile bölgesel güç merkezleri için de geçerlidir. Suudi Arabistan Afganistan’dan Fas’a, Kosova’dan

Kürtlere dokunmayın, Esad’ın belirli bir yaşam sahası olacak, IŞİD yok edilecek ve dördüncüsü Batı müttefiklerinin Suriye’de bir etki alanı olacak. Bu dört faktörü gerçekleştirmeye çalışan bir Batı var. Obama da Merkel de problemi temelde böyle okuyor. Rusya ve İran bu “denge”nin ötesine geçemeyeceği gerçeğini biliyor. Türkiye gibi kifayetsiz muhterisler ise hırslı siyasetleri duvara çarpınca önce “muhteşem yalnızlık” senfonisine, ardından da yenilgiyi kabul edip “dönüşüm muhteşem olacak” arabeskine geçiyorlar.

60

Kenya’ya kadar çok geniş sahada Selefi kartı ile birçok sürece müdahil olabilmekte, Yemen ve Bahreyn’de doğrudan Suriye, Irak ve pek çok ülkede dolaylı askeri operasyonlarda boy göstermektedir. Aynı olgu İran ve ardından giderek daha sınırlı ölçülerde olsa da Türkiye gibi diğer bölgesel güçler için de geçerlidir. Bu güçler en azından oyun bozacak, itiraz edecek araçlara sahip oldukları için pazarlık güçleri olan ülkelerdir. 21. Yüzyıl emperyal sisteminde başa güreşen emperyal güçler arasında bölgede rekabet artarken bölgesel düzeyde alt-emperyalizmler çok merkezli yapıyı daha da parçalı, kırılgan ve kompleks bir düzeye taşımaktadır. Yukarıdaki örneklerden bakarak bu çok merkezli hiyerarşik sistem içinde Ortadoğu ve özelde Suriye sürecinde neden bu kadar çok aktörün yer aldığını, ama özellikle bu aktörler arasında neden sürekli ittifak kombinasyonlarının değiştiğini anlayabiliriz. Çünkü büyük ABD’nin başatlığı diğer emperyal güçlerin belirli güçleriyle süreçte yer almalarına karşın o kadar çok aktör


anlık gelişmelere asırlık yanıtlar: dış siyaseti okuma güçlükleri! pazarlık sürecinde yer alıyor ki bölgede tam yeni denge kuruldu derken başka bir sürecin başladığına tanıklık ediyoruz. Bu süreçte, istikrarsızlık ve çok sık ittifak değişimlerine tanık olmaya devam da edeceğiz. Çünkü bu uluslararası sistemin yapısal bir özelliğidir artık. Uluslararası sistemin Irak ve şimdi Suriye’deki davranış örüntüleri de artık kavramsallaştırılabilir durumdadır. Tek tek olgular yerine olguların tekrarlanan örüntülerine baktığımızda, uluslararası siyasal sistemin başat aktörlerinin Ortadoğu’da “sürdürülebilir bir istikrarsızlık” siyaseti izledikleri rahatlıkla ileri sürülebilir. Sürdürülebilir istikrarsızlık! Sürdürülebilir istikrarsızlık, bölgeye tam bir barışın, refahın vb. gelmesi değil, sürekli birinin diğerine karşı gergin bir şekilde tutulduğu, çatıştığı, bazen savaştığı bir denklem kurmak demektir. Yani istikrasızlık sağlayacak bir denklem kurmalı ancak bunun sürdürülemez bir düzeye çıkmasına yahut örneğin mülteci akını ya da metropol merkezleri vuran küresel Selefi cihadizm

gibi “yan etkilerinin” ortaya çıkmasına da mümkünse izin vermemelisiniz. Örneğin, çeyrek asırlık Irak politikasını ele alalım: Ülke üç parçaya ABD inisiyatifiyle ayrıldı. Burada ayrılma temayülü olan yegâne aktör olan (Irak) Kürdistan’ı 30 yıldır ne bağımsız kılınıyor ne de onun gücünün zayıflaması isteniyor. Batı açısından sürdürülebilir istikrarsızlık için, işbirliği yapabileceği unsurların bağımsızlaşmaması gerekiyor. Dolayısıyla aslında uluslararası politikayı sadece taraflar olarak okumak yeterli değildir: Denge denilen unsur çok önemlidir. Batı bu denge unsurunu şurada arıyor: Kürtlere dokunmayın, Esad’ın belirli bir yaşam sahası olacak, IŞİD yok edilecek ve dördüncüsü Batı müttefiklerinin Suriye’de bir etki alanı olacak. Bu dört faktörü gerçekleştirmeye çalışan bir Batı var. Obama da Merkel de problemi temelde böyle okuyor. Rusya ve İran bu “denge”nin ötesine geçemeyeceği gerçeğini biliyor. Türkiye gibi kifayetsiz muhterisler ise hırslı siyasetleri duvara çarpınca önce “muhteşem yalnızlık” senfonisine, ardından da yenilgiyi kabul edip “dönüşüm muh-

61

teşem olacak” arabeskine geçiyorlar. Özetle, ABD’nin Ortadoğu’da SuudiKatar-Türk-İsrail eksenini İran ve müttefikleri ile dengelemeye çalışırken, bölge içinde hem müttefiki hem de muarızı her aktöre karşı elini güçlendirecek farklı ilişkiler geliştirdiğini görüyoruz. Burada söz konusu ilişki ve desteğin önemli bir bölümünün stratejik bir karakterde olmadığı zamanla ve olayla sınırlı olduğunu akılda tutmak gerekir. AKP dış politikasının yakın tarihsel anatomisi Yurttaşlardan devlet başkanlarına Türk dış politikasına ilişkin ana tartışma bir eksen meselesiyle ilgili. “Türkexit” mi gerçekleşiyor? Ülke NATO’dan çıkacak yahut çıkarılacak mı? Şangay’a katılma bu kez gerçek bir plan halini mi aldı? Türk-Rus-İran ekseni mi kuruluyor? Çoğu kez haftalık yahut birkaç aylık sonucu olabilecek taktik manevralar Türkiye’de yeniden ve yeniden eksen tartışmasına kapı açıyor. Melih Gökçek’ten Aydınlık yazarlarına, Odatv’den hükümete yakın düşünce kuruluşlarına kadar genişçe bir kesim 15 Temmuz’un bir dönüm noktası oluşturduğu inancında. Peki, gerçekten stratejik bir eşikte miyiz yoksa yine birkaç aylık bir gündem gevezeliğiyle mi karşı karşıyayız? 58. ve 59. hükümetler dönemi gerek ABD gerekse AB ile ilişkilerin neredeyse mükemmel karşılıklı destek ve uyumla yürüdüğü yıllar oldu. Erdoğan’ın “kalfalık dönemi” olarak tanımladığı 20072011 dönemi ise ilişkilerde gerilimlerin ortaya çıktığı ve “One Minute” hamlesini takiben son yedi yıldır bitmeyen eksen tartışmalarına sahne oldu. Bu süre zarfında AKP beş kez yeni kabine kurdu ve neredeyse herbirini takip eden aşamada ülkenin NATO’dan çıkacağı tartışması yaşandı. Sonunda Türkiye NATO’dan çıkmayacak ve uluslararası sermayeyi ürkütmeyecek bir konumda kalsa bile eksen tartışmasının yedi yıldır kesintisiz sürmesi açıklanmaya değer bir sorunsal oluşturuyor. Ankara’nın son yıllardaki uluslararası ittifak manevralarına bakarak sürecin önümüzdeki günlerde izleyeceği seyri kestirmek mümkün. Öncelikle kuramsal bir çerçeve ve analizden yoksun kestirimlerin ne kadar kısa ömürlü olduklarını anımsayalım. 2009’dan itibaren İsrail ile gerilim ve İslam İşbirliği Teşkilatı ülkeleri ile yakınlaşma Suriye savaşında ısrarlı müdahil olma çabaları ve son olarak sadece altı ay önce Suudi-Türk-Katar ittifakı öncülüğünde İslam Ordusu, İslam Polis Teşkilatı, Katar’a Türk askeri üssü ve benzeri noktalara ulaşan bir sürecin sonunda 2016 Mayıs ayından itibaren buharlaştığını anımsayalım.


anlık gelişmelere asırlık yanıtlar: dış siyaseti okuma güçlükleri!

Yine ABD ile gerilimin dinmemesine karşın Almanya’nın 7 Haziran 2015 seçimlerini takiben Erdoğan’a verdiği krediyi ve ardından da yine bir yıl dolmadan Ermeni Soykırım kararıyla Ankara-Berlin hattındaki kırılma üzerinde düşünelim. Buna Rusya ile ilişkilerdeki girift ve zikzaklarla dolu dönüm noktalarını ekleyelim. İran’la, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerdeki gelgitleri de sahneye dahil ettiğinizde ortaya stratejik bir eksen kaymasından ziyade stratejiden yoksun, taktik açılımları duvara çarparak geri dönen bir aktörün “sürdürülebilir istikrarsızlık” ortamındaki çırpınışlarını görürsünüz. Yukarıda kısa örneklerle açıkladığımız son 10 yılın istikrarsız uluslararası ilişkiler tablosundan ülkeyi yönetenler kadar süreci yorumlayanların da ders almadığı ortada: Esad Haseke’yi bombaladığında “Türk-Rus-İran ekseni kuruluyor” diyenler adeta sarsılmaz bir delil buldukları inancına kapılıyor. Tıpkı Merkel-Erdoğan yakınlaşması ile vize muafiyeti ve göçmen iadesi anlaşmalarını takip eden günlerde aynı çevrelerin “Osmanlı’dan bu yana 100 yıllık derin Türk-Alman stratejik ittifakı” analizlerinin yapıldığı gibi. Peki, ne oldu o analizlere? Hatırlayan yok! Rus uçağı düşürüldüğünde, “300 yılı aşan derin Türk-Rus düşmanlığının mukadder sonucu” olarak “Bir daha asla Rusya ile masaya oturulmaz” diyenlerin analizleri gibi gevezelik tarihindeki yerini aldı. Görüldüğü üzere tekil gelişmelerden yola çıkarak büyük eksen okumaları yapmak pek de isabetli analizlerle sonuçlanmıyor. Eğer illa büyük resme

bakacaksak, bölgedeki tekil gelişmeleri değil büyük güç merkezlerinin neden sürekli taktik taraf değişikliklerine gittiğini, bölge içi güçler dengesinde de sürekli bir ağırlık merkezi değiştirdiğini açıklamaya çalıştık. Cerablus-Azez hattından açılan yol nereye kadar gidebilir? Türkiye Cerablus’a operasyon yaptığında dünyanın en olmaz işi gerçekleşti zannettikten sonra analizler bu kez TSK’nın Rakka ve Şam’a en olmadı Haseke ve Kobane’ye hâkim olacağı noktasına savruluyor. Evet, Cerablus operasyonu ile Türkiye sahada yeniden bir mevzi kazanmış oldu ve özellikle Kürt hareketi sınırlama noktasında bir avantaj da elde etti ama ne Rusya ne ABD ile uyumsuzlukları giderilmiş ne de sahada desteklediği güçlerin altı yıllık savaş kapasitelerine hava kuvvetleri ve top atışı desteği dışında yeni bir şey eklenmiş değil. Aslında yukarıda özetlediğimiz tablodan hareketle yakın vade için tartışılan sorulardan birkaçına hemen bir kestirimle yanıt verebiliriz. Afrin ve Kobane’yi birleştirmek gibi Şam ve Tahran’ın da kolayca kabul edemeyeceği bir hamle karşısında bu merkezler nasıl Türkiye’nin Cerablus operasyonuna en azından rıza göstererek onay verdilerse, aynı merkezlerin Halep’e yönelecek bir operasyonda Ankara’ya karşı PYD’nin yeniden önünü açacakları kestirilebilir. Ortadoğu siyasetinin en önemli ayağı Şam yönetimi olan Rusya da ne Akkuyu Nükleer Santralı ne de

62

enerji merkezli ekonomik ilişkileri düşünecek ve Ankara’ya açtığı yeni siyasal krediyi geri alacaktır. Petersburg zirvesi sonrası Moskova’nın Türk uçaklarının Suriye sahasına girmesine onay verdiği ne kadar vakıa ise bu uçakların ne yöne ve ne derinlikte uçacağı konusunda uyarı notası verdiği de bir o kadar vakıa. Aslında Türkiye kendi içindeki siyasal ve sosyal kırılganlıkları onarmadan dışarıya doğru yaptığı her hamlede elde edeceği kazanımdan daha fazlasını içeride kaybedecek duruma geliyor. 65. Hükümet’in “az düşman çok dost siyaseti” sonunda ülke dış politikasında daha gerçekçi bir yeniden yapılanma olanağı sağlıyor olsa da iç siyasal sorunlarını çözmede izlediği hamasi tutum, mevcut askeri ve ekonomik kapasitesini en az yarı yarıya düşürmektedir. Suriye’nin emperyal ve alt-emperyal, Türkiye’nin ise emperyal denklemin dışında bir hayat kurması, ülkelerin kendi içlerindeki etnik-mezhepsel gerçekler ile uzlaşmaları ve dışarıdan yapılan dayatmalara karşı halkların ittifakını kurabilecekleri akımların güçlenmesinden geçiyor. Mezhepçi siyasetler terk edilmeden ne sosyal barış ne de bölgesel barış mümkün olmayacaktır. Suriye’nin Iraklaşmasını yakın vadede engellemek mümkün görünmemektedir. Ancak Türkiye’nin Pakistanlaşması ve/veya Suriyelileşmesi hâlâ önlenebilir durumdadır. Bunun yolu ise yukarıda resmetmeye çalıştığımız yeni emperyal sistemi anlamak ama buna şiddetle itiraz edip değiştirmekten geçiyor.


musul-rakka operasyonları ve olası bölgesel gelişmeler M. RAMAZAN

I

rak ve Suriye savaşları yeni bir tarihsel sürecin başladığının göstergeleri olarak önümüzde durmaktadır. Bu yeni gelişen tarihsel sürece yeni coğrafyaların katılması ve eklemlenmesi kaçınılmazdır. Hareketlenen faylar neredeyse tüm bölgeyi gerilim hattına sokarak tüm bölge ülkelerini çok kırılgan bir zeminde siyaset yapmaya zorlamaktadır. Yeni dönemin parametreleri şekillenirken her geçen zaman, içerisine yeni halkaların ekleneceği yeni bir tarihsel sürece doğru eviriliyor. Kürtler bölgenin yükselen değeri olarak hem küresel hem de bölgesel güçlerin kadrajına oturmuş durumda. Gerek Musul harekâtı sonrası kurulacak masada gerekse Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmak adına hamleler yapılıyor. Başlayan Rakka operasyonunda Türkiye’nin yarattığı basınca ve sunduğu alternatif önermelere rağmen ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri üzerinden bir planlama yapması önemli bir parametredir. Keza aynı şekilde Rusya’nın Lazkiye’de PYD ve Suriye rejimi arasında Suriye’nin geleceği konusunda müzakere masası kurması da bir başka önemli eşiği göstermesi itibariyle önemlidir. Yakın bir gelecekte Suriye ve Irak üzerinden bölgenin sınırları yeniden çizilecek. Bu işin başında olan küresel güçler ve onların bölgesel ortakları bu iki ülkenin bütünlüğünü korumanın parça-

lamaktan daha zor olduğu kanaatine varmış gözüküyor. Yani bu ülkelerin iç meselelerine burunlarını sokanların hiç de öyle toprak bütünlüğünü korumak gibi bir dertleri söz konusu değil. Yakın bir gelecekte Irak ve Suriye’den birden çok küçük devletçikler ya da farklı statülere sahip oluşumlar ortaya çıkacak. Hem küresel güçler hem de saflarını belli etmiş yerel ve bölgesel güçler bir şekilde bu süreçten kazançlı çıkma derdine düşmüş durumda. Gerek Musul gerekse Rakka operasyonlarını planlayan küresel güçlerin hiçte öyle IŞİD’le mücadele üzerinden bir birliktelikleri söz konusu değil. Asıl hesaplar IŞİD sonrası için yapılıyor. Çünkü IŞİD, onu devreye sokan güçler açısından artık rolünü bitirmiş, miadı dolmuş, tedavülden kalkması gereken bir aktör olarak son demlerini yaşıyor. Ancak sonrası için bir mutabakat oluşmadığı ya da çok zor oluştuğu için IŞİD’in ölümü sürekli rötar yapıyor.

bir de ABD ve müttefiklerinin özellikle de Türkiye’nin de hakkını vermek gerekir. Türkiye’nin Suriye sınırında Rus savaş uçağını düşürmesiyle başlayan ve Rusya’nın Suriye’de hava savunma sistemleri kurmasıyla devam eden süreç önemli bir manivela oluşturmuştur. Rusya’nın aksine ABD Suriye krizinden henüz umduğunu bulabilmiş değil. Rusya’nın bölgede yaptığı pek çok askeri ve politik hamleye cevap verememiş olmanın yarattığı itibar kaybı da cabası. Gerek bölgesel sıkışma ve güç kaybının gerekse küresel düzeyde yaşanan ekonomik daralmanın faturası Barack Obama’nın devamcısı gözüken Hillary Clinton’a kesildi. ABD halkı sınırsız güce tapınan bir ABD rüyasına ve bilinmezliğe yatırım yaptı. Trump bilinmezliğine yatırım yapanlar, küresel kapitalizmin içine girdiği darboğazdan kendisini çekip çıkaracak adeta bir kahraman çıkarma arayışına girmiş durumda.

Rusya’nın yeniden küresel güçler sahnesine dönüşü Rusya, 2011 yılında fitili ateşlenen Suriye krizi öncesi Putin ile toparlanan bir Bölgesel Güç olarak küresel hegemonya mücadelesinde yer tutuyordu. Ancak Suriye krizinde aldığı inisiyatif ve bölgesel politikalara yön verme becerisi sayesinde ABD’ye rağmen yeniden bir küresel güç olarak adeta “Ben de varım” dedi. Bunda Çin ve İran ile geliştirdiği ilişkileri küçümsememek gerekir. Tabii

Halep’e karşılık Musul ve Rakka Rusya’nın havadan, İran ve Hizbullah’ın karadan desteklediği Suriye ordusu toparlanarak IŞİD, El Nusra, Ahrar-u Şam gibi radikal İslamcı gruplara karşı önce gerileyişini durdurmuş akabinde saldırı pozisyonuna geçmiştir. Suriye’nin ekonomik başkenti sayılan Halep’in Suriye ordusu tarafından dört bir taraftan kuşatılması ve kentte bulunan radikal grupların iyice sıkışması Suriye rejiminin ve dolayısıyla Rusya’nın elini

63


musul-rakka operasyonları ve olası bölgesel gelişmeler

önemli oranda güçlendirmiştir. Buna karşılık ABD ve müttefiklerinin kurulacak olası bir Suriye masasında elini epeyce zayıflatmaktadır. ABD’nin bu hamleye nasıl bir karşılık vereceği yada verip veremeyeceği tartışmaları devam ederken ( özelliklede ABD seçimleri yapılırken) uzun süredir planlanan Musul operasyonuna başlandı. Irak Ordusu, Peşmerge güçleri ve Haşdi Şabi milislerinin katılımıyla karadan, ABD ve koalisyon ülkelerinin havadan verdikleri destekle birlikte Musul operasyonu devam ediyor. Böylece IŞİD’in elinde kalan en önemli merkezlerinden birine operasyon yapılmış oldu. IŞİD’in en önemli harekât ve komuta merkezi olan Rakka operasyonunun Musul operasyonuyla eşzamanlı başlaması ABD’den beklenmeyen bir hamle oldu. ABD hem yerelden devşirdiği radikal gruplarla hem de kontrolsüz güç olarak değerlendirdiği Türkiye ile Rakka operasyonunu göze alamadı. Tanıdık ve bildik güçlerle, sahada çalıştığı Suriye Demokratik Güçleriyle birlikte Rakka operasyonu başladı. ABD böylece iki operasyonu aynı anda yürüterek Rusya destekli Suriye Ordusunun olası bir Rakka operasyonunun önüne geçmek istedi. Rusya ve Suriye ordusunun Halep’ten sonra yöneleceği iki şehirden bir tanesi Rakka diğeri İdlib’tir. ABD operasyonları yaparken Moskova ve Şam şimdilik sadece Halep ile ilgili gözüküyor. Ancak bunun uzun süre böyle gitmeyeceğini öngörmek için müneccim olmaya gerek yok. Suriye Ordusunun Deyr Ez zor’da bulunan önemli bir stratejik noktayı ele geçirerek Rakka’yı güney batıdan kuşatması ABD’nin hava saldırısıyla sonuçlanmış ve çok fazla Suriye askeri öldürülmüştü. ABD her ne kadar bu operasyonu yanlışlıkla yaptığını iddia etse de bölgeye 50’den fazla sortinin yapıldığını göz önünde tutuğumuzda bunun müm-

kün görünmediğini söylemek gerekir. ABD Şam’ın olası bir Rakka operasyonunun önünü kesmek üzere bu hamleyi gerçekleştirdi. Şam ve Moskova hattı da bunun bilincinde olsa gerek. Dolayısıyla Halep sonrası bu bölgelerde yeni bir gerilimin tırmanması şaşırtıcı olmayacaktır. Halep’e karşılık Musul ve Rakka operasyonlarını başlatan ABD, Rusya’nın bölgesel hamlelerini ve genişleyen etki gücünü daraltmaya çalışıyor. Öte yandan Rusya’nın bölgedeki ağırlığını artırdığı ve kalıcı bir güç olarak yerini daha da sağlamlaştırdığı gözlerden kaçmıyor. ABD’nin NATO’yu genişleterek, bölgede yeni üsler ve savunma sistemleri inşa ederek Rusya ve Çin’i çevreleme hamleleri şimdilik başarısız olmuş gözüküyor. Değerli yalnızlık girdabında iyice sıkışma Ortadoğu coğrafyasında esip gürleme, efelenme ya da nara atarak ilgiyi üzerine odaklama girişimleri iç kamuoyunda çoğu zaman karşılık bulan davranışlar olarak yüceltilir. Öyle ya kişiyi yüceltme ya da kişi tapıncı feodal ilişkilerin hâkim olduğu bölgelerde daha ağır basar. Ancak bu davranışlar her horozun kendi çöplüğünde ötebileceği kuralını yok saymadığınızda bir anlam ifade eder. Yani dış kamuoyunda bu esip gürlemelerin çoğu zaman gazoz köpüğü etkisini geçmesi pek mümkün olmaz. Türkiye, ekonomik ve bölgesel krizle beslenen çok ciddi bir rejim kriziyle yüzyüze. İçerde faşizan ve anti demokratik uygulamaların arkasında rejimi konsolide etme refleksi belirleyici oluyor. Gerek içeride gerekse dışarıda sürdürülen Kürt karşıtlığı temelli politikalar her geçen gün rejimi daha saldırgan ve uçuruma daha yakın bir noktaya sürüklüyor. Tayyip Erdoğan/AKP merkezli yürütülen dış politika hem Suriye’de hem de

64

Irak’ta duvara çarpmış durumda. Musul ve Rakka operasyonlarında Türkiye’nin istemediği ne varsa hepsi sahadayken, egemenler için krizden çıkış ve Emperyal heveslere konu olan Musul harekâtına katılma planı bir hayalden öteye geçemedi. Başika, Musul, Halep, Rakka gibi alanlarda askeri ve politik olarak deyim yerindeyse çuvallayan devlet, bugünlerde El Bab üzerinden yeni bir kriz oluşturmaya çalışıyor. Erdoğan/AKP merkezli iktidarın bölgesel ilişkilerde attığı hiçbir adım başarılı olmadı. Bu nedenle Türkiye bölgesel politik gelişmelerde ciddiye alınmayan, hesaba katılmayan ülke pozisyonuna düştü. Irak ve Suriye meselesine ilişkin 60 tan fazla ülkenin diplomatik düzeyde ilişki geliştirdiği ve ortak çözüm arayışına girdiği bir dönemde Türkiye istikrarsızlığı ve çözümsüzlüğü besleyen hamleler yapıyor. Bu durum dış kamuoyunda yalıtılmışlığa içerde ise güvensizliğe sebep olmaktadır. Bu durumu tersine çevirmek adına bağlantılı olduğu radikal İslamcı gruplarla Suriye’de Cerablus’tan başlayıp oradan El Bab hatta Münbiç’e kadar uzanması beklenen bir nevi işgal planı hazırlandı. Ancak görünen o ki bu da ellerinde patlayacak. Böylesi bir kaos planına ne ABD’nin göz yumması mümkün olabilir, ne de Rusya’nın. Hele bir de işin Suriye Ordusu ve İran tarafı da söz konusu ve onlarında böylesi bir plana sessiz kalması pek mümkün durmuyor. Türkiye destekli ÖSO güçleri El Bab’a yaklaştıkça Suriye Ordusu ve dolayısıyla Rusya ile gerilim tırmanacaktır. Çünkü Suriye Ordusu da güney batıdan El Bab’a doğru yaklaşıyor. Öte yandan birde Suriye Demokratik Güçlerinin El Bab’a doğru harekete geçtiği biliniyor. Bunun karşılıklı çatışmalara ve kayıplara sebebiyet vermesi kaçınılmaz. Trump’ın bilinemezliğine yatırım yapan Türkiye buradan umduğunu bulamayacak gibi gözüküyor. Çünkü Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı bağımsız bir Kürt devletinin kurulabileceği açıklamasını yaptı. Hem Washington hem de Moskova kozlarını Kürtlerden yana kullanıyor. Türkiye’nin bölgede yürüttüğü saldırgan ve kaotik hamlelerini uzun süre devam ettirmesi pek mümkün görünmüyor. Bu en fazla iç kamuoyunda Milliyetçilik üzerinden kısa süreli prim yapabilir gözüküyor. Sonuç olarak bölgesel düzeyde önemli gelişmelerin arifesindeyiz. Suriye’nin düğümü Halep’te, Irak’ın düğümü de Musul’da çözülecek. Ancak bundan sonra bu iki ülkenin bir bütün olarak durma imkânları olacak mı? Bu belirsizliğini halen koruyor. Ancak bu düğümün çözülmesinde belirleyici olanlar ondan sonrasında etkili olmaya devam edecekler diyebiliriz.


* Trump benim başkanım değil

trump ve reality show

Trump seçim kampanyasını, Avrupa’daki neofaşist benzerleri gibi, neoliberalizmin yığınlar üzerinde yarattığı yıkımı ve ulusal çıkarları daha öne alan bir retorikle sürdürdü. “Amerika’yı yeniden büyütelim.” Mahir SAYIN

D

onald Trump’ın seçim kampanyası döneminde kullandığı, birbiriyle çelişen birçok ifade hükümetini oluşturma çabaları sırasında yavaş yavaş çelişkilerinden sıyrılıp belirgin bir politikaya doğru ilerliyor. Trump’ın güvenlik danışmanlığına atadığı emekli Korgeneral Mike Flynn’den sonra Savunma Bakanlığı’na atadığı, “Deli Köpek” (Mad Dog), “kaos” ya da hayatında askerlikten başka hiçbir şeye yer vermediği için “Savaşçı Keşiş” (Warrior Monk) diye anılan emekli Orgeneral James Mattis “Afganistan ve Irak savaşlarının ardından sivil politikacıların dış politikayı askeri liderliğe bırakmaları gerektiğini” düşünüyor. Muhtemel ki, Trump’ın onu “Savunma Bakanı” olarak atamasıyla da bu kendisinin TV’lerde ve seçim alanlarında keyifle sürdürdüğü bir reality show olarak gerçekleşecek. Güvenlik Danışmanı Flynn, orduda 33 yıl istihbarat alanında çalışmış, Ortadoğu ve Afganistan operasyonlarının yürütülmesinde görev almış, hem askeri komuta kademesini hem de sivil yöneticilerin içini dışını bilen biri ve yazdığı Savaş Alanı: Radikal İslam ve

Müttefiklerine karşı Küresel Savaşı Nasıl Kazanabiliriz? başlıklı kitabıyla Amerikan halkını “İslami terörizmin nasıl büyük bir tehdit oluşturduğu” konusunda uyarıyor! Trump, ABD’nin Irak’ı işgalini şiddetle eleştirip ABD’nin içe kapanarak savaşlardan uzak kalacağı gibi bir izlenim yaratırken George W. Bush’un “önleyici savaş doktrini” ile cehenneme çevirdiği dünya karşısında bıkkınlık getiren ABD halkına savaştan uzak kalmaya çalışacağını söylemiş olan Barack Obama’nın katı savaş yanlısı oldukları için 2013’te görevden uzaklaştırdığı böyle askerleri kabinenin en kilit noktalarına doldurması, ABD politikalarının nasıl savaş odaklı olacağını gösteriyor. Trump, müşterisini avlamak için her türlü psikolojik yönteme ve söyleme başvuran bir reklamcı gibi. İş alanındaki tecrübesini siyasete aktarıyor. Siyasette şimdiye kadar başarılı ama ticarette de iflaslardan yakasını sıyıramamış bir rantiye… Trump’ın zoraki zaferi Trump, siyasete atılmadan önce uzun zaman popüler bir reality show programında oynadı. Böylesine zengin bir adamın öyle bir programda ne aradığı kişiliği

65

konusunda da epeyce fikir vermektedir. Siyaset sahnesine adım attığında da sanki benzer bir programı sunuyormuş gibi davrandı. Hillary Clinton’la çıktıkları TV programlarında oybirliğiyle “cahil”, “maço”, “işkence savunucusu”, “dünyadan bihaber” olarak nitelenip kesinlikle kaybedeceği konusunda fikir birliği oluşmuşken ve gerçekten de ABD halkının 64 milyon oy verdiği adaya karşı 62 milyon oyla kazanmasını engellemek mümkün olmadı. Trump’ın kendisinin de ifade ettiği gibi, “Seçiciler Meclisi’ne değil de ‘oyçokluğuna’ dayalı bir seçim sistemi olsa idi, ben de kampanyamı o zaman ona göre yürütürdüm” demesi sanki haklılık taşıyor. Ama galiba başarısını artistliğine değil de FBI’ın son iki haftada Clinton hakkında yürüttüğü soruşturmaların kamuoyunda yarattığı terör konusundaki güvensizliğe borçlu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Seçimden iki hafta öncesine kadar Trump’tan yüzde 8-12 puan önde görünen Clinton’ın bu kısa sürede öylesine hızla aşağı çekilmesini izah edecek başka bir faktöre işaret eden yok. Seçim sonrasında birçokları ABD halkının önemli bir karar değişikliğiyle ırkçı-şoven bir tutum takındığına ilişkin analizler yaparken, halk oylamalarının da nasıl yanılmış olduğu-


trump ve reality show nu anlatıyorlardı. Hâlbuki halk oylamaları aradaki farkın 1-2 arasına düştüğünü ve Clinton’ın önde olduğunu söylerken yanılmamışlardı. Oyçokluğuna göre durum böyleydi ama seçim sistemine göre sonuç farklı şekilleniyordu. Demokratların geleneksel olarak etkin oldukları ve seçim öncesi yoklamalarda Florida (yüzde 55) hariç diğerlerinde yüzde 80 kazanacağına ilişkin veriler olan Michigan, Wisconsin, Pennsylvania ve Florida federal devletlerinde (toplam 65 seçici delegeye sahipler ve çoğunluğu alan hepsini alıyor) çoğunluğu kaybetmeleri seçici delegelerin çoğunluğunu da Trump’ın kazanmasını getirdi. Bu devletlerde sırasıyla oy farkları, MI-10.000-yüzde 0,3, PA-68.000-yüzde 1,2, WI-23’000-yüzde 0,8, FL-120.000yüzde 1,3 gibi küçük aralıklarda kaldı. Bütün seçim sonuçlarını ve üzerine yapılan yorumları değiştiren de bu küçük fark: toplam 120 milyon oydan 221.000, yani yüzde 0,17’lik bir fark, Clinton’ın almış olduğu 2.567.000’den fazla oya rağmen bütün yorumların değişmesine neden olmuş görünüyor.1 Bu durum aslında ABD halkının bir önceki seçimlere göre tercihlerini önemli ölçüde değiştirmemiş olduğunu, demokrat kitlenin Obama’nın son seçimlerde kazandığı oydan biraz daha düşük bir tercihte bulunurken, Cumhuriyetçi kitlenin Trump gibi Bush’a bile itici gelen birine oy verecek kadar daha sağcılaştığını ve federal devletlere bakıldığında da değişikliğin Trump lehine geliştiği yerlerde özellikle Çin Halk Cumhuriyet’i’ne göçer sermayenin terk edilmiş kentler yarattığı eyaletlerde küçük miktarlarda da olsa Demokrat Parti’den uzaklaşmaların olmasına yol açtığını söylemek mümkün görünmektedir. Ama bu küçük farkın ürettiği sonucun küçük olacağını da söylemek mümkün değildir. Bush da, aynı Trump gibi daha az oy almasına karşın Florida’da yaptığı hile hurda sayesinde küçük bir farkla seçimi kazanmış ama o küçük fark dünyayı kana bulamasına yetmişti. Büyük Amerika Trump seçim kampanyasını, Avrupa’daki neofaşist benzerleri gibi, neoliberalizmin yığınlar üzerinde yarattığı yıkımı ve ulusal çıkarları daha öne alan bir retorikle sürdürdü. “Amerika’yı yeniden büyütelim” şiarıyla, kaçan sermayeyi geri getireceğini, suçlu göçmen kitlesini geri göndererek böylece işlerini kaybedenlere işlerini geri vermeyi şovenizm, kadın düşmanlığı ve ırkçılıkla yoğurdu. Bu açılardan Avrupa’daki ırkçı hareketlerden hiçbir farklılık göstermezken, Birleşik Krallık’ta kabul gören Brexit politikasının estirdiği rüzgârdan da yararlanmış görünüyor. Şimdi Trump’ın elde ettiği sonuç dönüp bu kaynakları geri besleyecektir.

ABD’nin bile kendisine geri döndüğü bir dünyada herkesin kendisine geri dönmeyi bir kurtuluş gibi görmesi beklenmelidir. Bu aslında neoliberalizmin yarattığı “Ulus devletlere gerek yok, refahın büyümesi için küreselleşmek gerekir” şiarına olan tepkinin yine egemen sınıf tarafından kendi amaçlarına uygun biçimde kullanılması çabasından başka bir şey değildir. Geleneksel yapı 2008 kriziyle birlikte yığınlar gözünde tam bir itibar yitimine uğramış olan neoliberalizmin yerine hâlâ yeni bir yol bulamadığı için “elitizme”, “yerleşik nizama” karşı çıkma adına ona yöneltilen eleştiriler, yığınlar gözünde itibar kazanmış bulunmaktadır. Yeni bir dünyanın mümkün olduğuna ilişkin inancın, SSCB’nin yıkılışı, Çin Halk Cumhuriyet’i’nin “kapitalist bir komünizm” (!) inşa etmesi ve yeni bir dünya doğrultusunda adım atılıyormuş görünümü yaratan belli başlı Güney Amerika ülkelerinden ciddi bir cazibenin yükselememiş olması sonucu ciddi biçimde itibarsızlaşmış olması seçeneklerin sağda aranmasına olanak sağlamakta ve faşizm nasıl yığınların tepkisini yeniden örgütleyip, sistemin korunmasına sevk etmenin yeni bir yöntemi oylanarak yükselmişse bu milliyetçilik, şovenizm, neofaşizm, ırkçı, kadın ve çevre düşmanlığı eğilimli akımlar da benzer bir işlevi yerine getirmektedirler. Savaş politikalarına devam Clinton’ın Ortadoğu ve Uzakdoğu’da Obama’ya göre daha saldırgan bir politika izleyeceğini Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemden ve seçim beyanatlarından bilmekteyiz. IŞİD, El Kaide ve daha bir yığın gerici örgüte destek sağladığını ya da Suudi Arabistan, Katar ve TC gibi başka devletleri buna teşvik ettiğini biliyoruz. Trump’ın, emperyalizmin doğasına aykırı olan bütün “Amerika’ya geri dönme” retoriğine rağmen hiç de barışçı olmayacağını seçtiği asker danışman ve bakanlar gösterse de, en azından söz konusu terör örgütleriyle işbirliğinin ABD çıkarlarının gerçekleştirilmesiyle çakışmadığını tespit ettiğini de bilmekteyiz. En azından, seçim döneminde terörist örgütlerle işbirliğine karşı olan beyanları, tayin ettiği güvenlik danışmanı ve savunma bakanının karakterleri bunu bize söylemektedir. Esasında içe çekilmeye işaret eden küreselleşme karşıtıymış gibi görünen beyanlar, kapitalizmin ve emperyalizmin doğası karşısında hiçbir anlam ifade etmezler. Küreselleşme günümüze değil kapitalizmin kendi karakterine bağlı bir durumdur ve geçen yüzyılın başında cereyan etmiş olan yayılma ve füzyonlar kimi zamanlarda günümüzdeki oranları aşmıştır. Kapitalizmin dünyaya yayılmasının bir döneminin ifadesi olan emperyalizm ise basitçe ekonomik yayılma ola-

66

rak kalamaz ve bu yayılmanın güvenceye alınabilmesi için bir dünya jandarmalığını ve bunun sonucu olarak kimi zaman emperyalistler arası kimi zaman da onların taşeronları aracılığıyla ve ezilen halkların özgürlüğüne karşı sürdürülen savaşları kaçınılmaz kılar. 1. ve 2. Paylaşım savaşlarını, Güneydoğu Asya ve Kore istilasını, Afrika’ya müdahaleleri ve hatta dünyanın değişik ülkelerinde düzenlenen darbeleri de kapitalizminin var olmaya devam edebilmesinin zorunlu kıldığı savaş politikalarının bir türü olarak görmek gerekir. Günümüzde de Afrika’nın üstünü kara bir duman sarmışken, Ortadoğu alevler içindeyken, Uzakdoğu’da ABD emperyalizmi Çin Halk Cumhuriyet’i’ni kuşatma politikalarıyla yeni savaşların mayınlarını döşemektedir. Trump her ne kadar Irak savaşının başlatılmasını bile eleştirecek kadar savaşa karşı görünse de, sırf İran’la olan nükleer anlaşmayı bozma ve Çin Halk Cumhuriyet’i’ne karşı en azından ekonomik tedbirler geliştirme planlarıyla yeni savaşların hazırlayıcısı olduğuna kuşku duyulamaz. Obama bile ABD halkının 1Daha önce “Siyasi Haber”deki bir yazımda kullandığım henüz kesinleşmemiş rakamlar şimdikinin dörtte biri kadardı. Ama bu durum yapılan çıkarsamaları değiştirmeyip tersine desteklemektedir.


trump ve reality show

neoliberalizmin getirdiği yoksulluğun ve sırf Irak savaşında uğranılan insani kayıpların2 bıkkınlığının ürünü olarak seçimi kazanmışken, içinden çıkacağını söylediği savaşların parçası olmaya devam edip, İran’la yakın ilişkiler geliştiren İbadi’nin seçimleri ABD adayı karşısında kazanması sonucu Irak’tan kuvvetlerinin tümünü çekmek zorunda kalırken, Afganistan’a ek kuvvetler göndermekten kurtulamadı. Asya Pasifik projesi derinleşecek Vladimir Putin 2007’de Münih’teki 43. Güvenlik Politikaları Konferansı’nda “ABD’nin artık tek yanlı kararlarla askeri gücünü sergilemesine izin verilmemesi” gerektiğini söylediğinde 1962’deki Küba füze krizi sırasında BM kürsüsünde Nikita Kruşçev pabucunu çıkarıp masaya vura vura, “ABD’nin bu tehditlerinin bir daha cereyan etmesine izin vermeyeceğiz”3 derken, Kruşçev gibi bir köylü çocuğu değil de istihbarat dünyasından gelen biri olduğu için pabucunu eline alıp onun gibi masaya vurmasa da onun yarattığı şaşkınlığa benzer bir şaşkınlık yarattı. Zira artık herkes tek kutuplu dünyadan bahsederken, her şeyin ABD başkanının iki dudağı arasında olduğu ve hatta “hümanist emperyalizm” teorilerinin üretilmeye başlandığı, ABD’nin artık emperyalist olduğunu cüretle ve övünerek söylemesinin gerektiği, demokrasinin ondan beklenir hale geldiği

bir zamanda, Yeltsin sayesinde dişleri sökülmüş ayıya dönüp Batı bankalarının kapısı önünde el açar duruma düşen Rusya’nın böyle bir meydan okumaya girişebileceğine kimse ihtimal vermiyordu. Ama oldu. Daha fazlası da gerçekleşti: ABD Çin Halk Cumhuriyet’i ile al gülüm ver gülüm mutlu mutlu ilerlediğini sanırken iki eski rakip ülke ilişkilerini sıklaştırıp 1996’da Şanghay’da “Sınır Bölgelerinde Askeri Güveliğin Derinleştirilmesi Anlaşması” olarak kurulan beşli ilişkiyi; adım adım askeri ve ekonomik alanları kapsayan, Hindistan, Pakistan, İran gibi ülkeleri de etrafına çeken “Şanghay İşbirliği Örgütü” adıyla alternatif bir kutup haline ilerlettiler. Nihayet Dünya Bankası’na alternatif gibi görünen ve adım adım herkesin ortak olmaya başladığı, 57 üyeye ulaşan, 100 milyar dolar sermayeli Asya Altyapı Yatırım Bankası4 adı altında ABD’nin bitlerini deve yapan bir girişim de gelişti. Japonya’yla birlikte bu girişimin önünü kesmeye uğraşıyorlar ama en önemli müttefikleri çoktan bankaya ortak olmuş durumda. Çin Halk Cumhuriyet’i’nin içinde olduğu bu gelişmenin dünya dengelerini güçlü bir biçimde etkileyeceğini iyi bilen ABD yetkilileri çoktan Asya-Pasifik bölgesine müdahale için planlarını geliştirdiler. Trump da bu politikaların Obama dönemine göre daha da derinleştirileceğini, Çin Halk Cumhuriyet’i’ne karşı gümrük duvarlarının yükseltilerek engellenmeye çalışılacağını ve oraya kaçan sermayenin geri getirileceğini iddia ediyor ama sermayenin kendisi için kâr oranlarının en yüksek olduğu alanı terk etmeyeceğini, devri zaman Avrupa’ya ve Japonya’ya kaçan sermayenin hiç de geri gelmeye niyeti olmadığı göstermişti. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Onlar Japonlaştı” diye durumu elli yıl öncesinde tespit etmişti. Şimdi de “Çinlileştiklerini” söylemek çok yanlış olmayacak. Bakalım, sermayenin gücüne karşı politikanın gücü ne kadar etkili olabilecek? Normal şartlarda olamaz ama siyasetin savaş biçiminde öne geçtiği durumlarda olabilir. Çin’le savaşı düşünmek zor ama vekâlet savaşları, Ortadoğu’da olduğu gibi her yerde mümkün elbette. Ortadoğu ve Türkiye Trump seçim kampanyası sırasında İslamafobi eşliğinde bölgedeki terör örgütlerini desteklememenin, bunların hür türlüsüyle ilişkilerin kesilmesinin zorunlu olduğunu söylüyordu ve bu politikayı sürdürmeye niyetli olduğunu da terör konusunda en kararlı tutumları geliştirmiş olan generalleri kabinesine alarak perçinledi. Trump’ın söyledikleri arasında bir başka önemli nokta da Rusya ile ilişkilerin sıcak tutulmasıydı. Kalp kalbe karşıdır misali, Putin de Trump’a karşı boş olmadığını her fırsatta ifade etti; Hatta Clinton

67

seçim kampanyası sırasında bu sevdadan yararlanıp kemer altı bir vuruş yapabileceğini bile hesapladı. Trump’ın Suriye ve Irak savaşlarına ilişkin olarak söyledikleri Putin’le geliştirilen muhabbete eklenince ifadeleri şimdiden görünen Suriye savaşının Rusya’ya ihale edilmesi meselesi de berraklık kazanıyor. Daha Obama döneminde, Cenevre görüşmeleriyle birlikte bu yola girilmiş olduğuna, ABD’nin bölgesel avantajlarını koruyabilmek için ara manevralarla işi uzattığına herkes tanık olmuştu. Suriye konusundaki muhtemel anlaşmaların Doğu Avrupa ile tamamlanacağını akılda tutmak gerekiyor. Zira Ukrayna, Kırım, Kafkaslar üzerine anlaşmadıktan sonra Rusya ile istikrarlı bir ilişkinin sürdürülebilmesi olanaklı olamaz. ABD Bush ve Obama dönemlerinde bu alanlarda yediği darbelerle aslında daha fazla yapacak bir şeyinin olmadığını çoktan görmüş durumda. Kafkasya, Gürcistan ve TC aracılığıyla geliştirdikleri girişimler ve Ukrayna’da faşistleri iktidara taşımanın bedelini Kırım ve Güney Osetya’nın kopması olarak ödediler ve artık bunların geri dönüşü de yok gibi görünüyor. Bütün bu projelerde taşeron olarak rol almış olan TC devleti ise attığı adımların 2Irak istilasının başladığı dönemde TIME dergisinin yaptırdığı bir kamuoyu yoklaması ABD halkının savaşın acısına dayanma sınırının 5000 ölü olduğunu ortaya koymuştu; 250 ölü de orduyu alkışlamaya devam ediyorlardı! Gerçekten de ABD’ye taşınan tabut sayısı 5000’i aştığında, elbette başka faktörlerin de katkısıyla Bush, barışı getireceğini söyleyen ve hatta bunun için kendisine Nobel Barış Ödülü de verilen Obama karşısında seçimleri büyük bir farkla kaybetti. 3ABD’nin kendisi TC dahil dünyanın dört bir yanını nükleer füzelerle doldurmuş ve SSCB’yi Avrupa, Pasifik, Hint okyanusundan gerek denizden gerekse karadan çepeçevre kuşatmışken, SSCB’nin Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmesini savaş tehdidi olarak kabul etmiş ve kaldırılmadıkları takdirde Küba’ya saldıracaklarını, barışçı diye iktidara gelen, kanlı Vietnam savaşını başlatan J.F. Kennedy’nin ağzından ilan etmişti. SSCB savaş tehdidi karşısında geri adım atmış, Kruşçev BM’de ünlü konuşmasını yapmış ve ardından da sözünde durup kıtalar arası füzelerin üretimine geçmiş ve silahlanma yarışı akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Bu silahlanma yarışına giriş SSCB’nin çöküş nedenlerinden biri olarak kabul edilir. 4Bankanın en büyük hissedarı yüzde 30 ile Çin Halk Cumhuriyet’i’ni yüzde 8,4 ile Hindistan, yüzde 6,5 ile Rusya izliyor. Kurucular arasında İngiltere, Almanya, Avustralya ve Güney Kore’nin bulunduğu bankaya TC’de yüzde 2,6’lik bir payla 12. en büyük ortak olarak katılmış durumda. Asya Altyapı Yatırım Bankası’na karşı çıkan ABD ve Japonya ise bilinen nedenlerle projeye katılmayan ülkelerin en önde gelenleri.


trump ve reality show ağır faturası altında ezilip, Putin’in etekleri arasına sığınmaktan başka çaresi olmadığını görmüştür. Artık bu durum içerisindeyken RTE’nin, bir daha Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Ukrayna meselelerine burnunu sokmayacağına dair Putin’e söz vermemiş ise de, 15 Temmuz darbesinin yarattığı dengesizlik altında hareket ederken ayağının altına muz kabuğunun bu kez de Putin tarafından konulabileceğini kestirecek kadar hâlâ bir miktar aklı koruduğunu kabul etmek gerekir. RTE için artık sadece iki mesele vardır: yargılanmaktan kurtulmak için her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak ve Kürt meselesinin önünü almak. Birincisinde çözümü OHAL aracılığı ile faşizmi kurumlaştırmakta bulmuş görünüyor. Devlet Bahçeli’nin partisini muhalefetin elinden kurtarma ve devlete her ihtiyaç duyduğunda gereken hizmeti sunma temelinde RTE’ye başkanlık konusunda destek vermeyi kabul etmesi ve Kılıçdaroğlu’nun da şeytanın aklına gelmeyecek bir cinlikle antifaşist muhalefet potansiyelini “Şehitler ölmez vatan bölünmez” şiarı arkasına çekmeye çalışmasıyla neredeyse güvenceye almış durumda. Ancak Kürt meselesi, RTE, müflis “Ortadoğu’da Yeni Osmanlı” heveslerini sürdürürken dallandı budaklandı ve RTE’nin “çözüm” havucuyla güdebileceğini sandığı sınırların çok ötesine geçti. Kuzey Kürdistan’da akıl almaz bir saldırıyla Kürdistan kentlerini yerle bir etmenin sonucu, belki HDP’ye birkaç puana mal oldu ama bu PKK’nin geriletilmesi anlamında hiçbir şey ifade etmediği gibi, dünya üzerinde kendisinin de “halkını katleden diktatör” diye lanetlediği bir

diktatörle eş görülmesine baliğ oldu. Bu saldırılarla PKK’yi ve dolayısıyla da HDP’yi geriletirken, Mesud Barzani’nin de yardımıyla HDP’ye alternatif bir örgütlenmenin yaratılabileceği ve HDP ve PKK dışında “barış” partnerleri yaratabileceğini hesaplarken, işler hem Barzani’nin artık gayri meşru olarak başkanlık ettiği Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde hem de Rojava’da RTE’nin beklemediği boyutlara ulaştı. PKK Yekiti ve Goran şahsında yakın müttefiklik ilişkilerini geliştirirken, Şengal bölgesinde de kurtuluşlarına en büyük desteği sunduğu Ezidi halkının da aktif desteğini kazanarak, Güney Kürdistan’da şimdiye kadar olduğundan büyük bir seçenek olarak yükselmeye başladı. Bu hem RTE’nin hem de Barzani’nin eteklerini tutuştururken işbirliği yapmalarını da daha zorunlu hale getirdi; ama ne yapacaklar? İşin içinde başka büyük güçler var ve onlar TC ve Barzani ile aynı düşüncede değiller. İslam Devleti’ne karşı yürütülen operasyonlarda, Barzani ve RTE PKK’nin yer almasını bütün güçleriyle engellemeye çalışırken, Irak, İran, ABD ve hatta Rusya pek de bu fikirde olmadıklarını ortaya koydular. İslam Devleti’nin Musul’dan defedilmesini ardından Bölgesel Yönetim bünyesindeki PKK varlığı besbelli ki önceki gibi olmayacak ve artık yeni bir nizamın kurulmasında onların da fiili varlığı kabul edilmek zorunda. Barzani bu gelişmenin önünü alabilmek için tek çare olarak bağımsızlığı görüyor ve TC de buna ikna olmuş olacak ki, artık eskisi gibi kırmızı çizgilerden söz etmediği gibi, gerekli durumda desteklenebileceğini de söylüyor ama bugünlerde bunu dillendirmesi MHP’den beklediği destek dolaysıyla pek mümkün değil.

68

RTE’nin Şam’da Emeviye Camii’nde kılmaya niyet ettiği cuma namazı da kazaya kaldı. Gerçi cumanın kazası da olmuyor! Rusya, ABD, Suriye ve İran’ın İslam Devleti’nin TC sınırlarından yararlanmasının önünü kesebilmek ve Kürtlerin elinin daha fazla güçlenmesini engellemek için fikir birliği içinde RTE’ye tanıdıkları Cerablus icazetinin artık sınırlarına gelinmiş bulunuyor. “El Bab’ı da Menbiç’i de alacağız!” naraları atılınca birden El Bab civarında TC askerleri havadan vuruldular. TC bunu Rusların yapmadığına inandığını beyan etti! Bu apaçık “Olduğun yerden daha ileriye gitmeye kalkışma” uyarısından başka bir şey değil ve her iki taraf da tecahül’ü arifane davranıyor. RTE’nin yine heveslerini dışa vurduğu, “Biz Suriye’ye Esed’i düşürmek için girdik” lafını ise Putin kendisine 24 saat içinde yutturdu. Yani bu noktadan sonra TC’nin Suriye içinde yapabileceği daha fazla bir şey yok. Şimdi tek umutları, “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nün sağlanması için hep birlikte Kürtlerin imha edilebileceğinde. Bu aslında TC devletinin nasıl bir çaresizlik içerisine sürüklenmiş olduğunu gösteriyor. Clinton olsa idi belki ABD planları Kürtlerin dışta bırakılması ve TC’nin devreye sokulması doğrultusunda gelişebilirdi. Ancak ihaleyi Putin’e havale eden Trump’ın böyle heveslerinin olmadığının altı seçim kampanyası sırasında çizildi. RTE’nin Trump Tower’ın açılışına katılmakla hata ettiğini beyan etmesi beklentilerin ne olduğunu göstermeye yeter bir işaret. Elbette Ortadoğu denklemi çok büyük bir matriks, hangi değişkenin diğerlerini nasıl etkileyeceğini bütünüyle kestirebilmek olanaklı değil. Örneğin Trump’ın İran ile yapılan nükleer anlaşmayı tanımayacağına ilişkin beyanları bütün faktörlerin yeniden dizilmesine neden olacak kadar önemli. Olup olamayacağını kestirmek ise oldukça zor. Her hâlükârda ABD seçimleri RTE’ye beklediği rahatlamayı getirmedi ve gelişen ekonomik kriz ile birlikte daha fazla diktatörlük iplerine asılmasına neden oldu. Ama bu da kendisi için çok kırılgan bir durum yaratıyor. AKP iktidarının pazarlama teknikleriyle de süslenerek yaratılan güçlü iktisadi durum krize doğru ilerlerken, diğer yandan da iktidarın daha önce en güçlü olduğu alan olan toplumsal hegemonyası zayıflıyor ve bunun telafisi zulmün dozunun artırılmasıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bu hegemonyanın tümden kırılabilmesi için imkânlar gittikçe artıyor. Bunun yarattığı yanılgı ise bu iktidardan nispeten kolay bir biçimde kurtulunabileceği doğrultusunda oluyor. Demokratik koşullar altında elbette öyle olabilirdi ama faşizmin kurumlaştırılması güçlü bir karşı vuruşu zorunlu kılıyor; ne yazık ki, bu karşı vuruşu yapacak alternatif hâlâ yaratılmayı bekliyor.


* Irkçılığa hayır, Trump’a hayır

trump sonrası stres bozukluğu Zeki YAŞ

D

onald Trump’ın ABD Başkanlığı’na seçilmesinin yarattığı siyasi şok, kıyamet önsezileriyle birlikte korku, öfke, şaşkınlık ve geleceğe dair endişe verici beklentileri de beraberinde getirdi haklı olarak. Ağzını her açtığında “uygar” dünyanın değerleri ve yerleşik siyasetin ölçüleri açısından vülger sayılabilecek sözler eden “ırkçı”, “kadın düşmanı”, “narsist”, “İslamofobik” bu emlak milyarderinin, dünya politikasını belirleyen bir devletin başkanı olması, elbette ki düz anlamıyla şaşırtıcı ve endişe verici bir durumdur. Peki ama ne kadar ve dahası neden şaşırmalıyız? Sadece Amerika’ya değil, genel vizyona bakıp, soruyu şöyle de sormak mümkün: Bugün bu tablo hangi dünyada gerçekleşti de bu denli şaşkınlık içindeyiz? Reel sosyalizmin çöküp, global kapitalizmin “tarihsel” zaferini ilan ettiği, ekonominin kolektivist vizyonunun ve sosyal kazanımların yıkıldığı, tersinden de neoliberalizmin kendi kriziyle boğuştuğu bir dünyanın içinden Trump gibi siyasi figürlerin çıkması mı şaşırtıcı? Ya da, nüansları hariç, neoliberalizmin aynı parametrelerinde duran iki aday arasında, eski siyasi elit oligarkların yüzünü temsil eden Hillary Clinton’a karşı, yeni faşizan yüzünü temsil eden Trump’ın kazanmasına mı içerleniyoruz? Meseleyi bir de Trump’ı seçenler açı-

sından düşünürsek, Trump Amerikan halkının aynadaki yüzü müdür? Ya da, Trump’ın seçim sloganı olan “Make Amerika great again”ın (Amerika’yı yeniden güçlü yap) arkasında tutkuyla durup, kendisiyle birlikte dünyanın yok olmasını arzulayan bir tür hınçla yüklü çılgın “beyaz” insanlar topluluğu mudur? Taşranın zaferi mi? Buradan devam edersek eğer, Trump’ın olası görülmeyen zaferinde, finans sektörünün çöktüğü 2008’den bu yana devam eden ekonomik krizin tüm bedellerini ödeyen, neoliberal politikalar altında cehennemi yaşayan “mavi yakalılar”ın, çöken orta sınıfların, kırsal kesimin ve “eğitim düzeyi düşük” olanların belirleyici rol oynadıkları anlaşıldı. Küresel bir mesele olarak taşranın kentlere meydan okuması, siyasi elitlere karşı bir isyan olarak da okumak mümkün bu durumu. İlk hallerini Avrupa’da Brexit referandumunda da gördüğümüz (öncesinde Berlusconi de Trump’ın prototipidir), yine yansımalarını İtalya’da aralık ayında yapılan seçimlerde, gelecek yıl Fransa’da yapılacak seçimlerde muhtemel Le Pen çıkışında, Almanya’da dokunulmaz lider Angela Merkel’in yerini AfD’ye bırakmasında görebileceğimiz faşizan eğilimlere doğru bir dönüşümün işaretlerinden biridir Trump’ın zaferi. Ama söz konusu olan Amerika olduğunda, herhangi bir işaret sayılmaz bu.

69

Sisteme karşı öfkeli eğitimsiz kitlelerin siyasal yükselişi giderek karşılığını buluyor ve siyasal alanı ele geçiriyor. Trump da bu unutulmuş, siyasetten dışlanmış kesimlere, “Ben sizin sesinizim” retoriğinden seslendi ve karşılığını aldı. Aslında bu “unutulmuş erkekler ve kadınların sesi olmak” retoriğinin tarihsel olarak iki hikâyesi var Amerika’da. Birincisi, Büyük Bunalım sonrası 1932’de, hem faşizmin hem de komünizmin yükselişini önlemek için F. D. Roosevelt’in “ekonomi piramidinin en altında olan unutulmuş insanlar”a seslenişi; ikincisi de, 1968 sonrasında siyahların başkaldırışından ve savaş karşıtı hareketlerden rahatsız olan “sessiz çoğunluğa” gönderme yapan R. Nixon’ın gerici söylemleri… Trump da, küçük kasabalardaki kırsal kesim insanlarının ekonomik hayatlarına canlılık getireceğini vaat etti. Neoliberalizmin elitlerinin dokunamadığı unutulmuş olanların acılarına, göçmen karşıtı, ırkçı, kadınları da aşağılayan söylemlerle besleyerek dokundu. Ama basitçe bu meydan okumayı siyasal alanda bulduğu Trump gibi temsilcilerle açıklamak yerine, asli nedenlerini bizzat yerleşik siyasetin kendisinde bulup çıkarmak, deşifre etmek ihtiyacı var. Bir gösterge olarak Trump Olan biteni Trump’ın kendisiyle açıklayabilseydik eğer, öne sürülebilecek çözümlerin daha kolay olduğunu düşünebilirdik. Oysa olan bitenlerin


Trump sonrası stres bozukluğu teklerdim, Clinton daha tehlikeli” türünden bir açıklaması var. Sanırım, ”Trump gelsin de, ABD’nin gerçek yüzü anlaşılsın” gibi bir şey demiyor Žižek. Tam da bu kötünün iyisi, evhen-i şer’in sınırlarına gelindiğini anlatmak istiyor. Ama Žižek türü solculuğun liberalizm karşıtlığının açmazı tam bu noktada başlıyor. Tamam kışkırtmayı anladık da, Trump kazandığına göre, evhen-i olmayan şer’e karşı politika nedir? Giderek “sağın sağa karşı savaşımı ve yer değiştirmesi” haline gelerek daha korkunçlaşan dünya siyasetine ne söyleniyor? Solun bir açmazı da, bir anlamda “yerinde sayma” siyaseti gibi tıkanmış, söylemsel olarak insanlarla kaybettiği bağı kuramayan “haklı olma” retoriğine dönüşmüş durumda. Žižek şeytanla dans ediyor, ama kışkırtıcılığının ardını getiremiyor. Trump kazandı, ya sonrası? Ya da nasıl yapmalı? İçsel dinamikleriyle nasıl bir süreç işliyor, şimdi ne olacak ve bundan sonra dünya nereye gidiyor? Amerika açısından düşünüldüğünde, kadınları, göçmenleri, siyahları, LBGTİ+ bireyleri, Trump’a oy veren mavi yakalıları ve “unutulmuşlar”ı iyi bir geleceğin beklemediği kesin. Trump gözünü bankalara dikmeyecek çünkü. Bilakis, çok kültürlü politikalara düşmanca saldıracak. Ve Amerika ile sınırlı kalmayacak bu hoşgörüsüzlüğün kötü ruhu, Trump’la birlikte “uygar” dünyanın üzerinde daha bir güvenle ve arsızca gezinmeye başlayacak. Dış politikada ise, Trump’ın seçim kampanyası retoriklerine sadık kalacağı ihtimalinden hareket edersek, Amerika’nın NATO politikalarında kaymalar olabileceği söylenebilir. En bariz örnek Rusya… Amerika ve Rusya’nın Suriye meselesi hususunda yakınlaşması söz konusu olacak. Avrupa, Rusya’ya uyguladığı yaptırımları yeniden gözden geçirecek. En son İran anlaşmasına yeni

Jill Stein (2016 ABD Başkanlık seçimleri Yeşil Parti adayı)

ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal nedenleri var ve bunların üzerinde yeterince düşünemiyoruz. Şaşkınlığın bir nedeni de bu olmalı. İlk elden, tırnak içine aldığımız uygarlık kelimesinin anlamının ve değerlerinin, liberal çok kültürlü dünyayı işaret ettiğini söylemek gerek. Ve bu dünyanın insanlığa verebileceği hiçbir şey kalmadı. Trump’ın seçimi de, bu uygarlık krizinin derinliğini imliyor aslında. Alain Badiou tam da bu noktaya işaret ediyor, bir eksikle. Batı dünyasındaki siyasi oligarşinin, krizlerle, yanlış çözümlerle, bütün klasik siyasi hükümetlerin yarattığı büyük ölçekli hayal kırıklıkları, öfke ve isyanlarla kapitalist mekanizma üzerindeki kontrolünü kaybettiğini söyleyen Badiou, bütün bunların insanlar üzerinde yaptığı etkiyi tam bir yönünü kaybetmişlik, insanlığın hiçbir gelecek vizyonunun olmaması, tam da bu koşullarda irrasyonel vizyonlara, yanlış kanallara, ölmüş eski geleneklere dönüyor olmasıyla açıklıyor. Böylelikle politik oligarşinin önünde şiddet ve vülger demagojiye sarılan yeni siyasi figürler türüyor. Ama bence, Trump bir gösterge olarak alınırsa, kitlelerin ne tür bir arzuyla hareket ettiğini anlamak, bunu da bir kandırılma, güzel yalanlara kapılıp gitme eğilimi yerine, daha derinde kendi arzularıyla temsil arasında ne türden kapılmalara yöneldiğini anlamaya çalışmak önemli. Şimdi, “şu olsaydı, bu olsaydı, FBI müdahale etmeseydi, Yeşil Parti’nin ve Jill Stein’ın oyları Clinton’a gitseydi, bunlar olmayacaktı” türünden kâbus sonrası uyanışın sayıklamaları var şaşkınlık da. Yani şimdi, H. Clinton başkanlığa gelseydi felaket felaket olmaktan çıkacak mıydı? Mevcut politikaların yerinde saymasından ya da daha doğrusu bir yerinde sayma görüntüsünden başka fark olacak mıydı? Kötünün iyisi, her zaman kısmi olarak dahi olsa “iyi olma” anlamına gelmeyebilir. Bir de Slavoj Žižek’in “Trump’ı des-

70

bir bakış gelecektir. Filipinler gibi birçok Asya ülkesi, Amerika’nın etkisinin zayıflamasıyla, Çin’le daha yakınlaşacaktır. Bunlar sadece ihtimal. Ama şu gerçeği unutmamalıyız: Amerikan politikalarının gerçek gücünü, siyasi partilerin ve onların resmi siyasi kurumlarının arkasında duran savaş tekelleri, ekonomik ve siyasi elitler oluşturuyor. Bunu Obama’da da, ondan önceki neoliberal başkanlarda da gördük. İşte bu gerçek gücün, Trump yönetiminde de kilit yerleri tutacağını düşündüğümüzde, Trump’ın sözleri bir seçim kampanyası retoriği olmaktan öteye gidemez. Ortadoğu ve Kürdistan’a ilişkin olarak da Ortadoğu’nun kuantum hallerinden dolayı, kesin şeyler söyleyebilmek mümkün değil aslında. Ortadoğu merkezinde ABD siyasetinde yapacağı değişikliklerle önemli krizlere neden olma payı olmakla birlikte, bunları belirli dengelerle yapmak zorunda olduğu aşikâr. Ama şu an görünen, seçilen başkandan bağımsız olarak, YPG’nin Batılı güçler açısından da tek sahici müttefik olma özelliğini koruduğu. Tablo bu olunca, “Ne yapmalı?” sorusu, verili koşullarda bir karşılık bulabilir mi, bilmiyorum. Ne olacağını tümden kestirmek olanaksız. Ama dünyayı vasatların yönetmesi bir kötü kader olamaz. Türkiye’de de böyle, Amerika’da da. Amerikan solunun seçimler sonrası yaptığı değerlendirmeleri okuduğumda, benzer hal-i pür melal içinde olduğumuzu söylemek mümkün. Onlar da, muhalefetsizlikten, farklı dinamikleri birleştirecek bir haklılık söylemini oluşturamamanın yaydığı güvensizlikten bahsediyorlar. Ekonomik, siyasi, toplumsal nedenleri anlama çabası, kendi halimize bakmayı engellememeli. Olası nedenler, kendi başına değişimin devrimci yönünü olanaklı kılmıyor çünkü. Aynı değişim arzusu, bir karşı devrimci sürecin hâkimiyeti yönünde de işleyebiliyor. Trump’la kıyamet kopmayacak belki ama umutlu bekleyişleri sekteye uğratan süreç daha da derinleşecek. Sonuç olarak; yaşanılan “Trump sonrası stres bozuklukları”… Tanı bu… Önerilen çözümse; otoriterleşme. Sağa kayma eğilimlerini güçlendiren yönelimlerin, statükonun kendi içinde bir sorun olmasını aşacak bir yaklaşım… Yeni bir döneme girdiğimizden bahsedebiliriz; 1980’li yıllardan beri sürdürülen küreselleşmeci siyaset anlayışının sonuna gelindi ve küreselleşme karşıtı bir siyasal döneme girildi. Batı’yı uzun dönemde etkileyebilecek bir başlangıç, bir bakıma sonun başlangıcıdır bu. Beklentimiz “sol”un da başlangıcı olması… Trump nezdinde “vasatın egemenliği”, dünyanın her yerinde görünümleri farklı olsa da Clintonvari “müesses nizam”a karşı kazandı. Hem vasata, hem de müesses nizama karşı mücadeleye devam.


hani brexit’ten sonrası “tufan”dı? Hakan GÜRGEN

K

emalizm’in etkisi ile kıyaslamaya kalkarsak, Batılılaşmanın güncel varyasyonu olan AB’ye üyeliğin “milli özlem” olarak kabulü çok daha eskilere dayanıyor. Haliyle bu Batılılaşma olgusunun ülkemiz sol’unun kılcal damarlarına kadar nüfuz etmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Bu gözleri kör eden derin aşkın bir parçası olan ülkemiz Sol’u haliyle Brexit’e pek anlam verememektedir. Brexit, daha çok ırkçı Britanya Sağ’ının bir operasyonu/provakasyonu olarak anlaşılıp, anlatılmaktadır. Üstelik bu değerlendirme pek de haksız değildir. Toplumsal eşitsizlikleri fırsatçı bir biçimde “kullanan” ve Batı Avrupa’daki yabancı düşmanlığının artmasını fırsat bilen Brexit, ayrılıkçı tezlerini gündeme yeniden sokabildiği gibi, tekelci egemenlerin AB’de demokrasiyi bir bürokratik sirk gösterisi haline dönüştürmesini, AB’nin, lobilerin cennet bahçesi haline gelmesini kullanmış, böylece AB’nin “mümtaz hayalini” bozmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Bu değerlendirme haksız değildir ama, bardağın yalnızca dolu kısmına işaret etmektedir. Bir ulvi uygarlık projesi olan ve kanlı sınıf, din, toplumsal mücadeleleri ardına almış bulunan, kalın bir sosyal haklar kataloğunu içselleştirmiş olan, özgürlükler geleneğine yaslanan ve de aydınlanmanın ışığına göre kurulmuş olan Birleşik Avrupa, Brexit ile sarsılmak-

tadır, perişan olmaktadır. Ne hoştur, pasaport bile göstermeden sınırları geçebilmek, mesela Portekiz’in bir dağ köyünde bile ortak bir para ile içtiğin şarabın ücretini ödeyebilmek. O halde, nasıl olur da insanlar bizlerin hayallerini süsleyen, ismini duyunca içimiz kabaran Avrupa Birliği’ni terk etmek için sıraya giriyorlar? “Batı değerlerinin şahikası Avrupa”nın neden terkedildiğini, terkedilebildiğini anlamanın, bir tür paradigma değişikliğine işaret ettiği açık. Bu yüzden fotoğrafı görmek açısından, madde madde aşama aşama bu sürecin handikaplarını ve mevcut durumunu özetlemeye çalışacağım. Brexit’e yeltenen Britanya, oylamanın bir kaç ardından, “ağzının payını“ aldı mı? Brexit oylaması öncesi estirilen ve bilhassa İMF ve OECD’nin manipüle ettiği , “iktisadi çöküş” senaryoları önemli ölçüde boş çıktı ve beklendiği ve de propaganda edildiği gibi bir ekonomik çöküntü gözlemlenmedi. Brexit sonrası Britanya’da ticaret, üretim, büyüme ve emek pazarına dair, İMF ile OECD öngörülerinin tersine rakamlar söz konusudur, felaket senaryosu –en azından şimdilik– gerçekleşmemiştir. Britanya para birimi Pound, Brexit sonrasında kısmen değer kaybedince, ucuzlayan turizm diğer bazı başka faktörlerin de etkisiyle bu yaz adeta yükselişe geçti. Bu durum ise, -diğer bir dizi göstergelerde de olumlu sayılar ortaya çıkınca-, yılın üçüncü çeyreğinde ekonomik büyümenin yüzde 0,5 olarak sonuçlanmasına kapı açtı.

71

Bu rakamlar, AB Euro bölgesindeki ortalama güncel sayıların, istatistik sonuçlarının neredeyse iki katıdır. Britanya’da ayrıca, İLO verilerine göre de, aynı dönemde işsizlik yüzde 4,8’e geriledi. Değer kaybeden Pound’ta ise bu “güneşli yaz” döneminin ardından “High Court”ın (Yüksek Mahkeme) Brexit için verdiği yol açıcı karar sonrası, yeniden yükselme görüldü. Britanya hükümeti, bu “olumlu” gelişmeye rağmen, bu yıl için öngörülen ekonomik büyüme tahminini yüzde 2,4’ten 1,4’e geri çekti. Bu tablonun, “Brexit sonrası gidişat” için net bir resim vermediği, henüz veremediği ortadadır. Ekonomik verilere dair sayılar ortalıkta uçuşmaktadır. Bu stabil ol(a)mayan durumun farkında olan Britanya başbakanı Therasa May, iş çevreleri lehine, orta ve uzun vadeli planını ortaya koydu, Britanya’nın G20 ülkeleri arasında olanaklı en düşük gelir vergi baremine yüzde 17’e gerileyeceğini - CBİ Britanya Endüstri İşverenleri kuruluşu toplantısında (21 Kasım 2016) – açıkladı. Bu hamlenin, Britanya’nın AB önünde kendine çeki-düzen vermesinin yanı sıra, ABD’de seçimleri kazanan Trump’ın vergileri azaltacak saldırgan politikasına karşı bir ön tedbir olabileceği düşünülebilir. Britanya, bu yönelimi ile kendine, bir zamanlar İrlanda Cumhuriyeti’nin (ve fiyasko/yıkım ya da en hafif deyimle başarısızlık ile sonuçlanan) oynadığı “düşük vergi cenneti” rolüne benzer bir kurguyu hazırlamaktadır. Bu güncel verilerin ötesinde Brexit, klasik sektörlerde de bir alt-üst oluş sonrası yeniden yapılanmayı tetikle-


hani brexit’ten sonrası “tufan”dı? yecektir. Örneğin, tarımda ve hayvancılıkta AB’den alınan sübvansiyonlar kesilecek, bunun yanı sıra tarım ve hayvancılık sektörleri, AB’den gelen ucuz “mevsimlik işçi” olanağının daralmasına neden olacaktır. Bu sektörlerin tüm risklere karşın, Britanya ekonomisindeki çok düşük payı, etkin bir siyasal lobi faaliyetine zaten engel bir durumdur. Britanya’da Brexit oylamasından sonraki ilk somut işaret, hükümetin değişmesi sonucunu vermiştir. David Cameron koltuğunu terk etti ve Dışişleri Bakanı Boris Johnson ve Başbakan Theresa May ile simgeleşen yeni hükümet oluşturuldu. Başbakan Theresa May, Brexit referandum sürecinde “(B)remain“ blokuna dahildi, yani AB’de kalalım“ diyordu. Oylama sonrası ise, görünen o ki, pek aceleci davranmayarak, “evetç” ve “hayırcılar” arasında diyalog arayan bir politika izlemektedir. Bilindiği gibi, halkın referandum ile Brexit kararı vermiş olması, 2017’nin ilk yarısında 2 yıl sürecek olan bir resmi Countdown sürecinin başlatılması anlamına gelmektedir. Ayrıca tarafların bu “vedalaşma” öncesinde, Brexit’in sonuçlarına dair henüz somut öneri ve belirlemeleri yok. Brexit sürecindeki beklentileri, en açık bir biçimde, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker dillendirdi. Juncker, birkaç kez Britanya’da çalışan AB vatandaşlarını birebir ilgilendiren soruna atıf yaparak, Britanya Hükümeti’nin muhtemel tavrının aynı zamanda gelecekte Britanya ile AB arasında bir tür “iç pazar ilişkisi”nin muhtemel karakterini de belirleyeceğini dillendirdi. Bilindiği gibi: Britanya’da çalışan ve ikamet eden AB vatandaşları 3 milyona yakınlaşmış durumda. Bunların çoğunluğu Polonyalı ve Baltık ülkelerinden gelen, 2.1 milyonu iş pazarında aktif olan insanlardır.

ekonomik “düzenleme” getirilmeyecek olursa, sonuçta en kötü ihtimalle gelecekte sürdürülecek ekonomik ilişki biçiminin, WTO dünya ticaret anlaşmasına göre şekilleneceği kesin. Bu durumda, Brüksel merkezli ThinkTank kuruluşu Bruegel’in önerdiği tarzda “İki ayrı kutuplu Avrupa” biçiminde tarif edilen ve söz konusu kuruluşun ismi ile anılan CP (Continantal Partnership) kavramı altında yeni düzenlemeler zorunlu olmaktadır. Bunun da ötesinde Britanya’da, günümüzde AB üyesi olmayan (ama EFTA üyesi) Norveç gibi ülkelerin, AB ile benzeri ekonomik ilişkiler ve ticaret sürdürmek isteyebilir. Bu durumda EFTA ile AB Avrupa Ekonomik Alanı Anlaşması gereği, bu statünün, ilgili EFTA ülkeleri Norveç, İzlanda Lichtenstein ve İsviçre tarafından özel onay görmesi zorunluluğu vardır. Göz önünde tutulması gereken, şu an Britanya’nın dış ticaretinin (satış/ihracat) yüzde 44’ünü AB ve EFTA ülkeleri ile yaptığıdır. Bu “çıkış süresi” içinde, Britanya’nın Brüksel’deki etkisi ne olacaktır? Bu konuda AB sözleşmesinde herhangi kesin bir “düzenleme” yoktur. Bu nedenle Britanya Başbakanı olağan olarak hâlâ AB Meclisi’nde yer alabilir. Yalnız AB Meclisi’nin “oybirliği” ile karar alması zorunlu olan vergi ve finansman konularında, geleceğe yönelik hiç bir sorumluluğu kalmayacak olan Britanya’nın oy kullanması sorunlu olacaktır. Aynı biçimde, Haziran 2017’de sırası gelen AB Meclisi

Brexit ne zaman başlıyor, ne zaman ve nasıl bitiyor? Brexit’in resmiyet kazanması; şayet iki yıllık süre içinde AB’ye üye ülkelerin en az 20’sinin söz konusu kararı onaylarsa, AB nüfusunun en az yüzde 65’inin artık Birliğin dışına düşmesi gibi bir sonuçla karşı karşıya kalınacak demektir. Eğer herhangi bir şeklide bu “onay çoğunluğu” oluşmaz ise, iki yıl sonra AB sözleşmesinin “meşhur” 50. maddesine göre: Britanya için “otomatik ayrılma” mümkün olabilmektedir. Brexit sonrasında AB vatandaşlarının “serbest dolaşım hakkı”nın ise nasıl gerçekleşeceği elbette bir başka merak konusu. “Turist” veya “yerleşik” AB ülkeleri vatandaşlarına, Britanya’nın nasıl bir vize zorunluluğu getireceği en azından şu an itibarı ile bilinmiyor. Ortak Avrupa iç pazarı fikrinden kopulduğu bu koşullarda, iki yıllık süre içinde “ayrılık” kararı almak için başka ve özgün

72

başkanlığını her şeye rağmen Britanya’nın üstlenmesi kaosun artmasına neden olacağı gibi, zaten böyle bir gelişme tahayyül bile edilemez. Ayrı bir sorun ise, Britanya adına AB Parlamentosu’nda yer alan milletvekillerinin durumudur. Bu milletvekilleri, resmi “ayrılma”ya kadar parlamento görevlerini sürdürme hakkına sahiptirler. Britanya’nın AB milletvekilleri arasında yer alan ve Brexit’ten mutlu olmayan İskoçyalılar, Gallerliler ve Kuzey İrlandalılar bu süreyi (olanağı) kendi lehlerine nasıl kullanacaklardır? İşte bu durum şimdilik belirsizdir. Bunun da ötesinde, İskoçya’da hükümeti yöneten Nationalist Parti’nin, “resmi ayrılık” öncesi, iki yıl içerisinde, salt İskoçya adına AB’de kalmak yönünde ayrı bir “halk oylaması” yapmayı tasarladığı tehdidi gerçekleşirse; doğacak bu ek sorun, süreci iyice karmaşık hale getirebilir. Brexit’in ortaya çıkardığı gerilimlerden diğer biri ise Kuzey İrlanda’ya ilişkindir. İRA ile merkezi hükümetin yaptığı barış görüşmeleri sonrasında, Protestan Güney ile İrlanda Cumhuriyet’i arasındaki sınırların güvenliğini sağlamasıyla yeni bir dönemi başlatılmıştı. Brexit sonrasında ise, AB’den çıkma kararı olan Britanya’ya ait Kuzey İrlanda toprakları ile Güney İrlanda arasında başka bir sınır krizinin doğması söz konusu olacaktır. AB ile çekilecek yeni sınırlar, Kuzey İrlanda’nın siyasi-diplomatik olarak yeniden “kapanması”nın yanı sıra sosyal ve bilhassa da ekonomik anlamda negatif bir faktör olarak kendini gösterecek ve en önemlisi “barış sürecini”


hani brexit’ten sonrası “tufan”dı? gölgeleyecek, hatta engelleyecektir. Bilindiği üzere Brexit üzerine Haziran 2016’da gerçekleştirilen halk oylamasında, İskoçya yüzde 62, Kuzey İrlanda ise yüzde 54 oranında kalmak için oy kullanmışlardı. Bu gözden hiç kaçırılmaması gereken önemli bir politik veridir. Britanya’nın AB içinde olmasını, İngiliz hegomanyasına karşı bir tür “denge” olarak varsayan ve ayrıca bunu kullanan Kuzey İrlanda ve bu gelişmeleri fırsat bilen İskoçya, Brexit sonrasında daha güçlü bir biçimde “özgün” bir yol arayışına gireceklerdir. Brexit sonrası AB’nin durumu ve alacağı tedbirler Brexit sonrasında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hatta bu durumda en güçlü varsayım, AB resmi dillerinden biri olan İngilizce’nin AB Parlamentosu’ndan çıkarılmasına değin uzanan bir dizi agresif tepkiler beklenebilir. Britanya, tarihte de AB için “gönülsüz” müydü? Winston Churchill, “Demir Perde”ye karşı bir blok kurarken, Avrupa’ya uzanmış bir NATO kurgularken, Atlantikçilik açısından, AB’nin getireceği sosyal-ekonomik-siyasal yararı düşünerek stratejik bir hamle kurguladığına şüphe yok. Ancak Britanya, Ada ile Kıta Avrupası arasındaki birlikler için, pek büyük sevgi ve ihtiras asla duymadı. Britanya, AB’nin öncülleri arasında sayılan kömür/maden birliğine de hiç ilgi göstermemişti. Yine 1951’de oluşumuna başlanan Avrupa Ekonomik

Birliği’ne de ilgisiz kalmıştı. Britanya, daha sonra da 6 ülke ile birlikte bir Avrupa Serbest Ticaret alanını oluşturmuştu. 60’lı yıllarda ekonomisi zayıflayan Britanya, Labour-Tory mutabakatı üzerinden 1963’te muhafazakar hükümetin başvurusu ile AB’ye dahil olmak istedi. Britanya’nın AB’ye başvurusu, Charles De Gaulle’nin iki kez vetosuna takıldı. Britanya’nın AB’ye dahli, ancak Charles De Gaulle’ün iktidardan uzaklaşmasıyla mümkün olabildi. 1975’e doğru, Labour’un ( İşçi Partisi) sol kanadının muhalefeti ile zamanın başbakanı Harald Wilson, Brüksel ile ilişkileri yeniden gözden geçirdiler ve AB’de kalıp-kalmamayı belirlemek için referanduma baş vurdular. Biraz da halkın gözünde “Brüksel ile pazarlık yapıyoruz” havası yaratan bu referandumda, halk yüzde 67 oranında AB’de kalmak istediğini belirtti. Britanya, kıta Avrupa ile ilişkilerinde hep aykırı kaldı. Britanya’nın AB ile ilişkisi hep “özgün” ama “ayrıksı” olageldi. Britanya, örneğin Euro’ya hiç dahil olmadı. Schengen serbest dolaşımını kabul etmedi. 1984’ten beri “Britanya iskontosu” adı verilen ve Britanya’ya AB masraflarına katılımında üçte iki miktarına kadar avantaj sağlayan özel indirimden hep yararlandı. 2011’den sonra da Fiskal-pakt diye bilinen vergi düzenine tam anlamıyla dahil olmadı, devlet ekonomisinde (Federal Almanya bakanı Wolfgang Schaeuble’nin sembolize ettiği türden) katı tasarrufçu, “kemer sıkanı” politikalarına pek dahil olmayarak, AB’nin ulusal borçlanmalarının üst sınırlarının belirlenmesinde hep ayrıcalıklı kaldı. Britanya ayrıca, 2015’te David Cameron’un Brüksel ile sürdürdüğü görüşmeler (pazarlıklar) sonrası serbest dolaşım ve çalışma hakkından yararlanan AB vatandaşlarının sosyal desteklerden yararlanmaması için ayrıcalıklar koparmaktan da geri durmadı. Britanya, Avrupa Merkez Bankası eli ile yürütülen uygulamalarda da hep belirli bir “kayırma”dan yararlandığının altını çizelim. Brexit, “Transatlantik Avrupa”nın kendi sonuna geldiğine mi işaret olmuştur? Böyle bir soru, “Transatlantik Avrupa”nın sonu demek. Ayrıca “Euroasya Avrupa”nın güçlenmesi anlamına da geliyor. Bu durum, Britanya’nın umudunu ve geleceğini NATO siyasi-askeri perspektiflerine göre NATO’culuğa bir “fon” oluşturmasıyla Avrupa Birliği’ni önde tutmak fikrinden bir nebze uzaklaşarak, pazarı genişletecek Asya güçleri ile işbirliğinin daha açık hale gelmesi anlamına gelir. Britanya’nın Brexit sonrası “Asya yönelim”leri asla abartılmamalıdır. Bu durum Tayyip Erdoğan’ın “Şangay 5’lisine

73

üye olurum“ tehdidi gibi fütursuz ve de temelsiz bir yönelim asla olamaz, çünkü durum sanıldığından daha da görecelidir. Britanya unutulmamalıdır ki ABD, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda gibi ülkelerle UKUSA (Five Eyes) veya ECHELON adı verilen gizli servis anlaşması türünden onlarca özel bağımlılık anlaşmaları ile bağlandığı Batı’dan kolaylıkla kopamaz. Ancak Brexit, egemen güçlerin yeni bir neo-liberal program adaptasyonu ya da egemenler açısından kuvvetle öngörülmüş ve kurgulanmış bir yönelim olmaktan çok; Britanya egemenlerinin, gelişmelere “tedricen” ve önemli bir ölçüde adım adım adapte olduğu bir süreçtir. II. Elisabeth ve onun temsil ettiği devlet geleneğinin yakın müttefiki olan London “City” ve finansal sermaye güçlerini elinde tutanlar bu duruma kendilerini uyarlamakta ve mümkün olan en iyi sonucu içine girilen bu yeni dönemde de elde etmeye çalışmaktadırlar. “Ne yapmalıyız?” sorusuna kolayca ve hızla verilmiş olan ilk Britanya-Brexit cevabı, “Commonwealth” olmuştur. Britanya açısından, Brexit sonrası ilk akla gelenler, Asya’ya yönelmek ve Commonwealth’i yeniden keşfetmektir. Ancak, Britanya egemenleri, Brexit sürecinde; “There is no alternative” kampanyası ile neo-liberal tutarlılıklarını ve kararlılıklarını ve daha önemlisi öz güvenlerini tekrar edememektedirler. Seslerinin titrediği kolaylıkla anlaşılıyor artık. Brexit kararı bağıntısı içinde ortaya gelen tezler ve yönelimler, Britanya egemenlerinin ve Britanya’yı mekan bellemiş bazı uluslararası egemenlerin, geleneksel “Atlantikçilik” ile bağlarını koparmaya ya da bu bağı zayıflatma girişimleri olmaktan çok, belli ölçüde hazırlıksız yakalandıkları Brexit sonrası oluşan/oluşacak koşullara kendilerini hızla uyarlama niyetindedirler. Britanya’nın, 52 üye ülkesi olan, çoğu eski Britanya sömürgelerinden, nüfusu 2,1 milyar insandan oluşan, aralarında Güney Afrika, Nijerya, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerde bulunan Commenwealth’i yeniden keşfetmesi salt Brexit’in sonuçları ile açıklanamaz. Britanya’nın Commonwealth’i yeniden keşfetmesi, TTİP/CETA/TİSA’nın Trump döneminde ve ayrıca özellikle de taraf ülkelerdeki müthiş muhalefet ve direniş ile silikleşmesi, “gelecek”ten kaybolmaya, silinmeye başlaması ile de bağıntılıdır. Şüphesiz yeniden ateşlenen Commonwealth stretejisi, yeni ticaret alanlarının genişlemesiyle Britanya’ya nefes alma alanı sunabilecektir. Ancak, Britanya’nın Commonwealth üzerinden kendi ticaret alanını ve olanaklarını genişletme çabası “tek yönlü bir yol” değildir. Britanya bu yönün tersine de bakmak zorunda kalmaktadır, yani Hindistan başta olmak üzere diğer Commonwealth “kaplanları”na karşılık olarak onlardan


hani brexit’ten sonrası “tufan”dı? daha fazla ihracat istemlerine olumlu cevap vermek durumdadır. Britanya’nın ayrıca Hindistanlı öğrencilerinin, 2010-2016 döneminde, İngiltere okul ve üniversitelerinde neredeyse alışılmışın yarısına inen eğitim yapabilme izinleri, ayrıca başta informatik alan olmak üzere yetişmiş elemanlara bürokratik engeller çıkarmadan iş alanı açılmasına razı olunması, turistik vize ve diğer serbest dolaşım olanaklarının genişletilmesi türünden çok boyutlu sosyal dönüşümlere hazır olması gerekmektedir. Britanya’nın Commonwealth üzerinden hızlı bir dönüşüm ve iyileşme beklentisi içinde olması hayalcidir. Britanya’nın yeni başbakanı Theresa May’ın Hindistan’a 6-7 Ekim 2016 tarihlerinde yaptığı ziyaretten çıka çıka yalnızca 1,2 milyar Pound’luk iş anlaşması gelmesi, orta vadede, iş ve ticaret hacminin genişleme hızının ne olabileceği hakkında fikir vermektedir. “Brexit sonrası”nda Britanya egemenlerinin tercihleri “yekpare” değildir. Örneğin, Britanya egemenlerinin en önemli unsurlarından bir olan “London City” şürekası, Brexit sonrası için fikir birliği içinde değildir. ABD kontrollünde ve etkisinde olan Goldman Sachs dahil bir dizi fon ve kurum, Atlantikçi ideallere bağlı alışılmış tarzda iş tutmaya çalışırken; bazıları da Brexit sonrası süreçte süregiden geleneksel (bilinen) neo-liberal politikalara kendilerini bağlı hissetmemektedirler. “City” egemenlerinin “Brexit sonrası”nda pozisyon alışı “parçalı”dır, farklılıklar içermektedir. “City”nin önemli parçası olan Londra borsası, AB birliği içinde serbest sermaye hareket alanına sahip olmaktan mutlu iken, şimdi, daha önce sıkıntısız at koşturdukları coğrafya daralacaktır. Ancak bu olumsuzluk, kendi içinde yeni olanaklar da sunmaktadır. Londra borsasının Frankfurt borsası ile bütünleşmesi açısından şu ana kadar engel çıkaran AB kartel sınırlamaları kalkacağından, Brexit’in kesin uygulanması ile hukuken olanaklı olabilecektir. Ancak bu bir ihtimalden öte bir şey

değildir. “City” ve Londra borsasının Avrupa coğrafyasında dolaşım olanaklarının daralacağı gerçeği, diğer taraftan daha da güçlenecek nicedir Avrupa Finans Merkezi olma hayali kuran Frankfurt’un özgüvenini kamçılayacaktır. Şu an Britanya’nın en etkili büyüme silahı Hazine Bakanı Philip Hammond’un ve başbakan Theresa May’ın ayrı ayrı açıkladıkları “borçlanma” hedefidir. Bu hedef, AB’den bağımsızlaşıldığı ölçüde borç oranı denetimi açısından sınırlamaların kalkacağı eşiği tarif eder. Böylece Britanya’nın hedefi somutlaşacak, 2018/19 döneminde, Britanya’nın gayri safi milli hasılanın yüzde 90’ı oranında borçlanma olanağı doğabilecektir. Oysa Britanya AB sınırları içinde kalsaydı, bu oran asla yüzde 60’ı aşamayacaktı. Yeni hükümet borçlanmada genişlik öngörüsü ve planının yanı sıra; çalışanların asgari ücretlerini, 7.20 Pound’tan 7.50 Pounda yükselterek “Konjonktürü gazlamak“ niyetinde olduğunu şimdiden ilan etti bile. Kamuoyuna ulaşan bu tür bilgilere rağmen, Atlantikçi ana akım-medyanın (mesela Almanya’da Süddeutsche, FAZ, Die Welt) Britanya’da kriz çıktı-çıkacak hezeyanları içinde, Tory hükümetinin Brexit öncesi ve sonrasında; şimdilik sağlam, köşeli ve kapsamlı bir projesi olmadığı anlaşılmaktadır. Brexit sonrası AB’nin farklı bütünleşmesinde ve bu bağlamda “askerileşmesi”nde bir tür hızlanma kaçınılmazdır Britanya, AB evinde hep bir misafir gibi durdu. Britanya, NATO çeperi içinde daha net gözlemlenen ABD, Britanya, Polonya, Türkiye yakınlığını AB’ye yansıtarak, AB içindeki “Truva atı” rolündeydi. Ama diğer yandan, Britanya kendini gücüne bu denli taparken, (AB’nin taşıyıcısı Fransız-Alman ekseninin tarafı olsa da), Avrupa’da partner olarak, yine kendisi gibi güçlü olan ve Birleşmiş Milletler’de veto hakkı bulunan

74

Fransa’yı öncelikli saymayı da ihmal etmedi. Britanya, AB’den çıkmakla yeni bir sürecin kapısını da aralamaktadır. Brexit süreciyle AB’nin militaristleşmesine katkıda bulunduğu açık. Bu militaristleşme öncesinde ABD’nin 1990’lu yıllarda sürekli dillendirdiği, “Ben dünyanın jandarmasıysam, siz de sorumluluğu ve maliyetleri paylaşacaksınız” söylemi artık yerini bulmuştur ve başta Fransa ve Almanya askeri yapılanmalarını geliştirerek, ABD ile kâh itişme ve kâh ortak operasyonlarla kendi savaş kabiliyetlerini artırmışlardır. Bu dönemde sürekli gündemde olan ama bir türlü yol alamayan “Avrupa ortak savunması” Brexit ile yeni bir ışığa kavuşmuştur. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın serpilme olanakları artık olgunlaşmıştır, OSCE/OSZE, NATO’ya karşı çok gerilerde duran pozisyonundan ağır ağır dışarı çıkmaktadır. Britanya’nın Brexit ile AB’den çekilmesi bu süreci hızlandıracaktır, OSCE/OSZE ruhunu geliştirecektir. Ayrıca Göç yollarını kontrol eden FRONTEX, bir çalışma grubu olmaktan hızla çıkmakta ve “Avrupa Kalesi” fikrine uygun bir şekilde askerileşmektedir. Bu gelişmelerin, NATO’ya rağmen radikal bir değişim anlamına gel(e)meyeceği bilinmelidir. Belirli bir gerilim içinde, Brexit sonrası Avrupa’nın kendi güvenlik düzenlemesinin- NATO çeperinde derin değişiklikler olmaksızın - tedricen gerçekleşeceğini hep beraber gözlemleyeceğiz. Son: Fasit Brexit ile Britanya ve AB arasında ortaya çıkan bu yeni denklemde beliren gerilimin önümüzdeki süreçte; “Batı medeniyeti”, “Batı demokrasisi” hakkında yeni gelişmelere gebe olduğu açık. Bu süreçlerin, demokrasi bağlamında, eşitlik güçlerini gözlemlemek açısından bir katarakt ameliyatı gibi etkisi olacağını ve bu ameliyat sonrasında oluşacak bu yeni durumu herkesin rahatlıkla görebileceği bir netliğe kavuşacağını söyleyebiliriz.


yaşam alanları üzerinden sermayenin ve iktidarın var olma umudu

Beyza ÜSTÜN

K

apitalizmin krizinin giderek derinleştiği bu dönemde devletler; halkların elinden yaşam hakkını, özgürlüklerini, yaşam alanlarını alarak, emeği ve ekosistemi kapitalizmin kullanımına sonsuz sunarak varlıklarını koruyor, egemenliklerini sürdürmeye çalışıyor. Sistem; 2000’li yılların krizinde, doğayı, doğal varlıkları metalaştırırak kendisi için çıkış ararken 2015’lere gelindiğinde halkların özgürlüğü, yaşam alanları üzerinden var olmaya çabalıyor. Örneğin Ortadoğu’da halkların özgürlük ve özerklik mücadeleleri; faşist devletlerin ve ortaklaştıkları paramiliter güçlerin saldırıları ile yok edilmeye çalışılırken, diğer yandan topla tüfekle yıktıkları yaşam alanlarını yeni değerlendirme alanı olarak sermayeye sunmakta sınır tanımıyor. Sermaye sıkıştığı krizden, iktidarlar ise sıkıştıkları yönetim sorunundan çıkmak için faşizmin tüm yöntemlerini ortaklaşa uygulayarak halkların iradesini ve yaşam hakkını, ekosistemin varlığı hiçe sayarak yaşamları yok etmeye devam ediyor.

Kriz derinleştikçe, Türkiye’de yönetim zaafiyeti giderek artıyor. İktidar Önce yasaları istediği gibi değiştirerek, düzenleyerek yönetmeye çalıştıkları süreç, 2016 ortalarına gelindiğinde baş edemez, içinden çıkılmaz hale geliyor. Yönetemediği siyasi ve kapitalist krize karşı Temmuz 2016’dan sonra OHAL’i çözüm olarak uygulamaya sokuyor. Sermayeye daha hızla yol verebilmek için örneğin torba yasa olarak Meclisten Madde 80’i geçiriyor. Böylece doğal varlıklar, ekolojik sistem deresiyle, ormanıyla, merasıyla, kıyıları, sulak alanları ile şirketlerin kullanımına sunulması, bu amaçla planlanan projelerin uygulanması Bakanlar Kurulu’nun ve bu kurulu 1 Kasım 2015 ten sonra fiili olarak yöneten Cumhurbaşkanı’nın yetkisine sokulmuş oluyor. OHAL kapsamında çıkarılan iktidarın sonsuz yetkili kılındığı bu yasa ile; Danıştay 14. İdare mahkemesinin 2016 şubat başında; çevre ve şehircilik bakanlığının yapacağı işleri düzenleyen ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) yönetmeliğindeki değişiklikleri bilimsel ve hukuki bulmadığı için verdiği iptal kararı da hiçe sayılmış oluyor. Toplumsal mücadelelerle kazanılan hukuki kazanımlar 2009’dan beri mah-

75

keme kararlarının arkasından dolanılarak yok sayıldığını bu coğrafyada ekoloji mücadelesi veren halklar iyi bilmektedir. Örneğin AKP, hükümet olarak 2009 yılında yürürlüğe soktuğu 2009/7 Genelgesi ile hukuki kazanımlar elde edilen pekçok projenin iptal kararlarını hiçe saymaya devam edip, mahkemelerin yürütmesini durdurduğu ekosistemi yok edecek pekçok uygulamaya, projeye, ÇED olumlu ya da ÇED gerekli değildir kararlarını vererek yeniden izin vermekteydi. ArtvinCerattepe’deki madencilik projesi başta olmak üzere, Sivas-Kangal’daki Bakırtepe madeni, Erzincan-Kemah’taki Kemah HES projesi, İzmir Karaburun’daki Sarpıncık RES projesi ve benzerleri, 3. Köprü ve bağlantılarında verilen ihale kararları hakkında yetkili mahkemelerce verilen yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarından sonra aynı şirketlere aynı projeler için yeniden ÇED olumlu kararları verdiği pekçok örneğe tanıklık ettik birlikte. Devamında 25.11.2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nin pek çok maddesinin iptali istemiyle aralarında Halkların Demokratik Partisi, Türk Tabipleri Birliği, Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği


yaşam alanları üzerinden sermayenin ve iktidarın var olma umudu ve Türkiye Barolar Birliği’nin de bulunduğu siyasi örgüt ve demokratik kurumlar tarafından iptal davaları açılmıştı. Bu davalar sonucunda Danıştay 14. İdare Mahkemesi 02. 02. 2016’da verdigi kararı ile; Çevre ve Şehircilik Bakanlığının çalışma yönteminin en önemli dayanağı olan ÇED yönetmeliğinin pekçok maddesinde belirtilen değişiklileri bilimsel ve hukuki gerekçelerden yoksun bulmuştu ve yürütmeyi durdurma kararı vermişti İktidar; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın uygulamalarına devam edememesi anlamını taşıyan bu kararı önlemek ve kararı boşa düşürmek için gündeme 70. madde olarak soktuğu, sonra Md. 75’ye dönüştürdüğü ve sabaha karşı oy çokluğu ile geçirdiği md 80 olarak evirdiği torba yasayı çıkardı. Böylece OHAL kapsamında ve Md 80’le yapılacak uygulamalar “yasallaştırılarak” yönetişim krizine çözüm aranmaya çalışılıyor: Meraları, yaylaları, sucul sistemleri, orman ekosistemlerini; “yeşil yol”, “mavi yol, kanal İstanbul, 3. Havalimanı, 3. Köprü projeleriyle inşaat ve ulaşım sektö-

rünün kullanımına açmak, Sivas Kangal’da, Kaz dağlarında İliç’te, Cerattepe’de olduğu gibi dağlar maden çıkarma ve işleme sahaları haline getirmek, Çanakkale Karabiga’da, Hataydaki gibi kıyıları termik santrallar, çimento fabrikaları ile doldurmak, Tarlabaşında, Sulukule’de, olduğu gibi kentleri içinde yaşayanlardan kopartıp, kentsel dönüşüme ve şirketlerin sermaye birikimine sokmak, Sur ve Cizre’de olduğu gibi halkları önce topla tüfekle katletmek, yaşam alanlarını yıkmak, kültürlerini yok etmek ardından da yıkılarak kullanılamaz hale getirilen kentleri TOKİ ve diğer şirketlerin talanına açmak Mersin, Sinop ya da İğneada’da nükleer santral yapımını hızlandırmak ve anadolu mezopotamya topraklarını nükleer atık sahası haline dönüştürerek “yasallaştırılmış” oluyor. Yaban hayvanlarının barınma ve beslenme alanı olan, geçimlik hayvancılığın otlak alanı meralar; Terolar köyü merasında olduğu gibi mülteci kampları, ola-

76

rak yapılanmaya açmak, Erzurumda yapmaya çalıştıkları gibi atık döküm sahaları olarak kullandırmak, şirketlere kullanım hakkını devrettikleri, yani ticarileştirdikleri derelerin yeraltının sularını vadiler arası borularla taşıyabilmek, DiyabakırSilvan arasında başlattıkları, Edirne’de planladıkları gibi tarım alanlarında kayagazı çıkararak tarımı bu ülkede yapılamaz kılmak, toprağı yeraltı katmanlarını kimyasallarla geri dönüşümsüz yok etmenin yasal kılıfıdır Md 80. Yani siyası iktidarın can çekişen ekonomiyi doğal alanlar ve yaşam alanları üzerinden kurtarma çabasının son hukuki düzenlemesidir Md 80 ve düşmemek için tutunduğu son umuttur OHAL . Bu çabaların krize çözüm olamayacağı açıkça görülmektedir. Yönetememe sorununa faşizmle çözüm aranamayacağını ise Ortadoğu’da direnen halklar, kadınlar destan yazarak göstermektedir. Bilinmelidir ki halklar yaşamlarını özgürleştirmek için verdikleri mücadeleden ödün vermedikleri gibi yaşam alanlarını da toplumsal dayanışmayla korumaya kararlıdır. OHAL de 80’de yok hükmündedir.


siyasalın biyopolitik sınırı: ihlal ve tahakküm Utku ÖZMAKAS

2

016 yılının Şubat ayında Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hükümetlerini göçmen sorunu çerçevesinde bir araya getiren bir toplantıda Macaristan Başbakanı Victor Orbán, katılımcıları “aklıselim”e davet ederek “Macar çözümü”nü ortaya koymuştu: “Balkan güzergâhındaki ülkeler ve Avusturya aklıselimi seçmek mecburiyetindeler. Bu ülkelerin yapması gereken Macar çözümüdür: Çitler inşa ederek [göçmenleri] durdurmak ve geri göndermek. Avrupa’nın Kuzey sınırlarını korumanın yegâne yolu, V4 ülkelerinin (Vişegrad dörtlüsü: Çek Cumhuriyet’i, Polonya, Slovakya ve Macaristan) aynı hazırlıkları yapmasından, aynı bakış açısına sahip olmasından ve aynı kararları almasından geçiyor.”1 “Güvenlik” paradigmasına dayanan bu retorik oldukça tanıdık. Bu konuda erken bir uyarı, Avrupa’nın “ırklar savaşı”nın köklerinin çok eskilere dayandığını gösteren Michel Foucault’dan gelmişti.2 Toplumu her türden “dışsal” etmenden, “tehlike”den “korumayı” kendine asli görev bellemiş bu yaklaşım, toplumların kendi yaşamları olan organik varlıklar olduğunu ima ediyordu.

Böylece “beden”e yabancı öğelerin girmesine engel olunabilecek; risk unsurlarının “kökü kazınabilecekti.” Oysaki Foucault’nun da işaret ettiği üzere, on dokuzuncu yüzyılda “biyolojik” bir sos katılmış bu söylem, aslında ırkçılığın yeni bir ifadesinden başka bir şey değildi. Yasadan norma geçilen süreç, elbette güvenlik paradigmasının da yeni bir boyut kazanmasını sağladı. Böylece yasal açıdan bir tehdit veyahut suç daha ortaya çıkmadan “önlem” alınabilecekti. (Bu önlemlerin Amerikan dış politikasındaki en açık adının −11 Eylül sonrası sıklıkla zikredilmekle kalmayıp temel savaş araçlarından birine dönüşen−“önleyici saldırı” olduğunu unutmayalım.) Bu önlemlerin kurumsallaşması süreci içerisinde Avrupalı ulus devletler, söz konusu ırklar savaşı söylemini yeni bir strateji içerisinde kavrayıp bunları göçmen karşıtı politikaların zemini haline getirdi. Bu devlet ırkçılığı, temel olarak Avrupa’nın sömürgeci geçmişinden ayrı düşünülemez; çünkü Edward Said’in çığır açıcı çalışmasından bu yana çok iyi biliyoruz ki, Avrupa’yı “Avrupa” kılan şey, tam da kendisini tanımlamak için kullandığı “öteki”yi nasıl inşa ettiğinde yatmaktadır. Bugün, söz konusu inşanın belli açılardan biyopolitik bir mahiyet ka-

77

zandığını görülüyor. Bu eğilim en başta Foucault’nun söz ettiği ırklar savaşı söylemi vasıtasıyla organizmacı bir toplum tasarısının baştan verili ve doğal bir şeymiş gibi kabul edilmesinde ve böylelikle “risk”, “tehdit” ve “tehlike” gibi kavramların nesnesinin muğlaklaştırılmasında kendisini dışa vuruyor. Egemenlerin toplumsal beden tahayyülünü rahatsız eden her öğe, bu üç kavramın çatısı altına sokulabiliyor. Böylece yasa olmadan da bir tür toplumsal yasak norm üzerinden işe koşuluyor. Bu meselenin Foucault’nun işaret ettiği biyopolitik boyutu elbette bununla sınırlı değil. Öncelikle neo-liberalizmin dünyanın dört bir yanında sermaye akı1Aktaran: Prem Kumar Rajaram, “Europe’s ‘Hungarian Solution’”, Radical Philosophy, Mayıs Haziran 2016, sayı: 197, s: 2. 2Michel Foucault, Society Must Be Defended, çev. David Macey, New York: Picador, 2003. Ayrıca bkz. Stephane J. Baele, “Yaşatmak ve Ölüme Terk Etmek: Michel Foucault Avrupa’nın Mülteci Krizini Öngörmüş müydü?”, Birikim Güncel, çev. Utku Özmakas, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7606/yasatmak-ve-olume-terk-etmekmichel-foucault-avrupa-nin-multeci-kriziniongormus-muydu.


siyasalın biyopolitik sınırı: ihlal ve tahakküm durum bununla sınırlı değil: Yasal çerçevelerin fiili durumlar karşısındaki boşlukları, çoğu zaman göçmenlerin aleyhine kullanılır. Başka bir deyişle, Mark G. E. Kelly’nin işaret ettiği üzere göç rejimi biyopolitik olarak “içerinin avantajı”na olacak şekilde kullanılır.5 Buradaki en temel tavır, ekonomik açıdan eli güçlü göçmenlerin öncelikli olarak kabul edilmesi ve bunlara sermayeyi “içeri” taşıma fırsatı sunulmasıdır. Gelgelelim, söz konusu avantaj ilkesi bununla da sınırlı kalmaz. Göçmenler, −en başta Hatay’da görüldüğü üzere− hızla ucuz işgücüne dönüştürülürler. “Vahşi”, “tehdit” veyahut “tehlike”nin simgesi olan göçmenler, mesela piyasanın taleplerine gelince bir anda faydalı araçlara dönüşmektedir. Bu karamsar tabloya karşın Giorgio Agamben, Antonio Negri ve Michael Hardt gibi isimlerse göçmenliğin olumlu yanlarına dikkati çektiklerini de anımsayalım: Agamben, “bugün insanın siyasal anlamda kurtuluşu, ancak ve ancak, ülke sahalarının böyle delinip topolojik olarak deforme edildiği ve her vatandaşın kendi mülteciliğini teslim etmeyi öğrendiği bir dünya dâhilinde tasavvur edilebilir”6 diyerek göçmenin ulus devlete dayanan egemenlik makinesini topolojik olarak delen olumlu bir figür olduğunu dile getirir. Negri ve Hardt ikilisi için de göçmen İmparatorluk’tan çıkışı simgeleyen bir figürdür: “Göçmenler aşırı yoksulluk içinde, cepleri bomboş yola düştüklerinde bile bilgiler, diller, beceriler ve yaratıcı kapasiteyle doludur.”7 Göçmenlerin yaraFotoğraf: Adnan Onur ACAR

şını hızlandırmak için bulunduğu bütün “küreselleştirmeci” girişimler, ulus devletin en eski reflekslerinden biri olan sınır çekme, duvar inşa etme hastalığıyla paradoksal bir ilişki yaşıyor.3 Wendy Brown’a göre ulus devletlerin egemenlik krizinin semptomundan başka bir şey olmayan bu “yükselen duvarlar”, karasal açıdan nüfusları birbirinden ayırıyormuş gibi görünse de, aslında “biyopolitik nüfusları” birbirinden ayırmakta hiç de başarılı değil.4 Tabii burada ilk adım, “içeri” ile “dışarı” arasında katı bir ayrım yapılması. Bunun yalnızca karasal değil, aynı zamanda nüfusa dayanan bir ayrım olduğunu işaret etmek gerekir. İçeri ile dışarı arasındaki bu karşıtlıkta, elbette sömürgecilerin “uygar/vahşi” ayrımından da bir parça var; süregiden ırkçı rejimin “sağlıklı/sağlıksız” ayrımından da. Ne var ki, biyopolitik bir mahiyet kazanan içeri-dışarı ayrımı, karasal ayrımda olduğu kadar kolay ve net bir biçimde kavranamaz. Öncelikle, göçmenler karasal sınırları aştıklarında dahi biyopolitik sınırları aşamamış olabilirler. Çoğu göçmen “yasal” bir statü kazandığında dahi en temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden faydalanamamaktadır. Bu toplumsal dışlama pratiği, yalnızca toplama kampını andıran göçmen uydu şehirlerinde maruz kalınan muamelelerden ibaret değil. Örneğin, Avrupa Birliği üyesi olmayan ama üyelik için sırada bekleyen Sırbistan’da yasal bir statü kazanmış pek çok göçmenin dahi temel bir hak olan barınma hakkını edinemediği biliniyor. Dahası,

tıcı öznelliklerini göklere çıkarırken yapısal koşulları neredeyse tamamen dışarıda değerlendiren bu aşırı niyetli iki bakış, çeşitli açılardan farklı sorunlar taşısa da, temelde asıl problemleri bu sorunun biyopolitik boyutunu değerlendirirken ekonomi politik perspektifi kapı dışarı etmelerinde yatmaktadır. Meselenin biyopolitik boyutuna yönelik kavrayış, durumun ekonomik içerimlerini ortaya koymaktan geri duramaz. Üstelik, mesele yalnızca “faydalı” göçmenlerin içeri kabul edilmesiyle sınırlı değil. Örneğin, Dünya Bankası’nın 2006 raporuna bakıldığında Sahra altı ülkelerde dış finansman yaratmanın temel yollarından birinin, göçmenlerin ailelerine gönderdikleri para olduğu biliniyor. Başka bir örnekse son dönemlerde Suriye’de henüz yollara düşmeyenlerin en temel geçim kaynaklarından birinin evinden ayrılan göçmen ailelerin geride bıraktıklarını mümkün olduğunca paraya çevirmek olduğu görülüyor. Kısacası, içerinin kendi içindeki avantajı, bir yandan da dışarının hilafına tam da söz konusu dışarının bağrında başka bir sistem kurulmasına sebep oluyor. Mark G. E. Kelly, bu durumun yeni bir “biyopolitik emperyalizm”e kapı araladığını ve çarenin toplumu değil, yaşamı savunan bir yaklaşımın bütün insanlığa yaygınlaştırılması olduğunu söylüyor. Batılı ülkelerin göçmen kabulünde bilhassa genç ve yetişmiş nüfusa öncelik tanıması, bu düşünürlerin iddiasını bir bakıma doğruluyormuş gibi görünse de, meselenin temel boyutlarından biri gözardı ediliyor: İçeri ile dışarı arasındaki bu seçici geçirgen sınırın biyopolitik bir nitelik kazanması, birinci dünya ile üçüncü dünya arasındaki sınırların ortadan kalkmaya başladığını değil, aksine bu sınırların önem kaybederken biyopolitik sınırların çok daha kalın bir şekilde çizildiğini ve ekonomik olarak tahkim edildiğini göstermektedir. Bu meseleyi ele alan bir çalışma için bkz. Wendy Brown, Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, çev. Emine Ayhan, İstanbul: Metis, 2011. 4Sınırların biyopolitik açıdan geçersizliğine işaret eden bir çalışma için bkz. Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, Border As Method, Or, The Multiplication Of Labor, Durham: Duke University, 2013. 5Mark G. E. Kelly, Uluslararası Biyopolitika, çev. Utku Özmakas, Ankara: Pharmakon Kitap, 2016, s. 33. 6Giorgio Agamben, “Biz Mülteciler”, çev. Emre Koyuncu, tesmeralsekdiz, sayı: 4, Ankara, s. 51. 7Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk, çev. Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı, 2004, s. 149. 3-

78


Fotoğraf: Adnan Onur ACAR

cinayet mahalî ayrı, katil aynı 17 Kasım 2016’da Siirt’in Şirvan ilçesinde gerçekleşen madenci katliamının hemen ardından cinayet mahaline ulaşan avukatlardan Can Atalay’a Soma’dan Şirvan’a maden cinayetlerini sorduk. Söyleşi: Gökay IŞIK

Ş

irvan’da meydana gelen maden cinayeti üzerine avukatlar olarak Şirvan’a gittiniz. Öncelikte bu süreç nasıl gelişti? Can Atalay: Soma deneyiminden de biliyoruz ki ilk birkaç gün bu tarz durumlarda çok önemli. Diğer mesele ise bir Kürt ilinde böylesi bir maden katliamının olmasının sonuçları çok başka oluyor, bu nedenle hızlıca Şirvan’a nasıl gidebileceğimizi araştırdık ve Siirt’e gittik, 19’u öğle saatlerinde de Şirvan’da 16 işçinin öldüğü maden sahasına ulaştık. Peki, 16 işçi yaşamını yitirdi diyoruz, halen daha toprak altında olan işçiler var mı? Var ama maalesef artık canlı çıkma ihtimali yok. Soma katliamında ortaya çıkan deneyim de çok önemli. Soma gibi bir facia yaşadık. 301 işçinin katledilmesi Türkiye çapında çok büyük tepki yarat-

tı. Siz de oradaydınız ilk andan itibaren. Şirvan’la Soma’yı karşılaştırdığımızda devletin maden sahasındaki konumu ve tutumu arasında bir fark var mıydı? Devletin görünüm biçimleri üç farklı şekilde ortaya çıkar: Yasama, yürütme ve yargı. Devlet dediğimiz şey aslında bunların toplamından ortaya çıkar ya da devlet bunlarla görünür gözümüze. Yasamayı bu tür yerlerde görme ihtimali yoktur ancak yürütmeyi ve yargıyı görürüz. Yürütme bakımından benzerlikler çoktu. Soma’da da polisin, emniyete bağlı özel kuvvetlerin önemli bir işlevi vardı. Soma’da insanlar, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a tepki gösterirken de sonrasında da emniyet güçleri son derece sert tutum takındı. Yine Soma’da duruşmanın başladığı gün kapı önünde devletin yürütme erkinin aileleri terbiye etmek için nasıl davrandığını gördük. Aileler barikatları aşarak davanın bugüne gelmesini sağladı. Az buz bir şey değil, üç kez polis barikatını yardılar. Şirvan’da ise maden sahasında polis görmüyorsunuz. Orada Kara

79

Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı piyade özel harekâtı görüyorsunuz. Dolayısıyla esaslı bir farklılık yani MG-3’lerle piyade tüfekleriyle yani G-3’lerle, Kalaşnikof ’larla teçhiz edilmiş asker görüyorsunuz. Onun dışında asker doğrudan oradaki yurttaşlarla muhatap oluyor. Şimdi doğrudur Soma’da da polis zulmetti. Soma’da da polis hu- kuka aykırı işlem ve eylemlerde bulundu fakat Şirvan’da esaslı bir farklılık olarak


doğrudan piyade özel harekât var, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı birimler acılı ailelerle muhatap oldu. Bu esaslı bir farklılıktır bence. Ikincisi, yargının tutumu... Soma’da 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan sosyal cinayette gördüğümüz şey şuydu: Burjuvazi sayı hesabı yapmış. 267 işçinin bir anda öldüğü S panosunda madendeki en ufak aksilik durumunda işçilerin öleceğini biliyormuş fakat 301 işçinin ölmesi hesaplarını bozmuş. Yani on, yirmi, otuz, kırk, elli işçinin ölümü Türkiye’de kapitalizm açısından bir vaka-yı adiye... Fakat 301 işçi bir anda ölünce hesap bozulmuş oldu. Bu sosyal cinayete kamuoyunun çok sert tepki göstermesi, Türkiye’nin dört bir yanında Gezi’den sonraki en yaygın eylemlerin yapılması nedeniyle Cumhuriyet Başsavcılığı sonra ilgili soruşturma savcılığı çok sayıda gözaltı yaptı. Şirketin bütün belgelerine el koydu. Sonra da madene el koydu. Çok önemli bilirkişi incelemesi yaptırdı ve şirketin sadece işletme müdürünü tutuklatmadı; üç vardiya amiri, teknik nezaretçi, genel müdür ve ocak ayında yönetim kurulu başkanı olmuş olan Can Gürkan tutuklandı. Dolayısıyla savcılığın tutumu da farklıydı daha sonra tutukluluk haline karar veren hakimlerin durumu da farklıydı. Şirvan’da ne oldu? 17 Kasım günü maden alanında gerçekleşen olayın aynısı daha önce 25 Temmuz günü de olmuş. Olay gündüz saatlerinde yaşanmış. İşçiler sesi duymuş, şev kaymasını görmüş. Heyelan değil, şev kayması! Görmüşler ve kaçarak kurtulmuşlar. 17 Kasım’daki gece olduğu için duyamamışlar, görememişler ve kaçamamışlar. Oradan kurtulan dört işçinin –yirmi kişilik bir ekip çalışıyor orada- ifadesi alınıyor. O mahalde çalışan altı mühendisin de ifadesi alındı. Bir kişiyi, işletme müdürünü tutukladılar. Peki; Şirvan Cumhuriyet Başsavcılığı ya da ilgili soruşturma savcısı “Park Elektrik” isimli şirketin yönetim kurulu başkanıyla ilgili neden bir işlem yapmıyor, anlaşılır gibi değil. Soma dosyası orada, Soma dosyasında iki buçuk yıldır tutuklu insanlar var; doğrudur ve yerindedir. Bilirkişi raporu orada; bilirkişi raporundaki gerek teknik gerek hukuki değerlendirmeler de orada. Soma’da başka bir hukuk Şirvan’da başka bir hukuk kabul edilemez. Esas olarak söylenmesi gereken şey budur. Soma dosyasında daha halen “olası kastı” tartışıyoruz, olası kasttan ceza verileceğini umuyoruz ama Şirvan’daki uygulamada olası kasıt ihtimalinin yani en ağır cezalandırma ihtimalinin savcılık makamının aklına dahi gelmediğini gösteriyor. Dolayısıyla

Soma’da başka bir hukuk Şirvan’da başka bir hukuk kabul edilemez. Esas olarak söylenmesi gereken şey budur. Soma dosyasında daha halen “olası kastı” tartışıyoruz, olası kasttan ceza verileceğini umuyoruz ama Şirvan’daki uygulamada olası kasıt ihtimalinin yani en ağır cezalandırma ihtimalinin savcılık makamının aklına dahi gelmediğini gösteriyor. Dolayısıyla Şirvan’da bambaşka bir uygulama var. Tam da bu nedenle emeğiyle geçinen tüm yurttaşların Türkiye’nin dört bir yanından Şirvan’la dayanışma göstermeleri kritik. Şirvan’da bambaşka bir uygulama var. Tam da bu nedenle emeğiyle geçinen tüm yurttaşların Türkiye’nin dört bir yanından Şirvan’la dayanışma göstermeleri kritik. Daha bugün Şirvan’da işçilerin işten çıkarıldığına ilişkin haberler çıktı. Bu nasıl bir cesarettir? Soma’da birkaç ay bekledikten sonra bunu yapabildiler. Şirvan’da çok hızlı yaptılar. O yüzden farklılıklar bunlar. Soma’da katliama sebep olan meselelerden biri de üretim baskısıydı. İşçilerin ücretleri götürü ücret olarak veriliyordu, işçilere kota koyuluyordu ve işçilerden bu kotaların tamamlanması bekleniyordu. Şirvan’daki maden katliamında benzer bir durum söz konusu mu? Bir de burası bakır madeni, bu fark ediyor mu? Şirvan’da birden çok problem var bu açıdan. 25 Temmuz’da yaşanan olaydan sonra bir süre faaliyet durduruluyor. İşçiler, madenin faaliyetinin durduğu bu dönemde ortaya çıkan açığı kapatmak için çok daha fazla çalıştırılmaya başladıklarını söylüyor. Bu sadece son üç ayda yaşanan durum; öncesinde ise Park Elektrik’te çalışanlar kamyon şoförlerin günde on kez sefer yapmaları yeterliyken taşerondakileri kırk sefere zorluyorlar. Fiziki olarak Şirvan’da, fotoğraflarda gördüğünüz o tepedeki fiziki koşullar çok kötü hale geldiği için hızlandırıyorlar. Daha dikkat çekici olan da şu, bu şevlerde yükseklik takriben 12 metre kadar yani iş makinesinin kepçesini kaldırdığı yükseklik kadar olmalı, oysa otuz metreye kadar çıktığı söyleniyor. Enin de 12 metre civarında olması gerekiyor, oysa 6 metreye kadar düşmüş. Bu, fiziken ma-

80

Fotoğraf: Adnan Onur ACAR denin ne kadar zorlandığını ve işçilerin bu koşullarda çalışmaya nasıl zorlandığını başka hiçbir izaha yer bırakmadan gösteriyor. Bir diğer mesele ise şu: Burası önce kapalı bir ocakken kapalı ocakta çatlaklar ve kaymalar olduğu için açık ocağa dönüştürülmüş. Açık ocak da bu şekilde sürdürülemeyecek hale geldiği için bunu yeniden kapalı ocağa dönüştürmeye çalışıyorlar. Olay günü orada Çinli bir heyet var. İşçilerin patron diye hitap ettikleri Park Elektrik yönetim kurulu üyesi Korkut Eken’in oğlu da o gün orada. Çok dikkat çekici. Biliyorlar orada problem olduğunu, “problemi çözmeye çalışıyorlar” ama soru şudur: Faaliyeti durdurulmak durumunda kalınan bir madende hangi yeni önlemler alındı da; işçilerin can güvenliği sağlandı da tekrar üretime başlandı? Bu sorunun herhangi bir yanıt yok. Bir soru daha var: Sosyal Haklar Derneği’nin basın açıklaması sırasında da sormuştuk, tekrar sormakta yarar var. Burası bakır madeni ve bakır madeniyle ilgili bir işletme projesi onayıyla çalışıyorlar. Soru şudur ki buna ilişkin çok


cinayet mahalî ayrı, katil aynı terör gerekçesiyle yapılamamış olması bir devlette, bakın devletin niteliğinden bahsetmiyorum, sosyal devlet demiyorum, demokratik devlet demiyorum, bir devlette kabul edilebilir bir şey mi? Yani terör gerekçesiyle işçinin can güvenliği hiçe sayılacak ama “önemli insanlar” oraya gittiğinde her türlü önlem alınacak, bu kabul edilebilir bir şey değildir. Eğer orada iddiaların aksine denetim yapıldıysa bu denetim raporlarının tümünün ve sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Bu soruşturmanın gizliliği prensibi ile açıklanabilir bir durum değildir. Kamuoyu merak eder, merak etmekte haklıdır, basın da bu tür soruşturmalarda soruşturmanın etkin ve bağımsız sürdürülmesinin biricik güvencesidir. ’76 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarından bu yana bu böyledir, çok açık fakat bugün orada bir kısım ana akım medya dışında kimsenin çalışmasına izin verilmiyor. Evrensel muharibi gözaltına alındı, DIHA muhabiri gözaltına alındı, BBC muhabiri gözaltına alındı, neredeyse tutuklanıyordu. Bunlar kabul edilemez şeyler ve kaygının olması gerektiğinin somut işaretleridir.

ciddi duyumlarımız var, neredeyse teyit ettik diyebilirim ama bir iddia olarak ifade edelim ve soralım: Altın çıkartılıyor mu burada? Altın çıkartıyorlarsa buna ilişkin işletme projesi hazırlamışlar mı? Bu işletme projesini bakanlığa sunmuşlar mı? Bir bakır madeninden altın çıkma olasılığı çok yüksek değil mi? Evet, bu tür madenlerde bir aşamadan sonra eş zamanlı olarak altın çıkmasının beklendiği ve bunun yüksek bir beklenti olduğu söyleniyor. Bu şu yüzden önemli: Bakır madeni bir şey altın madeni başka bir şeydir; altın çıkarmak için yapılması gereken işletme projesinin öngörmesi gereken iş güvenliği ve işçi sağlığı tedbirleri de başka şeylerdir fakat buna ilişkin en ufak işaret yok. Benim de oradan altın çıkarıldığına dair kanaatim giderek pekişiyor. İşçilerin anlattığı şey de şu: Burayı hızla bitirmeye çalışıyorlardı; şu tarafta, işaret ettikleri yerde, çok değerli başka bir maden damarı buldular. Bahsedilen o dikkat çekici değerli maden damarı anlaşıldığı kadarıyla altın.

Korkut Eken’in oğlu Park Elektrik’in yönetim kurulu üyesi… Şirvan’daki işçiler sürekli patron, patron diye bir şeyler anlatıyordu. Bir an aklıma geldi; patron dediğiniz kim, dedim. Güray Eken, Korkut Eken’in oğlu dedi. Madende denetimler ne durumdaymış? Denetimlerin gerektiği gibi yerine getirilmediği iddiaları var. Soma’da bu iddianın ne kadar gerçek olduğu ayrıntılı tanık beyanlarıyla da açık bir biçimde ortaya çıktı. Şirvan’da başka bir iddia daha var: Terör gerekçesiyle müfettişlerin denetimlerini yapmadıkları iddiası. Buna ilişkin yazışmalar olduğu söyleniyor. Şu kabul edilebilir mi? 15 gündür oraya bakan üstüne bakan gitti. Kabinenin yarısı gitti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan gitti. Bu sıraladıklarımızın güvenliği sağlanabilirken işçilerin güvenliğini sağlamak için yapılacak bir teftişin

81

Şirvan’a gittiğinizde, insanların tepkileri nasıldı? Tepkilerini kime yönlendiriyordu insanlar? İşletme sahiplerine mi yoksa… Ben gözlerimle görmedim ama işletme müdürüne çok fazla tepki varmış; İşletme müdürünün tutuklanmasının nedeninin de kendi can güvenliğinin sağlanması olduğu yoksa onun da tutuklanmayacağı söyleniyor. Biz oraya vardığımızda askerlere “Asker niye bize yüzünü dönmüş, biz ne yaptık? Gidin askeriyenin olanaklarıyla çocuklarımızı çıkarın.” diyorlardı. Berat Albayrak oraya varana kadar arama kurtarma çalışması yapılmadığını anlatıyorlardı. Biz de gördük, fiziki hali değişti madenin. Bakanlara yönelik de tepki vardı. Şöyle düşünün, bu insanlar dindar insanlar ve cenazelerini çıkaramamışlardı biz henüz oradayken, hâlâ da çıkmamış cenazeleri var ve onun acısı bambaşka bir şey. Başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlardı, gözlerini bir an olsun oradan ayırmıyorlardı. Bir abi kardeşin Siirt AKP Milletvekili Yasin Aktaş’a “Rabia işareti yapma!” diye bağırdığını gördük. Biz, “Sosyal Haklar Derneği’nden, Istanbul’dan geldik. Acınızı paylaşmak ve yapılabilecekleri beraber yapmak için buradayız” diye cümleye başladığımızdaysa bize memleketin Soma’ya gösterdiği tepkiyi Şirvan’a göstermediğini söylediler. Genel bir ruh hali böyleydi. Biz de bunun tam olarak böyle olmadığını ifade etmeye çalıştık. Yani Kürt olduğunuz için böyle oluyor değil, Soma’da da


cinayet mahalî ayrı, katil aynı oldu dedik ama şu doğru; savcılık makamı Soma’da yaptığını orada yapmadı. Kamuoyu da ne yazık ki Şirvan’a o kadar sahip çıkmadı. Soma davasında ailelerle davanın müdahil avukatları arasında sıkı bir bağ kuruldu ve bu da dava sürecine çok olumlu etki etti. Şirvan’daki ailelerle böyle bir bağ kurmak mümkün olabildi mi? Dava süreci nasıl başlayacak; kapsamı ne olacak? Şu ana kadar gördüğüm işaretler çok sınırlı bir çerçevede dava açılacağına ilişkin. Bunlar kötü işaretler. Biz oradayken az önce de söylediğim gibi cenazeler hâlâ toprak altındaydı. Soru soran bir dilekçemiz vardı, bunun savcılığa verilmesi gerektiğini ısrarla söyledik. Bunu söylediğimiz herkes mahcubiyetle önüne baktı. Siyasiler, CHP İl Başkanı, İHD Şube Başkanı, HDP milletvekili mahcubiyetle önüne baktı. Anladığım kadarıyla Kürt illerinde cenaze çıkmadan, taziye sonlanmadan kimse bir şey yapmak istemiyor, başka bir şey yapılması gerektiğini söylemekten dahi çekiniyor insanlar. Şu ana kadar da taziyeler bitmediği için bir adım atamadık. Oranın kendi gelenek ve göreneğinde böyle bir durum var. Çağdaş Hukukçular Derneği’nden bir grup arkadaş şu an orada bildiğim kadarıyla onlar ne yaptılar, ne kadar yaptılar bilmiyorum. 17 Aralık’ta katliamın birinci ayında biz Somalı ailelerle Sosyal Haklar Derneği’nden bir heyet Şirvan’a gideceğiz; hem Siirt’teki siyasi partilerle ve kitle örgütleriyle hem de Şirvan’daki ailelerle görüşeceğiz. Bunun sonrasında daha net bir şey söyleyebiliriz belki.

açıklama; acınız acımızdır, aynı acıyı yaşıyoruz diye; Şirvan’la ilgiliyse bu duygu daha fazla… Ateş düştüğü yeri yakıyor ve onlar Şirvanlıların ne yaşadığını biliyor, bence bu çok mühimdir. Sosyal Haklar Derneği olarak Soma’yla Şirvan arasında kurulacak köprü çok değerli. Ülke çapında çok küçük ve ayrı ayrı noktalardan sesleri birleştirmek açısından da önemli. çıkıyor. Peki sizce bu kurulacak köprünün soruşturma sürecine etki edeceğini düşünüyor musunuz? Soruşturmaya olumlu bir etkisi olup olmayacağını bilmiyorum çünkü çok fazla şey oluyor ve hemen unutuluyor. Şirvan’la ilgili yazmaya devam edecek olan politik yayın siz olacaksınız, yaygın basında haber çıkmıyor, hızla unutuluyor. O yüzden onu bilmiyorum ama bir bağ kurulacağını umuyorum. Çünkü ilk Soma mitinginde yani 2015 yılında yaptığımız mitingde Balıkesir Dursunbey’den, Denizli’den,

Somalı ailelerin Şirvan’a yapacağı ziyaret acıyı paylaşmak, dayanışmak açısından oldukça anlamlı. Şirvan’daki maden katliamıyla Somalı aileler his birliği kurmuş anlıyorum ki… Somalı aileler ne düşünüyor? Doğrudan konuştuğunuz aileler oldu mu? Şirvan’ın ardından Soma’ya gittik, Somalı aileleri gördük. Şu slogan ailelerin sloganıdır: Soma’dan Şirvan’a katledenler aynı! Bu, ailelerin attığı slogandır, biz söylemedik, biz önermedik; bu, ailelerin içinden çıkmış bir slogandır. Hisleri de gerçek anlamda budur. Davayı takip eden ailelerden, yüz civarındaki aileden bahsediyorum. Onların gerçekten duygusu budur. Yani yol paralarını vs. kendileri karşılayarak oraya gidecekler. Çok mühim bir buluşma olacağı kanaatindeyim. 20 Temmuz Suruç katliamından sonra Somalı aileler, Sosyal Haklar Derneği’nin internet sitesinde de bulunabilir, çok derli toplu bir açıklama yapmıştı. Çok güzeldi o

82

Savaştepe’den o ana kadar bir solcuyla bile herhangi bir şekilde temas etmemiş insanlar hayatlarında ilk kez kendi pankartlarıyla bir mitinge geldiler. Fakat toplumsal muhalefetin eksiklikleri nedeniyle, bizim de eksikliklerimiz nedeniyle bu insanlar hızlı bir şekilde kendi mecralarına geri döndüler. Bu bağı tekrar kurmakta yarar var ve umarım başarabiliriz. Sosyal Haklar Derneği küçük bir dernek ama biz bu meseleyle ilgili elimizden ne kadarı geliyorsa o kadarını yapacağız; çünkü bir süre sonra Korkut Eken’lerin işlettiği bir madenle ilgili olarak sadece sermayenin değil devletin kolluk aygıtlarının da nasıl davranacağını kestirebiliriz hepimiz. Korkut Eken kimdir? 90’ların meşhur Özel Harekât Daire Başkanıdır. Susurluk döneminden beri kamuoyunda ismi bilinir, tanınır. AKP hükümeti tarafından bile geri dönmesi istenmeyen 90’larda, Kürt illerindeki


cinayet mahalî ayrı, katil aynı yargısız infazların en önemli aktörlerinden biridir kendisi. Bu madenle olan ilişkisi nedir Korkut Eken’in? Korkut Eken’in oğlu Park Elektrik’in yönetim kurulu üyesi… Şirvan’daki işçiler sürekli patron, patron diye bir şeyler anlatıyordu. Bir an aklıma geldi; patron dediğiniz kim, dedim. Güray Eken, Korkut Eken’in oğlu dedi. Bu aslında bir anda soruşturmanın boyutunu tamamen etkiliyor gerçekten. Tabii... Soma Davası’nda avukatlar örnek bir tutum aldı. Sosyal Haklar Derneği’nden, Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukatlar başka avukatlarla bir araya geldi. Şirvan davasında da böyle bir yan yana geliş olacak mı? Bir girişim var mı? Umarım olur. Çağdaş Hukukçular Derneği’nden arkadaşlar da Şirvan’a

gitti. Geldiklerinde konuşacağız. Şöyle söyleyeyim Siirt’te böyle bir avukat yok, öyle anladım, varsa da ben bilmiyorum. Tam da burada Siirt Barosu’nun ve bölge barolarının tutumunu da konuşursak… Siirt Baro başkanı biz oradan ayrıldığımız saate kadar olay yerine gelmemişti. Siirt Barosu avukatlarından herhangi biri oraya gittiyse ve biz bilmiyorsak onu da tenzih ederim ama yoktu. Neredeydi Siirt Baro Başkanı, bilginiz var mı? Çeşitli siyasi görüşlerden çok farklı sayıda insanın Siirt Barosu başkanına tepki gösterdiğini işittik. Vatandaşlar, baro başkanının ilgilenmediğini söylüyordu vatandaşlar. Soma’da ne olursa olsun Manisa Barosu önemli bir tepki ortaya koymuştu. Tabii, hem de MHP’li biliyorsun, MHP milletvekili oldu sonunda…

Bundan sonraki süreçte ne olacak? Bir ay sonra Somalı ailelerle Şirvan’a gideceksiniz; sonra davalara katılabilmek için dilekçe, vekaletname vs. almak gerekiyor. Ailelerden vekaletname alabildiğiniz oldu mu? Şu ana kadar alınamadı. Çağdaş Hukukçular Derneği’nden arkadaşlar oradaydı. Bugünlerde yapıldıysa onu bilmiyorum ama bugüne kadar yapılamadı. Elimizden geldiği kadar bunun yapılmasını konusunda aileleri teşvik edeceğiz. Şöyle söyleyeyim: Sosyal Haklar Derneği adına da konuşabilirim burada, bunlar politik mücadelelerin konusu. Türkiye’de bunların artık her biri politik meseledir, politik talep ve mücadele konusudur. Bence nasıl olması gerektiğine ilişkin iktidar perspektifinden türeyen kurucu bir dille taleplerimizi ifade etmezsek, mücadeleyi böyle örgütlemezsek en ufak mevzi kazanmamız mümkün değil. Çok ağır koşullardayız sadece demokratik haklar açısından değil, sosyal haklar açısından da durum böyle. Gerek işçi hakları gerek bunun ötesinde bunun kabuğunu da kapsayan sosyal haklar açısından sıkıntılı bir dönemdeyiz. Hukuki kısmi başarıların da arkasında bir politik yığınak olduğu için bir örgütlenme faaliyeti, bir örgütlenme çabası olduğu için Soma örneğinde olduğu gibi ailelerle etle tırnak gibi birleşebildik. Tekrar söyleyeyim, belki de hayatımızdaki en politik dönemlerden birini yaşamalıyız. Bunlar politik mücadelelerin konusudur. Bana kalırsa sohbeti çok güzel bir noktada bağladık, sizin kendi adınıza ya da Sosyal Haklar Derneği adına söylemek istediğiniz başka şeyler varsa onları da alalım. Sosyal Haklar gözlemcileri arıyoruz. Sosyal hak ihlallerini gözleyecek, kayıt altına alacak ve bu sosyal hak ihlallerinin yaşanmaması için neler yapılabileceğini önerecek, düzenli faaliyet gösterecek arkadaşlar arıyoruz. Sonuç olarak bizim alışık olduğumuz eyleme biçimleri bence şahane ama bu dönem daha fazla kayıt tutmak, yurttaşlıktan kaynaklanan tüm haklarımızı bu iktidarı zorlayabilecek, sıkıştırabilecek, kısıtlayabilecek biçimde daha fazla kullanmaya çalışmak gerekiyor. Sosyal Haklar Derneği buna taliptir, bunun örgütlenmesine katkıda bulunmak ve gücü yettiğince Soma’dan Şirvan’a kadar nerede bir sosyal cinayet, bir hak ihlali olursa görev üstlenmek istemektedir. Biraz önce söylediğim gibi politik mücadelenin konusudur bunlar her şeyin ötesinde. Bunu da ihmal etmeden söylemek isterim.

83


hapishaneler: insanlık dışı, akıl ve mantık ötesi Kadir SELAMET

S

on bir yıldır gizli genelgelerle artan hak ihlalleri OHAL ile mantık ötesi seviyelere ulaşmış ve hukuksuz bir şekilde çıkarılan Karar Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yasal zemine oturtulmuştur. Hapishane ayırt edici özellikleriyle imhaya yönelik bir kurumdur. Hapishanedeki şiddeti diğer kurumlardan ayıran onun parçalanmışlık, bölünmüşlük durumuna imkân tanımayacak şekilde tasarlanmış ve düzenlenmiş olmasıdır. Hapishanelerin mekansal ve zamansal düzenlenişi yoğunlaştırılmış bir şiddettir. Hücre uygulaması ise bir psiko-terör uygulamasıdır. Bir yok etme konseptidir. Hücre tipi hapishane modeli sadece tutuklulara yönelik bir saldırı değil aynı zamanda tüm topluma yönelik bir şiddettir. Türkiye’deki infaz rejimi ağırlıklı olarak devletin politik yapılanmasına ilişkin

tercihlerin sonucu olarak şekillenmektedir. 2000 yılında F Tipi hapishanelerin yapılması ve hizmete alınması girişimleriyle ceza infaz rejimi, hapishanelerde tecrit ve işkence de yeni bir döneme girmiştir. Süreç içinde görülmüştür ki F tipleri tamamen ideolojik bir konsepttir. Bu konseptin tüm ayakları teker teker örülmüş bu yolun ne kadar sağlam duvarlarla örülen bir plan olduğu görülmüştür. Yeni Ceza İnfaz Yasası, Terörle Mücadele Kanunu, İzleme Kurulları, İnfaz Yargıçlığı uygulamaları arka arkaya yasalar olarak çıkarılmış ve bu plan sağlamlaştırılmıştır. F tipi hapishaneler yalnızca Türkiye’nin kendi tercihleriyle ilintili olmaktan öte, küresel ölçekte bir cezalandırma arayışı ve dünya egemenlerinin gelecek projeleriyle yakından ilişkili olmuştur. Şiddet, daha çok toplumu terörize etmek, gelecek neoliberal saldırıların yaratacağı karşı çıkışları bu günden cezalandırmak, tam bir travmatik bellek yaratmak amacını öncelemiştir.

hapishaneden mektuplar Aslıhan GENÇAY

E

skiden hapishaneler şehirlerin içinde olurdu, merkezi yerlerde; Buca gibi, Ulucanlar gibi… Sonraları hapishanelerin adı katliamlarla anılmaya başlandı. Tarih 90’lardı ve ben yine tutsaktım. 1992’de girdiğim Buca Hapishanesi’nde bir katliama tanık oldum 21 Eylül 1995’te. Ankara Ulucanlar Cezaevi katliamından sonra, boşaltılan Buca’dan Uşak Hapishanesi’ne gönderildim. Orada ise Türkiye hapishaneler tarihinin en kanlı ve can yakıcı zamanını, 19 Aralık 2000 katliamını yaşadım. Ardından yüzlerce tutsağın can verdiği, bir o kadarının da sakat kaldığı ölüm orucu süresi… Tecrite, F tipi hapishanelere karşı başlatılan ölüm orucuna 6. ekipte katıldım ve 240 günlük açlık sonucu adli tıp raporuyla ­-on yıllık tutsaklıktan sonra- tahliye edildim. Ölüm orucundan kaynaklı, bedenimde ağır ve kalıcı hasarlar oluşmuştu. Sene 2002’ydi ve ölüm orucuna katılan tutsakların cezaları 399. maddeyle altı aylığına erteleniyordu. Bu altı aylık süre dolunca tekrar adli tıp heyetine çıkıyorduk ve bir altı ay daha erteleniyordu cezalar. Üçüncü kez heyete çıktığımda Nur Bilgen başkanlığındaki adli tıp heyeti bana kalıcı Wernicke Korsakoff hastalığı teşhisi koydu ve benim için “cezaevinde yatamaz, tedavi edilemez” içerikli bir rapor düzenledi. Kalan ceza süresiz ertelenmiş, yanı sıra dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e af talebinde bulunmam da salık verilmişti heyet tarafından. İşte her şey o zaman başladı. Affa başvur-

madım; zira affedilecek bir şey yaptığımı düşünmüyordum. Kalıcı sakatlıklar taşıyan, olmadık acı ve eziyetlere maruz kalan bendim sonuçta. Hukuksuzluklarla dolu bir dosya ve sadece ilkine çıkartılıp sonra gıyabımda görülen duruşmalarla MGK iktidarının mahkemesi DGM tarafından 30 yıl gibi astronomik bir cezaya çarptırılan da bendim, sistematik işkenceler gören (elektrik, askı, dayak… ), savunma hakkı gasp edilen de bendim. Bir süre sonra ülkedeki politik iklimin değişmesiyle benim gibi arkadaşlar için tekrar tutuklama kararları çıkartıldı; affa başvurup “affedilenler” gündem dışıydı elbette. Bu tutuklama kararlarına avukatlarım karşı çıkarak üçüncü adli tıp raporundaki “tedavi olamaz, iyileşemez” ibaresi üzerinden AİHM’e başvurdular. Talebimiz AİHM tarafından olumlu bulundu ve benim de içinde olduğum arkadaşların tutuklama kararları kaldırıldı. Aynı zamanda Şebnem Korur Fincancı ve

84

Uluslararası düzlemde yaşanan gelişmeler, küresel ekonomi ve dünya düzeninin etkileriyle yeniden yapılanan devletler hukuk sistemlerini ve bütün yapılarını değiştirip dönüştürürken yöntemsel yaklaşım otoriter ve daha baskıcı eğilimleri içermiş, insan hak ve özgürlükler, uluslararası düzeyde üretilen terör kavramı içinde eritilmiştir. Uygulandığı bütün ülkelerde büyük bir dirençle karşılanan ve ancak kan dökülerek uygulamaya sokulan bu sistem Türkiye’de de benzer bir yol bulmuş ve temel olarak ölüm orucu ve açlık grevi karşı çıkışıyla kendisini göstermiştir. Türkiye’deki bu projeye geçiş kuşkusuz ülkenin dinamiklerinin farklılıklarından kaynaklı olarak çok daha şiddetli olmuştur. Ulucanlar, Diyarbakır, Buca hapishaneleri örneklerinde olduğu gibi tutsaklar yoğunlaştırılmış bir şiddetle katledilmiştir. F tipi süreci başlangıç aşamasındaki tüm kaygıları doğrulamıştır; gerek mahpuslar gerek yakınları açısından işkence Gencay Gürsoy hocaların etik tutumuyla çelişkili raporlar düzenleyen Adli Tıp Kurumu Başkanı Nur Birgen disiplin cezasına çarptırıldı. İşte o günlerden bugüne aradan on beş yıl geçti. Bu on beş yılda sıfırdan başlayarak yeni bir hayat kurdum, tedavi olmaya çalıştım, tırnaklarımla kazıyarak bir düzen inşa ettim, diyebilirim. Radikal ve Milliyet Sanat’ta yazılarım yayımlandı, Özgür Gündem’de kültür /sanat editörlüğü yaptım. En son olarak da Kıvılcım Ajans’taki görevimde Halkbank Kültür Sanat sitesinde editörlük ve yazarlık yapmaktaydım. Ve nihayetinde 28/04/2016 ‘da Ankara Film Festivali’ni takip edip izlemek amacıyla İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıktım, lakin festivale değil Sincan Hapishanesi’ne geliverdim, daha doğrusu getirildim.

Adalet olsaydı Çok karanlık zamanların karanlık gecesinde yazıyorum size. Gönül isterdi siyah bir kağıda siyah bir kalemle yazsaydım. Bana hep, hayat devam ediyor diyenler olmuştu, “hayır, o öyle değil, ülke karmakarışık, ne zaman ne olacağı belli olmaz’’ demiştim Temmuz’dan önce… Ve Temmuz’dan sonra bana yine, “hayat devam ediyor” ve “işte tatil, düğün, gezme, dışarının koşturmacaları, şu bu…” diyenler olmuştu. “Korkarım sıra size geldiğinde karşı çıkacak kimse kalmayacak” diye yazmıştım. Ha tabii “cezaevleri en güvenli yerler, kafa dinleme yeri’” diyenler de vardı… Nasıl yani? Salt benim yaşadıklarımdan dahi ortada her şey. “Cezaevleri İsveç Demokratik Cumhuriyeti olmadığı gibi, sizler de İsviçre Demokratik Cumhuriyeti’nde yaşamıyorsunuz. Burada can güvenliğim dışında her şey var” demiştim ısrarla. Ama anlaşıldığımı hiç sanmıyorum. Toplumun yarısından çoğunun her şeyden memnun, sadece kendi çıkarını ve rahatını umursar olmasını, en yakınındakilerin bile başına gelenleri umursamamasını


hapishaneler: insanlık dışı, akıl ve mantık ötesi bir şekilde ihlâl ediliyor şiddetlenerek sürmektedir. AKP/Saray’ın darbe düzeni devam ederken, Erdoğan iktidarın bütün imkânlarını kullanarak faşist bir rejim inşa etme hedefinde ilerlemektedir. Bu süreçte hapishaneler ise temek hak ve özgürlük ihlallerinin en sık yaşandığı mekânlardan birisidir. OHAL’in hemen ardından gerek hukuki düzeyde kanun hükmünde kararnameler ve genelgeler ile gerekse fiili düzeyde uygulamalar, sözlü talimat ve emirler ile artık burjuva hukukunun terimleri ve kavramları ile dahi değerlendirilemeyecek düzeyde korkunç, insanlık dışı, akıl ve mantık ötesi temel hak ve özgürlük ihlâlleri söz konusudur. Tutsaklar, ailelerine en uzak olan bölge-

lere nakledilmeye başlanmış, aile görüşleri 15 günde bire çekilmiş, aileler ile iletişimin yegâne kaynağı mektup ve telefona sistematik olarak keyfi kısıtlamalar getirilmiştir. Çoğu hapishanede tutsaklar 3-5 kişilik koğuşlarda 15-20 kişi kalmakta, sıcak su, sağlıklı yemek ve hatta sudan mahrum bırakılmaktadır. Spor salonları, atölyeler koğuşa çevrildiği için hapishanelerdeki hemen her türlü sosyal, sportif etkinlik durdurulmuş durumdadır. “Yer açma” adı altında toplu sürgünler başlatılmış, sürgün edilen tutsaklara çıplak arama yapılmış ve tutsaklar darp edilmiştir. Aileler sürgünden sonra, tamamı kanunsuz bir şekilde; bir süre çocuklarıyla iletişime geçememekte, sürgün edilen

tutsakların kıyafetlerine el konulmakta, tutuklu ve hükümlülere birinci dereceden yakınları dışında kimsenin para yatırmasına, kıyafet ve eşya iletmesine ise izin verilmemektedir. Tutsakların dış dünyayla bağını kuran iki temel şeyden biri olan gazete yasaklanmış, tutsaklara sadece hapishane yönetiminin izin verdiği TV kanallarını izlemeleri dayatılmıştır. Hasta tutsaklar her zamankinden daha da fazla mağdur edilmekte, Adli Tıp Kurumu’nun ölümcül kanser, MS ve benzeri hastalıklar için dahi verdiği artık olağan hâle gelen, alenen gerçeğe aykırı “hapishanede kalabilir” raporları ile insanlar ölüme terk edilmektedir. Bugün, derhal salıverilmesi, ya da sürekli olarak yatar vaziyette hastanede tedavi edilmesi gereken ölümcül durumda 400’ün üzerinde tutsak bulunmaktadır. Son bir yıldır gizli genelgelerle artan hak ihlalleri OHAL ile mantık ötesi seviyelere ulaşmış ve hukuksuz bir şekilde çıkarılan Karar Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yasal zemine oturtulmuştur.

çürüme olarak tanımladım hep. Toplumun bir kısmı için değil, sadece AKP’ye oy verenler için değil “HERKES İÇİN ADALET, HERKES İÇİN DEMOKRASİ, HERKES İÇİN ÖZGÜRLÜK”ü bağıra bağıra söyledim. Daha da çok söyleyebilirim. Mesela; hedef alınan ve suçlu ilan edilerek yaftalanan her kişi ve kurumun suçunun artık kuyumcu terazisi hassaslığında olması gereken adalet terazisiyle değil, kabzımal kantarıyla ölçüldüğünü (abla yarım kilo da fazla tarttım haaa…)

lin, tecavüzcünün hiç mi suçu yok sorusunu…, Mesela; “Ülkede terörü bitiremedik maalesef” diyen Bekir Bozdağ’a cevaben, iktidar gibi düşünmeyen ya da eleştiren tüm gazeteci, yazar, milletvekili, olmadı bu düşüncelere sahip herkesin tutuklanmasını, yetmezse asılmaları gerektiğini, hah işte o zaman “terörün” biteceğini söyleyebilir, yazabilir, sorabilirdim… Söyledim, sordum, yazdım bile… Bir notum, bir de Mehmet Ağar’a açık mektubum var;

ya da yanlış yapmaktır bence. Verilen zararlar ya da yapılan yanlışlar, özürle, gönül almayla ya da samimi bir iç sorgulamayla telafi edilebilir. Ya da suç nedir? Bilerek, isteyerek, planlayarak içindeki kötülüğü veya caniliği örgütleyerek pratiğe, eyleme dökmek ve sonucunda telafisi olmayan zararlar vermek değil midir? Bence “ sizin” hatalarınız yok Mehmet Ağar. Sizin suçlarınız var, insanlık suçlarınız.

Mesela; annemin cezaevi telefonunda hep -hiç kıyamadığım gözyaşları- kalpten beddualar eşliğinde “Adalet yok” dediğini, benim de “olsaydı aramazdık ki zaten” diye cevaplayarak onun bitmeyen çilesi ve gözyaşları yüzünden içimin paramparça olduğunu… Mesela; artık düşüncelerine ve pratiklerine zerre kadar katılmasak da, türlü “suçlamalarla” itham edilen herkesin düşünce, ifade, vicdan özgürlüğünü ve fiziki özgürlüğünü, ithamlar sanki sana yapılıyormuş gibi savunmak gerektiğini…

Çizdiğim bir karikatürden ve onu koğuştaki panoya asıp arkadaşlarımla paylaştığımdan dolayı “kınama cezası” aldım. Yani öyle deniyor. Ben inanmıyorum. Çünkü bu hapishanede bırakınız kınamayı, bu mantıkla çok acayip şeyler yapacak her türlü olay vuku buluyor. Hiçbiri kınanmadı. Hatta soruşturma dahi açılmadı. İtiraz dilekçem avukatta… Ben de bu adaletsizliği kınıyorum. Hem de cık cık cık’lı kınıyorum... Ne iğrenç insanlarız biz ya, okuyoruz, yazıyoruz, araştırıyoruz, etrafımızdakilere yardımcı oluyoruz… Düşünüyoruz, sorular soruyoruz… Yeteneklerimizi sergiliyoruz. O yüzden kınanmalıyız tabii. Her gün pislik menfaat üreten, bencil, haris insanlar olaydık, sürekli kendi küpümüze baksaydık kınanmazdık… Ben kınadım… Siz de kınayın... Beni yalnız bırakmayın…

Mesela; korkarım yakında toplumun yarısının hapsedileceğini, zira sürekli, yeni yeni üstün zeka ürünü suçlar icat edildiğini (işte efem örgüt mörgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt mörgüt şeysi için zart zurt, hedehödö tarzı vikvikler yapması nedeniyle… Hangi örgüt? Durun sallıyorum; Kata Küte… Olmadı mı ORSKL… O da olmadıysa ÇETOKETO vikvik? O da tutmadıysa “kokteyli” de geç kardeşim. Birini yapıştırırız üzerine... Mesela; şu dokunulmazlıklar kaldırıldıktan sonra sadece HDP’li vekillerin “suçlu” bulunduğunu, diğerlerinin pırıl pırııııl, tertemiz miymiş sorusunu… Mesela; bu ülkede tüm suçları sadece gazeteciler, yazarlar, milletvekilleri mi işliyor? Hırsızın, kati-

Mehmet Ağar’ a açık mektup Mehmet Ağar’ın darbe komisyonunda anlattıklarını okudum. Dediklerini dinledim. Bu konuda konuşmaya ve yazmaya asla tenezzül etmeyebilirdim. Ama tenezzül etmem gerektiğini hissettim. Cevap hakkım var. Cevap hakkım doğdu. Soru hakkım var! Soru hakkım doğdu! Hata nedir Mehmet Ağar? Bilinçsizce, bilmeden, istemeden, önceden planlamadan zarar vermek

85

Bana yaşatılan işkence ve hukuksuzluklardan bahsedeyim dedim, vazgeçtim. Bakın, ölenlerden, işkencede öldürülüp kaybedilenlerden, köyünde bok yedirilenlerden, yok sayılanlardan, topluca soykırılanlardan, “1000 operasyondan” da bahsetmedim. Bence siz kanlısınız Mehmet Ağar, kan, ölüm ve acı kokuyorsunuz, vahşet kokuyorsunuz. Tüm bunlardan, size öfke, kin gibi güçlü duygular beslediğim veya nefret ettiğim sonucu çıkarmayınız lütfen, aksine nefret bile etmiyorum. Tek hissettiğim tiksinti. Ağır, çok şiddetli bir tiksinti. Hatalarınızı bilmem ama suçlarınızdan dolayı yargılanmanızı ve cezalandırılmanızı istiyorum. Adalet istiyorum Mehmet Ağar. Evet benim için hayaller adalet, gerçekler Sincan olabilir. Sizin hukuksuzluğunuz sayesinde… Ve evet bilirim benim gibiler için hayat hep karanlık, caniler ve katiller içinse güzeldir. Yine de bilmenizi isterim: eğer hayatı sizin gibi yaşamanın bedeli sizin gibi olmaksa, ben sizin gibi olmamak adına yine bu acılı hayatımı yeğlerim… Yazacağım çok şey ve bir sürü sorum vardı. Vazgeçtim Mehmet Ağar! Şimdi siz o “ hatalarınızı” da doğrularınızı da alın yaşamaya bakın sayın Ağar, hayatınıza bakın, işinize bakın diyorum. Sadece bunu diyorum! Sadece!..

23. 10. 2016 SİNCAN CEZAEVİ


“kral çıplak” diyen tiyatro soytarısıdır

“Tüm ipleri elinde tutanlar oyun içinde oyun oynuyor. Medya, televizyonlar ve diğerleri aracılığıyla, bütün güçleriyle, halkın; kendilerinin sebep olduğu şartların içinde yaşamasının kabulünü sağlamaya çalışıyor” sözlerinin sahibi, İtalyan tiyatrosunda siyasi ve toplumsal eleştirileri ile tanınan, hiciv ustası Dario Fo’yu 13 Ekim 2016’da kaybettik. “Yüce Soytarı” olarak anılan Nobel Edebiyat Ödüllü tiyatro yazarı, oyuncu, yönetmen ve aktivist olan Dario Fo’nun oyunlarını ise Füsun Demirel sayesinde tanıdık. Demirel, Dario Fo ile Franca Rame’nin 27 oyununu Türkçeye çevirdi. “Canım, ustam, yoldaşım” diye seslendiği Dario Fo’yu, 35 yıllık dostu Füsun Demirel’den dinledik. Türkiye’de sanatsal üretimlerde bulunan bir kadın olmayı da belleksizleştirmeye karşı sanatın yerini de sanatın iktidar ile mücadelesini de konuştuk.

Söyleşi: Deniz TUNÇEL, Reha KESKİN

E

kim ayında Dario Fo’yu, bundan 3 yıl önce ise Franca Rame’yi kaybettik. Sizi sinema ve tiyatro oyunculuğunuzun yanı sıra Dario Fo ve Franca Rame oyunlarının çevirmeni olarak da tanıyoruz. Bize Dario Fo ve Franca Rame ile yollarınızın nasıl kesiştiğinden, dostluğunuzdan ve onların oyunlarını çevirilerle Türkçeye kazandırma hikâyenizden bahseder misiniz? Roma’da öğrencilik yıllarımda Dario Fo dikkatimi çekmişti, sınıf arkadaşlarıma sorduğumda ise tuhaf bir yanıt almıştım. “Boş ver, Fo anarşisttir, ilgilenmene değmez” dediler. Keşke onlara inanmayıp ilgilenseymişim. Okul bittikten sonra Franca Rame’nin “kadın oyunları (monologları)” oyununu izledim ve büyülendim. Hemen kulise gittim, hayran kaldığımı söyleyip tebrik ettim. İşte böylece hikayemiz başlamış oldu. Türkiye’ye döndükten sonra ise kadın oyunlarını Türkçeye

86

kazandırmam gerektiğini düşünerek çevirmeye başladım. Çabam çok hoşlarına gitti ve beni desteklediler. Yıllar içinde de dostluğumuz gelişti. Bir metni çevirmek, aynı zamanda yeniden yazmak gibi. Siz bir sanat metnini çevirirken nelere dikkat ediyorsunuz, kıstaslarınız nelerdir? Ben, Dario Fo’nun istediği özellikte bir çevirmendim. Çeviride aslına bağlı kalmak ve metnin özünden değer kaybettirmemek lazım. O nedenle Dario her zaman İtalyancadan Türkçeye çevirmemi isterdi zaten. Eğer bir oyununun İngilizceden ya da Almancadan Türkçeye çevirisi yapılmışsa kabul etmezdi. Ben de sadık bir çevirmendim. Yıllar içinde çeviri konusunda tecrübe sahibi oldukça ve Dario Fo’nun diline hakim oldukça çok elzem noktalarda Türkiye’yi çağrıştıracak bazı minik sözcük ya da cümle ilavelerim oldu. Bu topraklarda Dario Fo ve Franca Rame nasıl bu kadar geniş izleyici ve okuyucu kitlesine ulaştı? Bunun sanatsal ve toplumsal gerekçeleri sizce nedir?


“kral çıplak” diyen tiyatro soytarısıdır Elbette Dario Fo’nun hikâyeleri, toplumsal taşlamalar içerir ve bizim geleneğimizde var olan bir anlatım dili vardır. Meddah ve orta oyunu geleneğinden söz ediyorum. Farstan ve epik tiyatrodan yararlanarak yazdığı oyunlarda her zaman erk ve sistem eleştirisi bulunur. Bu nedenle oyunları hiç yadırganmadı. Çoğu zaman “Bu ülkeyi görüp, bizim için mi yazdı?” diye düşünenler çıktı. Dario’nun anlatım dilindeki sadelik, yalınlık halkın sokak dilidir. Bu özellikler zaten geniş kitlelerle kucaklaşmasına vesile oldu. Dario Fo ve Franca Rame toplumsal sorunları işleyen oyunlar yazdılar. Sizce sanatı, siyasetten; sanatçıyı, siyasetçiden ayıran bir çizgi var mı? Var elbette. Kocaman çizgiler var hem de. Bakın siyaset kirlidir, yalan söyler, illüzyon yapar. Sanat ise olanı tüm çıplaklığı ile söyler, gösterir. “Kral çıplak” diyen tiyatro soytarısıdır. Hiçbir siyasetçi bu içtenlikle haykıramaz. Sanat her dönem tüm fikirlere muhalif olmuştur ve olmaya devam edecektir. Sanat tüm ideolojilerin, siyasetlerin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durur ve görevi, geleceği öngörebilmektir. Oysa siyaset günübirliktir ve yanardönerdir. Dario Fo’nun Türkiye’ye dair yaptığı yorumlar olduğunu, örneğin; 1997’de Nobel Ödülü’nü aldığı sırada Sivas Katliamı’nı andığını biliyoruz. Dario Fo’nun Türkiye’ye ilgisinde sizin etkiniz nedir? Dahası, iki sanatçı arasında gelişen ilişkinin ülkeler arasındaki kültürel bağa etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir workshop için yanlarında bir hafta kalmıştık. O esnada doğal olarak neler oldu bitti diye sohbet ettik. Sivas’ı duymamışlardı ve anlatınca çok etkilendiler, çok da üzüldüler. Workshop bittikten sonra bir akşam, gösterilerinin sonunda seyircilere Sivas/Madımak yangınını an-lattılar. Ve hatta beni sahneye çağırıp bana da anlattırdılar. Sonunda tüm salonu 1 dakikalık saygı duruşuna davet ettiler. Aradan bir kaç yıl geçmişti. 1997’de Nobel almaya gideceği zaman telefonum çaldı. Dario arıyordu ve Nobel konuşmasında Sivas’ta yakılan aydınlardan söz etmek istediğini ve kendisine doküman yollamamı istedi. Çok gururlanmıştım. Ülkem, aydınlar ve Madımak’ta ölenlerin yakınları adına… İsimleri ve olayı anlatan bir kitabı kısmen çeviri notlar yazarak gönderdim. Ve bir gün gazetelerde “Dario Fo Nobel konuşmasında Sivas/Madımak yangınını anlattı “ diye haberler çıktı. Sonra beni aradı, “Sizi anlattım” dedi. Bir de Nobel konuşmasının kitabı yapılmıştı, orada da bu yangını resmetmişti. Dario Fo’ya, özellikle Nobel’den sonra ülkesindeki sağ muhalefette saygı duymak zorunda kaldı. On beş yıl önce Dario Fo’yu davet edelim diye başkonsolosa teklif ettiğimde hiç oralı olmamıştı. Ama Nobel ödülü Fo’ya bakışı değiştirdi. Benim Fo temsilcisi olmamı da hayranlıkla karşıladılar. Uzun yıllar İtalya’da yaşadınız, sonra Türkiye’ye döndünüz ve burada kalmaya devam ettiniz. Türkiye’de sanat yapmak sadece son yıllarda değil,

çeşitli gerekçelerle uzun yıllardır zor. Dönüş kararını nasıl verdiniz? 6 yıl yurt dışı eğitim hayatı, çalışma hayatı derken artık ülkeme dönmemin zamanıdır demiştim 1982 yılında. Darbe olalı 2 yıl olmuştu. Pek çok aydın, sanatçı, gazeteci, akademisyen, öğrenci cezaevlerindeydi. İşkence vardı, idam vardı. Çok kişi yurt dışına kaçıyordu. Ben tersine buraya geldim. İnsanların bana ihtiyacı olur diye düşündüm ve memleketimde tiyatro yapmalıyım dedim. Bu topraklarda kadın olmaya, daha da özelleştirirsek; sanatsal üretimler yapan bir kadın olmaya dair ne düşünüyorsunuz? Kapitalizmde kadın cinsel bir obje ise bunun bizim üretim alanına etkisi büyük oluyor. Dünyada da böyle bizde de. Bizim üretimlerimizin bir kısmı sanatla hiç ilgisi olmayan işler; televizyon mesela. Fakat fark etmiyor, sinema da yapsan, TV dizisi de yapsan durum hemen hemen aynı. Kadın hep obje! Hep edilgen. Kadın hikâyeleri yok. Erkek egemen bir bakış açısı her zaman hâkim oldu. Kadın oyuncular ya hanım hanımcıktırlar ya da orospu, yani tanımlar budur. Her şekilde aşağılama hâkimdir. Benim gençliğimde uzun zaman seks işçisi rolü vermediler bana. Gerekçe “Füsun çok hanım bir kız, ondan orospu olmaz”. Aynen söylenen buydu. Sonra Atıf Yılmaz “Asiye Nasıl Kurtulur” da bir rol verdi de algıları değişti. Sansürün giderek arttığı, dolayısıyla ifade özgürlüğünün alanının daraldığı bir dönemi yaşıyoruz. Fakat bir yandan da sanatsal üretimler konusunda ciddi bir ısrar söz konusu. Böylesi bir baskı ortamında, bizim gözlemlediğimiz kadarıyla küçük ya da büyük sahnelerde oyunlar varlıklarını sürdürmeye çalışıyor. Bu tespitlere katılıyor musunuz? Sanat ve iktidar arasındaki bu mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Az önce de dediğim gibi sanat iktidarla barışık olamaz. Olursa o sanat olmaz. Sanat her daim muhaliftir. İran gibi şeriat hükümleriyle yönetilen bir baskı ülkesinde, dünyanın en güzel filmleri bu ülkeden çıktı. Ne kadar baskı, engel, sansür o kadar sinema, tiyatro, şiir, edebiyat... Baskı bir yerde de sanatı kamçılar. Şiddetin bu kadar arttığı, nefret söyleminin hâkim olduğu bir toplumda, siz geçtiğimiz sezondan bu yana “Aşk Dersleri” adıyla bir oyun sahneliyorsunuz. Bu oyunun sahnelenme sü-

87


“kral çıplak” diyen tiyatro soytarısıdır recinden bahseder misiniz? Aşkın dersi verilir mi? Aşk, öğrenilir bir şey mi? Aşk tecrübeyle öğrenilir elbette. Yıllar nasıl daha iyi bir aşık olabileceğinizin kılavuzudur. Biz oyunda; şiddet toplumlarında insanlara sevmeyi, aşkı, birbirini hissetmeyi, birbirine sahiplenmeyi hatırlatıyoruz aslında. Bu mutlaka iki insan arasında olmayabilir. Derdimiz toplumdaki sevgisizliği bir nebze olsun dağıtmak. Kadına yönelik şiddetin dozu ne kadar da arttı. Çocuklara cinsel istismarlar yapılıyor ve kirli siyaset buna gözlerini yumup çocuklarını feda ediyor. Bizim işimiz bütün bunları hatırlatmak. Eğer sevmeyi, aşkı beceremiyorsak toplumun gittiği nokta “vahşetin dibidir” demek için çabalıyoruz.

Halk kendi özgürlük uçurtmasını mutlak uçurmuştur. İnsanlık tarihi böyle yazar. tu. Mutfakta ne yapalım diye düşünürken Dario buzdolabını açtı fakat dolapta hiçbir şey yoktu. Şaşırmadı, kızmadı, sakin ve keyifli “Biz de olanlarla bir makarna yaparız” dedi. Zeytinyağında sarımsağı ve pul biberi kızartıp makarnaya sos yaparak yemiştik. O harikulade geceyi asla unutamam. Son olarak bizim kuşağın da belleğinde yer etmiş olan “Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde oynadığınız rolle

de aklımızda önemli bir yer tutuyorsunuz. O filmde geçen bir replik vardı. Barış’ın İnci’ye sorduğu bir soru: -Niye uçmuyor İnci? -Uçar bir gün… Peki, bu kadar karanlık günlerden geçerken umudunuzu koruyabiliyor musunuz? O uçurtma uçar mı bir gün? Kesinlikle uçar. Bir gün… Sabır… Halk kendi özgürlük uçurtmasını mutlak uçurmuştur. İnsanlık tarihi böyle yazar. Kiminde 2 yıl kiminde 20 yıl... Ama mutlak uçar. Sabır, akıl, sağduyu ile uçurtmalarımızı üretmeye devam.

Bir sürü şeyin unutulduğu, belleğimizin sürekli silinmeye çalışıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Sanat aynı zamanda hafızamızı da diri tutuyor. Günün birinde “bu günlerin” bir oyununu yazsanız, nasıl bir oyun yazardınız? Sahnenizde nelere yer verirdiniz? Belki Dario Fo gibi bir epik oyun yazardım. İçinde çıkarcı, kirli siyasetçilerin olduğu yüksek bir loca; bir yandan devamlı tıkınan, osuran, arada malafatlarını locanın kenarına sürten siyasiler… Sahne ise hayat, sokak, mahalle olurdu. Yaşanan tüm yoksulluk, açlık, din tacirliği, taciz, tecavüz ve kadın cinayetleriyle dolu bu sahneyi yukardaki locadan izleyen ve bir komedi izlermişçesine eğlenen siyasilerin çıplak yüzünü gözler önüne seren bir oyun yazardım.

Fotoğraf: Deniz TUNÇEL

Söyleşinin sonuna yaklaşırken biz Franca’yı da merak ediyoruz. Çünkü Dario Fo ve Franca Rame ortak üretimlerde bulunmuşken, “Kadın Oyunları” diye adlandırdıkları oyunları varken, Dario Fo’nun daha çok bilindiğini düşünüyoruz. Sizin Franca’ya dair söyleyecekleriniz neler? Franca kadın olmamızdan kaynaklı daha yakındı bana, daha sırdaştık. Özel konuları daha çok paylaşabiliyorduk. O çok duyarlı bir kadındı, kocaman bir yüreği vardı. Eğer Dario’nun yanı başında Franca olmasaydı Dario belki de bugün elde ettiği onca üretime sahip olamayabilirdi. Anımsadıkça yüzünüzü güldüren bir Dario Fo ve Franca Rame anınız var mı? Bizimle paylaşırsanız çok seviniriz. Bir gece yarısı şehir dışındaki turneden sonra beraberce eve geldik. Dario çok acıkmıştı, Franca çoktan uyumuş-

88


yaşar kemal mucizesi Mahmut TEMİZYÜREK

A

slında 1923 (kayıtta ’26) Adana/ Hemite köyü doğumludur. İnşa ettiği edebi anlatının kökleriyse 1915’teki Van/Muradiye/Ernis köyünden başlayan o büyük göçtedir. Bu göç süreci onun edebi yaratısının rahmidir. Birinci Dünya Savaşının tam ortası, günümüzde yaşananları fazlasıyla hatırlatan, Anadolu ve Mezopotamya halklarının canhıraş biçimde sağa sola kaçıştığı, kitlesel göçlerin can havliyle yaşandığı bu dönem, bugün yaşananlara çok benziyor. Ama zorlu bir fark var; artık bu çağ yazılı kültür çağı. Bu çağ Yaşar Kemal’i doğuracak ve o kendi varoluşunu sözlü kültür ile yazılı kültür arasındaki büyük mesafenin uzlaşması zor çatışması içinde gerçekleştirecektir. Ernis köyü “Luvan” (“Luvi, Livi?”) aşiretine bağlı bir Kürt köyüdür. Çarlık askerleri Süphan Dağı’ndan top atışına başladığında, güllelerin düştüğü köy çareyi kaçmakta bulur. Yaşar Kemal’in geniş ailesi önce Van’a, sonra Diyarbakır’a, oradan her nedense ve her nasılsa Mardin üzerinden Suriye çöllerine doğru göçerler ve gene her neden ve nasılsa, yaklaşık bir buçuk yıl sonra Adana’ya, şimdiki Osmaniye’ye (o yıllarda Kadirli) ulaşırlar. Ailesinin serüveni, Yaşar Kemal’in hemen her yapıtına şu ya da bu biçimde sinmiştir; yazar birçok yapıtının öyküsel kaynağını ailesinden aldığını özellikle belirtir (Kimsecik, Dağın Öteki Yüzü üçlemesi vd). Bu göç sürecinde yaşananlar yalnızca olaysal boyutlarıy-

la değil sözlü kültürün simgesel kalıtlarıyla da Yaşar Kemal yapıtlarının besleyicisi olacaktır. Günümüzde de ölümcül yıkımı bir kez daha tazelenen haliyle Ortadoğu halklarının kaotik kaderiyle örtüşür aile hikayesi. u yazıda yazarın varoluşunu belirleyen kurucu özelliklere dikkat çekilecektir. İlkine, “rahim” dedik, birincil doğa da diyebilirdik; bizden önce var olan her şey. Bu rahim, bu doğa, anne kültürünün rahmi, o kültürün doğasıdır. Hayat hikâyesini soran Alain Bosquet’ye, yanıtını annesiyle başlatır: “Bu anlatacaklarımı ben yaşamadım. Aileden, dahası da anamdan duyduklarımdır. Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. Babamın amcaoğlu Yusuf Ağayla bir lades tutmuş, bu lades on dört yıl sürmüş, sonunda anam LADES demişti. Çok da güzel konuşuyordu. Yazık ki Türkçesi kıttı. Belki Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl-ü ebkem ağzına baktırırdı. Ben de onun anlatımıma hayrandım. Onun anlatıları beni büyülerdi..” (Bosquet, sf.14) Buradaki büyülenmek sözünün altını çizmek gerekir. Walter Benjamin bu tür büyülenmenin edebi önemini şöyle açıklar: “Dinleyici hikâyeyi dinlerken kendini ne kadar unutursa, dinledikleri hafızasında o kadar yer eder. Kendini anlatının ritmine kaptırdığında hikâyeleri öyle can kulağıyla dinler ki, kendini hiç zorlamadan onları yeniden anlatırken buluverir. Hikâye anlatma yeteneğine

B

89

beşiklik eden ağ işte böyle örülmüştür.” (Benjamin sf.84) Yaşar Kemal edebiyatında kurucu rol oynayan anne imagosuna benzeyen, karşılaştırabileceğimiz iki büyük örnek var. Bunlardan biri, modern Rus edebiyatının kurucusu sayılan, 1831-1895 yılları arasında yaşayan Rus hikâyeci Nikolay Leskov’un annesi. İkincisi Latin Amerika edebiyatında büyülü gerçekçiliğin öncüsü Gabriel Garcia Marquez’deki “anne” karakteridir. Gogol, Tolstoy, Turgenyev, Dostoyevski, Gorki, Çehov gibi bütün büyük Rus yazarlarını etkilemiş olan Leskov için Maxim Gorki’nin yargısı şudur: “Leskov,” der Gorki, “bütün yabancı etkilerin tamamen uzağında, halktan en çok beslenen yazardır.” (Benjamin, s.93) Benjamin: “Bütün anlatıcılarının beslendiği kaynak, ağızdan ağıza aktarılan deneyimdir.” diyerek anlatının kökeninin sözlü anlatı olduğunu öncelikle vurgular. “Hikâyeleri yazıya geçirenler arasında en büyük olanlar, adı sanı bilinmeyen sayısız hikâyecin anlattıklarına en sadık kalanlardır.” Benjamin bu saptamayı Leskov’un adsız anlatıcılara duyduğu sadakatin kusursuz bir örneği olduğunu vurgulamak için yapar ve şu eşsiz yargısını da ekler: “Bir atasözü “yolculuğa çıkanın anlatacakları vardır,” der; demek ki halkın gözünde anlatıcısı uzaklardan gelen biridir. Ama evinde kalan, namusuyla hayatını kazanan, yörenin ve geleneklerine vakıf kişiyi dinlemek de bir o kadar keyiflidir onlar için.” Benjamin’in “çok az hikâyeci masalın ruhuyla onun kadar derin bir akrabalık


yaşar kemal mucizesi kurabilmiştir” dediği Leskov’a ruh veren bu özelliğin “anne imagosu” olduğunu vurgulaması, Leskov’un Yaşar Kemal ile ortak yönünü düşündürür. “Leskov’un karakterlerinin geçit törenlerinde başı çeken dürüst insanlar da ‘büyüyle kurtarılmıştır” diyordu Benjamin. Anne imagosu’ndan beslenen bir başka yazar Marquez’dir. Ondaki anne, Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki büyükanne Ursula karakteridir. Marquez’in, ailesinin yaratıcılığı üzerindeki etkisi anlatmak için yazdığı Anlatmak İçin Yaşamak kitabı, “anne imagosu”nun hikâye anlatıcısındaki kurucu rolünün ayrıntılı bir betimlemesidir. Verdiğimiz anne örnekleri sözlü kültürün adsız söylence taşıyıcılarıdır. Modern çağın kurşun harflerine gelene kadar ağızdan ağza taşınan bu derin birikimin büyük evrimini eleştirmen Northrop Frye, klasikleşmiş yapıtı Eleştirinin Anatomisi’nde şöyle betimliyor: “Tanrıların mitleri, kahramanların efsanelerine karışıp kaybolur; kahramanların hikâyeleri tragedyaların ve komedyaların öykülerine karışıp kaybolur; tragedyaların ve komedyaların öyküleri öyle ya da böyle gerçekçi kurmaca içine karışıp kaybolur. Ama bunlar edebi türün değişmesinden ziyade, toplumsal bağlamın değişmesidir ve hikâye anlatmanın kurucu prensipleri onlar aracılığıyla değişmez bir şekilde varlığını sürdürür, elbette onlara uyum sağlar.” (Frye sf. 80). Öyleyse soru şu: Yaşar Kemal gibi bir modern romancı ne yapıyor ve nasıl yazıyor da bu büyük mesafeyi inandırıcı bir yolla aşabiliyor? Bunun en uygun yorumunu Walter Benjamin’e borçluyuz. Benjamin’e göre “Hikâyeleri yazıya geçirenler arasında en büyük olanlar, adı sanı bilinmeyen sayısız hikâyecinin anlattıklarına en sadık kalanlardır” diyor. Ancak, açıklayacağı gibi, sadakatin ölçüsü zamanın araçlarına bağımlıdır. O da Frye gibi sözlü kültürün anlatıcısıyla yazılı çağın romancısı arasındaki upuzun mesafeyi evrimiyle görmektedir: “Hikâye anlatıcılığının gerilemesiyle sonuçlanan sürecin ilk belirtisi, modern çağın başında romanın doğuşudur. … Romanın yaygınlaşması, ancak matbaanın icadıyla mümkün oldu. Sözlü olarak aktarılabilir olan, yani destanın zenginliği, romanın mal¬zemesinden nitelikçe farklıdır. Romanı bütün diğer düzyazı türlerinden, masal, efsane ve hatta novelladan ayıran, sözlü edebiyattan gelmiyor ve ona dönmüyor olmasıdır. Bu onu en çok da hikâye anlatıcılığından ayırır. Anlatıcı hikâyesini deneyimden çekip alır, kendi deneyiminden ya da ona aktarılanlardan ve o da bunu kendisini dinleyenlerin deneyimi haline getirir. Romancı ise kendini tecrit etmiştir. Romanın doğduğu oda,

en temel kaygılarından misal verip kendini ifade edemeyen, kimsenin akıl vermediği ve kimseye akıl veremeyen, tek başına kalmış bireydir. Roman yazmak, insan hayatını tasvir ederken benzersiz olanı uç noktalara vardırmaktır. Roman, hayatın bütün doluluğu içinde ve bu doluluğu tasvir ederek, yaşayanların derin akılsızlığını ortaya serer. Türün ilk büyük eseri Don Quijote bize daha o zamandan, insanların en soylularından birinin -Don Quijote’nin- ruhsal zenginlik, cesaret ve yardımseverliğinin akıldan tümüyle yoksun olduğunu, bilgeliğin kırıntısını bile taşımadığını gösterir.” (Benjamin sf.80-81) Durum böyleyse, Yaşar Kemal “anne imagosu”nun üzerindeki etkisini nasıl bir dönüşüme uğratmış ve örneğini verdiğimiz iki kurucu yazara benzer biçimde Türkçe edebiyatta nasıl bir çığır açmıştır? *** Kürtçe sözlü kültürün tarihsel mirasını Çukurova’da Hemite adlı Türkmen köyüne taşıyan bu ailede bellek deposu iki kadın, dinleyeni lal-ü ebkem bırakan büyük anne Hıdre Hatun ile anne Nigar Hatun olmasaydı; Bellekten başka hiçbir dayanağı olmayan bu ailenin evine Kürt halkının kutsallık derecesinde sevdiği dengbej Evdela Zeynike misafir olup odalarında diz kılarak sabahlara kadar klamlar söylemeseydi ve aşık heveslisi Kemal Sadık’a bu olay aile tarafından kültür mirası olarak sık sık hatırlatılmasaydı; Çukurova’da Karac’oğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Yunus’u bilmeyene acıyarak bakılmasaydı; Kozanoğlu ayaklanması olmasaydı; o ayaklanmadan kalan ağıtlar, Dadaloğlu türküleri her buluşmada bir daha söylenip trajedi anılmasaydı; Ceyhan ırmağı kıyısında bir bataklıkta, doğanın büyük mucizelerinden bir kuş cenneti bulunmasaydı; Yaşar Kemal çocukluğunu bu doğa mucizesinin ortasında büyülenmiş halde geçirmeseydi; Binboğa dağlarının her bir koyağında 10 bin yıllık ağıtlar, kadınlar erkekler tarafından yazı yazmayı bilen “Âşık Kör Kemal”e özene bezene dikte ettirilmeseydi; Bu çocuk; “ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova’nın avaz avaz ağıtlarından” kendini sorumlu hissetmeseydi; Ayağına tez, yüreği aklından da geniş bu delikanlı, Binboğanın her varlığını kuru bir folklor derlemesi olsun diye değil, hayat memat meselesi olarak görmeseydi; bu delikanlıyı daha ilk öyküsünü

90

görüp Dino kardeşler keşfetmeseydi; Her bir şeyi ilk kez görmüş gibi, sanki kalan tek gözünde kocaman bir teleskopla yeni bir yıldızı keşfedercesine inceleyen bir kâşif gibi anlatmayı yaşam yoluna dönüştürmeseydi; Yaşar Kemal diye bir yazar doğmayacaktı. Çukurova’yı bütün bir dünyaya dönüştüren bu eşsiz yazarın gün yüzüne çıkması, rastlantı ve zorunlulukların bir araya gelirken yarattığı kültürel kimyanın her malzemesi tarih boyunca orada duruyordu zaten. O, bu kültürel elementleri gören, onları söz laboratuarına sadakatle taşıyan bir özne oldu. Sözlü kültürün modern çağ eşiğinde kar gibi eridiği, matbaada kurşun harflerin soğukluğuna her anlatının artık mahkûm olduğunu erken yaşta görmüştü. Yaptığı işin zorluğu, çapı, yeniliği şuydu: On bin yıllık bir sözlü çağın dilini, ona elinden gelebildiği kadar sadık kalacak biçimde modern çağın yazılı diline dönüştürerek, yeniden yaratarak taşıması. Buna mucize denmezse ne denebilirdi? Anadili Kürtçedeki zengin titreşimlerin göçtüğü Türkçede ona denk bir yankıyı aradı; sözlü anlatı tekniklerinin yazıda karşılığını denedi. Her halkın benzer türde trajik kökten, onları var eden büyük destanlardan geldiğini erken yaşta fark etmişti. İşte bu bilinç oluşumları Yaşar Kemal’i gerçekleştirdi. Hangi dilden, hangi inançtan, hangi tarihten gelirse gelsin halkların bilincini ve bilinçaltını kurgulayan o söz kuyusunda kaynayan acının, bitmeyen yaşama sevincinin, her küllenmede bir daha doğan umudun, kaderleşmiş çilenin benzerlerini dünya edebiyatındaki her halkta bulması, onu yerelliğin dar cenderesinden kurtarmıştı. Onun yazdığı Çukurova’nın insan ve toplum gerçeğini, çağı yaratan bütün bilgi kaynakları da doğrudan ya da dolaylı biçimde onaylayabilirdi. Şöyle diyordu örneğin büyük mitolog, kültür tarihçisi, sosyal antropolog, Altın Dal’ın yazarı James George Frazer: “Mezopotamya ve Asur, gerçekten insanlığın beşiği değilse de, her halükarda Nuh’un torunlarının üzerinde ilk göze çarpan rollerini oynadıkları tiyatro sahnesi… Bu denli çeşitli ve önemli olaylar, bu olayların geçtiği ülkeleri derin bir ilgiye sevk etmeli ve özellikle bu ülkelerden tufan sonrası ilk dönemlere ait kaynaklara sahip olanlar, insanlığın ahlaki gelişimini kaydetmekten zevk alanların merakını uyandırmaktan geri kalmamalıdırlar. Lâkin bu erken tarih olaylarının izlerini sürmek umudu, imkânların yetersizliğiyle bağlanmıştır.” Yaşar Kemal’in yaptığı tam da buydu; bu yetersizliği aşmak. Gılgamış’tan İlyada’ya, Dede Korkut’tan Ahmedi Xani’ye, Faki Teyran’dan Dadaoğlu’na,


yaşar kemal mucizesi Türkmen, Kürt ve Ermeni destancılarına, bunların hepsinin anlatı havuzunun içinde doğduğunun farkına vardı ve nasıl bir kültür mirasını kendine bıraktıklarının sorgulamasına erken yaşta başladı. Göçmen ailesinin yaşantısında halkların değişmemiş trajik kaderini gören de oydu. Belleğinde etkin bir yaşam sahnesi bulan toplumsal olgular Yaşar Kemal anlatısının mayasını oluşturdu; eşkıyalık, göçebelik, yeni bir mekânda yeni bir yaşam kurmak gibi. Yazarın anlatı ekseninin toplumsal hayatın kıyısında değil tam da ortasında oluşmasına, evrensel hikâyelerin onda yeniden dillenmesine imkân vermiştir. Bütün bu olgular Yaşar Kemal olmasının tarihöncesi sayılmalıdır. Asıl kendini var eden olgularda kendi iradesi, kendi rolü, onun yazar olarak mucizesini tamamlayan motif olmuştur. *** “Allah hiçbir kavmi dengbêjsiz bırakmasın” der, Bir Ada Hikâyesi’nde Dengbêj Uso. Uso’yu bir dengbej modeli olarak betimleyen Yaşar Kemal’de destan demek, arkaik bir dünyaya ait olmak demek değil, köklü halk dilinin bugüne kalabilmiş hali demektir. Yerele ve zamana bağlılık değildir bu, Walter Benjamin’in “Hikaye anlatıcısı” karakterinin bir benzerinin varoluş koşuludur. “Düşünün ki destan biçimleri, yeryüzü kabuğunun yüz binlerce yılda geçirdiği değişime benzer ritimlerle dönüşüme uğradı. İnsanlar arasındaki iletişimin daha yavaş oluşmuş ve daha yavaş kaybolmuş bir başka biçimi herhalde yoktur.” (“Hikaye Anlatıcısı”) Yaşar Kemal’de büyük anlatı geleneğinin derin izlerini hemen her yapıtında şu ya da bu gölgesiyle görebileceğimiz gibi, son yapıtı dört ciltlik “Bir Ada Hikâyesi”nde de apaçık görürüz. Ömrünce yarattığı karakterlerin bir benzerini, Lozan sonrası mübadele koşullarında, bir adada (yeni bir yaşamsal varoluşta) buluşturur Yaşar Kemal. Hem gerçekçi hem de ütopik bir kurgudur bu anlatı. Geçmişi gelecek için kurtarmak’tır niyeti. Ağır yıkımlardan arta kalanlarla, hayali Karınca Adası’nda trajik gerçekler üzerinden umutlu bir ütopya kurar. (“Bu küçük ada bu kadar zenginse kimbilir bu dünya ne kadar zengin?” der yapıtında.) Bütün halkların kültüründe var olan iyilik üzerine yeni bir ütopya kurma deneyimidir bu. Son yapıtıdır; yalnızca kendisini doğuran değil, edebi varlığını da doğuran hikâyeciye, anne’ye, ustasına sadakatinin taçlanmasıdır. Sözlü kültürün iki kaynağı, Mezopotamya ve Ege, bu gurbetçiler adasında buluşur. Ömür verdiği anlatı deneyiminde anlatıcısının ezeli evrimine hiç de benzemeyen çetin bir yan vardır. El aldığı anne’nin

bellekten başka hiçbir dayanağı yoktu; öyle ama anlatan ile dinleyen yüzyüzeydi, beden ile tin birbirini bütünleyecek biçimde bir aradaydı. Sözlü kültürün geleneksel gücünü modern çağda kurşun soğukluğunda matbaa yazısına taşıyabilmek, onu dönüştürerek yeniden yaratabilmek, annesinden edindiği o büyük tecrübeye hiç mi hiç benzemiyordu. İlk gençliğinde köyleri dolaşarak geliştirdiği geleneksel anlatı yeteneğinin modern çağda hiçe indiğini de gördü o genç. Bir büyük şansı da Dino kardeşlerdi. YaşarKemalOluş’ta, onu ilk öyküsüyle “keşfeden” Arif ve Abidin, kardeş Dino’ların, kendi üzerindeki dönüştürücü modern emeğini asla unutmadı. İlk hikâyelerini matbaa çöplüğünden topladığı kâğıt rulolara yazmış olması, sözlü kültürü yazılı kültüre aktaran bu mucize yazara modern çağın yaşattığı bir ironidir. Bu ironiyi gönülden kabullendi; Gılgamış’tan İlyada’ya, Don Kişot’tan Fekiye Teyran’a doğru uzun, büyük ve güçlü bir köprüye kendisini de ulayarak kurabildi. İşte bir örnek: Yaşar Kemal Prometeus’u, Bir Ada Hikayesi’nde, bu kez de Çerkeslerin dilinden anlatır; bu kez kurtarıcının kurtarılmasına dönüşür o eski mit: “Ne yapsınlar, ne yapacaklar, ne edecekler, ateşi kendilerine armağan eden bu insanoğlunun en hırsızını, hırsızların pirini tanrıların, ciğer yiyen kartalların elinden kurtaracaklar.” // “Sonunda, dağa yol yapmaya karar verdiler. Kafkasta ne kadar demirci varsa, başladı çalışmaya. Kayaları kırmak için yüzlerce binlerce külünk yaptılar. Kafkas halkı yediden yetmişe dağa sıvandı. Yıllar sürdü dağla insanlığın savaşı ve bir gün yol doruğa kadar çıktı. Ateş hırsızı onları gördü. Teni yanmış, bakır rengi olmuştu. Göğsü de kan içindeydi. (…) İnsanlar yanına kadar çıkınca duru, mavi, iri gözleri sevinçten yaşardı. ‘Biliyordum’ dedi, ben bu insan soyunu biliyordum. Birgün ne yapıp edip beni buradan kurtaracaklarını biliyordum.’ Sevinç içinde şakıdı. Kızgın tanrılar bu işe hiç şaşırmadılar. Tanrılar da insanoğ-

lunun bir gün ateş hırsızını kurtaracağını biliyordu.” “Ve insanlar, ateş hırsızının zincirlerini söküp onu aşağıya, düze indirdiler. O gece bütün dağların doruğunda, ovalarda, denizlerde, sularda, bütün yeryüzünde ateşler yandı. Yeryüzü apaydınlık oldu, kırk gün kırk gece…” Şimdi bu en eski hikâyelerin somut gerçeğe dönüşen bir benzerinin yeni bir konağında yaşamıyor muyuz; insanlar(ın), ateş hırsızının zincirlerini söküp onu aşağıya, düze indir(eceği)” o konakta? Bugün de en eskisi gerçekse ne Homeroslar ölüyor ne de Yaşar Kemaller. Onu anarken Bir Ada Hikâyesi adlı ütopyasının bir benzerinin ailesinin göçerken içinden geçtiği Rojava’da, hem de en çetin savaş koşullarında gerçeğe dönüştürüldüğünü bilerek ölmüş olması, inanırım ki, hayatının en büyük tesellisi olmuştur. Bir Ada Hikâyesi’nde Birinci Dünya Savaşının ağır yıkımından sonra kıyametin yorulup durgunlaştığı, karıncanın su içebileceği denli nihayet huzurlu kıyılarda halkların birbirini ezmeden, yadırgamadan, herkesin yaşadığı yasın verdiği dayanışma duygusuyla herkesinin elinden geldiği kadar, herkese ihtiyacına göre bir düzeni var etmeleri hiç de hayal değilmiş meğer. Bu ütopyanın tohumlarının halklar arasında yeşerdiğini görmek, onun ütopyasına sadık okurlarının gönül armağanı değilse, okumak ne içindir.

Kaynaklar Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor. (Alain Boquet ile Görüşmeler) Görsel Yayınlar, 1994. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk (derleyen Nurdan Gürbilek), Metis. 3. Basım 2001 Yaşar Kemal, Bir Ada Hikayesi, 4 cilt YKY Nortrop Frye, Eleştirinin anatomisi, Ayrıntı, 2015, Çev: Hande Koçak

91


memleketime lenin gelmiş Hoşgeldin Lenin, SSCB’nin dağılmasının ardından Karadeniz sularına bırakılan birçok heykelden birinin Akçakoca kıyılarına vurmasıyla başlayan bir taşra hikayesini konu ediniyor. Dört yönetmenin birlikte çektiği bu belgeselin hikayesini filmin yönetmenlerden Begüm Özden Fırat ve Ahmet Murat Öğüt’ten dinledik. Söyleşi: Yılmaz YÜCEL

H

oşgeldin Lenin, Kasım ayında gösterime girdi. Belgesel nitelikte bir film. Kolektif bir çalışma olarak göze çarpıyor. Öncelikle, filme katkı koyan ekipten bahsedelim biraz. Begüm Özden Fırat: Hoşgeldin Lenin ekibinin dört yönetmeni var: Ben, Ahmet Murat Öğüt, Emre Yeksan ve Aylin Kuryel; kurguyu da Fırat Yücel ve Aylin Kuryel yaptı. Emre Yeksan aslında sinemacı, yapımcı ve yönetmen. Aylin Kuryel de kısa filmler çekiyor. Ahmet’in de sinemayla daha teknik bir ilişkisi var; benimse hiç alakam yok. Ahmet Murat Öğüt: Aslına bakarsan teknik ilişkimizin çoğu bu belgeselle birlikte gelişti. Bu kadro içinde Begüm ve ben sinemanın tekniğine en uzak olanlarız. Çekimler, 2012 yılında başladı fakat seyredilebilir bir film haline gelmesi birçok sebepten dolayı bu seneye kaldı. Belgesel nerelerde gösteriliyor? B. Ö. Fırat: Şimdilik iki festivalde gösterildi. Gürcistan’da Tiflis’te ve Leipzig’te. Daha öncesinde ise burada, Documentarist’te gösterildi. Fakat bundan sonra filmin gösterimlerinin nerelerde yapılacağına dair henüz bir planımız yok.

Filme ilgi nasıl? İzleyicilerden ne tür yorumlar alıyorsunuz? A. M. Öğüt: Ben bir gösterimine katılabildim. O gösterimde izleyiciler filmden gayet memnun ayrıldı. Tepkiler olumluydu. B. Ö. Fırat: Film, Documentarist’te juri özel ödülünü aldı. Bu ödülü alması ilginç oldu çünkü jüri normalde verilmeyen bir özel ödülü vermeye karar verdi. Bunda şunun etkisi var: Jüri, dört yönetmenle nasıl bir film yapıldığını çok merak etmiş; bir de jürinin filmi izlerken çok güldüğünü ve keyif aldığını biliyoruz. Bu çok önemli, seyirci de gülüyor ve gülmeyi istiyor çünkü belgesel festivallerinde gösterilen filmler genellikle çok karanlık, acıyı ya da sıkışmışlığı anlatan filmler. Bütün bu belgeseller içinde Hoşgeldin Lenin, daha çok güldüren ve düşündüren bir belgesel olduğu için seyirciyi de bu yönüyle etkiliyor. Tiflis’te ve Leipzig’te de öyle olmuştu. İnsanlar gülüyor, tepki veriyor ve merak ediyor. Bu dönem yapılan diğer belgesellerinden ayıran yanı da bu oldu. Karanlık bir durum içinde absürt bir hikayeyi anlatmaya çalışıyor. Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan’ın da aynı temayı işleyen bir filmin çekecek olduğunu biliyoruz.

92

A. M. Öğüt: Çıkış noktası ve hikaye aynı ama biz gerçek olaylara dayanan bir belgesel yapmaya çalıştık. Bahsi geçen film ise tamamen bu hikayeden yola çıkarak yapılacak bir kurgu film. Peki, Dalgıç Vladimir Borumensky, Karadeniz’de Kırım kıyılarında, içinde 50 heykelin olduğu bir denizaltı müzesi yapmış. Bunu, heykelleri faşistlerden korumak adına da yapıyor. Siz bu müze hakkında ne düşünüyorsunuz? B. Ö. Fırat: Benim hoşuma gitti. Denizin altına koyuyor ve korumaya çalışıyor. Böyle bakıldığında Akçakoca belediyesi de bir biçimde Lenin heykelini koruyor. Kapılarını açmıyor, kamusallaştırmıyor, göstermiyor ama koruyor onu. Denilebilir ki 1993’ten beri bir belediye bir heykelin korumasını üstlenmiş durumda. Lenin heykelinin öyküsü ’92 yılı sonlarında başlıyor. Bu dönemde Akçakoca’da ne tür hikayelerle karşılaştınız? A. M. Öğüt: Çekimler altı gün sürdü fakat çekimlerden önce heykeli bulan Mahmut’la ve heykeli inatla saklayan belediyede çalışanlarıyla ön görüşmeler ve ön çekimler yaptık. Zaten o görüşmeler-


memlekletime lenin gelmiş den aldığımız motivasyonla bu filmi yapmaya karar verdik. Akçakoca’daki bu hikayeden ne zaman haberdar oldunuz? A. M. Öğüt: 2009’da Akçakoca’ya turist çekmek için gazetelerde heykelin tanıtım yazıları çıkmıştı. Begüm ve ben gazetede bu hikayeyi okuduğumuzda çok ilginç bulduk. B. Ö. Fırat: Akçakoca’yı turizme açmak için bazı gezi yazıları kaleme alan yazarlar çağrılıyor, onlara bu konuyla ilgili ne yapılabileceği soruluyor. Bu sırada belediye çalışanları böyle bir heykel olduğundan bahsediliyor. O dönemki belediye başkanı henüz yeni seçilmiş, CHP’li. Belediye başkanının heykelden haberi yok daha. Böylece 93’te Akçakoca kıyılarına gelen heykel 2009’da gündeme geliyor. Bu heykelin sergilenmesinin turist çekebileceği söyleniyor gazete yazarları tarafından. Sonra belediye başkanını bir özel TV kanalınının haber bültenine çıkıyor. Bunun üzerine AKP milletvekilleri heykelin sergilenmesine izin verilemeyeceği açıklaması yapıyor. Bu sırada AKP milletvekilleri ile CHP’li belediye başkanı arasında tartışma çıkıyor, bu tartışma da gazetelere yansıyor. 2011’de biz heykeli görmeye gittik ama göremedik, sonrasında izinler vs. derken heykeli görmeyi ve bu heykelle ilgili bir film çekmeyi başardık. A. M. Öğüt: Mahmut Bey de muhtemelen biz gidip kendisiyle görüşene kadar heykelin varlığını unutmuştu. Kendisi çok muazzam ve enteresan bir insan olduğu için heykel kendisinde kalsaydı ne yapardı, heykeli korur muydu, bilmiyoruz. Bu soruların cevaplarını ancak filmdeki kadar bulabildik. Heykelin başına gelenleri biraz anlatır mısınız? B. Ö. Fırat: Akçakoca’ya ulaştığında heykelin burnu kırık. Heykel 2009’da gündem olduğunda belediye başkanı “Birini bulun, heykele burun yapsın” diyor. Bunun üzerine bir marangoz bulunuyor. Marangoz, tek bir Lenin resmi bile görmeden heykele uygun bir burun yapıyor kendince ve burnu Hemşin burnuna benzettim, diyor. A. M. Öğüt: Heykelin “onarımı” yapıldıktan sonra heykel, belediyenin deposuna kaldırılıyor. Lenin ardiye odasına, sürgüne, yollanıyor. İdam edilmiyor ama oradan başka bir yere gitmesine de izin verilmiyor. Orada öylece sürgünde bekletiliyor. Heykelle ilgili görüşme talebinizi reddeden oldu mu? B. Ö. Fırat: Yok, olmadı. Hatta ne-

Makhnovçina; 1918-1921 yılları arasında Ukrayna’da etkin olan Anarşist-Komünistlerin oluşturduğu ordunun önderidir.

Makhnovçina Makhnovçina, Makhnovçina Bayrakların rüzgarda karadır Acımızla karadır Kanımızla kızıldır Dağlarda ve ovalarda karın ve rüzgarın içinde tüm Ukrayna boyunca partizanlarımız ayağa kalkıyor İlkbaharda Lenin’in antlaşmaları Ukrayna’yı Almanlar’a teslim etti Sonbaharda Makhnovçina onları rüzgara savurdu Denikin’in Beyaz ordusu Ukrayna’ya şarkılar söyleyerek girdi ama kısa sürede Makhnovçina onları rüzgara savurdu Makhnovçina, Makhnovçina partizanlarımızın kara ordusu Ukrayna’da Kızıllar’a ve Beyazlar’a karşı savaşan Makhnovçina, Makhnovçina partizanlarımızın kara ordusu tüm tiranları sonsuza kadar Ukrayna’dan sürdürmek isteyen Makhnovçina...

93


memlekletime lenin gelmiş redeyse konuştuğumuz herkes hikayeyi bizim vasıtamızla hatırladı ve anlatmaya başladı, anlatırken yeniden yazdı. Ulaşamadığımız kimse de olmadı. A. M. Öğüt: O zamandan beri belediyede çalışan ve heykele temas etmiş hemen herkesle konuşmayı becerdik. Belgesele yansıtmadığınız hikayeler oldu mu? A. M. Öğüt: Biz heykelin bulunma hikayesinden öte “Lenin Akçakoca için ne ifade ediyor?” sorusunun cevabını çeşitli ağızlardan duymaya çalıştık ama bu soruyu kime sorsak bize herkes Akçakoca’nın turizm cenneti olduğunu anlattı insanlar Lenin’le ilgili konuşmayı pek tercih etmedi. Bir tek belediye başkanı bu konuda konuştu. B. Ö. Fırat: En ilginç olanı görüştüklerimizden birinin Lenin’le ilgili “Belki buraya örgütlenmeye gelmiştir” demesi oldu. Bir de Lenin heykeliyle esasen temas edenler devrimci, solcu kimseler değil. Marangoz, depoya taşıyan belediye çalışanları vs. A. M. Öğüt: Belediyenin proleterleri… B. Ö. Fırat: Heykeli canlı bir varlıkmış gibi anlatıyorlar. “Işıl ışıl gözleri vardı.”, “Çok güzeldi.” gibi cümlelerle tasvir ediyorlardı. “Uzun zamandır göremedim” diyenler bile oldu. Heykelle ilişki kuranlar Lenin kimdir

bilmese de büyülenmiş gibi anlatıyordu.

söylenmiş. Eskişehir Marşı’nın Dev-Genç Marşı’na dönüşmesi gibi.

Lenin heykeli Akçakoca’da sergilendi mi; hep depoda mı kaldı? A. M. Öğüt: Heykel bulunduktan sonra belediyenin deposuna götürülmüş, 2009’da gazeteciler konuyla ilgili geldiği sırada fotoğraf çekimleri için depodan alınıp belediye binasının önüne getirilmiş ama daha sonra yine depoya kaldırılmış, son olarak da biz gün ışığına çıkardık.

Başlangıçtaki kurgunuzla bittiğinde ortaya çıkan film arasında nasıl bir fark vardı? B. Ö. Fırat: Hikayenin kendisi çok absürd. 93’te bir büst kıyıya vurmuş, denizden Lenin çıkmış, sonra belediye el koyuyor, olay Akçakoca gibi bir taşrada geçiyor… Üzerine en çok tartıştığımız konu bu absürd olayı filme nasıl taşıyacağımızdı. Benim kafamı en çok kurcalayan şey: Bu hikaye bizler için son derece absürdken Akçakoca’da çok sıradan bir olaymış gibi anlatılmasıydı. Bu da başka bir absürdlüktü. A. M. Öğüt: Begüm’ün de dediği gibi zaten absürd olan bu hikayenin absürdlüğünü kurgu yoluyla arttırmak mümkünken bunu tercih etmedik. Filmi çekmeden önce bambaşka şeyler düşünüyorduk filmle ilgili. Aklımızdaki ana sorunun cevabını da kimseden alamadık. Bir sene önce Akçokaca’ya gidip Mahmut’la konuştuğumuzda aklımızdaki fikir Mahmut’un Lenin’le buluşmasını anlatmaktı fakat sonrasında yaptığımız görüşmelerle birlikte filmin kurgusu değişti ve ortaya bu belgesel çıktı. Memleketimize Lenin gelmiş, siz de keyifli bir filme dönüştürmüşsünüz bu hikayeyi. Filmin hikayesini bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Filmin müziği “Lenin’in işaretiyle ayaklandı partizan” sözleriyle bildiğimiz “Partizan” marşı. Bu marşı seçmenizin nedeni nedir? A. M. Öğüt: Marşın “Lenin’in işaretiyle ayaklandı partizan” gibi sözleri var ama bu marş aslında anarşistlerin marşı ve esasen Lenin hakkında hiç de hoş olmayan sözler barındırıyor. Marşın orijinali Ukraynalı anarşist Mahnovsçina’ya atfedilmiş. Sovyet uygulamalarını eleştiriliyor bu marş. Türkçe’ye birkaç defa farklı biçimlerde çevrilmiş. Türkiye’de yaygın biçimiye “Partizan’’ marşı olarak biliniyor. Ama gerçekte Mahon’nun marşı. Mahno, Troçki’ye karşı Kronştad’ta denizcilerin başındaki anarşist önderin adı. ‘’Mahnovşçina’’ ise şarkının gerçek ismi. Dolayısıyla marş bir Mahno güzellemesi fakat Arnavutluk’ta da Macaristan’da da Türkiye’dekine benzer içerikte sözlerle

94



Fotoğraf: Agos Arşivi

ԿԱՂԱՆԴՉԷՔ* Կէս գիշերին պատուհանիդ լոյսը չըլլայ որ մարես Վարագոյրին ինկած շուքդ դիտեմ գոնէ կարօտով Ու նուէրդ զոր ամառուան արեւներէն փրցուցի Ձգեմ սեմիդ ու հեռանամ լուսայորդ Կէս գիշերին երազներուս լոյսը չըլլայ որ մարես ԶԱՀՐԱՏ

*

Yeniyıl Armağanı

Yarı gecede ışığını söndürme sakın Hiç değilse perdeye düşen gölgeni izleyeyim özlemle Ve yaz güneşlerinden kopardığım ışıl ışıl hediyeni Bırakıp eşiğine uzaklaşayım Yarı gecede düşlerimin ışığını söndürme sakın ZAHRAD


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.